Elektrik elektronik eğitimi ile ilgili bilgiler, kitap özetleri, kitap sınav soruları ve eğitime dair her şey
Sayfalar
▼
22 Temmuz 2019 Pazartesi
Metal Fırtına 4 Turan (Orkun Uçar) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili
Kitabın Adı : Metal Fırtına 4 Turan
Kitabın yazarı : Orkun Uçar
Kitabın Özeti :
Kitaptan bir bölüm....
10 Ocak 2013 Saat: 15.15 Mathan Phillips Meydanı Toronto
Conney Clarkc görkemli belediye binasının önünde park etmiş olan devriye arabasında bekliyordu. Öğle yemeğinden beri diliyle dişini kandırıyordu. Dışarıda hava çok soğuktu. Gözünü kısarak gri gökyüzüne baktı. Meydanı, bulutlu Toronto gecesinde gökyüzüne benzetti; oraya buraya serpiştirilmiş yıldızlar gibi dağınık ve rastgele birkaç insan.
Aracın içi de soğuktu ve kalın giysileri yüzünden dar koltukla rahat edemiyordu. Derin bir iç çekti. Canı sıkkın, kafası karışıktı… Sam’le boşanmalarının üzerinden beş ay geçmişti ve dört yaşındaki küçük Ashley üç gündür hastaydı. Bugün hastaneye gitmişlerdi ve Conney onlardan haber bekliyordu. Minik kızın vücudunda yine yıldızlar gibi rastgele kızarıklıklar çıkmış» ve onun için gerçekten endişeleniyordu.
David Dobson parmağındakî yüzükte camı tıklattığında, irkildi. Bir anda kızının görüntüsünü siliveren adama sinirlenerek baktı. Dobson’ın iki elinde iki büyük boy kahve vardı. Clarkc uzanıp kapıyı açtı. Dobson önce kahveleri uzattı, sonra içeri girdi. Her soluk alıp verişinde ağzından ve burnundan buhar çıkıyordu.
“Polise bak… Amma ürkek…” diye takıldı.
Clarke sadece kahve için teşekkür etli ortağı kapıyı kapatırken. Clarke’tan on beş yaş kadar büyük olan Dobson neşeli, çok fazla derdi olmayan bir adamdı. Bazen bu rahatlığı sinir bozucu olabiliyordu.
“Yine Ashley’yi düşünüyorsun?”
“Evet.”
“Buna paranoya denir Conney. Bir saat içinde onun bir şeyinin olmadığını öğrenirsin. Ama bu bir saati kendine ve bana zehir etmek istiyorsan lamam, endişelenmeye devam et.”
“Sen de gördün o lekeleri.” dedi Conney. Dobson’ı suçlayarak. Sesinin, istediğini elde etmeye çalışan bir çocuğunki gibi çıktığını fark edince bir an utandı.
Hastalıklardan böylesine korkmaya başlamasının sebebi iki ay önce aldıkları terör kursuydu. Eğitimlerinin bir günü bu eylemlerin ayrıntılı anlatımına ayrılmıştı. Nükleer ve kimyasal bombalar, şehir su şebekesine karıştırılan zehirler, yıllarca adım adım sürdürülen biyolojik komplolar… Geçmişte yapılan eylemleri öğretmişler, kameraya alınmış deneyleri göstermişlerdi o gün.
Kurbanların başına gelenler ve gelebilecekler bir korku filmi havasında, uzun uzun tasvir edilmişti. Kavrulmuş bedenler görmüşlerdi, göğsünden üçüncü bir bacak çıkmış bir bebek, tamamen kurumuş, yirmi kiloluk adamlar… Ve şu an, izledikleri arasında en iyi hatırladığı, vücudu kırmızı ve kabarık lekelerle kaplı bir cesetti.
İnsan o kurstan sonra sağlıklı nefes alabildiği her anı mucize olarak görüyor ve öksüren birinden bile korkuyordu.
“Unut bunu. Kahveni iç. Bir kontrole daha çıkmamız gerekiyor.”
Clarke bardaktaki sıcak sıvıdan sessizce bir yudum aldı ve tekrar meydanı izledi. Etrafta ancak yirmi kişi vardı. Çekik gözlü bir çift havuzun kenarında biraz durduktan sonra köşede gözden kayboldu. Yedi sekiz yaşlarında bir çocuk havuzun kenarında Olurmuş, eldiveninin kirlenmesini umursamadan yere sürterek oynuyordu. Üzerine giydiği gocuğu öyle sarılmıştı ki, minik bir hacıyatmaz gibi görünüyordu. Esmer, genç bir adam meydanı ortadan keser gibi yürüyordu. Dobson, Arap olduğu anlaşılan bu adamı işaret ederek, “İşle terörist.” diye şaka yapmaktan geri kalmamıştı. Clarke, onun dediklerini umursamıyordu. Şimdi, havuzun diğer tarafındaki adamı gözleriyle takip ediyordu. Adam uzun kenar bitince kısa kenar boyunca döndü. Ve devriye arabasının olduğu tarafa doğru yürümeye başladı. Başı önündeydi ve oldukça hızlı yürüyordu. Muhtemelen bankaya ya da herhangi bir yere gitmek için işinden on beş dakika izin almış bir Kanadalı olmalıydı. Devriye işine başladığından beri tahminler yürüterek zaman geçirmek onun eğlencesi olmuştu.
Kanadalı olduğunu düşündüğü adam başını kaldırdı ve bir an Clarke. onunla göz göze geldiğini düşündü. Aralarındaki mesafe çok fazlaydı, bundan ıam anlamıyla emin olamazdı. Ama küçük bir duraksama mı fark etmişti?… Hayır, adam yürüyordu yine işte. Sanki devriye arabasını gördüğünde duraksamış mıydı?… Duraksadıysa bile şimdi ellerini ceplerinde ovuşturuyor, hızla ilerliyordu. Polis arabasına bir kaçamak bakış daha mı atmıştı?… Clarke paranoyasından ulanmasına rağmen kendine engel olamadı. Ortağını dirseğiyle dürttü ve başıyla adama bakmasını İşaret etti.
Yabancı ile araba arasında on metreden az bir mesafe kalmıştı. Dobson dikkatle adama baktı ve onunla göz göze geldi. Adam başını diğer tarafa çevirirken Dobson gülümsemiyordu arlık. Yanlarından geçerken adamın yüzünü görebildiler. Yüzü kızarmış ve terliyordu. Eksi üç derecede terliyordu! Yürüyüş ünde ki tuhaflık şimdi daha hastalıklı göründü Clarkc’a. Adam arabanın yanından geçerken. “Bakalım mı?” diye sordu Dobson’a.
“Ben bakarım.” dedi ve kapısını açtı ortağı.
“Hey! Bayım!” diye bağırdı. Birkaç metre ilerideki adam neredeyse sıçramıştı. Bu sırada Clark e da indi arabadan. Adam omzunun üstünden geriye baktığında Dobson’ın eli o omza dokunmak üzereydi.
“Hasta mısınız? İyi görü umuyorsun uz.”
Adam yutkundu. Bakışları anlamsızdı. Hızlı hızlı soluk alıyor ve yüzünde gerçek ter damlaları görünüyordu.
“İsminiz nedir? Ben polis memuru David Dobson.”
Adam elini kaim parkasının cebine doğru götürdü. Dobson bir adım geri çekilirken adam cebinden çıkardığı saydam bir tüple koşmaya yeltendi. Dobson. onu parkasından yakaladı, ama adam ani bir tepkiyle onu silkli. Elleri çarpışınca saydam tüp yere düştü. Şüpheli anında koşmaya başlamıştı ve Dobson da ne yapacağını bilemeden arkasından koştu. Devriye ortağı da biraz geriden onlara katılmıştı.
Clarkc yere düşen saydam tüpün üstüne basınca tüp kırıldı. İçindeki kehribar renkli sıvının bir kısmı Kanadalı polisin ayak tabanına yapıştı, geri kalanı ise zemindeki çatlaklar arasında birkaç saniye boyunca su gibi kıvrıldı ve sonra aniden gözle görünür biçimde buharlaştı.
Dobson. adamı parkasının kapüşonundan yakalayıp döndürdüğünde şüphelinin gözleri kocaman açılmıştı. “Bırak beni geri zekâlı!” diye bağırırken, deli gibi çırpınıyordu. Dobson şaşkınlıkla adama neler olduğunu sormaya çalışırken güreşiyor gibi görünüyorlardı. Bu sırada Clarke’ın korkunç bir öksürük nöbetine tutulduğunu fark ermişti. Ona doğru baktığında ortağının koşmanın da hızıyla yere yığıldığını gördü. İlk kurban kızı değil, kendisiydi.
Dobson’in ortağına yardım etmeye vakti olmadı. Yakaladığı adamla birlikte bir öksürük nöbetine tutuldu. Biraz sonra yirmi metre ileriden onları izleyen otuzlu yaşlarda bir kadın da kan tükürmeye başlamıştı. Havuzun başında oturan çocuk önce nefesinin kesilişini, ardından ciğerlerindeki cehennemi yanmayı hisseni ve bağırmaya çalışırken ancak içini parçalarcasına öksürebildi. Yaklaşık bir dakika içinde meydandaki herkes kan tükürerek yere yığılmıştı.
11 Ocak 2013 Saat: 02.15 Tanrı Dağları Kırgızistan
Zifiri karanlık bir geceydi. Dağın eteklerine kurulmuş bir grup çadır donmuş bir manzara oluşturuyordu. Sadece bidonlarda sönmeye yüz tutmuş közlerden yayılan kızıl alevler hafif bir aydınlık sağlıyordu.
Çin ordusuna ait yeni geliştirilmiş, olağanüstü sessiz, siyah bir helikopter çadırların bir kilometre ötesinde havada asılı kaldı. İçeride siyahlara bürünmüş silahlı adamlar da. tıpkı pilot gibi gece görüş gözlükleri takıyorlardı.
Araç yere iyice yaklaştı. İçerideki adamlar son derece ustaca atlayarak mevzi almaya başladılar. On beş kişi de iner inmez helikopter yükseldi.
Her hallerinden eğitimli oldukları anlaşılan adamlar hiç konuşmuyor, sadece el hareketleriyle çadırlara doğru stratejik bir yayılımla ilerliyorlardı.
En büyük çadıra elli metre kadar yaklaşıp otomatik silahlarım kaldırdılar. Birkaç saniye içinde burası cehenneme dönecek panik içinde kaçmaya çalışanlar tek tek öldürülecekti. Kimsenin sağ kalmaması İçin kesin emir vardı.
Ekip lideri kolunu diğerlerine uzatıp parmaklarını açtı. Yumruk yaptığı anda ateş başlayacaktı. Diğerleri onu gözlüyordu, ama birdenbire beklenmedik bir hareketlilik başladı. Adamlar şaşkınlıkla liderlerinin kafasının boynundan kayıp yere düştüğünü ve bedeninin yana devrildiğini gördüler.
Liderlerinin tam önündeki toprak sanki canlanmış ve onu öldürmüştü. Neredeyse topraktan biten bir gölge korkusuzca ayağa kalktı. Elindeki kısa kılıçtan hâlâ kan damlıyordu. Saldırganlar hemen ona nişan alıp ateş etmeye başlarken yuvarlandı ve aralarına karıştı. Kılıcını savurdukça birilerini biçiyordu.
Avcılar av olmuştu. Bitirici darbe güçlü projektörlerin yanmasıyla geldi. Gece görüş güzlükleri güneş gibi aydınlanınca birkaç saniyeliğine görüşlerini kaybettiler. Hemen gözlüklerini çıkarmaya başladılar, ama katil durmuyordu. Kılıç her savruluşunda birinin canını alıyordu.
Saldırganlardan sadece beşi sağ kalmıştı ki, bu kez tepelere mevzilenmiş keskin nişancılar onları tek tek vurdu.
Koray çıplak vücudu kurbanlarının kanıyla boyanmış halde ayakta duruyordu. Çekik gözlü cansız suratlara baktı. Çin gizli istihbarat servisi GRI’ya bağlı ölüm timiydi bu. Saldırıyı bekliyordu, ama kurdun inine böyle girilmezdi. Üzerinden geçen bir karaltı hissetti. Keskin nişancılar ateşe başlamasına rağmen pilotun roket atacak zamanı oldu. Tam oraya koşuyordu ki karargâh olarak kullandığı büyük çadır gürültüyle havaya uçtu.
Patlamanın şok dalgalarıyla yere yuvarlanmıştı. Alevlerin aydınlattığı çadırın arkasından roketatarı ile bir adam fırladı ve helikoptere nişan aldı. Aynı anda üç ayrı noktadan daha roket gönderilmişti. Helikopter manevra yapmaya vakit bulamadan patladı.
Koray yanan çadırına baktı. Başardılar, diye düşündü. Saldın en azından bir hedefine ulaşmıştı… Çadırla birlikte uzun zamandır biriktirdiği bütün kanıtlar da yok olmuştu. Artık ne varsa onun kafasının içindeydi. Kaçınılmaz olan gerçekleşecekti.
Bu sırada Sincanlı Ali yanına yaklaştı. Ağlıyordu. Saldırıyı onun sayesinde öğrenmişlerdi. Çinliler ondan bu gece Kızıl Şaman’ı öldürmesini ve cadın patlatmasını istemişlerdi. Yoksa, rehin tuttukları ailesini öldüreceklerdi. Anne. babası ve beş küçük kardeşini. Ali tüm sevdiklerinin öleceğini bile bile planlarım Koray’a anlatmıştı. Tabii o sadece yedek plandı. Esas işi bu ölüm timi yapacaktı.
Koray. Ali’ye sarıldı. Sarsılarak ağlarken yavaşça yere oturttu onu.
Kızıl Kurtlar yanına gelmişlerdi. Baskını geri püskürtmüşlerdi, ama Ali’nin durumunu bildikleri için hiçbiri sevi nem i yordu. Koray, Çinlilerin kafalarını kesip GRİ Başkanı General Zhao Xiong Wei’nin Pekin’deki evinin önüne bir sandık içinde bırakılmasını emretti. Bu bir meydan okumaydı. Koray’ın hazırlıklar için biraz daha zamana ihtiyacı vardı ve bunu elde etmeliydi.
23 Ocak 2013 Saat: 10.20 Eğriçimen Yaylası Sivas Kar geceden beri gücünü iyice artırmış, olanca hızıyla yağmaya devam ediyor ve iri. pamuksu kristaller yerdeki öncülerinin üzerinde birikiyordu. Kar kalınlığı bir metreyi geçmişti. Ağaçların, kurtların, rüzgârın ve boşluğun durağan sesini periyodik “çat” sesleri bölüyordu tepede.
Eğri çimen’de bu mevsimde kimsecikler yoklu. Bir tek o garip adam kalmıştı.
Ev, yayladaki diğer evlere oldukça uzakla, yaylanın dışında sayılabilecek bir noktada gururla dikiliyordu. Diğer evlerin çoğundan daha büyüktü. Bacasından tüten duman, çalısındaki kaim kar tabakası ve pencere pervazlarındaki bembeyaz birikintilerle kartpostallara yaraşır bir görüntüye sahipti tepenin başında.
Evin pencereleri sımsıkı kapatılmıştı. Alı kat odunluktu ve “çat” seslerini çıkaran da şu an odunlukta bulunan o garip adamdı.
Adam kırklarında görünüyordu; belki biraz daha genç belki de biraz daha yaşlı olabilirdi. Yüzünde yaşlı görünen, tükenmiş genç adamlara özgü sahte bitkinliğin yanı sıra genç ve dinç görünen yaşlı adamlara özgü sahte bir canlılığı da taşıyordu. Kesin olan bir şey varsa, o da ciddi göründüğüydü. Sıkıcı bir düzen içinde yandaki yığından bîr odun parçası alıyor, onu kütüğe dik biçimde koyuyor ve baltayı olanca gücüyle indiriyordu. Hiç de güçsüz görünmeyen odunlardan bir hamlede kırılmayan henüz olmamıştı. Adam kırılan odunları öndeki yığına alıyordu. Belli ki odunları dizmek gibi bir sorunu yoktu. Alan oldukça genişti.
Uzun boylu ve yapılı adamın üzerinde mevsime göre ince sayılabilecek bir gömlek vardı. Soğuğa rağmen alnından yer yer ter damlacıklar süzülüyordu.
Yeterince odun kırdığına karar vermiş olacaktı ki, etini beline attı. Biraz durduktan sonra da baltayı duvara dayadı, epeyce bîr odunu kollarının arasına alarak yıkıldı yıkılacak gibi duran merdivenden yukarı çıktı. Üstündeki tozların eve dökülmesini istemezmiş gibi kucağındakileri hızla şöminenin yanındaki belli ki odun koymak için yapılmış olan havuza attı ve gömleğiyle pantolonunu da buraya silkeledi.
Ev son derece düzenli görünüyordu. Yerler sıcak renkli halılarla kaplıydı. Şöminenin olduğu salonda büyük bir kanepe duvara dayanmıştı. Ayrıca pencerenin önünde de bir okuma koltuğu vardı.
Salonda büyük bir kitaplık göze çarpıyordu. Rafların tamamı doluydu. Kitaplıktan sonra ilk göze çarpansa şüphesiz ağır sobaydı. Şu an şömine yanmıyordu, ama bu soba uzaktan bakınca bile sıcacık görünüyordu. Şöminenin Üstünde bir tavşan derisi asılıydı. İki çifte duvara çakılmış çivilerle çapraz asılmıştı.
Adam salondan çıktı ve içerideki banyoya girdi. Banyoda sıcak su, silindir şeklînde bir banyo sobasından sağlanıyordu. Bu soba, temiz beyazlığı ve kamara penceresi gibi kapısıyla orada duran çamaşır makinesiyle tezat oluşturuyordu. Şüphesiz banyoda çamaşır makinesi olup da salonda televizyon olmaması ilginçti…
Orkun Uçar ve Burak Turna'nın Yazdığı Metal Fırtına Kitapları Nelerdir? öğrenmek için tıklayınız...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder