Elektrik elektronik eğitimi ile ilgili bilgiler, kitap özetleri, kitap sınav soruları ve eğitime dair her şey
Sayfalar
▼
25 Ağustos 2019 Pazar
Ömer Seyfettin Hikayeleri - Dünyanın Düzeni
Hikayenin Adı : Dünyanın Düzeni
Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin
(Bir genç kızın hatıra defterinden kopya edilmiştir.)
Bir ay geçmeden fikrim değişti. Amma öyle yavaş yavaş değil... Birdenbire! Bugün anneme hak veriyorum. Dünyanın düzeni bozulmayacak! Ben de her kız gibi mutlaka bir kocaya varmalıyım. Hani kesin kararım? Gülmekten katılıyorum:
— İstemem, istemem, kocaya varmayacağım!
— Niçin?
— Niçinse niçin... İstemem, istemiyorum!
— ?..
— !..
Acaba bu densizliklerime gerçekten inanıyorlar mıydı? Deli gibi kalk, zavallı horozu öldür, sonra erkeklerin doğası, temel olarak bu hayvana benziyor diye, ölünceye kadar kocaya varmaktan vazgeç... Olur iş değil... Ben gerçekten biraz şey... Haydi neyse, söylemeyeyim!
Fikrimin birdenbire değişmesine yine bu öldürdüğüm horozun hayali neden oldu... Önceki gece müthiş bir kabus gördüm. Kabus ile rüya arasındaki farkı bilirim. Rüyada insan serbesttir. İstediği gibi hareket edebilir. Bir dereceye kadar iradesine sahiptir. Fakat kabus! İnsan kımıldayamaz. Ağzını açamaz. Sesini çıkaramaz. Benim geçirdiğim kabus, rüyayla karışıktı. Horozu karyolamın ayak ucuna konmuş gördüm. Ağzında peynir topacı gibi bir şey tutuyordu. Dikkat ettim. Sırtına vurup öldürdüğüm taş... Bunu kaldırdı, üzerime fırlattı. Korkunç bir gürültü... Sanki bir dağ yıkıldı. Haykırmak istedim. O da mümkün değil. Horozun gözleri ateşten bir mercan gibi kıpkırmızı parlıyordu. Keskin keskin, uzun uzun öttü. Her ötüşünde titriyordum. Sonra tıpkı bir insan gibi kalın sesli, gürbüz bir savaşçı gibi, eski bir şövalye gibi bana sordu:
— Neden beni öldürdün?
"Ben öldürmedim!" diyecektim, dilimi oynatamadım, korkudan donmuş, taş olmuştum. Fakat o benim aklımda geçen cevabı işitti.
— İnkar etme!, dedi. İşte haberim olmadan sırtıma attığın taş! Fakat neden beni öldürdün?
Cevap veremiyordum. Karşımdaki büyüyor, büyüyor, adeta bir dev halini alıyordu. Hiddetle söylenirken oynattığı kanatları o kadar muhteşem, o kadar iriydi ki... Hemen hemen tavanı kaplıyordu. Kabarık göğsündeki parlak kıvılcımlı tüyleri, altından bir zırh gibiydi. Sivri gagasından kelimeler çıkarken sanki birer ok oluyordu. Üzerime atılacakmış gibi çırpınarak, kanatlarını çırparak laflar söylemeye başladı. Demir pençelerinin altında karyolam zangırdıyor, sanki bir zelzele her tarafı sarsıyordu.
— Neden beni öldürdün?
— . . . . . .
— Susuyorsun işte, hain kız! Sen benim güzelliğimi çekemedin. Gördün ki, ben miskin tavukların hepsinden güzelim! Altın mantom var! Güneşten parlak gözlerim var! Aslandan kuvvetliyim! Kümesin beyi, efendisi, kralıyım...
Söylerken sanki insanlaşıyor, çizmeli, tuğlu, sorguçlu, miğferli bir savaşçı oluyor; bu sorguçlar, miğferler, silahlar, kalkanlar, kılıçlar eriyerek tüy, kanat, gaga, ibik, mahmuz haline giriyordu. Fakat bu gaga, bu kanatlar, bu ibik, bu mahmuzlar; kılıçlardan, kalkanlardan pek çok korkunçtu. Evet, bu güzel, gayet güzel bir ejderhaydı. Ben, hârelene hârelene karşımda değişmesine bakarken susmuyor, yine söyleniyordu:
— ... Büyükleri küçükler, zenginleri fakirler, kuvvetlileri zayıflar, güzelleri çirkinler çekemezler. Sen de benim güzelliğimi çekemedin. Sen çirkindin, ben güzeldim.
— Hayır, hayır, senin güzelliğinin önemi yok! Ben zavallı tavuklara ettiğin zulümlere kızdım, diye haykıracaktım. Sesim çıkmadı. Ama zihnimden geçen cevabı o yine işitti:
— Tavuklara zulüm mü? Hay aptal kız hay!... diye tıpkı bir insan kahkahasıyla odayı çınlattı. Tavuklara zulüm ha... Bu zulüm, tavuklara lütuftur. Nimettir. Lezzettir. Onlar dövüldükçe sevinirler. Gagalandıkça neşeleri artar, benim gözlerimin önünde birbirleriyle ne kavga, ne gevezelik edebilirler. Ben olmadım mı yumurtlamayı filan bırakırlar. Hepsi iğrenç birer obur kesilirler. Bir solucan, bir böcek için onu, yirmisi boğuşmaya başlar. Ne vuran, ne döven, ne dayak yiyen, ne bulunmuş şeyi kapan bellidir. Yani bir curcuna... Ama boğazları doydu mu, yine hepsi umutsuz olur. Birer köşeye çekilir, pineklerler.
— Fakat rahat ederler, demek istedim.
— Rahat ne demek. Tembellik, miskinlik! Uyanık uyumak! Diriyken ölmek değil mi? Rahat, rahat! Yorgunluksuz rahat, dünyanın en ağır azabıdır. Tavuklar ben yokken değil, asıl ben varken rahat ederler.
— Hayır, hayır... Hayır işte!, demek istedim.
Güzel ejderhanın gözleri hiddetten tekrar tutuştu, ibiğinden kırmızı alevler çıktı. Mahmuzları çatırdadı; kanatları bir şimşek gibi aydınlıklar saçarak gürledi. Sanki binlerce metreden üzerime atladı. Haykırdım. O zaman kabus bozuldu. Rüya başladı. Bu kocaman horoz saçlarımı yoluyor, üstümü başımı didik didik ediyordu. Kafamı gagasının çift uçlu bir hançer gibi deldiğini, pençelerindeki tırnakların, omuzlarıma, kaburgalarıma saplandığını duyuyordum. Kendimi karyoladan aşağı attım. Kapıya doğru kaçarken beni yine tuttu. Gagasıyla havaya kaldırdı. Tıpkı Pamuk'a yaptığı gibi yere çarptı. Boynumu halıya sürtüyordu. Haykırıyordum. Gece kandili birdenbire sönmüş, oda zifiri karanlık kesilmişti. Ateşten bir canavar gibi yalnız horoz parlıyor, altın kırmızısı alevler duvarlarda uçuşuyordu. Bağırıyordum. Beni öldürüyordu.
. . . . . . . . . . . .
Uyandığım zaman ter içindeydim. Kimbilir ne kadar çırpınmıştım... Yorgan aşağı düşmüştü. Baş yastığımın bir tanesi göğsümdeydi. Saçlarım dağılmıştı. Hele vücudum... Adeta kımıldayamıyordum. Sanki bütün kemiklerim kırılmış... Fakat ne tatlı, ne hoş, ne ruhsal bir ıstırap, Yarabbi! Bu korkunç rüyaya tekrar dönmek olasılığı olduğunu bilseydim, hemen gözlerimi kapayacaktım. Gerçekten, acının, korkunun, zulüm görmenin, dayak yemenin, gagalanmanın, didiklenmenin pek başka bir lezzeti var! Mazlumun duyduğu bir lezzet ki, zalim bunu hayalinde bile canlandıramaz... İstemeye istemeye, altüst olmuş yataktan kalktım. Aşağı inerken balkona saptım. Dirseğimi kenara dayadım, dalgın dalgın bahçenin perişan haline bakmaya başladım. Burası tamamıyla bir harabeydi. Ne zamandan beri tavuklar yumurtayı kesmişlerdi. Duvar diplerinde kötürüm gibi yatıyorlar, daha henüz sabah olduğu halde sanki uyukluyorlardı. Sebepsiz bir üzüntü, bir keder... Bir soğukluk! Bir ölüm soğukluğu! İçimden,
— Demek eski şen hayat, eski gürültü, eski hareket hep horozdanmış, dedim.
Zihnimle beraber anılarım da açıldı. Kümesin bir aylık tarihini aklımdan geçirdim. Tavukların düzeni gerçekten bozulmuştu. Zamanla kümese girmiyorlardı. Horoz sağken dövüşmezlerdi. Şimdi birbirlerinin gözlerini oyuyorlardı. Bunlara bir baş, bir efendi, bir kral lazımdı. İşte kümes horozsuz kaldı mı, perişan oluyordu. Ben, sözde tavukları semirtmek için zavallı efendilerini öldürmüştüm. Halbuki onun zulmü, aynı lütufmuş!
Biraz semirdiler... Ama hepsi son derece arsız, yüzsüz, hırsız, tembel oldu. Yumurtlamak kalktı. Gıt gıdak sesleri kesildi, "Yarın mutlaka bir horoz bulmalıyım" diyordum. Yine dayak, gürültü, hareket başlayınca, bu sersem, bu dağınık hayvancıklar bir yere toplanacaklar; uykuyu, uyuklamayı, pineklemeyi bırakıp güzel güzel yumurtlamaya, civciv çıkarmaya koyulacaklardı. Hayat da yani mutluluk da bundan başka bir şey miydi?
— Ne yapıyorsun orda?
. . . . . . . . . . . .
Başımı çevirdim, annem....
— Üşüyeceksin, böyle çırçıplak! Sabah rüzgarına karşı.. dedi.
— Şey...
— Ne?
— Düşünüyordum ki?
— Ne düşünüyordun?
— Kümesin düzenini bozmak olmayacak!
— Ne demek bu, diye hayretle yüzüme baktı.
Açıkladım:
— Bir horoz lazım anne! Tavuklar, işte bir aydır yumurtayı kestiler. Şu rezalete bakın, yatalak gibi uzanmışlar. Hepsinin gözleri bahçe kapısında... Yemden başka bir şey bilmiyorlar.
Annem,
— Pekala! Babana söyler aldırırız bir tane, dedi. Ama üşüyeceksin. Çabuk haydi içeri gir, arkana bir şey al.
. . . . . . . . . . . . . . .
Arkama bir şey almak mı? Asla! Hararetten yanıyor, tutuşuyordum. Sabahki kabus beni ateş içinde bırakmıştı. Hâlâ, evet hâlâ saçlarımın dibi, alnım ter taneleriyle sırılsıklamdı. Balkondan içeri girdim. Yukarı giderken kendimi tutamadım. Anneme döndüm:
— Yalnız kümesin düzenini değil, başka düzenleri de bozmamalı!, dedim.
Annem anlamadı. Yüzüme dikkatli dikkatli baktı.
— . . . . . . . .
— Dünyanın düzenini de bozmaya gelmez, diye bir kahkaha attım.
Yukarı kaçtım. Şüphesiz ne demek istediğimi anladı. Şüphesiz, arkamdan, "Deli kız! Deli kız!" diye gülümsedi. Şüphesiz, ince uzun kaşlarını yukarıya kaldırarak , ukalalık edeceği zamanlar yaptığı gibi yavaş yavaş başını salladı! Evet, dünyanın düzenini bozmaya gelmeyecek. Yani... Yani işte, işte... Horozsuz kümes, mezarlığa benziyor vesselam!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder