Sayfalar

21 Temmuz 2019 Pazar

NUTUK (Mustafa Kemal ATATÜRK) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili 5. Bölüm


Kitabın Adı : NUTUK

Kitabın Yazarı : Mustafa Kemal ATATÜRK

Düzenleyen : Dr.Tuğrul BAYKENT

5. BÖLÜM: TOPYEKÜN SAVAŞ (Ana metin: s. 63; 72-77)

Artık Ethem olayı kalmamıştı. Ordumuzun içinde bulunan düşman, kovularak kendi cephesine sürülmüştü. Gerçekten de bir gün sonra, yani 6 Ocak günü Yunan ordusunun tümü, bütün cephede her noktadan saldırıya geçti. Bizim Gediz deki önemli güçlerimiz, Eskişehir üzerinden bu düşman birliklerini karşıladı ve yendi. Devrim tarihimize Birinci İnönü zaferini yazdı.

27 Şubat - 12 Mart 1921 arasında toplanan Londra Konferansı olumlu hiçbir sonuç vermedi. İtilaf Devletleri, yaptıkları önerilerin karşılığını almayı beklemeden, daha delegelerimiz yolda iken, Yunanlılar bütün ordusuyla, bütün cephelerimizde saldırıya geçti.

Şimdi izin verirseniz size bu saldırıyı ve sonucunu anlatayım: İsmet Paşa komutasındaki Batı Cephesi birliklerimiz Eskişehir'in kuzey-batısında toplanmıştı. Kararımız, savaşı İnönü mevzilerinde kabul etmekti.

28 Mart günü sağ kanadımıza saldıran düşman, önemli yerel başarılar elde ediyordu.

30 Mart günü sert çarpışmalarla geçti. Bunlar da düşman yararına sonuçlandı. Bundan sonra sıra bize geliyordu.

İsmet Paşa 31 Mart günü karşı saldırıya geçti ve düşmanı yenerek geri çekilmek zorunda bıraktı. Böylece devrim tarihimizin bir sayfası, İkinci İnönü zaferi yazıldı.

İkinci İnönü Savaşından üç ay kadar sonra, Yunan ordusu, 10 Temmuz 1921 günü yeniden genel saldırıya geçti. Bu süre içinde genel seferberlik yapmış olan Yunan ordusu, insan, tüfek, makineli tüfek ve top sayısı bakımından bizim ordumuzdan önemli ölçüde üstündü. İç olaylar, bizim genel seferberlik yapmamıza ve ulusun tüm kaynaklarını düşman karşısında toplamaya elvermemişti.

Bu nedenle askerlik açısından temel ödevimiz, yine "her Yunan saldırısı karşısında direnerek, saldırıyı durdurmak ve boşa çıkartmak"tı.

Bu düşünceyle 18 Temmuz 1921 günü İsmet Paşa'nın Eskişehir güneydoğusundaki karargâhına giderek durumu inceledim ve İsmet Paşa'ya şu genel talimatı verdim: "Orduyu Eskişehir kuzey ve güneyinde topladıktan sonra, düşman ordusuyla araya büyük aralık bırakalım ki, orduyu toparlayıp güçlendirebilelim. Bunun için Sakarya'nın doğusuna dek çekilebilirsiniz. Bu yolda davranmamızın en büyük sakıncası, Eskişehir gibi önemli yerlerimizi düşmana bırakmaktan dolayı kamuoyunda doğabilecek manevi sarsıntıdır. Ama az zamanda elde edebileceğimiz başarılarla bu sakıncalar kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Askerliğin gereğini duraksamadan uygulayalım; başka türden sakıncalara karşı koyarız."

Efendiler, düşündüğüm manevi sakıncalar gerçekten de hemen görüldü. İlk etkiler Meclis'te belirdi. Özellikle karşıtlarımız, karamsarlık dolu söylevlerle "Ordu nereye gidiyor? Ulus nereye götürülüyor? Bu durumun sorumlusu yok mu? O nerededir?" diye bağırmaya başladılar. "Bugünkü acıklı ve korkunç durumun gerçek sorumlusunu ordunun başında görmek isterdik!" diyorlardı. Bunların anlatmak istedikleri kişinin ben olduğum kuşku götürmezdi.

Bunu anlar anlamaz, 4 Ağustos 1921 günü yapılan gizli oturumda kürsüye çıkarak, üyelerin bana gösterdikleri yakınlık ve güvene teşekkür ettim ve başkanlık katına şu önergeyi verdim: "Meclis'in saygıdeğer üyelerinin genel istek ve dilekleri üzerine Başkomutanlığı kabul ediyorum. Bu görevi kişisel olarak üstlenmemin sağlayacağı yararları en kısa zamanda elde edebilmek için, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin yetkilerini eylemli olarak kullanmak koşuluyla üstleniyorum. Yaşamım boyunca ulusal egemenliğin en sadık bir hizmetkârı olduğumu ulusa bir kez daha göstermek için, bu yetkinin üç ay gibi kısa bir süreyle sınırlanmasını ayrıca isterim."

Efendiler, bu önergem, doğruluktan yanaymış gibi görünenlerin gizli düşüncelerini açığa vurmalarına yol açtı.

Hemen karşı çıkışlar başladı. "Bir kez Başkomutanlık sanını vermeyiz." diyorlardı. Ben, direndim. Durum olağanüstü olduğuna göre, benim alacağım kararların ve yapacağım uygulamaların da olağanüstü olması gerekeceği kuşku götürmezdi.

5 Ağustos 1921 günü oybirliğiyle kabul edilen yasa, bana şu yetkiyi veriyordu: "Başkomutan, ordunun maddi ve manevi gücünü en yüksek ölçüde arttırmak ve yönetimini bir kat daha sağlamlaştırmak üzere, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin bununla ilgili yetkisini Meclis adına eylemli olarak kullanabilir."

Bu maddeye göre, benim vereceğim buyruklar yasa olacaktı. Bunun üzerine yaptığım konuşmanın bir iki cümlesini yinelememe izin vermenizi rica ederim.

Dedim ki: "Efendiler, zavallı ulusumuzu tutsak etmek isteyen düşmanları kesinlikle yeneceğimize olan inanç ve güvenim bir dakika olsun sarsılmamıştır. Bu dakikada bu tam inancımı yüce kurulunuza, bütün ulusa ve bütün dünyaya karşı ilân ederim."

Efendiler, Başkomutanlığı eylemli olarak üzerime aldıktan sonra, ordunun insan ve taşıt gücünün arttırılması, yiyecek ve giyeceğinin sağlanıp yoluna konulması ile ilgili önlemleri almak üzere Ankara'da bir kaç gün çalıştım.

7 ve 8 Ağustos 1921 günlerinde "Ulusal Vergi Buyruğu" adı altında yaptığım bildirimleri, bir savaşın kazanılabilmesi için ne denli küçük şeyleri bile dikkate almak gerektiğini anlatabilmek amacıyla, bilginize sunmaya değer görürüm: Bu buyruklarımla örneğin her ilçede birer "Ulusal Vergi Kurulu" kurdum.

Yurtta her evin birer kat çamaşır, birer çift çorap ve çarık hazırlayıp Ulusal Vergi Kuruluna vermesini emrettim.

Tüccar ve halkın elindeki çamaşırlık bez, kaput bezi, pamuk, yün ve tiftik, her türlü kışlık-yazlık kumaş, kösele, astarlık, meşin, çarık, potin, demir, çivi, nal ve nal demiri, yem torbası, yular, belleme, kaşağı, semer ve urganların yüzde kırkına, parası sonra ödenmek üzere elkoydum.

Eldeki buğday, saman, un, arpa, fasulye, bulgur, nohut, mercimek, kasaplık hayvanlar, şeker, gaz, pirinç, sabun, yağ, tuz, zeytinyağı, çay ve mumun yine yüzde kırkına, parası sonradan ödenmek üzere elkoydum.

Buyruklarımın ve bildirimlerimin yerine getirilmesi için kurduğum İstiklâl Mahkemelerini Kastamonu, Samsun, Konya, Eskişehir bölgelerine gönderdim. Ankara'da da bir mahkeme kurdurdum.

12 Ağustos 1921 günü de Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa Hazretleriyle birlikte Polatlı'da cephe karargâhına gittim. Meydan savaşı 100 kilometrelik bir cephe üzerinde oluyordu. Sol kanadımız Ankara'nın 50 kilometre güneyine değin çekilmişti. Bunda hiçbir sakınca görmedik. Savunma çizgilerimiz yer yer kırılıyordu. Ama kırılan her bölüm, en yakın yerde yeniden oluşturuluyordu. Bunun için yurt savunmasını başka türlü anlatmayı ve bunda diretip üstelemeyi yararlı ve etkili buldum.

Dedim ki: Savunma çizgisi yoktur, savunma alanı vardır. O alan bütün yurttur. Yurdun her karış toprağı yurttaşın kanıyla ıslanmadıkça düşmana bırakılamaz. Onun için küçük, büyük, her birlik bulunduğu yerden atılabilir; ama küçük, büyük, her birlik ilk durabildiği noktada yeniden düşmana karşı cephe kurup savaşı sürdürür.

İşte ordumuzun her bireyi, bu kurala göre, her adımda en büyük özveriyi gösterdi ve üstün düşman güçlerini yok ederek, yıpratarak, sonunda onu saldırıyı sürdüremeyecek bir duruma düşürdü. Savaş durumunun bu aşamasını sezinler sezinlemez, hemen karşı saldırıya geçtik. Yunan ordusu yenildi ve geri çekilmek zorunda kaldı.

13 Eylül 1921 günü Sakarya Irmağının doğusunda düşman ordusundan hiçbir iz kalmadı. Böylece 23 Ağustostan 13 Eylüle değin yirmi iki gün, yirmi iki gece aralıksız süren Büyük ve Kanlı Sakarya Savaşı, yeni Türk devletinin tarihine, dünya tarihinde pek az olan büyük bir meydan savaşı örneği yazdı.

Bilirsiniz ki savaş ve çarpışma demek, yalnız iki ordunun değil, iki ulusun bütün maddi ve manevi güçleriyle karşılaşıp birbiriyle vuruşması demektir. Bunun için Türk ulusunu, düşüncesi ve duygusuyla, cephedeki ordu kadar savaşla doğrudan doğruya ilgilendirmeliydim.

Yalnız düşman karşısında olanlar değil, köyde, evinde, tarlasında olan bütün ulus bireyleri, silahla vuruşan savaşçı gibi kendini görevli bilecek, bütün varlığını savaşa verecekti.

Bütün maddi ve manevi varlığını yurt savunmasına adamakta ağır davranıp özen göstermeyen uluslar, savaşı ve çarpışmayı gerçekten göze almış ve başaracaklarına inanmış sayılamazlar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder