4 Mayıs 2019 Cumartesi

Bitmeyen Gece (Mitat Enç) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Bitmeyen Gece

Kitabın Yazarı : Mitat Enç

Kitabın Konusu : 


Yazar, İstanbul Hukuk Fakültesinde öğrenci iken, gözleri kör olur. Uzun bir süre, gözlerinin yeniden açılacağı ve göreceği ümidi ile yurt içinde ve yurt dışında tedavi peşinde ko­şar. Ancak, gözlerinin bir daha açılmayacağı kesindir. Bu fiziksel durumu, psikolojik olarak da kabullenen yazarımız, o günden İtibaren yaşamını, kendisi gibi görme özürlülerin eğitilmeleri için ne gerekiyorsa yapmaya adar. Bu konuda bir hayli de başarılı olur.

Kitabın Özeti :

Nedense, öğleden akşama ne yediğimizi unuturuz da, yıllar öncesinden yaşadığımız bazı anılar renk ve canlııklarıyla hafızamızdaki yerlerini korurlar. Üç, dört yaşında dedemin eski gazete­lerden yapmış olduğu külahı kafama geçirip, karşımda sırıtışı; güvercin yavrularını yakalamak için çıktığım pencereden düşüp, bayılışım gibi…

İstanbul’daki o Mayıs günü de böyleydi. Arkadaşım Celal, elindeki tıraş fırçasını sağıma soluma sürüp: “Hadi ulan, ilk dersin Medeniyet olduğunu unuttun galiba.”

Çabucak giyinip, koltuğumda birkaç kitapla soluğu Küllük kahvesinde aldım. Sokağı seyre başladım. Çeşit çeşit insan portre­leri vardı.

Çay ve simitten sonra, biraz ders çalışmaya gayret ettiysem de ne fayda. Yeni kuşağı yetiştirmekten sorumlu olanlar bu bahar aylarını sınav zamanı olarak niye seçmişlerdi ki?

Günler geçiyor, gözlerimdeki ağrılar artıyordu… Bir iki mua­yeneden sonra durumum daha da kötüleşti… Yattığım hastanede bir netice alamadılar. Hastaneden Zennube Abla’nın evine getiril-dim. Yattığım odada, boğazın bütün hatıraları canlı olarak gözü­mün önünde idi. Ancak, şimdi hiçbir şey göremiyordum.

Yeni Bir Umut Yolu:

Kısa bir süre sonra babam İstanbul’a geldi. Bir sürü göz dok­toru gezdik. Her biri, ayrı bir telden çalıyordu. Bense bu durumun sürekli olabileceğini düşünmek bile İstemiyor, nasıl olsa bir çare bulunur diye umuyordum…

Böylece yaz geldi geçti Cemil ağabeyim ile birlikte Viya-na’ya geldim. Muayene neticesinde, sol gözüm için çözüm olma­dığını, sağ gözün ise belli bir görme oranını yakalayabileceğini, bunun için ameliyat olmam gerektiğini söylediler. Kabul ettim. Ameliyattan sonra üç gün mumyalar gibi kıpırdamadan sırt üstü bekledim. Üç gün sonra sargılarımı çözdüler, ancak sonuç hüs­randı.

Karabasan:

Kapanıp kaldığım bu zindanı unutmanın yolunu bulmalıy­dım. Yapacağım tek şey, düş dünyasına dalıp gitmekti… Yaşa­mım boyunca nice kör, topal, çolak insan görmüştüm. Her şeyi kaybetmelerine rağmen bir yaşamdır sürdürüp gidiyorlardı. Bu duygular içerisinde iken, sol gözümü tamamen benden aldılar. Bir müddet sonra da ayakta tedavi edilmem gerektiği için pansiyona çıktım. Bayan Strauss adındaki pansiyoner, dul kaldığı için evinin diğer odalarını kiralamıştı. Çok iyi bir kadındı. Durumumu bildi­ği için, orada kaldığım süre boyunca benden hiçbir yardımı esir­gemedi, beni oğlu gibi benimsedi. Ama yine de psikolojik duru­mum çok iyi sayılmazdı.

Pansiyonda etrafımda cinler dolaşıyordu. Sanki deliriyor-dum… Böyle aylar geçtikten sonra, sağ gözüm için bir ameliyat daha geçirdim. Ancak, hiçbir olumlu gelişme olmadı. Körlüğüm, her ne kadar kabul etmek istemesem de kesinleşmişti. Artık Avus­turya’da kalmamın hiçbir anlamı kalmamıştı…

El Yordamı ile Yaşam:

Göremediğimi herkesin hemen fark etmesini istemiyordum. Çünkü, daha sonraki günlerde de elimde olmadan gören bir kişi olduğum izlenimini bırakmaya özendiğimi fark ettim. Ancak, Celal beni istasyonda karşılayıp evlerine götürdükten ve orada bir gece kaldıktan sonra, durumumun öyle yalın aldatmacalarla avu-nulabilecek bir yanı olmadığını bütün acılığı ile anlamaya başlıyordum. Nereden esinlendi bilemem, dudaklarım arasından lise yıllarında ezberlediğim bir şiirin mısraları dökülmeye başladı:

“Birdenbire bir kuş gibi Kanadından vurulmuş gibi Bir atlı yuvarlandı atından. Bağırmadı, gidenleri geri çağırmadı. Yalnız dolu gözlerle baktı, Uzaklaşan atlıların parıldayan nallarına.” Evet, atımdan düşmüştüm. Ne gidenleri geri çağırabilir, ne de peşlerinden yetişebilirdim. Artık yollarımız ayrılmıştı. Aynı düşüncelerim evime döndüğümde de devam etti. Ayrı­ca, burada yaşam, etrafimdakilerin olağanüstü yardım etme duy­gusu yüzünden kendime olan güvenimi sarsıcı boyutlardaydı. Yalnız bir adım dahi atmama izin verilmiyor, hemen yardımcı olacak birisi yanımda oluyordu. Onları incitip üzmeden bu zinciri kırmanın bir yolunu bulmam gerekiyordu. Sonunda başardım da. Ancak, ne olursa olsun bir kıyıya atılmış, günden güne eskiyen bir tekne gibiydim.

Kendime acıma duygum yoğunlaştıkça, genç gövdem bunu protesto edercesine hayatla ilgili her türlü canlılığı yapmak istiyordu. Bu duygularla giyinip kendimi sokağa attım. Çekiç seslerini, kebap kokularını, Berber Ahmet’in makas tıkırtılarını geçip Camlı Kahve’nİn köşesindeki dört yol ağzını bulduğum zaman içimi fatih duygusu doldurmuştu. Kentler ve kıt’alar, kılıcı önünde boyun eğdikçe fetih hırsı daha da artan Büyük İskender gibi dört yol ağzında da duraklamadım. Yaz başı sıcağında her yanımdan sızan ter dereciklerine rağmen, kent girişindeki Baş Karakol’a kadar uzandım. Dönüşte evdeki panik havası ve sitem­ler karşısında kesin tavrımı koyarak istediğimi kabul ettirdim.

Bir yandan da bir gün gözlerimin açılacağı ümidini hep taşı­yordum. Yalnız, böyle boş boş gezmek, dolaşmak, oturmak beni oyalamıyordu. Ne olursa olsun beni bir hedefe doğru sürükleye­cek bir uğraş bulmak zorundaydım. Babamın işleri epeyce bozul­duğu için, mekânını kapatmıştı. Hiç değilse bir dil öğreneyim diyerek, Almanca bilen birini aradım. Bayan Strauss’un yanında az da olsa öğrenmeye başladığım Almanca’mı ilerletmeyi planlıyordum. Bulamayınca, çocukluğumda beni tedavi etmiş bulunan Doktor Hoşep’in yardımıyla, haftada iki gün kız karde­şimle birlikte giderek İngilizce dersi almaya başladım. Benim bu çabam, babama da şevk getirmiş olacak ki, bir nevi komisyoncu­luk olan ambarcılık yapmak için bir yer tuttu ve birlikte burada çalışmaya giriştik.

Yeni Bir Işık:

Amerikan misyoneri Isely, bir gün elinde bir paketle evimize geldi. Koltuğunun altında körler için Braille denilen ve parmak ucuyla okunan alfabeyi getirmişti. Artık bu alfabe ile okuyup yazmaya başlamıştım. Isely, sık sık gelip kontrol ediyordu. Bir gün:

“Belki bu hastalığın yolu ile Tanrı sana yeni bir görev veriyor. Memlekette binlerce kör var. Yoksulluk içinde yaşıyorlar. Sen onlara aydınlığın yolunu gösterebilirsin” demişti.

Ben ise halen gözlerimin bir gün açılacağını düşünüyordum.

Yaz sonunda, bu amaçla Viyana’ya tekrar gittim. Bu sefer ameliyat süresince ve sonrasında doktorlara fazla güvenmiyordum. Bu nedenle, bana yardımcı olan Bayan Strauss’a buradaki Körler Okulu’nu ziyaret etmek istediğimi söyledim. Son­ra da engelleri aşarak bu okuldaki derslere katılmaya başladım. Sabahlan, küçüklerin sınıflarına girerek Almancamı geliştirmeye çalışıyordum. Öğle sonraları ise kabartma matbaa ve kitaplığa kapanıp kitap okuyordum.

Tesadüfen tanıştığım bir kör genç sayesinde, yüksek tahsili­mi yapabilme olanakları olduğunu anlayınca, hemen çarelerini aramaya giriştim. Bu arada Almanca bilgim yeterli olmadığı için, gazete ilanı ile bulduğum iki ayrı kadınla birlikte Almanca çalış­tım. Ayrıca bana okumam gereken kitapları da okuyorlar, böylece çok yardımcı oluyorlardı. Daha sonra da Pedagoji Enstitüsü’ne kaydoldum.

Ancak, bu arada, siyasette kötü gelişmeler oluyor, Hitler’in Avusturya’yı ilhak planlarının bir parçası olarak, Viyana’da Nazi lerin eylemleri her geçen gün daha da artıyordu. Memleketten gelen haberler de hiç iyi değildi. Babamın işleri bozulduğu için dönmem isteniyordu. Bu nedenle burs aramaya giriştim. Girişim­lerim reddedildi. Tesadüfen Türkiye’ye gidecek birisine Türkçe dersleri verip, biraz para kazandım.

Ne olursa olsun, kaldığım pansiyonun sahibi Bayan Strausa olmasa idî, bu kadar yokluk içerisinde Viyana’da kalmam müm­kün olmazdı.

Anladığım kadarıyla Isely’nin çabalarıyla, Amerika’da körler için burs veren zengin bir karı koca gelip beni buldular ve ister­sem Amerika’da öğrenim görebileceğimi bildirdiler. Kabul edip, Ankara’ya geldim. Çünkü bakanlıktan yol parası İşini halletmek gerekiyordu.

Çıkmaz Sokağın Girişi:

Birkaç gün bekledikten sonra, bakanla görüştüm. Çok ilgi­lenmesi ümidimi arttırmıştı. Ancak, özel kalem müdürünün ka­yıtsızlığı, ümidimi endişeye dönüştürdü. Eylül ayında Ameri­ka’da olmak gerekiyordu. Bu nedenle, memlekete gidip neticeyi beklemeye başladım. Uzun yazışmalar sonucu, Amerika’ya gide­bilmem için İzmir’deki bir körler okulunda biraz kurs görmem gerektiği kararı elimize ulaştı. İzmir Karşıyaka’ya gelip okulu buldum ve yerleştim. Burada, ilk başlarda zorluk çektim. Sonra da, küçük çocuklara okuma yazma öğretme isteğim kabul oldu ve bu görevi içten gelen bir hevesle yapmaya başladım. Bir müddet sonra, okul müdürü istersem bulunduğumuz okula “asil öğretmen olarak tayinimi yaptırabileceğimi,” söyledi.

Günler böyle geçip giderken, bakanlıktan Amerika’ya gön­derilmem İçin beklediğim yazı geldi.

Isely’nin Evi:

Amerika’ya gitmek için, önce evime geldim. Annem; “Nasıl bir yermiş bu Amerika? Burada gece iken, orada gündüz olurmuş. Biz burada gündüz seni düşünürken, sen orada uykuda olacaksın. Sen uya­nık olup bizi düşünürken, biz burada uykuda olacağız, bu nasıl iş?” diyordu. Ben de, İngilizcemi ilerletmek için Isely’nin evine yer­leşmiştim. Isely’nin asıl görevi, savaş boyunca kapalı kalan koleji (Ame­rikan) öğretime başlayabilecek duruma getirmekti. O bir misyo­nerdi. Sonraları Amerika’da geçirdiğim yıllar sırasında misyonerli­ğin her meslekten gençler için bir kariyer niteliği taşıdığını öğren­dim. Bunun tıp, mühendislik gibi saygın bir meslek dalı olduğu ortadaydı.

Yeni Bir Yaşam Yolu:

Eve dönüşümde, hapisliği bitmiş mahkûmlar gibiydim. İçim­de, kazandığım özgürlükten mutlu; fakat hayatına yeni bir düzen vermek zorunda olanların tasası vardı.

Artık, gözlerimin açılmasından ümidimi kesmiş, kör olarak bir hayat planı çizmeyi benimsemiştim. Okuma ve yazma soru­nunu da bir ölçüde çözebilmiştim.

Elimden yere düşürdüğüm bozuk para, anahtar gibi şeyleri bulabilmekte önceleri hayli sıkıntı duymuştum. Bunun da çözü­münü buldum. Nesne elimden fırlayınca, telaşla onu yakalamaya uğraşacak yerde, kıpırdamadan düştüğü yerden gelecek sesi din­lemek, bulmamı kolaylaştırıyordu. Bu durum, zaman zaman çev-remdekileri hayrete düşürüyordu.

Her şeyin ancak gözle görülerek yapılışına alışanlar için kulak ve el yordamıyla yaşamanın olağanlığını kavrayabilmek zor olu­yordu. Bunu olağanüstü yeteneklere bağlıyorlar ve gözlerinde sizi aşın şekilde yüceltiyorlardı.

Yeni Dünya Yolunda:

Evine yerleştiğim gün Isely, “Rüyalarını İngilizce görmeye baş­ladığın zaman bu dili öğrenmiş sayılacaksın” dediğinde bunu şaka sayarak gülüşmüştük. Fakat orada geçirdiğim dört ayın sonunda gerçekten de arada bir rüyada İngilizce konuşmaya başlamıştım. Haziran ayı sonlarında onlardan ayrılıp eve döndüm. Sonunda da gidip gelememenin, gelip de görememenin bulunduğu Yemen askerliğine Özgü, gözyaşları ve hıçkırıklarla donanmış bir ayrılık­tan sonra yola koyulabildik.

Yeni Dünya:

Eski Dünyadan gelenlerin gerçek Amerika’yı tanımada en elverişsiz başlangıç noktası hiç kuşkusuz New York’tur. Sanki burası, eski dünyadan gelenlerin oluşturduğu yamalı bir bohçadır. Yerleştiğim pansiyonda on sekizinden yukarıya her yaştan insan vardı. Dünyanın öteki kısmıyla çok kısıtlı ilişki ve bilgileri olanların, yalnız körler olmadığını burada öğrendim. Burada da dünyadan habersiz bir yığın insan vardı.

Yine bu kentin yaşamında gevşeyip, dinlenmenin de yeri yok gibiydi. Ancak, koşturup kovalayarak su yüzünde kalınabili-yordu. Herkes kalkmak üzere olan bir taşıta yetişmeye çalışanla­rın telaşı içindeydi.

Ağustos sonunu bulup da öğrenime başlayacağım Boston’un yolunu tutunca çok sevindim. Orada ne bulabileceğimi bilmedi­ğim halde, yaşama hızı ve zevklerinden çoğuna ayak uydurama­dığım bu beton ormanından uzaklaşabilmek bana bir tür kurtuluş gibi gelmişti.

Yeni Dünyanın Bir Başka Yüzü:

Burası henüz trafik illetine boğulmamış sessiz bir kasabaydı. Sabahları nehir yatağı boyunca yankılanan çan sesleri ile uyanı­yor, motor homurtusu ve korna yaygarası duyulmayan pencere­mizin dışından gelen kuş cıvıltıları ile şenleniyordum. Buradaki eğitim çok değişikti. Öğretmenler sınıfta öğrencilerin bir parçası gibi duruyor, herkes her konuda tartışabiliyordu. Bunun dışında, kurallara kesinlikle uyulması gerekiyordu.

Boston’un bazı mahalleleri, ülkemizden gelmiş Ermenilerle dolu idi. Bir gün, Malatya’dan gelmiş bayan Kelleciyan gelip beni buldu. Hoş beşten sonra, zorla ütülenecek pantolonlarımı alıp götürdü. Bir gün de bana, çok güzel bir memleket yemeği yapıp getirdi. Durmadan Malatya’nın kayısı ve armutlarından söz ediyordu. Burada yöneticilerden Bay Gibson, aramızdaki bu yakınlı­ğın nedenini bir türlü kavrayamıyor, “Sen gelinceye dek bu kadın Türklere ateş püskürüp dururdu. Şimdiyse evde senden değerlisi yok, anlayamıyorum bunu.” deyip duruyordu. Bir gün evlerine yemek yemeye gittiğimde, bunu kadına anlattım. Bana şunları söyledi: “Burada adet olmuş. Ermeniler, Rumlar Türklere atıp tutmazlarsa sanki ayıplanıyor. N’aparstn sıla özlemi söyletiyor.”

Sorunun bir başka boyutuna da Ermeni asıllı bir avukatın babası ışık tutmuştu. Adam şunları söylüyordu:

“Bizimkiler sürgünün sorumluluğunun kendi sırtlarında olduğu­nu söylese kimse onlara aldırış etmez. Ağlayıp, yakınarak kendilerine acındırmaya çabalıyorlar. Oradaki rahat battı onlara. San’atın, ticaretin en iyisi ellerınâeydİ. En iyi evlerde oturur, en âlâ yemekleri yerlerdi. Osmanlı üç kıtada yedi düvelle savaşırken askerlik bile yapmaz, parala­rının üstüne para yığarlardı. Üç beş kafası bozuğa uyup, ‘Ermenistan” diye tutturunca ne yapsın Osmanlı? Kalkıp bu beş on çeteciye, “Eh, al şurası da sana Ermenistan olsun” mu diyecekti? Sonra burada durumla­rı bu kadar iyi olmasına rağmen, yine de arkalarında bıraktıkları pınarın, bahçe bostanın Özlemini çeker dururlar. Daha da kötüsü kin ve öfkelerini çocuklarına da aşılıyorlar. Dertleri Ermenistan ise işte Moskof elinde var bir tane, gidip orada otursunlar!” diyordu.

Zaman geçip gidiyor, buradaki eğitimimin sonuna yaklaşı­yordum. Niyetim üniversite diploması almak olduğundan bu konuda gösterdiğim çabalar sayesinde, nihayet amacıma ulaştım. Bundan sonra Metropolis’e gidip, eğitimime devam edecektim.

Metropolis:

Burası, otomatik kapılarından durmadan insan selleri yutup kusan yeraltı ve hava trenleri; bir nefeste 70'nci katı boylayan ekspres asansörleri; caddeleri tıkayan taşıt hortumları ve nihayet durmadan koşturan İnsan yığınları ile bir cehennem gibiydi. Al­lah’tan okulumuz öyle değil, bu cehennemin ortasında bir süku­net adacığı gibi idi. Ancak, günlük hayatta ilişkiler oradan çok farklıydı. Yine de kaldığım yer okula uzak olduğu için, bu koşuşturmacaya alışmak ve bunun kendi kendime üstesinden gelmek zorundaydım.

Metropolis’te edindiğim bir başka izlenimde, alabildiğince savurganlıktı. Üniversitedeki yabancı uyruklu bir arkadaş bu durumu şöyle özetliyordu: “Bunların çöp sepetlerindekilerle Afrika ve Asya’nın yarım düzine ülkesi âonanabilir.”

Amerika, tam anlamıyla bir tüketim ülkesiydi. Ortada sömü­ren ve sömürülen Amerikah’dan çok, varlık içinde yüzen bir ülke ile çoğunluğu yokluk, açlık ve hastalık içinde kıvranan bir dünya sorunu vardı. Yokluğu görmüş ve içinde yaşamış olanların bu eşitsizlik karşısında yüreklerini katıksız hayranlık doldurmuyordu.

Bu dönemde, Avrupa’daki Nazilerin yükselişi devam ediyor, Amerikalılar olayı bir kayıtsızlık içinde izliyorlardı. Derken Avus­turya, Almanya tarafından ilhak edilince, Yahudi ve muhalifler Amerika’ya akmaya başladı.

Eğitimimin sonuna gelmiştim. Bulunduğum okul ve çev­remdeki insanlar, beni İçtenlikle kutluyorlardı. Yavaş yavaş dönüş hazırlığına başladım ve buraya yabancı dil öğrenmeye gelen ku­zenimle birlikte gemiye binerek yola çıktık. Bavulumda bulunan ikî diplomamın tüm kapıları bana açacağından emin gibiydim. Bu arada yaşım da otuzu bulmuştu.

Ankara’da bir Körler Okulu kurmak istiyordum. Bunu, Baş­bakan Refik Saydam’la görüştüğümüzde anlattım. İlgileneceğine söz verdi. Ama öncelikle bunu herkese kabul ettirmek için, çok güzel bir rapor hazırlamam gerektiğini söyledi. Ben de her şeyi olmuş bitmiş sayarak, Güneydoğu katarına binip evin yolunu tuttum.

Kördöğüşü:

Evde, birkaç gün sonra, raporu hazırlamaya başladım. Yüz sayfalık bîr çalışmayı koltuğumun altına alarak, babamla birlikte Ankara’ya geldik. İkinci Dünya Savaşı’mn yükseldiği günlerdi. Bu karışıklık içerisinde, ancak birkaç gün sonra bakanla görüşe­bildim. Savaş koşulan içinde, böyle bir okulun açılamayacağını, istersem İzmir’deki Körler Okulu’na tayinimin yapılabileceğini söyledi. İzmir’e gitmeye razı değildim. Şayet gidersem, orada çakılıp kalacağım inancına sahiptim. Ben İse daha fazlasını yap­mak istiyordum. Bu sebeple o günkü Milli Eğitim Bakanı olan Hasan A1İ Yücel ile görüştüm. Onun ilgisi ve kararlı tutumu saye­sinde, Gazi Eğitim Enstitüsünde göreve başladım.

Yüksek okulda ders vermek, yüz yüze kalacağım yeni bir ya­şantı gibiydi ve beni istemediğim bir gerilim içine itiyordu. Uzun süre nasıl bir yöntem izleyeceğimi düşündüm. Nihayet yirmi öğrenciden oluşan sınıfla ilk dersime başladım. Zaman içerisinde, derslerim zevkli bîr hale dönüşünce, dışardan da dersime katıl­mak isteyenlerin sayısının artması beni mutlu ediyordu. İlk kez alnımın teri ile kazandığım, okuldaki hademeden daha düşük olan maaşımı aldığımda, çok büyük bir sevinç duymuştum. An­cak yine de, bulunduğum konum pamuk ipliğine bağlı İdi. Bu sorunu da uzun yazışmalardan sonra aşabildim ve asli olarak görevimin sahibi oldum. Artık bir baltaya sap olmuş bir adam gibi, başkalarının bu işi başarabileceğimdeki şüphelerini ezip geçerek, memleketime gidebilirdim.

Özel Eğilime Giriş:

Gazi Eğitim’de göreve başlayalı on yılı geçmişti. Mesleki ola­rak kendimi birçok alanda kabul ettirdiğimi söyleyebilirim. Bu arada evlenmiş, iki de çocuk sahibi olmuştum. Eşim de İngilizce öğretmeni idi.

Ancak benîm asıl amacım, özürlü insanların eğitimine yar­dımcı olmaktı. Ne zaman bu yönde bir girişimde bulunsam, yetki­liler hep “Hele bir sağlamları eğitelim de” anlayışıyla, bu süreci uzat­tıkça uzatıyorlardı.

Nihayet, yıllar sonra, İzmir’deki “Sağırlar ve Körler Oku-lu”nun “Körler” bölümünün Ankara’ya alınmasını başarabildik. Yılardır kullanılmayan bir binayı, okul haline getirebilmek için, gerekli bütün girişimleri yaptıktan sonra, eğitimdeki son gelişme­leri yerinde görmek için, yapılan davet üzerine, eşimle birlikte dört aylığına Amerika’ya gidip geldik.

Döndüğümde okulun tamamen hazır olacağını zannediyor­dum. Ancak, her şey bıraktığım yerde duruyor gibiydi. Yeniden, hızlandırma çabalarına başladım. Amerika’daki görüşmelerim sırasında sağladığım yardımların katkısıyla da yavaş yavaş okulu oluşturduk. Sıra “topluma kazandırılacak çocukları toparlamaya” gelmişti.

Bu amaçla, geceleri polis ve jandarma ile birlikte yapmış ol­duğumuz görüntüleri, ömrüm boyunca unutmam mümkün de­ğildi. İzbe yerlerde, hayvanların dahi kalamayacağı koşullar içeri­sinde, her türlü ahlaksızlığa muhatap kalan yüzlerce çocuğun bu halde bulunmasının sorumlusu kimlerdi?

Tutum ve davranışı hoş görülmeyenler karşısında çoğu kez erdemli geçinip, “Kam bozukl”, “Soyuna çekmişi” diye geçiştirenler, hatta bunu bilimsel kılıklı kuramlara bile dönüştürenler çıkmıştır. Oysa bu insan çöplükleri İçinde yaşam kavgası vermeye çalışanla­rı yakından tanıdıkça, bozuk olanın kanlarından çok, içine itildik­leri çevre olduğu daha iyi anlaşılır.

Beş yıl içinde özel eğitimin ana çizgileri, çeşitli kurum ve hizmetleri ile ortaya çıkmıştı. Hatta Bakanlık İlköğretim Genel Müdürlüğü’nde bu alanla uğraşacak bir Şube Müdürlüğü de kurulmuştu.

Kırkından Sonra Saz:

Yaşım kırkı aşkın olmasına rağmen, doktora için yeniden ai­lecek, Amerika’nın yolunu tuttuk. İki yıl, tam bir koşuşturmaca içerisinde, çok şükür, doktoramı tamamladım. Tabii ki, burada yine en büyük zahmeti eşim çekmişti. Bir yanda ev işleri, diğer yandan beni götürüp getirmek için şoförlük yapması, kadıncağızı bayağı zorlamıştı. Sağ olsun, seve seve bütün bunları yerine ge­tirdi.

Dönüşte, tezkere almış askerler gibiydik. Memleketimiz bur­numuzda tütüyordu.

Orta Doğu Teknik Üniversitesi:

Çocukken, anne ve babamızın bizi sevmediğini zannederek, arada bir kaybolup, kıymetimizin anlaşılmasını isteriz. Sanırım, son Amerika’ya gitme isteğimin altında, biraz da yokluğumda kıymetimin anlaşılması düşüncesi yatıyordu. Ancak, karşılanışım hiç de öyle olmadı. Sanki gelmem istenmİyormuş gibi bir hava vardı. Didişe didişe, bıraktığım derslerin bir kısmını geri alabil­dim.

Bu arada olumlu bir gelişme oldu ve Orta Doğu Teknik Üni­versitesi bünyesinde, yeni bîr eğitim enstitüsü kurularak dekanlı­ğının tarafıma verilmesi kararlaştırıldı. Ben de, bir an önce işleri tamamlamak için eşimle birlikte çalışmaya başladım. Ancak, o kadar çok engel, o kadar çok müdahale oluyordu ki, zaman za­man bu işlerin tamamını bırakmayı dahi düşünüyordum.

27 Mayıs:

Amerika’da bulunduğumuz süre içerisinde, eş ve dostun gönderdiği mektuplardan, Türkiye’nin her geçen gün bir kargaşa ortamına sürüklendiğini anlıyorduk. Hatta bu nedenle bazı arka­daşlarımız hiç gelmeyip, oraya yerleşmemizi dahi öğütlemişlerdi.

Biz döndükten bir müddet sonra, 27 Mayıs darbesi oldu. Or­talık toz dumandı. Beni de Talim ve Terbiye Kurulu üyeliğine atadılar. Bu sefer de mağdur olduğunu söyleyen bir yığın insan, hak etmediği şeyleri elde etmenin peşine düşmüştü.

Üniversite:

Otuz yıldan beri Milli Eğitim Bakanlığına bağlı çeşitli kuru­luşlarda çalışmıştım. Sanki bakanlığın sürekli bir eğitim politikası yok gibiydi. Bunun ilginç örneklerinden birisi de öğretim diliydi. Türkçeyi yabancı dillerin hegemonyasından kurtararak arıtmak ve yeterli bir bilim dalı haline getirmenin politika ile hiçbir ilişkisi olmaması gerekirdi. Ama değişen siyasi yönetime göre, uygula­nacak sistem de sürekli değişiyor ve ortada kesin bir uygulama yürütülemîyordu. Rahat bir bilimsel ortamda çalışma özlemi duymaya başladım. Bu da olsa olsa üniversite olabilir diye düşü­nüyordum. Bunun için de Ankara Üniversitesine geçtim. Burada da şunu gördüm ki, üniversitelerimizde gerçek bilimsel davranış ve tutumun giremeyişinin önemli nedenlerinden birisi, akademik yükselmenin törensel niteliği daha baskın çözümlere bağlanmış olmasıdır. Böyle törenlerden geçmeyi bir yana bırakıp, çalışanın ortaya koyduğu bilimsel ürünleri gereğince değerlendirip ödül­lendirecek bir düzen kurulabilse, bilim adamları cüppe biçimi ve renginden kurtularak gerçek kisvesini bulmuş olurlar.

Son Durakta Son Söz:

Kendi özel İşlerinde çalışanlar, hiç değilse bir açıdan mutlu­dur. İsterlerse dişleri dökülüp saçları ağarana kadar işleri sürdü­rebilirler. Kamu hizmetlerinde çalışanlar ise ne kadar farklı iş tecrübesi ile yoğrulmuş, gücü kuvveti yerinde bir memur olsalar da, belirli bir yaşa erince en çok bir teselli ödülü verilip, çıkış ka­pısı gösterilir. Emeklilik, bana da önceden beklenmeyen bir konuk gibi gelip, yaşamıma çöktü. Yıllardır, bugün gelip çatınca ne ya­parım diye fikri bir hazırlık yapmıştım. Bu nedenle ilk birkaç günün burukluğuna rağmen, Ankara’dan pilimizi pırtımızı topla­yıp Yalova’da bugünler için yaptırdığımız evimize göçünce, o-kuldan kurtulmuş tembel öğrenciler kadar mutluluk duymaktan da kendimi alamamıştım.

Kişinin geleceğini düşünmesi, tasarlaması ve ona yön ver­mesi gerekir. Ancak bu gelecek, doğuşumuz gibi gücümüz dışın­da kalan bir zaman dilimine, ne dilersek dileyelim bildiği yönde akıp gitmektedir. Öyleyse yapılacak en akıllı iş, elde kalan serma­yeyi en iyi şekilde kullanmaktır.

2 Mayıs 2019 Perşembe

Define Adası (Robert Louis Stevenson) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili, Kişileri


Kitabın Adı : Define Adası

Kitabın Yazarı : Robert Louis Stevenson

Kitabın Konusu :

18. yüzyılın ikinci yarısı okyanusların korsan kaynadığı, uzak adaların inanılmaz maceralara sahne olduğu bir dönemdir. Jim Hawkins, bu karışık günlerde ailesiyle birlikte İngiltere'nin güney kıyılarındaki Amiral Benbow Hanı'nda yaşamaktadır.
Yolu Amiral Benbow'a düşen Billy Bones isimli eski bir korsan, hanı işleterek kıt kanaat geçinen ailenin yaşamını değiştirecektir. Bones'un korsan Flint'in definesinin yerini gösteren bir haritası vardır ve bu harita bir bela mıknatısı gibi bütün korkunç korsanları hana çeker. Harita bir rastlantı sonucu Jim Hawkins'in eline geçer ve heyecanlı bir define avı başlar.

Kitabın Özeti :

Define Adası kitabının başkarakterimiz olan Jim Hawkins tarafından anlatılmaya başlıyor. Babasıyla birlikte Amiral Benbow Hanı'nı işletiyordur. Bir gün hana Billy Bones isimli bir korsan gelir. Handa kalmaya başladıktan sonra Jim'e "tek bacaklı denizci adamı" kollaması üzerine talimat verir. Billy Bones koyda gezerken hana birisi gelir ve Billy Bones'u sorar. Bu Kara Köpektir. Kara Köpek saklanarak Billy Bones'u şaşırtır. Daha sonra Billy Bones ve Kara Köpek konuşmaya başlarlar ama konuşma iyi bir yöne gitmemektedir. Bağrışmalar ve küfürler havada uçuşmaktadır. Jim onların yanına gittiğinde Kara Köpeğin var gücüyle kaçtığını görür. Billy Bones Jim'den rom getirmesini ister. Jim elinde romla döndüğünde Billy Bones'un yerde bilinçsiz bir şekilde yattığını görür. Ne yapacaklarını şaşırmış bir haldeyken içeriye Doktor Livesey girer. Doktor Billy Bones'un bilincinin yerine gelmesine yardım eder. Billy Bones bir süre sonra uyanır. Aslında Billy Bones Kaptan Flint'in gemisinde ikinci kaptandır ve hazinenin yerini bir tek o biliyordur. Billy Bones endişelidir çünkü Kara benek adlı bir çağrının ona ulaştırılmasına az kalmıştır.

Aniden Jim'in babası ölmüştür. Jim bir yandan cenaze işleri bir yandan da hanı işletmekle yeterince meşguldur. Bu sırada Billy Bones'un durumu da hiç iyi değildir. Ölmesinden korkmaktadırlar.

Hana kör bir adam gelir ve Jim'den onu içeri götürmesini ister. Jim ona elini uzattığında adam onu sıkıca tutar ve kaptana yani Billy Bones'a götürmesini ister. Adam Billy Bones'u gördüğünde eline bir kağıt tutuşturur bu kara benektir. Çağrı gelmiştir ve kaptanın altı saati vardır. Tam o anda kaptana bir felç iner ve ölür. Jim çaresiz bir vaziyette olup biteni annesine anlatır. Annesiyle birlikte köylüden yardım istemeye giderler ama köylüler korktukları için onlara yardım edemezler. Jim ve annesi hana geri dönerler hızlı bir şekilde kaptanın sandığını açıp kaptanın onlara olan borcu kadar altını saymaya başlarlar. Bu sırada biri hana doğru yaklaşmaktadır. Kapıyı açmaya çalışır. Açamayınca yavaş yavaş oradan uzaklaşmaya başlar. Ama dışarıdan duydukları ıslık sesiyle oradan gitmeleri gerektiğini anlarlar. Annesi topladığı kadar parayı Jim'de sandıktaki paketi alarak dışarı fırlarlar. Annesi ve Jim bir köprünün altına sığınırlar. Bu sırada Kör adam ve adamları hanın kapısını kırıp içeri girmişlerdir her yerde definenin haritasının olduğu paketi ararlar ama bulamazlar çünkü paketi Jim almıştır. Jim doktor ve şövalyeye her şeyi anlatır. Paketi birlikte açarlar ve içinde Billy Bones'un defteri ve bir hazine haritası bulurlar. Denize açılmaya karar verirler. Şövalye mürettebatı toplamaya başlar.

Mürettebat toplanır ve denize açılacakları gemi hazırlanır. Gemi denize açılmıştır. Ama kaptan bazı şeylerden memnun değildir. Mürettebatı beğenmemektedir. Bu konuda şövalye ile anlaşamamaktadır. Daha sonraki yaşanacak olaylar da kaptanı haklı kılacaktır. Bu olayların başını Jim'in elma almak için varile girmesi sonucunda gemi aşçısı Silver'ın ve diğerlerinin konuşmasını duyması çekiyor. Silver diğerlerini isyan için örgütlemektedir. Defineyi kendilerine saklamayı planlamaktadırlar. Jim her şeyi kaptan, doktor ve şövalyeye anlatır. Onlar da kendi planlarını yapmaya başlarlar.

Kitabın Kahramanları, Kişileri :

JIM HAWKINS: Jim Hawkins,Admiral Benbow hanını İşleten ailenin oğlu.

BİLLY BONES: Flint’in adamlarından ve Flint’in define haritasını taşıyan kişi, yaşlı korsan

BLACK DOG: Flint’in tayfası Billi öldürüp haritayı alacaktı.

PEW: Black Dog Bill’den haritayı alamayınca gelen Bill’in ikinci ziyaretçisi olan kör adam

KAPTAN DANCE :
İngiliz subayı Dance, Jim ve annesini korsanlardan kurtaran kişi


DR. LİVESEY: Jim ve Trelawney ile define için adaya yolculuğa çıkan doktor.

SQUİRE TRELAWNEY: Trelawnwy devletin yetkili kişisiydi. Soylu biriydi.

KAPTAN SMOLLETT: Define adasına giden geminin kaptanı .

LONG JOHN SİLVER: Korsan Flint’in tayfası defineyi biliyordu. tayfayı kışkırtıp isyana kalkışan Silver,daha sonra Jim’in hayatını kurtardı.

ISRAEL HANDS: Gemini ikinci kaptanı.

BENN GUNN: Korsan Flint’in tayfalarından biri

Serçekuş (Cahit Zarifoğlu) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Serçekuş

Kitabın Yazarı : Cahit Zarifoğlu

Kitabın Özeti :

Sazlıklarla çevrili bir göl, gölün kıyısındaki bir ağaca yuva yapmış Serçekuş ve göldeki botlarında avlanan beş avcı… Gölün hemen yakınındaki Karabağ köyü ve göle ev sahipliği yapan, içinde huzurun akislerini duyuran köylüler… Hepsi içimizden gelen bize ait öğeler. Masal da tam bunlar arasında geçer.

Güneş doğmaya yakın evlerin bacaları da tütmeye başlar. Çok ihtiyar olanlar dışındaki tüm erkekler de bu sıralarda camiden evlerine döner. Köyde horozların ötüşü duyulur, güneş artık herkesçe görünür olur. Ve bütün köy halkı ekmek sofralarına oturur yine bu saatlerde. Birazdan helal rızık peşinde koşmak için dağılacaklar.

Çocuklar camiye akın eder. İmama derslerini verip babalarının yanına tarlaya gidecek onlar da. Sapanlarıyla kuş avına çıkacaklar. Bu yüzden biraz acele ediyorlar ama derslerine de tüm dikkatlerini vermişler.

Karıncalar ve diğer böcekler de rızıklarını aramak için yola koyuluyor. Karınca çok çalışkan, ağustos böceği de türküsünü söylüyor ama karınca ile ağustos böceği çatışmıyor. Çünkü ağustos böceği de aç kalmıyor, tembellik etmeyip rızkını arıyor.

Çok acıkmış olan Serçekuş da kendisine sunulan rızık sofrasından nasibini almak için uçmaya devam ediyor. Yuvasında onu bekleyen yavruları yok ama mutsuz da değil. Köyün içine kadar geliyor, bir çatıya konup çocukları izliyor. Ama sonra aklına can korkusu geliyor, çocukların sapanlarına hedef olmamak için oradan uzaklaşıyor. Cami avlusundaki ağacın dallarına konuyor. Orada sohbet etmekte olanları dinliyor, düşünüyor.

Güneş tüm sıcaklığını yansıtıyor. Adeta tabiatın anası gibi. Hem de büyük bir soba gibi ışıklarıyla serçekuş’u ısıtıyor. Serçekuş çocuklarla avcılar arasındaki farkı düşünüyor. Her ikisi de kuşları avlıyor ama çocuklar avcılar gibi kuşların yaşamak için mecbur oldukları alanlarda pusu kurup onları gafil avlamıyordu.

Köylülerin Gölbaşı olarak adlandırdıkları bir mekân olan ve sazlıklarla çevrili bu göle köylüler avlanmak için gitmiyorlar ve nadiren buraya uğruyorlar. Buraya avlanmak için uzaktaki şehirden geliyor avcılar. Köylüler bu avcılara ses çıkarmıyorlar ama onlarla pek kaynaşmaya da pek yanaşmıyorlar. Avcıların burada bir de depo olarak kullandıkları kulübeleri var.

Serçekuş bin bir korkuyla sık sık yer değiştiriyor ve kendisini hiçbir yerde güvende hissetmiyor. Sanki kaderinden kaçmak istiyor gibi. Avcıların silahları patlıyor ve sanki her seferinde bir ördek yere düşüyor gibi. Çocukların da her an onu avlayabilecek sopaları var ellerinde.

Ve nihayet serçekuş ile avcı karşılaşır, üstelik tam da avcının silahının namlusu serçekuşa doğrulmuşken. Serçekuş korku içinde kendi lisanınca avcıdan kendisini vurmamasını ister. Avcının niyeti de onu vurmak değildir zaten, çünkü ne eti yeterince büyüktür ne de vurduğunda merminin etkisiyle ortada kuştan eser kalacaktır. Ancak avcı serçekuşu biraz da alaya alarak serçekuş ile konuşmaya başlar. Serçekuş kâh ölüme meydan okuyan bir cesaret örneği gösterir, kâh ölümden korkup başını yana çevirir. Avcıya kendisini bırakması halinde ileride ona bir faydasının dokunabileceğini söyler. Avcı buna şaşırmakla birlikte serçekuşun nasıl bir yardımda bulunabileceğini de merak eder. Serçe ile avcının konuşmaları gerçek mi yoksa avcının rüyası mı bilinmez, bir gün avcının bataklığa saplandığı ve serçekuş tarafından kurtarıldığına ilişkin bir hikâye sıkıştırılır araya. Avcı bataklığa saplanır, ortalıkta kimsecikler yoktur. Serçekuş, ağzında bir iple avcının imdadına koşar ve onu bataklıktan kurtarır. Avcı ile serçekuşun konuşmasının ardından namlunun ucundan namlunun üstüne dek uçup sonra da avcının avucunun içine dek gelen serçekuş, avcının kendisini salıvermesiyle serbest kalır.

Serçekuş (Cahit Zarifoğlu) Kitap Sınavı Yazılı Test Soruları 1-18 için tıklayınız...

Martıya Uçmayı Öğreten Kedi (Luis Sepulveda) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı :
 Martıya Uçmayı Öğreten Kedi

Kitabın Yazarı : Luis Sepulveda

Kitabın Konusu :

Okyanusu aşmaya çalışırken, dökülen petrolden zehirlenen genç martı Kengah, son kalan gücüyle karaya ulaşmayı ve orada yumurtlamayı başarır. Kengah, ölmeden önce, içinde yavrusunun bulunduğu yumurtayı kedi Zorba'ya emanet eder ve ondan üç konuda söz ister. Zorba, yumurtayı yemeyecektir; yavru doğana kadar yumurtayı sıcak tutacak, ona gözkulak olacaktır; bir de, yavru doğunca ona uçmayı öğretecektir. Zorba, bu martının durumuna pek üzülür, hiç düşünmeden bu üç konuda martıya kesin söz verir. Oysa yavru martı Şanslı, yumurtadan çıktığında, Zorba işlerin pek de kolay yürümeyeceğini anlar. Bebeğe bakmak, onu öteki kedilerin pençesinden korumak bir yana, Zorba'yı annesi sanan küçük Şanslı'ya uçmayı öğretmek de ayrı bir derttir.

Martıya Uçmayı Öğreten Kedi, birbirinden çok farklı iki canlının bir arada yaşamasının, birbirini sevip saymasının öyküsüdür. Şili'li ünlü yazar Luis Sepulveda'nın bu kitabı, kısa sürede 12 dile çevrilip dünyada bir milyonun üzerinde satış yaptı. Bir kedi ile yavru bir martı arasındaki inanılmaz sevgi ve dostluğu, alabildiğine sıcak bir anlatımla sunmaktadır.

Kitabın Özeti :

Dostluk nerede ve ne zaman başlar? Belki de bir liman kedisi olarak verdiğiniz 3 adet söz, sizi bir martının annesi konumuna getirmeye zorladığında. Martıya Uçmayı Öğreten Kedi kitabının yazarı olan Luis Sepulveda Şilili bir yazardır. Gençliğinde sürgüne gönderilmiş ve o dönemde yazmaya başlamıştır.

Martıya Uçmayı Öğreten Kedi, çocuk kitabı olması neticesinde içinde küçük küçük tasvirler barındırıyor. Açıkçası bu da okumayı daha eğlenceli kılıyor. Harika gümüşi tüylere sahip olan martı Kengah’ın sürüsüyle birlikte uçar iken, yemek molası vermesiyle olaylar zinciri başlıyor. Denize girip çıkarak afiyetle yakaladıkları balıkları yiyen martıların üzerine birdenbire insanlar petrol atıklarını döker. Diğer martılar bunun farkına varıp kaçmayı başarmışken, Kengah olduğu gibi petrole bulanır. Bu onun için ölüm demektir. Ancak Kengah yumurtlamadan ölmek istemez. Zorla kedi Zorba’nın yaşadığı eve kadar uçmayı becerir. Sahibi üç aylığına tatile gitmiş olan Zorba’nın ise keyfi yerindedir. Balkona düşmüş olan zavallı martıyı gördüğünde ise ona yardım etmek ister ancak bunu nasıl yapacağını bilmiyordur.

Bu yüzden martıyı teskin edip, yardım almak için albay kediye gitmeye çalışır. Onu durduran martı, kediden yumurtasını koruyacağına, yemeyeceğine ve çıktıktan sonra da uçmayı öğreteceğine dair üç söz ister. Zorba hızlıca söz verip, albayın yanına gider. Albay da ne yapmaları gerektiğinden emin olamayınca hep beraber profesör kediye giderler. Profesör kedi ise bir hediyelik eşya dükkânında yaşıyordur. Birkaç ansiklopedi karıştırdıktan sonra Petrolu martının vücudundan çıkarmanın bir yolunu bulurlar. Ancak martı Kengah’ın yanına gittiklerinde çok geç kaldıklarını ve martı Kengah’ın yumurtladıktan sonra çoktan öldüğünü görürler.

O andan itibaren Zorba küçük yumurtayla baş başa kalır. Günlerce yumurtanın üzerine yatar. Profesör ve albayda sürekli ziyaretine gelirler. En sonunda sevimli yavru yumurtadan çıkar ve Zorba bir sözünü tutmuş olur. Yavruyu hep korur ancak yavru biraz daha büyüdüğünde işin en zor kısmı başlamıştır. Yavruya uçmayı öğretmek! Başlarda Zorba’ya anne diyen ve kendini kedi zanneden martı zamanla ucan martılar gibi uçmak ister. Ancak kendisinin martı olduğunu kabul etmez. Bir gün profesörün yaşadığı yerdeki maymun, martıya sert bir dille bu kedilerin onu yemek için beslediklerini söyler.

Kedilerin Şanslı ismini taktıkları bu yavru, üzüntülü bir şekilde yemeğini yemediğinde Zorba yanına gider. Şanslı annesi bildiği kediye maymunla olan konuşmasını anlatır. Uzunca konuşan ikili birçok şeyi açıklığa kavuşturur. Ve sonunda küçük Şanslı uçmak istediğine karar verir. Albay, Profesör, Zorba ve sekreter birlik olurlar ve Şanslı’ya uçmayı öğretmek için ellerinden geleni yaparlar. Ancak her denemede Şanslı yerden biraz yükselip, yere düşüyordur.

En sonunda kediler en kadim kuralı çiğneyip, bir insandan yardım istemeye karar verirler ve Zorba mahallelerinde yaşayan şairden yardım ister. Şair onlara gece buluşmayı teklif eder. Yağmurun yağdığı o gece buluşurlar ve bir çatıya çıkarlar. Gökyüzünü ilk defa öyle gören Şanslı kendini rüzgâra bırakarak uçar.

Martıya Uçmayı Öğreten Kedi (Luis Sepulveda) Kitap Sınavı Yazılı Test Soruları ve Cevap Anahtarı için tıklayınız...

Pollyanna (Eleanor H. Porter) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı :
Pollyanna

Kitabın Yazarı : Eleanor H. Porter

Kitabın Konusu :

Ailesini kaybedince huysuz, aksi teyzesinin yanına taşınan Pollyanna Whittier, yeni tanıştığı insanlara babasıyla oynadıkları "sevinme oyunu"nu öğreterek iyimserliğini herkese bulaştırmayı başarır. Sadece onu yanına alan aksi teyzesinin kabuğunu aşamaz. Pollyanna'nın, teyzesinin yıllar önce kırılmış kalbine ulaşıp onunla da sevinme oyunu oynayabilmek için acaba neler yapması gerekecektir?

Her olayda olumlu bir yön bulmayı bilen küçük Pollyanna'nın dillere destan iyimserliği, artık adıyla anılıyor. "Pollyannacılık", şartlar ne olursa olsun sevinilecek bir şeyler bulabilmeyi anlatıyor.

Kitabın Özeti :


Bayan Polly Harrington kendisine gelen bir mektupla, hiç görmediği yeğeninin yapayalnız kaldığını öğrenir. Yeğenini yanına alarak yanında yaşamasına müsaade eder. Yardımcısı Nancy'den yeğeni Pollyanna için bir oda hazırlamasını ister. Nancy, söylenileni yerine getirir. Odayı hazırlar ancak küçük kıza tavan arasındaki bu odanın hazırlanmasından hiç memnun değildir. Bayan Polly kasabanın zenginlerindendir ve yeterince büyük bir evi vardır. Bu küçücük, gösterişsiz ve çok sıcak olan odanın Pollynanna'ya ayrılmasına anlam verememiştir.
Ertesi gün Pollyanna'nın geleceği tarihi bildiren ve küçük kızı tarif eden bir mektup alır. Pollyanna'yı alma görevi Nancy'e verilir. Görev kelimesi neredeyse Bayan Polly'i anlatır, yeğenine bakmanın sadece onun görevi olduğunu düşünmektedir. Nancy'e göre Bayan Polly, çok sert ve hiç bir zaman mutlu olmayan bir kadındır, içten içe küçük kıza acımaya başlar.

Nancy, Timothy ile birlikte Pollyanna'yı almaya gider. Herkesi görebileceği bir yere geçer ve çok geçmeden küçük kızı görür. Pollyanna, Nancy'i teyzesi zanneder. Çok sevindiğini söyler ve başından geçenleri anlatmaya başlar. Şaşırmış olan Nancy, Pollyanna'nın sustuğu sırada teyzesi olmadığını nihayet söyler. Eve vardıklarında Pollyanna çok heyecanlıdır ve teyzesini görür görmez kucağına atlar ancak teyzesi ayağa bile kalkmaz. Pollyanna bir şeyler anlatmaya başladığı sırada babasından söz eder ve teyzesi sert bir sesle onun sözünü keserek asla babasından bahsetmemesini söyler. Çünkü kardeşi, ailesi istemediği halde evlenip uzaklara gitmiştir ve bir daha görüşmemişlerdir.

Pollyanna odasına çıktığında hayal kırıklığı yaşar. Yerde halı, duvarlarda tablolar ve ayna yoktur. Penceredeki manzarayı fark ettiği anda mutlu olur ve tablo olmayışına üzülmekten vazgeçer. Sonra yüzündeki çilleri de görebileceği bir ayna olmadığı için sevinir. Polyanna oda çok sıcak olduğu için camı açar, içeri giren sineklere aldırmaz ve camın önündeki kocaman ağaca tırmanır. Aşağı indiğinde evin karşısındaki kayanın tepesine çıkmak için koşmaya başlar. Yemek saati gelir ve Pollyanna hala gelmediği için sinirlenen teyzesi Nancy'e, ona ceza olarak ekmek ve süt vermesini söyler. Pollyanna'yı bulamayan Nancy bahçeye çıkınca Bay Tom'a küçük kızın evde olmadığını söyler. Kayalıklarda onu gören Nancy, Pollyanna'yı almaya gider. Teyzesinin ona çok kızdığını ve ceza olarak akşam yemeğinin ekmek ve süt olduğunu söyler. Pollyanna ise buna çok sevindiğini çünkü ekmekle sütü çok sevdiğini söyler. Her şeye sevindiğini söyleyen Nancy'e bir bebek isterken yardım sandıklarından çıkan koltuk değneklerinden bahseder. Ve bu koltuk değneklerine ihtiyacı olmadığı için sevinmesi gerektiğini söyleyen babasının başlattığı bu oyunu anlatır. Nancy de bu oyuna katılacağını söyleyince çok mutlu olur.

Ertesi gün teyzesi Pollyanna'ya kitap okumak, yemek yapmak, dikiş dikmek, müzik dersi almak gibi görevleri olduğundan bahseder. Pollyanna ise teyzesinin kendisine hiç yaşamak için vakit bırakmadığını söyler. Günler böyle geçer ve Pollyanna izin aldığı zamanlarda dolaşmaya çıkar. Bir gün, sürekli yalnız olan, üzgün görünen ve her zaman karşılaştığı bir adamla konuşmaya karar verir ve ona havanın ne kadar güzel olduğunu söyler. Ancak adam onunla konuşmaz bile. Aynı olay üçüncü kez tekrarlanınca adam ona her gün onunla konuşmasının sebebini sorar. Pollyanna kendini tanıtsa da adam yine sohbet etmeden gider.

Pollyanna, Bayan Snow'a yemek götürme işini de üstlenir ve ona çorba götürür. Aralarında geçen sohbetten sonra küçük kızı merak eden Bayan Snow hiç bir zaman açmadığı perdelerini açtırır. Pollyanna, bu hasta kadına ne kadar güzel olduğunu söyler ve saçlarını taramak için onu ikna eder. Saçlarının bu hali hoşuna giden hasta kadın aynada kendini seyretmeye başlar. Kızı odaya girdiğinde Bayan Snow aynayı saklar ve ondan yeni bir gecelik ister. Milly, perdelerin açılmasına da annesinin yeni bir gecelik istemesine de bir hayli şaşırır.

Artık yolda karşılaştığı adam da Pollyanna' ya alışır ve pek konuşmasa da onu selamlamaya başlar. Bir gün adamın Pollyanna'yı selamladığını gören Nancy buna çok şaşırır, adamın kim olduğundan ve asla kimseyle konuşmadığından, kocaman evinde tek başına oturduğundan bahseder. Pollyanna kimseyle konuşmayan Bay Pendleton'un kendisiyle konuşmasına çok sevinir.

Aylar geçer ve Bayan Polly'nin evinde de hayat değişmeye devam eder. Pollyanna'nın odası çoktan alt kata taşınmıştır bile. Bayan Polly hiç bir konuda ona karşı koyamaz. Önce eve minik bir kedi ve ardından bir köpek gelir. Hayvanları sevmeyen Bayan Polly'nin buna izin vermesine en çok Nancy şaşırır. Bir hafta geçmeden de evsiz bir çocuğu getirir Pollyanna. Buna dayanamayan teyzesi çocuğun gururunu kıran sözler söyler ve Pollyanna'ya kızar. Hızla evi terk eden Jimmy'nin peşinden giden Pollyanna ona bir ev bulacağına söz verir. Yardımseverler Derneği toplantısının yapılacağı gün oraya gider ve herkese Jimmy'den bahseder. Ancak kimse onun istediği gibi tepki vermez. Kiliseden çıkan Pollyanna, Pendleton tepesine gider. Bir köpeğin havladığını duyar ve sese doğru ilerler. Köpeğin telaşını fark eden Pollyanna onu takip eder ve yerde yatan Bay Pendleton ile karşılaşır. Adamın bacağı kırılmıştır. Pollyanna adama yardım eder, evin anahtarlarını alır, tarif edilen yerdeki telefon defterini bulur ve Dr. Chilton'u arar. Nihayet doktor gelir ve onu evine götürür. Pollyanna, Bay Pendleton'u ziyaret etmek ister ve ona çorba götürür. Bu ziyaretler sonraları sıklaşır ve Pollyanna ona da oyunundan bahseder. Artık Bay Pendleton küçük kızla arkadaş olmuştur. Bir gün Pollyanna'nın aslında kim olduğunu öğrendiğinde bir daha onu görmek istemez ama bunu yapamaz. Sonrasında küçük kızı onunla kalmak için ikna etmeye çalışır. Çünkü Pollyanna bir zamanlar Bay Pendleton'un sevdiği kadının kızıdır ve ona öğrettiği bu oyunla hayata farklı bir pencereden bakmayı öğrenir. Pollyanna onunla yaşamayı kabul edemeyeceğini, teyzesini bırakamayacağını söyler ve ona Jimmy'den bahseder.

Bir gün, Pollyanna okuldan eve giderken ona bir otomobil çarpar. Eve getirilen Pollyanna ancak ertesi gün kendine gelir. Teyzesi bir hayli üzgündür ancak ne olduğunu anlatamaz. Pollyanna ayağa kalkmak ister ve yapamaz. Hata bakıcı onu sakinleştirmeye çalışır. Doktor muayene eder ancak bir başka doktorun görmesini ister. Bir hafta sonra Dr. Mead gelir ve Pollyanna'nın bir daha yürüyemeyeceğini söyler. Bunu duyan Pollyanna artık oyununu oynayamaz, sevinecek hiç bir şey bulamaz. Haber kasabada yayılınca herkes her gün küçük kızı ziyarete gider. Pollyanna'yı göremeseler bile teyzesine onun kendilerini nasıl değiştirdiklerinden bahsederler.

Sürekli siyahlar giyen bir kadın o gün mavi bir yaka takar ve bunu Pollyanna'ya iletmesini söyler teyzesine. Bir başkası eşiyle ayrılmayacaklarını, diğeri artık üzgün olmadığını, bir başkası kalan iki dişine sevindiğini, Bayan Snow'un tutan elleri için sevindiğini ve battaniye ördüğünü iletmesini isterler ve örnekler böylece çoğalır. Ve Jimmy'nin Bay Pendleton'la yaşamaya başladığını öğrenmesi onu her şeyden çok mutlu eder. Anlatılanların bazılarından bir şey anlamayan Bayan Polly, Nancy'e bu oyunun ne olduğunu sorar. Nancy ona koltuk değnekleriyle başlayan bu oyundan bahseder ve neredeyse bütün kasabanın oynadığını söyler. Bayan Polly, Pollyanna'nın yanına gittiğinde artık kendisinin de bu oyunu oynadığını söyleyince Pollyanna çok mutlu olur.
Dr. Chilton, Pollyanna'yı ziyarete gidemese de durumunu takip etmektedir ve bir gün Bay Pendleton'dan onu muayene edebilmek için yardım ister. Bir zamanlar Bayan Polly ile sevgili olan Dr. Chilton çağırılmadan gidemeyeceğini, Polly'nin tepkisinden çekindiğini söyler, ancak Pollyanna'nın yürümesini sağlayacak bir doktor arkadaşından bahseder. Bunu duyan Jimmy, Bayan Polly'e duyduklarından bahseder ve Pollyanna'nın yürüme ihtimali olduğunu söyler. Bayan Polly, Dr. Mean'dan, Dr. Chiltonu çağırmasını ister. Pollyanna Dr. Chilton'ı görünce o kadar çok sevinir ki bacaklarına bile aldırmaz. Teyzesi, Pollyanna'ya gelecek hafta bir yolculuğa çıkacağını, onun gibileri iyileştiren bir doktorun yanına gideceğini söyler.

On aydır tedavi gördüğü yerden teyzesine bir mektup gönderir. '' Artık yürüyebiliyorum, yürüyebiliyorum! Bu gün yatağımdan pencereye kadar gittim. Tam altı adım. Yürüyebilmek ne güzel şeymiş! ''

Pollyanna (Eleanor H. Porter) Kitap Sınavı Yazılı Test Soruları ve Cevap Anahtarı için tıklayınız....

Pollyanna (Eleanor H. Porter) Kitap Sınavı Yazılı Test Soruları ve Cevap Anahtarı


1. Pollyanna kaç yaşında teyzesinin yanına geliyor?

A. 6
B. 8
C. 11
D. 15

2. Pollyanna teyzesinin yanına neden gelmişti?

A. Annesini sevmediği için
B. Annesiyle babası boşandığı için.
C. Annesi ve babası öldüğü için.
D. Ziyaret amacıyla.

3. Pollyanna’ya babasının öğrettiği oyunun adı nedir?

A. Elim sende
B. Saklambaç
C. Körebe
D. Mutluluk oyunu

4. Pollyanna ismi nereden gelmektedir?

A. Annesi istediği için
B. Babası istediği için
C. Pollyanna’nın iki kardeşi öldüğü ve kardeşlerinin ismi Polly ve Anna olduğu için.
D. Anneannesinin ismi olduğu için.

5. Pollyanna eve geldiği ve akşam yemeğini kaçırdığı için hangi yemeği yedi?

A. Ekmek - Süt
B. Hamburger - Kola
C. Makarna - Ayran
D. Meyve

6. Pollyanna aynanın olmamasından neden memnundu?

A. Burnunu görmediği için
B. Saçlarını görmediği için.
C. Çillerini görmediği için.
D. Gözlerini görmediği için.

7. Pollyanna’nın teyzesinin malikânesinin adı nedir?

A. Celtic malikânesi
B. Napolyon malikânesi
C. Ferdinand malikânesi
D. Harrington malikânesi

8. Pollyanna’nın kaldığı oda nerede idi?

A. Kulübede
B. Teyzesinin yanında
C. Çatı katında
D. Koridorda

9. Pollyanna hangi hastalığa yakalandı?

A. Ayağı kırıldı.
B. Kızamık.
C. Felç.
D. Araba kazası.

10. Pollyanna’nın teyzesinin adı nedir?

A. Polly
B. Mead
C. Cristian
D. Herry

11. Pollyanna’ya kim kendisi ile yaşamasını teklif etti?

A. Tom
B. Timoty
C. Doktor Chilton
D. Jon Pendleton

12. Ben küçükken, yardımsever bir hanım, hediye olarak bize ……………. göndermişti. Sebebini sorduğumuzda ise “Bu ………… bakıp bakıp, sakat olmadığınız için sevinebilmeniz için” diye cevap vermişti. İşte o günden beri babam ve ben, en zor durumda dahi mutlaka bir iyi yan bulup mutlu olabiliyoruz.

Aşağıdaki boşluğa ne gelmelidir?


A. Koltuk değnekleri
B. Resim
C. Dua
D. Sakat kimselerin resmi

Cevap Anahtarı :


1-C     2-C     3-D     4-C     5-A     6-C

Martıya Uçmayı Öğreten Kedi (Luis Sepulveda) Kitap Sınavı Yazılı Test Soruları ve Cevap Anahtarı


1. Kengah martılardan gelen alarm çığlığını neden duymadı?

A) Onlardan uzakta olduğu için
B) Kulakları duymadığı için
C) Suya daldığı için
D) Başka bir martıyla konuştuğu için

2. Aşağıdakilerden hangisi Zorba’nın yedi kardeşiyle paylaştığı sepeti terk etme nedenlerinden biri değildir?

A) Balık kafalarının tadına bakmak
B) Dünyayı tanımak
C) Annesinin zayıflamasını engellemek
D) Karnını doyurmak

3. Martı Kengah kara dalgalarla boğuşurken arkadaşları ona neden yardım etmedi?

A) Martı yasasından dolayı
B) Görmedikleri için
C) Onu sevmedikleri için
D) Sesini duymadıkları için

4. Martı Kengah’a göre ölümlerin en kötüsü nedir?

A) Balığa yem olmak
B) Açlıktan ölmek
C) Zehirlenmek
D) Boğulmak

5. Aşağıdakilerin hangisi büyük kurultaya katılacak martılardan değildir?

A) Pasifik martıları
B) Baltık Denizi martıları
C) Atlantik martıları
D) Kuzey Denizi martıları

6. Arkadaşlarına öğüt veren,sürekli “Miyavlarımı ağzımdan alıyorsunuz diyen ve İtalyanca konuşmayı seven kedi kimdir?

A) Sekreter
B) Profesör
C) Albay
D) Pupa-yelken

7. Aşağıdakilerden hangisi Zorba’nın martı Kengah’a verdiği sözlerden değildir?

A) Yumurtasını yemeyeceğine
B) Yumurtaya göz kulak olacağına
C) Ona uçmayı öğreteceğine
D) Yumurtayı saklayacağına

8. Sıçanlar Zorba’dan civcivin yaşamına saygı göstermek karşılığında ne istediler?

A) Bir haftalık yiyecek
B) Avluya serbest geçiş hakkı
C) Onların evlerinin korunmasını
D) Onların da yaşamlarına saygı duyulmasını

9. Aşağıdakilerden hangisi kitabın ana fikri ya da yardımcı fikirlerinden değildir?

A) Sözünde durmak
B) Farklı olanı kabul etme
C) Yaratıcı olmak
D) Yardımseverlik

10. Aşağıdakilerin hangisinde hikâyenin ana karakterleri doğru verilmiştir?

A) Zorba-Şanslı
B) Zorba-Kengah
C) Kengah-Albay
D) Şanslı-Profesör

11. Aşağıdakilerin hangisi Zorba’nın kedi arkadaşlarından biri değildir?

A) Sekreter
B) Matias
C) Albay
D) Profesör

12.Aşağıdakilerden hangisi Harry’nin liman çarşısındaki evlerinde bulunan nesnelerden değildir?

A) Şapkalar
B) Pusulalar
C) Romanlar
D) Bıçaklar

13. Aşağıdakilerden hangisi Kızıl Kum Feneri martılarının buluşacağı martı sürülerinden değildir?

A) Manş
B) Frisonnes Adası
C) Seine Kıyıları
D) Saint Malo

14. Şanslı ilk uçuşunu nereden gerçekleştirmiştir?

A) Saint Michel Kilisesi
B) Den Helder Kulesi
C) Saint Michel Kulesi
D) Kızıl Kum Feneri

15. Liman kedileri Şanslı’nın uçmasına yardımcı olmak için kimden yardım istemeye karar verirler?

A) Minnoş’un sahibinden
B) Pupa-yelken’den
C) Albay’dan
D) Profesör’den

16. “Denizlerde korkunç şeyler oluyor. Bazen bazı insanların çıldırıp çıldırmadığını soruyorum kendime, okyanusu kocaman bir çöplük haline getirmeye çalışıyorlar. Geçenlerde Elbe’nin ağzını tarakladım, gel-gitlerin önüne katıp sürüklediği çöpleri bir görseniz! Varillerce böcek ilacı, araba lastikleri, insanların kumsalda bıraktığı tonlarca lanet olasıca plastik şişe çıkardık.”

Yukarıdaki paragrafta Pupa-yelken’in yakındığı şey nedir?


A) İnsanların hayvanları esir almasından
B) İnsanların denizleri kirletmesinden
C) Denizi temizlemekten
D) İnsanların ona yemek vermemesinden

17. “Hepimiz seni seviyoruz Şanslı. Sen bir kedi olduğunu haykırdığında karşı çıkmıyoruz, çünkü bizim gibi olmak istemen bize gurur veriyor, ama sen farklısın ve biz senin farklı olmanı seviyoruz. Annene yardım edemedik, ama sana edebiliriz. Seni bir kediye dönüştürmeyi düşünmeden sana bütün sevecenliğimizi verdik. Bil ki senin sayende biz, göğsümüzü gururla kabartan bir şey öğrendik: Farklı bir varlığı sevip ona saygı göstermeyi. Bize benzeyenleri kabullenmek ve sevmek çok kolaydır, ama farklı biriyle bu çok zordur ve sen bunu başarmamızda bize yardım ettin. Sen bir martısın ve martıların yazgısını izlemek zorundasın. Uçmalısın.”

Zorba’nın Şanslı’ya söylediği bu sözlerden aşağıdakilerden hangisi çıkarılamaz?


A) Zorba’nın Şanslı’yı sevdiği
B) Farklı bir varlığı sevmeyi öğrendikleri
C) Martıların yazgısının uçmak olduğu
D) Annesinin ölümüne sebep oldukları

18. Martıların adı nereden gelmiştir?

A) Beslenme şekillerinden
B) Yaşadıkları bölgeden
C) Tüylerinin renginden
D) Beden ve kanat yapısından

19. Kedi Zorba için hangisi söylenemez?

A) İyi
B) Çıkarcı
C) Yardımsever
D) Sözünde duran

20. Kedilere yasaklanan şey nedir?


A) İnsanlara yaklaşmak
B) İnsanlara yardım etmek
C) Balıkları yemek
D) İnsanların dilinde miyavlamak

Cevap Anahtarı :

1.C      2.D     3.A     4.B     5.A
6.C      7.D     8.B     9.C     10.A
11.B   12.D   13.A   14.C   15.A
16.B   17.D   18.C   19.B   20.D

Martıya Uçmayı Öğreten Kedi (Luis Sepulveda) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili için tıklayınız...

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...