Sayfalar

31 Temmuz 2019 Çarşamba

Üç Silahşörler D'Artagnan (Alexander Dumas) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Üç Silahşörler D'Artagnan

Kitabın Yazarı : Alexander Dumas

Kitap Hakkında Bilgi :

Monte Kristo Kontu, Demir Maske ve Siyah Lale gibi kitapların yazarı Alexander Dumas, Üç Silahşörler adlı eserini 1844 yılında yazmıştır. Üç Silahşörler; çocuklar için dostluk, sır tutma, inanç, dürüstlük gibi derslerin çıkabileceği bir kitap.

Yıl 1625 Fransa. Genç D'Artagnan, babasının yönlendirmesiyle silahşör olabilmek ve kralın hizmetine girebilmek için Paris'e gelir. Yolda bazı talihsizlikler yaşamasına rağmen, kralın silahşörlerinin komutanı Bay de Treville'i bulur. Bu arada üç silahşörler Athos, Aramis ve Porthos ile bir dizi yanlış anlaşılmalar yüzünden aynı gün, aynı saate üç ayrı düelloya davet edilir. Tam düello başlarken, Komutan de Treville'nin rakibi Kardinal Richelieu'nün silahşörlerinin saldırısına uğrayınca, D'Artagnan, üç silahşörlerin yanında yer alır ve onlarla güç birliği yapar. Böylece aralarında sarsılmaz bir dostluk başlar. Üç arkadaş ve D'Artagnan artık hep birliktedir.

Kitabın Özeti :

1625 yılı nisan ayında Meung kasabası o gün çok kalabalıktır. İnsanlar hanın önünde duran tuhaf bir yabancıya bakıyordu. Şen Değirmenci hanı yakınında bir kavga olmuş, Gaskonya’Iı olduğu belli olan yeni çocukluktan çıkmış bir genç kavgaya sebep olmuştu.

Bu yabancı gencin uyuz bir atı, garip bir kılığı, omuzundan sallanan kılıcıyla komik bir görüntüsü vardı. Genç adamın adı D'artanyan dı. D'artanyanlar bir kaç nesildir. Gaskonya’da yaşıyordu. Bu genç yabancının babası kralın hizmetinde silahşor olarak çalışmayı düşlemiş, fakat amacına ulaşamamıştı. Babası, ona komik görünüşlü bir at, beline uzun bir kılıç, eline de bir tavsiye mektu­bu vererek, bundan sonra kendi yolunu kendin çiz demiş ve oğlunu bu kasabaya yollamıştı.

Dartanyan Paris şehrine Mösyö Treville’in yanına gitmek istiyordu. Genç adam kazasız belasız bu kasabaya kadar gelmiş ama kasabalılar onunla alay ediyorlar genç adam da onlara saldırmamak için kendini zor tutuyordu. Genç adam, en sonunda dayanamayarak atı ve kendisi ile alay edenlerle kavga etti.

Karşısındakiler kalabalık olmalarına rağmen bu gençten dayak yediler. Hancı ve yardımcıları da sopalarla D'artanyan’a saldırdılar. Genç adam yediği sopalar yüzünden bayıldı. Genç adam bayıldığı yerde “Mösyö De Treville “diye sayıklıyordu. Mösyö De Treville kralın muhafız komutanıydı.

Hancı ve Kardinal’in adamları, genç adamın cebinden babası tarafından şövalyelerin kumandanı Mr. Treville’e hitaben yazılmış tavsiye mektubunu buldular. Korktukları için bu mektubu cebinden aldılar.

Genç adam, yarı baygın vaziyette iken hancı ve Kardinal’in adamlarının konuşmalarını dinler. Onların krala hazırladıkları tuzağı işitmiştir. Adam “hemen İngiltere’ye döneceksiniz. Dük Londra’dan ayrılırsa hemen haber vereceksiniz. O kutunun içinde hepsi. Ama Manş’ın öbür kıyısına varmadan açmayacaksınız kutuyu” diye ulaka emir vermiştir.

Genç adam hancıya borcunu ödeyip handan ayrılırken torbasını yoklamış, mektubun yerinde olmadığını görmüştü. Kılıcını çekip hancının boğazına dayayarak mektubunun nerede olduğunu sordu. Hancı ise mektubu yabancı bir adamın aldığını fakat o adamın adını bilmediğini söyledi. Handan çıkıp giderken bunun hesabını sormayı düşünmüştü.

Paris’e yaklaştığında atını sattı ve yaya olarak şehirden içeri girdi. Kalabileceği bir oda tuttuktan sonra, Mr. Treville’yi bulmak için dışarı çıktı. Mösyö De Treville ülkenin en iyi silahşörü ve kralın muhafız komutanıydı. De Treville komutanlığa geçtikten sonra kendine bağlı bir birlik kurmuştu. Bu birlik sadece De Treville’den emir alıyordu. De Treville’nin adamları iş saatleri dışında konakta oluyorlardı. Konak, silahşörlerin karargâhı idi.

D'artanyan konağı bulmuş, bahçeye girmişti. Mösyö De Treville ile görüşmek istediğini ona bir mektup getirdiğini söyleyerek beklemeye başladı. Mr. Treville’nin konağının avlusunda elli-altmış kadar şövalye bir aradaydı. Bir kısmı konuşuyor, bir kısmı kılıç talimi yapıyordu. Görevli Mösyö D'artanyan diye çağırdı ve Mr. Treville’nin odasına girdi.

Mr. Treville, Aramis ve Portos isimli iki silahşoru, kardinalin adamlarıyla kapışıp esir düştükleri için eleştiriyordu. İki arkadaş komutanım kalleşçe saldırıya uğradık kılıçlarımızı çekemeden bizi bertaraf ettiler. Athos vuruşurken yaralandı fakat yakalanmadık dediler. Ben de ikisini temizledim dedi Aramis. Mr. Treville, Athos’u da çağırın diye bağırdı. Athos içeri girdi ama yaralı olduğu için, düşüp bayıldı. Mr. Treville dokto­runun çağrılmasını emretmişti.

Mösyö Treville, D'artanyan’a dönerek “Candan sevdiğim arkadaşım D'artanyan’ın oğlu için ne yapabilirim?” diye sordu. D'artanyan başından geçenleri ve tavsiye mektubunu çaldırdığını anlatınca De Trevile, mektubu alan kişinin Kardinal’in casusu olabileceğini söyledi. Mr. Treville’nin o kişiyi tanıdığını anladı. Dartanyan, ben zaten Krala ve Kardinal’e hizmet için geldim. Sizin dışınızda kimseden emir almam ve boyun eğmem. Çünkü babam öyle tembih etti dedi.

Mr. Treville’nin kendisi için yazmış olduğu tavsiye mektubunu alırken, konağın avlusunda kendisinden mektubu çalan adamı görüp, “işte, o” dedi. Fırlamış ama birine çarpmıştı. Bu adam yaralarını yeni sardırmış olan Athos’tu. Özür diledi fakat adam onu düelloya davet etti. Onunla, düello için saat on bir de sözleştikten sonra, koşma­ya devam etti. Ancak, bu defa da Protos’a çarptı. Protos’a da düello için saat on üçe randevu vererek, koşmasına devam etti. Ama adam ortadan kaybolmuştu. Aynı gün, en ünlü iki tane silahşörle tartışmış, mektubunu çalan adamı elinden kaçırmıştı. Tüm bunları düşünürken, daha önce tartıştığı silahşörleri gördü. Onlara doğru giderken bu defa da Aramisle bir mendil meselesi yüzünden tartıştı ve onunla da saat on dörtte, düello için randevulaştı. “Herhalde ölümüm bir şövalye elinden olacak” diye düşündü.

D’artanyan düello yerine yalnız gitti. Athos, kendisinden önce gelmişti. Athos’un şahit­leri olarak, Aramis ve Portos da gelmişlerdi. Her üçünün de birbirin­den habersiz D’artanyan ile dövüşecekleri belli olmuştu. Artos ile D’artanyan dövüşmek için kılıçlarını çektiğinde Kardinal‘in adamları ortaya çıktı.

Silahşörler hemen savunma vaziyeti almışlar D’artanyan da hayatını değiştirecek kararı vererek onların yanında saf tutmuştu. Hep birlikte kardinalin adamlarını yenerler.

Artık, dost olmuşlardı. Mr. Treville’nin konağına geldiklerinde, şefleri herkesin önünde onlara bağırmış, ancak yalnız kalınca da “Kardinalin adamlarına iyi bir ders verdikleri için” onları tebrik etmişti. D’artanyan’da şövalyeler arasına kabul edilmişti ve üç şilahşörlerin arasına katılmıştı.

D’artanyan’ın ev sahibi Bönasyoler, sa­ray entrikalarının içindeydiler. Kocası Kardinal'in, ha­nımı ise Kraliçe’nin hizmetindeydi. Kardinal, Kral ve Kraliçe­nin aralarını bozmak için çalışıyordu. D’artanyan, karı kocanın konuşmaları sırasında bu planları öğrendi.

Bu konuşmalar arasında kraliçenin zor durumda ol­duğunu öğrenip Mr. Treville’ye anlattı. Mr. Treville, diğer üç arkadaşlarıyla birlikte onları Londra’ya gönderdi. Yanlarında, D’artanyan’ın uşağı Planşe de vardı.

Portos yolda düello yapmak zorunda kalmış, kurulan bir pusuda Aramis ağır yaralanmıştı. Konakladıkları bir handa, Athos’u sahte para suçun­dan tutuklamışlardı. Bu yüzden D’artanyan ve uşağı yalnız de­vam etmek zorunda kalmışlardır.

D’artanyan ve uşağı, Londra’ya varıp, Birmingham Dükü’nu bularak kraliçenin mücevherlerini alarak, Paris’e dönmeyi başarmışlardı.

Kraliçe, balo gecesi, mücevherlerini takarak salondaki yerini almış ve kardinalin oyunu bozulmuştu. Balodan sonra kraliçe, D’artanyan’a bir yüzük hediye etti. D’artanyan, arkadaşlarını bulmak için, yeniden Paris’ten çıktı. Hepsi bıraktığı yerlerdeydi ama Aramis’in yarası iyileşmemişti. Dört arkadaş yeniden Paris’e döndüler.

D’artanyan, Paris’te gezerken, yüzü yaralı adamın yanında bulunan Miladi isimli kadını, bir konaktan çıkar­ken görür. D’artanyan ile adam tartışmaya başlar. Bu adam, kumarda Athos’u yenen kişidir. Ak­şam, saat altıda düello etmek için, sözleşir. Dört arkadaş, düello yerine gittiklerinde rakip­lerinin dört tane “soylu” İngiliz’ olduğunu görürler. D’artanyan ve arkadaşları, soyluları yenerler. D’artanyan rakibi Miladi’nin kardeşinin hayatını bağışlayınca, o da, D’artanyan’ı kucaklayıp, dostluk teklif eder.

Şövalye Winter, Miladi’nin kardeşi değil, kayınbiraderidir. Miladi, ondan kurtulmak ve böylelikle tüm mirasa tek başına konmak istiyordu. Bu nedenle, ondan nefret ediyordu. D’artanyan, tüm bunları öğrenmişti. Bu arada, Miladi ona bir yüzük de hediye etmişti.

Athos, D’artanyan’ın parmağındaki yüzüğü görünce dikkat­lice bakar. Bu, kendi annesinin yüzüğü idi.

Bir gün, omzundaki mahkûmlara vurulan damgayı görünce, Miladi ona, saldırır ve D’artanyan evden dışarı kendisini zor atar. Olanları anlattığında, Athos’un bu kadını, çok yakından tanıdığını anlar. Athos üzülmesin diye yüzüğü bir Yahudi’ye satmak zorunda kalır.

Kral Xlll. Luis’in emriyle, La Rochelle Kalesi kuşatmasına şövalyeler de katılmışlardı. D’artanyan, Miladi’nin iki tane kötü suratlı adama kendisini gösterdiğini fark edemez. Bu iki kişinin saldırısına uğrar. Ancak, bu saldırıdan kurtulur. Ertesi gün yine saldırıya uğrar, bu kez iki sal­dırganı da öldürür ve bu adamları Miladi’nin gönderdiğini öğrenir.

Bir gün silahşörler, Kardinale denk gelirler. Kardinal ise şövalyele­rin kendisini görmesinden hoşlanmaz. Bu yüzden şövalyeleri de yanlarında götürür. Geldikleri handa, istirahatte iken Kardinal ile Miladi’nin konuşmalarını dinlerler. Kardinal, Birming­ham Dükü’nün öldürmesini istediğini duyarlar.

Kardinal gittikten sonra, Athos, Miladi’nin kaldığı odaya girer ve onun eski karısı olduğunu görüp öğrenmiş olur. “Şeytan” diyerek Kardinal’in imzasını taşıyan yazıyı elinden alır. Kardinal‘in imzasını taşıyan kâğıtta: “Bu kâğıdı taşıyan kişi yaptığı işi benim emrimle ve devletin kurtuluşu için yapmıştır” diye yazmaktadır.

Miladi tutuklu bulunduğu cezae­vinden, kendisine âşık ettiği koruması yüzbaşı tarafından kaçırıl­ır. Yüzbaşı, Birmingham Dük’ünü de öldürmüştür. Yüzbaşı, Miladi tarafından kullanıldığını anlayıncaya kadar, tutuklanmış ve hapse düşmüştür.

Miladi ise cinayetlerine devam etmektedir. Madam Bönasyö’yü öldürdüğünde, D’artanyan ve arkadaşları artık çok geç kalmışlardır. Miladi’nin izini süren şilahşörler onu konakladığı bir handa ele geçirmeyi başarırlar.

Miladi, kurulan mahkemede yargılanır ve idama mahkûm edilir.

Amak-ı Hayal - Hayalin Derinlikleri (Filibeli Ahmed Hilmi) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Amak-ı Hayal - Hayalin Derinlikleri


Kitabın Yazarı : Şehbenderzâde Filibeli Ahmed Hilmi

Kitap Hakkında Bilgi :

II. Meşrutiyet devrinin önde gelen İslâmcı fikir adamlarından Şehbenderzâde Ahmed Hilmi’nin eserleri arasında ayrı bir yeri olan A‘mâk-ı Hayâl, bu dönemde Osmanlı toplumunda yeni yeni görülmeye başlayan materyalist görüşe karşı kaleme alınmış tezli bir eserdir. Bütün eser boyunca ruh ve kâinatın sırrı, yaratılışın gayesi araştırılarak maddeci görüşün sığlığı ve insanı saadete ulaştırmakta yetersiz kaldığı ortaya konur. Buna göre, kâinatta olan biteni anlamak ve hadiseleri doğru değerlendirmek için vahdet-i vücûd fikrinin iyi bilinmesi lâzımdır. Bu yüzden birçok defa basılan eser tasavvufa meraklı olanlarca çok okunmuştur. Ayrıca Ahmed Hilmi’nin bütün fikirleri burada özetlenmiş olduğundan, eser onun temsil ettiği fikirleri tanımak bakımından da önemlidir. Kitap, yazarın muhayyile zenginliği yanında tasavvuf ve felsefedeki vukufunu ve bunu ifade etmedeki kabiliyetini de ortaya koymakta, birtakım teşhisler ve ruhî hallerle tasavvufun, enbiyanın, evliyanın sırları ve çeşitli halleri hayaller içinde anlatılmaktadır. Yazarın bütün fikirleri “Râci’nin Hâtıraları” ve “Manisa Tımarhanesi” adlı iki ana başlık altında ve çoğunlukla birbiriyle organik bağları bulunmayan çeşitli bölümler halinde ifade edilmiştir.

Kitabın Özeti :

Eserin iki kahramanından biri Râci, diğeri hakikati bulmakta ona yol gösteren Aynalı Dede isimli meczuptur. Eserin şahıs kadrosunda ayrıca Râci’nin arkadaşı Sâmi ile Doğu düşünce tarihi ve masal dünyasına ait Buddha, Zerdüşt, sîmurg, anka gibi çeşitli şahıs ve varlıklar da yer almaktadır.

Râci dindar bir anne tarafından iyi yetiştirilmiş, inancı kuvvetli bir gençtir. İyi bir tahsil görmüş, maddî ve mânevî ilimleri öğrenmiştir. Mektebi bitirince bilgisini daha da arttırmak için çeşitli kitapları incelemeye başlamış, fakat bir müddet sonra elde ettiği bir yığın bilgiye rağmen kendini şüphe ve sürekli bir huzursuzluk içinde bulmuştur. Küfür ile imanı, inkâr ile ikrarı, tasdik ile şüpheyi aynı anda yaşadığı inancındadır. Bu ikilikten ve diğer şüphelerinden kurtulmak için maddî ve mânevî ilimlerde ilerlemiş âlimlerle görüşür, ispritizma ve manyetizma cemiyetlerine girer çıkar, ancak derdine çare bulamaz.

Günün birinde şehrin mezarlığında bir kulübede yaşayan, ney üfleyip gazeller söyleyen Aynalı Dede ile karşılaşır. Râci ruh ve madde âlemi hakkındaki şüphelerinden kurtulmak için meselelerini bu meczuba anlatarak ondan yardım ister. Râci, ruh ve madde âlemi hakkında âlimlerden alamadığı açıklamaları bu meczuptan öğrenmeye çalışır. Onunla her gün görüşür. Yapılan her görüşmede hayalin derinliklerine doğru çıkılan bir yolculuk eserde bölümler halinde yer alır ve her bölümde Râci’nin bir şüphesi yok olur.

Bu mânevî yolculuğu anlatan bölümler sırasıyla şunlardır:

Birinci Gün “Zirve-i Hîçî”. Râci birinci gün Nirvana’ya ulaşmak için kendisini Buddha’nın sarayında bulur. Fakat arzularını yok edemediği için bu zirveye ulaşamaz ve geri döndürülür.

İkinci Gün “Yâ Nûr”. Zerdüşt’ün sarayında Ehrimen’le Hürmüz’ün mücadelesini seyrederek yeryüzünden kötülüğün kaldırılamayacağını anlar.

Üçüncü Gün “Devr-i Dâim”. Devr-i Dâim şehrine giderek her şeyin başladığı yere döneceğini öğrenir.

Dördüncü Gün “Meydân-ı İmtihân, Mecma-ı Ârifan”. Ârifler arasında yapılan bir imtihan vesilesiyle insanların hakikati görmelerinin ne kadar zor olduğunu anlar.

Beşinci Gün “Sâha-i Azamet”. Anka kuşu ile binlerce âlem arasında bir yıl süren bir seyahatten sonra, bu sonsuz âlemlerin Allah’ın yüceliği karşısında bir hiç olduğunu anlar.

Altıncı Gün “Kāf u Anka”. Kâinatta olup bitenleri anlamak maksadıyla sorulan “Bu kervan nereye gidiyor?” sorusunun cevabı olarak, “bütün mevcûdatın eşsiz sırra, aşk nuruna doğru gittiğini, bu seyran ve bu devranın ezelî ve ebedî olduğunu” anlar.

Yedinci Gün “Ummân-ı Azamet ve Girdâb-ı Kibriyâ”. İlâhî ilim karşısında insanoğlunun sahip olduğu ilmin bir nokta kadar olduğunu, hakiki ilmin ise Hakk’ı birlemekten ibaret bulunduğunu anlar.

Sekizinci Gün “Muammâ-yı Ebedî”. Ruhun hakikatinin yoklukla varlığın tek şey olduğunu anlamadan bilinmeyeceğini, bunu ise ilimde derece sahibi olanlardan başkasının idrak edemeyeceği gerçeğini anlar.

Dokuzuncu Gün “Mahfel-i Âzam”. Büyük peygamberlerle hakîmlerin toplandığı bir mecliste, hakiki saadetin ne olduğunu soran insanlığa, meclistekilerin her biri kendi düşüncesine göre cevaplar verirse de hakiki saadetin ancak Peygamberimizin eliyle kâinata dağıtıldığı hakikatini anlar.

Bu mânevî seyahatlerden sonra artık her şey yeni mânalar kazanır. Sonunda Râci yokluk ile varlığın aynı şeyler olduğunu öğrenir. Sohbetlerin ardından Aynalı Dede de kaybolur.

“Manisa Tımarhanesi” adlı ikinci bölümde ise mürşidinin arkasından bütün Anadolu’yu gezen Râci’nin aklını kaybetmesi ve tımarhanede geçirdiği günler anlatılmaktadır. Nitekim Aynalı Dede de buraya düşmüş, ölürken Kur’ân-ı Kerîm ve kahve takımından ibaret olan servetini de Râci’ye bırakmıştır. Tımarhaneden, arkadaşı Sâmi’ye yazdığı mektuplarda olgunlaştığı, meselelerini hallettiği ve sakin bir ruh hâleti içine girdiği anlaşılan Râci, bir müddet sonra artık kendisine başvurulan bir mürşid haline gelmiştir.

Kitabın neşredildiği sırada materyalist felsefenin önde gelen taraftarlarından biri olan Bahâ Tevfik, “Bizde Felsefe” adlı makalesinde bilhassa A‘mâk-ı Hayâl’i kastederek Ahmed Hilmi’ye de hücum etmiş ve “Gençleri memnun edemeyen bir yol tuttu, ulûm-ı müsbete ve hakikiyye taharrîsi için açılmış taze dimağları, İblîs-i Behmen hikâyeleriyle, duvarlardan geçen, yedi kat semalara uçan perilere mahsus masallarla doldurmak istedi” şeklinde tenkit etmiştir.

A‘mâk-ı Hayâl, taşıdığı tez ve onu ifade bakımından başarılı kabul edilmekle birlikte roman tekniği açısından aynı şekilde değerli bulunmamaktadır. Yazarın Konfüçyüs, Buda, Zerdüşt, Eflâtun, Aristo gibi fikir tarihi bakımından önemli şahısları felsefî özelliklerine uygun olarak ele alması, Kafdağı, anka kuşu gibi masal unsurlarını da başarıyla kullanması yeni bir deneme kabul edilebilir. Ancak bunlar da yeterince işlenmemiş unsurlar olarak kalmış ve geliştirilememiştir. Eserde kullanılan dil ilim diline yakın bir dildir. Bütün bunlara rağmen eserin devri için en önemli teknik özelliği, birinci şahıs ağzından kaleme alınmış olmasıdır denebilir.

Diyanet Ansiklopedisi

Notre Dame'ın Kamburu, Notre Dame de Paris (Victor Hugo) Kitap Sınavı Yazılı Test Soruları ve Cevap Anahtarı


1- Hemşire Gudule'nin yeni doğmuş çocuğunu kimler kaçırmıştır?

A- Askerler
B- Fransızlar
C- Gudule'nin eşinin yakınları
D- Almanlar
E- Çingeneler

2- Quasimodo'yu kim büyütüp yetiştirmiştir?

A- Rahip Claude Frollo
B- Hemşire Gudule
C- Yüzbaşı Phoebus
D- Pierre Gringoire
E- Çingeneler

3- Esmeralda'nın keçisinin adı nedir?

A- Pamuk
B- İnatçı
C- Djali
D- Frek
E- Trex

4- Esmeralda kimin kızıdır?

A- Rahip Claude Frollo
B- Hemşire Gudule
C- Yüzbaşı Phoebus
D- Pierre Gringoire
E- Çingene çete liderinin

5- Quasimodo, Greve meydanındaki teşhir direğine bağlanır ve kamçılanır. Quasimodo “su” diye inler. Quasimodo'ya kim su verir?

A- Rahip Claude Frollo
B- Hemşire Gudule
C- Yüzbaşı Phoebus
D- Pierre Gringoire
E- Esmeralda

6- Esmeralda'yı kaçırmaya çalışan iki kişinin elinden kim kurtarır?

A- Rahip Claude Frollo
B- Hemşire Gudule
C- Yüzbaşı Phoebus
D- Pierre Gringoire
E- Çingene çete lideri

7-  Fiziksel olarak çok çirkin, kambur biri olan Quasimodo'nun iç dünyası nasıldır?

A- Kızgın
B- Kaba
C- Duygusal
D- Kavgacı
E- Öfkeli

8- Rahip Claude Frollo nasıl ölmüştür?

A- Yaşlı olduğu için eceliyle ölmüştür
B- İdam edilmiştir
C- Klisede çıkan yangında ölmüştür
D- Quasimodo kiliseden aşağı atmıştır
E- Çingeneler öldürmüştür

9- Esmeralda ile annesi birbirlerini nasıl tanımışlardır?

A- Esmeralda'nın doğduğunda yanında olan patikten
B- Esmeralda'nın sırtında bulunan izden
C- Esmeralda'nın yanında taşıdığı kolyeden
D- Annesi Esmeralda'yı sesinden tanımıştır
E- İkisini de tanıyan yakınları söylemiştir

10- Quasimodo, Esmeralda'yı hangi durumda iken kurtarıp kilesye kaçırmıştır?

A- Esmeralda istemediği biri ile evlendirilirken
B- Esmeralda idam edilmeye götürülürken
C- Esmeralda'ya yolda çingeneler saldırdığında
D- Esmeralda'ya at arabası çarpmak üzereyken
E- Esmeralda'yı iki kişi kaçırmaya çalıştığında

Cevap Anahtarı :

1-E     2-A     3-C     4-B     5-E
6-C     7-C     8-D     9-A     10-B

Notre Dame'ın Kamburu, Notre Dame de Paris (Victor Hugo) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili için tıklayınız...

Bill Gates’in Benden Daha Zengin Dediği Siyahi Gazeteci Çocuk


Bill Gates’e sorarlar: "Bu dünyada senden daha zengini var mı?"

Bill Gates : "Evet benden daha zengini var..."

Ona: "Peki bu kişi kim?" diye sordular.

Bill Gates : "Eğitimi tamamlayıp Microsoft Apple şirketini kurmaya karar aşamasında iken bir uçuş öncesinde New York havaalanındaydım... Birden gözüme bir gazete satıcısı ilişti... Elindeki gazetelerinin birindeki başlık ilgilimi çekmişti... Elimi cebime attım ama hiç bozuk param yoktu... Oradan uzaklaşmak üzere ayrılıyordum ki...

Siyahi bir çocuk birden atılarak: "Beyefendi buyurun gazete benden size hediyem olsun..." dedi.

Ben de ona: "Elimde bozuk param yok " dedim.

O da: "Sana ben onu hediye ediyorum" dedi.

Bu olaydan 3 ay sonra yolculuğum aynı hava alanına denk geldi. Gözüm yine bir gazeteye ilişti. Elimi cebime attım ama yine de bozuk param yoktu.

Aynı çocuk geldi: "Gazeteyi al" dedi.

Ben de ona: "Geçenlerde aynı durum yaşandı. Sen bu durumla her karşılaştığında insanlara gazeteyi hediye mi ediyorsun?" dedim.

Dedi ki: "Tabi ki.. Ben verdiğimde, tüm kalbimle veriyorum. Bu beni mutlu edip rahat kılıyor...”

Bill Gates düşündüm ki :  "Bu cümle benim aklımı daima o kadar kurcaladı ki; acaba çocuk hangi mantık esasına ve hangi hissiyata göre böyle söylüyordu..."

Gates anlatmaya devam ediyor: “19 yıl aradan sonra... Ekonomik gücümün doruğuna ulaşıp, dünyanın en zengin adamı olduğumda bu genç delikanlının iyiliğinin karlılığını verebilmek maksadıyla onu arayıp bulmaları için bir grup oluşturdum.

Onlara; “Falan havaalanına gidin ve bana gazete satıcı siyahi genç delikanlıyı bulun” dedim.

Bir buçuk ay aradan sonra havaalanının birinde bekçilik yaptığını öğrendim... Ona bir davetiye gönderip ofisimde ağırladım.

Ona: "Beni tanıyor musun?" diye sordum.

O da: "Tabi ki sen Bill Gates’sin, herkes seni tanır."

Ona: "Hatırlar mısın, sen çocukken gazete satıyordun, bende bozuk para yoktu ve sen bana gazeteyi hediye ettin. Bunu neden yaptın?”

O da: "Belli ve kesin bir nedeni yok. Yalnız birine karşılık beklemeden bir şey verdiğim zaman mutluluk duyuyorum ve beni rahat ve huzurlu kılıyor" dedi.

Ona dedim ki: "Sana iyiliğinin karşılığını vermek istiyorum... Dile benden ne dilersen."

Dedi ki: "Nasıl?"

Ona: "Sana istediğin ne ise vereceğim..."

Gülerken bana dedi ki: "Ne istersem verecek misin? Bu gerçek mi?"

Ona: "Evet. Ne istersen vereceğim."

O da: "Size teşekkür ediyorum beyefendi. Fakat hiçbir şeye ihtiyacım yok."

Ona: "Bir şey istemen lazım, sana iyiliğinin karşılığını telafi etmek istiyorum..."

O da: "Sayın Bill Gates, her şeyi yapacak gücün var ama benim iyiliğimi telafi edemezsin..."

Ona: "Ne demek istiyorsun ve nasıl olur da telafi edemem?"

O da: "Seninle benim aramızdaki fark; ben sana yoksulluğumun doruğunda vermiştim, ama sen zenginliğinin doruğunda bana veriyorsun. Bu da durumu telafi etmez. Ama senin yaptığın, karşılık vermeye çalışman bu güzellik beni çok mutlu etti. Teşekkür ederim."

Bill Gates’in, bu konudaki son sözleri:

"Genç adamın işte o sözü, kendisinin benden daha zengin olduğunu hissetmeme neden oldu. Çünkü en makbul verme çeşidi, senin ihtiyacın var iken vermendir. Çocukken, yıllar önce bana yaptığı da bu idi.”

***
“...onlar, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar...” (Al-iİmran S./134)

“...(Hayır ve iyilik için) her neyi harcarsanız, O (Allah) onun yerini doldurur. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (Sebe S./39)

Fakir sahabeler: “Ya Resulallah! Biz sadaka olarak neyi verelim, hiç bir şey bulamıyoruz ki?” dediler.

Peygamber : “Neyiniz varsa! Velev ki yarım hurma bile olsa...” buyurdu.
***

Bill Gates’ten üç cümle: 

Başarıyı kutlamakta herhangi bir sorun yoktur, ancak önemli olan, başarısızlıktan aldığımız derslere göre harekete geçebilmektir.

Hepimizin, bizi eleştiren insanlara ihtiyacımız var. Ancak bu şekilde kendimizi geliştirebiliriz.

Eğer Amerika’da düşük gelire sahipseniz, hapse girme ihtimaliniz 4 yıllık bir fakülteyi bitirmenizden daha yüksek. Bu bana hiç adil gelmiyor.

Notre Dame'ın Kamburu, Notre Dame de Paris (Victor Hugo) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Notre Dame'ın Kamburu / Notre Dame de Paris

Kitabın Yazarı : Victor Hugo

Kitap Hakkında Bilgi :

Victor Hugo'nun 1831 yılında yayınlanan ve Fransa’da krallık döneminin karanlık günlerini anlatan romanıdır. Okunması gereken evrenselleşmiş ve dünya klasiklerinin başyapıtlarındandır. Notre Dame'ın Kamburu, Victor Hugo'nun en parlak dönemlerinden birinde yayımlandı. Notre Dame de Paris adıyla yayınlanan roman kahramanlarından biri öylesine etkili oldu ki Notre Dame'ın Kamburu adıyla tanındı. Victor Hugo bu romanda insanların yaşamında kaderin yerini ve yoksulluğun insanı köreltmediğini göstermiştir. Eser 15. yüzyıl Paris’inin toplum ve insan arasındaki çatışmalarına, insanların kendileriyle olan iç çatışmalarına ayna tutmaktadır. Yazar bu çatışmaların sebeplerini inanç, fiziksel engeller, sınıf farklılıkları ve yetişme tarzına bağlı anlatmıştır. Çoğu dillerde çevirimleri yayınlanmış ve sevilmiş olan eserin ayrıca filmi ve animasyonu da yapılmıştır.

Kitabın Konusu :

Kitap; çirkin, kambur, engelli ve çok acayip bir yaratık olan kilise zangocu Quasimodo (çan çalma görevlisi) ile Fransa’nın ruhani ve dini lideri Claude Frollo’nun çingene kızı Esmeralda’ya olan aşklarını anlatmaktadır. Quasimodo ile papaz Frollo’nun ruhlarında oluşan ikilemeleri ve tepkileri romantik bir yaklaşımla ele almaktadır.

Paris'de yaşayan Quasimodo çok çirkin kambur ve ucube bir adamdır. Kilisenin papazı Claude Frollo, ona Notre Dame kilisesinin çan çalıcısı yaparak sahip çıkmıştır. Quasimodo kambur çok çirkin ama altın kalpli ve mutsuz bir adamdır. Claude Frollo onu kiliseye alarak hem dış dünyaya kapatmış, hem de hizmetçi gibi kullanmaktadır. Kasabaya gelen Çingene güzeli Esmeralda ile her şey değişir.

Kitabın Özeti :

Claude Frollo, Notre Damme katedralinin başpapazı ve rahibidir. Claude Frollo, aynı zamanda Paris adaletinin ve dini camiasının ruhani lideridir.

Claude Frollo katedralin önünde bir bebek bulur. Bu bebek hemşire Gudule'nin çingeneler tarafından beşiğinden kaçırılan bebeğinin yerine konan bir bebektir. Esmeralda’nın annesi Gudule hemşirenin gerçek adı Paquette la Chantefleurie’dir. Kendi bebeği yerine konulan ve anlatılamayacak derecede çirkin ve de kambur bir bebek olan Quasimodo'yu hemşire Gudule, Notre Dame Kilisesi’nin kapısına bırakır. Claude Frollo bebek çok çirkin bir bebek olduğundan ona Fransızca'da "eksik-tamamlanmamış" anlamına gelen Quasimodo ismini vermiştir. Quasimodo'nun insandan çok bir maymunu andıran uzun kolları, eğri ve girintili çıkıntılı burnu, kambur bir sırtı vardır. Ayrıca sol gözü, iri bir şişliğin altında kaybolmuş gibidir.
Bu ucube görünüşlü bebek rahip Claude Frollo'nun gözetiminde ve bakımı altında büyümüştür. Rahip Claude Frollo, ucube bir insan olan Quasimodo’nun manevi babasıdır. Quasimodo yaşı ilerledikçe iri omuzlu, iri kıyım, gözleri patlak sırtında kamburu ile çok daha çirkin bir insan halini alır. Claude Frollo ona katedralde zangoçluk görevini verir. Quasimodo çanın bulunduğu katedral kulesinde yaşamakta, kimseye görünmemek için de bu kuleden aşağı inmemektedir. Bir süre sonra zilin sesi nedeniyle sağır bir insan da olmuştur.

1482 yılı Krallar Günü ve Deliler Bayramının kutlanacağı gün kilisedeki dinsel bir oyunu izlemek üzere halk toplanmıştır. Oyun geç başlamış, kardinal de kiliseye gelmiştir. Oyun en çirkin yüzü seçme oyunudur. Yüzlerin göründüğü pencereye en son Notre Dame’ın çancısı Quasimodo çıkar. Bu, halkın gördüğü en çirkin ve en korkunç yüzdür. En çirkin yüz yarışmasını kazanan Quasimodo’ya papalık tacını giydiren halk onun eline papalık asasını da verip sedye üstünde Paris sokaklarını gezerler. Esmeralda adında çingene bir kız ise Greve meydanında dans etmekte herkes ise onu izlemektedir. Quasimodo’yu omuzlarında taşıyan insanlar da Greve meydanına gelir. En çirkinle en güzel iki insan bu meydanda karşılaşır. Rahip Frollo da oraya gelmiş, Quasimodo’ya kiliseye dönmesini emretmiştir.

Esmeralda Paris’e gelen bir Çingene ailesinin kızıdır. Çok güzel, şen şakrak, billur sesli neşeli, hareketli keçisi ile dolaşan alımlı bir genç kızdır. Bu kız küçükken çingeneler tarafından kaçırılmış ve yerine sakat bir çocuk olan Quasimodo bırakılmıştır.

Çirkin adam Quasimodo, âşık olduğu güzel Esmeralda’yı kaçırmayı planlar. Rahip Frollo ona yardım edeceğini söyler. Aslında rahibin başka bir planı vardır. Çünkü Esmeralda’yı o da sevmektedir. Paris’in karanlık sokaklarından birinde Quasimoda ve Rahip Frollo, Esmeralda’yı kaçırmaya çalışır.

Kilisede oynanacak olan dinsel oyunun yazarı Pierre Gringoire Esmeralda’nın peşine takılır. Kızın yanında Djali adında bir keçisi de vardır. Kız köşeyi döndükten sonra çığlık atar. Pierre Gringoire, iki erkeğin kızı kollarının arasına almış olduğunu görür. Bu erkeklerden biri Quasimodo’dur. Quasimodo, engellemeye çalışan Pierre Gringoire'yı bir tokatla yere düşürür. Quasimodo, Esmeralda’yı omuzlarına alıp gider. Okçu süvarilerinin komutanı Yüzbaşı Phoebus arkasından gelen askerlerle birlikte Quasimodo’yu yakalar ve Esmeralda’yı kurtarır.

Pierre Gringoire Quasimodo’nun tokadıyla düşüp bayıldığı yerde, kendine geldiğinde kendisini hırsızların arasında bulmuştur. Pierre Gringoire, ya hırsız olup onların arasına katılacak ya da asılacaktır. Hırsız olmayı kabul etmediği için asılacağı sırada kadınlardan biri ile evlenirse ipten kurtulacağı söylenir. Ortaya çıkan üç kadın Pierre Gringoire ile evlenmek istemez. Esmeralda Pierre Gringoire ile  evlenmeyi kabul ederek onun hayatını kurtarır. Esmeralda  Gringoire ile onun hayatını kurtarmak için evlenmiştir.

Ertesi gün Quasimodo mahkemeye götürülür. Quasimodo’nun kendisiyle dalga geçtiğini sanan yargıç ona Greve meydanındaki ibret direğine asılarak dayak atılması ve orada bir saat döndürülmesi cezasını verir. Quasimodo, Greve meydanındaki teşhir direğine bağlanır ve kamçılanır. Quasimodo “su” diye inler. Hiç kimse buna aldırmazken, hatta alay ederken Esmeralda yetişir. Quasimodo Esmeralda’nın intikam almak için kendisini dövmeye geldiğini zanneder; fakat Esmeralda Quasimodo’nun ağzına su verir. Quasimodo’nun tek gözünde biriken yaş yanaklarına süzülür ve suyu içer.

Esmeralda'nın kalbini ise soylu ve zengin bir ailenin kızıyla nişanlı olmasına rağmen çapkın ama yakışıklı bir subay olan Phoebus çalmıştır.

Bir hafata sonra, Esmeralda’yı Quasimodo’nun elinden kurtaran Yüzbaşı Phoebus ve nişanlısı Fleur-de-Lys ile Claude Frollo da Esmeralda’nın dansını izlemeye gelmişlerdir. Bu dansı kilise kulesindeki Quasimodo da izlemektedir. Phoebus, Esmeralda’yı eve çağırır. Evdekiler ile Yüzbaşının nişanlısı Esmeralda’nın kıyafeti ile alay eder. Phoebus Esmeralda’yı savunur. Esmeralda’nın keçisi Djali evin zeminine Phoebus yazar. Çünkü Esmeralda yüzbaşıyı sevmektedir ve bunu bunu keçisiyle paylaşmıştır. Keçinin yere Phoebus yazdığını gören Fleur-de-Lys sinirden bayılır ve Esmeralda evden kovulur.

Esmeralda ile yüzbaşı buluşmaya başlamıştır. Rahip Frollo ise onları izlemektedir. Frollo kıskançlığı ve karşılıksız aşkı yüzünden duyduğu kini sonucu Esmeralda ve Phoenus'u izlemektedir. Rahip, hangi kadınla buluşacağını görmek şartıyla Yüzbaşıya yüklü miktarda para verir. Birlikte Falourdel kadının evine giderler. Yüzbaşı parayı kadına verir. Kadının çekmeceye koyduğu parayı, çocuğu gizlice çekmeceden alır ve yerine kuru bir yaprak koyar.

Rahip, Esmeralda'nın bıçağıyla Phoenus’u öldürmüş ve suç Esmeralda'nın üzerine kalmıştır. Gringoire ortadan kaybolan karısı Esmeralda’yı ararken bir yüzbaşıyı öldüren bir kadının davası olduğunu duyar. Gringoire bu kadının Esmeralda olduğunu anlar.

Esmeralda ve keçi kılığındaki şeytanın suç ortaklığıyla Yüzbaşı Phoebus’u öldürmek suçundan yargılanmaktadır. Mahkeme üyeleri bu olayda büyü ve sihrin de olduğunu düşünürler. Bunu da hem keçiden hem de Falourdel kadının evinde yaşanan olayın ertesi günü çekmecede yüzbaşının verdiği para yerine çekmecede kuru bir yaprak bulmasından çıkarırlar. Esmeralda işkenceye dayanamayarak suçsuz olduğu halde suçu kabul eder. Esmeralda büyücülük, sihirbazlık, fahişelik ve Phoebus de Chateaupers’i öldürmek suçlarından idam cezasına çarptırılır.

İdam edileceği gün Rahip, Esmeralda’nın yanına gelir. Onu sevdiğini söyler. Kendisinin olmasını böylelikle idam edilmekten kurtaracağını teklif eder. Ancak sevdiği adamı öldüren rahibin aşkını Esmeralda kabul etmez. Yüzbaşı Phoebus ölmemiştir. İyileştiği gün Esmeralda’nın davası vardır. Ancak Yüzbaşı Phoebus Esmeralda’nın suçsuz olduğunu kanıtlamak için mahkemeye gitmez. Rahip Frollo, Tanrı’dan af dilemesi için Esmeralda’nın yanına geldiğinde kulağına “Beni istiyor musun? Seni şimdi bile kurtarabilirim.” der; ancak yine reddedilir.

Esmeralda asılacağı yere götürülürken çevresine bakar. Phoebus’u balkonda görür. “Phoebus” diye bağırır. Ancak yüzbaşı nişanlısıyla birlikte içeri girer. Olup bitenleri katedralin kapısından izleyen Quasimodo galerinin kolonlarından birine bağladığı ipi ayakları ve elleriyle kavrayıp tek eliyle Esmeralda’yı kaçırarak “korunak” diye bağırırarak kızı kiliseye götürür. O dönemlerde kutsal yerlerin dokunulmazlığı vardı.

Bir gece rahip Frollo iradesine hâkim olamayıp Esmeralda’nın kilisedeki odasına gider ve onu öpmeye başlar. Quasimo yetişince Esmeralda kurtulur. Birkaç gün sonra mahkeme Esmeralda’nın kiliseden alınarak idam edilmesi kararını alır. Bunun üzerine rahip, Pierre Gringoire’yi bularak Esmeralda’nın kurtarılması gerektiğini söyler. O gece, bütün serseriler, dilenciler, kötürümler silahlanarak Notre Dame kilisesine Esmeralda’yı kurtarmak için saldırır. Bu saldırıyı düzenleyenler arasında rahibin kardeşi Jehan da vardır. Quasimodo saldırganlara karşı direnip on iki tanesini öldürür. Ancak Jehan duvarı aşabilmiş ve Quasimodo’nun sol koluna okunu saplamıştır. Fakat yaralı Quasimodo Jean’ı da öldürür. Saldırganlar Quasiomodo’yu ele geçirecekleri sırada askerler kiliseye gelmiş ve serseri ordusuyla savaşmaya başlamıştır.

Fakat bu esnada Pierre Gringoire ile siyahlı bir adam kiliseye girer. Esmeralda’nın kaldığı odaya gidip, keçisiyle birlikte onu oradan çıkarırlar. Kilisenin arkasındaki nehirde önceden hazırlanmış bir sandala binerler. Kıyıya ulaştıktan sonra Pierre Gringoire keçiyle birlikte oradan kaçar. Esmeralda ise siyahlı adamla yalnız kalır. Bu adam rahip Frollo'dur. Esmeralda’ya dar ağacını gösterip, “ikimizden birini seç” der. Esmeralda son kez “hayır” der ve rahip onu oradaki Gudule Hemşire’nin hücresinin önüne götürüp kız sıkıca tutmasını ve devriyeleri çağıracağını söyler. Gudule Hemşire parmaklıklardan elini uzatarak Esmeralda’yı tutar ve rahip oradan uzaklaşır.

Esmeralda kadına yalvarır. “Ben size ne yaptım?” diye sorar. Gudule Hemşire minik patiği göstererek “tam 15 yıldır bu patiği öpüyorum” der. Esmeralda patiği görünce boynunda asılı olan ve onu anne ve babasına kavuşturacak olan torbayı açar, içinden patiğin diğer eşini çıkarır ve bir çığlık atar. Kadın “kızım” diye bağırarak hücredeki bir kaldırım taşını parmaklıklara atarak, onları kırar ve kızını hücreye çeker. Öper, sarılır, okşar.

Devriyeler yaklaşınca kızını karanlık bir köşeye yerleştirip, çingene kızın elini ısırdığını bu yüzden onu bıraktığını söyler. Devriyeler uzaklaşır. Devriyeler arasında Phoebus’un sesini duyan Esmeralda pencereye fırlayıp ona seslenmiş ama Phoebus atıyla uzaklaşmıştır. Ama devriyelerden biri hala oradadır. Hücreye tekrar giderler ve kızı oradan çıkarırlar. Gudule Hemşire kızına öyle bir yapışmıştır ki devriyeler kız ile anneyi birbirinden ayıramazlar. Askerler, Esmeralda’yı idam etmek üzere Gudule’nin elinden alır. Gudule, Esmeralda’yı kurtarmak için bütün gücüyle uğraşırken düşüp başını kaldırıma çarpar ve ölür.

Kilisenin her yerinde Esmeralda’yı arayan Quasimodo bir an rahip Frollo’yu görür. Kulelerin birinde, öylece bir yere bakıyordur. Rahibin bakışlarının odaklandığı yerde darağacındaki Esmeralda’nın cansız bedenini görür. Kilisenin anahtarının sadece rahipte olduğunu bilen Quasimodo babası sayılan rahibi kuleden aşağı iter. Rahip kaldırımlar üzerine cansız yere serilmiştir. Quasimodo bir dar ağacına, bir yere bakar ve “Sevmiş olduğum her şey!” der.
Ertesi gün rahibin cesedini yerde bulan adliye görevlileri onun intihar ettiğini düşünürler. Bu yüzden rahip kutsal toprağa gömülmez.

Esmeralda'nın cesedi Montfauucon mahzenine götürülür; Quasimodo ise Notre Dame’dan kaybolur.

Bu olaydan iki yıl sonra Montfauucon mahzenine giden görevliler tuhaf biçimde kucaklaşmış iki iskelet bulurlar. Bu iskeletlerden biri bir kadına aittir ve üzerinde hala beyaz bir kumaş parçası durmakta, boynunda ise bir kese sallanmaktadır. Bu iskelete sıkıca sarılan diğer iskelet ise bel kemiği yamuk, bir bacağı da diğerinden kısa bir iskelettir. Kollarıyla sıkıca sarıldığı iskeletten kamburun iskeletini ayırmak istediklerinde toz halinde dökülmüştür.

26 Temmuz 2019 Cuma

S.O.S Nedir? Bir Airbus A380 ve bir F-17 Atlantik üzerinde uçmaktadır...


S.O.S. NEDİR ?!:

Bir Airbus A380 Atlantik üzerinde uçmaktadır.. Derken, bir F-17 görünür. Avcı jetinin pilotu yavaşlar, Airbus'un yanına yaklaşır ve yolcu uçağının pilotunu telsizden selamlar:

"Sıkıcı bir uçuş değil mi meslektaşım, bak şimdi beni izle !"

Jeti aniden hızlandırır, ses bariyerini kırar, hızla baş döndürücü biryüksekli
ğe çıkar, neredeyse nefes kesen bir dalışla deniz seviyesine alçalır ve sonra son hızla A380’in yanına geri döner ve yavaşlayıp ;

“Ne dersin, nasıldı?” diye sorar.

A380'in pilotu cevap verir: "Çok etkileyici, şimdi de sen beni izle !"

Jet pilotu A380'i izler, ancak hiçbir şey olmaz.

Beş dakika sonra, Airbus pilotu telsizden şöyle haber verir: "Nasıldı arkadaşım, sen buna ne dersin?"

Jet pilotunun kafası karışmıştır: “Ne yaptın ki ?” der.

Airbus kaptanı güler ve şöyle der:

Ayağa kalktım, bacaklarımı gerdim, tuvalete gittim, kendime bir bardak tarçın çayı, bir dilim havuçlu kek aldım ve sonraki üç gece için işverenim tarafından ödenecek 5 yıldızlı bir otel ayarladım.."

ÇIKARILACAK SONUÇ !:

Gençken, hız ve adrenalin harikadır, ancak yavaşladıkça ve olgunlaştıkça, rahatlık ve huzur daha önemlidir.

Buna S.O.S. denir ;

Slower, Older, Smarter.

Daha sakin, daha olgun, daha akıllı

Gerçekte S.O.S.’in;

Gemimizi kurtar (Save Our Ship),
ruhumuzu kurtar (Save Our Soul) veya
diğer sinyalleri durdur (Stop Other Signals) kelimelerinin baş harflerinden oluştuğunu sanır.

Aslında bu terim mors alfabesinden gelmektedir. Telgraf zamanından kalmadır. Gemilerde de yakın zamana kadar telsiz telgraf kullanılıyordu. Telgrafta mors alfabesi denilen sistemde her harf, nokta ve çizgilerin değişik kombinasyonundan oluşmaktadır. Bu sinyali gönderen maniple denilen alete tek dokunuşta karşıya nokta yani ‘bip’, biraz daha uzunca basınca ‘dııııt’ sinyali gidiyordu. Gönderenler de, alanlar da mors alfabesini ezbere bildiklerinden bu ‘bip’ ve ‘dııııt’ larda hangi harfler olduğunu çözüyor ve normal yazıya dönüştürüyorlardı.

İmdat çağrısının çok kolay akılda tutulabilmesi için 1908’de üç çizgi, üç nokta, üç çizgi olan S.O.S. seçildi. Yani telsizde ‘dııııt, dııııt, dııııt, bip, bip, bip, dııııt, dııııt, dııııt’ sinyali aldığınızda hemen acil yardıma ihtiyacı olan biri olduğu anlaşılıyordu.

22 Temmuz 2019 Pazartesi

Empati (Adam Fawer) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Empati

Kitabın yazarı : Adam Fawer

Kitap Hakkında Bilgi :

Yaşamınızın kontrolü sizde değil! Öyle olduğunu düşünebilirsiniz, ama yanılıyorsunuz. Elbette ki kendi kararlarınızı kendiniz vermekte özgürsünüz. Bu kitabı kapatabilirsiniz. O sandalyede oturmaya devam edebilirsiniz. Ya da gözlerinizi oymak gibi çılgınca bir şey yapabilirsiniz. Ne isterseniz yapabilirsiniz. Ama sorun şurada: Ne isteyeceğinizi kontrol edemezsiniz. Her davranışınızı önceden belirleyen arzularınız ruhunuzun o kadar derinlerine işlemiştir ki, onlara dikkat bile etmezsiniz. Ve bu da sizi mükemmel bir köle yapar. Bu nedenle, hayatınızı yaşamaya devam edin. Ne isterseniz yapın. Sadece isteklerinizin tümüyle sizin kontrolünüzde olmadığı gerçeği üzerine kafanızı çok fazla yormamaya çalışın.

Adam Fawer 1970 Amerika doğumlu yazardır. Pennsylvania Üniversitesinin ekonomi bölümünden mezun olmuştur. Aynı zamanda İstatistik bölümünde yüksek lisans yapmıştır. Felsefe, bilim ve sanatla ilgilenen çok yönlü bir kişiliğe sahiptir. Her ne kadar iki tane kitabı basılmış ve büyük ilgi toplamış olsa da eskiden sayısal yanının daha ağır bastığını düşünüyordu. Buna rağmen Adam Fawer’in çocukluk hayallerinden biri yazar olmaktı.

Adam Fawer sayısal alandan oldukça iyi bir maaş alacağı bir bölümü seçmiş okumuş ancak daha sonrasında pişman olduğunu söylemiştir. Sevmediği bir işte çalıştığını ve bunu yapmak istemediğini beyan ettikten sonra işini bırakmış ve kendini tamamen yazarlığa adamıştır.

Kendinin artık tam zamanlı bir yazar olduğunu söyleyen Adam Fawer’ın ilk romanı Olasılıksız birçok dile çevrilmiş ve Türkiye’de büyük bir ilgi ve hayranlıkla karşılanmıştır. Yazarın ikinci kitabı olan Empati’nin çevrildiği ilk dil ise bu büyük ilgiden mütevellit Almanca ve Japoncayla eş zamanlı olarak Türkçedir.

Kitabın Özeti :

Empati görmeye alışık olunan roman boyutlarından biraz daha kalın olmakla birlikte içinde bir çok şey barındırıyor. Felsefe, bilim, sanat, fantastik bir dünya, aksiyon ve macera… Kurgusu fantastik temelli ve daha çok psikolojik güçler üzerine yoğunlaşıyor. Adam Fawer’in kurgusunda özel güçleri olan insanlar var. Sonsuz bir empati gücüne sahip olan insanlar karşısındakilerin duygularını bükebilmektedirler.

Kitabın ana kahramanlarından biri olan Laszlo bu güce sahip yetenekli bir öğretmen. Kendisi gibi başlarının olduğunu fark edince onları toplayıp eğitiyor ve bu sayede daha bilinçli olmalarını sağlıyor. Onun sınıfında bu güce sahip olan iki değerli öğrenci Elijah adında bir erkek öğrenci ve Winter Zhi adında babası Çinli bir kız öğrenci bulunuyor.

Kitabın bir diğer ana karakteri ise Darian cinsel çekiciliğiyle ön plana çıkarak istediği herkesi etkisi atına alabilen ve bu sayede çocukları toplayan örgüt için çalışan bir kadın. Her şeyin başlamasına sebep olan şey Darain’a verilen bir görev oluyor. Winter ve Elijah’ı örgüte kazandırmak… iki öğrenci de Laszlo’nun korumasında olduğu için Darian onu baştan çıkartıyor ve kendine aşık ediyor. Ardından ise çocukların yurt dışında harika bir eğitim alacakları hususunda onu ikna etmesi zor olmuyor. Laszlo da çocukların ailelerini ikna ediyor. Ancak tüm bu süreç içerisinde Darian da Laszlo’ya aşık oluyor. Gelişen olaylar sonucunda ise dörtlünün yolları tamamen ayrılıyor. Elijah ve Winter çocukken yaşadıklarına dair bir şey hatırlamıyorlar.

Kitap tam olarak burada başlıyor. Buraya kadar yazıda bahsedile mevzular kitabın ileriki kısımlarında anlaşılan mevzular. İlk başta her aradan yıllar geçtikten sonra artık bir kör olan Laszlo ve Darian yeniden buluşuyor. Laszlo onlara kötü zamanlar yaşatan Valentinus’un geri döndüğünü söylüyor ve ikili Valentinus’u yakalamak için birleşiyorlar. Daha öncelerinde Elijah ve Winter’a verdikleri tılsımları geri almanın zamanının geldiğini düşünüyorlar.

Elijah zaman içerisine hafefob (dokunulmaktan korkma) ve enoklofob (kalabalıktan korkma) geliştiriyor. Buna rağmen aldığı psikolojik eğitimler sayesinde sinema sektörünün aranan danışmanı olmasına neden oluyor ve bir otelde yaşayıp sadece Terry adında arkadaşıyla iletişim kurarak işlerini hallediyor.

White Zhi ise bir keman üstadı oluyor ve turnelere çıkıyor ancak skandalının çıkması üzerine zor dönemler geçiriyor. Buradan sonra birbirinden bağlantısı olmadan bir süre daha yaşamlarını anlatıyor Adam Fawer. İlerleyen kısımlarda ise karakterlerin hikayeleri birleşiyor ve yoğun bir macera başlıyor.

Fantastik/aksiyon türünde değerlendirilen bu eserin içinde birçok felsefi öğreti yer almakta olup, bazı yerler akıcılığı bozacak şekilde uzatılmış bulunmakta. Yine de yazar sade ve anlaşılır bir dil kullanarak okuyucunun merak duygusunu tetiklemiş. Adam Fawer’in Empati’si okurken farklı farklı sayfalarda durup, felsefi sorulara kafa yorabileceğiniz bir roman.
Senagül YILDIZ

Nietzsche Ağladığında (Irvin D. Yalom) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Nietzsche Ağladığında

Kitabın Yazarı : Irvin D. Yalom
Kitap Hakkında Bilgi :

Sahne Psikanalizin doğumu arifesindeki 19. yüzyıl Viyana'sı. Entelektüel ortamlar. Hava soğuk. Aktörler Nietzche: Henüz iki kitabı yayımlanmış, kimsenin tanımadığı bir filozof. Yalnızlığı seçmiş. Acılarıyla barışmış. İhaneti tatmış. Tek sahip olduğu şey, valizi ve kafasında tasarladığı kitaplar. Karısı, toplumsal görevleri ve vatanı yok. İnzivayı seviyor. Tanrı'yı öldürmüş. "Ümit kötülüklerin en kötüsüdür çünkü işkenceyi uzatır" diyor. Daha sonra, "Kendi alevlerinizde yanmaya hazır olmalısınız: Önce kül olmadan kendinizi nasıl yenebilirsiniz?" diyecek. Ümitsiz.

Breuer: Efsanevi bir teşhis dehası. Ümitsizlerin kapısını çaldığı doktor. Psikanalizin ilk kurucularından. Kırkında, bütün Avrupalı sanatçı ve düşünürlerin doktoru olmayı başarmış. Güzel bir karısı ve beş çocuğu var. Zengin. Saygın. Hayatı boyunca "ama" pozisyonunda yaşamış biri.
Freud: Breuer'in arkadaşı. Henüz genç. Geleceği parlak. Şimdi yoksul.
Salomé: Erkeklerin başını döndüren kadın. Çekici. Özgür. Evliliğe inanmıyor. Bazen aynı anda birçok erkekle beraber oluyor. Sanatçıları ve düşünürleri tercih ediyor. Kırbacı var.

Konu Ümitsizlik. Bir gün, erkeklerin başını döndüren kadın, Salomé, Nietzsche'den habersiz Breuer'e gelir. "Avrupa'nın kültürel geleceği tehlikede, Nietzsche ümitsiz. Ona yardım edin" der. Breuer, Salomé'yi tekrar görebilmek umuduyla "peki" der. Ve varoluşun kader, inanç, hakikat, huzur, mutluluk, acı, özgürlük, irade... ve neden, nasıl gibi en önemli duraklarından geçen bir yolculuk başlar... Kendisiyle ve hayatla yüzleşmekten çekinmeyenlere...

Kitabın Özeti: 

Hastalarından ve bir takım problemlerinden uzaklaşmak için Viyana' ya eşiyle birlikte tatile giden Dr. Breuer'e bir gün aniden imzasız ve son derece küstahça yazılmış bir not gelir. Merakına yenik düşen ve daha sonra notun sahibi olan son derece genç ve güzel Rus asıllı Salome'yle buluşan doktorumuz Salome'nin Prof. Nietzche için yardım isteği ve onu geri çevirememesiyle hikayemiz başlar.

O sıralarda mesleğini ve evliliğini mahvetmekten hasta doktor ilişkisinde aşırıya kaçtığı için kıl payı kurtulan Breuer'ın aslında karşı koyamadığı şey, bir hastaya yardım edecek olması değil Salome' nin güzelliği karşısında amansız Bertha hayallerinden büsbütün kurtulabilmeyi ümit etmesidir. Çünkü doktor da o sırada yasak bir ilişkiden yeni çıkmıştır. Önceki hastasıyla olan tek taraflı duygusal ilişkisi hastasının bir kriz anında karısının gözleri önünde ondan hamile olduğu yalanını uydurmasıyla son bulmuş ve Breuer onu başka bir doktora nakletmiş ve böylece bu meseleyi şimdilik kapatmış olduğunu düşünmüştür.

Tüm bu olanlardan yeni kurtulmuşken Salome'ye Nietzsche'yi tedavi edeceğine dair söz veren Breur Salome'nin Nietzsche'yi ikna edip Breuer'e göndermesiyle ilk seanslarına başlar. Fakat Nietzsche çok gururlu ve asla kimseden yardım kabul edemeyecek intihara meyilli bir hastadır ayrıca yaptıkları uzun görüşmeler sırasında kesinlikle ruhsal sorunları olduğunu da kabul etmez. Bedenini ve ruhunu iki ayrı parça olarak betimleyen Nietzsche düşünmesini sağladığı iddia ettiği için bedensel acılarını bile sahiplenmiştir aslında. Bu yüzden de Dr. Breuer'ın amacı, onun hastalıklarını tedavi ediyormuş gibi görünerek, aslında hastalıklarının çoğunlukla ruhsal bozukluğuna dayandığına emin olduğu Nietzsche'yi konuşturarak anlamaya çalışmak ve bir önceki hastası Bertha'da uyguladığı bir teknikle onu sonu gelmez acılarından kurtarmaya çalışmaktır.

Dr.Breuer seansları sırasında onun özel yaşamı hakkında bilgi almaya çalıştıysa da Nietzsche ufak tefek ipuçları dışında tek bir kelime bile etmez. Doktor en sonunda ondan hiç bir ücret talep etmeden onu bir senatoryuma yatırmayı, migreni için üzerinde ilaçlar denemek istediğini ve bu gözlemler için de hastanede yatmasını uygun gördüğünü söyler. Ancak buna inatla karşı koyan Nietzsche tedaviyi kabul etmez ve doktordan bir an önce seanslarının son bulmasını ister.

Bu arada Nietzsche'nin sorunlarının arasında sadece günahkar üçlüsünün temel taşını oluşturan önceleri aşkla fakat sonraları nefretle bağlandığı Salome'nin yarattığı hayal kırıklığın yanı sıra bir de kıskanç ve sürekli can sıkıcı haberler yaratmaktan başka bir işe yaramayan hatta üniversiteden aldığı aylığını bile tehlikeye düşürecek kadar ileri giden bir abla bulunmaktadır. Fakat Nietzsche ailesine o kadar bağlıdır ki ablasıyla arasına girmeye kimse cesaret edemez. İşte tüm bu sebeplerden dolayı tedavi konusunda açmaza düşen Breur bu duruma çok üzülür ve hem arkadaşı hem de öğrencisi olan hatta onun yerine zaman zaman çocuklarıyla bile ilgilenen kitapta sık sık Sig kısaltma adıyla çağırılan dönemin ünlü şahıslarından Sigmund Freud'la hep onun hakkında konuşurlar. Hatta bu konuşmalar o denli uzar ki önceki hastası Bertha dolayısıyla evliliğinde derin çatlaklar oluşan Breur yine evinde bir takım sorunlar yaşamaya başlar.

Dr. Breur aynı zamanda çok sevdiği bir şey yapar: teşhis konusunda yetersiz olan çok sevdiği Sig 'i sık sık Nietzsche için uyguladığı tedavi konusunda pratik yapmaya zorlar ve arkadaşına hastasının üstü kapalı anlattığı sorunlarının yanı sıra Freud'u geliştirmek için ona deneyimlerini anlatıp onun da fikrini alır.

Daha sonra günün birinde Dr.Breuer uyurken kapı çalınır ve kendisini Herr Schlegel olarak tanıtan bir adam evinde kalmakta olan bir hastadan söz eder ve doktora bir kart uzatır, acil bir durum olduğunu söyler. Kartın üstünde Prof. Friedrich Nietzsche Filoloji Profesörü yazıyordur. Breur hemen Herr Schlegel'le birlikte Nietzsche'nin kaldığı yere doğru yola koyulur. Geldiklerindeyse Dr. Breuer çok şaşırır. Nietzsche odanın bir köşesinde duran ufak bir yatakta koma halinde uyuyordur. Dr.Breuer Nietzsche'nin başına masaj uygulamaya başlar. 30-35 dk. sonra Nietzsche kendine gelmeye başlar ve doktordan yardım etmesini ister. Breur asıl bu isteği duyduğunda büyük bir şok yaşar çünkü Nietzsche daha önce kimseden yardım istememiştir.

Breuer sabaha doğru Nietzsche'yi yalnız bırakarak diğer hastalarını kontrol etmeye gider. Geri döndüğünde Nietzsche kendine gelmiştir. İşin daha da ilginç kısmı kendini doktora borçlu hisseden hastamız Breur'un isteklerine boyun eğeceğini bildirir.

Kitabın Karakterleri, Kişileri :

Nietzche : Henüz iki kitabı yayımlanmış, kimsenin tanımadığı bir filozof. Yalnızlığı seçmiş, acılarıyla barışmış. İhaneti tatmış. Tek sahip olduğu şey, valizi ve kafasında tasarladığı kitaplar. Karısı, toplumsal görevleri ve vatanı yok. İnzivayı seviyor. “Ümit kötülüklerin en kötüsüdür çünkü işkenceyi uzatır” diyor. Daha sonra, “Kendi alevlerinizde yanmaya hazır olmalısınız: Önce kül olmadan kendinizi nasıl yenebilirsiniz?” der.

Breuer : Efsanevi bir teşhis dehası. Ümitsizlerin kapısını çaldığı doktor. Psikanalizin ilk kurucularından. Kırkında, bütün Avrupalı sanatçı ve düşünürlerin doktoru olmayı başarmış. Güzel bir karısı ve beş çocuğu var. Zengin ve saygın birisi.

Freud : Breuer’in arkadaşı. Henüz genç. Geleceği parlak. Şimdi yoksul.

Salomé : Erkeklerin başını döndüren Rus kadın. Çekici. Özgür.

Kayıp Gül (Serdar Özkan) Kitabının Özeti, Konusu, Özeti


Kitabın Adı : Kayıp Gül

Kitabın Yazarı : Serdar Özkan

Kitap Hakkında Bilgi :

Tüm zamanların en çok okunan ve sevilen kitaplarından Simyacı, Küçük Prens ve Martı ile birlikte anılan ve bugüne dek 44 dile çevrilen Kayıp Gül, kendini arayan bir genç kızın gizemli yolculuğunun öyküsü...

"Hatırlıyormusun, güneşli günlerde sana akın akın koşanlar güz gelince birbir terketmeye başlıyordu seni. Kış iyice bastırınca da hiç kimseyi bulamıyordun yanında. Gururun seni yalnız bırakıyordu ve o kuru gururun yüzünden ağlayamıyordun bile. Baharda ki övgüler seni ne kadar yükseltmişse, sonbahardaki düşüşün de o denli yüksekten oluyordu. Havanın değişmesi yerle bir ediveriyordu seni... Oysa bir gül için bu böyle mi?Bir güli çin, güz demek, yağmur demek. Güzdemek, bahara hazırlık demek...

Üzgünüm dostum ama sana tutkuyla bağlananlar bir gün seni terk edecek. Çünkü onlar sana değil, kendi tutkularına tapıyor yalnızca. Ve bir gün gelecek, o tutkuların hedefi başka bir tanrıça olacak.Senden daha güzel, daha güçlü bir tanrıça! İşte o zaman sen unutulacaksın.Kendini onların övgüleriyle var ettiğin için de, unutulduğun zaman yok olup gideceksin.'

"Çağdaş bir fabl, derin ve bilgece. St. Exupéry'nin başyapıtı Küçük Prens'in tadında."
Deutsche Presse, Agentur, Almanya

"Türklerin Küçük Prens'i tüm dünyayı büyülüyor."
Helsinki Sanomat

Kitabın Özeti :

Kitap, zenginliğinden dolayısıyla okulda popülerleşmiş ve kendini bir marka gibi görerek, farkında olmadan asıl kişiliğinden uzaklaşmış olan Diana'nın, annesinin ölümünün ardından annesinin ona bıraktığı mektubu okumasıyla gelişen olayları ele alır. Diana babasının kendisi küçükken öldüğünü sandığı için babasının boşluğunu annesiyle doldurmuştur. Bu yüzden annesinin ölümüyle yıkılmış, aylarca toparlanamamıştır. Ancak kendine gelememesinin tek sebebi annesinin ölümü de değildir. Annesinin ölümünden sonra okuması adına bıraktığı mektupta, babasının aslında ölmediğini ve Diana'nın hiç bilmediği ikizi Mary'de yanında alıp götürdüğünü öğrenir. Mektuba göre, Mary yıllar sonra annelerine ulaşmış ve ona tam dört mektup göndererek, yanına gelmek istediğini belirtmiştir. Mary bu mektuplarda güllerle konuştuğuna değinmiştir. Bu da Diana'nın, Mary'in deli olduğunu düşünmesine neden olmuştur. Diğer bir yandan Mary, son mektubunda tuhaf Topkapı sarayının yakınlarında, küçük bir oteli olan Zeynep hanımı bulmaya gittiğini yazarak, annesinin endişelenmesine neden olmuştur. Şimdi annesi Diana'dan, kayıp ikizini bulmasını istiyordur.

Diana ise Mary'nin bir anne hırsızı olduğunu düşünmeden yapamıyordur. Üstelik Mary'i, annesinin son günlerini endişe içerisinde geçirmesine neden olduğu için suçlu buluyordur. Bu yüzden Mary'i arama gibi bir niyeti yoktur ancak annesinin son sözünü yerine getirmekte istiyordur. Diana artık o kadar kötüdür ki, doğum gününde onu dışarıya çıkartmak için gelen arkadaşlarını bile tersler. Günlerdir çıkmadığı evinden, sahilde bir yürüyüş yaparak kafasını dağıtmak için çıkar. Diana sahilde yürür iken bir falcı tarafından durdurulur ve falcı Diana'ya, aradığı şeyin önce deniz ötesinde bir yere gideceğini, sonra yakına geleceğini söyler. Aklı karışmasına rağmen Diana'nın kararı değişmemiştir. Aynı gece sahilin resmini çizen bir ressamla karşılaşır. Ressamın diğer resimlerinde de hep sahil vardır. Bunu garipseyen Diana ressam ile düşüncelerini paylaşır. Bu konuşma sonucunda Diana, ressamın aklına kazınmıştır.

Ressam Mathias planını aksatarak, sahilde Diana'yı beklemeye koyulur. Ancak Diana ile çok görüşme fırsatları olmaz. Ayaküstü yaptıkları konuşmalarında ise, Mathias bir türlü aklından çıkartamadığı Diana'da, aradığı ışığı göremediği için planı doğrultusunda oradan ayrılır. Diana ise bu süreç içerisinde ikizi Mary'i aramaya karar verir. Annesinin son isteğini yerine getirmek istiyordur.

Diana ilk uçakta Topkapı sarayının bulunduğu şehre, yani İstanbul'a gelir. Burada Zeynep Hanımı bularak, Mary'den bahseder. Zeynep Hanım, Mary'nin onu birkaç gün önce aradığını ve ziyarete geleceğini söyleyerek, otelinde Mary gelene kadar misafir olarak kalmasını teklif eder.

Diana ilk başta bu teklife "sizin misafirperverliğinize ihtiyacım yok" diyerek karşı çıksa da, daha sonradan otelde misafir olarak kalmayı kabul eder. Biraz daha oturup konuştuklarında, Diana mektupta bahsi geçen güllerle konuşma hadisesine değinir ve bununla ilgili düşüncelerinden söz eder. Bunun üzerine Zeynep Hanım, güllerle konuşmanın buna inanılmadığı sürece mümkün olmayacağına dair vurgular yaparak, Diana'nın aklını karıştırır. Artık iyice aklı karışan Diana, ani bir kararla Zeynep Hanımdan ona güllerle konuşmayı öğretmesini ister. Zeynep Hanım bunun zorlu bir süreç olduğunun altını çizse de, Diana kararlıdır. Güllerle konuşup, konuşamayacağını görmek ister.

Ancak güllerle konuşma eğitimi Diana'nın beklediğinden daha farklıdır. En başında Diana, sabahın köründe kalkmak zorunda kalacağını, buna rağmen bir dakika geç kaldığı için dersin erteleneceğini bilmiyordur. Güllerle konuşma matematiği yapacağını ya da, özenerek yaptığı saçlarını buz gibi suyla ıslamak zorunda kalacağını da bilmiyordur. Her şeye rağmen Diana, Zeynep Hanımın gül bahçesine girdiğinde büyülenmiştir. Rengârenk ve muntazam bir nizamla dizilmiş güller, bir opera sanatçısının yüksek notalara çıkan sesi kadar kusursuzdur. Ayrıca Diana'yı, Zeynep Hanımın seslendirmesiyle, güllerden dinlediği hikâyelerde çok etkilemiştir. Özellikle daha öncelerinde farklı yerlerde yetişmiş, ancak daha sonradan aynı saksıya ekilince, kökleri birbirine girmiş iki gülün konuşmaları, Diana'da derin düşüncelerin oluşmasına neden olmuştur. Bu iki gülden biri Artemis tapınağında yetişmiştir ve kendisini Artemis sanmaktadır. Diğeri ise Meryem Ana'da yetişmiştir. Bu iki gülün hikâyesiyle yazar, insanların arasında ki farklara rağmen bir arada yaşamaları gerektiğine vurgu yapmıştır.

Dersler bitmeden Zeynep Hanım bir telefon alır ve Mary'nin Amerika'ya gittiğini öğrenir. Mary'nin annelerinin vefatını hemen öğrenmesini istemeyen Diana, en kısa zamanda Türkiye'den ayrılarak evine geri döner. Ancak hiçbir şekilde Mary'e ulaşamaz. Aynı zamanda ressam Mathais'i de göremiyordur. Yeniden o üzüntü girdabına çekildiğini hisseden Diana, tamamen kendini sorguluyordur. Hiçbir zaman annesi gibi olamayacağını düşünerek hayıflanıyordur. Çünkü Diana, başkaları için kendi hayallerinden bile vazgeçmiş bir kızdır. Hayali öykü yazarı olmak iken, avukatlık okuyordur. Artık ne yapacağını bilemediği sırada Diana'ya İstanbul'dan bir kutu gelir. Bu kutuda Sokrates isimli siyah bir gül vardır. Kutuda ki notta ise, bu gülün Mary'nin konuşmayı en çok istediği gül olduğu yazmaktadır. Diana gülü camın kenarına koyar ve düşünmeye başlar. Okuduğu mektupta yer alan adresi hatırlayan Diana, o adresin aslında, annesinin önceden verdiği doğum günü hediyesi olan çerçeveyi işaret ettiğini anlar. Çerçevenin arkasını çevirdiğinde ise yeni bir mektup bulur.

Bu mektupta annesi Diana'ya olmak istediği kişi olması gerektiğini öğütlüyordur. Diana mektubu okuduktan sonra Mary'i bulmuştur. Mary en başından beri Diana'dan başkası değildir. Yalnızca Diana, gözlerin üzerinde olması için başkası olabilen birisi iken, Mary asıl Diana'dır.

Bunun üzerine Diana kendi yaşadıklarının hikâyesini yazmaya karar verir. Aslında finali, Diana'nın mektubu okumasıyla biten kitabın, son sözünde bundan bahsedilir. Diana bir gün sahile indiğinde, tamamı sahil resimlerinden oluşan bir sergi görür. Resimlerin ressam Mathais'in olduğunu hemen anlamıştır. Hızlıca Mathais'i bulduğunda, genç adamın bir alıcıyla konuştuğunu görür. Mathais en güzel tablosunu çizdiği yere geri dönmüş ve sergisini burada açmıştır.

Mathais en güzel eserini tam satacak iken, Diana'yı görür ve satmaktan vazgeçer. Çünkü ona göre, tamamlanmamış bir eser satılmaması gereken bir eserdir ve Diana'yı gördüğünde, aradığı o ışığı bulur ve eserini tamamlamadığına karar verir. Çünkü Mathais tüm sahil resimlerinde tek bir martı çizmiştir. Bu martı kendisini temsil ediyorken, Diana'yı gördüğünde ikinci martıyı çizmesi gerektiğini düşünmüştür.

Aynı şekilde Diana'nın hikâyesi de Mathais'i görene kadar tamamlanmamıştır. İki genç Diana'nın evine giderler. Mathais önüne oturduğu camdan dışarıyı izleyerek ikinci martıyı çizerken, Diana'da hikâyesinin sonunu yazıyordur. İki sanatçıda eserlerinin son noktasını koyarken, yazarımız Serdar Özkan birinci kitabı burada bitirir.

Bu kitap, okuduktan sonra vay be diyeceğiniz kitaplardan. Bir süre içinden çıkamayacağınız, okudukça okumak isteyeceğiniz bir kitap. Kitabın sonuna dek neler olabileceğini tahmin edemiyorsunuz. Siz iki kardeşin duygusal kavuşmasını beklerken, yazar size bir kişinin kendisiyle olan şaşırtıcı kavuşmasını sunuyor. İddiasını sonuna kadar ortaya koyuyor ve sizi şaşkına çeviriyor. Kapağını kapattığınız an kendinizle baş başa kalıyor ve kendinizi sorguluyorsunuz. İlk başta kurgu havada kalmış gibi geliyor ancak üzerine düşündüğünüz zaman ne kadar ince düşünüldüğünü anlıyorsunuz. Artı olarak güllerin anlattığı hikâyeler beni çok etkiledi kitabı okuduğumda. Mesela kokusunu kaybeden bir gül vardı. Bu gül, insanlar onun görüntüsünü beğensin diye kokusundan vazgeçmişti ve bunun farkında bile değildi. Oldukça derin ve anlamlı sözler barındırıyor. Belki de kitapta beni en çok etkileyen cümleler şunlardı;

"Bir dağ hayal et, zirvesindeki manzara çok güzel. Orada olmayı çok istiyorsun, ama zirveyi kendinden çok uzakta gördüğün için ümitsizliğe kapılıyorsun. Oraya nasıl olsa varamam deyip vazgeçiyorsun. Oysa zirveye varanların adımları seninkilerden büyük değildi. Ama onlar, o küçük adımları birbiri ardınca atmayı sürdürmüş kimselerdi. İmkânsızı gerçekleştiren mucizeler değil, sürekliliktir. Suya sarp kayaları deldiren de budur. Yirmi birinci yüzyıl insanlarına gülleri duyuranda..."

Bu kitap sanki bildiğimiz ama, kendimize söylemeye üşendiğimiz sözleri bize fısıldıyor. 500 sayfalık kitaplarda bulamadığımı şu 200 küsur sayfada buldum. Belki de kitapta eleştirebileceğim tek nokta, herkesin âlim gibi konuşmasıydı. Sıkacak kadar ağır sözler yoktu ancak insan düşününce, yahu bir yerde ki herkes âlim olur mu diyor.

Senagül YILDIZ

Metal Fırtına 5 Karanlık Savaş (Burak Turna) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Metal Fırtına 5 Karanlık Savaş

Kitabın Yazarı : Burak Turna

Kitabın Özeti :

Kitaptan bir bölüm....

Uzaklarda fırtına bulutları toplanıyordu. Ufuk simsiyahtı. Bulutlar için için yanıyor, elektrik fırtınalarını adanın üzerine boşaltmak üzere sert rüzgar eşliğinde hareket ediyordu. Bir gün önce ıssın kumsalı yakıp kavuran güneş, çok uzaklardaydı şimdi.

Adanın etrafı mercan kayalıklarıyla çevriliydi. Kuzeyindeki kayalık alanın hemen altında uzanan kumsalda ise yılın belli dönemlerinde sörf dalgaları oluşurdu. Normal şartlar altında dünyanın turizm cennetlerinden birisi olabilecek bir köşeydi burası. İsmi yoktu. Haritalarda görünmüyordu. Sakinleri ki pek de sakin insanlar oldukları söylenemezdi doğrusu, buraya kısaca ada derdi ve onların hayatlarında bu şekilde adlandırdıkları başka bir coğrafya parçası olmadığı için de nereden bahsedildiğini anlamakla çok zorlanmazlardı.

Nereden bakılırsa bakılsın, adada bir hayatın olduğuna dair izleri görmek son derece zordu. Bunun nedeni oldukça basitti aslında, bu adadakiler, dünyanın geri kalanından izole edilmiş insanlardı. Tam olarak insan oldukları söylenebilir miydi? Adanın kurucuları için bile bu konuda bir kesinlik yoktu. Dünyanın geri kalanından izole edilmiş canlılar… Hızlı, keskin duyuları olan, acımasız, yarı ölü savaşçılar. Bir çeşit kardeşlik kabilesi, bozulmuş bir gerçekliğin çıkıntısı genetik pislikler… Tanımların hepsi de onlara uygundu.

Adanın çoğu ormanlıktı. Ağaçlar hayli sık ve gökyüzünden takip edilmeyi imkansız kılacak kadar sıktı. O ormanın içinde pek çok yerde, yer altı merkezlerinde ada sakinlerinin yaşadığı, eğitim gördüğü barınaklar vardı.

Bu barınaklar, asla normal bir insanın hayalinde canlanabilecek yerler değildi. Sık ağaçların ve sarmaşıkların İçinde, belli belirsiz seçilebilen, otomatik açılan çelik gizli bir kapıdan girdikten sonra, uzun, sürekli kıvrılarak ilerleyen bir koridorda yürümeniz gerekirdi… Ve bu yürüyüşün sonunda hiçbir yere yaramayabilirdiniz. Çünkü o kapının yapılış amacı sizi hiçbir yere çıkarmamaktı. Eğitmenler, ellerindeki insanları birer robota, birer hayalete ya da bir avcıya dönüştürmek için, henüz keşfedilmemiş, veya tarihin derinliklerinde keşfedilmiş ve sonra unutulmuş taktikler kullanıyorlardı.

Duvarları boş bir odada, tek başına küçük bir çocuğun bir ay boyunca oturması, onu nasıl bir varlığa dönüştürürdü sorusunun cevabını eğitmenler çok iyi biliyordu.

Sakinlerin tek görevleri, hatta tek varlık sebepleri, kendilerine iletilen emirleri hiçbirinde düşünmeden, yargılamadan ve sınır tanımadan yerine getirmeye çalışmaktan ibaretti.

Uzun süredir adada eğitimler durmuştu. Bunun sebebi yüzlerce vahşi savaşçının ya da kendilerine denmesinden hoşlandıkları gibi Ölü Şövalye’nin savaşa hazır halde bekliyor olmasıydı. Zamanı gelince, çok büyük bir stratejik harekâta girişeceklerdi. Kim için çalıştıklarını asla bilmeyeceklerdi. Beyinleri o kadar pürüzsüz hale getirilmişti ki, baştan ölü olduklarını kabul etmişlerdi. Bu nedenle de kendilerini ölümsüz olarak görüyorlardı.

Yağmur yağmaya başladı. Öylesine şiddetliydi ki bu coğrafyanın yağmurları, görüşü birkaç metreye kadar düşürürdü. İşte o zamanlarda, ada sakinleri yer altı eğitim alanlarından çıkarlar ve sıfır görüşlü bu ortamda şiddetli savaş eğitimleri alırlardı. Ormanın içinde, şiddetli yağmur altında, dünyada kaybolmuş ama burada uygulanan yakın dövüş taktikleri, atış eğitimleri yaparlardı.

Zamanı geldiğinde bir denizaltı adaya yaklaşacak, onları hedef bölgesine götürüp bırakacak ve onlar da önlerine gelen her şeye ateş ederek kim bilir hangi stratejik ve siyasi hareketlenmeye neden olacaklardı.

Adanın yer altı tünellerinde Özel bir oda vardı. Gözle görülemese de ince ve ayrıntılı bir araştırmada ileri derecede karmaşık teknolojiler sayesinde dinlenemez, gözetlenemez bir odaydı.

Elan Rahu, çok gizli toplantılarını bu odada gerçekleştiriyordu. Toplantıya katılanlar ise genelde sıra dışı yollarla adaya gelirdi.

Toplantı başladığında Elan Rahu’nun eski rahat duruşundan eser yoktu. Türkiye operasyonu neredeyse tamamen başarısız olmuş, Amerika’daki rahatı da kaçmıştı. Adamlar onun hemen hemen bütün barınma yerlerini öğrenmişlerdi. Burayı biliyorlar mıydı acaba? Gri takım denen sınır tanımazlar, buraya gelmeye de cesaret ederler miydi? Bu onlar için kesin son olurdu. Bu adadaki savaşçılarıyla, hem de yüzlercesi ile başa çıkmaları imkansızdı. Adaya küçük bir donanma saldırsa bile savunma yapabilecek durumdaydılar. Ormanın içinde kamufle edilmiş bir radar ve deniz savunma füze bataryası, kendilerine yaklaşacak gemileri anında batırabilirdi. Gri Takım’ın kendinde oluşturduğu bu psikolojiden nefret ediyordu ama yapabilecek bir şeyi yoktu. Mutlak karşılaşma olursa eğer, o da son kozunu kullanırdı. Herkesten akıllı olduğunu düşünüyordu. Tüm seçenekleri tükendiğinde ve mağlup edilmek üzere olduğunda kullanacağı son bir seçeneği vardı. Bunu asla kullanmamayı umuyordu.

Elan Rahu’nun konuklarının yüzlerinde sorgulayan ve acımasız ifadeler vardı. Rahu’yu, uzun süredir finanse etmişler, işlediği suçları görmezden gelmişler ve büyük bir özerklik tanımışlardı ama şimdi sorgu zamanı gelmişti. Elan Rahu da bunun farkındaydı. Konukları yabana atacağı ya da oyunlar oynayacağı kişiler değildi. Komplo teorisyenleri hep Elan Rahu ve onun yaptıkları üzerine düşünebilirlerdi, oysa bütün işin başında şu karşısında oturan yaşlı ama kendilerine çok iyi bakıldığı belli olan insanlar vardı. O adamlar da çok daha geniş bir bağlantı ağının üst düzey temsilcileriydi. Dünya üzerindeki stratejik dinamikleri belirleyen stratejik ortaklık bağlarının taşıyıcılarıydılar.

Elan Rahu onlardan değildi. Açıkçası kendisini biraz aptal bir adam olarak gördüklerini biliyordu. Kullandıkları ve gerektiğinde çöpe atabilecekleri bir adam. Elan Rahu’nun babası bu insanlara ve onların emperyal hedeflerine hizmet etmişti. Bütün bunları da kendi halkına bir faydası olsun diye yapmıştı. Hedeflerine ulaşmışlardı da doğrusu. Eu adamların verdikleri sözü tutmamaya ihtiyaçları yoktu, çünkü bir şey yapacaklarını söylüyorlarsa bunu yapıyorlardı ve genelde bu yaptıkları kendi çıkarlarına hizmet ediyordu. Eğer çıkarlarına hizmet edecekse, çok rahatlıkla şeytan ile bir ortaklık kurar ve şeytanın amaçlarını gerçekleştirmesi için ellerinden geleni yaparlardı; tabii şeytanın da sonunda onların çıkarlarına mutlak hizmet etmesi koşuluyla.

İçlerinde en yaşlı görünen ayağa kalktı ve son derece soylu bir duruş takınmaya çalışarak konuştu.

“Kardeşlerim,”

Bunu söylerken Elan Rahu’ya değil, diğer konuklara bakmıştı. Bu doğaldı aslında, hepsi de aynı veya birbirine yakın kolejlerin mezunuydular. Politik dostluklarının temeli de o okullarda atılmıştı,

“Stratejik ortaklığımızın üzerindeki yükün gittikçe arttığı bir dönemdeyiz. Dizayn edilen yeni savaş doktrinleri ve doğu seferi, istenilen etkiyi oluşturamıyor. Karşımızdaki cephe, bir yandan sarsılır ve isteklerimize boyun eğer görünürken, diğer yandan kendi aralarında gizli görüşmeler yürütüyorlar. Bu çok tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Aynı bir çığın oluşması gibi gözle görünmeyen sert bir tabaka oluşursa, bu tabaka kayacak ve bizi aldatacak olan yumuşak tabakayı yerinden ederek bir anda inanılmaz bir değdim yaratacaktır.”

“Çok doğru söylediniz.” Yuvarlak gözlükleri ardından dünyaya, sıradan insanların bakışlarından başka algılarla baktığı belli olan yaşlı adam söze girdi.

Orkun Uçar ve Burak Turna'nın Yazdığı Metal Fırtına Kitapları Nelerdir? öğrenmek için tıklayınız....

Metal Fırtına 4 Turan (Orkun Uçar) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Metal Fırtına 4 Turan

Kitabın yazarı : Orkun Uçar

Kitabın Özeti :

Kitaptan bir bölüm....

10 Ocak 2013 Saat: 15.15 Mathan Phillips Meydanı Toronto

Conney Clarkc görkemli belediye binasının önünde park etmiş olan devriye arabasında bekliyordu. Öğle yemeğinden beri diliyle dişini kandırıyordu. Dışarıda hava çok soğuktu. Gözünü kısarak gri gökyüzüne baktı. Meydanı, bulutlu Toronto gecesinde gökyüzüne benzetti; oraya buraya serpiştirilmiş yıldızlar gibi dağınık ve rastgele birkaç insan.

Aracın içi de soğuktu ve kalın giysileri yüzünden dar koltukla rahat edemiyordu. Derin bir iç çekti. Canı sıkkın, kafası karışıktı… Sam’le boşanmalarının üzerinden beş ay geçmişti ve dört yaşındaki küçük Ashley üç gündür hastaydı. Bugün hastaneye gitmişlerdi ve Conney onlardan haber bekliyordu. Minik kızın vücudunda yine yıldızlar gibi rastgele kızarıklıklar çıkmış» ve onun için gerçekten endişeleniyordu.

David Dobson parmağındakî yüzükte camı tıklattığında, irkildi. Bir anda kızının görüntüsünü siliveren adama sinirlenerek baktı. Dobson’ın iki elinde iki büyük boy kahve vardı. Clarkc uzanıp kapıyı açtı. Dobson önce kahveleri uzattı, sonra içeri girdi. Her soluk alıp verişinde ağzından ve burnundan buhar çıkıyordu.
“Polise bak… Amma ürkek…” diye takıldı.

Clarke sadece kahve için teşekkür etli ortağı kapıyı kapatırken. Clarke’tan on beş yaş kadar büyük olan Dobson neşeli, çok fazla derdi olmayan bir adamdı. Bazen bu rahatlığı sinir bozucu olabiliyordu.

“Yine Ashley’yi düşünüyorsun?”
“Evet.”
“Buna paranoya denir Conney. Bir saat içinde onun bir şeyinin olmadığını öğrenirsin. Ama bu bir saati kendine ve bana zehir etmek istiyorsan lamam, endişelenmeye devam et.”

“Sen de gördün o lekeleri.” dedi Conney. Dobson’ı suçlayarak. Sesinin, istediğini elde etmeye çalışan bir çocuğunki gibi çıktığını fark edince bir an utandı.
Hastalıklardan böylesine korkmaya başlamasının sebebi iki ay önce aldıkları terör kursuydu. Eğitimlerinin bir günü bu eylemlerin ayrıntılı anlatımına ayrılmıştı. Nükleer ve kimyasal bombalar, şehir su şebekesine karıştırılan zehirler, yıllarca adım adım sürdürülen biyolojik komplolar… Geçmişte yapılan eylemleri öğretmişler, kameraya alınmış deneyleri göstermişlerdi o gün.

Kurbanların başına gelenler ve gelebilecekler bir korku filmi havasında, uzun uzun tasvir edilmişti. Kavrulmuş bedenler görmüşlerdi, göğsünden üçüncü bir bacak çıkmış bir bebek, tamamen kurumuş, yirmi kiloluk adamlar… Ve şu an, izledikleri arasında en iyi hatırladığı, vücudu kırmızı ve kabarık lekelerle kaplı bir cesetti.

İnsan o kurstan sonra sağlıklı nefes alabildiği her anı mucize olarak görüyor ve öksüren birinden bile korkuyordu.

“Unut bunu. Kahveni iç. Bir kontrole daha çıkmamız gerekiyor.”

Clarke bardaktaki sıcak sıvıdan sessizce bir yudum aldı ve tekrar meydanı izledi. Etrafta ancak yirmi kişi vardı. Çekik gözlü bir çift havuzun kenarında biraz durduktan sonra köşede gözden kayboldu. Yedi sekiz yaşlarında bir çocuk havuzun kenarında Olurmuş, eldiveninin kirlenmesini umursamadan yere sürterek oynuyordu. Üzerine giydiği gocuğu öyle sarılmıştı ki, minik bir hacıyatmaz gibi görünüyordu. Esmer, genç bir adam meydanı ortadan keser gibi yürüyordu. Dobson, Arap olduğu anlaşılan bu adamı işaret ederek, “İşle terörist.” diye şaka yapmaktan geri kalmamıştı. Clarke, onun dediklerini umursamıyordu. Şimdi, havuzun diğer tarafındaki adamı gözleriyle takip ediyordu. Adam uzun kenar bitince kısa kenar boyunca döndü. Ve devriye arabasının olduğu tarafa doğru yürümeye başladı. Başı önündeydi ve oldukça hızlı yürüyordu. Muhtemelen bankaya ya da herhangi bir yere gitmek için işinden on beş dakika izin almış bir Kanadalı olmalıydı. Devriye işine başladığından beri tahminler yürüterek zaman geçirmek onun eğlencesi olmuştu.

Kanadalı olduğunu düşündüğü adam başını kaldırdı ve bir an Clarke. onunla göz göze geldiğini düşündü. Aralarındaki mesafe çok fazlaydı, bundan ıam anlamıyla emin olamazdı. Ama küçük bir duraksama mı fark etmişti?… Hayır, adam yürüyordu yine işte. Sanki devriye arabasını gördüğünde duraksamış mıydı?… Duraksadıysa bile şimdi ellerini ceplerinde ovuşturuyor, hızla ilerliyordu. Polis arabasına bir kaçamak bakış daha mı atmıştı?… Clarke paranoyasından ulanmasına rağmen kendine engel olamadı. Ortağını dirseğiyle dürttü ve başıyla adama bakmasını İşaret etti.

Yabancı ile araba arasında on metreden az bir mesafe kalmıştı. Dobson dikkatle adama baktı ve onunla göz göze geldi. Adam başını diğer tarafa çevirirken Dobson gülümsemiyordu arlık. Yanlarından geçerken adamın yüzünü görebildiler. Yüzü kızarmış ve terliyordu. Eksi üç derecede terliyordu! Yürüyüş ünde ki tuhaflık şimdi daha hastalıklı göründü Clarkc’a. Adam arabanın yanından geçerken. “Bakalım mı?” diye sordu Dobson’a.

“Ben bakarım.” dedi ve kapısını açtı ortağı.
“Hey! Bayım!” diye bağırdı. Birkaç metre ilerideki adam neredeyse sıçramıştı. Bu sırada Clark e da indi arabadan. Adam omzunun üstünden geriye baktığında Dobson’ın eli o omza dokunmak üzereydi.
“Hasta mısınız? İyi görü umuyorsun uz.”
Adam yutkundu. Bakışları anlamsızdı. Hızlı hızlı soluk alıyor ve yüzünde gerçek ter damlaları görünüyordu.
“İsminiz nedir? Ben polis memuru David Dobson.”

Adam elini kaim parkasının cebine doğru götürdü. Dobson bir adım geri çekilirken adam cebinden çıkardığı saydam bir tüple koşmaya yeltendi. Dobson. onu parkasından yakaladı, ama adam ani bir tepkiyle onu silkli. Elleri çarpışınca saydam tüp yere düştü. Şüpheli anında koşmaya başlamıştı ve Dobson da ne yapacağını bilemeden arkasından koştu. Devriye ortağı da biraz geriden onlara katılmıştı.

Clarkc yere düşen saydam tüpün üstüne basınca tüp kırıldı. İçindeki kehribar renkli sıvının bir kısmı Kanadalı polisin ayak tabanına yapıştı, geri kalanı ise zemindeki çatlaklar arasında birkaç saniye boyunca su gibi kıvrıldı ve sonra aniden gözle görünür biçimde buharlaştı.

Dobson. adamı parkasının kapüşonundan yakalayıp döndürdüğünde şüphelinin gözleri kocaman açılmıştı. “Bırak beni geri zekâlı!” diye bağırırken, deli gibi çırpınıyordu. Dobson şaşkınlıkla adama neler olduğunu sormaya çalışırken güreşiyor gibi görünüyorlardı. Bu sırada Clarke’ın korkunç bir öksürük nöbetine tutulduğunu fark ermişti. Ona doğru baktığında ortağının koşmanın da hızıyla yere yığıldığını gördü. İlk kurban kızı değil, kendisiydi.

Dobson’in ortağına yardım etmeye vakti olmadı. Yakaladığı adamla birlikte bir öksürük nöbetine tutuldu. Biraz sonra yirmi metre ileriden onları izleyen otuzlu yaşlarda bir kadın da kan tükürmeye başlamıştı. Havuzun başında oturan çocuk önce nefesinin kesilişini, ardından ciğerlerindeki cehennemi yanmayı hisseni ve bağırmaya çalışırken ancak içini parçalarcasına öksürebildi. Yaklaşık bir dakika içinde meydandaki herkes kan tükürerek yere yığılmıştı.

11 Ocak 2013 Saat: 02.15 Tanrı Dağları Kırgızistan

Zifiri karanlık bir geceydi. Dağın eteklerine kurulmuş bir grup çadır donmuş bir manzara oluşturuyordu. Sadece bidonlarda sönmeye yüz tutmuş közlerden yayılan kızıl alevler hafif bir aydınlık sağlıyordu.
Çin ordusuna ait yeni geliştirilmiş, olağanüstü sessiz, siyah bir helikopter çadırların bir kilometre ötesinde havada asılı kaldı. İçeride siyahlara bürünmüş silahlı adamlar da. tıpkı pilot gibi gece görüş gözlükleri takıyorlardı.

Araç yere iyice yaklaştı. İçerideki adamlar son derece ustaca atlayarak mevzi almaya başladılar. On beş kişi de iner inmez helikopter yükseldi.

Her hallerinden eğitimli oldukları anlaşılan adamlar hiç konuşmuyor, sadece el hareketleriyle çadırlara doğru stratejik bir yayılımla ilerliyorlardı.

En büyük çadıra elli metre kadar yaklaşıp otomatik silahlarım kaldırdılar. Birkaç saniye içinde burası cehenneme dönecek panik içinde kaçmaya çalışanlar tek tek öldürülecekti. Kimsenin sağ kalmaması İçin kesin emir vardı.

Ekip lideri kolunu diğerlerine uzatıp parmaklarını açtı. Yumruk yaptığı anda ateş başlayacaktı. Diğerleri onu gözlüyordu, ama birdenbire beklenmedik bir hareketlilik başladı. Adamlar şaşkınlıkla liderlerinin kafasının boynundan kayıp yere düştüğünü ve bedeninin yana devrildiğini gördüler.

Liderlerinin tam önündeki toprak sanki canlanmış ve onu öldürmüştü. Neredeyse topraktan biten bir gölge korkusuzca ayağa kalktı. Elindeki kısa kılıçtan hâlâ kan damlıyordu. Saldırganlar hemen ona nişan alıp ateş etmeye başlarken yuvarlandı ve aralarına karıştı. Kılıcını savurdukça birilerini biçiyordu.

Avcılar av olmuştu. Bitirici darbe güçlü projektörlerin yanmasıyla geldi. Gece görüş güzlükleri güneş gibi aydınlanınca birkaç saniyeliğine görüşlerini kaybettiler. Hemen gözlüklerini çıkarmaya başladılar, ama katil durmuyordu. Kılıç her savruluşunda birinin canını alıyordu.

Saldırganlardan sadece beşi sağ kalmıştı ki, bu kez tepelere mevzilenmiş keskin nişancılar onları tek tek vurdu.

Koray çıplak vücudu kurbanlarının kanıyla boyanmış halde ayakta duruyordu. Çekik gözlü cansız suratlara baktı. Çin gizli istihbarat servisi GRI’ya bağlı ölüm timiydi bu. Saldırıyı bekliyordu, ama kurdun inine böyle girilmezdi. Üzerinden geçen bir karaltı hissetti. Keskin nişancılar ateşe başlamasına rağmen pilotun roket atacak zamanı oldu. Tam oraya koşuyordu ki karargâh olarak kullandığı büyük çadır gürültüyle havaya uçtu.

Patlamanın şok dalgalarıyla yere yuvarlanmıştı. Alevlerin aydınlattığı çadırın arkasından roketatarı ile bir adam fırladı ve helikoptere nişan aldı. Aynı anda üç ayrı noktadan daha roket gönderilmişti. Helikopter manevra yapmaya vakit bulamadan patladı.

Koray yanan çadırına baktı. Başardılar, diye düşündü. Saldın en azından bir hedefine ulaşmıştı… Çadırla birlikte uzun zamandır biriktirdiği bütün kanıtlar da yok olmuştu. Artık ne varsa onun kafasının içindeydi. Kaçınılmaz olan gerçekleşecekti.

Bu sırada Sincanlı Ali yanına yaklaştı. Ağlıyordu. Saldırıyı onun sayesinde öğrenmişlerdi. Çinliler ondan bu gece Kızıl Şaman’ı öldürmesini ve cadın patlatmasını istemişlerdi. Yoksa, rehin tuttukları ailesini öldüreceklerdi. Anne. babası ve beş küçük kardeşini. Ali tüm sevdiklerinin öleceğini bile bile planlarım Koray’a anlatmıştı. Tabii o sadece yedek plandı. Esas işi bu ölüm timi yapacaktı.
Koray. Ali’ye sarıldı. Sarsılarak ağlarken yavaşça yere oturttu onu.

Kızıl Kurtlar yanına gelmişlerdi. Baskını geri püskürtmüşlerdi, ama Ali’nin durumunu bildikleri için hiçbiri sevi nem i yordu. Koray, Çinlilerin kafalarını kesip GRİ Başkanı General Zhao Xiong Wei’nin Pekin’deki evinin önüne bir sandık içinde bırakılmasını emretti. Bu bir meydan okumaydı. Koray’ın hazırlıklar için biraz daha zamana ihtiyacı vardı ve bunu elde etmeliydi.

23 Ocak 2013 Saat: 10.20 Eğriçimen Yaylası Sivas Kar geceden beri gücünü iyice artırmış, olanca hızıyla yağmaya devam ediyor ve iri. pamuksu kristaller yerdeki öncülerinin üzerinde birikiyordu. Kar kalınlığı bir metreyi geçmişti. Ağaçların, kurtların, rüzgârın ve boşluğun durağan sesini periyodik “çat” sesleri bölüyordu tepede.

Eğri çimen’de bu mevsimde kimsecikler yoklu. Bir tek o garip adam kalmıştı.
Ev, yayladaki diğer evlere oldukça uzakla, yaylanın dışında sayılabilecek bir noktada gururla dikiliyordu. Diğer evlerin çoğundan daha büyüktü. Bacasından tüten duman, çalısındaki kaim kar tabakası ve pencere pervazlarındaki bembeyaz birikintilerle kartpostallara yaraşır bir görüntüye sahipti tepenin başında.

Evin pencereleri sımsıkı kapatılmıştı. Alı kat odunluktu ve “çat” seslerini çıkaran da şu an odunlukta bulunan o garip adamdı.

Adam kırklarında görünüyordu; belki biraz daha genç belki de biraz daha yaşlı olabilirdi. Yüzünde yaşlı görünen, tükenmiş genç adamlara özgü sahte bitkinliğin yanı sıra genç ve dinç görünen yaşlı adamlara özgü sahte bir canlılığı da taşıyordu. Kesin olan bir şey varsa, o da ciddi göründüğüydü. Sıkıcı bir düzen içinde yandaki yığından bîr odun parçası alıyor, onu kütüğe dik biçimde koyuyor ve baltayı olanca gücüyle indiriyordu. Hiç de güçsüz görünmeyen odunlardan bir hamlede kırılmayan henüz olmamıştı. Adam kırılan odunları öndeki yığına alıyordu. Belli ki odunları dizmek gibi bir sorunu yoktu. Alan oldukça genişti.
Uzun boylu ve yapılı adamın üzerinde mevsime göre ince sayılabilecek bir gömlek vardı. Soğuğa rağmen alnından yer yer ter damlacıklar süzülüyordu.

Yeterince odun kırdığına karar vermiş olacaktı ki, etini beline attı. Biraz durduktan sonra da baltayı duvara dayadı, epeyce bîr odunu kollarının arasına alarak yıkıldı yıkılacak gibi duran merdivenden yukarı çıktı. Üstündeki tozların eve dökülmesini istemezmiş gibi kucağındakileri hızla şöminenin yanındaki belli ki odun koymak için yapılmış olan havuza attı ve gömleğiyle pantolonunu da buraya silkeledi.

Ev son derece düzenli görünüyordu. Yerler sıcak renkli halılarla kaplıydı. Şöminenin olduğu salonda büyük bir kanepe duvara dayanmıştı. Ayrıca pencerenin önünde de bir okuma koltuğu vardı.

Salonda büyük bir kitaplık göze çarpıyordu. Rafların tamamı doluydu. Kitaplıktan sonra ilk göze çarpansa şüphesiz ağır sobaydı. Şu an şömine yanmıyordu, ama bu soba uzaktan bakınca bile sıcacık görünüyordu. Şöminenin Üstünde bir tavşan derisi asılıydı. İki çifte duvara çakılmış çivilerle çapraz asılmıştı.

Adam salondan çıktı ve içerideki banyoya girdi. Banyoda sıcak su, silindir şeklînde bir banyo sobasından sağlanıyordu. Bu soba, temiz beyazlığı ve kamara penceresi gibi kapısıyla orada duran çamaşır makinesiyle tezat oluşturuyordu. Şüphesiz banyoda çamaşır makinesi olup da salonda televizyon olmaması ilginçti…

Orkun Uçar ve Burak Turna'nın Yazdığı Metal Fırtına Kitapları Nelerdir? öğrenmek için tıklayınız...