13 Nisan 2019 Cumartesi

Boğaziçi Şıngır Mıngır (Salah Birsel) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Boğaziçi Şıngır Mıngır

Kitabın Yazarı : Salah Birsel

Kitap Hakkında Bilgi :
Kitap boğazda yaşanan tarihi olayları ve tarihi eserleri konu edinmiştir. Bilgilendirmeye yönelik bir eserdir. Turistlere rehber niteliği taşır. İstanbul'un benzeri olmayan bir şehir olduğunu anlıyoruz. Kitapta İstanbul'un Tarihi eserleri hakkında hiçbir yerde rastlanamayacak önemli bilgilere rastlanmaktadır.

Eserden Bazı Bölümler:


Göksu Şemsiyeleri

Yeniden 1900 yılındayız. Ağustos ve cuma. Başka bir gün gelseydik bu kalabalığı bulamazdık. Dere boyu sandallarla hınca hınç. Çayırlar adam almıyor. Üsküdar'dan, Karaköy'den, Haliç ve Boğaz iskelelerinden uçup gelenler bir seccadelik yer kapmak için birbirini çiğniyor. Paşa ve vezir hanımları için böyle bir zorunluluk yok. Onlar Arap halayıklarının yardımıyla kendileri için düzenlenen köşeye yürümek inceliğinde bulunsalar yetişir. Derenin yukarısında 'Tahtırevan' denilen kafesli bir set de vardır. Kimi zengin karıları da burada konak tutar. Bunlar biraz da sazende ve hanendeleri dinlemek için buraya gelirler. Çünkü okuyucu ve çalgıcıların hünerlerini sergiledikleri yer bu dolaydadır. Ne ki, derenin solundaki Baruthane çayırı da bağrında birçok hanende ve sazende banndırmıştır. 1890 eylülünde Sabah gazetesindeki bir ilan burada incesaz bulunduğunu ve ünlü okuyucu Musevi kızı Sare Hanım'in 'teganni' ettiğini yazar.

Kimi kadınlar da sandallarından dışarı çıkmaz, akşamı orada bulmayı yeğlerler. Dere boyundaki gölgeliği Küçüksu çayırında bulmaya pek olanak yoktur. Bu yüzden herkes dere içini yeğler. Halk, ağaçlar altında serdiği seccadelerin ya da hasırların üstünde oturur. Yatar, kalkar, yemeğini yer, suyunu içer, namazını kılar, yine yatar, yine kalkar. Erkekler dere boyunca volta atmaktan da geri kalmazlar. Kadınların da çayır boyunda gezindikleri olur ama bir iki gidiş gelişten fazlasına çıkmazlar. Göksu'ya doğrudan doğruya arabalarla gelen hanımlar da vardır. Bunlar talika, koçu arabası ya da kupalara binerler.

İshak Kuşu Garip Garip Öter


İshakağa Çeşrnesi'ne "On Çeşmeler" adı da verilir. Kimileri ise "İshakağa Çeşmeleri" demeyi yeğler. İshakağa'nın Beykoz'da başka çeşmeleri de vardır. Bunlardan biri de Beykoz çayırının ortasındadır. Büyük Çeşme'den 4 yıl sonra yapılmıştır. Doğu ve batı yüzlerinde birer musluk yer almıştır. Bunun suyu da gürül gürül akar. Gümrükçü'nün kondurduğu üçüncü çeşme de Yalıköy'dedir ki "Yalıköy Çeşmesi" diye ünlenmiştir. 

Tophane kâtiplerinden halk ozanı Aşık Razı bu çeşmeleri gördükten sonra şöyle demiştir: Öter İshak kuşu bak garip garip

Şimdi hazır ola geçelim. Tokat Kasrı'na doğru adımlarımızı sayacağız ki topu bin adımı geçmez. Yolumuz hep aynı düzlüğü sürdüren ve iki yakasında tepeler bulunan bir koyaktan geçmektedir. Tepeler ağaçlarla pıtrak. İsterseniz, bir ormanın içinden geçtiğini düşünebilirsiniz. Ama yanılmaca yok. 1673 yılındayız. Aylardan da temmuz.
Tokat Kasrı, koyağın bitiminde, kendisini sürekli gölgeler içinde tutan ağaçların ortasındadır. Burada Hindistan'dan getirilmiş bir kestane ağacı göklere sala verir ki gövdesini üç adam güçlükle sarar. Ağaç baştan başa daldır. En üstteki dalların görünmesine de olanak yoktur.

Kasrı, Fatih Sultan Mehmet yaptırtmıştır. Sadrazam Mahmut Paşa, Anadolu'daki Tokat Kalesi'ni ele geçirdiği gün Fatih buradaki koruda avlanıyordur. Sevinçli muştuyu alınca şu buyruğu savurmuştur:

"Tez şurada bir hadikai irennüma bina edin ve adına Tokat Bahçesi deyin, etrafına da avlanan hayvanların muhafazası için Tokat suruna benzer bir çit çekin." O yıl, burada bir köşk de yapılmıştır ki adına Tokat Kasrı denilmiştir.

1 Ağustos 1673 günü Fransız paşatoru Mösyö Nointel buradan da (Tokat Kasrı) şeref almaya gelmiştir. Bostancıbaşı kendisine köşkü gezdirmiş; ama kapalı olan bir odayı gösterememiştir. Ekselans hazretleri, daha sonra, bahçede ve koruda da ömrünü artırmış ve seyirlik devşirmeye gelen Türklerle karşılaşmıştır. Türkler kuzu çevirdiklerinden paşatora da tahta bir çanak içinde bir but sunmuşlardır. Elçi de inceliğini göstermek için ikramı geri çevirmiştir. Ama gerek kuzuya, gerekse kuzuyla birlikte yenen pilava öylesine ağzı sulanmıştır ki ertesi gün, daha sabah açılmadan, yine Tarabya'dan sandalla yola çıkarak, adamlarıyla buraya gelmiştir. Yanlarında yemek, kap kaçak getirdikleri için Türklerin bir gün önceki yemek safasını, onlar da o gün sürmüşlerdir. Elçi, dinlenmek üzere, sonra yine kasra gelmiş ve duvarlarda bir gün önce göremediği levhalarla karşılaşmıştır. Bu levhalardan birinde:

Ağaçlar altın olsa inciler yaprak İnsanın gözün doyurmaz illa toprak ikiliği yazmaktadır ki elçiye, her zamanki gibi eşlik eden Antoine Galland, kendisine bunun "yalnızlık içinde güzellik olmayacağı" anlamına geldiğini döktürmüştür. Elçi, öteki levhada neler dendiğini öğrenmek isteyince de Galland, onun da dünyaya geldiği vakit herkesin sevindiğini, bizimse gülmemiz gerektiğini şavullayan bir dörtlük olduğunu söylemiştir ki o dörtlük işte şu anda sizin de karşmızdadır:

Fikr et ey dil ki doğduğun vakit Halk handan idi ve sen giryan Ana say et ki öldüğün vakit Halk giryan ola ve sen handan.

Gençlerle Başbaşa (Ord. Prof. Dr. Ali Fuat BAŞGİL) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Gençlerle Başbaşa

Kitabın Yazarı : Ord. Prof. Dr. Ali Fuat BAŞGİL

Kitap Hakkında Bilgi :

Ali Fuat Başgil, bir ilim adamı olmasına rağmen onun en çok okunan eseri "Gençlerle Baş Başa" isimli kitabı olmuştur. Yazar bu eserinde "babacan ve sevecen" bir üslup yakalamış ve gençlere öğütler vermiştir. Bu öğütler daha çok onun yaşadıkları tecrübelerden oluşmaktadır.

Üslup olarak Yusuf Has Hacip ve Ali Şir Nevai gibi eski Türk bilgelerini hatırlatan Başgil, kendini milletine karşı sorumlu hissetmiş ve gençlerin iyi yetişmesi, hatalardan mümkün olduğu kadar korunması için yılların birikiminden yararlanarak böylesine güzel bir eser ortaya koymuştur.

Eser 7 bölümden oluşur. Bunlar sırasıyla;
Muvaffak Olma Yolunun Tehlikeleri ve Düşmanları
Muvaffak Olmanın Şartları
Terbiyenin Ruh ve Karakter Üzerindeki Tesiri
Muvaffakiyet (Başarı)
Verimli Çalışma
Çalışma Hayatının Kanunları
Muvaffak (Başarılı) Olmanın Kanunları.
Gençlerle Başbaşa'dan

Muvaffak Olma Yolunun Tehlikeleri ve Düşmanları

Yetişme ve muvaffak olma yolunun genç yolcusu! Bil ki tuttuğun yolda birçok tehlikeli geçitlerin ve yol kesen düşmanların vardır. Gerçi bunlara yalnız sen değil, hayat yolunun her yolcusu rastlayabilir. Fakat bu düşmanlar, senin gibi hayatın henüz eşiğindeki tecrübesiz masumlara musallat olmayı (sataşmayı) çok sever. Senin bunlarla pençeleşecek ve bu düşmanları alt edecek silahın yok değildir. Elverir ki sen bu silahları kullanabilesin. Kullanmayı bilmez de bir defa alt olursan, bir daha belini kolayca doğrultamazsm. Müsaade et, et de sana, evvela yolunu bekleyen düşmanları ve rastlayacağın tehlikeleri göstereyim.

1-Muvaffakiyetin ilk düşmanı tembelliktir.


Muvaffak olma yolunda senin ilk büyük düşmanın tembelliktir. Burada sana tembelliği tarif edecek değilim. Onu sen, ben, hepimiz az çok tanırız. Zira, öteden beri denilegeldiği gibi "İnsan tembel bir hayvandır." Yalnız ben sana şunu söyleyeceğim ki tembellik insan karşısına çıkıp da mertçe savaşan bir düşman değildir. Bilakis, eski peri hikâyelerindeki kahramanlar gibi şekilden şekle girecek ve bin bir hile kullanarak alt etmeye çalışan bir namerttir (korkaktır). Tehlikenin büyüklüğü de buradan gelmektedir.

Tembelliğin yerine, adamına ve çağına göre girmediği kalıp yoktur. Herkesin mizacına göre tavır alır ve konuşur. Dilimizde aldığı çeşitli isimler de onun bu sinsiliğini gösterir. Tembelliğin adı havaîliktir. Bir adı gevşeklik, bir adı hoppalık ve züppelik, bir adı uyuşukluk, üşengeçlik, keyfine düşkünlük, tenseverliktir. Tembellik herkesin karşısına her zaman aynı kılıkta çıkmaz. O mesleksiz aktör gibi daima rol değiştirir. Bazen samimi ve iyiliği sever bir dost tavrı alır. Bazen en meşru (kanuna uygun) bir mazeret kılığına girer; hasta olur, yorgun düşer ve herkesi hâline açındırır. Bazen tatlı bir dille konuşur ve gönül çeler. Onun kandırıcı bir felsefesi ve safsata ilmeklerinden örülmüş bir edebiyatı vardır. 

Tembelliğin kitabından sana bazı parçalar okuyayım da dinle:
- Adam sen de. Çalışanlar ne olmuş sanki?
- Üzme kendini şu ölümlü dünyada çalışmak yıpranmaktır.
- Hayat dediğin bir şanstır.
- Şansın varsa, her şeyin var demektir.
- Şansın yoksa kendini parçalasan da bir şey olamazsın.
- Zaten suyu getiren de testiyi kıran da bir.
- Sen testiyi kır, suyu başkaları getirsin de afiyetle iç.
- Hem bir işin olacağı varsa sırt üstü yatsan da olur, olacağı yoksa yırtınsan da olmaz.
- Hele dursun bakalım, şimdi şöyle yaslan da yarın sabah yaparsın.
- Hem sana çalışmak yaramıyor; iştahın kaçıyor, neşen sönüyor.
- Huy bu ya, ben bütün sene kitabı, defteri koltuğumda gezmekten; hele kütüphane köşelerinde pineklemekten hoşlanmıyorum.
- İmtihanlara şöyle yirmi gün kala kafayı vurur, dersleri hazırlar ve imtihanları mis gibi geçerim.
- Nedense benim yalnız imtihan üstü zihnime bir açıklık geliyor; sene içinde sanki uykudayım.
- Hem de hacet (lüzumu var) muvaffak olanın ve olmayanın gideceği yer mezarlık değil mi?
- Dünyaya insan bir defa gelir; hayattan kâm almaya (zevkini çıkarmaya) bak.

Tembelliğin kitabında daha neler ve ne yaveler (boş sözler) var. Bildiğin şeylerle başını ağrıtmayayım. Yalnız şunu söyleyeyim ki eğer tembel isen ve tembelliğin uzvi (bedene ait) bir hastalıktan ileri gelmiyor da ruhi bir gevşeklik, uyuşuk, üşengeçlik, hoppalık ve havaîlik (önemsememek) şeklinde ise iradeni kullanmak suretiyle muvaffakiyetin bu düşmanını yenebilirsin. Eğer bedeni bir arızan varsa bunun ilacını hekimler bilir.

2-Muvaffakiyetin bir diğer düşmanı kötü arkadaştır.

Genç dostum! Gittiğin yolda ikinci bir tehlikeli düşmanın da kötü arkadaştır. Arkadaşın kötüsü, emin ol ki bir gencin başına gelebilecek kötülüklerin en kötüsüdür. Ve her kötülük gibi o da sinsi ve maskelidir. Hem maskesini gayet maharetle (ustalıkla) vurunur. Dost ağzı kullanır. Seni esirger ve yardımına koşar görünür. Seni kendisine imrendirmek için yapmadığı şaklabanlık kalmaz. Tembellik senin içindedir ve sana senin ağzınla konuşur. Arkadaşın kötüsü ise sana kendi ağzını kullanır ve seni tembellikten daha çabuk kendine bağlar. Zaten tembelliğin işi asma, hoppalığa ve züppeliğe düşme şekli ekseriya kötü arkadaş telkinleri (aşılamaları) ile başlar. Ve zaman ile itiyat (alışkanlık) hâlini alarak içimizde yerleşir. Kötü arkadaşın yaman felsefesi vardır. Sana her fırsatta gerek sözleriyle ve gerek hâl ve tavrıyla telkin ve tekrar eder:

- Gençliğini yaşa, kardeşim, bu gençlik her zaman ele geçmez. Sana öğüt verenler vaktiyle günlerini yaşayıp da şimdi senin güzel gençliğini kıskananlardır, aldırma eğlenmeye bak. Daha neler demez ki.

Arkadaşın kötüsü çalışanlardan rahatsız olur, muvaffak o lanları hiç belli etmeden kıskanır, muvaffak olmayı küçümsemek ve alaya almak suretiyle intikam alır. Seni kendine benzetmek ve kendi düştüğü çukura sürüklemek için başvuracak çare arar. Sözleri ile ve yaşayış tarzı ile manevi enerjini kırar ve sende haince bir ruhi gevşeklik yaratır. Sözün kısası, inan ki kötü arkadaş bir gencin hayatında rastlayacağı en büyük bahtı karalıktır. Hele tembellikle arkadaşın kötüsü birleşir de yakana ikisi birden yapışırsa, her biri bir ömre yeten bu iki şerir (kötülük işleyen) düşmandan kendini kurtarma çok güç olur.

Sözlerime kulak ver; arkadaş olacağın kimsede arayacağın şartlar; çalışkanlık, dürüstlük ve iyilikseverlik olsun. Bu meziyetlerle (üstün özelliklerle) bezenmiş olan bir insan, diğer bütün iyi vasıfları (özellikleri) da haiz (sahip) demektir. Bunu unutma ve bu şartı bulamadığın kimse ile sakın arkadaş olma.

Çalışma Hayatının ve Umumiyetle Muvaffak Olmanın Kanunları

Çalışma hayatının umumî kanunları:


Okuyucum! Her işin ve mesleğin kendi bünyesine mahsusu çalışma ve işleme usul ve kaideleri vardır ve bunu meslek sahipleri bilir. Bir de fizik ve fikri her nevi iş ve çalışma hayatının ve umumiyetle muvaffak olmanın, düşünen aklın ve şaşmaz kanunları hâlinde, birtakım umumi ve rasyonel (akılcı) düsturları (ilkeleri) vardır ki ben burada bunlardan benim bildiğim kadarını hülasa edeceğim:

Çalışmak için müsait gün ve saat bekleme. Bil ki her gün ve her saat çalışmanın en müsait zamanıdır.

Çalışmak için müsait yer ve köşe arama. Bil ki her yer ve her köşe çalışmanın en müsait yeridir.

Bir günde ve bir zamanda yapman lazım gelen bir işi (bir dersi, bir vazifeyi) ertesi güne bırakma. Zira her günün derdi gibi işi de kendine yeter.

Bir zamanda yalnız tek bir iş yap, yalnız bir ders, bir kitap, hatta bir fasıl üzerinde çalış.
Ta ki dikkatin ve kuvvetin yayılıp zayıflamasın. Bir zamanda birden fazla iş yapayım diyen, hiçbirini tam ve temiz yapamaz. Dünyaca tanınmış olan büyük İslam mütefekkiri İmam-ı Gazali'ye "İhya-i Ulûm (İlimlerin Yeniden Canlandırılması) adlı muazzam eserini nasıl bir çalışma ile vücuda getirdiğini sormuşlar: Bir zamanda yalnız bir fasıl, bir bahis, bir mesele üzerinde çalıştım, demiş.

Başladığın bir işi, bir dersi, bir kitabı, bir vazifeyi yapıp bitirmeden başka bir işe, derse, kitaba ve vazifeye başlama. Yarıda kalan iş, başlanmamış demektir.

Bir günün işini, dersini, vazifesini bitirdikten sonra ertesi gün ne iş yapacağına karar ver. Yahut, hiç olmazsa çalışmaya başlamadan evvel, hangi iş, ders, kitap üzerinde çalışacağını düşünüp kararlaştır ve çalışmaya bu kararla otur.

Bir işe başlamadan, bir dersi öğrenmeye, bir kitabı okumaya oturmadan evvel düşün ve çalışman için lazım olan şeyleri yanında ve elinin altında bulundur. Ta ki, ikide bir kalem, kâğıt aramaya kalkıp da dikkatin dağılmasın.

Çalışmaya oturduğun zaman tıpkı ateş hattında düşmanı gözetleyen bir asker gibi uyanık ol ve dikkat kesil. Ve bütün ruhi ve bedenî kuvvetinle kendine işe ver.
Bir işe başlamadan evvel o işi, dersi, vazifeyi, kitabı en kısa bir zamanda, en kolay ve en temiz bir surette nasıl yapmak, nasıl öğrenip etüt etmek mümkün olduğunu iyice düşünüp hesapla.

Genç arkadaşım. Yukarıda sıraladığım düsturları okuyup unutasın diye değil; kulağına küpe yapasın ve ileride beni anla diye yazdım. Senden beklediğim, beni hayırla anmandır.

Gazoz Ağacı (Sabahattin Kudret Aksal) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili ve Kişiler


Kitabın Adı :
Gazoz Ağacı

Kitabın Yazarı : Sabahattin Kudret Aksal

Kitap Hakkında Bilgi :

Gazoz Ağacı kitabı 1954 yılında yayınlanmıştır. Sait Faik Hikaye Ödülü'nü almıştır. Sabahattin Kudret Aksal'in hikayeleri Sait Faik Abasıyanık Hikayelerini hatırlatır. Avare insanların anlık yaşamları, aile içindeki sarsıntılar, yakınların ölümü, ihaneti, çocukluğunda ve ilerleyen yaşamında gözlemlediği olaylar hikayelerinin konusunu oluşturur. Gazoz Ağacı'nda da benzer konuları işlemiştir. 

Gazoz Ağacı isimli hikâye kitabında yer alan bazı hikâyelerin isimleri şunlardır: Bir Dostluk, Hayriye Hanım, Bizim Olan Sokaklar, Çekirdek, Gazoz Ağacı

Kitabın Özeti :

Hikâyenin başında, mahalle ve mahalle yaşantısının kısa bir görünümü verilmektedir. Mahalle, denize yakın bir yerdedir. Mahallenin bakkalı, kokusu, türlü türlü renkleriyle çocukları kendine çekmektedir. Eski, tahta evlerin oluşturduğu dar sokaklarda çocuklar gündüzleri birdirbir, geceleri saklambaç oynamaktadır. Bazen bu saklambaca gençler de katılmaktadır.

Bakkalın yanı başında da Hacı Emin'in kahvesi bulunmaktadır. Yaz ve kış mevsimlerinde çok kalabalık olan bu kahvede, işsiz gençler maça kızı, pişpirik, kaptıkaçtı oynamaktadır. Kahvehane, özellikle akşamlan kalabalıklaşır, gündüzleri sadece birkaç genç bulunur. Bu mahalledeki kadınlar da akşam beşe doğru yanlarında yiyeceklerle sahile inerler. Kadınlar hep beraber deniz kıyısında eğlenirler. Bu hikaye bir gencin bir kıza ilgi duyması veya birilerinin evlenmesi hadisesidir. Dedikodu, tüm mahalleye hemen yayılıverir.

Saim de kahvenin karşısındaki pembe evin kızına âşık olmuştur. Haber, hemen mahallede yayılmıştır. Saim, artık kızı görebilmek için günün her vakti kahvededir. Saim, kızı seyretmekten başka bir şeyle ilgilenemez olduğu için sürekli oyunlarda yenilmektedir. Her yenildiğinde karşısındaki gazoz aldığı için en sonunda adı "Gazoz Ağacı"na çıkmıştır. Saim'in içi aşkla dolu olduğundan bu lakabı umursamamaktadır.

Bir gün yolda kızla karşılaşır. Heyecanlanır, dili tutulur. Ona sadece: "Nereye?" diye sorabilmiştir. Kız da yıllardan beri onu tanıyormuş gibi "Eve." diye cevap vermiştir. Saİm'İn aylardan beri içi yanmaktadır. Heyecanlansa da kıza duygularını anlatmalıdır. Kıza, onu sevdiğini söyleyiverir. Kıza, onunla evlenmek istediğini anlatır.

Saim, bu olaydan sonra çok değişmiştir. O hovarda genç, un fabrikasında çalışmaya başlamıştır. Tek istediği şey, kızla beraber mahalleden kaçmak, küçük bir odacık tutup yaşamaktır. Düzenli bir hayatı istemektedir. Sabahları işe gittiği, eşinin ona yemek hazırladığı günleri hayal etmektedir.

Bir gün, Saim bu düşüncelerini gerçekleştirir. Kızı da yanına alarak şehrin bir başka ucunda bir apartmanın çatısında bir odalık bir eve taşınır.

Artık, sabahlan erken kalkmakta, işine gitmektedir. Eşi Melahat'la düzenli bir hayata başlamıştır. Akşamları, işin yorgunluğunu karısının onu evde beklediğini düşününce atmaktadır. Eviyle ilgili her şey onu çok mutlu etmektedir. Karısı, o eve gelir gelmez ona sıcacık yemekler hazırlamaktadır. Karısına gününün nasıl geçtiğini sormaktadır her akşam. Karısı Melahat hiçbir yeri bilmediği için bütün gün kocasını evde beklemekten başka bir sey yanmamaktadır.

Yine böyle bir gün, akşam Melahat evde kocasını beklemektedir. Saim, eşinin ona hazırladığı sıcak yemekleri yer. Melahat, Saim'in sigara içmesini bekler. Sonra Saim, Melahat'ın canının sıkıldığını düşünerek onu gezmeye götürür. Saim'le Melahat ışıklı, aydınlık, kalabalık bir caddeye çıkarlar. Bir mağazada mankenin üzerinde gördüğü elbiseye dalar, gider. Melahat, mahalleden ayrılırken böyle kıyafetleri olacağını hayal ermiştir. Oysa kocası, onun vitrindeki kıyafete bakmasına bile tahammül edememektedir. Kocasının hastalık için sakladığı 30 lira ile ona elbise almasını İster. Saim, sinirlenir. Birlikte sinemaya giderler. Melahat, çok mutsuzlaşmıştır. Sinemada sessiz sessiz ağlar. Evlerine gidene kadar tek kelime konuşmazlar. Saim de o mahallede içini titreten kızın yanında, eşi olarak bulunduğunu düşünür. Ona olan aşkının zayıfladığını hisseder. Artık hiç heyacan duymamaktadır. Aynı sebeplerden dolayı edilen kavgalarla süren, Melahat'in canı sıkılarak Saim'i beklediği günler geçer. Melahat çok sıkılmaktadır. Küçücük evin işi sabah erkenden biter. Ondan sonra yapacak hiçbir şey bulamaz. Mahallede hiç kimseyi tanımamaktadır. Saim de yalnız dışarıya çıkmasına izin vermemektedir.

Bir gün, Melahat.değişik bir şey yaşar. Dış kapıyı açtığında karşısında bir genç görür. Genç, alt kattaki terzinin çırağıdır, sigara içmek için onların kapısını önüne gelmiştir. Genç, ondan sigara içtiğini ustasına söylememesini rica eder. Saim'e bu olayı söylemez. Çırak her gün kapıya gelmekte, sohbet etmektedir. Böylece Melahat da sıkılmaktan kurtulmaktadır. Melahat, çocukla bir konuşmasında kocasının olduğunu söyler. Çocuk çok üzülür. Melahat da çocuğun üzülmemesi için "O sadece geceleri gelir." der. O anda, Melahat memleketini bu genç için değil de Saim için terk ettiğine üzülür. Bu genç, onu daha mutlu edecektir. Ona kocasının almadığı elbiseleri alacaktır. Saim, ona hayallerindeki hiçbir şeyi vermemistir. Günler geçtikçe, çırak artık Melahat'in evine gelmeye, onunla sohbet etmeye başlar. Çocuk ona 'abla' diye hitap etmekte; fakat onu sevdiğini söylemektedir. Çocuk, ona bir miktar parasının olduğunu, onunla kaçabileceğini söyler. Melahat buna güler. Kocası da aynı şeyi söyleyerek onu buraya getirmiştir. Aynı şeyleri yaşayacak olduktan sonra bu çocukla kaçması anlamsızdır. Fakat artık Saim'i hiç sevmediğini anlamıştır. Kocasına bir mektup bile bırakmadan onu terk etmek düşüncesi, onu mutlu etmektedir. Çocukla bu kaçışı, günlerce konuşurlar fakat kesinleştirmezler. Saim'le hayatları da aynı şekilde sürüp gitmektedir.

Saim, karısındaki değişiklikleri az da olsa fark etmektedir. Bir gün yolda mahalleden dostu Osman'la karşılaşır. Osman, ona kahvede yeni bir oyun oynadıklarından bahseder. Bir sene geçmesine rağmen Saim mahalleyi, kahveyi, oradaki yaşamını çok özlemiştir. Bir kız için o yaşamı terk ettiğine inanamaz. Osman'ın mahalleye davetini kabul eder, onunla gider.

Akşam yemeklerini her günkü gibi ısıtan Melahat, Saim'i merak eder. Gece yarısı olmuştur, Saim hâlâ gelmemiştir. Evlendiklerinden beri ilk defa eve geç gelecektir. Yarı umursamaz, yarı merak hâlinde uyuyakalır. Sabah olduğunda, kocasının hâlâ gelmediğini görür. Akşam Saim aynı vakitte gelir. Melahat'a hiçbir açıklama yapma ihtiyacı duymaz. Melahat ona kızarak gece neden gelmediğini sorar. Saim eski mahalle kahvesine gittiğini, geceyi de evinde geçirdiğini söyler. Melahat, çok üzülür. Anlar ki Saim artık ondan sıkılmıştır. Aynı şekilde yemeklerini yer ve uyurlar. Saim, zamanla bu kaçamaklarını artırır. Haftada birkaç gün üst üste eve gelmemeye başlar. Yine böyle eve gelmediği bir günün sonunda, eve gelir. Kapıyı Melahat açmaz. Eşyalarını da alarak gitmiştir. Saim sadece "Niye gitti acaba?" diye sorar kendi kendine. Gece yanında bir boşluk hisseder, o kadar. Aradan üç dört gün geçtikten sonra Melahat gelmeyince evi boşaltır, eski mahallesine döner.

Ertesi baharın son günlerinde, Saim ve arkadaşları Sirkeci'de yerler, içerler, eğlenirler. Saat 10'a doğru Beyoğlu'na çıkarlar. Işıklar yanan bir kokteyl salonuna girerken arkadaşı, Saim'e: "Bak seninki." der. Melahat yanında bir adamla yanlarından geçer. Saim: "Ne yapalım yahu, benimkiyse benimki." diyerek umursamaz. Melahat ise onları görmemiştir bile. Yanlarından güzel bir koku bırakarak geçip gitmiştir.

Kitabın Kahramanları, Kişileri :

Saim: Hikâyenin başkahramanıdır. İstanbul'un kenar mahallerinde yaşayan, hovarda bir gençtir. Sorumluluk duygusundan yoksun, annesinin emekli maaşıyla geçinen, işsiz, kahvede oyun oynamaktan başka bir şeyle ilgilenmeyen bir kişidir.

Melahat: Saim'in âşık olduğu genç kız. Aynı mahallede, sıradan bir hayat sürmektedir. Basit, sade, evinde kocasını beklemekten başka hiçbir işle meşgul olmayan bir kadındır.

Terzi Çırağı: 17 yaşlarında, Melahat'a âşık olan bir gençtir.

11 Nisan 2019 Perşembe

Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz (Aziz Nesin) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz

Kitabın Yazarı : Aziz Nesin

Kitap Hakkında Bilgi :

Aziz Nesin'in bu eseri, toplumun ve bürokrasinin çarpık taraflarını iğneleyici bir üslupla ortaya koymaktadır. Bu roman 1977'de yayınlanmıştır. Kimliği olmadığı için devlet onun yaşadığına inanmaz. Böyle bir kahramanın başından geçen olaylar komik bir dille işlenir.

Kitabın Konusu :

Yazar romanı Yaşar isimli bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının kendi ülkesinde yaşadığı,dönemin sosyal - siyasal yapısının – özellikle bürokrasideki kargaşanın içinde başından geçenleri traji-komik bir şekilde ele alarak kurgulamıştır. Kahramanın devlet dairelerinde yaşadığı yanlışlıklar ve sürüp giden bir bürokrasi çemberi içinde nasıl zor durumda kaldığı anlatılmaktadır.

Yaşar Yaşamaz ‘ın adından da anlaşıldığı gibi hükümet tarafından onun çıkarları söz konusu olduğunda yaşamadığı, değilken ise yaşadığı iddia edilmektedir. Deyimin tam anlamıyla kimlik bunalımına düşen bu insan hapishanedeyken işin kurdu olur.

Kitabın Özeti :

Yaşar Yaşamaz devlet okuluna kayıt olabilmek için o güne kadar çıkarılmamış olan nüfus kağıdını çıkartmak için babasıyla birlikte nüfus müdürlüğüne gider. Kayıtlarda babasının kaydedilmiş olan doğum tarihi doğru olarak geçirilmiştir. Yani 1897’de doğan babasının 1911’de -yine doğru olarak- Yaşar’ın annesiyle evlendiği kaydedilmiştir. Ancak aynı kütükte Yaşar’ın 1896’da yani babasından bir yıl önce doğduğu ve 1935’te Çanakkale Savaşı’nda şehit olduğu yazmaktadır.

Henüz 12 yaşında olan Yaşar kayıtlardaki yanlışlık yüzünden yaşamıyor görünmekte, bu yüzden ona nüfus kağıdı verilmemektedir. Durumu düzeltmeye çalışan Yaşar’ın babası Reşit oğlunu devlet okuluna göndermek adına aylarca nüfus müdürlüğünün kapısını aşındırır. Yalnız hiçbir sonuç elde edemez. Yaşayan Yaşar yaşamıyor sayılmaktadır. Böyle olunca baba da,oğul da duruma gönülsüz olarak boyun eğer.

Okuma yazmayı mahalle mektebinde öğrenen Yaşar’ın, mahalle mektebinde okuyan ayrıca aile dostlarının kızı olan Anşe’yle de küçük yaşlarda başlayan saf bir sevdası vardır. Kaderine boyun eğen Yaşar az çok varlıklı babasının tarlasında,bostanında çalışmakta, ona yardım edip acısını dindirmeye çalışmaktadır. Yaşıtları askere gidip terhis bile olmuştur. Ama Yaşar’a asker yoklaması dahi yapılmamıştır. Anşe’yi istemeye gittikleri bir gün iki jandarma Yaşar’ı alıp karakola götürürler. Asker kaçağı olarak görünen Yaşar aslında bu duruma sevinmektedir. Çünkü askerlik yaparsa yaşadığı resmen kanıtlanacak ve Anşe’ye resmi nikah kıyabilecektir. Askere alınan Yaşar canla başla çalışıp, hiçbir emre itaatsizlik etmeden askerliğini yapmaktadır. Düşüncesi komutanların gözüne girip onların bu derdine yardımcı olmalarını sağlamaktır. Kendi devreleri terhis olup giderken Yaşar terhis olamamıştır. Fazladan askerlik yaparken komutanı ona bu durumu kayıtlarda Dersim’de 1935’te şehit düştüğünün yazdığını bu yüzden terhis edemediklerini söylemektedir. Neyseki komutanı onun eline askerliğini yaptığını bildiren bir belge verir.

Kasabasına dönen Yaşar Anşe’nin babasından,babasının öldüğünü öğrenir. Hayattaki tek kimsesini kaybeden Yaşar’ın önüne bu kez babasını vergi ve şahsi borçları çıkar. Tek varisi olduğu mirası alabilmek için borçla harçla babasının borçlarını ödemiştir. Nasıl olsa babasından iyi bir miras kalacaktır. Borçlarını ödemek için gittiği devlet dairelerinde işleri çarçabuk hallolmuştur. Nasıl olsa devlet kazanacaktır. Sıra mirası almaya gelince işler karışır.

Babasının oğlu olduğu kanıtlanamadığı için karşısına bin bir zorluk çıkar, açılan mahkemeden sonra zorla da olsa mirası hak ettiğini kanıtlar. Ancak bu kez de alacağı için o numara senin,bu devlet dairesi benim; o mühür senin,bu sıra benim dolaşan Yaşar devlet dairelerindeki yavaşlık yüzünden mirası alamaz. Alması gereken son mühür için dairenin müdürünü arar. Müdür futbol maçı için stadyumdadır. Bağıra çağıra müdürü arayan Yaşar’ı bir polis yanlış anlar. Onun polis müdürünü aradığını sanır. Anlattıklarından onun deli olduğunu sanan polis müdürü onu dövdürür. Küfür etmeye başlayan Yaşar’ı yakalayıp tımarhaneye kapatırlar. Bir müddet sonra doktorlar onun deli olmadığını anlasalar da onu salamazlar. Onu orada hem hademe olarak bedavadan çalıştırırlar,hem de onun oradan taburcu olması için yaşadığının belgelenmesi gerekmektedir. Yaşar en sonunda hastaneden kaçar.

Parasız ve işsiz kalan Yaşar köyden eski bir tanıdığının bir parti başkanı olduğunu öğrenir. Onun yanına bin bir zorlukla gider ve ondan iş talep eder. Hademelik gibi bir iş için diplomasının gerekli olduğunu söyleyen Satı Bey adındaki bu eski tanıdık ona bir kart verir. Bu kartta Satı Bey’in imzası ve Yaşar’ın işe alınmasını yazan bir not vardır. Yaşar İstanbul’da bir müzede bekçilik, hademelik bir gibi iş bulmak için Anşe’yle vedalaşıp İstanbul yollarına düşer. Bir hemşerisinin yanına onun sayesinde bir otele yerleşir. Günlerce müzenin yollarını aşındırır. Ancak kartı gösterip işe alacak müdürle (bilgi yelpazesi.net) bir türlü görüşemez. Müdür tatildedir, hastadır, izinlidir diye Yaşar’la görüştürülmez. Bir gün müdürle görüşme fırsatı bulur ancak kart ceketin cebinde gide gele hem yırtılmış hem de yazıları silinmiştir. Bu yüzden Yaşar’ın müze hayalleri suya gömülür.

Kahrolan Yaşar çaresiz kalmıştır. Anşe’nin İstanbul’a kaçmasını ister ve ona zengin bir evde hizmetçilik işi bulur. Anşe Güher Hanım adında Boğaziçi’nde yaşayan bir hanımın yanında çalışmaya başlar. Çok iyi kazanan Anşe bir an önce Yaşar’la resmi nikahla evlenme isteğindedir. Yaşar çaresizlikten Anşe’den para alır ve bir ortak bulup manav açar. Yalnız ortağı bir gece dükkanı boşaltıp kaçar. Yaşar hak talep edemez hatta ortağının vergi borcunu da öder. Bunca acıya dayanamayan Yaşar intihar etmeye kalkar; ancak parasız ölünmüyordur da. Bu sırada Anşe Yaşar’dan hamile kalır ve Güher Hanım’ın konağına bir erkek lazımdır. Yaşar Anşe’nin sayesinde konakta iş bulur. Ev sahibi bir süre sonra onun nüfus kağıdının olmadığını öğrenince onu işten çıkarır.

Yine sokakta kalan Yaşar kendine bir ev bulur. Yaşlı bir ev sahibi vardır. O da karısıyla mahkemelik olmuştur. Adamın sözde memlekette üç çocuğu daha vardır. Karısı nüfustaki bu yanlışlık yüzünden kocasının ona ihanet ettiğini zanneder. Adamın kalbi mahkemelere savcılıklara dayanamamış ve adam ölmüştür. Karısı Yaşar’ı evden çıkarır ve Yaşar yine sokakta kalır. Kendine bir han odası bulur,bu sırada Anşe’nin karnı iyice büyüdüğü için Anşe konaktan atılır. Sonra Anşe de ona acıyan bir kadının evinde kalmaya başlar.

Kahramanımız para kazanmak için kendine yeni bir sektör bulmuştur. Zengin arabalarının altına kendini atıp onlardan para koparacaktır. Ancak bir gün pahalı bir arabanın değil de bir dolmuşun altında kalan Yaşar haftalarca hastanede yatar. Böyle bir zamanda Anşe bir erkek çocuğu dünyaya getirir. Anşe’nin babası kızını ve Yaşar’ı affeder ve kasabaya geri dönmelerini ister. Hastaneden çıkan Yaşar Anşe’si ve oğlu Hayati’yle kasabasına geri döner. İçgüveyi olarak Anşe’nin evine yerleşir.

Oğlunun nüfus kağıdını çıkarmak için yine aynı nüfus müdürlüğüne gider. Ölü bir adamın çocuğu olmaz iddiasıyla oğluna nüfus kağıdı verilmez. Oğlunun da aynı kaderi paylaştığını gören Yaşar o güne kadar yapmadığı bir şeyi yapar: yaşadığı zorluklar yüzünden ve o anki siniriyle devlete düzene öyle bir küfretmeye başlar ki bu yüzden hapse atılır. Hapse atıldığı günkü hali çok toy ve garibandır. Koğuş arkadaşları ona acırlar. Yaşar her akşam başından geçenleri tatlı anlatımıyla onlara anlatır.

Mahkumlar her akşam onun yeni bir hikayesini dinlemeyi öyle çok severler ki bu yüzden onun eline birkaç kuruş bile tutuştururlar. Sonraları Yaşar’ın gözü açılır. Hapishanede zengin olmanın yollarını bulur. Usulsüz işler yapmaya başlar. Hatta hapishaneye eroin bile sokar. O ustası olmuştur bozuk düzenin. Geçimini en kolay yoldan sağlamaya başlamıştır. Eski püskü elbiselerle geldiği o koğuştan, hapishane müdürünün dahi giyemeyeceği şık elbiselerle çıkmıştır. Yaşar Yaşamaz da artık bu bozuk düzenin çark dişlerinden biri olup çıkar.

Yılkı Atı (Abbas SAYAR) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili ve Kişiler


Kitabın Adı : Yılkı Atı

Kitabın Yazarı : Abbas Sayar

Kitap Hakkında Bilgi :

Bu roman Abbas Sayar'ın ilk romanıdır ve 1970'te yayınlanmıştır, TRT 1970 Sanat Ödülleri yarışmasında Yılkı Atı adlı romanıyla başarı ödülü almıştır. İçeriği ve kahramanları ile farklı bir romandır. Çünkü eserde ana kahramanlar atlardır, insanla tabiatın, atların ilişkisi ele alınmıştır. Eserde üzerinde durulan ana konular tevekkül, yoksulluk, tabiat, geleneklere bağlılıktır.

Kitabın Özeti :


İbrahim, tarlada çift sürmektedir. Bulunduğu köy, Anadolu'nun yoksul köylerinden biridir. Köyde kış, acı yüzünü göstermeye başlamıştır. Rüzgârlar sertleşmiş, kavak ağaçları yapraklarını dökmeye başlamıştır. İbrahim, bu yılki mahsulünü düşünür. Saman da, ürünler de kıt kanaat ancak yetecektir. Samanları düşünen İbrahim, Dorukısrak'ını hatırlar. Öküzleri köye doğru sürerken hayaller kurar. Bir harman dolusu buğdayının, arabalarının, konağının, bir sürü atlarının olduğunu hayal eder. İbrahim, bu kadar zenginliği olsa çalışanlarına hep hakkını vereceğini düşünür. Köyde öküzlerini suladıktan sonra İbrahim eve döner. Büyük oğlu Mustafa'ya Dorukısrak'ı dağlara sürmesini söyler. Dorukısrak'in artık yılkı atına salınma vakti gelmiştir.

Mustafa ve küçük kardeşi Hasan, Dorukısrak'a atlayıp dağlara sürerler. Bir de taş atarak onun incinmesine neden olurlar. Dorukısrak'ı kovalarlar. Onlar köye dönünce Dorukısrak, yuvasından ve tayından uzak yerlerde tek başına kalakalır. Karanlık çökünce köye gider. Ahırının kapısını zorlar, kapı açılmaz. İmam, yalnız kıldığı namazdan evine döndükten sonra gece dışarda, Dorukısrak ve köpeklerden başka hiç kimse kalmaz.

Dorukısrak sonraki gün de aynı şeyi yapar. Artık gündüzleri kimse görmeden sürüye kanşıp tayını sevmekte, akşam da Mustafa ve Hasan'in taşlamaları yüzünden dağa kaçmaktadır. Üçüncü gün, İbrahim Dorukısrak'ı acaip şekilde döver. İbrahim, ona yarışlar kazandıran, tay veren, yıllarca yanından ayrılmayan bu atı, artık işe yaramadığı gerekçesiyle istememektedir.

Bir gün sonra, Tombak Emmi, İbrahim'in emri üzerine Dorukısrak'ı bir köylüye verir. Köylünün adı Kaşifinoğlu'dur.

Kaşifinoğlu, Dorukısrak'ı çok uzaklara götürür ve bırakır. Dorukısrak'ı tayını çok özlediği için yine ahırını bulur, komşular onun İbrahim'in atı olduğunu anlayınca ona acır. Doru-kısrak artık çok yıpranmıştır, köye son defa bakar ve köyü terk eder.

Doru, yapayalnızdır artık. Çok acıkmakta fakat ot bulamamaktadır. Dolaşırken kendisi gibi yılkıya salınmış bir atla -Çilkır'la- karşılaşır. Birlikte güneye doğru inerler. Ovada onlar gibi 7-8 at daha vardır. Bütün atların koruyucusu olan atın adı Demirkır'dır. Doru da onlara katılır, bir hayat sürmeye başlar. Sadece tayını çok özlemektedir.

Bir gün, Dorukısrak'ı kıskanan Çilkır'la Aygır kavga ederler. Çilkır yenilince gururu kırılır, herkese küser. Kış gelmiştir, her yeri kar kaplamıştır. Kurtların hücumuna uğrarlar, Aygır hepsini kurtarır.

İbrahim, Doru gittikten sonra çok asabileşir. Dorukısrak'ı düşünmekte fakat arasa da bulamamaktadır. Köylüler de ettiğini bulduğunu düşünmektedir.

Havanın çok soğuk olduğu bir gün, Dorukısrak hastalanır, bir köye doğru gider. Hıdır Emmi adında biri ona acır, bakar ve onu iyileştirir. Dorukısrak, bir köyde emniyette iken arkadaşlarına yine kurt saldırır ve Çilkır' ı öldürürler. Dorukısrak'a çok iyi bakılmakta, arpalar yedirilmekte, üstü kilimlerle örtülmektedir. Bir insana bakılır gibi bakılmaktadır. Bu iyi insanlar, iyileşince onu törenle köyden gönderirler.
Arkadaşlarını bulunca Çilkır'in öldürüldüğünü duyar ve çok üzülür. Artık mart ayı gelmiş, kış yerini bahara bırakmıştır. İki atı yılkı tüccarları zorla götürürler.

İbrahim ise bahar gelince tek başına da olsa Dorukısrak'ı bulmaya karar verir. Ovaya iner. Dorukısrak'ını bulur. Tayı annesinin yanına gönderir, böylelikle Doru'nun geleceğini zanneder. Tay ve Dorukısrak tam aksine koşmaya başlarlar, bir süre sonra gözden kaybolurlar. İbrahim yaz kış onları arar; fakat bulamaz.

Yılkı Atı (Abbas SAYAR) Kitap Sınavı Soruları ve Cevap Anahtarı için tıklayınız...

Drina'da Son Gün (Faik Baysal) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili ve Kişiler


Kitabın Adı : Drina'da Son Gün

Kitabın Yazarı : Faik Baysal

Kitap Hakkında Bilgi :

Eser, Faik Baysal'ın belgesel niteliğinde bir savaş romanıdır.

Romanın en önemli özelliği, ilk kez bir Türk yazarının yurt dışında geçen yaşanmış olayları, evrensel bir düzeyde anlatmasıdır.

1972'de yayınlanan Drinada Son Gün, Yugoslavya'da geçmekte ve eski bir Türk ailesinin iç savaş sırasında Türkiye'ye göçmesini anlatmaktadır.

II. Dünya Savaşında zulüm çeken Türklerin hayatını çarpıcı bir şekilde gözler önüne sermektedir.

Kitabın Özeti :

Yaz akşamları daima kırmızı akan Çeotina Suyu boyunca bir otobüs Taşlıca, Priboy, Vişigrad yolcularını aldıktan sonra batıya doğru yol almaktadır. Çok eski ve sürekli bozulan Fiat marka otobüste yolcular iç içedir. Birden korkunç bir şey olur. Hitler'in askerleri otobüse doğru yaklaşmaktadır.

Yolcular tedirgin olur. Korkudan ne yapacaklarını bilemezler. Çünkü Alman askerleri o günlerde Yogoslavya'da suçsuz pek çok kişinin hayatına son vermiştir. Askerler gelir ve sakallı bir adama doğru silahlarını doğrulturlar. Adamın hâli onları şüphelendirmiştir. Adamın her yerini kontrol ederler, zorla eskimiş botlarını dahi çıkarttırırlar. Hiçbir şey bulamayınca öfkelenirler ve işkence yapmak için adamı yanlarına alırlar. Birkısım Alman askerleri de otobüsün üstündeki tavukların tamamının kafasını koparıp onları ezer. Bu manzara yolcuların midesini bulandırır. Tavukların yerinde kendilerinin olabileceğini düşünürler. Götürülen adamın adı Popoviç'tir. Sırp, Hırvat, Türk, her milletten insanın olduğu otobüste Alman askerlerine, yaptıkları zulümden dolayı lanetler yağdırılır. Fakat kısa süre sonra Hırvat, Türk ve Sırplar arasındaki düşmanlık, kavgalarla ortaya çıkar. Bir Türk olan Mehdi Azamoviç Balkanlara çıktığı söylenilen ve kahraman sanılan Neniç ve Mihailoviç'e lanet eder. Onların Türkleri oradan kovmaktan başka bir şey istemediklerini söyler. Çocuğu hasta olan bir Sırp kadın, Neniç'in kahraman olduğunu haykırınca Türkler neredeyse onu öldürecek hâle gelir. Sonra anne olduğu İçin affederler.

Otobüsteki pipolu adam daha sonra Mehdi ile görüşmek istediğini söyler. Mehdi, Selmonoviçlerin evinde kaldığını söyleyince birden bütün otobüs susar. Bu eski, köklü bir aile olan Selmonoviçlerin herkes üzerinde etkin bir rolü vardır. Türklerin sonsuz cesaret ve ümit kaynağıdırlar. Neniç ve Mihailoviç, Almanlardan çok bu aileden korkmaktadır.

Otobüs sakin bir şekilde yoluna devam ederken Çentikler arabayı pusuya düşürür. Sırp kadın bağırmaya başlar: "Kahrolsun Türkler, Kahrolsun Almanlar!" Kadın âdeta Türklerden öç almaktadır. Kapıları kırarak giren Çetnik haydutları herkese bağırarak paralarını almaya başlar. Haydutlar çocuğu ağladığı için en çok Sırp kadına işkence yaparlar. Herkesin bütün değerli eşyalarını aldıktan sonra çekip giderler.

Otobüsün ilk durağında Mehdi Azamoviç iner. Evine gider. Savaştan nefret etmektedir. Yol boyunca yaşadığı tehlikeler onun moralini iyice bozmuştur.

Azamoviç, evinde dinlenmek üzere yattığında birinin kendisine doğru yaklaştığını duyar. Çok korkar. Ölümü yanı başında hisseder. Gelen on iki yıllık arkadaşı Sırp Mordaç'tır. Mordaç, beş ay önce aniden kaybolmuştur. Bir Türk çiftliğinde çalıştığı için öldürüldüğüne İnanılmaya başlanmıştır. Fakat şimdi çökmüş bir hâlde de olsa sapasağlam karşısındadır. Arkadaşı yanlarından ölümle tehdit edildiği için ayrılmıştır. Şimdi herkesin kahraman sandığı katil, hırsız Neniç'in yanında Almanlara karşı savaşmaktadır. Azamoviç, arkadaşına ne kadar Neniç'in bir kahraman olmadığını anlatsa da Mordaç ona inanmaz. Neniç'in Alamanların işini bitirdikten sonra Türkleri de bu topraklardan atacağını söyler. Bir süre sonra çiftliği de basacaklardır. Tek şartları çiftliğin sahibi Rıza Selmanoviç'in kızı Elmasa'y1 vermeleridir. Çetenin önde gelenlerinden Gorli, kıza göz koymuştur. Ayrıca Almanlar atılına kadar çeteyi beslemelerini istemektedirler. Azamoviç, Mordaç'in bu kadar nankör olabildiğine inanamaz. Selmanoviç yıllarca Mordaç'ı her kötülükten korumuştur. O yüzden, Azamoviç çok sinirlenir onun tekliflerine. Böyle ahlaksız bir örgütün Yugoslavya'nın bağımsızlığı için çalıştığına inanmaz. Mordaç gider gitmez Alman askerleri kapıya dayanır. Azamoviç, hayatının tehlikeye girmesine rağmen Mordaç'ı ele vermez. Almanlar adamı bulamayınca çeker giderler. Fakat giderken arabaları ile yüzlerce insanı besleyen tarlaları çiğnerler. Azamoviç bunu yapmamaları için yalvarsa de bir işe yaramaz. Toprağı ölmüştür. Aç kalacak çocukları düşünerek ağlamaya başlar.

Rıza Selmanoviç gece rahat bir uyku uyuyamamıştır. Türklerin hâlini düşünmektedir. Bir de Almanların sürekli bombaladığı Londra'da olan oğlundan uzun zamandır mektup alamamaktadır. Sabah bir gazeteyi okurken yakından tanıdıkları Mirza adındaki bir kadının Almanlar tarafından kurşuna dizildiği haberini okurlar. Herkes şok olur. Namuslu bir kadın olarak bildikleri Mirza, Neniç'in metresi olduğu için öldürülmüştür. Rıza Selmanoviç artık doğru ile yanlışı ayırt edememektedir. Aynı gün kötü haberlerin devamı gelir. Aile dostları Osmaniç, Neniç'in adamları tarafından dövüle dövüle kemik torbasına dönmüş bir hâlde evinde can çekişmektedir. Kısa süre sonra da ölür. Rıza Selmanoviç'in içindeki nefret iyice büyümektedir.

Birkaç hadiseden sonra Selmanoviç, eli silah tutan Türkleri toplayarak Balkanlarda savaşmaya karar verir. Yardımcısı Nezir'le çiftliğe giderler ve Mehdi Azamoviç'i bulamazlar. Tekerlek izlerinden Almanların Mehdi'yi götürdüklerini anlarlar.

Mehdi Azamoviç, Alman askerlerinin elindedir. Askerlerin elindeki tek esir Mehdi değildir. Mirza da ellerindedir. Alman komutan, kadına karşı kötü niyetlidir. Mirza kötü emellere alet olmamak için direnmektedir. Alfons Karr adındaki komutan, Mirza'ya emellerini açıkça söyler. Kabul edilmeyince onun Neniç'in metresi olduğunu itiraf etmesini söyler. Mirza suçsuz olduğu hâlde mecbur kalır ve kurşuna dizilmek üzere hücreye gönderilir. Alfons Karr, bununla da yetinmeyerek öldürüldükten sonra çocuklarının getirilip annelerinin cesetini görmelerini emreder. Mehdi, bu olanlar karşısında buz kesilmiştir. İnsanlığa, zavallı kadına yardım edemediği için lanetler yağdırır. Mirza az sonra kurşuna dizilir ve çocuklarının anneleri öldürülürken seyretmeleri sağlanır. Tam bir vahşettir. Azamoviç de aynı akıbete uğrar.

Türkler,Türk Divisia adlı bir örgüt kurmaya karar verirler. Örgütün başı Rıza Selmanoviç'tir. Selmanoviç Belgrad'a gider. Belgrad yıkılmış, herkes işsiz kalmıştır. Savaş, her yeri mahvetmiştir. Burada şehrin en zenginlerinden Türk iş adamı İstanbuloviç'ten yardım istemeye gider. İstanbuloviç ve diğer iş adamları her türlü yardımı yapacaklarını vaat ederler. İşler iyi gitmesine rağmen Selmanoviç havaya uçan insan parçalarını ve Belgrad'ın bombalarını unutamaz. Selmonovİç'İ daha sonra uğradığı Nevesni'de daha kötü sahneler beklemektedir. Yüzlerce insan ölmüştür. Cesetlerden başka bir şey görülmemektedir.

Bu arada Dündar Selmanoviç, ailesinin yanına dönmeye karar verdiği gün öldürülür. Türk Divisia örgütü de Balkanlarda Türklere yapılan kıyıma boyun eğmeyerek, halkı korumaya çalışmaktadır. Başta Selmanoviç olmak üzere örgütün baştaki üyeleri her zorluğa göğüs germektedir.

Selmanoviç ve arkadaşlarını etkileyecek bir olay meydana gelir. Mordaç örgütün önde gelenlerinden Çavuş'u öldürürken, daha sonra da Selmanoviç'in kızı Elmasa'yı kaçırırken yakalanmıştır. Mordaç, Neniç'in Alman uşağı olduğunu anlamış, artık Gorli için çalışmaktadır. Selmanoviç ve arkadaşlarının elinden kurtulur; fakat bu sırada onun çok sevdiği katil Gorli de layık olduğu şekilde öldürülmüştür.

Bahar geldiğinde Drina'da havalar çok serttir. Türkler gittikçe zor duruma düşmektedir. Her gün onlarca Türk öldürülmektedir. Savaş, pek çok ülkeye sıçramış, Hitler'in galip çıkamayacağı belli olmaya başlamıştır. Mihailoviç ve grubu önlerine gelen her Türk'e olmadık işkenceleri yapmaktadır. Osmaniç'in karısı, kızı, Şevvale Ana, Elmasa yurtlarından, evlerinden ağlayarak kaçmaya başlamışlardır. Peder Yuvan, kadın ve çocuklardan oluşan bu Türklere yardım eder. Onların kaçması için her şeyi yapar. Fakat yolda Mihailoviç'in adamları arabaya baskın yaparak pederi öldürürler. Bir Hristiyan papazı kendi dininden olmayanları kurtarmak için ölmüştür. Bu arada Türk askerlerinin yardımı ile kurtulurlar ve papazı ağlayarak gömerler. Başta Şevvale Ana olmak üzere hepsi ağlayarak Fiat marka otobüse binerler Türkiye'ye gitmek üzere; fakat vatanlarına tekrar dönmek üzere.

Kitabın Kahramanları, Kişileri :

Rıza Selmanoviç: Drina'da yaşayan köklü bir Türk ailesine mensuptur. Çocukları ve ailesi ile mutlu bir hayat yaşayan Selmanoviç, çevresi tarafından itibar gören, saygılı, olgun ve vatansever bir kişidir.

Mehdi Azamoviç: Hukuk mezunu olduğu hâlde toprağı çok sevdiği için Selmanoviç ailesinin çiftliğinde çalışan biridir. Olgun, milletini çok seven, vefalı ve cesur bir insandır.

Mordaç: Eşinin Almanlar tarafından öldürülmesinden sonra koyu bir Alman düşmanı olmuştur. Aynı zamanda Türklerden de nefret eder ve ahlaksız bir örgüt içinde ahlaksız eylemlerde bulunur.

Neniç ve Mihailoviç: Halk tarafından kahraman sanılan iki eşkıyadır. Savaştan yararlanarak her türlü zulmü ve ahlaksızlığı yapan iki Sırp lideridir.

Alfons Karr: Zalim Alman komutanıdır. Ahlaksız, vicdansız biridir.

Mirza: Belgrad Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ni bitirmiş, saygıdeğer, kültürlü, çocukları için yaşayan bir kadındır. Almanların kötü emellerine karşılık vermediği için öldürülür.

Kaplumbağalar (Fakir Baykurt) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı :
Kaplumbağalar

Kitabın Yazarı :
Fakir Baykurt

Kitabın Özeti:

Tozak köyü, Ankara’ya yüz km mesafededir. Köyün suyu yok denecek kadar azdır. Kızılırmak köyün uzağından geçtiği için bir yararı dokunmaz. Köylüler alevidirler. Geleneklerine ve göreneklerine sıkı sıkıya bağlıdırlar. Çoğunlukla okuma yazma bilmezler ama sağduyuları kuvvetlidir.

O yıl Tozak’a yine yaz gelmiştir, kuru sıcak yine çevreyi kavurmaktadır. Köylüler neşeli insanlardır. Ne kadar sıkıntılı olursa olsunlar, şarap içerek eğlenirler. Şarap ihtiyacını çevre köylerden karşılarlar. Kendi toprakları hem susuz, hem de kıraçtır. Bundan ötürü köyde tek bir yeşillik yoktur. Şaraba olan düşkünlükleri, yöredeki içkiyi günah sayan Sünni köylerce alay konusu olur. 

Her üzüm alım satımında Tozaklılar bin bir güçlükle karşılaşırlar. Bu durum çok ağırlarına gider. Köyün eğitmeni Rıza’nın öncülüğü ile toprak kazılıp, bellenir, taşları ayıklanarak üzüm bağı haline getirilir. Çocuk çocuk, tüm köylü büyük bir hevesle çalışır. Bağlarına bir zarar gelmesin diye, köyün en yaşlısı Kır Abbas bile, karşılığında hiç bir şey almadan gece gündüz bekçilik yapar.

Altı yıl sonra bozkır yeşerir, asmalar üzüm vermeye başlar. İlk ürün o kadar çok olur ki bol şarap yapıldıktan başka pekmez de kaynatılır. Artanı yol üstün çıkarılarak satılır.

Şimdi Tozak köylüleri için yeni bir dönem başlamıştır. Herkes eski uyuşukluğunu atmış, canlı, çalışkan, hayat dolu birer insan olmuştur. Yazık ki mutlulukları uzun sürmez.

Bir gün şehirden kadastro komisyonu çıka gelir. Memurlar bu yeşeren toprakların kimin olduğunu sorarlar. Gerçi topraklar öteden beri köyün ortak malıdır ama köylüler bunu ispat edemezler. Bu yüzden hazine topraklarına el koyar, yeniden köylüye satmayı teklif eder. İstenen para yüksek olduğundan kimse ödeyemez. Günü gelince bağlara haciz konur. Köylülerin borçlarına karşı çıkacak olan ürün alınacaktır.

Tozak, günlerce bu duruma bir çözüm yolu arar, bulamaz. Üzümlere çocuğu gibi bakan Kır Abbas, emeklerinin ürününü başkasına vermektense kendi hayvanlarına yedirmeyi yeğ görür. Köyün bütün hayvanlarını bağlara sürer. Bağlar bir anda eski kıraçlığına bürünür. Durumu acıyla seyreden köylüler ağlarlar. Artık umutları suya düşmüştür. Yapacak bir şey kalmamıştır. Eski uyuşuk hallerine dönerler. Her biri küsüp kabuğuna çekilir.

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...