10 Nisan 2019 Çarşamba

Ayaşlı ve Kiracıları (Memduh Şevket Esendal) Kitabının Özeti, Konnusu, Tahlili ve Kişiler


Kitabın Adı : Ayaşlı ve Kiracıları

Kitabın Yazarı : Memduh Şevket Esendal

Kitabın Konusu :

Memduh Şevket Esendal'ın Ayaşlı ve Kiracıları (1934) romanı, Cumhuriyet sonrası Ankara'sında bir apartman katının dokuz odasında oturanların günlük yaşamlarından ve birbirleriyle olan ilişkilerinden kesitler verir.

Ankara'nın kuruluş yıllarında, yıkılan bir düzenden yeni bir toplum düzenine geçmenin sarsıntıları arasında bocalayan "küçük insanlar"ın yaşantılarını duru ve yalın bir dille anlatmaya çalışır.

Kitabın Özeti :

Ayaşlı İbrahim Efendi, eşkıyalık, zaptiye çavuşluğu, arzuhalcilik, hancılık yapmış, şaşılacak derecede çeşitli kılıklara girip çıkmış bir adamdır. Yeni yapılmış dokuz odalı büyük bir apartman dairesini uygun fiyatla kiralar. Bu dairenin her odasını ayrı bir aileye kiraya verir.

Aileler, genellikle orta halli kimselerdir. Birini de kendisine ve üvey kızına ayırır. Olaylar bu apartmanda geçer. Köy ağası Ayaşlı İbrahim, banka memuru, şoför, doktor, simsar, emekli, hizmetçi hepsi bir dairededir.

Her odasında toplumun çeşitli tabakalarından evli, bekar, kadın, erkek, yaşlı, genç bir sürü insan oturur. Apartmanın katının dokuz odasına karşılık banyosu, tuvaleti ile mutfağı ortaklaşa kullanılır. Ayaşlının kiracıları bu yüzden, içli dışlı yaşamak, günlük yaşamın kurallarına uymak zorunluluğu duyarlar.

Kiracılar zamanla değişik nedenlerle evden teker teker ayrılırlar. Evde mal sahibi ile yakınları kalır. Fakat Ayaşlı İbrahim Efendi de bir gün hastalanarak ölür. Geriye kalan kızı da başka yere taşınır.

Kitaptaki Olayların ve Şahısların Değerlendirilmesi :

Halide: Kimsesiz, esmerce soluk benizli bir kızdır.

Faika: 18 yaşlarında şımarık kızın tekidir. Ufacık tefecik birşeydir.

Şoför Fuat: Faika'nın kocasıdır. Kısa boylu, karısı gibi ufak tefek, açıkgöz ve birazda çapkın birisidir.

Hasan Bey: Gayet dürüst ve samimi bir dosttur. Yazarın abisinin arkadaşıdır.

Ayaşlı: Asıl adı ibrahim'dir. Yazarın ev sahibidir ve de Faika'nın üvey babasıdır.

Şefik Bey: Orta boylu, şişmanca ve temizliğine dikkat etmeyen birisidir. Arnavut bir baba ve Lübnanlı Arap bir anadan dünyaya gelmiştir.

İffet Hanım ve Kocası: Sürekli tartışan bir çifttir.

Turan Hanım ve Kocası: Bu çift ise kumar hastasıdırlar. Sürekli evlerine birilerini alıp kumar oynarlar.

Fahri: Yazarın en samimi arkadaşıdır ve doktordur.

Selime: Hasan Bey'in kızıdır daha sonra ise yazarla evlenmiştir.

Suyu Arayan Adam (Şevket Süreyya Aydemir) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Suyu Arayan Adam

Kitabın Yazarı : Şevket Süreyya Aydemir

Kitap Hakkında Bilgi :

Biyografik romanlarıyla ve sıradışı yaşamıyla ünlenen yazar Şevket Süreyya Aydemir ve onun kendini ararken Türkiye'nin dününü, bugününü ve yarınını anlattığı,1959'da tamamlanan otobiyografik eseri...

Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam isimli eserinde, çocukluğundan itibaren hayat hikâyesini ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır. Eser birçok açıdan dikkati çekmiş ve çok okunmuştur. Eserin okunmasında hem kullanılan dil ve üslup hem de yazarın hayat hikayesinin çok renkli olması etkili olmuştur.

Yazar, eseri çok samimi ve duru bir Türkçe ile kaleme alır. Edirne'de dünyaya gelen yazar, hayatının değişik dönemlerinde farklı siyasi görüşleri benimser, Soğuk Savaş döneminde İdealleri uğruna yolculuklar yapar, yargılanır, hapis yatar, devlet kademelerinde görevler yapar ve sonunda emekli olur. İşte yazar bütün bu yaşadıklarını, hayallerini, düşüncelerini ve seyahatlerini çok başarılı bir şekilde anlattığı için eser çok okunmuştur.

Eserden bazı bölümler şöyledir: Ergenekon, Şu Bilinmeyen Anadolu, Kızıl Elma, Rus Ovası ve Rus Mistiği, Çin Asrı, İnkılabın Emrinde, Toprağa Dönüş ...

Konulardan da anlaşılacağı gibi yazar yaşadıklarını anlatırken çeşitli dönemlerde peşine düştüğü ideoloji ve ideallerini de anlatmıştır.

Şevket Süreyya 1897 Türk-Yunan Savaşı sırasında Edirne'de doğar. Ailesi Deliorman'dan göç etmiştir. Babası üstün niteliklerine rağmen okuma yazma bilmez. Annesi ise ona din, masal, destan kitapları okur, mahallenin kadınlarına dua öğretir.

SUYU ARAYAN ADAM

Babam beni önce mahalledeki mektebe daha sonra ise Askeri Rüştiye'ye yazdırır. 31 Mart 1908'de bir asker ayaklanması çıktığı haberi Edirne'de bomba gibi patladı. 1911'de Trablusgarp- Bingazi ile Ege Adaları da elden çıktı. İsyanlar ise, her tarafa yayıldı. 1912'de çıkan Balkan savaşının getirdiği çöküntü yaşandı. Baskınlar, yağmalar, toptan öldürmeler birbirini izliyordu. Edirne kalesi düşmüş, ağabeyim şehit olmuştu. Bütün bu karışıklık içinde yeni bir anlayış doğmaktaydı. Türkçülük hareketi bunlardan biriydi. Bu milletin vatanı Türk milletinin yaşadığı her yerdi ve adı Turan'dı

Bu yeni düşünce akımı bizi mağlubiyetin getirdiği aşağılık duygusundan kurtarıyor, bize yeni ufuklar açıyordu. Bu ses bir yeni Ergenekon'du. Anam ve ağabeylerim ölmüştü. Babam ise çalışma gücünü kaybetmişti. 21 Temmuz 1914'te seferberlik ilan edildi. 2 Ekim 1914'te ise Almanlar'ın yanında savaşa girildi. 1915 senesinde kendimi zorla askere yazdırdım. O sırada ancak 18 yaşındaydım. Beni Kafkas cephesine verdiler. Cepheye vardığımız günlerde ordu, Karadeniz'den İran sınırına kadar, her taraftan geri çekilme halindeydi. Savaşın başında bu cephede bulunan kuvvetli, canlı bir ordu, o zaman henüz 35 yaşında olan Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa'nın; adına Sarıkamış Hareketi denilen delice macerasıyla, birkaç gün içinde tamamen mahvolmuştu.

Sarıkamış faciası 90. 000 kişilik bir orduyu tamamen yutmuştu. Bu yolsuz, izsiz dağlarda, kar tipileri ve fırtınalar arasında olduğu yerde donan binlerce askerin hikayesi anlatılırdı.

1917'de Rusya'da bir ihtilal çıkar ve Rus Çarı tahttan indirilir. Rus askerleri silahları bırakıp barış yapar. Çarın ordusu dağılmıştır. Fakat onun yerini Ermeni birlikleri alır. I. Dünya Savaşı içindeki Türk-Ermeni boğuşması ve hesaplaşması insanlık tarihinin unutulması gereken bir sayfasıdır.

Balkan savaşından sonra arkasından ağladığımız imparatorluk, köhnemişti ve hiçbir zaman bizim olmamıştı. Halbuki yeni Turan bizim olacaktı ...

Ben ne olacaktım? Ben bir Aydemir olacaktım. Fakat bir gün tam en kuwetli olduğumuzu sandığımız bir zamanda, Enver Paşa'dan gelen emirle bütün hayallerimiz çöktü. Bu bir ateşkes emriydi. Savaş bitmişti ve yenilmiştik.

Edirne de İstanbul gibi işgal altındaydı. O sırada Azerbeycan hükümeti hoca istiyordu. Görev aldığım şehir Nuha ( Şeki ) Azerbeycan'ın kuzeybatısında, Kafkas dağlarının eteklerindeydi. Buradaki insanlara Turan hakkındaki fikirlerimi anlatıyordum. Fakat her geçen gün ümitsizliğe kapılmaya başlamıştım. Turan bir illüzyon, bir ütopyaydı. Turan hiçbir zaman ulaşılamayacak hayali bir ülkünün adı mıydı?

1920 tarihinde kızıllar Azerbeycan'a aktılar. 1 Eylül 1920'de başlayan kurultay günlerinde Bakü ortaçağ Asya'sındaki büyük şehirlerden birinin alacalı görüntüsünü yaşıyordu. Araplar, Hintliler, İranlılar, Afganlar, Moğollar, Özbekler, Kırgızlar ..... ve niceleri. Her yerde her köşede esir, mazlum milletlerin kurtuluşu ilan ediliyordu. Şark uykusundan uyanıyordu. Bu davanın öncüleri arasında ben de vardım. Bir gün Batum'da ilk rastladığım bir Türk kızıyla evlendim. Daha sonra da Komünist Partisine girdim.

Moskova'ya üniversitede okumaya üç arkadaş gittik: Nazım Hikmet, Va-Nu ve ben. Moskova yolculuğumuz sırasında ihtilal denilen bilinmeyeni yakından görüyorduk Bir yıkılış olmuştu, çöküntü tamdı.

1923 sonunda eski bir vapurla İstanbul'a dönüyordum.. Halbuki sonra ne oldu? Şüpheler, hayal kırıklıkları, pişmanlıklar ... İstanbul'u ne kadar yadırgadım. Kendimi ne kadar yabancı buldum .... İstanbul bana yarı sömürge bir şehir gibi geliyordu. Gündüzleri bir ilkokulda hocalık yapıyordum. Dr. Şefik Hüsnü ile Sadrettin Celal'in çıkardığı Aydınlık dergisinde de yazılar yazıyordum. Tam bu sırada Ankara'dan gelen bir emirle dergimiz kapanldı. Birkaç gün sonra tutuklandım. İstiklal Mahkemesinde yargılanarak, on yıl hapse mahkum oldum. 1,5 yıl yattıktan sonra cezam affedildi. Dünyada artık özgür ülkeler devri başlıyordu.

Her ülke kendi düzenini kendi içindeki şartlara göre kuracakn. İhtilaller devri bitmişti. Türkiye de kendi gelişmesini kendi iradesiyle sağlayacaktı. İkinci defa tutuklandım. Bu sefer mahkemenin benim için istediği ceza idamdı. Dava aylarca sürdü. Sonunda beraat ettim.

Anadolu'da çalışmak amacıyla Ankara'ya gittim. Maarif Vekaletinde Yüksek Teknik Öğretim Umum Müdürü'ne muavinlik yapacaktım. Ayrıca ekonomik bir araştırma raporu hazırladım. Raporun konusu bir tedavül bankasının kurulmasıyla ilgiliydi.

Ankara gece gündüz çalışıyordu. Ben de inkılap rüzgarına kapılmıştım. Çankaya'daki basit bağ köşkünde genç ve dinamik bir insan yaşıyordu. Ondan taşan dinamizm bu kıraç ve harap ülkeye durmadan yayılıyordu. Kazmalar, küreklerle dağlar deliniyor, tüneller açılıyordu. Ele geçen bir parça demir, bir parça çimentoyla okullar, hastaneler yapılıyordu.

1929 patlayan dünya ekonomik krizi liberal kalkınma umudunu tamamen durdurdu. Ekonomik durgunlaşma ve fakirleşme başlamıştı. Bu duruma dur demek amacıyla 1923 İzmir İktisat Kongresi yapıldı. Dünyanın bölündüğü zıt kutuplar arasındaki çatışma gittikçe derinleşiyordu. Batı ve doğu her gün biraz daha birbirinden ayrılıyordu.İnkılap ve KadroI isimli eserimi bastırdım. Ayrıca birkaç arkadaş KadroI adını verdiğimiz bir dergi yayınlamaya başladık.

1933'te Almanya'da iktidara gelen Naziler, ırkçı bir ruhu Alman milletine aşılamaya çalışıyordu. İkinci Dünya Savaşı biz ona katılmasak da bütün dünyayı olduğu gibi memleketimizin de kaderini belirleyecek yeni bir çağın görünümüydü.


Türkiye; tarihinin en büyük şanslarından biri, olarak bu harbi militarist ve hayalperest olmayan bir hükümetin idaresinde geçirdi. Savaştan sonra ise tek partili rejimden çok partili döneme geçildi.1950 seçimlerinden sonra ise, vekiller heyeti kararıyla işimden ayrıldım. Artık bir emekliydim.

Hikayem bir yangınla başlamıştı. Ama şimdi serin bir su başındayım. Ağaçların gölgelediği, çiçeklerin açtığı, kuşların ötüştüğü bir su başında. Hatta şimdi bana öyle geliyor ki bütün ömrüm boyunca aradığım su belki de buydu ... Bu su, bazen masum bir hayal, bazen bir gençlik rüyası, bazen ideal, bazen aşk şeklinde beni arkasından koşturdu. Bazen onu kaybettim. Bazen buldum sandım. Ama onu her zaman aradım. Bu arayışta aldanışlarım da inanışlarım kadar güzeldi ...

Bir Çocuk Ruhunun İlk Dokuları

Bizim mahallemiz bir muhacir mahallesiydi. Kırım'dan, Dobruca'dan, Tuna kıyılarından, zaman zaman harple, katliamlar içinde kopup gelen göçmen selelerinin artıkları, yüz elli iki yüz yıldan beri hemen daima yenilen ordular ve daima gerileyen sınırlarla beraber adım adım çekilerek buralara kadar sürülmüşlerdi.

Bir zaman bir imparatorluğun, o geniş Osmanlı Devletinin başşehri olan Edirne, şimdi artık bir sınır kalesiydi. Şehrin kenarını çeviren bağlık tepelerde yer yer tabyalar, istihkâmlar sıralanıyordu. Eski İmparatorluğun yeni sınırları ise, şehrin kuzey ufkunda görülen alçak dağlar üzerinde doğudan Batıya uzanıp gidiyordu.

Hâlbuki, Edirne bir devlete başşehir olduğu zamanlar, buralarda oturup dünyanın yarısına; Almanya'dan İran içine, Hint Denizi'ne, Polonya'dan, Ukrayna'dan Habeşistan'a kadar hükmetmiş olan padişahların saray harabeleri, bizim kenar mahallemizin hemen karşısında, şimdi kurumaya yüz tutmuş bir nehrin iki eliyle kucakladığı yeşillik kenarında yatıyordu.

Bizim göçmen mahallemizin, her biri bir başka yerden göçüp gelen her ailenin, konup göçtüğü yerlere ait ayrı bir hikâyesi vardı. Sınırların ötesinden sızan yeni göçmenlerle mahallenin halkı gün geçtikçe artardı. Bu yeni gelenler yuvalarını, topraklarını doğdukları yerlerde bıraktıktan sonra, zahire, kap kaçak, yorgan döşek namına ve alabilirse iri öküzlerin çektiği ağır arabalara atarlar, yollara dökülürlerdi. Kadınlarla çocuklar bu yüklerin üstüne bindirilirdi.

Bu perişan kafileler, eski İstila ordularını Balkanlar'dan, Tuna'dan ve daha ötede yerleşip, bakraçlar sarkan bu gıcırtılı arabalarla, asırlarca süren bir egemenliğin ellerinde kalan bu hazin artıklarını geriye doğru taşıyorlardı.

Zaten yakın olan sınırlardan bu yana geçmekle, muhacir kâfirlerinin kenar mahallemizi çeviren çayırlığa çökmesi bir olurdu. O çayırlar ki vaktiyle, bu dönenlerin dedelerinin uzak ülkelere, Balkanlar'a, Tuna'ya ve daha ötelere yayılmak için yola çıkarken toplandıkları, saflarını düzdükleri, geçitlerini gösterdikleri meydanlardı.

Kenar mahallemizin sokaklarında zaman zaman:
- Çocuklar! Muhacirler gelmiş, diye sesler dolaşırdı. Mahallenin çocukları hep birden çayırlığa koşardık. Bu çayırlık, belki yüz, yüz elli yıldan beri göçmenler için bir konak yeri olmuştu. Burada arabalar halka halka dizilirdi. Öküzler, mandalar bunların etrafına çökerlerdi. Uçları araba kanatlarına tutturulmuş kilimlerden, çarşaflardan odacıklar kurulurdu. Yataklar serilirdi. Ateşlerde tencereler kaynardı.

Yeni gelen göçmenlerin çocuklarıyla bizim kenar mahallenin küçükleri arasında hemen arkadaşlık başlardı. Çünkü yeni gelenlerin söyledikleri kasaba, köy isimlerini biz daha önce işitmiş olurduk. Hatta aramızdan onlarla hemşehri, komşu çıkanlar da bulunurdu. Çünkü bizim de ailelerimiz vaktiyle oralardan kopmuştu. Onların geçtiği yollardan geçmişti. Şimdi onların konakladıkları bu çayırda konaklamışlardı.

Yeni gelen göçmenlerin, hemen ertesi gün, kimisi hükümete başvurur, kimisi hanlarda, kahvelerde, eski gelen hemşehrilerinin dağıldıkları, yerleştikleri köyleri, kasabaları soruştururlardı. Ondan sonra kafilenin çözülüşü başlardı. Birkısmı yakın yerlere dağılırdı. Birkısmı yeniden yollara düzülürdü. Arta kalanlar kenar mahallenin bir ucuna yerleşerek mahalleyi genişletirdi. Bu yerleşme için, kırlardan kara çalı, böğürtlen, yahut güvem dikeni, bataklıklardan saz demetleri taşınırdı. Sonra etrafı çitle çevrilen bir avlunun ortasına, üstü sazla örtülü küçük bir kerpiç, hatta çit kulübe yaparlardı.

Böylelikle daha birkaç gün geçmeden mahallede yeni bir baca tüterdi. Onun da dumanı mahallenin dumanlarına karışırdı. O evin de çocukları mahalle çocuklarının aralarına girerlerdi.

Ben de bir göçmen çocuğuydum. Bu göçün hikâyesi Tuna kıyılarında başlar, bu kenar mahallede biterdi. Hikâye oldukça basitti. Fakat işin üzerinden, o zaman otuz yıl kadar geçtiği hâlde, babamın gönlünde bu hatıra hâlâ tazeliğini muhafaza ederdi:
O tarihten otuz yıl kadar evvel, 1877'de Ruslar Tuna'yı geçince, Deliormanda sarsılmıştı. Biz Deliorman'danmışız. Babam kalabalık bir ailenin çocuğu imiş. Bu aile, gece kapılar kapanınca, etrafı çevrilmiş bir küçük kaleye dönen bir çiftlikte yaşıyormuş. Evler, ahırlar, samanlıklar büyük bir avlunun etrafına diziliymiş. Köpekler gece çiftliği beklermiş. Sabahın alaca karanlığında hayat başlarken, avlunun içi öküzler, inekler, kazlar, davarlarla dolarmış. Ona göre de geniş toprakları varmış.

Fakat Tuna'da harp patlayıp da Tuna'yı aşan Kazaklar bu toprakların sınırlarında gözükünce bu çiftlik de boşalmış. Kazakların atları, göçmenlerin öküz arabalarından daha çe-vikmiş. Bir gün, kaçan kafile baskına uğrar ve parçalanır. Benim çocukluğumdaki gibi buralara kadar ulaşabilen göçmenler, kenar mahallemizin yanında arabalarını çözdükleri zaman babamın kırk kişiyi aşan ailesinden, arabadaki ihtiyar anasından başka yanında kimse kalmamış. Kaybolanların izleri ve akıbetleri hiçbir zaman belli olmadı.

Anamın göç hikâyesi biraz daha kısaydı. Onun babaları, Batı Trakya'nın, Bulgaristan'a kalan dağlık bölgesinde, bir köyde yaşıyorlarmış. Oralar elimizden çıkınca, bölgenin bütün Türkleri gibi onlar da yavaş yavaş yurtlarını bırakmışlar.

Sonraları çeşitli akrabalık bağları ile bağlandığımız ailelerin de hikâyeleri bizimkilere karıştı. Mesela bu ailelerden biri, Bulgaristan'ı ikiye ayıran Balkanlar'ın bir geçidinde yaşıyormuş. Tuna'yı aşan Ruslar daha buraya gelmeden, köyde yaşayan Bulgarlar isyan etmişler. Kilisede çanlar çalınmış. Önceden ve gizlice hazırlanan teşkilat derhâl meydana çıkmış. Neferler, çavuşlar, zabitler peyda olmuş. İsyancılar önce karakolu basmışlar. Kuleye kendi bayraklarını çekmişler. Köyün yağması kolay olmuş. Kadınlara dokunmamışlar ama ileri gelen insanları birer birer temizlemişler.

Bu hikâyeyi bize anlatan kadın akrabamız, kendi babasının, başı kesilirken zahmet çekmesin diye, kürkünün yakasını nasıl kıvırarak kendini almaya gelen isyancılara nasıl teslim olduğunu anlatırdı. İsyancılar o arada çok insan temizlemişler. Fakat bir Türk askeri kolu, köyü bir aralık kurtarınca, arta kalanların göçü başlamış, göç kollan hücumlar, baskınlarla sapa yollara dökülmüşler. Nihayet sağ kalanlar, uzun maceralardan sonra bu mahallenin kenarına varmışlar. Kaldı ki kim bilir nerelerden ve ne zamanlardan beri akıp gelen bu kopuk göçmenin, bu sınır kenarına yerleşmekle sonu gelmiş sayılmıyordu. Burası sadece bir konak yeriydi. Yeni harpler, yeni yenilgiler, yeni göçler olacaktı.

Mahallede herkes bir gün olup buradan da göçüleceğine inanıyor, o günü bekliyordu. Hoca hanım denilen bir yaşlı kadın vardı ki bizim mahalleye başka bir mahalleden misafir gelirdi. Fakat gelince de her evde istediği kadar kalırdı. Onun mahallede bulunduğu zamanlar gece toplantıları daha kalabalık olurdu. O herkesi tanırdı. Her şeyi bilirdi. Yarı sofu, yarı meczup, yarı derviş bir kadındı:
- Müslümanların evveli Şam, ahiri Şam, derdi.
Bu sözleri dinleyenler, yakında Şam'a kadar göçüleceğine inanırlardı.
- Edirne, sudan, İstanbul ateşten batacak, derdi.
Buna da herkes inanırdı. Hatta Osmanlı Devletinin sonunu da haber verirdi:
- İnneke Hamidün Mecid, derdi. Bunu da şöyle tefsir ederdi:
- Bu devletin son padişahı Sultan Hamid olacak. Sonra bir Mecid gelecek ama, o artık padişah sayılmayacak.

Bizim bu kenar mahallemizin yerinde şimdi hemen hemen yeller esmektedir. Harpler, göçler ve ihmaller sonunda boşalan ve enkazı yıkıcılar tarafından taşınan evlerimizle bahçelerimizin yerini şimdi baldıranlar, dikenler, sert, pis kokulu mürver ağaçlan ve bir mezarlık ıssızlığı almıştır.

Hoca hanımın şom ağzı ne vakit kapanmıştır bilmiyorum. Ama memleketin batı sınırı, Edirne'nin âdeta son evlerine kadar sokulduktan sonra şimdi oralarda baykuşlar, kendilerine tüneyecek, istedikleri kadar harabe bulabilmektedirler. Edirne'yi her istikamette saran ve saatlerce süren bakımlı bağların yerini, şimdi bir bozkır çıplaklığı örtmüştür. Mamur konakların yıkıntıları arasında davar sürüleri dolaşır. Vaktiyle uçtan uca uzanan kışlaların çökmüş damlan altında, dizi dizi kof pencere delikleri ruha korku verirler. Bu harabeler ortasında tüneyen bir avuç insanın üstünde ise, dünyanın en güzel kubbeleri ve en ince minareleri hazin bir tezat içinde yükselirler.

Ayin yaklaştıkça, tekke halkının gidiş gelişleri artardı. Bunların her birini uzaktan birer birer tanırdım. Fakat beni en çok ilgilendiren bahçıvan dedeydi. Dede belki altmış, belki yetmiş yaşlanndaydı. Haydariyesi, temiz Mevlevi kıyafeti içinde mübarek bir yüzü vardı. Onu daha yakından görebilmek için, bazen konak bahçesini çeviren taflanlarla menekşe güllerinin arasına saklanır, gözetlerdim.

Dede bahçede daima yapacak bir şeyler bulurdu. Tarhları kabartırdı. Gülleri, karanfilleri temizlerdi. Fideler dikerdi. Çiçekleri sulardı.

Bana, Dede daima bir şeyler okuyor gibi gelirdi. Belki ilahîler, belki dualar. Namaz vakti gelince, asma çardağına asılı hasır seccadesini indirir, havuzun kenarına sererdi. Namazdan sonra ellerini Allah'a açarak uzun, derin yakarışlara dalardı.

Ona baktıkça gözlerimin önüne kendi babam gelirdi. Babam da hizmetinde bulunduğu konağın bahçesinde böyle çalışırdı. Onların yüzleri gibi herhalde ruhları da birbirlerine benzerdi. Babamın da toprağı işler, tarhları çapalarken, dilinden dualar düşmezdi. O da yaseminlerle mor salkımların sardığı çardağın gölgesinde namazlarını kılardı. Sonra ellerini Allah'a açıp başını göğsüne eğdiği zaman, onun da yakarışları, duaları, uzun bir kendinden geçiş hâlini alırdı. Onun da yüzünde tıpkı bahçıvan Mevlevi Dedesi'nde olduğu gibi, imanın ve ümidin mübarek sükûnu vardı.

Babama da bahçıvan derlerdi. Bahçıvan Mehmet Ağa denildiği zaman, sakin, kemalli, inanılan ve sayılan bir insan hatra gelirdi. Bahçıvanlık onun sanatı değil, dini gibiydi. Bunu evimizin halkı için de sanki bir din hâline getirmişti.

Babam da bahçıvan Dede gibi çiçeklerin arasında gömüldüğü zaman kendinden geçerdi. Onlarla sanki konuşurdu. Biraz da kendi eseri olan bu yaratıkları, sanki çocukları gibi kendinden birer parça sayardı. Tıpkı çocuklarında olduğu gibi, cins cins çiçeklerde de ayrı ayrı tabiatlar, ayrı ayrı arzular seçerdi. Onların heveslerine, saadetlerine yetişmeye çalışırdı.

Ona en çok üzüntü veren şey, çiçekleri koparmaktı:
- İnsan gibi, çiçeğin de sonuna kadar yaşamak hakkıdır! derdi.

Ergenekon

Balkan Harbi'nin getirdiği çöküntü tamdı. Bu sefer Osmanlı Avrupa'sı vilayetlerindeki Türkler, hatta göç etmeye bile vakit bulamamıştır. Baskınlar, yağmalar ve toptan öldürmeler içinde amansız bir tasfiye başladı. Ve bu tasfiye kesin oldu.

Umumi bozgundan bir süre sonra, Avrupa Türkiyesi'nin üç noktasında, hâlâ döğüşen üç kale, belki harb tarihinin en son kale savaşlarını yaparak birer birer düştüler. Edirne kalesi bunlardan biriydi. Büyük ağabeyim biraz önce ölmüştü. Küçüğü bu kaleye kapanan orduda subaydı. Biz çocukları istanbul'a gönderdiler. İstanbul limanı, yabancı gemileriyle tıklım tıklım doluydu.

Düvel-i muazzama bu sefer de kılıcını teraziye koydu ve gene Osmanlı Devletinin aleyhine koydu. Harp başlarken:
- Harbin neticesi ne olursa olsun Balkanlar'da statüko

bozulmayacaktır, demişlerdi ama, harbin sonunda bu statüko, kesin olarak ve ebediyen hem de bizim aleyhimize bozuldu.

Bütün bunlar o zaman ve hele yeni yetişen ve ilk gençlik çağlarını yaşayan Türk çocukları için beklenmedik şeylerdi. Ben de bu çocuklardan biriydim. Bizler, bu netice için hazırlanmamıştık. Biz birtakım adı belirsiz hayal dağlan ardından doğacak, başka türlü sabahların rüyasını görüyorduk. Biz, fetihler, zaferler, genişlemeler, şanlar ve nihayet bir cihangirlik için hazırlanıyorduk.

Hâlbuki soğuk ve kara bir hakikatle işte karşı karşıya idik. Bu hakikati anlamaktaysa hafiften zorluk çekiyorduk. Demek ki bizim bilmediğimiz, anlamadığımız bir şeyler vardı. Ve şimdi bu çıplak hakikate alışmak, gerçekleri olduğu gibi bilmek ve görmek lazım geliyordu. O güne kadar demek ki bir hayal âleminde yaşamıştık. Bütün inandığımız şeyler demek ki bir vehimdi. Bu İmparatorluk aslında belki çoktan ölmüştü. Biz onu belki de sadece, vehmimizle yaşatmıştık. Şu kaybolan Osmanlı Afrikası, belki hiçbir zaman bizim olmamıştı. Şu Osmanlı Avrupası, belki çoktan beri artık bizim sayılamazdı. Girit, Şark-ı Rumeli, Tuna eyaletleri olan Bosna-Hersek, demek ki çoktan bizim için artık tarihe karışmıştı.

Ya Asya Türkiyesi? Fakat onun üstünde de Türk, Arap, Kürt, Ermeni gibi ayrılıklar yok muydu? Bütün şu Arabistan'a biz, nasıl "Bizim!" diyebilirdik ki, oralarda, asırlardan beri israf edilen kanımızdan başka bizim olan hiçbir şey yoktu. Hele padişah, hele sabun köpüğü gibi sönmüş, gitmişti.

Ya Anadolu? Devletin bütün topraklan içinde belki tek temel olan; fakat bu devleti idare edenlerin hiç bilmedikleri hiç benimsemedikleri bir yer varsa o da Anadolu'ydu. Hatta benim büyüdüğüm sınır şehrinde bile Anadolu'yu, yalnız Amıdolu'nun gönderdiği askerlerden tanırlardı. Bu askerler şehir sokaklarının alışamadıkları kalabalığına karışmaktan korkarak, mahcup, ürkek, cuma günleri büyük camilerin avlularına dolarlardı. Ortalığı yaygaraya boğan kebapçıların, börekçilerin sesleri arasından:
- Dördüncü ordudan vâ mı? Sivaslı vâ mı? Angaralı vâ mı, diye bağıra bağıra hemşehri ararlardı. Biz çocuklar onların etrafını sarar eğlenirdik. Gülüşürdük. Rumeli'nde, Anadolu deyince akla, daima bu ürkek askerlerle, kıtlık, fakirlik eşkiyalık gelirdi.

Hayır, Anadolu, Rumeli çocuklarının hayallerini dolduracak bir yer değildi. Bizim hayalimiz, o günlere kadar, Tu-na'da, Kafkasya'da, Afrika'da, Hint kapılarında dolaşmıştı. Bizim kafalarımızda yaşattığımız rüya, bir cihan hâkimiyetiydi. Her birimiz bir cihangir olacaktık. İskender gibi, Yavuz gibi, Napolyon gibi.

Fakat ne çare ki artık, her şey bitmişti. Ordular çökmüş, sınırlar çözülmüştü. Saray bir hiçti. İhtilalin o kadar gürültüyle getirildiği şeylerden ortada, bir hayal kırıklığından başka bir şey kalmamıştı. Bu görülmemiş hayal kırıklığıyla, maneviyat bozukluğu içinde memleket, son dakikalarını yaşıyor gibiydi. Çocukluğumda bize misafir gelen şom ağızlı hoca hanımın dediği şeyler, galiba doğru çıkıyordu: Evveli Şam, ahiri Şam!

Şu Bilinmeyen Anadolu

Haydarpaşa istasyonundan tren, öğle sonlarına doğru hareket edecekti. Dört yüzden fazla subay namzedi (subay adayı) idik. Kafkasya, Irak, Filistin Hicaz cephelerinde vazife almıştık. Dağılış noktalarına vardıkça her birimiz kendi cephemizin yolunu tutacaktı.

İstasyonda pek az uğurlayıcı vardı. Bunlar, bazı yaşlı, terbiyeli erkekler, temiz yüzlü İstanbullu anneler, o zamanlar henüz açılmamış, erkekleşmemiş İstanbullu kızlardı. Herkese kendi oğulları gibi yakınlık gösteren, kendi çocuklarıymış gibi nasihatlerde bulunan bu mübarek bakışlı babaların, amcaların çoğu, belki de eski, emekli askerlerdi. Gidilecek yerlerin ve harbin ne olduğunu hiç şüphesiz biliyorlardı. Bu gidenlerden çoğunun geri dönmeyeceğini ve şimdi bu uğurlayışın, onlardan birçoğu için, çocuklarını son görüş olacağını da herhalde arılıyorlardı. Fakat ne bir şikâyet sesi ne taşkın bir hıçkırık.

Bilakis herkes bu ayrılışa âdeta mesut bir gün yıllardan beri beklenen, yıllardan beri hazırlanılan bir sevinç günü havası vermek için elinden geleni yapıyordu.
Fakat bütün bu insanlarda, az sonra birden sel gibi coşacak, seller gibi çağlayacak gözyaşlarına diledikleri gibi mecra verebilmek için trenin bir an önce kalkmasını ve kendilerini evlerinin gizli köşelerine bir an önce atabilmeyi bekleyen bir sabırsızlık hâli, her şeye rağmen seziliyordu.

Tren ilk düdüğünü çalınca, geldiğinden beri istasyonun bir direği dibine çöküp, bastonunu kucağında tutan ve boyuna bir şeyler okuyup üzerimize üfleyen bir ihtiyar, zorlukla ayağa kalkabildi. Daha ziyade bir mahalle imamına benziyordu. İstasyon adamlarının anlattıklarına göre, onun bu gidenlerin arasına hiç kimsesi yoktu. Fakat Hakk'tan ümidini kesmeyen nurlu bir yüzü vardı, tren ikinci düdüğünü çalınca ellerini kaldırdı. Herkes ona uydu. Yanık tesirli bir sesi vardı. Duasını bitirdiği zaman, elini öpen her çocuğun boynuna sarılıyordu:
- Torunum siz yaştaydı oğul. Adı Selahattirîdi. Bağdat'tan iki mektubu geldi, sonra haber kesildi. Kayıp diyorlar ama, Allah'tan ümit kesilmez ki oğul. Çukur Tekke şeyhinin torunu Selahattin diye sorun. Allah için soruşturun.

Kiminin alnından öpüyor, kiminin arkasını okşuyor:
- Haydi yavrularım, haydi arslanlarım, diye ağlıyor, inliyordu.
İstanbul banliyösünün köşkleri, konaklan, bahçeleri, bağlan yahut sırtlarını yeşil yamaçlara vermiş köyleri pek çabuk arkada kaldılar. Sonra tren gecenin bağrına daldı.
Sabah açılırken, kompartımanın büzüldüğüm köşesinde ben de gözlerimi açtım. Tren bir bozkırın ortasında ilerliyordu. Bu bozkır, benim şimdiye kadar gördüğüm, alıştığım topraklara hiç benzemiyordu. Yol ilerledikçe çıplaklık da artıyordu. Kel tepeler, çiğ bir güneş altında yanan kıraç, çorak kırlar alabildiğine uzanıp gidiyordu. Tek bir yeşil dal görünmüyordu. Tren bile steplere daldıkça çevikliğinden bir şeyler kaybediyor gibiydi. Yorgun, şikâyetli bir didinme içinde yol almaya çalışıyordu.

Yaylaya girildikçe trenin hareketi büsbütün ağırlaştı. İstanbul'dan yüklediği kömürü de tükenmişti. Artık şurada burada bulunabilen artıklar, istasyonlara istif edilen söğüt, kavak odunlanyla yol almaya çalışıyordu. Yokuşlarda, rampalarda takati kesilince ikide bir duruyordu. O zaman vagonlardan inen çocuklar tek başlarına, yahut ikişer üçer kişilik gruplar hâlinde demir yolunun sağında solunda sıra sıra uzanıyor, yürüyüp gidiyorlardı.

Demek ki Anadolu buydu. Anadolu gerçeğinin artık karşısında bulunuyorduk. Fakat ne var ki bu gördüğüm Anadolu, benim mektepte öğrendiğim, yahut şiirlerde okuduğum, mektep şarkılarından haykırdığım Anadolu'ya hiç benzemiyordu. Çağlayan sular, öten bülbüller, altın başaklar, altı üstü birbirinden zengin ve dünyanın hazinesi olan Anadolu her hâlde burası olmasa gerekti. Burası, dünya kabuğunun, çoktan ölmüş bir parçasıydı ki, yakan güneş, kavuran soğuk altında, kumları, kireçleri şerha şerha ufalanarak her gün biraz daha çölleşiyordu.

Köy denilen şey, bozkırın boşluklarından kaybolmuş birtakım kovuklardı. Ara sıra rastlanan küçük istasyon kulübelerinin önlerinde kımıldaşan insanlar, bu çorak toprakların yürüyen parçaları gibiydi.

Orta Anadolu yaylası aşılıp da güneyde Toroslar göründüğü zaman, tren, yolcularının birkısmını Ulukışla istasyonunda boşalttı. 0 zaman doğuda Kafkas cephesinin yolu güneyde Ulukışla'dan geçerdi. Arap cephelerine gidecek olanlar güneye doğru yollarına devam ettiler.

Ben trenden inip Anadolu toprağına ilk ayağımı basınca, etrafıma uzun uzun bakındım. Burası, birkaç toprak kulübesi olan kıraç, tozlu, kasvetli bir yerdi. Fakat, Kayseri'yi Sivas'ı aşıp, Erzincan, Erzurum ilerisine, Rus, Acem sınırlarına varan yollar buradan başlıyordu. Bozuk düzen birtakım izlerden ibaret bu yolların uzandığı istikametlerde ne bir karış demiryolu, ne de motorlu bir vasıta vardı.

Uzun ve sonu belirsiz yolların artık başında bulunuyordum. İçimde önce, hayal kırıklığına benzeyen duygular canlandı. Kendimi yalnız, terkedilmiş hissediyordum. Bir toprak damın köşesine yerleştirdiği tahta masasının başında çalışan menzil kumandanının emrinde, yeni gelen subay namzetlerini, ne barındıracak yer ne de onları daha ileri menzillere sevk edecek vasıta vardı. Bunun üzerine kafile daha o gün parçalandı. Üçer beşer kişilik grupların kimisi akşam serinliği yollara döküldü. Yürünecek yol belki de bin kilometre kadardı. Ben de iki arkadaşımla beraber yola düzüldüm. Dizlerimizin takati kesilince ilk geceyi, kırların sessizliği içinde yarı uyur yarı uyanık geçirdik. Sabahleyin güneşin görünmesiyle sıcağın çökmesi bir oldu.

Ulukışla ile Kayseri arası, o zaman bizim gibi yaya yolcular için bir haftalık yoldu. Bu yolda hep çıplak sırtlar, yahut tuzlu bozkırlar halindedir. Erciyes Dağı görününce de bataklıklar başlar. Etraflarında birkaç bakımsız zerdali bahçesi ve birkaç kısır bağ bulunan kasabacıklar sahrada kaybolmuş vahalar gibidirler.


Toprağa Dönüş

Şimdi artık bir emekliyim.

Hayatın başka bir safhasını yaşıyorum. Bu safhada insan, nihayet kendisi ile baş başa kalır. Tanrının, onun için hazırladığı en çetin imtihanı yaşar. En son ve en azgın hasmı ile karşılaşır. Bu hasım, yıllar boyunca geriye itilen, yıllar boyunca pusuda bekleyen kendi içimiz, kendi iç varlığımızdır.

Bu çetin bir savaştır. Büyük bir hesaplaşmadır. Bu hesaplaşmada biz, ya birden silahlarımızı terk ederek, yeis (ümitsizliğin, kötümserliğin çukuruna düşer ve hayat dışı kalırız.

Yahut da içimizin çamurları, bizim son müsamaha duygularımızı da yiyerek bizi, yalnız kin ve gaylarıyla yaşayan bir cemiyet düşmanı hâline kor. Veyahut da varlığımızı bir vehim, hayatı bir illüzyon sayarak kendi kendimizi inkâr ederiz. Bu suretle de kendimizle beraber külli varlığın bize intikal eden emanetini de değersizleştiririz.

Hâlbuki Tanrı bize hayatı, bütün tezatlarıyla vermiştir. Nasibimiz, bu tezatları çözmekten ziyade, onlarla beraber yaşamak olsa gerektir. O hâlde, hayata küsmeden, hayata düşman olmadan ve onu İnkâr etmeden ona bağlı kalarak yaşamak, hatta onu süslemek ve güzelleştirmek niçin mümkün olmasın? Böyle olunca da hayat kavgası, yurt fikri, millet fikri ve insanlık mefkuresi içine niçin yerleşmeyelim?

Çünkü biz, hiçbir zaman kopmuş birer varlık değiliz. Üstünde yaşadığımız toprağın ve içinde geliştiğimiz toplumun birer parçasıyız. Bunlar öyle bir kap teşkil ederler ki bizim hayat nizamımıza şekil verirler. Bu nizam, bir taraftan insanla toprak, diğer taraftan insanla insan arasındaki sonu gelmez savaşın bir mahsulüdür. Bu savaş ebeddir ve ebedi olarak devam edecektir. Tanrının bize biçtiği kader, bu savaştan ürkmeden ve ondan kaçmadan onun içine yerleşmektir. İrademizin ve ruhumuzun hürriyetini kaybetmeden bunu başarabilirsek o zaman, bir ermiş, bir târik-i dünya olmadan da Tanrı bizi kendi katına ulaştırabilir. Bu suretle biz, her birimiz ondan bir parça olmanın ululuğunu bulmuş olur ve sanki ona ulaşırız.

Hayat hikâyemin son sayfalarını yazarken, onun dalgalı akışını safha safha bir daha düşündüm; inişleri, yokuşları, geçitleri ve dönemeçleriyle garip bir yaşantı. Bazen sükûn, bazen tehlike anları içinde uzayıp giden garip bir yol. Ümitleri, aşkları veya yenilgileriyle bazen renkli bazen hiçlikten ibaret bir hikâye. Bu hikâyede, bilinmeyen bir el yolumuzu çizmiştir. Ümit oyalamıştır. Fikir sürüklemiş, tehlike yolumuzu süslemiştir. Aşklarımız ise, bütün bunların üstünde, bütün hayatımız boyunca, yaşantımıza değer ve mana vermiştir. Öyle ki ben şimdi başımı çevirip arkama baktığım zaman, bütün bunlar bir arada ve hepsi birden, bana her halkası ayrı ayrı yaşanmaya değer bir ömrün, derin hazzını veriyor. Son hükmüm şudur: Eğer yeniden dünyaya gelseydim, gene kendi hayatımı yaşardım.

Şimdi, size anlattığım bu hayat hikâyeme bir isim bulmak lazım? Buldum: Suyu Arayan Adam.

Hikâyem bir yangınla başlamıştı. Ama şimdi serin bir su başındayım. Ağaçların gölgelediği, çiçeklerin açtığı, kuşların ötüştüğü bir su başında. Hattâ şimdi bana öyle geliyor ki bütün ömrüm boyunca aradığım su, belki de buydu. Bu su, bazen masum bir hayal, bazen bir gençlik rüyası, bazen ideal, bazen aşk şeklinde beni arkasından koşturdu.

Bazen onu kaybettim. Bazen buldum, sandım. Ama onu her zaman aradım. Bu arayışta aldanışlarım da inanışlarım kadar güzeldi.

Şimdi kitabımın son satırlarını bağlıyorum:
Çiftlik bendinin şelaleciğinde Kayaş Çayı'nın suları çağıl çağıl akıyor. Yeşil salkım söğütlerin sulara değen dalları, akıntıların yumuşak dalgacıkları içinde yıkanıyorlar.
Ada, bir güneş seli içinde. Toprak ana, göğsünün kudretlerini, çimen şeklinde, ağaç, çiçek şeklinde yeryüzüne sermiş. Sular onun memelerinden, Tanrı'nın bereketi gibi fışkırıyor. Çiçekler ve ağaçlar ondan hayat şerbetini ve güneşten renklerini emiyorlar.
Her tarafta oluşun, hareketin, derin, canlı ahengi var. Suların çağıltısına kuşların cıvıltısı karışıyor. Bu bir musikidir. Bana öyle geliyor ki bu musiki, bahçeleri, vahaları, dağları aşarak her şeyi, hepimizi içine alacaktır. Yerleri, gökleri dolduracaktır. Sanki âlem, bu musikinin ahengine uyarak, bir renk, nağme ve ziya cümbüşü içinde çalkalanacaktır. Kâinat ebedi raksına, sanki bu musiki içinde devam edecektir.
Epiktetos haklı:

"Allah'ın bize verdiği en büyük nimet, malik olduğumuz hâlde, malik olduğumuzu bilmediğimiz kuvvetleri, bir gün kendimizde bulmak kudretidir."
Ve gene onun dediği gibi. "Huzurun bir pahası var."

Evet onu ödemek lazım. Benim ödediğim paha, hayatımın hepsidir. Ama bundan üzgün değilim. Ödediğim bedel, ulaştığım kaynak için çok değildir. Çünkü bu kaynağın başında ben, yıllar yılı kaybettiğim en değerli şeyi, yani kendimi buldum.

"Bir adam vardı. Suyu arıyordu. Toprağı üç kulaç, beş kulaç kazdı. Suyu bulamadı.
On kulaç, on beş kulaç kazdı. Gene suyu bulamadı.

Sonra yerin derinliklerinde kara kaya tabakalarına rastları. Yeise düştü gücü sona erdi ve suyu bulmaktan ümidini kesti.
Fakat bir ses ona:
- Daha derinlere in, daha derinlere, dedi.
Daha derinlere indi ve suyu buldu."

Çankaya (Falih Rıfkı ATAY) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili ve Kişiler


Kitabın Adı : Çankaya

Kitabın Yazarı : Falih Rıfkı Atay

KİTABIN KONUSU :

Atatürk'ün doğumundan ölümüne kadar olan hayatı, harp zamanında düşmana ve Cumhuriyet zamanında yaptığı inkılaplarla gericilere karşı verdiği savaşı anlatmaktadır.

Çankaya, Falih Rıfkı Atay'ın 1961 yılında kitaplaştırılan hatıra (anı) türündeki eseridir.

KİTABIN ÖZETİ :


Atatürk, 1881 yılında ahşap bir evde doğmuştur. Annesi Zübeyde Hanım, babası ise önce gümrük muhafaza memurluğu sonra kerestecilik yapan Ali Rıza Efendi'dir. Naciye isimli bir kızkardeşi vardır; fakat Naciye çocukken vefat etmiştir. Babası da 1887 yılında vefat etmiştir.

Atatürk ilk eğitimine mahalle mektebinde başlamış daha sonra Şemsi Efendi okuluna geçmiştir. Bu okulda hocadan dayak yemesinden dolayı kaçmıştır. Bir müddet dayısını çiftliğinde çalışmış sonra halasının desteğiyle okula yeniden başlamıştır. Zübeyde Hanım'ın gitmesini hiç istemediği halde kendi çabasıyla askeri okula yazılmıştır. Lise hayatında çok başarılı olmuştur ve "Kemal" adını burada almıştır. Manastır Askeri İdadisinden sonra İstanbul'a gitmek istediği halde bir subayın tavsiyesiyle Manastır Pangaltı Harp Okuluna gitmeyi tercih etmiştir.

1904 yılında Harp Akademisinide bitirerek kurmay yüzbaşı diplomasıyla göreve başlamıştır.

En büyük isteği Selanik'i tekrar görebilmekti ve umutluydu fakat Şam'a tayin edilmişti. Bu birlik halkı soymakla görevli bir süvari birliğiydi ama Atatürk bu soygunların hiçbirinden kendine pay almamıştır ve bu hırsızlığa karşı koymaya calışmıştır. Daha da kötüsü bu durum heryerde bu şekildeydi.

Vatanperver duyduları ağır basan Atatürk, okuduğu kitaplarla İttihat veTerakki Cemiyetine yaklaşarak gelecekte vereceği büyük savaş için kendini yetiştirmeye başlamıştır. Şeriat kanunlarını isteyen, bu yolda kan döken isyancıları bastırmada Hareket Ordusu'nda görev almış ve başarılı da olmuştur.

Çıkan isyanların bastırılmasından sonra Enver Paşa'nın yüzünden sürüklendiğimiz 1.Dünya Harbinde birçok cephede düşmanla çarpıştı. Balkan Savaşında, Çanakkale'deki birçok direnişte komutanlık yaptı.Trablusgarp cephesine gönderildi ama devletin acizliği nedeniyle bu toprakları bırakıp geri döndü. Veliaht Vahdettin'e Almanya seyehatinde yaverlik yaptı ve geleceğin padişahından bazı imtiyazlar alarak vatanın selamete ulaşmasında önemli adımlar atmak için çaba harcadı.

Kuvettli ama kabiliyetsiz müttefikimiz Almanya'nın aldığı yenilgilerden dolayı bizde savaşı kaybetmiş sayılıyorduk.İmzalanan Mondros ve Sevr mütarekeleriyle vatan düşmanın acımasız ellerine bırakıldı.Silahımızı yetmedi istedikleri topraklarımızı aldılar.Büyük Türk, bu yenilgiyi İstanbul'dakiler gibi kabullenip elini kolunu bağlayarak beklememekte kararlı idi.

Yunan gavurun 16 Mayısta İzmir'e çıkmasıyla Atatürk de 19 Mayısta Samsun'a çıktı. Amacı direniş için gerekli kuvvetleri toplamaktı ama satılmış İstanbul Hukümeti, İngilizlerin talimatıyla Atatürk'ü görevden aldı. Bunun üzerine o da orduan istifa etti. Doğuda Kazım Karabekir Paşa'nın desteğiyle harekete geçti. Birçok ilde toplantılar düzenledi. Milleti uyandırdı ve gerekenleri yapmaya başladı.

İngilizlerin, İstanbul'u işgaliyle hukümete duyulmayan güven tamamen sona erdi.Bu arada Kuvayi Milliye birlikleri Antep,Maraş ve Urfa'da düşmana dişini göstermekteydi ama alınan kesin ve kalıcı bir zafer yoktu.Bu sebeple Atatürk bu çete kuvvetlerini toplayarak düzenli orduya geçmek istiyordu.Zaten bu çeteci birliklerin bazı yararlarının yanında birçok zararları vardı.Bu çeteler halkı soyuyor,adam öldürüyorlardı.Afyon'da aldıkları yenilgi bu olaylara son verdi ve düzenli orduya geçildi.

Düzenli orduya geçmiştik ama ordu başına geçirilecek komutanlar ve askerler binbir zorluklarla toplanabildi.Tüm zorluklara, yokluklara hatta duyulan güvensizliğe rağmen düşman Akdeniz'e döküldü.Düşman dökülmüştü ama şimdi çok daha zor olan savaş başlamıştı. İnkilaplar dönemi ve Türkiye Cumhuriyeti.

İlk iş olarak saltanat kaldırıldı. Gericilerin hatta, Atatürk'ün ilk destekleyicisi Kazım Karabekir'in tüm uğraşlarına rağmen halifelik kaldırıldı. Ayrıca hilafetin kaldırılmasına zorluk çıkaran kesimler, yani yobazlar yapılan tüm yeniliklerde yine köstek olmuşlardır. Ama Atatürk'ün azmi ve kararlılığı karşısında dayanamamışlardır. Ankara'nın başkent yapılmasını, şapka kanunu, Latin harflerinin kabulünü, Tevhid-I Tedrisat Kanununu, Medeni Kanunun kabulünü, kadılnlara verilen eşitlik hakkını ve soyadı kanununu zor da olsa halka benimsetmiştir. Başkenti Ankara yapmıştır ve Ankara'nın yenileştirilmesinde çok çaba harcamıştır. Hükümette çok partili sisteme geçiş için denemeler yapmıştır. Ama alınan sonuçlar zamanın daha erken olduğunu göstermiştir. Herkese soyadı verilmesine önayak olmuştur. Ülkenin her yerinde eğitim seferberliği başlatmıştır. Bu devrimleri hayatı pahasına yapmıştır. İzmir'de yapılan süikast girişimi de bunun en iyi göstergesidir.

Atatürk yapacağı işleri, vediği davetlerde anlatırdı. Bu davetleri sabaha kadar sürerdi, ancak o çok kısa bir uykunun ardından yapacağı işleri düşünürdü. Davet masasından sohbet ve onu hazin sona götürecek rakısı hiç eksik olmazdı. Fakat içmesini bilirdi, hiçbir zaman şuurunu kaybedecek şekilde içmemiştir. Diğer hobileri; bilardo oynamak, köpeği Fox, Florya'da yüzmek, alaturka musiki dinlemek, dostlarıyla sohbet etmek ve Savarona yatıyla gezmekti. Ayrıca giyimde, evinin döşenmesinde ve temizlik konusunda çok titizdi. En büyük dertleri ise; Hatay sorunu, dil sorunu ve eğitim konuları idi. Türk kadınına verdiği değer çok büyüktü. O, her zaman Türk milleti ve Türkiye için çalıştı. Son zamanlarında bazı kişler İsmet Paşa ile arasını açmıştı. Ama O, her zaman İsmet İnönü'yü çok sevmiş ve güvenmiştir.

Atatürk'ün şaşılacak bir hafızası vardı. Fakat son zamanlarda hafızası iyice zayıflamıştı ve asabileşmeye başlamıştı. Bunun sebebi ise, hastalıktan başka birşey değildi. Karaciğerlerinde su toplanıyordu. Hastalığında gezmek için alınan Savarona yatında dinlenmekte idi. Fakat bir sabah çok ağırlaşmıştı ve son olarak "Saat kaç?" diyerek ebedi uykuya çekilmiştir. Saat dokuzu beş geçiyor ve Türk milletinin gözlerinde yaşlar dinmiyordu.

KİTABIN ANA FİKRİ :


Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk'ün attığı tohumlarla ve bir çok zorluklar aşılarak kurulmuş, onu geliştirmek, gericilerin karşısında durmak ve yeniliklerin arkasında olmak bizim en önemli görevimizdir.

KİTAPTAKİ OLAYLAR VE KİŞİLERİN TAHLİLİ :

FALİH RIFKI ATAY: Atatürk ile bir gezide tanışan ve daha sonra varlığıyla ve yazılarıyla daima Atatürk'ün yanında olan bir gazetecidir.

İSMET İNÖNÜ: Savaştan önce tanışan ve sonra Atatürk'ün yanında olan değerli bir komutan ve devlet adamıdır.

FEVZİ ÇAKMAK: Savaşta ve Cumhuriyet döneminde Atatürk'ün yanında olan ayrıca mareşal rütbesi alan büyük bir komutandır.

KAZIM KARABEKİR: Atatürk'e ilk yardım elini uzatan, vatanperver, hilafetçi büyük bir komutandır.

Zeytindağı (Falih Rıfkı ATAY) Kitabın Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : 
Zeytindağı

Kitabın Yazarı : Falih Rıfkı Atay

KİTABIN KONUSU :

Kitapta Osmanlı saltanatının son günlerinden Türkiye Cumhuriyetinin ilk günlerine kadarki bir zaman dilimi anlatılmaktadır. Yazar bir görev sebebiyle Cemal Paşa'nın karargahına yani Zeytindağı'na gitmiştir. Burada yaşamış olduğu olayları ve anılarını bulunduğu tarihin önemli olaylarını da içine alacak şekilde anlatmıştır.

KİTABIN ÖZETİ :

Kitabın ismi; Cemal Paşa'nın karargahının (4. Karargah) bulunduğu Kudüs'e yakın bir dağın isminden gelmektedir.

Birinci Dünya Harbi patlak verdiğinde Falih Rıfkı yedek subay olarak orduya alınır ve Cemal Paşa'nın karargahına tayin olur. Cemal Paşa ile ilişkileri de burada gelişir.

Kitabın ilk kısımlarında İttihat ve Terakki'den söz edilmiştir. İttihat ve Terakki içerisinde Cemal Paşa, Talat Paşa ve Enver Paşa en önemli simalardır. Cemal Paşa yenilikçiliği ile tanınmaktadır. Enver ve Talat Paşa'lar ise muhafazakar bir kişilik sergilemektedir. Enver Paşa'nın Turancılık fikirleri güçlüdür. Falih Rıfkı, Enver Paşa'nın bu fikirlerini benimsememekte ve Enver Paşa'yı diktatör olarak nitelemektedir. Türkiye'nin kurtuluşunun Enver Paşa gibilerden kurtulmakla mümkün olduğu düşüncesindedir. İttihat ve Terakki kendi içerisinde bölünmüş bir yapı sergilemektedir. Bir birlik ve beraberlik söz konusu değildir. Her liderin bir grubu vardır. Falih Rıfkı da Cemal Paşanın adamı damgasını taşımaktadır. Falih Rıfkı, İttihat ve Terakkinin bu yönünü yani fikir birliğinin bulunmayışını eleştirmektedir. Çünkü yaşanılan buhrandan kurtuluş ancak birlik ve beraberlikle mümkündür. Buna rağmen bilinçsiz yaklaşımlar, kişisel hesaplaşmalar İttihat ve Terakkiyi kendi kendisiyle uğraşan bir duruma düşürmüştür.

Falih Rıfkı, Cemal Paşa ile beraber çalışmaya başladıktan sonra, olayları daha açık ve net bir şekilde görebilmektedir. Bir dönem, bir İmparatorluk yok olmaktadır. Yazar bunu sezinleyebilmektedir. Suriye, Filistin ve Hicaz'da yaşamış oldukları bir devrin çöküşünü gözler önüne sermektedir.

Falih Rıfkı Osmanlı'nın bir kukla devlet olduğunu söylemektedir. Örneğin şöyle bir olay anlatılmakta; "Mahmut Şevket Paşa'yı öldüren Kavaklı Mustafa, memleketten kaçmaya muvaffak olmuştu. Bir Rus vapuruna binmişti. Fakat Osmanlının Rus sancağı taşıyan bir vapurdan bir kişiyi almaya hakkı yoktu. Bunun üzerine bir Osmanlı hükümeti görevlisi, Kavaklı Mustafa'yı gemiden kaçırır ve boğdurur. Bu olayı haber alan Ruslar, Kavaklı Mustafa'yı kaçıran zatı görevden aldırır ve bundan böyle devlet hizmetinde kullanılmamasını isterler ve istedikleri de olur."

Osmanlı, ümmetçilik fikri sebebiyle neredeyse üç kıtada egemen olmuştu. Bu coğrafyanın büyük bir kısmını Arapların yaşadıkları ülkeler kapsamaktaydı. Kudüs, Şam, Filistin, Hicaz gibi. Osmanlı sadece coğrafyada büyüyebilmişti. Çünkü, bu kazanılan toprakların hiçbirinin kültürlerine, dillerine, ticaretlerine ve maddiyatlarına egemen olunamamıştı. Hatta Osmanlı, Arapları Türkleştireceğine oradaki Türkler Araplaşmıştı.

"Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş, ne de vatanlaştırmıştık."

Osmanlı İmparatorluğu buralarda, ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi. Eğer, medrese ve şuursuzluk devam etmiş olsaydı, Araplığın Anadolu içlerine kadar gireceğine şüphe yoktu. Osmanlı Emperyalizmi şu ana fikir üstünde kurulmuş bir hayal idi. " Türk milleti kendi başına devlet yapamaz! "

Osmanlı, Arap topraklarını alarak oraları bir bakıma imar ediyordu. Çünkü, Arap şeyhleri arasındaki kanlı savaşlar sonucunda Arap halkı mağdur oluyor ve maddi olarak da çöküntüye uğruyordu. Osmanlı geldiğinde ise bu şeyhleri uzlaştırıp sükuneti sağlıyor ve onlara belirli imtiyazlar veriyordu. Bir bakıma Osmanlı onlar için bir kurtuluş gibiydi. Buna rağmen Osmanlının güçsüz duruma düşmesini fırsat bilip hemen İngilizlerle, Fransızlarla anlaşmışlar ve Osmanlı' yı arkadan vurmuşlardır. Osmanlı' ya karşı görünüşte bağımlı olan Araplar her zaman kendi halifeliklerini istiyordu. Müslüman Araplar arasında Arap Halifeliği hükümeti peşinde olanlar vardı ve 1. Dünya savaşı çıktığında bu düşüncelerini gerçekleştirmek için ve İngilizlerin vereceklerini vaadettikleri imtiyazlardan dolayı Osmanlı' ya ihanet etmişlerdi.

Osmanlının Araplara vermiş olduğu haklar, onların küçük bir anlaşmazlıkta bile isyan etmelerini sağlıyordu. Cemal Paşa zamanında çıkmış olan bir kanun ile komutanlara eğer vatan müdafaası için zaruri görülürse idam hükümlerini yerine getirmesi yetkisi verilmişti. Yani isyanlar artık kanla bastırılıyordu.

Cemal Paşanın bir amacı da Suriye' yi Osmanlılaştırmaktır. Bu düşüncesini gerçekleştirmek için Suriye' de modern okullar açtırmıştır. Bunun yanında bir de hicret eden Ermenileri, Suriye içlerine dağıtarak güçlenen Araplılığa karşı bir teminat olarak kullanıyordu. Hatta Ermenileri güçlendirmek için ev ve toprak bile verilmiştir.

Falih Rıfkı Atay, Arapları anlatırken din sömürüsü konusuna da değinmiştir. Falih Rıfkı' ya göre din sömürüsü bütün dinler için geçerlidir. "Medine dini mallaştırmış ve maddeleştirmiş bir Asya pazarıdır. Kudüs dini oyunlaştırmış bir Garp tiyatrosudur". Araplar çok fakirdir. Kendi ülkelerinde; ata topraklarında hizmetçi konumuna düşmüşlerdir. Filistin ikiye ayrılmıştır. Eski Filistin Arapların,yani hizmetçilerin; yeni Filistin ise tüm güzelliği ve ihtişamıyla Yahudilerin. Din satışa sunulmaktadır. Hac dönemlerinde Araplar da Yahudiler de büyük kazanç elde etmek peşindedir.

Osmanlı Devletinin Almanlarla beraber savaşa girmesinin en büyük nedeni İttihat ve Terakki yöneticilerinden Enver Paşa' nın Alman hayranı olmasından kaynaklanıyordu.

Birinci Dünya harbi sonucunda Tuna yukarısındaki iki İmparatorluk, Akdeniz kıyısındaki bir İmparatorluk ve Tuna kenarındaki bir krallık devrilmek üzereydi.

Suriye ve Filistin' de Almanların durduramadığı İngiliz seli yine bir Türk, fakat bu sefer öz bir kumandan, Mustafa Kemal tarafından Halep aşağısında tutulmuştur. Mustafa Kemal' in orada seçtiği savunma hattı, Milli Misak' taki Türkiye sınırıdır.

Cemal Paşa' nın yerine, Suriye' de silahlı kuvvetlerin başına geçen Alman Fon Falkenhein bozgunu durduramadı ve Kudüs İngilizlerin eline geçti.

Artık yalnız Anadolu ve İstanbul düşünülür. İmparatorluğa ve onun rüyalarına "Allahaısmarladık! " denir.

Artık Şam' dan ayrılmak zamanı gelmiştir. Cemal Paşa İstanbul' da istifa edecektir.

Cemal Paşa harap Anadolu topraklarını gördükçe

- "Keşke vazifem buralarda olsaydı, keşke o altın sağanağı ve enerji fırtınası, bu durgun, boş ve terkedilmiş vatan parçası üstünden geçseydi. Anadolu hepimize hınç ve güvensizlikle bakıyordu. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya şimdi kendimiz pişmanlığımızı getiriyoruz. Kumar oynadık ve kaybettik" diye düşünmektedir.

Cemal Paşaya sorulan :

- Paşam bu harbe niçin girdik? sorusuna cevap ilginçtir.

- Aylık vermemek için! Hazine tamtakırdı. Para bulabilmek için ya bir tarafa boyun eğmeli, ya öbür tarafla birleşmeli idik.

İlim, İhtisas ve tecrübe sahibi Mustafa Kemal, vatan ve istiklal düşüncesiyle milletin nesi var nesi yoksa yüzde kırkını vatan savunması için vermesi gerektiği düşüncesindedir.

Sakarya, Dumlupınar, İzmir ve Lozan, hepsi böyle ödenmiştir.

Mustafa Kemal büyük harbe girmek karşıtı idi: Çünkü O kafa ve sanat adamı idi.

Mustafa Kemal Kurtuluş Harbini bırakmak fikrinde asla bulunmadı : Çünkü O vatan adamı idi.

Mor Salkımlı Ev (Halide Edip Adıvar) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Mor Salkımlı Ev

Kitabın Yazarı : Halide Edip Adıvar

Kitap Hakkında Bilgi : 


Mor Salkımlı Ev, Halide Edip Adıvar'ın çocukluk günlerinden 1918 yılına kadar anılarını anlattığı kitabıdır.

Mor Salkımlı Ev, yazarın iki anı kitabından ilkidir. İkinci kitap, hayatının farklı bir döneminde kaleme aldığı ve 1918-1923 yıllarındaki anılarını içeren Türk'ün Ateşle İmtihanı'dır.

Kitabın Özeti:

Halide Edip, 1882'de Mehmet Edip Bey'in kızı olarak Beşiktaş'ta Mor Salkımlı Ev'de dünyaya gelmiştir. Aile, çeşitli sebeplerle ara ara bu evden ayrılmakla birlikte her defasında mor salkımlı eve geri döner. Halide'nin annesi Bedrifem Hanım, o küçük yaşta iken veremden ölmüştür. Halide, onu çok az ve silik hatırlamaktadır.

Halide'nin hayatında, mor salkımlı evde 'Haminne' diye hitap ettiği anneannesinin büyük yeri olmuştur. Eyüp Sultanlı Nakiye Hanım (Haminnesi), Mevlevi, aşırı derecede merhametli, cömert, elindeki her şeyi yoksullara dağıtmaya çabalayan bir insandır. Haminne'siyle birlikte Çingene olduğu söylenen sütninesi Hatice ile de çok iyi anlaşmaktadır. Bunların dışında Halide'nin annesinin ilk evliliğinden olan Mahmure ablası onun çocukluk yıllarındaki en büyük arkadaşıdır.

Halide Edip'in zihninde, babası Mehmed Edip Bey'in de büyük bir yeri vardır. Mehmed Edip Bey, işi gereği bazı geceler sarayda kalmaktadır. Halide, annesinin ölümünden sonra çok hassaslaştığı için babasının sarayda kaldığı bir gece evde 'Babamı isterim!' diye sinir krizi geçirmiş, ev halkı mecburen küçük kızı saraya babasının yanına götürmüştür.

Bir süre sonra, Mehmed Edip Bey, bir başkasıyla evlenerek Yıldız'da bir ev tutar. Halide yeni üvey annesi ile tanışmak zorunda kalır. Önce üvey annesine ısınsa da eve ve muhite alışamaz. Mor salkımlı evi ve oradaki yakınlarını özler. Babası Mehmed Edip Bey, katı bir İngiliz terbiye usulü benimsemiştir. Halide, buna dayanamaz. Kış günlerinde, kollarını, bacaklarını açıkta bırakan lacivert ve kısa elbiseleri, yazın beyaz kıyafetleri giymekten hiç hoşlanmaz. O, sokaktaki küçük kızlar gibi renkli elbiseler giymek ister. Beslenmesi de katı İngiliz terbiye metoduna göre düzenlendiğinden şekerleme yemesine izin verilmez. Halide, bugünlerde kendini çok yalnız hisseder.

Küçük Halide, Kiria Eleni adlı bir Rum kadının işlettiği bir çocuk yuvasına verilir. Halide, buradaki tek Türk çocuğudur. Halide, Kiria Eleni'yi çok sever ve buraca bir sıcaklık hisseder. Fakat babasının evinde çektiği sıkıntı ve yalnızlık onun hastalanmasına neden olur ve babası mecburen onu mor salkımlı eve gönderir.
Mor salkımlı evde, kalabalık bir aile içinde Halide, içe kapanık bir çocuk olur. Saraylı Hanım teyzesi ona Afrika Seyahatnamesi adlı bir kitap verir. Halide, okuma zevkine ilk olarak bu kitapta ulaşır. Daha beş yaşında olmasına rağmen babası, ondaki okuma arzusunu görerek özel hoca tutar.

Halide'nin bu günlerde arka arkaya iki kız kardeşi dünyaya gelir: Nilüfer ve Nigâr. Bir süre sonra Halide'nin dayısı ve büyük babası mor salkımlı evde vefat edince aile Üsküdar'daki ibrahim Efendi Konağı'na taşınır. Halide bu evde piyano dersleri de almaya başlar. Fakat müzikte çok başarılı değildir. Ancak müziği derinden sevmektedir. Konağa gelen ve Halide'yi etkileyen kişilerden biri de Ahmet Ağa'dır. Üç yıl boyunca onlarla kalan Ahmet Ağa, Halide'ye okuması için Battal Gazi, Ebu Müslim gibi eserler verir. Halide'nin hayal gücüne büyük tesiri olur bu eserlerin. Ahmet Ağa, onu Karagöz'le de tanıştırır.

Halide'nin hayatında bir değişiklik meydana gelir. Saraylı Hanım teyzesi ile babası evlenir. Eski üvey annesi bu durumdan çok rahatsız olur. Bu karmaşayı ve hüznü yakından gören Halide ömrü boyunca çok evlilikten nefret eder. Babası huzursuzluğa son vermek için iki eşini ayrı yerlere yerleştirir ve Halide tekrar mor salkımlı evde yaşamaya başlar.

Halide yaşı büyütülerek Üsküdar Amerikan Kız Kolej'ine gönderilir. Bu okulda çok şey öğrenen Halide evinde Rıza Tevfik'ten de ders almaktadır. Rıza Tevfik, ona mistisizmi ve folkloru tanıtmıştır. 1899'da tekrar Amerikan Kız Kolej'ine devam eder. Burada din üzerine düşünmeye başlar ve kolejin kütüphanesinde Hristiyanlığı araştırır. Sonuçta Hristiyanlığın çok tahrip olduğu kanısına varır.

1900'de matematik dersinde yetersiz olduğunu fark eden Halide, babasından özel hoca tutmasını ister. Dönemin ünlü matemetikçi ve pozitivisti Salih Zeki Aktay hocası olur. Salih Zeki, Halide'nin fikir dünyasına çok tesir eder. 1901'de ilk Türk kızı olarak koleji bitiren Halide kendisinden yaşça büyük Salih Zeki ile evlenir. Mutlu bir evlilikleri olur. Birlikte çalışmalar yapmaktadırlar. 1903'de ilk oğlu, on altı ay sonra da ikinci oğlu dünyaya gelir. Halide Edip, çocukları ile ilgilenirken çalışmalarına devam etmektedir.

1908'de Meşrutiyetin ilanı onu derinden etkiler. İstanbul'a iner ve Tevfik Fikret'in başyazarlığını yaptığı Tanin gazetesinde yazmaya başlar. Meşrutiyet'in rahat dönemi bitmeye başlayınca Halide Edip, serbest kadın fikirleri yüzünden tehdit edilir. Ama o, farklı dergilerde kadın haklan ile ilgili fikirlerini yazmaya devam eder. Bu arada İngiliz gazeteci İsabel Fry ile tanışır.

1909'un 31 Mart'ında siyasi karışıklık son haddine varır. Tanin matbaası basılarak tahrip edilmiştir. Halide Edip de kara listededir. Bu yüzden bir süre Amerikan Kız Kolejî'nde saklanmak zorunda kalır. Tehlike artınca iki oğlu ile birlikte zorlu bir vapur yolculuğu ile Mısır'a gider. Isabel Fry'in daveti üzerine İngiltere'ye gider. Orada entelektüel bir çevre tarafından takip edildiğini ve tanındığını görünce çok sevinir.

1909'da İstanbul'a döndükten sonra roman çalışmalarına devam eder ve Heyula, Raik'in Annesi'ni, yayınlar. Pedagojik mevzularla ilgilenmektedir. Darülmuallimat'da ve İdadi'de beş yıl öğretmenlik yapar.

1910'da onu üzen bir olay olur. Kocası Salih Zeki bir kadınla daha evlenmek istemektedir. Halide buna müsaade etmez. Dokuz senelik evlilikleri bu yüzden sona erer. Babasının Fazlıpaşa Yokuşu'nda tuttuğu eve gider. Orada uzun bir hastalık geçirir. Bu hastalık süresince manevi hisleri artar.

1910-1912 yılları arasında Türk Ocağı'na girer. Milliyetçilik fikirlerinden etkilenir. Bazı farklılıklar dolayısıyla bir süre sonra Ziya Gökalp ile yolları ayrılır. 1912'de Balkan Muharebesi patlak verince Halide, Tealii Nisvan Cemiyeti'nin faaliyetlerine katılır. Bir hastanede gönüllü olarak çalışır. Memleketi yakından tanıma fırsatı bulur. 1913'de Balkan Savaşı son bulur.

Halide Edip, öğretmenlikten istifa eder. Kız Mektepleri Umumi Müfettişliğine getirilir. Bu görevi dolayısıyla İstanbul'un arka mahallerindeki fakir insanların hayatını yakından görme fırsatı elde eder. 1914'de I. Dünya Savaşı çıktığında aynı görevi sürdürmektedir. 1916'da Cemal Paşa'nın daveti üzerine maarifçi olarak Lübnan'a gider. Buralarda mektep açma faaliyetlerini üstlenmesi için görevlendirilmiştir. Günde 16 saat çalışmaktadır.

1917'de Adnan Adıvar'la evlenir. Tatil için Türkiye'ye gelirler. Lübnan'a tekrar döndüklerinde orada Kenan Çobanları'nı yayınlar. Bu eser bestelenerek opera şeklinde defalarca temsil edilir. Mart ayında okullar kapanınca Halide Edip tekrar İstanbul'a döner.

Sinekli Bakkal (Halide Edip ADIVAR) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili ve Kişiler


Kitabın Adı : Sinekli Bakkal

Kitabın Yazarı : Halide Edip Adıvar

Kitap Hakkında Bilgi : 

Halide Edip Adıvar’ın romanı 1936 yılında yazılmıştır.

Romanın olay çatısını, Sinekli Bakkal mahallesinde bakkallık yapan Karagözcü Kız Tevfik’in imamın kızıyla evlenişi, karısıyla geçinemeyip ayrılışı ve karısının taklidini yaptığı için İstanbul’dan sürülüşü, kızları Rabia’nın imam dedesince yetiştirilip ünlü bir hafız oluşu, sürgünden dönen babasıyla yaşamaya başlaması oluşturur.

Mevlevi Vehbi Dede’den musiki dersleri de alan Rabia İtalyan piyanist Peregrini’ye âşık olacak, Genç Türkler’e yardım eden Kız Tevfik yeniden sürgüne gönderilecektir. Müslüman olan Peregrini’yle Rabia’nın evlenişi ise bir bakıma romanda savunulan görüşlerin doğrulanmasıdır. Tasavvufi mistisizmiyle Rabia Doğu’yu, Peregrini de akılcı Batı’yı simgeler. Kurtuluş, ikisinin birleşimindedir.

İlkin “The Clown and his Daughter” (Soytarı ve Kızı) adıyla İngilizcesi yayımlanan (1935) romanın Türkçesi bir yıl sonra basılmıştır. İki yayım arasındaki farklılıklar (üslup, biçim, yazarın amacı) romanın bir dilden öteki dile doğrudan çeviri olmayıp İngiliz ve Türk okurları için ayrı ayrı kurgulandığını göstermektedir. CHP Roman Yanşması’nda birincilik kazanan (1942) yapıt, filme alındı, TV’ye de uyarlandı.

Roman Hakkında Değerlendirme


Adıvar'ın bu kitabıyla yeni bir aşamaya vardığını, sanatında ileri bir adım attığını görürüz. Daha önceki yapıtlarının bireysel konularını, dar sınırlarını aşarak topluma ve sorunlarına felsefi bir açıdan bakmaya çalıştığı bir roman bu. Adıvar ilk romanlarında, kafasındaki bir kadın kahramandan çıkar yola. Yapıtın yazılmasının nedeni bu kadın imgesi olduğundan, olay örgüsü kadının merkez olduğu aşk ilişkilerine bağlı olarak gelişirken, romanın öğeleri onun kişiliğini belirtmek için kullanılır. İstanbul'da II. Abdülhamit dönemindeki Türk toplumunun panoramik bir tablosunu çizen Sinekli Bakkal’ın olay örgüsü ise topluma yayılarak genişler ve siyasal toplumsal, dinsel sorunlarla, örülmüş olarak gelişir.

Rabia önceki kahramanlardan izler taşımakla birlikte ne merkezidir Sinekli Bakkal’ın ne de yazılmasının nedeni. Tersine bazı sorunların ele alınması için bir araç da olur zaman zaman. İlk romanların kişileri yaşadıkları toplum çevresinden soyutlanmış izlenimini verecek kadar bireysel hayatlarını yaşarlar; Sinekli Bakkal’da ise kişiler belli bir toplumun kişileridir ve sevinçleri, acıları o dönemin tarihsel ve toplumsal koşullarından soyutlanmış değildir.

Tekrar tekrar basılan Sinekli Bakkal’ın, okuru en çok çeken yönü de herhalde II. Abdülhamit döneminin İstanbul’unu her zümreden insana yer vererek anlatmasıdır. Fakir kenar mahallesi, zengin konakları ve saray çevresiyle.

Ahmet Hamdi Tanpınar: “Kitabın asıl güzel ve büyük tarafı, yerli olması, bize ait şeylerle dolu olması ve cemiyet hayatımızın çok mühim bir dönüm yerinde, ondan kesilmiş bir makta gibi canlı, vazıh ve türlü maniyerden uzak bir aynası olmasıdır.”diyor.

Ne var ki Adıvar bir dönemi yansıtmakla yetinmiyor; amacı belli bir tarih dönemindeki yaşamı canlandırmak değil yalnızca. Aynı zamanda bu insanların yaşamı dolayısıyla genel bazı siyasal ve toplumsal sorunlarla ilgili düşüncelerini anlatmak. Bundan ötürü romana koyduğu çeşitli çevrelerin bir işlevi de belli değerleri temsil etmektir.

Sinekli Bakkal mahallesi gelenekleri ve insancıl değerleri sürdüren halk sınıfını; Hilmi ve arkadaşları devrimci aydınları; saray çevresi ise yozlaşmış yönetici sınıfı temsil eder. Güzel sesli Rabia'nın hafız olarak bütün bu çevrelere girebilmesi sayesinde bu çevreler bir olay örgüsü etrafında toplanır ve yerlerini alırlar. (Berna MORAN)

Kitabın Özeti :

Sinekli Bakkal, Abdulhamit devri İstanbul'unun kenar mahallelerinden birisidir. Bir geçitten çok bir toplantı yeri gibidir. Bu sokakta oturanlardan biri mahalle imamıdır. Onun kızı, Emine ise babasının istemesine rağmen "Kız Tevfik" denilen bir halk sanatçısı ile evlenir. Tevfik; orta oyunu, karagöz gibi şeylerle vakit geçirir. Ayrıca Emine ve Tevfik'le birlikte, sokaktaki İstanbul bakkaliyesini işletmektedir. Bir süre sonra Tevfik ile Emine anlaşamazlar ve ayrılırlar. Tevfik yaptığı şaklabanlıklar yüzünden sürülür. Ancak Emine hamiledir, ve inadını ve iradesini annesinden, yeteneklerini ise babasından olan bir Rabia isimli bir kızları dünyaya gelir . Emine'nin Babası Rabia'nın dedesi olan imam ise Rabia'yı biraz büyüyünce hafız yapar. Mahallenin bir de kibar konağı vardır: "Selim Paşa Konağı". Bu konak başlı başına bir alemdir. Selim Paşa'nın hanımı dünyanın tadına varmış, yaşlandıkça ölüm korkularına kapılmıştır, teselliyi nerede bulacağını şaşırmış bir kadındır. Selim Paşa ise Padişahın dostlarından ve Zaptiye Nazırı idi. Oğlu Hilmi ise babasının aksine Jön Türklerle ilgisi olan bir ihtilalcidir. Büyüklük peşinde bir hayal adamı. Konağa giren - çıkan pek çoktur. Peregrini adında ki bir İtalyan piyanist Vehbi Dede adında bir Mevlevî bunların başlıcaları arasındadır.

Rabia mevlit ve kuran okumaktaki şöhreti ile Selim Paşa konağına kapılanır. Peregrini'yi orada tanır. Vehbi dededen musiki dersleri, alır. Rabia biraz büyüdüğünde Hiç görmediği babası Tevfik sürgünden dönmüştür. Rabia annesi ile babası arasında tercih yapmak zorunda kalmış ve Babası Tevfik'i seçmiştir. Bunun üzerine Emine Rabia'ya çok kızmış her namazdan sonra beddua etmeye başlamıştır. Rabia Babasına bakkalda ve karagöz oyunlarında yardım etmekte Mahallenin cücesi olan Rakım Amcası ile beraber hep beraber güzel vakit geçirmektedir. Lakin Tevfik'in kadın kılığına girip Selim Paşanın oğlu Hilmi için Fransa'dan gelen yabancı evrakları feslilerin giremeyeceği Fransız Postanesine gidip alması esnasında yakalanması ile, Tevfik, zaptiye dairesinde "göz patlatan Hakkı" adında ki zorbanın sıkı işkenceleri ile sorguya çekilmiştir. Gene de Hilmi'nin adını vermez sürgüne yollanır. İş anlaşıldığı için Paşanın oğlu Hilmi de Selim Paşanın emri ile sürgüne Şama sürülecektir.

Tevfik yokken Rabia Rakım Amcanın yardımı ile dükkanı idare eder. Vehbi Dede ve Peregrini de kendisine arkadaşlık ederler. Ama babası sürgüne yollandığından sonra bir daha Selim paşa konağına ayak basmaz. Konakta pek sevdiği bir Cariye vardır: Kanarya Hanım. Çerkez asıllı olan Kanarya Hanım da aslında evlenip çırak çıkmıştır.

Rabia, Ramazanlarda camileri gezer mukabele okur ara sıra mevlitlere çağrılır. Şehzade Nihat Efendisinin yalısında da Mevlit okumaya davet edilir. Rabia yalıya gittiğinde iç salonun kapıları açılarak sinekli bakkal mescidinin büyük bir toplantı yeri haline getirildiğini görür. Renkli Papatya başlarına benzeyen yüzlerce başörtülü kadın dinleyicisi vardır. Bu duygulu kalabalığa yanık ve dokunaklı sesi ile mevlit okuduktan sonra salonun sonunda çok güzel bir mermer heykele benzeyen sarışın bir kadın görür. Bu kanarya Hanımdır. İki eski dost çığlık çığlığa birbirlerinin boynuna atılırlar.

Peregrini Rabia'nın okuduğu mevlide hayrandır. Karakterine, olgunluğuna hayrandır. Sonunda , tasarısını Vehbi dedeye açar. Onunda uygun bulması üzerine Rabia ile evlenmek için dinini değiştirir. Osman adını alır. Vehbi dede de, onu kızı gibi sevmektedir. Yani Rabia da güzelliği bulan Tanrı sevgisi...

İmam da Emine de öldüğünden Osman'la Rabia Evi onarırlar. Dükkanın üstüne yerleşirler. Rabia'nın gebeliği çok sıkıntılı geçer. Sonunda İstanbul'da ilk defa yapılan bir sezeryan ameliyatı ile kurtulur. Bir oğlu olur. Bu mutlu olayı izleyen yıllarda 1908 meşrutiyeti gelir. Sürgünler yerlerine dönerler. Geri dönenler arasında Tevfik de vardır. Rabia, Osman Rakım Amca , Mahallenin Kibar tulumbacısı, Sabit Beyağabey, Bütün sinekli bakkal onu karşılamaya giderler. Vakti ile Padişah haini diye sille tokat İstanbul'dan sürülenlerin hepsi, şimdi birer Hürriyet kahramanı olarak dönmektedir.

Tevfik'in bu siyasi görüşlerle ilişiği yoktur. Vapur rıhtımına yanaşıpta sürgünler çıkınca karşılama törenleri başlar. Sabit Beyağabey bir emir verince sinekli bakkal takımı Tevfik'in bile ürkütüp saklanacak yer aratan bir coşku ile gösterilerine başlar. Sinekli bakkal delikanlıları Şişmanca bir adamı omuzlarına alırlar. Tevfik'in mahalleye dönüşü dolası ile ateşli bir hürriyet nutku çeken bu adamı Tevfik hemen tanır. Bu zaptiye dairesinde kendine işkence eden göz patlatan Muzafferdir. Vehbi Dede ile Osman Tevfik'in Koluna girer ve ona bir torunu olduğunu haber verirler.

Romanda Olayların ve Şahısların Değerlendirilmesi:

Rabia: Romanın asıl kahramanı: İlhâmi İmamın kızı Emine ve Kız Tevfik diye bilinen orta oyuncusunun kızı "Rabia"dır. Rabia, Yazarın romanda kendisi yerinde gösterdiği ve "İdeal Türk kadını nasıl olmalı?" sorusunun cevabı olan kişidir. Rabia'nın kişiliğinin oluşmasında babasından çok dedesinin etkili olmuştur. Kendisi İmam olduğu için torunu hafız yaparak İslami bilgilerle donanmasını sağlamıştır. Paşanın konağına gitmesi ile Rabia'nın kişiliğinin değişiminde en büyük etkiyi görülüyor. Dedesinin yanında her zaman cehennemden bahsedilerek büyüyen Rabia konağın ortamını görünce geleneklerine bağlı, ancak batı eğilimli bir karakter ortaya çıkıyor. İki ayrı ruh ikliminde yetişmiş olduğu Peregrini yani Osman'la evlenmesi ile de bunu gösteriyor.

Kız Tevfik: Daima şen şakrak, orta oyununda usta, yakışıklı ve çok düzensiz bir kimlikte anlatılıyor.

Vehbi Dede:
Konakta Rabia'ya ders veren bir Mevlevî derviş olarak bize aktarılan Vehbi Dede, her zaman teselli edici teskin edici mizacı ile Rabia'nın dedesinden çok farklı olarak Ruh okşayıcı bir alim olarak anlatılıyor.

Peregrini (Osman): Annesinin tavsiyesiyle eskiden papaz olan Peregrini daha sonra her hangi bir dine bağımlı olmaksızın yaşamış bir müzik hocası. Türkçe'yi çok iyi konuşan bu adam dinsiz olmasına rağmen Vehbi Dede gibi dinine bağlı insanlara saygı duymuştur. Rabia ile evlenmek için dinini değiştirerek Osman ismini almıştır.

Selim Paşa:
Eski Dahiliye Nazır, padişaha son derece bağlı bir mizaç ortaya sürmüştür. Öyle ki kendi oğlunu bile gözünü kırpmadan ve elinde kesin delil olmadan sürebilmiştir. Ama diğer taraftan Rabia'ya karşı hep şefkatli olmuş ve iyi davranmıştır.

Emine:
Rabia'nın annesidir. Önceleri Rabia'yı çok sevmiş ancak sürgünden dönen babasını kendisine tercih edince, elinden gelse Rabia'nın boğazına sarılmak istemiştir. Elini öpmek için gelen kızını kovmuştur.

İlhamî İmam: Rabia'nın büyük Babası, mahalleliye devamlı cehennemden bahseden bir imam.

Bilal; Rabia ile evlenmek isteyen bir genç, 

Rıfat Amca; mahallenin cücesi, 

Pembe; Rabia'nın hizmetini yürüten beraber yaşadığı çingene, 

Hilmi; Selim Paşanın Jön Türk oğlu, 

Sabiha Hanım; Selim Paşanın Hanımı, 

Yaban (Yakup Kadri Karaosmanoğlu) Kitabın Özeti, Konusu, Tahlili


Kitanın Adı : Yaban

Kitabın Yazarı : Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Kitap Hakkında Bilgi : 

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Türk edebiyatında aydın-halk arasındaki uçurumu açık bir şekilde ele almıştır.

Roman Kurtuluş Savaşı döneminde, Eskişehir'in sınırları içinde Porsuk Çayı'na yakın bir köyde yaşayan ahaliyle buraya sonradan gelmiş İstanbullu bir subayı anlatır.

Roman anı/günlük biçiminde kaleme alınmıştır. Olaylar Kurtuluş Savaşı yıllarında geçmektedir. 'Yaban" edebiyatımızın tezli romanlarından biridir. Kitap 1932 yılında yazılmıştır.

Kitabın Özeti : 

I. Dünya Savaşı'na yedek subay olarak katılan Ahmet Celâl, bu savaşta tek kolunu kaybederek geri döner.

İstanbul, İngilizler tarafından işgal edilince emireri Mehmet Ali'nin davetine uyarak, onun Porsuk çayı kıyısındaki köyüne gider. Ama aklı sürmekte olan savaştadır. Köyde, her gün gazete getirterek gelişmeleri izler. Fırsat buldukça da köylülere gelişmelerin önemini anlatır.

Köy halkı, yoksulluklarının ve cahilliklerinin asıl sebebi olan Salih Ağa'ya bağlıdır. O, ne derse ona inanırlar. Salih Ağa'nın etkisiyle kimse Ahmet Celal'e yanaşmaz. Köylü onu "yaban" olarak niteler. Bu duruma üzülen genç subay bunalıma düşer, iyice bunaldığı bir gün gezmeye, hava almaya çıkar; Emine ile karşılaşır, ona ilgi duyar. Ne var ki Emine, Mehmet Ali'nin kardeşi İsmail'in karışıdır. Aradan günler geçer. Köy Yunanlar tarafından işgal edilir. Yunanlar köyü yakıp yıkarlar, köylülere işkence ederler. Köylülerin çoğu köy meydanında topluca öldürülür.

Ahmet Celal, Emine ile birlikte bu ölüm çemberinden kaçıp kurtulmak ister. Arkalarından ateş edilir, ikisi de yaralanır. Güçlükle köyün mezarlığına ulaşırlar. Sabaha kadar orada beklerler. Ertesi gün yola çıkacaklardır. Fakat Emine yarası ağır olduğundan yürüyecek durumda değildir. Ahmet Celâl, elindeki anı defterini Emine'nin eline tutuşturur, bilinmeyen bir yöne doğru gider.

Sakarya Savaşı'ndan sonra o bölgeden düşman ordularının çekilmesi üzerine, düşman zulmünü araştırmak için köye gelen araştırma kurulu yıkıntılar, kömürleşmiş insan kemikleri arasında bir defter bulur, kenarları yanık, ortası yırtık bu defter Ahmet Celâl'in anılarını yazdığı ve son anda Emine'ye teslim ettiği defterdir.

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...