4 Mayıs 2019 Cumartesi

Gümüş Kanat (Cahit Uçuk) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Gümüş Kanat

Kitabın Yazarı : Cahit Uçuk

Kitabın Konusu:

Minicik yüreklerin, sevgiye ve umuda en çok ihtiyaç duydukları zamanda ortaya çıkar Gümüş Kanat. O, kaybolmayan ümitlerin, hayallerin, ideallerin, günden güne çoğalan sevginin sembolüdür. Küçük yaşta hayatın acı yüzüyle tanışan Kemal; bütün zorlukları sevgi, gayret ve dostluğun en çok da Gümüş Kanat'ın yardımıyla aşar. Onun ardında kara günlerden mavi hayalleri yükselir. Acıları biter güzelliklere kavuşur.

Kitabın Özeti :


Kitabın ana karakteri olan Kemal 11 yaşında, tavır ve davranışlarıyla herkes tarafından sevilen, daima doğru olanı yapmaya çalışan, hassas karakterli ve çalışkan bir çocuktur. Anne babası başta olmak üzere tüm insanları ve canlıları sever, büyüklerine saygılıdır ve herkese elinden geldiğince yardımcı olmaya çalışır.

Bir gün babasının çalıştığı matbaaya gittiğinde pencere demirleri arasına sıkışmış bir kuş görür ve babası da kuşu kurtarır. Kemal eve getirdiği kuşa bakarak, iyileştirir. Kanatlarının renginden dolayı Gümüş Kanat ismini verdikleri kuşu daha sonra serbest bırakırlar. Gümüş Kanat bu olayın ardından Kemal’in rüyalarına girecek ve kendisine yol göstererek, ailesinin içinde bulunduğu zor durumdan kurtulmasına yardımcı olacaktır.

Kemal’in babası Cağaloğlu’nda bir matbaada ustabaşı olarak çalışmaktadır. Bir gün çıraklardan birinin hayatını kurtarmaya çalışırken makinenin bıçakları dört parmağını keser. Babası artık çalışamadığından evin geçimini sağlamak için Kemal’in annesi evlere temizliğe gitmeye başlar. Ayrıca evde dikiş de dikmektedir. Babası kendi durumuna ve eşinin çalışmak zorunda kalmasına üzülmekte, çalışamadığı için kendini değersiz hissetmektedir. Üzüntüsünden dolayı hastalanır. Ailesine karşı büyük sevgi besleyen ve durumlarına üzülen Kemal bir gece rüyasında Gümüş Kanat’ı görür. Kuş, Kemal ile konuşarak işe girmesini öğütler.

Rüya üzerine Kemal, çalışkan bir öğrenci olmasına rağmen ailesine destek olabilmek için okuldan ayrılarak daha önce babasının çalıştığı matbaada işe başlar. Annesi oğlunun da kaza geçirebileceğinden korktuğu için ilk başta işe girmesini istememiştir ama bu sayede maddi sıkıntıları biraz azalır. Kemal hem işte çalışır, hem babasıyla ilgilenir. Derslerinden geri kalmamak için öğretmeni kendisine özel dersler verir ve yalnızca sınavlara girmesinin yeterli geleceğini söyler. Üniversiteyi okuyup mühendis olma hayalinden hiçbir zaman vazgeçmez. Annesine de ev işlerinde yardımcı olmaktadır. Başta çalıştığını babasından gizler. İlk haftalığıyla eve yiyecek götürdüğünde babasına çalıştığını açıklar. Kemal’in gayretleri ve ilgisi sayesinde babası iyileşir.

Kemal, çalışkan, akıllı ve dürüst bir çocuk olduğundan işyerinde de çok sevilir. Herkese karşı saygılıdır ve iyi geçinmektedir. Çok geçmeden herkesin güvenini kazanmıştır. Simit satan fakir bir çocuk olan Ayhan’ın matbaada iş bulmasını sağlar. Sokakta bulduğu kediyi eve getirip besler. Sürekli ettiği dualarında babasının iyileşmesini, annesinin çalışmak zorunda kalmamasını, kendisinin okula gidebilmesini diler.

Günün birinde Barba Usta işyerinin alt katında Sultanahmet’e kadar giden ve Bizans Dönemi’ne tarihlenen bir dehliz olduğunu söyler ve birlikte buraya girerler. Dehlizde gezerken Kemal üzerinde gümüş kanat tasviri olan bir para bulur ve annesine hediye eder. Bu olaydan kısa bir süre sonra rüyasında bu kez yanında ustası olmadan dehlize girdiğini ve kaybolduğunu görür. Tam umutsuzluğa düştüğü anda Gümüş Kanat gelir ve dehlizden kurtulmasına yardım eder. Dehlizden çıktığı yer Sultanahmet’tir.

Kemal bir gün Sultan Ahmet Camisi’ne giderek dua eder ve çıkışta kazı yapan arkeologlarla karşılaşır. Kazıdakiler matbaanın altında uzanan ve Kemal’in rüyasında gördüğü yerde çalışmaktadır. Kemal onlara Gümüş Kanat’ın kendisine gösterdiği dehlizin ayrıntılarından bahseder. Burası uzun süreden beri aranan ve Topkapı Sarayı’na çıkan geçittir. Bu sayede Kemal gazetelere çıkar ve kendisine bir madalya hediye edilir. Bu madalyanın üzerinde de gümüş kanatlı bir kuş resmi vardır.

Kemal, kitap okumayı çok seven bir çocuktur. Kitapları da cadde üzerinde sergi açan Nevzat Bey’den almaktadır. Bir gün Nevzat Bey kendisine “Kamerde İlk İnsanlar” isminde bir kitap hediye eder. Kemal evde kitabı ciltlerken içinde çok değerli bir pul olduğunu keşfeder. Babası kendisine pulun değil kitabın hediye edildiğini, pulu Nevzat Bey’e götürmesi gerektiğini söyler.

Kemal, Nevzat Bey’i araştırdığında hastaneye kaldırıldığını ve ölüm döşeğinde olduğunu öğrenir. Erzincan depreminde tüm yakınlarını kaybettiğinden hiç kimsesi olmayan Nevzat Bey kendi oğlu gibi gördüğü Kemal’e bilerek hediye ettiğini söyleyince üzerinde gümüş kanatlı bir kuşun olduğu 1862 tarihli bu pulu Mikloş Efendi’nin de yardımıyla yüksek bir fiyata satarlar ve borçlarını kapatarak ev alırlar. Kemal okula tekrar başlar. Yeni makineler alan matbaa sahibi eski makineyi Celil Usta’ya vererek bir cilt evi açmasına yardımcı olur. Böylece tüm ailenin sıkıntıları sona erer.

RobinHood (Howard Pyle) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : RobinHood

Kitabın Yazarı : Howard Pyle

Kitabın Konusu :

Haksızlığa karşı mücadele eden ve zenginden alıp fakire veren RobinHood'un hikayesi.

Kitabın Özeti :

Yeni doğan bir bebeği köydeki bir aileye verirler. Bebeğin adını Robin koyarlar. Robin'i büyüdükçe eğitmeye başlarlar. Ok atma yeteneklerini ve savaşma yeteneği gelişir.

Bu arada, Vali Allan'ı yakalamak için plan yapıyordu. Robin Allan'ın kardeşini korumaya çalışıyordu. Vali bir gün onların evine saldırdı. Robin pencereden çıkıp bütün askerleri öldürdü; ama aralarından bir tanesi annesinin kardeşidir. Onu alıp eve götürürler. Ancak o evde ölür.

Birkaç gün sonra onun mezarını yaptılar. Robin ve Allan Magdalena'yı kaçırmak istiyorlardı çünkü Allan Magdalena'ya aşıktı. Plan yapıp onu kaçırdılar. Kaçırdıktan sonra evlerine döndüler. Vali, Robin'den intikamını almak istiyordu. Tekrar onun evine askerlerini gönderip savaşmak istedi. Sonra yine yenildiler ve geri çekildiler.

Robin, Allan ile birlikte "Şen Gençler" takımını kurdu. Bu takım kötülerle savaşıp, onlardaki parayı yoksullara veren bir gruptu. Bu takım gittikçe büyüdü. Vali askerlerinin öldüğünü görünce destek almak için başka ülkelere doğru gitmeye başladı. Bunu öğrenen Şen Gençler, yolu öğrenip yolda onlara tuzak kurdu. Plan da tam istedikleri gibi çalıştı.

Kervana altınları yükleyerek giden Vali, giderken kervanın altınları taşıyamayacak kadar kötü olduğunu gördü ve yakındaki başka bir köyden başka bir kervan almaya gitti. Bu arada, askerlerini uzaklara yollayıp yemek bulmalarını istedi. Giderken yolda bir ev gördüler. Kapıdan içeri girip dolaptaki içecekleri aldılar ve geri döndüler.

İçecekleri içtikten sonra birazcık uyudular çünkü bu Robin'in planıydı. Robin ve arkadaşları kervanı alıp köye götürdüler. Altınları yarıya bölüp yoksullara verdiler. Robin, kafasındaki şapkasından dolayı adını artık Robin Hood yaptı.

Vali, başka bir plan yapıp ok yarışması düzenledi. Şen Gençler de yine bir plan yaptılar. Ok yarışmasına Robin Hood katılıp yarışmayı kazanacaktı. Sonra da grubu Vali'ye saldıracaktı. Herşey planlandığı gibi oldu. Vali, yine çok kızdı. Şimdi sıra Robin Hood'un aşık olduğu kızı kaçırmaya geldi. Kızın adı İsabellaydı.

Yine bir plan hazırladılar. Bu seferki plan şöyleydi; kılık değiştirip kaleye gireceklerdi ve İsabella'yı kaçıracaklardı. Kaçırdılar ve onu da eve götürdüler. Bu arada, yaptıkları bütün planlar kurdukları gibi oluyordu.

Artık Kral geri dönmüştü. O da Robin Hood'un kim olduğunu merak ediyordu. Askerlerini görevlendirip Robin Hood'u yanına getirmelerini istedi. Askerleri Robin Hood'u Kral'a getirdiler. Robin Hood Kral'la konuşmaya başladı ve Kral Robin Hood'u Dük yaptı.

Artık Vali Şen Gençler'e saldırmıyordu ve Sherwood Ormanı'nda düzen sağlanmıştı.

Kitabın Başka Bir Özeti :


Robin Hood, henüz 18 yaşında sağlıklı ve güçlü bir genç delikanlıdır. Nottingham Şerifi tarafından düzenlenen okçuluk yarışmasına katılmak için ormandan geçer. Kendisine laf atılıp hakaret edilmesi sonucunda kargaşa çıkar ve ormancıyı okla öldürmek zorunda kalır. Ormancı yaralanır ve bir süre sonra ölür.

Ormancı meğerse Nottingham Şerifi’nin yakın akrabası olmaktadır. Bunun üzerine özel bir ekip kurarak Robin Hood’u yakalamak ister. Akrabasının intikamını ve iki yüz pound ödülü almak için seferber olur. Robin Hood ormanlarda saklanır ve gizlenir. Kendisi gibi haksızlığa uğrayan kanun kaçakları ile bir araya gelerek yüzlerce kişi haline gelirler. Artık haksızlığa sebep olan zenginleri soyarak fakirlere dağıtmaktadır. Toplum içindeki adaletsizliği kaldırmak adına devamlı mücadele ederler. Asla bir insana zarar vermedikleri gibi insanlık için hareket ederler. Robin Hood toplumda duyulmaya başlanır ve yaptıkları konuşulur. Ormanın içinde yaşamlarına devam ederler.


Ölümsüz Aile (Natalie Babbitt) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Ölümsüz Aile

Kitabın Yazarı : Natalie Babbitt

Kitabın Konusu :

Issız bir ormanın ortasında, suyundan içene ölümsüzlük vaat eden bir pınar... Bu pınarın suyundan içerek ölümsüzlüğe kavuşan, ama nedense ölümsüz olmaktan pek hoşnut olmayan bir aile...

Gün gelir pınarın başına bir genç kız gelir. Ölümsüz Aile, yani Tuck'lar, bu güzel kızın, pınarın suyundan içmesine engel olmak; akıp giden dünyanın, sürekli değişen bir doğanın parçası olmanın ne kadar güzel bir şey olduğunu kanıtlamak zorundadır.

MEB tarafından 100 Temel Eser olarak seçilen Ölümsüz Aile kısa romanı aslında çocuk kitabıdır. Fakat konusu ve üslubu nedeniyle tüm okurlara hitap etmektedir. Çevreye ve çevre kirliliği sorununa değinen Natalie Babbitt, Ölümsüz Aile eseri sinemaya da çevrilmiştir.

Kitabın Özeti :

Bir Ağustos günüydü. Mae Tuck her on yılda bir olduğu gibi yine oğullarını görmek için kasabadaki ormanın içinde bulunan gizli pınara doğru yola çıkmaya hazırlanıyordu. Oğulları Miles ve Jesse de farklı farklı şehirlerden o pınara doğru geliyorlardı. On yıl sonra ilk defa görüşeceklerdi. Hepsi çok heyecanlıydı.

Aynı Ağustos günü kasabanın en zenginlerinden olan Foster ailesinin küçük kızı Winnie de evden kaçmaya karar vermişti. Ailesi özellikle annesi ve anneannesi ona çok baskı yapıyorlardı. Görgü kurallarına çok önem verdiklerinden sürekli küçük kıza karışıyorlardı. Winnie artık bu durumdan çok rahatsızdı. Dün gece ise evlerine sarı takım elbiseli bir adam gelmişti. Bir aileyi arıyordu. Anneanne hiç kimseyi tanımadıklarını söyleyerek kapıyı çarpacaktı ki korudan çok güzel bir melodi gelmeye başladı. Anneanne bu müziği çok uzun yıllar önce duymuştu. Ona göre bu melodiyi orman perileri çıkarıyordu. Sarı takım elbiseli adam ise onlar eve girdikten sonra bir süre daha orada kaldı. O gün yani Tuck ailesinin buluşacağı gün Winnie evin bahçesinin önünde kurbağalar ile konuşurken birden kurbağası yandaki koruya doğru kaçtı. Küçük kızda kendilerine ait olan bu koruya hiç gitmemişti. İlk defa ailesine ters olan bir şey yapmış olmak için oraya doğru gitti. Koru çok hoşuna gitmişti. Orman çok güzeldi ve evet içten kendisiyle gurur duyuyordu. Biraz daha ilerledi ve o anda koruda tek başına olmadığını anladı. Çok yakışıklı bir çocuk bir ağacın kütüğüne dayanmıştı. Winnie onu izliyordu. Çocuk ayağa kalkıp yerdeki sırayla dizilmiş taşları kaldırdı ve ortaya küçük bir pınar çıktı. Çocuk eğilerek bu sudan içti. Tam o sırada küçük kız ses çıkardı ve Jesse onu fark etti. Birden panik olmuştu. Winnie ile tanıştılar ve küçük kız da su içmek için eğildi. Fakat Jesse onu hemen tuttu. Çok az bekleyelim derken birden diğer Tuck ailesi üyeleri geldi.

Olayı ona anlatmaya başladılar. Tuck ailesi çok uzun yıllar önce yaklaşık seksen yedi yıl önce bu kasabaya gelmişlerdi. Ormanın içinden geçerken birden bu pınarı görmüşler ve tüm aile bu sudan içmişti. Atları da. Tek içmeyen yanlarındaki kediydi. Birkaç gün sonra değişik şeyler olmaya başlamıştı. Miles ağaçtan düşüp kafasını çarpmıştı, normalde ölmesi gerekiyordu fakat hiçbir şey olmadı. Angus elini bıçakla çok derin bir şekilde kesti fakat yara dakikalar içinde yok oldu. Ortada farklı bir durum olduğunu fark edince Angus evdeki av tüfeğini alarak kalbine bir kurşun sıktı. Fakat adama hiçbir şey olmamıştı. Kurşun izi bile yoktu. Nedenini çözemediler. Ta ki kedileri ölüp atları ölmeyene kadar. Çünkü sudan içmeyen tek canlı kediydi. Bu pınar ölümsüzlük suyuydu. İçtikleri andaki yaşlarında kalıyorlar ve sonsuza kadar ölmüyorlardı. Winnie duyduklarına inanamıyordu. Bu durumu anlayan Angus onu evlerine götürmeyi teklif etti. Yola çıktılar. Bu konuşmaları bir kişi daha dinliyordu: sarı takım elbiseli adam.

Tuck ların evine geldiklerinde Winnie şok oldu. Her şey çok eski ve pisti. Winnie resmen kaçırılmış gibiydi ama o öyle hissetmiyordu. Ailecek tekrar konuştular ve küçük kıza o sudan içerse neler olacaklarını anlattılar. Kararı kendisine bıraktılar. Bu sırada sarı takım elbiseli adam aileye ve polise haber vermişti. Onları buldular. Mae Tuck, her şeyi öğrendiği için sarı takım elbiseli adamı öldürdü. Hemen hapise gönderildi. Küçük kızı ise ailesi aldı ve evlerine gittiler. Tuck ailesinin üyeleri küçük kız ile plan yaparak kadını hapisten kaçırdılar.

Yıllar sonra kasabaya tekrar geldiklerinde ise kasaba çok değişmişti. Bir mezarlık buldular. Herkes merak içinde akıllarındaki sorunun cevabını arıyordu. Küçük kız o sudan içip sonsuz mu olmuştu yoksa ölmüş müydü. İşte karşılarındaki mezar tüm cevapları gösteriyordu. Küçük kız sudan içmemişti ve normal insan olmayı seçmişti.

Motorlu Kuş (Cahit Zarifoğlu) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili

Kitabın Adı : Motorlu Kuş

Kitabın Yazarı : Cahit Zarifoğlu

Kitabın Konusu :

Bir kırlangıca bazı yaratıklar tarafından bir küçük motor takılır. Kırlangıç çok sevinir buna. Zamanla kırlangıçlığını unutur. Kanatları güdükleşir, bedeni motoru etiyle kavrar. Motorun kuvvet levhasını gagalamaktan dolayı gagası özelliğini kaybeder. Günün birinde kırlangıç ölmesin diye son çare olarak motorun çıkarılmasına karar verilir. Kırlangıça motoru takanlar kimlerdi. Amaçları ne idi? Kırlangıç sonunda kurtulabildi mi? "Motorlu Kuş" bu serüveni anlatan ilginç bir kitap.

Kitabın Özeti :

Kırlangıçların mahallesinde bir kalabalık var bugün. Kayaların, ağaçların başları tepeleme kuş dolu. Hepsi kırlangıç olsa iyi. Serçeler bir sarmışlar ki etrafı, göz gözü görmüyor. Kartallar duymuşlar haberi. Başlarını eğmişler; aşağıya, durmadan kırlangıçların mahallesine bakıyorlar. Geçmekte olan bir kaç köylü çocuk:

— Acaba ne oluyor diye yaklaşınca irkildi kuşların tümü.

Ahmet’le Mehmet bu kadar çok kuşu bir arada görünce, parladı sevinçten kabardı. Ancak bir iki köylünün densizliği büyük bir gösteriyi kaçıracak değildi onca kuş.
Hemen haberleştiler aralarında, birden saldırarak bunlara, başladılar başlarındaki takkeleri gagalamaya. Canlarını zor kurtardı Ahmet’le Mehmet. Doğrusu hiç görülmemişti böylesi. Acaba ne oluyordu ki, kuşlar insanlara saldıracak kadar ileri gidiyor, göze alıyorlardı tehlikeyi?

O zaman geriye dönelim, meseleyi öğrenmeye çalışalım.

— Bana bak bir daha o gidersen bacaklarını kırarım senin, kanatlarını böler dereye atarım, kaplumbağa beyinli kafanı gagalar delerim anladın mı ha!

Böyle bağırmıştı annesi kırlangıca.

— Fakat anneciğim dedi o, müthiş bir şeyler var orada.
— Her ne olursa olsun. Bir daha topraklara adım atarsan beynini...

Uff, amma da bu tehditler. Küçük kırlangıç o topraklara herhalde başını çevirip bakmaz, değil bir daha oralara uçmak... Öyle mi dersiniz.

Daha annesi başını çevirir çevirmez , küçük kırlangıç pırr diye havalandı ve ver elini o topraklar. Zaten belli oluyor, çok garip bir yer olduğu, kayaların arasından siyah siyah dumanlar yükseliyor. Küçük kırlangıç daldı oraya. kayaların arasında ilerleyerek yaklaştı. İçerde mağara gibi yerde, görülmemiş şekillerle yepyeni kuşlar, kim bilir hangi dünyadan buraya , çalışıyorlar, gözlerden uzak bu mağarada. Tam o sırada gürültüyle başını kaldırmış küçük kırlangıç. Bir de bakmış ki görülmemiş hayvan daha. Kuş desen değil, aslan hiç. Dedik ya çok garip bir yaratık.

Küçük kırlangıç vahşi yaratığın içerdekilere kötülük yapmaya geldiğini anlayınca, çığlıklar atarak haber vermiş. Onlar da bu uyarı sayesinde düşmanlarını yakalayıp afiyetle yemişler. Kanlı dişlerini göstere göstere kırlangıca teşekkür etmişler.

— Aman demiş kırlangıç, teşekkür istemem, çekilin önümden de bir an önce buradan gideyim. Annemin dizinin dibine oturayım da bir daha çıkmayayım.
— Olur mu hiç demiş kuşlardan biri. Bize iyilikte bulundun. O hayvan bizim neslimizi kurutacaktı. Zaten bir tek bizler kaldık. Bize “Oto kuş” derler. Görüyorsun kanatlarımız var , çok kısa. Biz asıl motorlarla donatılmışız. Onlarla uçarız. Sana da motor takacağız. O zaman göreceksin, yıldırım gibi uçacaksın, herkes sana hayran kalacak.
— Sahi mi demiş kırlangıç
— Elbette. Bakma sen kanlı ağızlarımıza. İçimiz iyi bizim.

Böylece kırlangıca da bir motor takmışlar. Önce mağarada bir tur attırmışlar. Kanatlarına girmiş oto kuş, bir güzel öğretmişler motoru nasıl kullanacağını. Bütün mesele motorun üstündeki “kuvvet levhası”na peşpeşe gaga vurmakmış. İşte, kuvveti yakıtı buymuş motorun. Yuvaya motoru çalıştırarak dönünce kırlangıç:

— Eyvah demiş annesi, , demek şimdi de seni düşürdüler tuzağa.
— Neler söylüyorsun demiş küçük kırlangıç. Ne tuzağı.

Ve başlamış bütün olup biteni anlatmaya. Fakat annesi:

— bunların hepsi uydurma. İnanma sakın. Hepimizin gençken başına geldi . Ama hiç birimiz aldırmadık buna. Çünkü sonu kötü : Motor bedava. Ama yedek parça kan pahası. Kaptırdın mı kuyruğunu, ha!
— İmkansız demiş , küçük kırlangıç, çok iyiydi onlar. Bana adımı sordular, “Kırlangıç” deyince sen artık “Kırlangıçmotor” oldun, “ama bu kadar uzun bir ad yerine biz sana ‘Kırlanmotor’ diyoruz, bu adı veriyoruz” dediler.
— Yaa, gördün mü işte. Adını bile değiştirmişler senin.
— Ne var bunda, elbette kırlangıçmotor demek çok uzun, Kırlanmotor ismini ben de çok sevdim.
— Eyvahlar olsun dedi annesi, bu tam hapı yutmuş.
— Öyle değil anneciğim bak nasıl uçuyorum, tüy gibi.

Ve başlamış motorun kuvvet kapağını sık sık peşpeşe gagalayarak hızlı turlar atmaya...

— Gördün mü, düşün bakalım, hepimizde bunlardan olsaydı da bütün işlerimizi beş katı bir süratle yapsaydık fena mı olurdu.
— Fena olurdu ya!
— Nedenmiş o anneciğim?
— Düşün bakalım, artan zamanlarda ne yapacaktık peki?

Küçük kırlangıç şaşırmış kalmış. Bütün işleri beşte bir zamanda yapıp bitirince, sahi ne yapacaklardı artan zamanda.

— Dinle yavrum dedi anne kırlangıç, bu anlattıkların, yani sürat, insanlar için önemli olabilir, ama bizim için değil. Biz zaten hiç zaman öldürmeyiz. Her şey binlerce binlerce yıldır hepimiz için aynı hızla, aynı zamanda yapılır çatılır. Geriye bir şey kalmaz ki fazla zamana ihtiyacımız olsun.
— Yine de anneciğim ben bunu kuşlar meclisine götürmek istiyorum.
— Peki demiş annesi, götür kuşlar meclisine. Ama korkarım onların vereceği karar senin aleyhine olsun.

Böylece küçük kırlangıç, yeni adıyla Kırlanmotor, meseleyi kuşlar meclisine götürmüş bir dilekçe ile. İşte o gün kuşlar meclisi toplanıp karar verecekmiş. Sebebi buymuş onca kalabalığın. Kırlanmotor ortaya çıktı ve nefis bir gösteri yaptı.

— Ne öneriyorsun bize diye sordu kırlangıçların başkanı, toplanan milyonlarca kuşun önünde.
— Efendim, otokuşlarla bir anlaşma yapıp, bütün kırlangıçlara motor takılmasını öneriyorum.

Hararetli tartışmalardan sonra başkan kararı şöyle açıkladı:

— Kırlanmotorun motoru vücuduna sıkıca bağlanıp çıkarmaması için mühürlenecek. Hiç kimseye motor takılmayacak. Aradan altı ay geçecek. Tam altı ay sonra onu yine burada, bir kere daha izleyeceğiz. İşte o zaman bir rapor düzenleyecek ve buna göre esas kararımızı vereceğiz. Acele işe şeytan bulaşır. Bakalım ne diyecek, zaman denen öğretmen?

Kırlanmotor da, diğerleri de memnun kalmış bu karardan. Bütün bu zaman zarfında annesi kederle dinlemiş başkanın kararını ve gözyaşlarıyla bakmış yavrusuna. Aradan tam altı ay geçmiş. Yine milyonlarca kuş birikmiş ağaçlara. Cıvıl cıvıl kuşlar. Rengarenk kaynaşarak toplanmışlar. Kırlanmotoru beklerken aralarında şakalaşmış, tartışmış, çeşitli düşünceler ortaya atmışlar. Hele gençler. İstiyorlarmış ki olumlu bir karar çıksın da hepsi takınsın motorlar. Derken:

— Geliyor, nidalarıyla başlarını çevirmişler. Evet o, ta kendisi, Kırlanmotor bu.
Ama hareketleri yavaş. Yüzlerce yıllık ağır bir tanker hurdası gibi geliyor.
Uzmanlar hemen almış etrafını. İki dakkada derken beş saatte zor hazırlamışlar raporlarını, işte bu raporun çok kısa bir özeti:
— “Vücut, motoru, yabancı madde diye dışarıya atmak istemiş, ancak başaramayınca etrafını sarmış. Artık motoru vücuttan ayırmak imkansız. Kullanılmadığı için kanatlar gittikçe körelmişler. Motoru çıkarılsa, bu kanatlarla uçması imkansız. Gagalamaktan Kırdanmotor’un başı sersemlemiş. Beyni sulanmış. Gagasının ucu fena halde körelmiş. Ne solucan tutabilir, ne bir şey. Hele yuva yapmak için sap taşıması imkansız. Hem kuvvet kapağını gagala, hem de şunu bunu taşı, olacak şey mi. Ayrıca boynunda bazı kaslar gelişmiş, kalınlaşmış, bu sebeple de başını sağa sola çevirmesi imkanı kalmamış. Yiyeceğini bulmakta, yuvasını görmekte çok zorluk çekmektedir. Kendisi motordan dolayı son derece rahatsızdır. Altı ayda 15 ay kadar yaşlanmıştır. Onu kuşlar hastanesinde tedavi altına alır motorunu çıkarır, onu tekrar kırlangıçlaştırabilirsek belki hayatı kurtulur.”

Uzun tartışmalardan sonra başkan kararı şu şekilde açıkladı:

—Hemen bir cankurtaran çağırın. Ve bu olayı bir bültenle bütün kırlangıçlara duyurun. Düşmesinler yabancıların tuzaklarına.

Motorlu Kuş (Cahit Zarifoğlu) Kitap Sınavı Yazılı Test Soruları ve Cevap Anahtarı için tıklayınız...

Bitmeyen Gece (Mitat Enç) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Bitmeyen Gece

Kitabın Yazarı : Mitat Enç

Kitabın Konusu : 


Yazar, İstanbul Hukuk Fakültesinde öğrenci iken, gözleri kör olur. Uzun bir süre, gözlerinin yeniden açılacağı ve göreceği ümidi ile yurt içinde ve yurt dışında tedavi peşinde ko­şar. Ancak, gözlerinin bir daha açılmayacağı kesindir. Bu fiziksel durumu, psikolojik olarak da kabullenen yazarımız, o günden İtibaren yaşamını, kendisi gibi görme özürlülerin eğitilmeleri için ne gerekiyorsa yapmaya adar. Bu konuda bir hayli de başarılı olur.

Kitabın Özeti :

Nedense, öğleden akşama ne yediğimizi unuturuz da, yıllar öncesinden yaşadığımız bazı anılar renk ve canlııklarıyla hafızamızdaki yerlerini korurlar. Üç, dört yaşında dedemin eski gazete­lerden yapmış olduğu külahı kafama geçirip, karşımda sırıtışı; güvercin yavrularını yakalamak için çıktığım pencereden düşüp, bayılışım gibi…

İstanbul’daki o Mayıs günü de böyleydi. Arkadaşım Celal, elindeki tıraş fırçasını sağıma soluma sürüp: “Hadi ulan, ilk dersin Medeniyet olduğunu unuttun galiba.”

Çabucak giyinip, koltuğumda birkaç kitapla soluğu Küllük kahvesinde aldım. Sokağı seyre başladım. Çeşit çeşit insan portre­leri vardı.

Çay ve simitten sonra, biraz ders çalışmaya gayret ettiysem de ne fayda. Yeni kuşağı yetiştirmekten sorumlu olanlar bu bahar aylarını sınav zamanı olarak niye seçmişlerdi ki?

Günler geçiyor, gözlerimdeki ağrılar artıyordu… Bir iki mua­yeneden sonra durumum daha da kötüleşti… Yattığım hastanede bir netice alamadılar. Hastaneden Zennube Abla’nın evine getiril-dim. Yattığım odada, boğazın bütün hatıraları canlı olarak gözü­mün önünde idi. Ancak, şimdi hiçbir şey göremiyordum.

Yeni Bir Umut Yolu:

Kısa bir süre sonra babam İstanbul’a geldi. Bir sürü göz dok­toru gezdik. Her biri, ayrı bir telden çalıyordu. Bense bu durumun sürekli olabileceğini düşünmek bile İstemiyor, nasıl olsa bir çare bulunur diye umuyordum…

Böylece yaz geldi geçti Cemil ağabeyim ile birlikte Viya-na’ya geldim. Muayene neticesinde, sol gözüm için çözüm olma­dığını, sağ gözün ise belli bir görme oranını yakalayabileceğini, bunun için ameliyat olmam gerektiğini söylediler. Kabul ettim. Ameliyattan sonra üç gün mumyalar gibi kıpırdamadan sırt üstü bekledim. Üç gün sonra sargılarımı çözdüler, ancak sonuç hüs­randı.

Karabasan:

Kapanıp kaldığım bu zindanı unutmanın yolunu bulmalıy­dım. Yapacağım tek şey, düş dünyasına dalıp gitmekti… Yaşa­mım boyunca nice kör, topal, çolak insan görmüştüm. Her şeyi kaybetmelerine rağmen bir yaşamdır sürdürüp gidiyorlardı. Bu duygular içerisinde iken, sol gözümü tamamen benden aldılar. Bir müddet sonra da ayakta tedavi edilmem gerektiği için pansiyona çıktım. Bayan Strauss adındaki pansiyoner, dul kaldığı için evinin diğer odalarını kiralamıştı. Çok iyi bir kadındı. Durumumu bildi­ği için, orada kaldığım süre boyunca benden hiçbir yardımı esir­gemedi, beni oğlu gibi benimsedi. Ama yine de psikolojik duru­mum çok iyi sayılmazdı.

Pansiyonda etrafımda cinler dolaşıyordu. Sanki deliriyor-dum… Böyle aylar geçtikten sonra, sağ gözüm için bir ameliyat daha geçirdim. Ancak, hiçbir olumlu gelişme olmadı. Körlüğüm, her ne kadar kabul etmek istemesem de kesinleşmişti. Artık Avus­turya’da kalmamın hiçbir anlamı kalmamıştı…

El Yordamı ile Yaşam:

Göremediğimi herkesin hemen fark etmesini istemiyordum. Çünkü, daha sonraki günlerde de elimde olmadan gören bir kişi olduğum izlenimini bırakmaya özendiğimi fark ettim. Ancak, Celal beni istasyonda karşılayıp evlerine götürdükten ve orada bir gece kaldıktan sonra, durumumun öyle yalın aldatmacalarla avu-nulabilecek bir yanı olmadığını bütün acılığı ile anlamaya başlıyordum. Nereden esinlendi bilemem, dudaklarım arasından lise yıllarında ezberlediğim bir şiirin mısraları dökülmeye başladı:

“Birdenbire bir kuş gibi Kanadından vurulmuş gibi Bir atlı yuvarlandı atından. Bağırmadı, gidenleri geri çağırmadı. Yalnız dolu gözlerle baktı, Uzaklaşan atlıların parıldayan nallarına.” Evet, atımdan düşmüştüm. Ne gidenleri geri çağırabilir, ne de peşlerinden yetişebilirdim. Artık yollarımız ayrılmıştı. Aynı düşüncelerim evime döndüğümde de devam etti. Ayrı­ca, burada yaşam, etrafimdakilerin olağanüstü yardım etme duy­gusu yüzünden kendime olan güvenimi sarsıcı boyutlardaydı. Yalnız bir adım dahi atmama izin verilmiyor, hemen yardımcı olacak birisi yanımda oluyordu. Onları incitip üzmeden bu zinciri kırmanın bir yolunu bulmam gerekiyordu. Sonunda başardım da. Ancak, ne olursa olsun bir kıyıya atılmış, günden güne eskiyen bir tekne gibiydim.

Kendime acıma duygum yoğunlaştıkça, genç gövdem bunu protesto edercesine hayatla ilgili her türlü canlılığı yapmak istiyordu. Bu duygularla giyinip kendimi sokağa attım. Çekiç seslerini, kebap kokularını, Berber Ahmet’in makas tıkırtılarını geçip Camlı Kahve’nİn köşesindeki dört yol ağzını bulduğum zaman içimi fatih duygusu doldurmuştu. Kentler ve kıt’alar, kılıcı önünde boyun eğdikçe fetih hırsı daha da artan Büyük İskender gibi dört yol ağzında da duraklamadım. Yaz başı sıcağında her yanımdan sızan ter dereciklerine rağmen, kent girişindeki Baş Karakol’a kadar uzandım. Dönüşte evdeki panik havası ve sitem­ler karşısında kesin tavrımı koyarak istediğimi kabul ettirdim.

Bir yandan da bir gün gözlerimin açılacağı ümidini hep taşı­yordum. Yalnız, böyle boş boş gezmek, dolaşmak, oturmak beni oyalamıyordu. Ne olursa olsun beni bir hedefe doğru sürükleye­cek bir uğraş bulmak zorundaydım. Babamın işleri epeyce bozul­duğu için, mekânını kapatmıştı. Hiç değilse bir dil öğreneyim diyerek, Almanca bilen birini aradım. Bayan Strauss’un yanında az da olsa öğrenmeye başladığım Almanca’mı ilerletmeyi planlıyordum. Bulamayınca, çocukluğumda beni tedavi etmiş bulunan Doktor Hoşep’in yardımıyla, haftada iki gün kız karde­şimle birlikte giderek İngilizce dersi almaya başladım. Benim bu çabam, babama da şevk getirmiş olacak ki, bir nevi komisyoncu­luk olan ambarcılık yapmak için bir yer tuttu ve birlikte burada çalışmaya giriştik.

Yeni Bir Işık:

Amerikan misyoneri Isely, bir gün elinde bir paketle evimize geldi. Koltuğunun altında körler için Braille denilen ve parmak ucuyla okunan alfabeyi getirmişti. Artık bu alfabe ile okuyup yazmaya başlamıştım. Isely, sık sık gelip kontrol ediyordu. Bir gün:

“Belki bu hastalığın yolu ile Tanrı sana yeni bir görev veriyor. Memlekette binlerce kör var. Yoksulluk içinde yaşıyorlar. Sen onlara aydınlığın yolunu gösterebilirsin” demişti.

Ben ise halen gözlerimin bir gün açılacağını düşünüyordum.

Yaz sonunda, bu amaçla Viyana’ya tekrar gittim. Bu sefer ameliyat süresince ve sonrasında doktorlara fazla güvenmiyordum. Bu nedenle, bana yardımcı olan Bayan Strauss’a buradaki Körler Okulu’nu ziyaret etmek istediğimi söyledim. Son­ra da engelleri aşarak bu okuldaki derslere katılmaya başladım. Sabahlan, küçüklerin sınıflarına girerek Almancamı geliştirmeye çalışıyordum. Öğle sonraları ise kabartma matbaa ve kitaplığa kapanıp kitap okuyordum.

Tesadüfen tanıştığım bir kör genç sayesinde, yüksek tahsili­mi yapabilme olanakları olduğunu anlayınca, hemen çarelerini aramaya giriştim. Bu arada Almanca bilgim yeterli olmadığı için, gazete ilanı ile bulduğum iki ayrı kadınla birlikte Almanca çalış­tım. Ayrıca bana okumam gereken kitapları da okuyorlar, böylece çok yardımcı oluyorlardı. Daha sonra da Pedagoji Enstitüsü’ne kaydoldum.

Ancak, bu arada, siyasette kötü gelişmeler oluyor, Hitler’in Avusturya’yı ilhak planlarının bir parçası olarak, Viyana’da Nazi lerin eylemleri her geçen gün daha da artıyordu. Memleketten gelen haberler de hiç iyi değildi. Babamın işleri bozulduğu için dönmem isteniyordu. Bu nedenle burs aramaya giriştim. Girişim­lerim reddedildi. Tesadüfen Türkiye’ye gidecek birisine Türkçe dersleri verip, biraz para kazandım.

Ne olursa olsun, kaldığım pansiyonun sahibi Bayan Strausa olmasa idî, bu kadar yokluk içerisinde Viyana’da kalmam müm­kün olmazdı.

Anladığım kadarıyla Isely’nin çabalarıyla, Amerika’da körler için burs veren zengin bir karı koca gelip beni buldular ve ister­sem Amerika’da öğrenim görebileceğimi bildirdiler. Kabul edip, Ankara’ya geldim. Çünkü bakanlıktan yol parası İşini halletmek gerekiyordu.

Çıkmaz Sokağın Girişi:

Birkaç gün bekledikten sonra, bakanla görüştüm. Çok ilgi­lenmesi ümidimi arttırmıştı. Ancak, özel kalem müdürünün ka­yıtsızlığı, ümidimi endişeye dönüştürdü. Eylül ayında Ameri­ka’da olmak gerekiyordu. Bu nedenle, memlekete gidip neticeyi beklemeye başladım. Uzun yazışmalar sonucu, Amerika’ya gide­bilmem için İzmir’deki bir körler okulunda biraz kurs görmem gerektiği kararı elimize ulaştı. İzmir Karşıyaka’ya gelip okulu buldum ve yerleştim. Burada, ilk başlarda zorluk çektim. Sonra da, küçük çocuklara okuma yazma öğretme isteğim kabul oldu ve bu görevi içten gelen bir hevesle yapmaya başladım. Bir müddet sonra, okul müdürü istersem bulunduğumuz okula “asil öğretmen olarak tayinimi yaptırabileceğimi,” söyledi.

Günler böyle geçip giderken, bakanlıktan Amerika’ya gön­derilmem İçin beklediğim yazı geldi.

Isely’nin Evi:

Amerika’ya gitmek için, önce evime geldim. Annem; “Nasıl bir yermiş bu Amerika? Burada gece iken, orada gündüz olurmuş. Biz burada gündüz seni düşünürken, sen orada uykuda olacaksın. Sen uya­nık olup bizi düşünürken, biz burada uykuda olacağız, bu nasıl iş?” diyordu. Ben de, İngilizcemi ilerletmek için Isely’nin evine yer­leşmiştim. Isely’nin asıl görevi, savaş boyunca kapalı kalan koleji (Ame­rikan) öğretime başlayabilecek duruma getirmekti. O bir misyo­nerdi. Sonraları Amerika’da geçirdiğim yıllar sırasında misyonerli­ğin her meslekten gençler için bir kariyer niteliği taşıdığını öğren­dim. Bunun tıp, mühendislik gibi saygın bir meslek dalı olduğu ortadaydı.

Yeni Bir Yaşam Yolu:

Eve dönüşümde, hapisliği bitmiş mahkûmlar gibiydim. İçim­de, kazandığım özgürlükten mutlu; fakat hayatına yeni bir düzen vermek zorunda olanların tasası vardı.

Artık, gözlerimin açılmasından ümidimi kesmiş, kör olarak bir hayat planı çizmeyi benimsemiştim. Okuma ve yazma soru­nunu da bir ölçüde çözebilmiştim.

Elimden yere düşürdüğüm bozuk para, anahtar gibi şeyleri bulabilmekte önceleri hayli sıkıntı duymuştum. Bunun da çözü­münü buldum. Nesne elimden fırlayınca, telaşla onu yakalamaya uğraşacak yerde, kıpırdamadan düştüğü yerden gelecek sesi din­lemek, bulmamı kolaylaştırıyordu. Bu durum, zaman zaman çev-remdekileri hayrete düşürüyordu.

Her şeyin ancak gözle görülerek yapılışına alışanlar için kulak ve el yordamıyla yaşamanın olağanlığını kavrayabilmek zor olu­yordu. Bunu olağanüstü yeteneklere bağlıyorlar ve gözlerinde sizi aşın şekilde yüceltiyorlardı.

Yeni Dünya Yolunda:

Evine yerleştiğim gün Isely, “Rüyalarını İngilizce görmeye baş­ladığın zaman bu dili öğrenmiş sayılacaksın” dediğinde bunu şaka sayarak gülüşmüştük. Fakat orada geçirdiğim dört ayın sonunda gerçekten de arada bir rüyada İngilizce konuşmaya başlamıştım. Haziran ayı sonlarında onlardan ayrılıp eve döndüm. Sonunda da gidip gelememenin, gelip de görememenin bulunduğu Yemen askerliğine Özgü, gözyaşları ve hıçkırıklarla donanmış bir ayrılık­tan sonra yola koyulabildik.

Yeni Dünya:

Eski Dünyadan gelenlerin gerçek Amerika’yı tanımada en elverişsiz başlangıç noktası hiç kuşkusuz New York’tur. Sanki burası, eski dünyadan gelenlerin oluşturduğu yamalı bir bohçadır. Yerleştiğim pansiyonda on sekizinden yukarıya her yaştan insan vardı. Dünyanın öteki kısmıyla çok kısıtlı ilişki ve bilgileri olanların, yalnız körler olmadığını burada öğrendim. Burada da dünyadan habersiz bir yığın insan vardı.

Yine bu kentin yaşamında gevşeyip, dinlenmenin de yeri yok gibiydi. Ancak, koşturup kovalayarak su yüzünde kalınabili-yordu. Herkes kalkmak üzere olan bir taşıta yetişmeye çalışanla­rın telaşı içindeydi.

Ağustos sonunu bulup da öğrenime başlayacağım Boston’un yolunu tutunca çok sevindim. Orada ne bulabileceğimi bilmedi­ğim halde, yaşama hızı ve zevklerinden çoğuna ayak uydurama­dığım bu beton ormanından uzaklaşabilmek bana bir tür kurtuluş gibi gelmişti.

Yeni Dünyanın Bir Başka Yüzü:

Burası henüz trafik illetine boğulmamış sessiz bir kasabaydı. Sabahları nehir yatağı boyunca yankılanan çan sesleri ile uyanı­yor, motor homurtusu ve korna yaygarası duyulmayan pencere­mizin dışından gelen kuş cıvıltıları ile şenleniyordum. Buradaki eğitim çok değişikti. Öğretmenler sınıfta öğrencilerin bir parçası gibi duruyor, herkes her konuda tartışabiliyordu. Bunun dışında, kurallara kesinlikle uyulması gerekiyordu.

Boston’un bazı mahalleleri, ülkemizden gelmiş Ermenilerle dolu idi. Bir gün, Malatya’dan gelmiş bayan Kelleciyan gelip beni buldu. Hoş beşten sonra, zorla ütülenecek pantolonlarımı alıp götürdü. Bir gün de bana, çok güzel bir memleket yemeği yapıp getirdi. Durmadan Malatya’nın kayısı ve armutlarından söz ediyordu. Burada yöneticilerden Bay Gibson, aramızdaki bu yakınlı­ğın nedenini bir türlü kavrayamıyor, “Sen gelinceye dek bu kadın Türklere ateş püskürüp dururdu. Şimdiyse evde senden değerlisi yok, anlayamıyorum bunu.” deyip duruyordu. Bir gün evlerine yemek yemeye gittiğimde, bunu kadına anlattım. Bana şunları söyledi: “Burada adet olmuş. Ermeniler, Rumlar Türklere atıp tutmazlarsa sanki ayıplanıyor. N’aparstn sıla özlemi söyletiyor.”

Sorunun bir başka boyutuna da Ermeni asıllı bir avukatın babası ışık tutmuştu. Adam şunları söylüyordu:

“Bizimkiler sürgünün sorumluluğunun kendi sırtlarında olduğu­nu söylese kimse onlara aldırış etmez. Ağlayıp, yakınarak kendilerine acındırmaya çabalıyorlar. Oradaki rahat battı onlara. San’atın, ticaretin en iyisi ellerınâeydİ. En iyi evlerde oturur, en âlâ yemekleri yerlerdi. Osmanlı üç kıtada yedi düvelle savaşırken askerlik bile yapmaz, parala­rının üstüne para yığarlardı. Üç beş kafası bozuğa uyup, ‘Ermenistan” diye tutturunca ne yapsın Osmanlı? Kalkıp bu beş on çeteciye, “Eh, al şurası da sana Ermenistan olsun” mu diyecekti? Sonra burada durumla­rı bu kadar iyi olmasına rağmen, yine de arkalarında bıraktıkları pınarın, bahçe bostanın Özlemini çeker dururlar. Daha da kötüsü kin ve öfkelerini çocuklarına da aşılıyorlar. Dertleri Ermenistan ise işte Moskof elinde var bir tane, gidip orada otursunlar!” diyordu.

Zaman geçip gidiyor, buradaki eğitimimin sonuna yaklaşı­yordum. Niyetim üniversite diploması almak olduğundan bu konuda gösterdiğim çabalar sayesinde, nihayet amacıma ulaştım. Bundan sonra Metropolis’e gidip, eğitimime devam edecektim.

Metropolis:

Burası, otomatik kapılarından durmadan insan selleri yutup kusan yeraltı ve hava trenleri; bir nefeste 70'nci katı boylayan ekspres asansörleri; caddeleri tıkayan taşıt hortumları ve nihayet durmadan koşturan İnsan yığınları ile bir cehennem gibiydi. Al­lah’tan okulumuz öyle değil, bu cehennemin ortasında bir süku­net adacığı gibi idi. Ancak, günlük hayatta ilişkiler oradan çok farklıydı. Yine de kaldığım yer okula uzak olduğu için, bu koşuşturmacaya alışmak ve bunun kendi kendime üstesinden gelmek zorundaydım.

Metropolis’te edindiğim bir başka izlenimde, alabildiğince savurganlıktı. Üniversitedeki yabancı uyruklu bir arkadaş bu durumu şöyle özetliyordu: “Bunların çöp sepetlerindekilerle Afrika ve Asya’nın yarım düzine ülkesi âonanabilir.”

Amerika, tam anlamıyla bir tüketim ülkesiydi. Ortada sömü­ren ve sömürülen Amerikah’dan çok, varlık içinde yüzen bir ülke ile çoğunluğu yokluk, açlık ve hastalık içinde kıvranan bir dünya sorunu vardı. Yokluğu görmüş ve içinde yaşamış olanların bu eşitsizlik karşısında yüreklerini katıksız hayranlık doldurmuyordu.

Bu dönemde, Avrupa’daki Nazilerin yükselişi devam ediyor, Amerikalılar olayı bir kayıtsızlık içinde izliyorlardı. Derken Avus­turya, Almanya tarafından ilhak edilince, Yahudi ve muhalifler Amerika’ya akmaya başladı.

Eğitimimin sonuna gelmiştim. Bulunduğum okul ve çev­remdeki insanlar, beni İçtenlikle kutluyorlardı. Yavaş yavaş dönüş hazırlığına başladım ve buraya yabancı dil öğrenmeye gelen ku­zenimle birlikte gemiye binerek yola çıktık. Bavulumda bulunan ikî diplomamın tüm kapıları bana açacağından emin gibiydim. Bu arada yaşım da otuzu bulmuştu.

Ankara’da bir Körler Okulu kurmak istiyordum. Bunu, Baş­bakan Refik Saydam’la görüştüğümüzde anlattım. İlgileneceğine söz verdi. Ama öncelikle bunu herkese kabul ettirmek için, çok güzel bir rapor hazırlamam gerektiğini söyledi. Ben de her şeyi olmuş bitmiş sayarak, Güneydoğu katarına binip evin yolunu tuttum.

Kördöğüşü:

Evde, birkaç gün sonra, raporu hazırlamaya başladım. Yüz sayfalık bîr çalışmayı koltuğumun altına alarak, babamla birlikte Ankara’ya geldik. İkinci Dünya Savaşı’mn yükseldiği günlerdi. Bu karışıklık içerisinde, ancak birkaç gün sonra bakanla görüşe­bildim. Savaş koşulan içinde, böyle bir okulun açılamayacağını, istersem İzmir’deki Körler Okulu’na tayinimin yapılabileceğini söyledi. İzmir’e gitmeye razı değildim. Şayet gidersem, orada çakılıp kalacağım inancına sahiptim. Ben İse daha fazlasını yap­mak istiyordum. Bu sebeple o günkü Milli Eğitim Bakanı olan Hasan A1İ Yücel ile görüştüm. Onun ilgisi ve kararlı tutumu saye­sinde, Gazi Eğitim Enstitüsünde göreve başladım.

Yüksek okulda ders vermek, yüz yüze kalacağım yeni bir ya­şantı gibiydi ve beni istemediğim bir gerilim içine itiyordu. Uzun süre nasıl bir yöntem izleyeceğimi düşündüm. Nihayet yirmi öğrenciden oluşan sınıfla ilk dersime başladım. Zaman içerisinde, derslerim zevkli bîr hale dönüşünce, dışardan da dersime katıl­mak isteyenlerin sayısının artması beni mutlu ediyordu. İlk kez alnımın teri ile kazandığım, okuldaki hademeden daha düşük olan maaşımı aldığımda, çok büyük bir sevinç duymuştum. An­cak yine de, bulunduğum konum pamuk ipliğine bağlı İdi. Bu sorunu da uzun yazışmalardan sonra aşabildim ve asli olarak görevimin sahibi oldum. Artık bir baltaya sap olmuş bir adam gibi, başkalarının bu işi başarabileceğimdeki şüphelerini ezip geçerek, memleketime gidebilirdim.

Özel Eğilime Giriş:

Gazi Eğitim’de göreve başlayalı on yılı geçmişti. Mesleki ola­rak kendimi birçok alanda kabul ettirdiğimi söyleyebilirim. Bu arada evlenmiş, iki de çocuk sahibi olmuştum. Eşim de İngilizce öğretmeni idi.

Ancak benîm asıl amacım, özürlü insanların eğitimine yar­dımcı olmaktı. Ne zaman bu yönde bir girişimde bulunsam, yetki­liler hep “Hele bir sağlamları eğitelim de” anlayışıyla, bu süreci uzat­tıkça uzatıyorlardı.

Nihayet, yıllar sonra, İzmir’deki “Sağırlar ve Körler Oku-lu”nun “Körler” bölümünün Ankara’ya alınmasını başarabildik. Yılardır kullanılmayan bir binayı, okul haline getirebilmek için, gerekli bütün girişimleri yaptıktan sonra, eğitimdeki son gelişme­leri yerinde görmek için, yapılan davet üzerine, eşimle birlikte dört aylığına Amerika’ya gidip geldik.

Döndüğümde okulun tamamen hazır olacağını zannediyor­dum. Ancak, her şey bıraktığım yerde duruyor gibiydi. Yeniden, hızlandırma çabalarına başladım. Amerika’daki görüşmelerim sırasında sağladığım yardımların katkısıyla da yavaş yavaş okulu oluşturduk. Sıra “topluma kazandırılacak çocukları toparlamaya” gelmişti.

Bu amaçla, geceleri polis ve jandarma ile birlikte yapmış ol­duğumuz görüntüleri, ömrüm boyunca unutmam mümkün de­ğildi. İzbe yerlerde, hayvanların dahi kalamayacağı koşullar içeri­sinde, her türlü ahlaksızlığa muhatap kalan yüzlerce çocuğun bu halde bulunmasının sorumlusu kimlerdi?

Tutum ve davranışı hoş görülmeyenler karşısında çoğu kez erdemli geçinip, “Kam bozukl”, “Soyuna çekmişi” diye geçiştirenler, hatta bunu bilimsel kılıklı kuramlara bile dönüştürenler çıkmıştır. Oysa bu insan çöplükleri İçinde yaşam kavgası vermeye çalışanla­rı yakından tanıdıkça, bozuk olanın kanlarından çok, içine itildik­leri çevre olduğu daha iyi anlaşılır.

Beş yıl içinde özel eğitimin ana çizgileri, çeşitli kurum ve hizmetleri ile ortaya çıkmıştı. Hatta Bakanlık İlköğretim Genel Müdürlüğü’nde bu alanla uğraşacak bir Şube Müdürlüğü de kurulmuştu.

Kırkından Sonra Saz:

Yaşım kırkı aşkın olmasına rağmen, doktora için yeniden ai­lecek, Amerika’nın yolunu tuttuk. İki yıl, tam bir koşuşturmaca içerisinde, çok şükür, doktoramı tamamladım. Tabii ki, burada yine en büyük zahmeti eşim çekmişti. Bir yanda ev işleri, diğer yandan beni götürüp getirmek için şoförlük yapması, kadıncağızı bayağı zorlamıştı. Sağ olsun, seve seve bütün bunları yerine ge­tirdi.

Dönüşte, tezkere almış askerler gibiydik. Memleketimiz bur­numuzda tütüyordu.

Orta Doğu Teknik Üniversitesi:

Çocukken, anne ve babamızın bizi sevmediğini zannederek, arada bir kaybolup, kıymetimizin anlaşılmasını isteriz. Sanırım, son Amerika’ya gitme isteğimin altında, biraz da yokluğumda kıymetimin anlaşılması düşüncesi yatıyordu. Ancak, karşılanışım hiç de öyle olmadı. Sanki gelmem istenmİyormuş gibi bir hava vardı. Didişe didişe, bıraktığım derslerin bir kısmını geri alabil­dim.

Bu arada olumlu bir gelişme oldu ve Orta Doğu Teknik Üni­versitesi bünyesinde, yeni bîr eğitim enstitüsü kurularak dekanlı­ğının tarafıma verilmesi kararlaştırıldı. Ben de, bir an önce işleri tamamlamak için eşimle birlikte çalışmaya başladım. Ancak, o kadar çok engel, o kadar çok müdahale oluyordu ki, zaman za­man bu işlerin tamamını bırakmayı dahi düşünüyordum.

27 Mayıs:

Amerika’da bulunduğumuz süre içerisinde, eş ve dostun gönderdiği mektuplardan, Türkiye’nin her geçen gün bir kargaşa ortamına sürüklendiğini anlıyorduk. Hatta bu nedenle bazı arka­daşlarımız hiç gelmeyip, oraya yerleşmemizi dahi öğütlemişlerdi.

Biz döndükten bir müddet sonra, 27 Mayıs darbesi oldu. Or­talık toz dumandı. Beni de Talim ve Terbiye Kurulu üyeliğine atadılar. Bu sefer de mağdur olduğunu söyleyen bir yığın insan, hak etmediği şeyleri elde etmenin peşine düşmüştü.

Üniversite:

Otuz yıldan beri Milli Eğitim Bakanlığına bağlı çeşitli kuru­luşlarda çalışmıştım. Sanki bakanlığın sürekli bir eğitim politikası yok gibiydi. Bunun ilginç örneklerinden birisi de öğretim diliydi. Türkçeyi yabancı dillerin hegemonyasından kurtararak arıtmak ve yeterli bir bilim dalı haline getirmenin politika ile hiçbir ilişkisi olmaması gerekirdi. Ama değişen siyasi yönetime göre, uygula­nacak sistem de sürekli değişiyor ve ortada kesin bir uygulama yürütülemîyordu. Rahat bir bilimsel ortamda çalışma özlemi duymaya başladım. Bu da olsa olsa üniversite olabilir diye düşü­nüyordum. Bunun için de Ankara Üniversitesine geçtim. Burada da şunu gördüm ki, üniversitelerimizde gerçek bilimsel davranış ve tutumun giremeyişinin önemli nedenlerinden birisi, akademik yükselmenin törensel niteliği daha baskın çözümlere bağlanmış olmasıdır. Böyle törenlerden geçmeyi bir yana bırakıp, çalışanın ortaya koyduğu bilimsel ürünleri gereğince değerlendirip ödül­lendirecek bir düzen kurulabilse, bilim adamları cüppe biçimi ve renginden kurtularak gerçek kisvesini bulmuş olurlar.

Son Durakta Son Söz:

Kendi özel İşlerinde çalışanlar, hiç değilse bir açıdan mutlu­dur. İsterlerse dişleri dökülüp saçları ağarana kadar işleri sürdü­rebilirler. Kamu hizmetlerinde çalışanlar ise ne kadar farklı iş tecrübesi ile yoğrulmuş, gücü kuvveti yerinde bir memur olsalar da, belirli bir yaşa erince en çok bir teselli ödülü verilip, çıkış ka­pısı gösterilir. Emeklilik, bana da önceden beklenmeyen bir konuk gibi gelip, yaşamıma çöktü. Yıllardır, bugün gelip çatınca ne ya­parım diye fikri bir hazırlık yapmıştım. Bu nedenle ilk birkaç günün burukluğuna rağmen, Ankara’dan pilimizi pırtımızı topla­yıp Yalova’da bugünler için yaptırdığımız evimize göçünce, o-kuldan kurtulmuş tembel öğrenciler kadar mutluluk duymaktan da kendimi alamamıştım.

Kişinin geleceğini düşünmesi, tasarlaması ve ona yön ver­mesi gerekir. Ancak bu gelecek, doğuşumuz gibi gücümüz dışın­da kalan bir zaman dilimine, ne dilersek dileyelim bildiği yönde akıp gitmektedir. Öyleyse yapılacak en akıllı iş, elde kalan serma­yeyi en iyi şekilde kullanmaktır.

2 Mayıs 2019 Perşembe

Define Adası (Robert Louis Stevenson) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili, Kişileri


Kitabın Adı : Define Adası

Kitabın Yazarı : Robert Louis Stevenson

Kitabın Konusu :

18. yüzyılın ikinci yarısı okyanusların korsan kaynadığı, uzak adaların inanılmaz maceralara sahne olduğu bir dönemdir. Jim Hawkins, bu karışık günlerde ailesiyle birlikte İngiltere'nin güney kıyılarındaki Amiral Benbow Hanı'nda yaşamaktadır.
Yolu Amiral Benbow'a düşen Billy Bones isimli eski bir korsan, hanı işleterek kıt kanaat geçinen ailenin yaşamını değiştirecektir. Bones'un korsan Flint'in definesinin yerini gösteren bir haritası vardır ve bu harita bir bela mıknatısı gibi bütün korkunç korsanları hana çeker. Harita bir rastlantı sonucu Jim Hawkins'in eline geçer ve heyecanlı bir define avı başlar.

Kitabın Özeti :

Define Adası kitabının başkarakterimiz olan Jim Hawkins tarafından anlatılmaya başlıyor. Babasıyla birlikte Amiral Benbow Hanı'nı işletiyordur. Bir gün hana Billy Bones isimli bir korsan gelir. Handa kalmaya başladıktan sonra Jim'e "tek bacaklı denizci adamı" kollaması üzerine talimat verir. Billy Bones koyda gezerken hana birisi gelir ve Billy Bones'u sorar. Bu Kara Köpektir. Kara Köpek saklanarak Billy Bones'u şaşırtır. Daha sonra Billy Bones ve Kara Köpek konuşmaya başlarlar ama konuşma iyi bir yöne gitmemektedir. Bağrışmalar ve küfürler havada uçuşmaktadır. Jim onların yanına gittiğinde Kara Köpeğin var gücüyle kaçtığını görür. Billy Bones Jim'den rom getirmesini ister. Jim elinde romla döndüğünde Billy Bones'un yerde bilinçsiz bir şekilde yattığını görür. Ne yapacaklarını şaşırmış bir haldeyken içeriye Doktor Livesey girer. Doktor Billy Bones'un bilincinin yerine gelmesine yardım eder. Billy Bones bir süre sonra uyanır. Aslında Billy Bones Kaptan Flint'in gemisinde ikinci kaptandır ve hazinenin yerini bir tek o biliyordur. Billy Bones endişelidir çünkü Kara benek adlı bir çağrının ona ulaştırılmasına az kalmıştır.

Aniden Jim'in babası ölmüştür. Jim bir yandan cenaze işleri bir yandan da hanı işletmekle yeterince meşguldur. Bu sırada Billy Bones'un durumu da hiç iyi değildir. Ölmesinden korkmaktadırlar.

Hana kör bir adam gelir ve Jim'den onu içeri götürmesini ister. Jim ona elini uzattığında adam onu sıkıca tutar ve kaptana yani Billy Bones'a götürmesini ister. Adam Billy Bones'u gördüğünde eline bir kağıt tutuşturur bu kara benektir. Çağrı gelmiştir ve kaptanın altı saati vardır. Tam o anda kaptana bir felç iner ve ölür. Jim çaresiz bir vaziyette olup biteni annesine anlatır. Annesiyle birlikte köylüden yardım istemeye giderler ama köylüler korktukları için onlara yardım edemezler. Jim ve annesi hana geri dönerler hızlı bir şekilde kaptanın sandığını açıp kaptanın onlara olan borcu kadar altını saymaya başlarlar. Bu sırada biri hana doğru yaklaşmaktadır. Kapıyı açmaya çalışır. Açamayınca yavaş yavaş oradan uzaklaşmaya başlar. Ama dışarıdan duydukları ıslık sesiyle oradan gitmeleri gerektiğini anlarlar. Annesi topladığı kadar parayı Jim'de sandıktaki paketi alarak dışarı fırlarlar. Annesi ve Jim bir köprünün altına sığınırlar. Bu sırada Kör adam ve adamları hanın kapısını kırıp içeri girmişlerdir her yerde definenin haritasının olduğu paketi ararlar ama bulamazlar çünkü paketi Jim almıştır. Jim doktor ve şövalyeye her şeyi anlatır. Paketi birlikte açarlar ve içinde Billy Bones'un defteri ve bir hazine haritası bulurlar. Denize açılmaya karar verirler. Şövalye mürettebatı toplamaya başlar.

Mürettebat toplanır ve denize açılacakları gemi hazırlanır. Gemi denize açılmıştır. Ama kaptan bazı şeylerden memnun değildir. Mürettebatı beğenmemektedir. Bu konuda şövalye ile anlaşamamaktadır. Daha sonraki yaşanacak olaylar da kaptanı haklı kılacaktır. Bu olayların başını Jim'in elma almak için varile girmesi sonucunda gemi aşçısı Silver'ın ve diğerlerinin konuşmasını duyması çekiyor. Silver diğerlerini isyan için örgütlemektedir. Defineyi kendilerine saklamayı planlamaktadırlar. Jim her şeyi kaptan, doktor ve şövalyeye anlatır. Onlar da kendi planlarını yapmaya başlarlar.

Kitabın Kahramanları, Kişileri :

JIM HAWKINS: Jim Hawkins,Admiral Benbow hanını İşleten ailenin oğlu.

BİLLY BONES: Flint’in adamlarından ve Flint’in define haritasını taşıyan kişi, yaşlı korsan

BLACK DOG: Flint’in tayfası Billi öldürüp haritayı alacaktı.

PEW: Black Dog Bill’den haritayı alamayınca gelen Bill’in ikinci ziyaretçisi olan kör adam

KAPTAN DANCE :
İngiliz subayı Dance, Jim ve annesini korsanlardan kurtaran kişi


DR. LİVESEY: Jim ve Trelawney ile define için adaya yolculuğa çıkan doktor.

SQUİRE TRELAWNEY: Trelawnwy devletin yetkili kişisiydi. Soylu biriydi.

KAPTAN SMOLLETT: Define adasına giden geminin kaptanı .

LONG JOHN SİLVER: Korsan Flint’in tayfası defineyi biliyordu. tayfayı kışkırtıp isyana kalkışan Silver,daha sonra Jim’in hayatını kurtardı.

ISRAEL HANDS: Gemini ikinci kaptanı.

BENN GUNN: Korsan Flint’in tayfalarından biri

Serçekuş (Cahit Zarifoğlu) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Serçekuş

Kitabın Yazarı : Cahit Zarifoğlu

Kitabın Özeti :

Sazlıklarla çevrili bir göl, gölün kıyısındaki bir ağaca yuva yapmış Serçekuş ve göldeki botlarında avlanan beş avcı… Gölün hemen yakınındaki Karabağ köyü ve göle ev sahipliği yapan, içinde huzurun akislerini duyuran köylüler… Hepsi içimizden gelen bize ait öğeler. Masal da tam bunlar arasında geçer.

Güneş doğmaya yakın evlerin bacaları da tütmeye başlar. Çok ihtiyar olanlar dışındaki tüm erkekler de bu sıralarda camiden evlerine döner. Köyde horozların ötüşü duyulur, güneş artık herkesçe görünür olur. Ve bütün köy halkı ekmek sofralarına oturur yine bu saatlerde. Birazdan helal rızık peşinde koşmak için dağılacaklar.

Çocuklar camiye akın eder. İmama derslerini verip babalarının yanına tarlaya gidecek onlar da. Sapanlarıyla kuş avına çıkacaklar. Bu yüzden biraz acele ediyorlar ama derslerine de tüm dikkatlerini vermişler.

Karıncalar ve diğer böcekler de rızıklarını aramak için yola koyuluyor. Karınca çok çalışkan, ağustos böceği de türküsünü söylüyor ama karınca ile ağustos böceği çatışmıyor. Çünkü ağustos böceği de aç kalmıyor, tembellik etmeyip rızkını arıyor.

Çok acıkmış olan Serçekuş da kendisine sunulan rızık sofrasından nasibini almak için uçmaya devam ediyor. Yuvasında onu bekleyen yavruları yok ama mutsuz da değil. Köyün içine kadar geliyor, bir çatıya konup çocukları izliyor. Ama sonra aklına can korkusu geliyor, çocukların sapanlarına hedef olmamak için oradan uzaklaşıyor. Cami avlusundaki ağacın dallarına konuyor. Orada sohbet etmekte olanları dinliyor, düşünüyor.

Güneş tüm sıcaklığını yansıtıyor. Adeta tabiatın anası gibi. Hem de büyük bir soba gibi ışıklarıyla serçekuş’u ısıtıyor. Serçekuş çocuklarla avcılar arasındaki farkı düşünüyor. Her ikisi de kuşları avlıyor ama çocuklar avcılar gibi kuşların yaşamak için mecbur oldukları alanlarda pusu kurup onları gafil avlamıyordu.

Köylülerin Gölbaşı olarak adlandırdıkları bir mekân olan ve sazlıklarla çevrili bu göle köylüler avlanmak için gitmiyorlar ve nadiren buraya uğruyorlar. Buraya avlanmak için uzaktaki şehirden geliyor avcılar. Köylüler bu avcılara ses çıkarmıyorlar ama onlarla pek kaynaşmaya da pek yanaşmıyorlar. Avcıların burada bir de depo olarak kullandıkları kulübeleri var.

Serçekuş bin bir korkuyla sık sık yer değiştiriyor ve kendisini hiçbir yerde güvende hissetmiyor. Sanki kaderinden kaçmak istiyor gibi. Avcıların silahları patlıyor ve sanki her seferinde bir ördek yere düşüyor gibi. Çocukların da her an onu avlayabilecek sopaları var ellerinde.

Ve nihayet serçekuş ile avcı karşılaşır, üstelik tam da avcının silahının namlusu serçekuşa doğrulmuşken. Serçekuş korku içinde kendi lisanınca avcıdan kendisini vurmamasını ister. Avcının niyeti de onu vurmak değildir zaten, çünkü ne eti yeterince büyüktür ne de vurduğunda merminin etkisiyle ortada kuştan eser kalacaktır. Ancak avcı serçekuşu biraz da alaya alarak serçekuş ile konuşmaya başlar. Serçekuş kâh ölüme meydan okuyan bir cesaret örneği gösterir, kâh ölümden korkup başını yana çevirir. Avcıya kendisini bırakması halinde ileride ona bir faydasının dokunabileceğini söyler. Avcı buna şaşırmakla birlikte serçekuşun nasıl bir yardımda bulunabileceğini de merak eder. Serçe ile avcının konuşmaları gerçek mi yoksa avcının rüyası mı bilinmez, bir gün avcının bataklığa saplandığı ve serçekuş tarafından kurtarıldığına ilişkin bir hikâye sıkıştırılır araya. Avcı bataklığa saplanır, ortalıkta kimsecikler yoktur. Serçekuş, ağzında bir iple avcının imdadına koşar ve onu bataklıktan kurtarır. Avcı ile serçekuşun konuşmasının ardından namlunun ucundan namlunun üstüne dek uçup sonra da avcının avucunun içine dek gelen serçekuş, avcının kendisini salıvermesiyle serbest kalır.

Serçekuş (Cahit Zarifoğlu) Kitap Sınavı Yazılı Test Soruları 1-18 için tıklayınız...

İyi Geceler Bay Tom (Michelle Magorian) Kitap Sınavı Yazılı Soruları ve Cevap Anahtarı

Kitabın Adı: İyi Geceler Bay Tom Kitabın Yazarı: Michelle Magorian Kitap Sınavı Soruları ve Cevap Anahtarı 1. Will'in kollarındaki morlu...