31 Ağustos 2019 Cumartesi

Bir Şeftali Bin Şeftali (Samed Behrengi) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Bir Şeftali Bin Şeftali

Kitabın Yazarı : Samed Behrengi

Kitap Özeti :

Köylerden bir köy vardı. O köyün başlıca sorunu susuzluk ve yoksulluktu. Fakat köyün hemen yamacında uçsuz bucaksız bir bahçe vardı. Bu bahçede bol meyveli ağaçlar vardı. Tam ortasından gürül gürül akan bir dere geçiyordu.

Birkaç yıl önce köyün sahibi olan ağa, köyün tüm topraklarını köylü ailelere paylaştırıp satmıştı. Bol meyveli bahçeyi ise kendine ayırmıştı. Satılan topraklar ağaçsız, susuzdu. Üstelik bu topraklar taşlık ve kayalıktan ibaretti. Köylüler buralara ancak arpa ve buğday ekebiliyordu.

Bol meyveli bahçede iki şeftali ağacı vardı. Biri çok büyük, öteki küçüktü. Yaprakları,çiçekleri onların kardeş olduklarını gösteriyordu. Büyük şeftali ağacı aşısını olmuştu. Meyve zamanı iri iri, tatlı mı tatlı supsulu şeftaliler dallarda olgunlaşır, hatta ağırlaşan dallar yerlere kadar eğilirdi. Bahçeye bakan bahçıvana göre yabancı bir ülkeden getirtilmişti aşısı. Çok para harcanmıştı. İki şeftali ağacının boyunlarında da birer nazar boncuğu asılıydı.

Küçük şeftali ağacı, her yıl binlerce rengarenk çiçek açar ama bir tane bile olgun meyve vermezdi. Tam meyveye duracağı zaman bütün çiçeklerini dökerdi.

Bahçıvan küçük şeftali ağacına yeni bir aşının iyi geleceğini düşündü. Ama bu yarar sağlamadı. Artık bıkan bahçıvan ağacı korkutmaya karar verdi. Eve gidip testeresini aldı. Karısıyla birlikte şeftali ağacının altına geldiler. Bahçıvan testerenin dişlerini elindeki eğe ile biledi. Karısı heyecanla sarıldı ona, tuttu elini. “ Onu kesersen beni ölmüş bil. Eğer önümüzdeki mevsim de meyve vermezse beraber keseriz. Odun yaparız ve kış gelince ocakta yakar ısınırız.” Dedi.
Ama sonraki mevsim şeftali ağacı yine çiçek açtı ve döktü tüm çiçeklerini.
Neydi bu şeftalinin derdi?

Bu konuşmaları dinleyen küçük ağaç başladı konuşmaya:
- Bahçıvanın sepetinde bir düzine şeftaliydik. Çok güzeldik. Bahçıvan şeftalileri toplar, sepete doldurur kentin yolunu tutardı. Kentte bahçenin sahibi ağa oturuyordu. Ben oraya gitmek istemiyordum. Ağanın kızı şımarıktı. Bir ısırık alıp beni çöpe fırlatacaktı. Ağa biricik kızının ağzı tatlansın diye yurt dışından günübirlik taze portakallar, muzlar, üzümler getirtiyormuş. O mutlu olsun diye her gün taze güller geliyormuş Avrupa’dan. Hekimler, bakıcılar, giyim kuşam, oyuncak ve geziler derken dünyanın parasını döküyormuş.

Oysa Sahip Ali ve Polat öyle mi? Onların sofrasına şimdiye dek meyve girmemiş ki. Annecim bir gün bana “ Benim cici kızım, güneşten sakınma yüzünü. Güneş olmazsa tüm canlılar yok olur.” Dedi. Hep aklımda tutuyorum bu sözü.
… Bahçıvan sepette bizi taşırken, köstebek yuvasına bastı. En üstte ben vardım. Yere düştüm. Bahçıvan fark etmedi. Sepetten düşünce bir yanım ezildi, biraz da öz suyum aktı toprağa. Az sonra atlıkarınca geldi yanıma.

Öz suyumdan koparmak için çok uğraştı, başardı da. Gitti sonra hızlı adımlarla.
Sonra Sahip Ali ve Polat geldi. Onların hiç korkuları yoktu. Bekçinin tüfeğinden bile korkmuyorlardı. Üstlerinden belliydi yoksul oldukları. Giysileri yamalı bohça gibiydi. Yedi sekiz yaşlarında ya var ya yoklardı. Annem olan şeftali ağacına koştular üstümden atlayıp ama orada şeftali bulamadılar, bahçıvan hepsini toplamıştı. Çok sinirlendiler. Bahçeyi yakmaya karar verdiler. Tam önümden geçiyorlardı. Polat’ın yüzü birden acıyla değişti. Ayağına diken batmıştı. Tam dikeni çıkarmak için eğilmişti ki beni gördü. Ellerine alıp okşadılar beni. Çok mutluydum. Onlar beni iştahla yiyeceklerdi.

Havuza kadar dikkatle taşıdılar beni. Havuz, söğüt ve kavak ağaçlarıyla çevriliydi. Bu gölgeliklerden havuz başı oldukça serindi. Suya daldırdılar beni, biraz serinleyip daha güzel olmam için. Orda bile kaybolurum diye bırakmadılar beni. İyice serinlemiştim. Önce Polat açtı ağzını, kocaman bir ısırık aldı. Sahip Ali’de ısırdı. Polat şeftalinin son parçasını da attı ağzına. Sonra havuza girdi onlar. Beni de söğüt ağacının altına bıraktılar.

Köyün sokakları ıssızdı, yoksul köyde gübre kokusu eksik olmazdı. Bir de her yanı kaplayan sinekler. Sahip Ali beni götürürken beline kadar tezeğin içine gömüldü. Ama annesi kızmadı ona. Ahıra girdi. Beni gübre yığınının içine gömdü. Karanlıktı, gübre kokusundan başka bir şey yoktu, soluk alamıyordum. Epey bir süre geçti. Sahip Ali çıkardı beni oradan, üfledi ve sildi.

Polat keçiyi otlatmaya gitmişti. Bulduk onu, beraber bahçenin öbür ucundaki tepenin arkasına ekeceklerdi beni. Kimse görmesin, suya da yakın olsun diye oraya ekeceklerdi. Ektiler, derin bir uykuya daldım kış boyu. İki rüya görmüştüm. Badem çiçeğinin sesi ile uyandım. İlkbaharda uyandım uykumdan, yanımda küçük kökleri olan bir bitki vardı. O kıpırdandıkça ben gıdıklanıyordum. Karınca sürüsü geldi yanıma, kabuğumdan ısırıp diş geçiremeyeceklerini anlayınca bıraktılar. Bir süre sonra filizlendim, sonunda gün ışığına kavuşmuştum.

Gelin gibi badem çiçeğini gördüm. Kökleriyle beni gıdıklayanlar onlarmış. Sonra yanımda ince kökleri olanları gördüm, onlar da papatyalarmış. Çok uzunlardı, bense onların yanında kısacıktım. Sahip Ali ve Polat ‘ta yanıma geldiler. Çok sevinçliydiler. Beni gördükleri için. Sonra sık sık yanıma uğradılar. Bir gün yanıma, sopanın ucunda iri bir yılan ölüsü getirdiler. Kıpkızıl ve parlaktı. Yanımda çukur kazıp yılanı gömdüler. Meğer birkaç sepet gübre değerindeymiş yılan ölüsü.

Zaman geçti, büyüdüm geliştim. Soğuklar başlayınca eski püskü bezlerle ve hasır parçalarıyla sardı çocuklar beni üşümeyeyim diye. Bir gün de irice uzun bir sopa getirdiler. Benim yanıma dik olarak sapladılar. Gövdemi ona bağladılar. İyi ki de bağlamışlar. Çıkan fırtınadan o sopa korudu beni. 3 tane tohumum çıktı, sadece bir tanesi kaldı. Çocuklar ve ben birbirimize çok bağlanmıştık. Onların kardeşi gibi olmuştum ben. Bu yüzden o tohuma bir şey olmasını istemiyordum. Onu çocukların yemesini istiyordum.

Bir gün Polat geldi yanıma yalnızdı. Sahip Ali ölmüş. Bana besin olması için Yılanlı Vadi’ye yılan öldürmeye gitmişler. Orada onu kapkara bir yılan sokmuş. Polat yılanı öldürmüş, kafasını ezmiş ama yılan Sahip Ali’yi sırtından sokmuş. Boncuk Nine, bütün gece başucunda beklemiş, Çeşitli yakılar sürmüş ona. Çeşit çeşit otlardan ilaç yapmış ama hiçbiri fayda etmemiş.

Polat hıçkıra hıçkıra çok ağladı başucumda. Buralarda artık duramayacağını, her yerin ona Sahip Ali’yi hatırlattığını söyledi. Kente gidip bakkallık yapan dayısının yanında çıraklık yapacakmış. Polat giderken tek şeftalimi düşürdüm ayağının önüne. Avuçlarıyla kavradı sevdi onu. Sonra uzaklaştı oradan.

Ben de şeftalilerimi dökmeye karar verdim. Bahçıvan benim yerimi değiştirdi. Ama ben yine aynısını yaptım. O günden bu güne kaç yıl geçti bilmem, hala meyve vermiyorum. Bir tek şeftali bile tadamayacak bahçıvan. Ona boyun eğmeyeceğim. İster korkutsun ister yalvarsın.

Eğitici Tolstoy (Daniel Moulin) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Eğitici Tolstoy

Kitabın Yazarı : Daniel Moulin

Kitabın Özeti :

Daniel Moulin, Tolstoy’un eğitimci yönü üzerine yoğun araştırmaları ve çalışmaları olan bir akademisyen. Tolstoy’un “eğitsel düşünce biçiminin kapsamlı bir açıklamasını yapmayı ve bunu, onun edebi ve diğer yazılarıyla ilişkilendirmeyi” hedefleyerek “Eğitici Tolstoy” kitabını yazıyor.

Özgün bir biyografi ile başlıyor kitap. Moulin, okuyuculara Tolstoy’un çocukluğundan itibaren yaşadığı eğitim ortamını Rusya eğitim sisteminin çıkmazları eşliğinde veriyor. Sorgulayan, gidişattan hoşnut olmayan bir Tolstoy portresi var karşımızda.

Sanatçı kişiliği ve yapıtlarıyla yaşadığı döneme damgasını vuran Tolstoy, dünyanın en büyük yazarlarından sayılır. Yer yer Homeros’un destanlarındaki epik yapıyı anımsatan bir üsluba ulaşır. Eserlerinde insanlığın çeşitli meselelerine dokunan Tolstoy’un dünya ölçüsünde bir sanat ve fikir değeri vardır. Kendi ülkesinin toplumsal, siyasal çalkantılarını, halkın yaradılışını, yaşayışını gerçekten büyük bir ustalıkla yansıtmıştır. Gerçekçi edebiyatın en büyük temsilcilerinden biri olduğu kadar, bir filozof ve eğitimci olarak da ün kazanmıştır. Amacı ahlaksal bir yaşam felsefesinin yapıtları aracılığıyla yükseltilmesi ya da belirlenmesidir. Yine de tüm yapıtlarında inişli çıkışlı yaşamının etkileri görülür.

Çarlık Rusya Eğitim Bakanlığı’ndaki hükümet yetkililerinin Tolstoy’un eğitim uygulamaları ve yayınlarına gösterdiği düşmanlığa rağmen, Tolstoy bir yenilikçiydi. Amerika ve başka yerlerdeki deneysel okullar, Tolstoy’un kendi deneyimlerini aktardığı raporlarından o günden bugüne oldukça yararlanmışlardır. Tolstoy’un pedagojik makaleleri, bu okulların düşünsel niteliklerini belirlemesinin yanı sıra Tolstoy’un ruhsal yeniden doğuşundan sonra denediği dini ve felsefik yazıların çok büyük bir kısmını biçimlendirir. Tolstoy, eğitim çalışmalarını edebî eserlerinin çok üstünde tutmuştur. Bundan dolayı da onun eğitime verdiği katkının bir kez daha değerlendirilmesi çok önemlidir.

Eğitim-öğretim ve yetiştirme kavramı ilk kez ciddi olarak Tolstoy tarafından sorgulanır. Tolstoy insanın belirli klişelere göre biçimlendirilmesi anlamındaki eğitimi verimsiz ve olanaksız olarak nitelemiştir. Eğitim yerine kültür kavramını koymuş ve eğitim-kültür arasındaki farkı zorlama olarak belirtmiştir. Öğrenme eğitim değil, kültür süreci olmalıdır. Tolstoy düşüncelerini yaymak için çıkardığı Yaysana Polyana adlı dergide “Öğretimde tek bir ölçüt olduğunu kabul edelim: özgürlük” diyordu. Tolstoy okulun öğrencilerin özel ihtiyaçlarına uyarlanması ilkesine uygun olarak kendi okulunun başkaları için belki de en kötü örnek olabileceğini kabul etmeye hazırdı. Bu ilke “tek bir en iyi yoktur” ifadesiyle günümüzdeki alternatif eğitimin de temel ilkelerinden biridir. Tolstoy’un çocukların ihtiyaçlarını temel alan bu liberter yaklaşımı, 20. yy da “özgür okulların” gelişimini de büyük ölçüde etkilemiştir.

Tolstoy’un çocukluğundan itibaren yaşadığı eğitim ortamını Rusya eğitim sisteminin çıkmazları eşliğinde veriyor. Sorgulayan, gidişattan hoşnut olmayan bir Tolstoy portresi var karşımızda. Tolstoy’un eğitim ile ilgili ilk değerlendirmeleri yaşadığı dönemin eğitim anlayışını eleştirisi ile başlar. Nitekim Tolstoy bu doğrultuda üniversite öğrenimini kendisine bir şey kazandırmadığı gerekçesi ile yarıda bırakmıştır. Dönemin eğitim sistemi onun anlayışı işe örtüşmemişti. Dolayısıyla Tolstoy’un o yıllardan itibaren zihnini meşgul eden eğitim üzerine düşünmesini sağlayan sorular kendiliğinden belirivermişti.

Eğitim nasıl olmalı?

Bireyin ihtiyaçlarına cevap verebilecek bir eğitimin amaçları ve içeriği nasıl belirlenmeliydi?

Tolstoy eğitimin ücretsiz ve gönüllü olması gerektiğine inanırdı. Çocuklar öğrenmeye kendi rızalarıyla gelmeliydiler, zira eğer eğitim iyi bir şey ise, soludukları hava kadar gerekli görülmeliydi (Simmons,1968: 3).

Her şeyden önce Tolstoy, kiliselerde verilen dini eğitimine karşı. Aslında kiliselerde verilen dine de karşı olduğunu sıklıkla dile getirir. Dini öğrenmek için İncil yeter ve o kendisini gerçek bir Hıristiyan olarak niteler. Derslerinde ve yazılarında sıklıkla dini bilgiler vermeye özen gösterir. Hatta tüm dinlerde ortak yan olan ahlak eğitiminin bu sayede çocuğun kişiliğine yerleşebileceğini söyler. Eğitimin en önemli görevlerinden birisini ahlaklı ve dini bilen gençliği yetiştirmek olarak görür.

Tolstoy, devlet tarafından verilen eğitiminde yetersizliğini söyler. Üst tabakadakiler kendi düşüncelerine göre eğitim sistemi planlar ve bunu hiç ilgileri olmadığı halde alt tabakadakilere dayatırlar der. Devlet eliyle dayatılan eğitim, öğrencileri aynı olmaya zorlar ve özgürlüklerini budayarak tek tip insan yetiştirilmesine gidebilir. Bu nedenle eğitim kurumları yerel imkanlarla açılmalı, halkın temel gereksinimlerine göre müfredatı belirlenmelidir. Okullar birbirlerinin kopyası gibi çalışır bu nedenle geçmişe dönüktür. Yenilenme azdır. Okulun görevi “hayatın insana yönelttiği soruları yanıtlamasını” sağlamaktır. Buna göre yapılandırılmalı ve gereksiz bilgi vermekten kaçınılmalıdır. Eğitim müfredatı mutlaka öğretmen ve öğrenciler tarafından yerel koşullara göre belirlenmelidir. Tolstoy’un okulunda her Pazar öğretmenler ne anlatacaklarının planlamasını özgürce yapabilmekteler. Öğretmeni bağlayan bir müfredata karşıdır. Bizler gelecek nesillerin nasıl bir eğitime ihtiyaç duyduğunu bilemeyiz. Bu nedenle geçmiş bilgileri vererek yapılan eğitim ,bir yarar sağlamaz. Her neslin eğitim ihtiyaçları farklıdır. Eğitimde sürekli yenilenme şarttır.

Bireysel özgürlüğü yöntem olarak benimsedi ve eğitimde okulların değil, hayatın belirleyici olduğu sonucuna vardı. Bütün zorlayıcı yöntemleri kaldırdı ve öğrencilerin kendi yöntemlerini geliştirmelerine izin verdi. Okulu terk etmek ve okula kaydolmak tamamen serbestti. Sınavlar, ödüllendirme ve cezalandırma sistemi yoktu. Eğitimin başlıca görevi, çocuklara olabildiğince az şey öğretmek ve onların bütün insanların eşit ve kardeş olduğunu fark etmelerini sağlamaktı. Öğrencileri okul içerisinde kısıtlayan ve zorlayan baskıcı eğitimin ve öğretmenin bir şey kazandırmayacağını savunur. Öğrencilere azarlayan ,baskı kuran eğitime karşıdır.

Görüldüğü gibi Tolstoy’un düşünceleri sadece yaşadığı dönemin meselelerine seslenen bir kısırlığa sahip değil. Günümüz eğitim sorunları düşünüldüğünde eğitici Tolstoy’un merkeze aldığı her konu ve çözüm önerileri bugün için de geçerlidir.

İdeallerini gerçekleştirmek istediği bir merkez kurmanın ardına düşüyor Tolstoy. Avrupa ülkelerine giderek oradaki eğitim sistemini araştırıyor. Birçoğunda da istediği idealleri bulamıyor. Kendi okulunda kendi sistemiyle öğrenci yetiştiriyor böylece.

Hiç şüphesiz ki 1857 ve 1860’daki Avrupa gezilerinin ve okul ziyaretlerinin, O’nun görüş ufkunu açtığı söylenebilir. Bu gözlemleri sonucunda “Bir insanın eğitimindeki temel rol, okullar tarafından değil, hayat ya da sokak tarafından oynanmaktadır.” görüşü bugün de üzerinde düşünülmesi gereken bir görüştür. Jean Jacques Rousseau’nun 1762’de yazdığı ve çağdaş eğitimin manifestosu olarak kabul edilen Emile adlı eserin izlerini Tolstoy da görmek mümkündür.

Üniversiteler hakkında da kendi yaşantısını ortaya koyarak tespitleri var Tolstoy’un. Önce Doğu dilleri ve hukuk okumak için üniversiteye giren Tolstoy, mezun olmadan ayrıldığı üniversitelerin durumunu öyle ifadelerle anlatır ki aradan geçen uzun yıllara rağmen birçok şeyin değişmediğini görmek ne hazin bir tablo.

“Bu tapınaktan biraz bilgi sahibi, faydalı insanlar olarak çıkacağımızı… farz etmeye hakkınız yok. Aslında bu üniversiteden ne alıp götürüyoruz, neye hazırlanıyoruz?” diye soruyor Tolstoy. Gerçekleştirilmek istenen özgür düşüncelerin üniversite hocaları tarafından engellenmesi sorunu, aslında sadece geçmiş dönemin gelenekçi kafası ile ilgili bir sorun değil. Tolstoy, Gençlik adlı eserinde üniversite eğitimi üzerinde duruyor. Üniversite eğitiminin bir şey kazandırmadığını, öğrencilerin her türlü ahlaksızlığı orada öğrendikleri, zararlı alışkanlıklar kazandıklarını, hocaların anlatıp geçtiğini ve verim alınamadığını söyler. Üniversiteye gitmektense hangi konuyu merak ediyorsan bir kütüphaneye gidilmesini ve araştırılmasını tavsiye eder.

Sınav sisteminden başlayıp müfredatlara kadar uzanan bir çizgide yapıyor değerlendirmelerini. Öğrenciler, doğuştan öğrenmeye yatkındır ancak her verilen, değil. Ancak ihtiyacı ve ilgisi olan verilmelidir. Sınavlarda sorulan az sayıda soruyla bir ölçme yapılamayacağını, müfettişlerin bir derse girerek öğrenci ve öğretmeni değerlendiremeyeceklerini savunur. Uzun zamanı birlikte geçirirlerse ancak o zaman müfettiş ve öğretmen öğrencinin ne bildiğini anlayabilir. Sınavlar; eğitime engeldir, gerçek bilgi ölçülemez, sınırlıdır, aldatmacadır der.

Tolstoy’un eğitsel düşüncesinin temelini oluşturan iki kavramı akıllardan çıkarmamak gerek: “Ne öğreteceğimi nasıl bileceğim ve nasıl öğreteceğim?”. Bu soruyu öğretmen kedisine sürekli olarak sormalıdır. Eğitim camiasının içinde yer alan herkes bu sözü sürekli dillendirerek hayatına uygulamaya başlasa, sorun denen birçok çıkmazdan da kolaylıkla kurtulmuş olacağız. Ezberci eğitimi hem öğrenci için hem de öğretmen için bir çıkmaz olarak gören Tolstoy’un ne kadar haklı olduğunu yaşayarak görüyoruz. Tolstoy’un öğretmeni sürekli olarak yeniliklere açık ve öğrenmeye açık olmalıdır. Öğretmen nasıl bir eğitim izlemesi gerektiğini bilmeli ve sürekli olarak başarısızlık durumunda yenilemelidir. Öğretmenler iyi bildikleri ve sevdikleri konuları anlatmakta daha verimli olurlar. Öğretmenler, dersi işlerken kendi yöntemlerini yenileyerek uygulamalı ve kimse ona karışmamalıdır. Tolstoy, ezber gerektiren derslerin öğrencilerce fazla sevilmediğini bu nedenle öğretmenlerin buna uygun yöntem geliştirmelerini ister.

Tolstoy, eğitim ve kültür kavramlarının ilişkisini irdelemiştir. Eğitim bir toplumda o toplumun kültür özelliklerini taşıyan ve belirli niteliklere sahip bir birey yetiştirmek midir? Yoksa bireyi belirli bir muhakeme seviyesine ulaştırarak önüne seçenekleri sunmak ve bu doğrultuda karar verme, kendini tanımlama fırsatı sunmak mıdır? Aslında bu sorular eğitim dünyasının önemli ikilemlerinden birini oluşturmaktadır. Bu ikileme Tolstoy’un yaklaşımı ise eğitim ve kültür kavramlarının içeriğini değerlendirerek yeniden tanımlamak olmuştur. Tolstoy eğitim kavramının yerine kültür kavramını koyarak meseleyi çözdü. Kültür, eğitim, öğrenim ve öğretim kavramları arasında açık bir ayrım yapılması gerektiğini ileri sürdü. Kültür, bireyin karakterini biçimlendiren tüm toplumsal güçlerin toplamı olarak tanımlanıyordu. Eğitim insanlara özel bir karakter tipi ve alışkanlık vermeye yönelik bilinçli bir girişimdi. Tolstoy’un sözleriyle: “Eğitim bir insanın başka birini aynı kendi gibi yapma eğilimidir.” Eğitim ile kültür arasındaki fark zorlama idi. “Eğitim kısıtlama altındaki kültürdür. Kültür özgürdür.” Tolstoy öğrenim ve öğretimin hem eğitime hem kültüre bağlı olduğunu ileri sürüyordu. Öğrenim bir kişinin bilgisinin başka birine iletilmesiydi; öğretim ise fiziksel becerilerin öğrenimi idi. Tolstoy öğretim ve öğrenimin özgür olduklarında kültür araçları olduklarını söylüyordu. “Öğretim öğrenciye mecbur edildiğinde ve öğrenim belirli sınırlar çerçevesinde gerçekleştirildiğinde, yani sadece eğitimcinin gerekli gördüğü konular öğretildiğinde” eğitimin aracıydılar (Spring,1991: 36

Tolstoy’un öğrencilerle iyi, arkadaşça kurulan bir ilişkinin önemine olan inancı, ezberci eğitimin bayağılığı gibi konulara evrensel bir bakış açısı var kitapta. Bir ömre uygulanması gereken düstur da yine Tolstoy’dan geliyor: “Önemli hayat dersleri, okuldaki derslerin dışında öğrenilir. Çocuğun, yetişkinlerle ve diğer çocuklarla olan ilişkileri, oyun oynayışı ve doğadaki deneyimleri bilhassa kıymetlidir.” Eğitim programları ezberci değil, uygulamaya tartışmaya dönük olmalıdır. O okulunda bir atasözü veya kavram üzerinden konuları açıklamaya ve diyalektik metotla dersin daha istekli ve hareketli hale getirilmesini savunur. Klasik anlatım yöntemine karşıdır. Soru cevap ve tartışma yöntemiyle derslerin daha verimli olacağını savunur. Ayrıca öğrencilere tek tek soru sorarak ders işlenmesinin iyi olmayacağını utangaç ve daha az yetenekli olanların derse katılımlarının düşeceğini ve öğretmen-öğrenci arasında ki eşit olmayan güç dengesinin ortaya çıkacağını haklı olarak söyler. Kısaca öğretmen otorite haline gelir ve öğrenciler pasifleşir.

Görüldüğü gibi Tolstoy’un düşünceleri sadece yaşadığı dönemin meselelerine seslenen bir kısırlığa sahip değil. Günümüz eğitim sorunları düşünüldüğünde eğitici Tolstoy’un merkeze aldığı her konu ve çözüm önerileri bugün için de geçerlidir.

Tolstoy; ilk önce kendi evinde, daha sonra projesi büyümeye başlayınca evinin yanındaki binalarda kurduğu okullar olan Yasyana Polyana’da öğretmenlik yapıyor. Bu okulun açılış gününü bir hikâye formatında tasvir ediyor yazar. Gözümüzün önünde canlanıyor o muhteşem sahne. Bahçeli bir ev, yirmi iki çiftçi çocuğu en güzel kıyafetleri ile okulun bahçesinde toplanıyor. Çocukların arasında dolaşıyor Tolstoy. Çocuklara okumayı isteyip istemediklerini sorarak dolaşan büyük yazar ve öğretmen Tolstoy. Ertesi gün ilk derse giriyor ve çocuklara Rus alfabesi çalıştırıyor.

Tolstoy’un eğitsel düşüncesinin temelini oluşturan iki kavramı akıllardan çıkarmamak gerek: “Ne öğreteceğimi nasıl bileceğim ve nasıl öğreteceğim?” Eğitim camiasının içinde yer alan herkes bu sözü sürekli dillendirerek hayatına uygulamaya başlasa, sorun denen birçok çıkmazdan da kolaylıkla kurtulmuş olacağız. Ezberci eğitimi hem öğrenci için hem de öğretmen için bir çıkmaz olarak gören Tolstoy’un ne kadar haklı olduğunu yaşayarak görüyoruz.

Kitaptan alıntılar

“Tek bir en iyi yoktur.”

“Öğretimde tek bir ölçüt olduğunu kabul edelim: özgürlük.”

“Bir insanın eğitimindeki temel rol, okullar tarafından değil, hayat ya da sokak tarafından oynanmaktadır.”

“Eğitim bir insanın başka birini aynı kendi gibi yapma eğilimidir.”

“Eğitim kısıtlama altındaki kültürdür. Kültür özgürdür.”

“Çocuk, doğal bir şekilde öğrenmesi için kendi haline bırakılmalı. Bir çocuğun tecrübe ettiği istemler, o çocuğun gelişimi için gerekli olan şeyle örtüşür.”

“Ne öğreteceğimi nasıl bileceğim ve nasıl öğreteceğim?”

“Daha az okuyun, daha az çalışın fakat daha çok düşünün”

“Öğretmenin görevi öğrencilere öğrenme sürecini kolaylaştıracak bir dizi öğrenme yaklaşımları ve stratejileri sunmaktır”

Türkiye’nin Maarif Davası (Nurettin Topçu) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Türkiye’nin Maarif Davası

Kitabın Yazarı : Nurettin Topçu

Kitabın Özeti :

BEKLENEN GENÇLİK:

Yazar Nurettin Topçu aklındaki gençlik tahayyülünü Beklenen Gençlik yazısında açıklamaktadır. Yazara Topçu göre gençliğin bitmeyen enerjisi ile milletler mutlaka medeniyet yolunda ilerleyeceklerdir. Yeter ki gençliğe bir hayat aşısı verilsin. Gençliğe verilecek hayat aşısını yapma görevi de eğitim sisteminindir. İşte geleceği kurtaracak olan neslin yetişmesinde eğitim ve öğretmenin önemini çok büyüktür. Gençlik geleceğin tohumudur. Her devrin gençliği kendi enerjisini harcadığı alemde yaşamaktadır.

Yazar bu bölümde Peygamber Efendimiz dönemindeki gençlik ile Osmanlı dönemi gençliği arasında benzetmeler yapmaktadır. Her asırda genler ve genliğin eğitimi önemli olmuştur.

MİLLET MAARİFİ:

Milletin kültürünü eğitim oluşturur, bu kültürün yaşamasını ve gelecek kuşaklara aktarılmasını da eğitim sağlar. Eğitim milleti ayakta tutan en önemli dayanaklardan biridir. Eğitime önem veren milletler gelişip kalkınırken, ona gereken ehemmiyeti göstermeyen devletler zayıflayıp çökmeye mahkumdurlar. Eğitim milletin tarih şuurunu canlı tutup, onun varlığını devam ettirmesini de sağlar; bunun tam tersine de sebep olarak milletin yok olup gitmesine de sebep olabilir. Yazar ülkemizde uygulanan eğitim sisteminin milli olmasının gereklerini anlatmaktadır.

Türk diline sahip çıkılması önemli bir iştir. Türkçenin yabancı dillerin etkisine tamamen açık halde olmasının önüne geçilmesi gerekmektedir.

Ancak bu uğurda yapılan çalışmaların genelde Türkçenin zarar görmesine sebep olmuştur.

Günümüz batı kültürünün ağırlık merkezi, hikmet ve felsefe, sanat ve edebiyat değildir, fizik ve kimya ilimlerini kendisine hizmetkâr yapan büyük tekniktir.

Türk-İslam dünyasında bilimsel gelişmeler 10. asırda önemli boyutlara ulaşmıştı. Bağdat külliyesindeki çalışmalar önemlidir.

MEKTEP:

Mektepler (okul) öğrenme yeridir. Ancak öğrenme sadece okulda gerçekleşmez. Hayat ta insan çok şey öğretir. Yazar mektebi çıraklık yerine benzetir. Okulu bir tezgaha benzetir. O tezgâhta usta yapar, çırak tekrarlar. Usta verir, çırak alır. Alınmamış, benimsenmemiş, benliğe mal edilmemiş bir ders, iyi bir ders sayılmaz. Mektepte alınan ders, ya bir tasavvurdur, hayale mal edilir; ya da bir aşktır, kalbe doldurulur. Bunlardan biri halinde benliğimize, girmeyip sadece hafızada, şuurun dışına asılı bir küfe yük halinde duran bilgiler verici öğretim, faydasız ve manasızdır. Bir takım formülleri sadece ezberleten muallim, benliğimizi iktidarından her gün bir parçasını yok etmektedir. İyi üstat, dışımızda yaşananı içimizde hayat yapabilen muallimdir. En iyi muallim, en büyük üstat şüphesiz ki hayattır. Ancak, ondan ders almasını bilmeyenler için muhtaç olduğumuz muallimler, hayatla benlimiz arasında köprü kurmuş bize daha yakından ve kendi dilimizle öğretici unsurlardır.

Yazar dini de bir mektebe benzetir ve “Dinin de bir mektep olduğunda şüphe yoktur. Dindar adam, her an sonsuzluğun huzurunda bulunan ve her hareketi için ondan gelecek emri dinleyen, bu emri vicdanında ve onunla birlikte cemaatin vicdanı olan kitapta arayan adamdır. Hayat kaideleriyle yaşayan adamdır. Onun başkalarıyla münasebeti, alış verişi, vazifeleri ifası, hatta halk içinde dolaşması, oturup kalkması, bir takım ulvi kaidelerle yapılmaktadır. Kaidesiz, gelişigüzel yaşayıp gidense dinsizlerdir.” der.

MUALLİM:

Muallim (öğretmen) toplumun şekillenmesinde ve ilerlemesinde oldukça önemli bir görev üstlenir. Bireylerin kişisel olarak yetişmesinde de toplumların eğitilmesinde de öğretmenler son derece etkileyicidirler.

Yazarın öğretmenlere söylediği en etkileyici söz; “Tahammülsüzlüğün, şikâyetin başladığı yerde muallimlik davası biter. Muallim, daima muvaffakiyetsizliğinin, zaaflarının sebebini arayarak kendini düzeltmeye çalışmalıdır. Gandi, talebelerinde hata görürse, bunun sebebinin nefsindeki kifayetsizlik olduğunu kabul ederek oruç tutuyordu. Muallim, kaderinin karşısına çıkardığı engellerle mücadele ederken sonuna kadar nefsinden fedakârlık yapmayı göze alabilen cesur insandır.”

Yazarımız Nurettin Topçu öğretmenliğe dair bir betimlemesinde;

“Muallimlik sevgi işidir, ruh sevgisidir. Ruhun ulvi olan isteklerine nefsinden her şeyi feda eden sevginin ferdi ulaştırdığı örnek insan mertebesidir. Muallim, hepimizin her an muhtaç olduğu doktordur. İman ve anlayış vasıtaları ile bizi tedavi eder. Ruhlarımıza sunar ve hakikat âleminden haberler verir. Tehdit ve dayakla öğretmek, muallimin işi değildir. Muallim, insan olan varlığımızı alır, ona sonsuzluk dünyası olan ruhi hayat istasyonlarında yol alacak kudretin ve değerlerin aşısını yapar. Ruhumuza aşılar yapan doktor olarak muallim, ruh dünyamızın hem duygu, hem bilgi, hem de irade bölgelerinde tedavisini ve aşılarını yapmaya mecburdur. Şayet bunlardan bir kısmı ihmal edilirse ruhi yapı buhran içinde kalır, sayıklar ve kendine gelemez. Duygular sahasında eğitim en küçük yaşta başlayacaktır. Kalbe yapılan ilk aşı, merhamet aşısıdır. Sonra, hemcinsini sevmek ve sevdiği için aldatmamak, ihmal etmemek aşıları yapılır, cemaat sevgisi verir.” der.

MAARİF DAVAMIZ

Yazar Maarifi meydana getiren dört ana unsuru anlatır. Yazara göre bu dört unsur; ders, talebe, muallim ve dar manada öğretim yeri olan mekteptir. Bu dört unsur, mektep denen içtimai müessesenin dört duvarı gibidir. Bu dört duvarın hepsinin de sağlam oluşu ile mektep ve maarif ayakta durur. Dersi, ezbercilik ve nakilcilikten ibaret olan; muallimi, her meslekten alınan; talebesi, hayatın her sahasına benliğini dağıtmış ve şehirlerinde kendi çocuklarına mahsus bir hayat sahası ayırmamış bir cemiyet içinde, henüz mektebinin çehresi bile çizilmemiş olunca orada gerçekten millet mektebi var denebilir mi? Ders, hakikatlerin araştırılmasıdır. Teknik ancak ilimlerin tatbikatı diye ve onlardan sonra ele alınır. Talebe hakikatler peşinde koşmayı meslek edinen insandır, gayesi manevi olgunlaşma olan bir mesleğin insanıdır, mekteplerin diploma müşterisi ve istikbalin mevki dilencisi değildir.

Yazara göre Maarif, yalnız mektepte okutmak ve okuyanlara bir takım bilgiler vermek değildir. O, bir milletin bütün halinde, düşünme ve yaratıcılık sahasında seferber edilmesidir.

Kitabın devamında yazar İlköğretim, Ortaöğretim ve Üniversite eğitimine dair düşüncelerini anlatır. Son olarak da okullarımızda din eğitimi ile ilgili düşünceleri anlatılmaktadır.

Hakikat aşkına sahip insanlar, cemiyetin içinde çoğalmadıkça, hakikat aşkı cemiyet içinde en yüksek ve muhterem yeri tutmadıkça ve hakikatin ihtirası cemaat içerisinde bir umumi cereyan, büyük bir hareket haline gelmedikçe, milli mektep gerçekten var olmayacaktır.

Doğunun Bilgisi Batının Bilimi (Joseph Needham) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Doğunun Bilgisi Batının Bilimi

Kitabın Yazarı : Joseph Needham

Kitabın Özeti :

Doğunun Bilgisi Batının Bilimi kitabında yazar Çin’in kültürel özelliklerini Batı toplumları ile kıyaslayarak bazı sorulara cevap arıyor. Herkesin merak ettiği şu sorunun dolaylı olarak yanıtı var kitapta. Batı’nın Rönesans’ına neden olan kağıt, matbaa ve barut Çin’de bulunduğu halde neden Rönesans Çin’de değil de Batı’da ortaya çıktı? Bu sorunun neden hatalı olduğunu anlatıyor yazar Doğunun Bilgisi Batının Bilimi kitabında. Çin ve Batı tamamen farklı süreçlerden geçerek bugünkü hallerini aldığını anlatıyor. Çin’de asırlardır hakim olan Konfüçyus anlayışının etkilerini ve Çin’in bürokrasi anlayışının onların dilindeki bürokrasi kavramıyla anlaşılması gerektiğini söylüyor.

Kitabın adının Doğunun Bilgisi Batının Bilimi olarak çevrilmesinin bir sebebi var. Yazar bize Çin’in bilimi, Batı’nın geçtiği aşamalardan geçmeden elde ettiğini, öyleyse Batı’nın bilime ulaşmadaki yönteminin evrendeki tek geçerli yöntem olmadığını, yöntemlerden sadece biri olduğunu söylüyor. Batı bilimi sistemli hale gelmeden de Çin’de pek çok alanda bilimsel gelişmeler yaşanmıştı. Bunlar Rönesans öncesinde olmuştu. Üstelik Çin toplumsal yaşam olarak da Batı’nın geçtiği aşamalardan geçmemişti. Batı’da olduğu gibi ciddi bir köle ticareti yoktu mesela.

Aynı şekilde feodalizm de oldukça farklıydı. Çin hem toplumsal olarak hem de bilimsel olarak Batı’dan farklı olduğu halde kendi kültürünü ve bilimini oluşturabilmiştir.

Eski ve orta çağ Çin’inde, tabiatta yaptıkları gözlemlere dayalı çok miktarda bilgi ve teoriler bulunuyordu ve yapılan deneyler sistematik bir biçimde kaydediliyor, sonuçları şaşırtıcı derecede doğru olan ölçümler yapılıyordu.

Çin biliminin öncü Batılı tarihçilerinden olan Joseph Needham şöyle diyor: “Çin medeniyeti, Batıda başlayan bilimsel devrimden önceki on dört yüzyıl boyunca, doğa araştırmalarında ve doğa bilgisini insanlık yararına kullanmada, Avrupalılardan çok daha etkin olmuştu. Daha önce Helenistik çağın fiziksel bilime en büyük katkısının mekanik alanında olduğunu söylemiştik; ama dünya Antik ve Orta Çağ Çin’inde yaşamış, nispeten sessiz zanaatkarlara, kendilerini ifade edebilmiş kuramcılar olmalarına karşın, İskenderiye’li teknisyenlere olduğundan daha fazlasını borçludur. Needham şöyle açıklıyordu: Biz, burada filozoflarla, prenslerle, astronomlarla ya da matematikçilerle, Çin nüfusunun eğitimli kısmıyla değil; zanaatın ve hayvancılığın çok daha az bilinen uğraşılarıyla ilgileniyoruz.

Antik dünyanın başka yerlerine oranla, Çinli zanaatkarlar devlet bürokrasisinin doğrudan kontrolüne daha fazla tabiydi, zira: Neredeyse tüm hanedanlıklarda imparatorluğa ait, gelişmiş üretim atölyeleri ve cephanelikler bulunuyordu, belli bazı dönemlerde de en ileri teknikler, Eski Han Hanedanlığı emrindeki Tuz ve Demir İdaresinde olduğu gibi “kamulaştırılıyordu.” Aynı zamanda hiç kuşkusuz, çağlar boyunca, her zaman sıradan halk arasında, her türlü idareden bağımsız olarak kendileri için ürettikleri büyük miktarda el sanatçılığı her zaman var olmuştu. Needham, Çinlilerin başarılarının sadece teknik olduğu, bu nedenle bilimsel olarak tanımlanmaya layık olmadığı şeklindeki görüşe özellikle karşı çıkmıştır.

Batı’nın Bilgisi Doğunun Bilimi Çin medeniyetini anlamak ve onu Batı ile karşılaştırabilmek açısından önemli. Yazarın son cümlesi olarak kitap şu Latince deyişle bitiyor. Ex oriente lux. Işık Doğu’dan gelir. Eski Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül bu cümleyi bir yurt dışı ziyaretinde kullanmıştı.

Dünya Okulu (Salman Khan) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Dünya Okulu

Kitabın Yazarı : Salman Khan

Kitap Hakkında Bilgi :

Eğitimde fırsat eşitliği için, herkese, her yerde, dünya standartlarında, ücretsiz eğitim. Geleceğin okulları nasıl olacak, eğitim nasıl dönüşecek, öğretmen - öğrenci ilişkisi nasıl yeniden şekillenecek, sınıflarda hangi teknolojik yöntemlerle ders işlenecek? Tüm bu konuların yanı sıra bu kitapta Khan Academy'nin hikayesini de en samimi şekilde kurucusunun kaleminden okuyacaksınız. Khan Academy'nin nasıl teknoloji ve eğitimi bir araya getirerek insan faktörünü ön plana çıkarttığını anlatan "Dünya Okulu", eğitim reformunun geleceğine ışık tutuyor. STFA'nın 1992 yılında kurduğu Bilimsel ve Teknik Yayınları Çeviri Vakfı, 2012 yılında Khan Academy kurucusu Salman Khan ile Khan Academy'nin ilk uluslararası iş ortaklığı anlaşmasını imzaladı. Anlaşma çerçevesinde dünyanın en büyük internet öğrenim platformu Khan Academy Türkçeleştirilerek tüm dünyada Türkçe konuşan herkese ücretsiz olarak sunulmaktadır. Khan Academy Türkçe, Ekim 2014 itibariyle 2 milyon ders vermiştir. Herkese kendi hızında ve kişiselleştirişmiş eğitim anlayışıyla dünya genelindeki eğitim reformunun en önemli paydaşlarından olan Khan Academy'nin sunduğu interaktif alıştırmalar, yönlendirme ve puanlama sistemleri ile öğrenci, öğretmen ve velilere yönelik raporlama gibi gelişmiş özellikler de binlerce eğitim videosu ile birlikte Türkçe olarak kullanıcılarla ücretsiz olarak buluşturulmaktadır. STFA, Khan Academy Türkçe projesi için Milli Eğitim Bakanlığı ile işbirliği protokolü imzalamış olup Fatih Projesi ve Eğitim Bilişim Ağı (EBA) kapsamında ortak çalışmalara devam etmektedir. Khan Academy'nin kurucusu Salman Khan'ın 2012 yılında yazdığı "Dünya Okulu" isimli kitabı, Khan'ın eğitim reformu ve eğitim sisteminin geleceği ile ilgili görüşlerini derlediği vizyon açıcı bir çalışma. Eğitimde fırsat eşitliği için, herkese, her yerde, dünya standartlarında, ücretsiz eğitim.

"Sal Khan'ın eğitim sistemi üzerindeki etkisi hesaplanamayacak kadar büyük."
-Bill Gates-

"Sal'ın Khan Academy'si, kurulduğu 2006'dan beri sunduğu herkesin erişimine açık, özgürlük vadeden online eğitim modeliyle düşüncelerimizi kökten değiştiriyor."
-Al Gore-

"Herkese Bedava Eğitim, Sonsuza Kadar... Khanacademy.org ve Khanacademy.org.tr adreslerini şiddetle tavsiye ederim."
-İsmet Berkan, Hürriyet Gazetesi Yazarı-

"Dünyanın en büyük dersliği Türkiye'de... STFA, her yıl 8 milyon kullanıcının faydalandığı dünyanın en büyük ücretsiz online öğrenim platformu Khan Academy'yi Türkçe'ye kazandırdı."
-Nuran Çakmakçı, Hürriyet Gazetesi Eğitim Yazar-

"Khan Academy Türkçe eğitime büyük katkı yapacak... Geriye kalan, Khan Academy'nin imkanlarından Anadolu'nun en ücra köşesine dahi ulaşarak öğrencileri, öğretmenleri, ebeveynleri haberdar etmek." -Şelale Kadak, Sabah Gazetesi Yazarı-
(Tanıtım Bülteninden)

Kitabın Özeti :

Kitapta eğitimle ilgili ciddi istatistikler, mevcut eğitim sisteminin sorunları, Khan akademinin nasıl kurulduğu ve sağladığı faydalar anlatılıyor. Dünya Okulu, eğitim üzerine yazılmış en ayağı yere basan kitaplardan birisi.

Kitabın basitçe savunduğu konu mevcut eğitim sisteminin verimsizliği ve insanların kendi hızlarında ve başlarına öğrenmelerinin, hem eksiksiz öğrenmeyi sağlayacağını, hem de öğrenmenin daha hızlı ve derin gerçekleşeceğini savunması.

Dünya Okulu’ndan bazı alıntılar:

Öğrencilerin dikkat süreleri üzerine. Belki de yapılması gereken dersin ortasında bir şaka ile sınıfı dağıtıp, sonra tekrar toplamaktır.

“1996’da yayınlanan “Ulusal Öğretme ve Öğrenme Forumu” adlı hakemli dergide yayınlanan makalede iki profesör, dersi dakikalara ayırmış ve öğrencilerin yerleşmek için 3-5 dakikaya ihtiyaç duyduğunu, ardından 10­18 dakikalık odaklanma bölümünün geldiğini saptamışlardır. Bunun devamında öğretmen ne yaparsa yapsın dikkat dağınıklığı yaşanıyordu. 1985’de yapılan bir araştırmada ise, 20 dakikalık bir sonumun ne kadarının hatırda kaldığı sorulduğunda yoğunlukla en çok akılda kalan kısmın ilk 5 dakika olduğu görülmüş ve en az akılda kalan kısmında son 5 dakika olduğu görülmüştür. Günümüze gelindiğinde pek çok araştırma dikkat ile ilgili aynı sonuçları vermesine rağmen halen daha ders sürelerinin neden 1 saat olduğu da düşündürücüdür.”

Eğer yeterli vakit sağlanırsa herkes öğrenir diyen tam öğrenme modeli okullarda uygulanmadığı için, öğrencilerin eksik bilgilerle yeni konularla karşılaşması sorunu var. Matematik gibi konuların birbiriyle yakından ilişkili olan konuların öğrenilmesinde gerçek bir sorun bu. “Öğrencilerin bir konuyu anlamaları test değerlendirmesiyle belirleniyor. Bu değerlendirmelerde genel olarak 75-80 civarında bir puan alan öğrenci başarılı sayılıyor. Ancak öğrenci test sonucunda 95 bile almış olsa %5?lik bir öğrenilememiş bir bölüm ortaya çıkıyor. Öğrencilerde bu %5 öğrenilemeyen bilgi ile bir başka konuya geçiyor ve bu yarım ve eksik öğrenilmiş bilgiler öğrencilerin tam öğrenme için çaba sarf etmelerini ve ilerlemelerini engelliyor. Öğrencinin eksik öğrenmeleri bütün içerisinde Grawyer Peyniri gibi boşlukların ortaya çıkmasına neden oluyor.”

Eğer eğitim uzaktan ücretsiz ve öğretmensiz sağlanabiliyorsa, yani okula gerek yoksa özel okula hiç gerek yoktur.

“Özel eğitime yapılan aşırı ve biraz da isterik harcama hem sağlıksız hem de sürdürülemez, hem de tamamen gereksizdir. Birincisi, benzer demografik özelliklere sahip öğrencileri olan özel okullar ile devlet okulları arasında, alınan sonuçlar açısından belirgin farklar yoktur.”

Balık vermek değil, balık tutmayı öğretmek. Bilgi seviyesinin her geçen gün arttığı günümüz dünyasında çocuk kitaplara ve öğretmenlere mecbur bırakılamaz. Yapılması gereken çocuğun bilgiyi kendi başına, bir rehber olmadan elde edebilme becerisi geliştirmesidir. Özellikle gelecek böylesine belirsizken.

“Duke Üniversitesi Profesörlerinden Cathy N. Davidson (Mac Arthur Vakfı Dijital Medya ve Öğrenme Yarışmaları eş direktörü), dünyada bu yıl ilkokula başlayan çocukların %65’i daha icat edilmemiş işlerde çalışacaktır öngörüsünde bulunuyor. Bu öngörü gayet mümkün görünüyor çünkü 1960?larda ilkokulda okuyan öğrencilerin 1970 ve 1980?lerde en çok istihdam sağlayan kişisel bilgisayar endüstrisinde çalışacağı veya 1980’lerde kimsenin geçimini internet üzerinden sağlayacağına dair bilgi yoktu.10-15 yıl öncesinde bu gelişmelerin hiçbiri öngörülebilir değildi. Kimse bundan 10 yıl sonrasını bilecek kadar zeki değildir. Durum bu kadar şüpheli iken eğitimde önemli olan onlara ne öğrettiğimiz değil, kendi kendilerine öğrenmeyi nasıl öğrenecekleri. Lise beni bağımsız ders çalışmanın ve kendine en uygun hızda öğrenmenin vazgeçilmez önemi konusunda ikna etti ama standart ders anlatımının inanılmaz verimsizliğini; anlamsızlığını ve hatta insanlık dışılığını bana gösteren üniversite oldu.”

Ve dünya bankasına ait endişe verici bir istatistik.

“Dünya bankası tahminlerine göre her gün devlet ilkokullarındaki öğretmenlerin %25’i işe gitmiyor, gidenlerin %50'si ders yapmıyor. Dünyanın değişik bölgelerinde eğitimin en temel ihtiyaçları bile karşılanamaz düzeyde.” Son olarak, uzaktan eğitimin özellikle teorik derslerde sağlayabileceği faydaların yanında birçok eksiği olduğu ortadadır. Bu yüzden yapılması gereken mevcut eğitim sistemine uzaktan eğitimi dahil etmektir. Gelişen teknolojinin eğitimin iyileştirilmesi için aktif olarak kullanılmasıdır. Milli Eğitim Bakanlığı’nın “EBA” adımı bu anlamda çok önemlidir.

Cahil Hoca Zihinsel Özgürleşme Üstüne Beş Ders (Jacques Ranciere) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Cahil Hoca Zihinsel Özgürleşme Üstüne Beş Ders

Kitabın Yazarı : Jacques Ranciere

Kitabın Özeti :

Kitap daha ilk sayfalardan örnek bir olaydan yola çıkarak evrensel eğitimle ilgili önemli bir eleştiri yapıyor. Özgürleştirme ve aptallaştırma kavramlarından yola çıkarak zekaların bir şekilde eşitliğini savunuyor. Yaptığı temel eleştiri şu: Eğer çocuk kitaptaki akıl yürütmeyi anlayamıyorsa, öğreticinin gösterdiği akıl yürütmeyi nasıl anlayacaktır? Ve bu kitaptaki akıl yürütme açıklama ile anlaşılıyorsa bu bir kısır döngüdür ve çocuğa sürekli bir şeylerin açıklanması gerekecektir. Üstelik her açıklama başka bir açıklamayı gerektireceğinden bu iş sonsuza kadar devam edecektir. Öğrenci artık kendi başına öğrenemeyen, öğrenmek için başka bir zekaya ihtiyaç duyan birine dönüşmüştür. Anlaması için kendinden daha çok bilen birilerine ihtiyaç duyacaktır. İşte bu bilgili öğretici ve kendi kendine öğrenemeyen öğrenci arasındaki ilişki aptallaştırmadır. Çünkü birine bir şeyi açıklamak ona kendi başına öğrenemeyeceğini göstermektir. Yazara göre aptallaştırmanın yerini özgürleştirme almalıdır. Bu özgürleştirme işini de ancak cahil bir hoca yapabilir.

Kitabın girişindeki hikayede anlatıldığına göre, bir Fransızca hocası olan ve hiç Felemenkçe bilmeyen bir öğretmenin Hollanda’da hiç Fransızca bilmeyen öğrencilere Fransızca öğretmesi gerekiyor. Birgün kitapçıda Telemak isimli kitabın hem Fransızca hem de Felemenkçe olan bir baskısını buluyor ve çocuklara bunu dağıtıyor. Zaman geçtikçe öğrencilerin, yazarlar kadar iyi Fransızca cümleler kurduğuna tanık oluyor. Evet. Öğrenciler sadece iki kitabı karşılaştırarak Fransızca öğrenmişlerdir ve öğretmenin buna hiçbir katkısı olmamıştır. Kitabın devamında da bu örnek üzerinden gidiliyor. Kitabın iskeleti bu fikir ve olay üzerine kurulu.

Sokratik yöntemi tenkit eden bir yaklaşım bu. Kitapta bunla ilgili şu bölüm var:

“Bilgisini göstermesi aynı zamanda onun kudretsizliğini göstermesi demektir: Köle hiçbir zaman yalnız yürümeyecek tir; dahası, hocanın dersini aydınlatma amacı dışında, kimse ondan yürümesini de istemeyecektir. Sokrates, Menon’un kölesinin şahsında, aslında hep köle kalacak bir köleyi sorguya çekmektedir. Bu nedenle Sokratesçilik aptallaştırmanın kusursuzlaştınlmış bir biçimidir. Her bilgin hoca gibi Sokrates de öğretmek için soru sorar. Oysa bir insanı özgürleştirmek isteyen kişinin ona bilginler gibi de ğil herhangi bir insan gibi soru sorması gerekir, yani öğretmek değil öğrenmek için. Böyle bir şeyi de ancak öğrenciden fazla bilmeyen, ondan önce o yolculuğa çıkmamış olan, cahil hoca yapabilir.

Babamız duasını duymamış, ezberden okuyamayacak çocuk var mıdır? Aranan şey bulunmuştur: Oğluna okumayı öğretmek isteyen yoksul ve cahil baba çaresiz değildir. Çevresinde bu duayı onun için kağıda yazacak iyi niyetli ve okur-yazar biri mutlaka vardır. Bununla birlikte baba veya anne Babamız kelimesini bulmasını isteyerek çocuğunun eğitimine başlayabilir.”

Kitapta halkın aptallaşmasının nedenini, zekasının aşağı olduğunu duyduğu inanç olarak görüyor yazar.

Hatalı gözlem. Herkes içindeki cevherden öylesine emindir ki! Sadece şanssızlık ortaya çıkmasını engellemiştir. Derler ki, Allah herkese akıl dağıtırken, herkes yine kendi aklını beğenip almıştır.

“”Olmaz, yapamam,” der size bilgilenmeye özendirdiğiniz şu cahil, “hepi topu işçiyim ben.” Bu akıl yürütmede bulunan her şeyi doğru anlamak lazım. Evvela “Yapamam” aslında “istemiyorum; niye uğraşayım ki?” demektir. İkincisi: “Yapabilirim tabii, çünkü ben zekiyim, ama işçiyim: Benim gibi insanlar o işi yapamaz, mesela komşum yapamıyor. Ayrıca ne işime yarayacak ki? Sonuçta ben beyinsizlerle çalışıyorum.” Böyle uzar gider eşitsizliğe duyulan inanç.”

Bütün zekaları eşit saymanın olası faydası üzerinde de durmuş yazar:

“Dolayısıyla cahil ve yoksul bir baba çocuklarının öğretimini üstlenebilir. Bu öğretimin ilkesini vermek lazım: Önce bir şey öğrenip her şeyi şu ilkeye göre onunla ilişki/endirrnek gerekir: Bütün zekalar eşittir.”

Son söz: Böyle tek fikre dayalı öneriler tehlikelidir. Özellikle de fikrin faydalı olup olmadığı bilimsel olarak ele alınmamışsa. Yazarın kişinin kendi kendine öğrenmesinin daha faydalı olacağı iddiası kontrole tabi tutulmalıdır. Üstelik tek bir olay üzerinden bunu eğitimin geneline uygulamak saflık olacaktır. Belki kimi durumlarda öğrenciyi kendi başına bırakmak uygundur fakat bu yöntemin işe yaramadığı durumlar da olacaktır. Bu fikrin faydalı olduğu alanlar varsa bile bunlar evrensel eğitim sistemine kaynaştırılamaz mı gerçekten? Kitabı okurken aklıma Hilmi Özkök Paşa’nın “Hayatta en kortuğum şey son anda ortaya çıkan parlak fikirlerdir.” sözü geldi.

Son olarak, Felix Schelling’den bir alıntı.

“Gerçek eğitim eşitsizliği yaratır; bireylerin eşitsizliğini, başarının eşitsizliğini, yeteneğin eşitsizliğini… Dünyada ilerlemenin biricik ölçüsü, sıradan olmak değil eşitsizlik, standardizasyon değil bireysel üstünlüktür.”

Öğretmen (Frank McCourt) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Öğretmen

Kitabın Yazarı : Frank McCourt

Kitap Hakkında Bilgi :

Öğretmen'e övgüler:
"McCourt çocukluğunu geçirdiği İrlanda'nın fakir ortamından çıkıp New York kendi devlet okullarında lise öğretmenliğine yükselişini komik bir bakışla, büyük bir açık kalplilikle ve de usta bir öykücünün mükemmel bir zamanlaması ile dile getiriyor. Öğretmen yalnızca öğretmenlerin değil, lise sınıflarına adım atmış herkesin okuması gereken bir kitap, Tanrı'ya şükür sınavlara girmek zorunda değilsiniz."
- Belly Collins, The Trouble with Poetry and other Poems adlı eserin yazarı-
"Angela'nın Külleri'ndeki kara mizah devam ediyor... Lirik bir ses ve muhteşem bir diyalog düzenleme yeteneği... Öğretmenlik mesleğinin kaybı büyük bir okuyucu kitlesi kazandırdı."
- Kirkus Reviews-
"McCourt otuz yıllık İngilizce öğretmenliğini derin bir saygıyla anıyor... Buhran dönemleri, bağlantılar ve deneyüstü öğelerle bezenmiş bir kitap."
- Elle-
"McCourt hayranları bu kitaba bayılacaklar, ayrıca her öğretmenin ve de politikacıların okuması gereken bir eser."
Publishers Weekly

Kitabın Özeti :

MEB’in eğitimcilere tavsiye ettiği kitaplardan olan Öğretmen Frank McCourt‘ın hayatıyla ilgili anlattığı bazı hikayelerden oluşuyor.

İrlanda asıllı yazar ABD’de uzun yıllar öğretmenlik yaptığı için (ki bu çoğu zaman zorlu okullar) bu hikayelerin büyük çoğunluğu öğretmenlikle ilgili ve bu hikayelerde öğretmenlere faydalı olabilecek bazı bilgiler var.

Kitabın anlattığı hikayeler eğlenceli bir dille anlatılmış ve geneli öğrencilerle iletişim kurmak üzerine. İlk zamanlarında Öğretmen Frank McCourt öğrencilere kendini dinletmeyi beceremez. Bu yüzden sürekli onlara hikayeler anlatır. Bu yüzden velilerle ve oku yöneticisiyle sorunlar yaşar. Kendi içinde de yaptığının doğru ve yanlışlığıyla ilgili vicdan muhasebesi yapar.

Bu anılardan biri öğretmen olarak sınıfa girdiği ilk anla ilgili. Yazara göre öğretmenin sınıfa girdiği ilk an çok önemlidir. Bunun üzerinde birkaç kere duruyor kitapta. Öğrenciler öğretmenler konusunda uzmandır ve öğretmen koltuğuna oturan bir öğretmenin korkak ya da tembel olduğunu düşünürler. Öğretmen masasını öğrencilerle aranda bir engel olarak kullanma. Cesur ol. İlk günüde bir hata yap ve aylarca onu düzeltmeye çalış. Sınıf senin oyun alanın ya da savaş alanın olabilir. Sürekli en arkalara ulaşmaya çalışarak sınıfı kuşat. Eğer kendine bir hat çekersen öğrenciler o hattı geçmeyi deneyeceklerdir. Bu yüzden tüm sınıf alanına hakim olunmalıdır. Öğrencilerin seni nasıl görmekten mutlu olurlar? Her oyun yazarı sana söyleyecektir ki, aktör oturduğunda oyun bitmiş olur.

Sınıfa ilk girdiğinizde öğrenciler arasında öğretmene karşı bir dayanışma vardır. Bu yüzden öğretmen zamanla öğrencileri yanına çekmelidir. Bunun için öğrenci psikolojsine dikkat edilmelidir. Bir sınıfa girmek senin için hiçbir şey demek değildir. Fakat bir öğrenci için bu her şey olabilir. Başta bu bir çevre değişimidir ve öğrenci üzerinde büyük etkileri vardır. Tavırlarımız önemlidir.

“New York’ta öğretmenlik yapıyorsanız, bir ders planı hazırlayın ve hedefinizi önceden belirleyip öğrencileri öğrenmeleri için motive edin. Herkesin bildiği gibi, bu çocuklar hiçbir şey öğrenmek istemiyor.” diyor Öğretmen McCourt, bu bizim şehirlerimiz için de geçerli sanıyorum.

Ev ödevi tabiri öğrencilerde iyi bir izlenim yaratmaz. Öğrencinin yapmasını istediğiniz şeyi farklı şekilde ifade edin. Mümkünse ödev olduğunu hissettirmeden. Yazarın üstünde durduğu bir diğer önemli konu ise, öğrencilerin ailelerini arayan ya da onları idareye götüren öğretmenlere saygı duymayacağı. Yazara göre, eğer kendi sorunlarınızı kendiniz çözemiyorsanız bu iyi değildir. Tam olarak böyle söylemiyor ama kitaptaki hali şu şekilde :

There’s no respect for teachers who send you to the office or call parents. If you can’t handle it yourself you shouldn’t even be a teacher.

Öğretmen Frank McCourt kitabın sonlarında şunu söylüyor. Sevgili öğretmen, sınıfta kendi yolunu kendin bulmalısın. Bu başkalarının sana anlatabileceği bir şey değil. Kendi yöntemlerini ve tekniklerini kendin bulmalısın. Bazı öğretmenler güçlüdür. Sınıflarını not tehdidiyle baskı altına alırlar. Bir öğrenciye karşı o anda düşük sözlü notu kullanmaktan çekinmezler. Diğer öğrencilere mesajı açıktır. Ben sizin öğretmeninizim. Danışmanın, sırdaşın ya da ailen değilim. Bir konu anlatıyorum. Üstlen ya da ayrıl.

Bir Eğitim Tasavvuru Olarak Mahalle / Sıbyan Mektepleri Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Bir Eğitim Tasavvuru Olarak Mahalle / Sıbyan Mektepleri

Kitabın Yazarları : İsmail Kara ve Ali Birinci

Kitabın Özeti :

İsmail Kara ve Ali Birinci’nin yazdığı iki bölümden oluşan hatıra, yorum ve görsellerle zenginleştirilmiş zengin içerikli bir eser. Kitabın ilk bölümünde kimi büyük yazarların mekteplerle ilgili anlattıkları hatıralara yer verilmiş. Bu hatıraları okurken, mekteplerde ki ortamı ve uygulamaları anlamanın ötesinde, mahalle mektepleri gözünüzde canlanıyor. İkinci bölüme ise Mahalle mekteplerine dair deneme ve tetkik yazıları denmiş.

Mekteplerin işleyişi hakkında şunları öğreniyoruz hatıralardan: Mekteplerde dersi veren bir ya da iki hoca olur. Hocaya yardımcı olan bir de kalfa olur. Kimi mekteplerde bevvab denilen yardımcı (hizmetli gibi) da bulunur. İki katlı medrese binalarında verilir bu eğitimler. Ve daha çok dini eğitim verilir. Çocuklara Elifba ve cüz okutulur. Dini eğitimin yanında kimi mekteplerde Arapça ve Farsça dersleri de verilir çocuklara. Bu eğitimler ne derece başarılıdır? Üç yılda hiçbir şey öğretemeyen muallimler olduğu gibi üç dört ayda okuma öğretenler de vardır.

Bu derlenmiş hatıralar arasında Halide Edip, Yahya Kemal, Hasan Ali Yücel, Ömer Seyfettin gibi pek çok ismin hatıraları var. Bu hatıralarda en çok yer tutan konu Osmanlı’da çocukların 4 yıl 4 ay 4 günlükken okula başlama töreninin yapıldığı amin alayları.

Osmanlı’da kimi çocuklar okula başlarken yapılırmış bu uygulama. Çocuklar hocanın ve kalfanın önderliğinde sokaklarda yürüyüşe çıkar, ilahiciler ilahi okurmuş. Alay öğrencinin evine geldiğinde çocuk alaya katılırmış. Amin alayları denmesinin nedeni ise çocukların yapılan dualara “amin” diyerek eşlik etmesi. Ailenin maddi gücüne göre yapılıyor ya da daha sade oluyordu.

Anılarda falaka başta olmak üzere meşhur mektep cezalarına da sık sık yer verilmiş. Bu anılardan medreselerde ciddi şiddet olayları yaşandığını anlıyoruz. Dönemin anlayışı gereği olsa gerek aileler çocuklarını hocalara, “Eti senin kemiği benim.” mukaddimesiyle teslim ediyorlarmış. Bir anıda, hocanın burna kalem sokup kanatması, kulak yırtması, diğer öğrencilerin suçlu öğrencinin yüzüne tükürmesi gibi dehşet verici örnekler var. Tabii bu örneklerin münferit olduğunu söylemek lazım. Dayağın zararlı olduğunu düşünen ve çocuklara şefkatle yaklaşan büyük bir kısım var.

Mektebe yeni başlayan çocukların mektebe alışana kadar birkaç gün eve gidip yemek yedikten sonra geri geldiği misafirlik uygulaması, cüzü bitiren çocukların fesinin alınması ve ailesinden bahşiş alındıktan sonra geri verilmesi gibi adetleri öğrendiğimiz hoş anılar da var.

O günden bugüne değişmeyen bazı şeyler de var eğitimle ilgili. Çocukların tatil sevinci değişmemiş mesela. O zamanda da tatili iple çekiyorlarmış. Çıkışta büyük kavgalar da oluyormuş. Kimi öğretmenlere saygı duyulurken kimileri pek ciddiye alınmıyormuş. Öğrenciler birbirlerinin kafalarını yarıyor, zaman zaman öğretmenlere de saldırıyorlarmış. Mekteplerdeki bir diğer ayrıntı ise kimi çocukların bir başka çocuğun öğrenmesinden sorumlu olması. Diğeri öğrenemezse ya da yanlış yaparsa ikisi de ceza alıyor.

Eski mektep ile yeni mektep arasında da bir çatışma var. Halkın bir kısmının gözünde yeni mekteplerde çocuklar ilahi yerine şarkı öğreniyor, yağmur nasıl yağar, rüzgar nasıl eser gibi Allah’ın işi olan şeyleri soruşturmaya kalkıyorlardı. Eski mekteplerle ilgili söylenmesi gereken en önemli şeylerden birisi de neredeyse hiç materyal kullanılmadığı. Çünkü bir anıda azınlık okullarından getirilen materyallerin öğrenmeyi kolaylaştırmasından hayretle bahsediliyor. Hayal feneri dedikleri (sanıyorum bir çeşit yansıtıcı) Avrupa’dan gelme aletten bitki, şehir ve hayvanları gören Mustafa, mektepte 6 ayda öğrenemediğini bir defada öğrendiğini söylüyor. Mekteplerin verimsizliği söz konusu ve özellikle Hasan Ali Yücel bu konuda ciddi eleştiriler getiriyor anılarında.

Muhtar Nasuhoğlu mahalle mektepleri derslerini (aldığı dersleri) şöyle sıralıyor : İmla, kıraat, Kur’an, ilm-i eşya, kitabet, edebiyat, tarih, coğrafya, cebr’e kadar hesap, hendese, usul-i defteri, Arabi, Farisi, Fransızca, Türkçe -sarf, nahiv, tercüme ve mantık ilimleri. Başka bir karnede de Resim, el işleri, ev idaresi, musiki ve terbiye-i bedeniye derslerinin adı geçiyor.

Kitabın sonunda eski mahalle mektepleri ile yeni mektepler çok öz olarak karşılaştırılıyor.

Eskiden mekteplerden en uslu öğrenciler bile kaçmaya çalışır, okulu bırakmak isterlerdi. Bugün ise okullar çocuklar için bir doğal yaşam alanı olmuştur ve çoğu zaman çocuklar okulu sokağa ve eve tercih ederler.

Çocuklar Neden Başarısız Olur? (John HOLT) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Çocuklar Neden Başarısız Olur?

Kitabın Yazarı : John HOLT

Kitap Hakkında Bilgi :

Çocuklar neden başarısız olur? sorusu ilk anda başarısızlığın nedenlerini çocuklarda aramayı amaçlayan bir soru gibi çıkıyor karşımıza. Ancak John Holtun sorunu bambaşka bir yerde, velilerin akıllarının ucundan bile geçiremeyecekleri bir yerde aradığını çok geçmeden anlıyoruz: Okullarda. Aslında okullarda verilen eğitimle, velilerin eğitimden bekledikleri şeyler arasında pek bir fark yoktur Holt'a göre. Hatta okulları öğretmenlerle veliler arasındaki danışıklı döğüşün alanı gibi görür.

Kendisi de öğretmendir, ama öğretmenlerden çok öğrencilerin yanındadır. Çünkü öğrencilerin sorunlarının giderilmesinin ancak onları anlamakla, onları kendi dünyasında tanımakla mümkün olduğunu düşünür. öğrencilerinin yaptığı ve birçok yetişkine komik gelebilecek hataların kaynağını analiz ederken, aslında çoğu insanın günlük yaşamında varolan becerisizliklerin kaynağına iner, yani zekâya. Bu anlamda mevcut eğitim sisteminin zekâyı geliştireceği yerde adeta sakatladığını, ideal bir eğitim sisteminin zekayı geliştirmeye yönelik olması gerektiğini savunur. Samimi bir dille yazdığı ve günlüklerden oluşan bu kitabında John Holt, baştan sona eğitim sorununu kendi deneyimlerinden yola çıkarak herkese tanıdık gelebilecek örneklerle gözler önüne sermektedir.

Kitabın Özeti :

John Holt öğretmendir ve öğrencilerin sorunlarının çözümünün onları anlamaktan geçtiğine inanmaktadır. Yazar; eğitim sorununu kendi deneyimleriyle ortaya koyuyor. John Holt; “Çocuklar Neden Başarısız Olur?” kitabında, başarısızlığın nedenini okullarda aramaktadır.

Kitap dört bölüm ve özet bölümünden oluşmaktadır:
1. Strateji,
2. Korku ve Başarısızlık,
3. Gerçek Öğrenme,
4. Okullar Neden Başarısız Olur?

STRATEJİ

Öğretmenin görevi; öğrencilerinin bilip-bilmeme ayrımına varmalarını sağlamaktır. Çocuklardan her zaman doğru cevap beklenir. Çocuk ise bir şeyleri gerçekten öğrenmek yerine sadece ondan isteneni yapıp kurtulmak istemektedir. Çünkü; çocuk yanlış cevap verirse tekrar düşünmek zorunda kalacağını biliyor. Öğretmenlerde genelde ne kadar doğru cevap alırsa o kadar iyi bir öğretmen olduklarını düşünürler. Öğretmen adaylarının çocukları anlamaktan çok, yönlendirmek ve kontrol etmekle ilgili kaygıları vardır. Yapılması gerekense, öğretme içinden önce, öğrencinin nasıl öğrenebileceğini onların gözüyle görebilmektedir.

KORKU VE BAŞARISIZLIK

Başarı; yapamam fikrini olumluya çevirmektir. Kronik başarısızlık ise başarısızlığın kötü bir şey olduğu ve devamlı olursa başarısız bir insan olacağı düşüncesine sahip olmaktır. Öğretmenin görevi; başarılı olmamak ile başarısızlık arasındaki ayrımı yapmak olmalıdır. Çocuklar birçok şeyi doğru yapmaya çalışırken strese giriyorlar ve endişenin oluşmasıyla öğrenme zorlaşıp sorunlu bir hal alıyor. Çocukların başarısız olmaktan bu kadar endişe etmelerinin sebebi; başarıyı yükseklerde görmeleri ve ona şartlanmalarıdır. Çocukların içinde bulunduğu korkulara onların ben merkezli kendini korumaya, konumunu yitirmekten uzak durmaya yönelik olmalarına sebep olmuştur. Öğretmenler, çocukları korkulara neden olan kötü düşünme alışkanlığından kurtarmalıdır.

GERÇEK ÖĞRENME

Üçüncü bölümde örnek olarak matematik dersi gösterilmiştir. Matematik dersinin nasıl cazip hale getirileceği açıklanmaya çalışılmıştır. Okullarda çocuklara yaptıkları şeylerin tamamı üzerinde düşünmeleri gerektiği anlatılır. Fakat uygulamada buna değil, yapılması gereken şeyin yapılmış olmasına önem verilir.

Bir şeyi gerçek anlamıyla öğrenmiş bir çocuk bu bilgisini kullanır.

Gerçek anlamıyla öğrenmekle ilgisi bulunmayan öğrenci biçimleri bağlantılara elverişli değildir.

Çocuklara bir şey öğretirken herhangi bir materyal kullanmanın amacı, onların daha hızlı kavramaları için değildir. Asıl amaç; kendilerinin uğraşarak kavramalıdır. Bu ise ancak öğrencilerin notlarında çok, bir konuyu gerçek anlamıyla öğrenmeleriyle ilgilenen okul yada öğretmenlerle sağlanabilir.

OKULLAR NEDEN BAŞARISIZ OLUR?

Okullar; çocukların öğrenmek istedikleri şeyleri dikkate almalıdır. Çünkü çocuklar bilmeyi arzuladığı şeyi hatırlar ve kullanır.

Eğitim Üzerine (Immanuel Kant) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Eğitim Üzerine

Kitabın Yazarı : Immanuel Kant

Kitap Hakkında Bilgi :

Özgürlük sevgisi doğal olarak insanda o kadar güçtür ki, bir kere özgürlüğe alıştığında, artık her şeyi onun uğruna feda edecektir. Sırf bu sebepten ötürü talim-terbiyenin disiplin kısmı çok erken dönemlerde yerini almalıdır, çünkü bu yapılmadığı zaman, hayatta daha sonra kişiliği değiştirmek kolay olmayacaktır. Disiplinden yoksun [yani kendi kendine sınırlama becerisi gelişmemiş] insanlar gelip geçici her arzuyu, her hevesi takip etmeye yatkındırlar. Bunu vahşi kavimler arasında da görürüz, onlar her ne kadar bir müddet Avrupalılar gibi iş yahut vazifelerini yerine getirseler de, hiçbir zaman Avrupalılara, Avrupalıların tarz ve tavırlarına alışamazlar. Onlardaki, Rousseau ve diğerlerinin tassavvur ettikleri gibi, soylu özgürlük duygusu değil, fakat bir tür barbarlık, deyiş yerinde ise hayvanlık, henüz gelişmemiş insani tabiattır. Dolayısıyla insanlar kendilerini erken yaşlarda aklın buyruklarına boyun eğmeye alıştırmalıdır.

Kitabın Özeti :

Kant çocukların eğitimi konusunda J.J Rousseau ile benzer düşüncelere sahiptir. Doğanın en doğrusunu seçtiği ve bu eğitimin temelinin doğaya uygunluk olması gerektiği düşüncesi Eğitim Üzerine kitabında yer alan genel ifadelerdir. Bunun yanında Kant ödül ve ceza başta olmak üzere pek çok konuda John Lock ile benzer düşüncelere sahiptir.

Kant kitaba özgürlüğün gerçek tanımını yaparak başlıyor. Özgürlüğün keyfilik demek olamadığını ve disiplinin çok önemli olduğunu söylüyor. Aksi halde sonuç serkeşlik olacaktır. Çocuk erken yaşta kendi duygularını sınırlama, istek ve arzularından vazgeçme becerisini kazanmazsa ilerde bunu kazanması çok zor olacaktır.

Eğitimin amacı çocuğun içindeki hüveleri harekete geçirmektir. Bu beceriler potansiyel olarak çocukta zaten vardır ve eğitimle geliştirilmelidir. Ayıkulağı bitkisini örnek verir Kant. Bu bitki eğer kökten filizlenirse tek renkte çiçek açar fakat tohumdan filizlendiğinde çok farklı renklerde çiçekler açar. Tabiat bitkiye bu çok çeşitli tomurcukları yerleştirmiştir ve bunların gelişimi sadece bir uygun ekim ve dikim meselesidir. O halde bu insan içinde öyledir.

Kant için önemli konulardan birisi de disiplin konusudur. Özgürlüğün gerçek tanımından bahseder onun keyfilik demek olmadığını söyler. Kendi arzu ve isteklerini sınırlamayı ve bilmeyen insanın serkeşliğe sürükleneceğini tekrarlar. Müspet ve menfi itaat önemlidir Kant’a göre.

Çocuklara mutlaka öğretilmelidir. Eğitim Üzerine’de Kant çocukların şimdiki zaman için değil onların geleceğindeki zaman için hazırlanmaları gerektiğini söyler. Hz. Ali’nin söylediği bilgelik dolu bir sözdür bu. “Çocuklarınızı kendi zamanınıza göre değil onların zamanına göre yetiştirin.” der.

Bir diğer önemli nokta çocuğun yalan söylemek dışında yaptığı hatalardan dolayı utandırılmaması gerektiğidir. Ona kendinden utanması gerektiğini söylemeyin. Böylece çocuk ömrü boyunca her yalan söylediğinde utanacaktır. Eğer sürekli utandırırsanız onlara, ömür boyu pençesinden kurtulamayacakları bir ürkeklik ve çekingenlik iptilası musallat olur. Yalan söylediklerinde utanmaları önemlidir. Çünkü yalan söyleyen birinin büyük bir karakteri olamaz Kant’a göre. Bu Hz. Ali’nin söylediği bilgelik dolu şu cümleyi hatırlatmaktadır. Sonuçları kötü de olsa doğruları söyleyin. Kant çocuğun iradesini kırmak (baskı, tehdit vb.) yerine doğal muhalefetten bahseder. Eğer çocuk bizi sevindiren veya hoşnut eden bir şeyi reddediyorsa, biz de onun sevdiği, onu sevindiren herhangi bir şeyi reddetmeliyiz. Bir çocuğun iradesini kırmak onu köleleştirir, ama doğal muhalefet yahut engelleme onu uysallaştırır.

Son bölümde (Pratik Eğitim) iki önemli beceri anlatılıyor. Bir çocuğun basiret sahibi olabilmesi için duygularını gizlemeyi ve temkinli- ihtiyatlı olmayı öğrenmesi gerekir, beri yandan da aynı zamanda başkalarının kişiliğini okumayı öğrenmelidir. Topluma bir yer sahibi olma meselesi de önemlidir. Aynı zamanda Kant bu bölümde, çocukların dünyanın (medeniyetin) ilerlemesine karşı ilgi duymalarını sağlayın der. Bu gelişim kendi çıkarlarına zarar verse bile desteklemeliler.

Kafa Karıştıran Kelimeler (Rasim Özdenören ) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Kafa Karıştıran Kelimeler

Kitabın Yazarı : Rasim Özdenören

Kitap Hakkında Bilgi :

Bu kitapta Rasim Özdenören, demokrasi, diyalektik, rasyonalizm, pozitivizm, hümanizm, bilim, kültür, gelenek ve özgürlük gibi kimi kavramların bir Müslüman tarafından nasıl kavranması gerektiğine dair öneriler getirmenin ötesinde, ele alınmayan diğer önemli kavramların irdelenmesine ilişkin bir usûl de sunuyor.

Kitabın Özeti :

Kafa Karıştıran Kelimeler, Meb’in öğretmenlere okuması için tavsiye ettiği bir kitaptır. Kitap, batı kültüründen dilimize geçmiş kimi kavramların (yazara göre kafa karıştıran) ne demek olduğunu ve bu kelimelere “müslümanca” bakışın ne olması gerektiği üstünde durmuş. Neden böyle bir çalışma yaptığını ise şöyle açıklamış :

Batı’nın kelimeleri ancak batı kültüründe anlaşılabilir ve bu kelimelerin bizim kültürümüzdeki kaşılığı farklıdır. Bu yüzden bu kelimeleri gördüğümüzde bir müslüman olarak nasıl yorumlamamız gerekiyor onu bilelim. Çünkü biz Batı ile hesaplaşmamış bir milletiz ve onun kavramları yerine kendi kavramlarımızı veya bakış açımızı koymalıyız.

İlk bölümde, demagoji, entelektüalizm, diyalektik, pozitivizm ve hümanizma kavramlarını ele alarak bu kavramlara müslümanca nasıl yaklaşılması gerektiğini anlatmış. Bunu yaparken de İslam’da bu kelimelerin yeri tartışmasına girmiş. Misal olarak İslam’ın akılcı ve pozitivist olmadığını, Yunus Emre’nin “Çıktım erik dalına, Anda yedim üzümü.” dizeleriyle açıklamış. Yine Kafa Karıştıran Kelimeler ‘in birinci bölümünde insanın ne olduğunu hümanizma kavramı üzerinden irdelerken Camus’un anlamsızlık felsefesine karşı insanı, “emaneti yüklenen” olarak tanımlamıştır. Yani rabbini bilme görevini üstlenmiş varlık olarak.

İkinci bölümde ise yazar Kafa Karıştıran Kelimeler‘de, bilim eleştirisine yer vermiş. Bilimin aslında bir genel kabul olduğu ve değişebileceği fikirlerini ele almış. Paradigma kavramını kullanmamış fakat batı bilimi derken hakim paradigmayı kastetmiş olmalı. Bilimin mutlak değişmez tek doğru olduğu kabulünün yanlış olduğu üzerinde durmuş. Daha sonra ilim ve irfan kelimelerini ele alarak irfanın, bilim üstü bir önceden kavrama becerisi olduğunu söylemiş. Çünkü irfan sahibi insan olayların derinine bakar ve asıl nedeni görmeye çalışır. Evrim teorisinin yanlış olduğunu anlamak irfan sahibi biri için kolaydır yazara göre.

İrfan kavramının karşılığı muallak kalmış kitapta. Deha, Özbiliş ya da istidat gibi bir anlamda kullanılmış anladığım kadarıyla. Zor bir kavram. Maarifi ve arifi anlamak irfanı anlamakla ilgili. Yüksek lisans yaparken bir hocamız irfanı şöyle özetlemişti. Eklemeden geçmek istemedim. İlim yere çöp atmanın yanlış olduğunu bilmek ise, irfan yere o çöpü atmamaktır.

Diğer bölümlerde de kavramları irdeleyerek devam etmiş yazar. O sırada da bazı islami izahatlar yapmış. Kitapta ele alınan kelimeler bir kavram olduğundan böyle kısa açıklanmaları onları çok yüzeysel bırakmış. Kitapta az az her şeyden bahsedilmiş. Bir deneme olmuş adeta. Kavram işi ise daha derin bir iştir. Diyalektik kavramını anlamak için belki Harakleitos, Hegel, Marx’ ı bilmek gerekir. Böyle birkaç sayfa ile geçiştirilemez. Kitapta yazdığı gibi kelime değil, kavramdır söylenenler ve her bir kavram ciddi incelemeler gerektirir.

Ciddi meselelere ciddi eğilmek gerekir. Şu da var ki felsefeye veya tarihe dair bir bilgi veriliyorsa kaynak olmalıdır. Kaynak olmadan yazılmış bir söz üzerinden yorum yapıldığı zaman bu iş felsefe olmaktan çıkar. Sohbet olur. Ama bu kavramlar sohbetin konusu değildir. Uzmanlık gerektirir. Felsefe veya felsefe tarihi okumaları yapmak daha yerinde olacaktır. Bir kavrama veya olaya karşı müslüman bir bakış da olamaz bana göre. Müslüman olmanın şartı bellidir. Gerisi yorumdur. Bir müslümanın çıkarımları veya kavrayışı, müslüman bakışı temsil etmez, edemez. Dünyada ne kadar müslüman varsa o kadar müslüman bakış vardır.

Emile – Ya da Eğitim Üzerine (Jean Jacques Rousseau) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Emile – Ya da Eğitim Üzerine

Kitabın Yazarı : Jean Jacques Rousseau

Kitap Hakkında Bilgi : 

Jean-Jacques Rousseau bir özgürlük filozofudur. Bu bağlamda sivil toplumun çelişkilerini sorgulamış ve bu sorgulamayı gerçekleştirirken de "insan-yurttaş, doğa-toplum, kır-kent ilişkilerini" öne çıkarmıştır. Onun felsefesinde insan doğuştan iyidir ama toplum tarafından asıl doğasından uzaklaştırılmış ve doğal özgürlüğünü yitirmiş bir konumdadır. Rousseau'nun ereği, toplumda dolayımsız birliğin yeniden kurulması amacıyla bireylere gerçek bir toplum sözleşmesi sunarak sivil özgürlüğün sağlanmasıdır.

"18. yüzyılın sonunda Rousseau'nun düşüncelerinden etkilenmemiş insan kalmamıştır. Bu denli büyük bir etki yaratabilmek için, en derin anlamıyla kuşağının temsilcisi ve sözcüsü olmak gerekmektedir. Rousseau sıradan insanlardan biridir ve onlar arasından ilk konuşandır; halk için konuşurken kendisi için konuşmuştur." O, 18. yy'da "cumhuriyetçi" istemleri köktenci bir biçimde dile getiren ilk düşünürdür ve bu bağlamda reformist nitelikli diğer Aydınlanma düşünürlerinden ayrılır. Goethe'nin dediği gibi, "Voltaire nasıl bir
dünyanın sonuysa, Rousseau da bir dünyanın başlangıcıdır."

Pedagoji üzerine düşünceler ancak bir psikolojiye ya da daha doğrusu bir teolojiyle belirtik bir biçimde doğrulanan bir antropolojiye dayanırlarsa anlam kazanırlar. "insan doğasının romanı" olarak adlandırılan ve mutluluğun yollarının arandığı Emile'in sırrı budur. J.-J. Rousseau, "insanın ilksel iyiliği üzerine bir çalışma" olarak tanımladığı bu yapıtıyla, pedagoji, dinsel duyarlılık tarihi (Savoie'lı Rahibin inanç Açıklaması) ve doğal çevre bilinci konusunda bir çığır açmıştır.

Kitabın Özeti :

Emile kitabının adı J.J Rousseau tarafından uygun yöntemlerle büyütülen çocuğun adından geliyor. Kitapta Rousseau bir çocuğun nasıl eğitilmesi gerektiği konusundaki düşüncelerini paylaşıyor. Bir çocuğun eğitimi nasıl olmalı? Bir doğa aşığı olan Rousseau’nun eğittiği bu çocuğun her şeyi deneyimleyerek, doğadan öğrenmesi şaşırtmıyor kitapta. Kitap sonuç olarak bir felsefe kitabı ama bu kısa yazıda eğitim bilimleri ile ilgili olan yerleri öne çıkacak.

Yazar Emile’de bugünkü yapılandırmacı eğitime örnek olabilecek uygulamalardan bahsediyor. Yazarın, çocuğun eğitiminde odaklandığı dört konunun, ahlak eğitimi, yaparak yaşayarak öğrenme, her konu için merakını harekete geçirme ve doğa sevgisi olduğunu söylemek mümkün. Kitaptaki bir dikkat çekici nokta ise yazarın, çocukların doğasına güvenmemesi oldu benim için. “Çocukları kendi haline bırakırsanız okuma yazmayı bile öğrenmezler.” diyor. Öyle ise onları nasıl ikna edeceğiz eğitime? Bir örnek veriyor.

Komşulardan çay daveti geliyor kartlarla Emile’ye ama Emile okuma yazma bilmiyor. Yazardan okumasını istediğinde ise yazar, bu notlar çocuğa geldiği için içeriğine bakmayı reddediyor. Böylece onu okuma yazma öğrenmeye mecbur bırakıyor. Çünkü Emile toplantıları, çay partilerini ve eğlenceleri kaçırmak istemiyor.

Mülkiyet hakkını öğretmek için benzer yöntemler uyguluyor yine yazar. Karakterinin nasıl olacağı hakkında emin konuşuyor. Emile’nin iyi yetişmiş bir insan olması için ortalama zekada olmasının yeterli olduğunu söylüyor.

Kitap hakkında Server Tanilli’nin yazdığı bir bölüm var “18.YY Aydınlanma ve Devrim” kitabından. 

“Emile’in eğitmeni, onu iyi yetişmesi, doğaya göre yaşaması, hoşuna giden şeyi yapması ve geri kalandan da kaçması için, toplumdan soyutlar. Böylece, eğitim olumsuzdur. Çocuğa hiçbir şey öğretmemeli; kendi zararına olabilecek şeyleri öğrenebilmesi için, onu doğrudan doğruya nesnelerle karşı karşıya bırakmalı, nesnelerin dersine tâbi olmalıdır çocuk. Odasındaki pencerenin camını kırmışsa, soğuğun acısını çekecektir.

Bununla beraber, onu kimi şeyleri öğrenmeye de itmek gerekir: Örneğin, astronominin yararını öğrenebilmesi için, yine yalnız başına kalması gerekir; kendini yaralamaya kalkarsa, açıklamada bulunmadan “hayır” diyeceksiniz. Böylece, olağan eğitimdekinden çok farklı bir içtenlik ve özgürlük havası içinde yetişen Emile, insandaki o doğuştan erdemleri koruyacaktır.

Emile, yirmi yaşına geldiğinde, eğitmeni, dinin gerçeklerini koyacaktır önüne. Protestan’ken Katolik olan, sonra yeniden dönen Rousseau, böylece, iman öğretimini, bir katolik rahibe, Savoie’lı papaza bırakır. Filozofların birbirleriyle çelişen düşünceleri arasında sallantıda kalmış yazarımız, sonunda «iç dünyadaki ışık»a başvurmaya karar verir. İçtenlik içindeki bir yürek, duru duygular, gerçeğin akıldan önceki koşuludur: İnsanın, duygulardan önce gelen bir yargılama gücü vardır; insan, Locke ve onun gibi düşünürlere aykırı olarak, duygusal ve edilgen değil, etkin ve zeki bir varlıktır.”

Ezilenlerin Pedagojisi (Paulo Freire) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Ezilenlerin Pedagojisi

Kitabın Yazarı : Paulo Freire

Kitap Hakkında Bilgi :

Paulo Freire hayatını ezilenlerin eğitimine, özellikle de okuma yazma bilmeyen yetişkinlerin eğitimine adamış bir eğitimci. Ezilenlerin Pedagojisi'nde ise sadece belli eğitim merkezlerinde uygulanacak alternatif bir pedagoji değil, amaçları kadar kullandığı araçlar da özgürlükçü olan bir özgürleşme siyaseti öneriyor. Ona göre, siyaset, kelimenin en geniş anlamıyla bir eğitim süreci çünkü. Freire öncelikle "bankacı eğitim modeli"ni reddeder. Bu modelde öğrenciler (ya da ezilenler), üzerlerine bilgi yatırımı yapılan pasif varlıklar, boş kaplardır.
Kitabın Özeti :

Ezilenlerin Pedagojisi, eğitim bilimleriyle ilgili bir kitaptan çok bir siyaset felsefesi kitabı. Yazarın bir eğitimci olması ve onun eğitime bakışını içermesi, kitabı eğitim bilimleri açısından da değerli kılıyor. Kitap ezme ve ezilenler sorununu ele alıyor. Ezen sistemin ürettiği insanın daha özgür bir dünya yaratamayacağını ve ne yapılması gerektiğini sorguluyor. Eğitim bilimleri açısından temel tavsiyesinin şu olduğunu söylemek hatalı olmaz sanırım. Bankacı eğitim anlayışı yerine, diyalogcu eğitim sistemini öneriyor.

Yazarın bankacı eğitim modeli dediği şey öğretmenin otoritenin merkezi olduğu ve öğrencilerin sadece pasif katılım sağladığı eğitim süreci. Öğrencinin ne öğrenmesi gerektiğine öğretmen karar verir ve öğrencinin sahip olacağı en büyük meziyet düzene uyum sağlamaktır. İşte yazara göre bu sistem aynı zamanda ezen sistemin devamını sağlayan şeydir. Çünkü kişi sürekli birilerini otorite olarak kabul etmeye alışacaktır ve bu onun özgürleşmesi önünde en büyük engeldir. Bunun yerine öğretmen ve öğrencilerin eşit olduğu özgürleştirici bir öğretim modeli tasarlanmalıdır.

Bir diğer nokta ezilen insanın artık bu sistemi kabul etmesi ve bunu değiştiremeyecek hale gelmesi tehlikesidir. Çünkü o sistemden özgür olmadığı için değil, ezen konumunda olmadığı için şikayetçidir. İtirazı sisteme değil, sistemdeki konumunadır. Hepsi varoluşunu gösterebilmek için başkasını ezmeye ihtiyaç duyar. Ezen hakim sistemin yarattığı bireyler sistemin savunucusu olurlar ve bir güçlü lider etrafında toplanıp kendilerini ezenlere alkış tutarlar.

Öyleyse ezilenler kendilerini ve beraberinde sistemi değiştirmesi için uğraşması gerekir. Bunun için yazarın önerdiği model diyalogcu eğitimdir. Diyalogcu eğitime göre öğretmen ve öğrenci, siyasetçi ve halk arasında dikey değil, yatay bir ilişki vardır. İşbirliği söz konusudur. Öğrenci ne öğrenmek istediğine kendi karar verir. Söz gelimi bir öğrenci “milliyetçilik hakkında konuşmak istiyorum” diyebilmelidir.

Diyalogcu eğitim sistemine karşı çıkacaklar vardır. Çünkü sistem tarafından ezmenin muhafaza edilmesi gereklidir. Ve ezen hakim sistem ezilenlerin bir araya gelmesini engellemek için bazı yöntemler kullanır. Bu yöntemler, böl ve yönet, manipülasyon ve kültürel istiladır. Kültürel istila, ezilene kendi kültürünün değersiz hissettirilmesi ile başlar. Ezilen kişi artık istilacılara benzemek, onlar gibi giyinmek, onlar gibi yürümek ister. Ezilenlerin, ezen hakim sisteme karşı koyması için kullanabileceği araçlar da vardır. Bunlardan yazarın üstünde en çok durduğu araç kültürel sentezdir. Kültürel sentez, ezilenin, kendi kültürünün değersiz olmadığını fark etmesiyle ve ona sahip çıkmasıyla başlar.

Modern Dünyanın Bunalımı (René Guénon) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı :
Modern Dünyanın Bunalımı

Kitabın Yazarı : René Guénon

Kitabın Özeti :

Modern Dünyanın Bunalımı adının aksine modern dünyanın bunalımını değil bu bunalımın nedenini anlatıyor. Hint inancındaki Kali Yuga çağında olduğumuz için her şeyin kötü gittiğinden bahisle kitaba giriş yapıyor. Kitapta modern dünyayla ilgili ciddi eleştiriler var. Görmezden gelmenin mümkün olmadığı eleştiriler. Bir kısmının daha önce başkalarınca dile getirdiğini bildiğim düşünceler. Bazen ise bu düşünceler romantikleşiyor. Gerçek ile olan ilişkisini kaybediyor.

Yazar Modern Dünyanın Bunalımı kitabında Batı dünyasının gelenekten (dinden) kopmasının maddiyata neden olduğunu, maddiyatın yani maddi dünyanın bireyselliği, bireyselliğin de gelenekten kopuşu getirdiğini söylüyor. Yazara göre bu işin başlangıcı Rönesans. Rönesans ile birlikte çıkan hümanizm anlayışının ve Protestanlığın buna neden olduğunu söylüyor. Batının koptuğu gelenek (Tanrı?) Doğu’da vardır ve bu yüzden Batı ile Doğu işbirliğine gitmelidir. Bunun için bir “elit” oluşturulmalıdır. Batı’da bağlantı kurulması gereken yapı Katolik Kilisesi’dir yazara göre.

Rönesans ve Reform’un Batı’yı gelenekten (dinden) koparması üzerine.

Rönesans ve Reform birer sonuçtur ve bir önceki çöküşle meydana çıkmışlardır. Ama bir yükseliş olmaktan çok oldukça derin bir düşüşü belirtmişlerdir. Çünkü biri bilim ve sanat alanında, öteki dini alanda olmak üzere geleneksel ruhla kesinkes bağlarını koparmışlardır; kaldı ki dini alan böyle bir kesintinin olması için en zor gözüken bir alandır. Çeşitli vesilelerle de söylediğimiz gibi, Rönesans aslında birçok şeyin ölümü olmuştur. Greko-Romen uygarlığına dönmek bahanesiyle bu uygarlığın ancak dış kabuğu alınmıştır. Çünkü yazılı metinlerde yalnızca bu yönü açıklanabilmişti.

Geleneksel ruhun Doğu’da bulunması üzerine :

Kaybolmuş geleneği yeniden onarıp onu gerçekten diriltmek için, yaşayan geleneksel ruhla temas kurmak gerekir. Bu ruhun da hâlâ tam olarak ancak Doğuda yaşamakta olduğunu daha önce söylemiştik. Her şeyden önce Batıda, bu geleneksel ruha doğru bir dönüş isteğinin olması da gerekir.

Bugünkü modern çağın göze çarpan durumu. (Modern Dünyanın Bunalımı)

İşte modern çağın en çok göze çarpan özelliği de budur: ardı arası kesilmeyen bir telaş, sürekli değişim ve bizzat olayların kendisiyle birlikte sürüklendiği, durmadan artan’ hız gereksinimleri… Bu, çokluk içinde dağılmadır. Öyle bir çokluk ki artık hiçbir üstün ilke bilinciyle bir-leşemez. Ayrıca bu, bilimsel kavramlarda olduğu gibi, günlük hayatta da aşarılığa vardırılan bir çözümleme, sınırsız bir parçalama ve insani etkinliğin, hâlâ çalışabileceği tüm alanlarda, gerçek bir ufalanışıdır.

İşte Doğuluların gözünde öylesine çarpıcı olan bireşim (synthèse) yeteneksizliği ve her türlü yoğunlaşma imkânsızlığı da buradan kaynaklanmaktadır. Bunlar gittikçe artan bir maddileşmenin doğal ve kaçınılmaz sonuçlarıdır. Çünkü madde özü itibariyle çokluk ve bölünme demektir. Bu nedenle sırası gelmişken, ondan doğan her şeyin, bireyler arasında olduğu kadar toplumlar arasında da sadece kavgalara ve her türlü anlaşmazlıklara yol açabileceğini söyleyelim. Maddeye ne kadar dalınırsa, bölünme ve karşıtlık öğeleri de o kadar çoğalır ve yaygınlaşır. Buna karşılık, -insan saf maneviyata doğru ne kadar yükselirse, ancak evrensel ilkelerin bilinciyle tam olarak gerçekleştirilebilen tevhide o kadar yaklaşır.

Modern Dünyanın Bunalımı bireycilik düşüncesinden kaynaklanmaktadır yazara göre. Bu bireycilik kendini her yerde gösterir.

Bireyciliğin, entelektüel anarşinin de nedeni olması üzerine.

Öyleyse Batının bugünkü çöküşünün başlıca nedeni, daha önce tanımladığımız gibi, bireyciliktir. İnsanlığın sadece en aşağı güçlerinin, en alttaki imkânlarının gelişmesinde bir çeşit motor görevi gören muharrik güç de buradan ileri gelmektedir. Her ne pahasına olursa olsun, orijinal olma arzusu da buradan gelmektedir, hakikatin bu orijinaliteye feda edilmesi gerekse bile: Bir filozofun üne kavuşması için, yeni bir yanlış uydurması, daha önce başkaları tarafından açıklanan bir hakikati tekrar söylemesinden daha iyidir. Haddizatıda öyle olmadıkları halde, kendi aralarında çelişkili pek çok “sistem”i kendisine borçlu olduğumuz bu bireycilik esasen hem modern bilginlerde, hem de modern sanatçılarda görülmektedir; ama bireyciliğin kaçınılmaz sonucu olan entelektüel anarşiyi belki de en net bir şekilde filozoflarda görebilmekteyiz.

Doğru bir düşünce “yeni” olamaz, çünkü hakikat insan aklının bir ürünü değildir. Hakikat bizden bağımsız olarak vardır ve biz onu sadece bilmek ve tanımak zorundayız.

Bireycilik ve Protestanlık üzerine.

O zamanlar Katolikliğin temsil ettiği Batı geleneği, görünüşte özellikle dinsel biçimli bir gelenekti. Bu yüzden geleneksel düşünceye karşı yapılan isyanı, dinsel alanda aramamız gerekecek; bu isyan belirli bir şekil alınca, Protestanlık adını almıştır; ve bunun bireyciliğin bir tezahürü olduğunu anlamak kolaydır; öyle ki dine uygulanışı içinde değerlendirilince, bunun bireyciliğin bir tezahüründen başka bir şey olmadığını söyleyebiliriz. İşte modern dünyayı bu inkâr oluşturmuştur; tıpkı onu oluşturturduğu gibi, Protestanlığı da bu inkâr oluşturmuştur; bizzat bireyciliğin özünü teşkil eden bu inkâr, ilkelerin inkârından başka bir şey değildir; burada da yine, bireyciliğin bir sonucu olan, anarşi ve çözülme durumunun en çarpıcı örneklerinden birini görebilmekteyiz.

Bireycilik ve tartışma üzerine.

Çünkü tartışma düşüncesini her yere sokan da yine bu bireyciliktir. Kendi tabiatları gereği, tartışılamayacak şeylerin de bulunduğunu çağdaşlarımıza anlatmak oldukça güçtür. Modern insan kendisini hakikat seviyesine yükseltmeye çalışacağı yerde, hakikati kendi seviyesine indirmek istemektedir.

Demokrasi üzerine eleştiriler :

“Demokrasi”ye karşı yapılacak en kararlı, en çarpıcı eleştiri birkaç kelimeyle özetlenebilir: Üstün olan aşağı olandan doğamaz, çünkü “büyük” “küçük”ten çıkamaz; kendisine karşı hiçbir şeyin karşı çıkamayacağı mutlak bir kesinliktir bu.

Her ne kadar “demokrasi”, halkın bizzat kendi kendini yönetmesi diye tanımlanıyorsa da, bu, gerçekten imkânsız bir şeydir; hatta ne çağımızda ne de her hangi bir başka çağda basit bir gerçeklik payı olabilen bir şeydir. Kendimizi kelimelerle aldatmayalım. Ayrıca insanların, aynı anda hem yöneten hem de yönetilen olabileceklerini kabul etmek bir çelişkidir, çünkü Aristo’nun ifadesiyle söyleyecek olursak, aynı varlık, aynı zamanda ve aynı ilgi içinde hem “eylem halinde” (en act) hem de “kuvvet halinde” dew puissance) olamaz.

Yasayı koyanın, çoğunluğun kanaati olduğu farz ediliyor; ama burada farkına varılamayan husus, halkın kanaatinin çok kolayca yönlendirilebileceği ve değiştirilebileceği hususudur. Uygun telkinler yardımıyla kamuoyunda her zaman şu veya bu, belli bir yönde giden akımlar meydana getiriliebilir. “Kamuoyu yaratmak” deyiminden ilk kez kimin söz ettiğini pek bilmiyoruz ama, bu deyim tamamen doğrudur; gerçi sonucu elde etmek için gerekli araçlara gerçekten sahip olanların, her zaman görünürdeki yöneticiler olmadığını da söylemek gerekir.

Oysa bizim tanımladığımız şekliyle bireycilik, gerçekte birey-üstü (supra-individuel) her ilke ve yasanın inkârından ibarettir.

İdealizmin aslında konum değiştirmiş maddecilik olduğu üzerine :

Çoğu kimse ” kavramak”la “tahayyül etmek” arasındaki farkı bilmiyor; hatta Kant gibi filozoflar, tasarıma elverişli olmayan her şeye “kavranamaz” ya da “düşünülemez” diyecek kadar ileri gittiler. Bu yüzden “spiritüalizm” ya da “idealizm” denilen şeyler de çoğu kez konum değiştirmiş bir tür maddecilikten başka bir şey değildir. Bu söylediğimiz sadece “neo-spiritüalizm” adı altında belirttiğimiz akım için değil, fakat aynı zamanda kendini materyalizmin karşıtı olarak gören felsefi spiritüalizm için de doğrudur.

Doğrusunu söylemek gerekirse, felsefi anlamda anlaşılan spiritüalizm ve materyalizm (ruhçuluk ve maddecilik) biri olmadan öteki anlaşılamaz:

Açıkçası bunlar, Kartezyen düalizminin iki yarısıdır; onların temel ayrılıkları bir tür karşıtlığa (antagonisme) dönüştürülmüştür; ve o zamandan beri, bütün felsefe bu iki terim arasında gidip gelmekte ve bunları aşamamaktadır. Adı öyle olmasına rağmen, spiritüalizmin maneviyatla (la spiriualite) hiçbir ortak yanı yoktur; bunun materyalizm /maddecilik ile olan tartışması, üstün bir görüş açısına ulaşanları ve bu karşıtlıkların, aslında, hemen hemen birbirinin eşdeğeri olduğunu görenleri ancak tamamen ilgisiz bırakabilir; onların pek çok noktadaki sözüm ona karşıtlığı adi bir kelime tartışmasına indirgenmektedir.

İnsanın sadece alet yapan bir alete dönüşmesi üzerine.

Bütün bunlarda, pratik amaçların gerçekleştirilebilmesine yardımcı olmanın ve sadece insan tekinin en bayağı ve bedensel yanının isteklerine boyun eğmiş basit bir âlet ya da Bergson’un ilginç bir ifadesiyle “âletler yapan bir âlet” olmanın dışında, zekâya hiçbir yer kalmıyor; dolayısıyla bütün biçimleriyle “pragmatizm” demek hakikat konusunda tam bir bilgisizlik demektir. Bu koşullarda sanayi, artık sadece bilimin bir uygulaması değildir; öyle olsaydı, bilim kendi içinde tamamen uygulamadan bağımsız olması gerekirdi; oysa sanayi, bilimin varlık sebebi ve ispatı gibi bir şey oluyor; öyle ki burada da normal ilişkiler altüst olmaktadır.

Modern dünyanın kendi tarzında bilim yaptığını iddia ettiği zamanlarda bile, tüm güçlerini yoğunlaştırması gerçekte, sanayi ve “makinalaşma”nm geliştirilmesinden başka hiçbir şey için değildir: Böylece maddeye hakim olmak ve onu kendi kullanımlarına tâbi kılmak isterken, başta da dediğimiz gibi, ancak onun kölesi olabildiler: Sadece entellektüel tutkularını -eğer bu kelimeyi böyle bir durumda kullanmaya izin varsa- makinalar icat ve inşa ederek sınırlandırmakla kalmadılar, fakat aynı zamanda sonunda kendileri de gerçekten bizzat makina oldular.

Çünkü Batı uygarlığının tek gerçek üstünlüğü sadece maddi alandadır; öteki bütün görüş açılarından ise, çok aşağıdadır.

Veba Geceleri (Orhan Pamuk) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Veba Geceleri Kitabın Yazarı: Orhan Pamuk Kitap Hakkında Bilgi: Orhan Pamuk’un üzerinde 5 yıldır çalıştığı Veba Geceleri, 190...