4 Mayıs 2019 Cumartesi

Fadiş (Gülten Dayıoğlu) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Fadiş

Kitabın Yazarı : Gülten Dayıoğlu

Kitabın Konusu :

Yıkılmış bir yuvadan arta kalan Fadiş, Analı babalı bir yuvası olmadığından , çeşitli köy, kasaba, ve kentlerde akrabalardan oluşan değişik ailelerin yanında yaşamak zorundadır. Tek dayanağı annesi Cemile’dir Ama, baba onu ikide bir kaçırıp annesinden uzaklaştırır. Anne, kızının izine düşer onu bulur. Ancak geçim için çalışmak zorunda olduğundan, Fadiş’i aylık yollamak koşuluyla yakınlarına bırakır. Ana kızın yaşamı özlemle sürer. Bir türlü bir araya gelemezler.

Fadiş’in yaşamın zorlukları karşısında gösterdiği direnç, insanlara örnek olmaktadır. Köy ,kasaba, kent yaşamı içinde süren Fadiş ’in serüvenleri, özgündür sevinç coşku, kaygı, korku, acı, yanında örf adetler, gelenek görenekler, insan ilişkileri, sevgi dolu bir yaklaşımla işlenmektedir.

Kitabın Özeti :


Kurtuluş Savaş'ı sırasında Yunanlılar, önlerine gelen her yeri yakıp yıkarak geçmektedir. Toroslu kasabası da bunlardan biridir. Köylüler evlerini tekrar yapar ve bir gün de Naciye Kadın'ın evini yaparlar. Çünkü oğlu savaşta şehit düşmüş, varlıklı olmasına rağmen her şey yanınca küçük kızı ile sokakta kalmıştır. Her şey eski haline döndüğünde Naciye Kadın iş yapamadığı için tarlalarını tek tek satar. Yıllar sonra Naciye Kadın yaşlanıp, hastalandığında geçimlerini kızı Cemile ekin biçerek, erişte keserek yapar. Bir gün kasabaya genç bir terzi gelir. Kasabalılar, onu Cemile ile evlendirmek ister. İki tarafın rızası ile evlenip Cemile, annesi ile onun yanına taşınır. Kamil Bey'in her şeyden sıkılan bir yaratılışı vardır. Sürekli gezilere çıkan Kamil Bey bir gün eve geldiğinde kızı olduğunu görür. Fakat kızına olan sevgisi kötü alışkanlıklarını bırakmasına yardımcı olmaz. Tekrar geziden döndükten sonra şehre yerleşmek istediğini, Cemile'nin de annesi öldükten sonra gelebileceğini söyleyerek gider. Cemile evin kirasını ödeyemeyeceği için eski evine geri döner ve annesi orada hayata gözlerini yumar.

Annesi öldükten sonra yakınları Cemile'ye kocasının yanına gitmesi için baskı yapmaya başlar. Artık baskılar kızmaya dönünce o da mecbur kocasının yanına gider. Kamil Bey burada kendine yeni bir bayanla hayat kurduğu için Cemile'yi istemez. Geldiğine de kızar. Kızı ile tehdit ederek kendinden uzaklaştırır. Hemşerileri Cemile'ye kızı Fadiş'i de kabul edecek bir iş bulur. İstanbul’a gelen anne-kız için hayat istedikleri gibi gitmez. Burada ki evin hanımı Fadiş'i sürekli hor görür. Hanım, Cemile'nin gidecek yeri yok diye yüklendikçe yüklenir. Bir yıl sonra hemşerisi Cemile'nin halini görünce ona başka iş aramaya başlar. İş aradığı sırada Cemile için de işler hiç iyi gitmez. Hanım, Fadiş Cemile'yi ayak bağı oluyor diye onu hizmetli odasına kitler. Bir süre ağlayan kız susunca Cemile çok korkar. Hanımdan anahtarı kapıp hemen kapıyı açar. Bu olay da Cemile'nin işten kovulmasına sebep olur. Ertesi gün kapı dışarı edildiği sırada hemşerisi gelir ve ona yeni iş bulduğunu söyler.

Cemile ve Fadiş yeni yerlerinde memnunken, Kamil Bey çıkagelir. Cemile'den ayrılmak ister. Fakat Cemile ayıp karşılanır diye yanaşmaz. Kamil Bey bunun üstüne oyununu oynamaya başlar. Kendisinin de ayrılmak istemediğini, Akkale de ev tutacağını, sonra onları da yanına alacağını söyler. Cemile'nin yumuşamasından sonra Fadiş'i gezdirmek için alır; bir daha da dönmez. Kamil Bey'in Fadiş'i kaçırdığını anlayan Cemile peşinden gider ama dükkanın el değiştirdiğini görür. İki ay boyunca aradıktan sonra Kamil Bey'in kardeşi ile karşılaşınca nerede olduklarını öğrenir. Fadiş'i teyzesinin oğluna evlatlık vermiştir. Cemile direk Gülsüm Kadın'ın evine gider ama Fadiş evde değildir. Fadiş gelene kadar onu başka eve götürüp orada ikna etmeye çalışırlar. Akşam kızını görmeye giden Cemile, Fadiş'in halini görünce kararını vermiştir. Fadiş başta soğuk davransa da sonra annesinin yanına gider. 

Gözünün morluğunu Gülsüm Kadın'ın yaptığını öğrenince kızıyla bir dakika bile orada durmak istemez. Başta engel olmaya çalışsalar da Cemile'nin kızı olduğunu herkes bildiği için başka çareleri kalmaz; gitmelerine izin verirler. Oradan çıkan Cemile ne yapacağını bilemediği bir anda hızır gibi bir amca yetişir. Karısı ile yaşadığı evinde misafir eder. Ertesi gün de İstanbul’a döner. Kızı ile iş bulamayınca kızını kasaba da yaşlı, bir başına geçinen birine her ay harçlık yollamak şartıyla emanet eder. Hem bir işte çalışıp her ay para yollayan Cemile hem de Hafize Nine ile yaşayan Fadiş çok mutludur. Fadiş annesinden bir şeyler geldikçe mutluluktan havalara uçar.

Karın yağdığı bir gün Cemile'den para gelir. Hafize Nine parayı aldıktan sonra Kamil Bey ile karşılaşır. Başta Fadiş'i ondan uzak tutan Hafize Nine, Cemile'nin mektubu ile ne yapacağını bilemez. Kasaba başta onu tutsa da, Cemile'nin mektubu ile Kamil Bey'i tutmaya başlar. Git gel bir şeyler alarak aralarını iyi tutan Kamil Bey Fadiş'i gezdirmek için alır ve bu kez de amcasına götürür. Orada Fadiş'i bırakarak gider. Bir kaç ay sonra Amcası Cemile'ye haber yollar. Cemile zaten onları arıyordur. Fakat bu zamana kadar bulamamıştır. Fadiş'i yanına alamayacağı için kalmasını ister ve para yollamaya başlar. Para ile sevinen amca kalmasına izin verir. Fadiş burada aslında çok iyi değildir. Her sabah soğuk demeden bebek bezi yıkar. Cemile ise bir yol aramaktadır. Çünkü komşularından kızının durumunu hiçte iyi duymaz. Yengesi, Fadiş'in bebeği kucağına aldığını görünce onu evden kovar.

Böylece Fadiş bir kez daha yollardadır. Zehra Kadın’ın yanında kalmaya başlayan Fadiş, evin oğlu Hasan ile de yakın arkadaş olur. Bazen kavga etse de çoğu zaman güzel anlaşmaktadırlar. Köy çocukları da Fadiş'i çok sever. Artık onsuz oyuna bile başlamazlar. Fadiş'i yaşı gelmesine rağmen o sene okula gidemez. Yaşıtlarının gitmesine üzülür. Özellikle Hasan'ın kitap okumasını gördükçe kendi de okumak ister. Zehra Kadın seneye gidebileceğini söyleyince sevinir. Okullar kapanınca Hasan ve arkadaşları ile günler mutlulukla geçer. Cemile'nin yolladığı para ile de evin hali vakti yerindedir. Fadiş ev işlerine de yardım ederek onları memnun etmektedir. Ramazan Bayramı geldiğinde de Cemile hediyeler yollar. Köyün en güzel bayramlığı Fadiş'tedir. Bayram da iki çocuk kavga eder. Zehra Kadın Fadiş'i suçlu bulur. Bu durumda Fadiş üzülerek evden uzaklaşır. Kaybolmasından sonra korkan Hasan da onun değerini anlar ve bir daha hiç küsmezler.

Bu sıra da Cemile ise İstanbul’da Hanım'ın onu oyalamasından dolayı oradan ayrılır. Ankara'da iş bularak oraya gider. Kamil Bey ise onu bularak sonunda istediği boşanmayı elde eder. Ankara'da Hanım'ı; Fadiş'i yatılı okula aldırmak ister. Bu sene okula başlayan Fadiş çok geçmeden sevdiği bu yerden ve arkadaşlarından ayrılmak zorunda kalır.

Fadiş (Gülten Dayıoğlu) Kitap Sınavı Yazılı Test Soruları ve Cevap Anahtarı için tıklayınız...

Robinson Cruseo (Daniel Defoe) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili ve Kişileri


Kitabın Adı : Robinson Cruseo

Kitabın Yazarı : Daniel Defoe

Kitap Hakkında Bilgi :

İngiltere'de yaşayan orta halli bir ailenin en küçük oğlu olan Robinson Kreutzner'in dünyayı gezme hayalleri ile çıktığı yolculukları ve bu sırada karşılaştığı olaylar kitapta anlatılmaktadır. Bu yolculuklar sırasında, seyahat ettiği gemi batınca ıssız bir adada 28 yıl tek başına yaşamak zorunda kalır. Sonradan eklenen ve Robinson Crusoe'nun Yeni Serüvenleri adı verilen ikinci kitapta, Robinson döner. Burada bir süre kaldıktan sonra yine denize açılır. Madagaskar'dan, Çin'e Rusya'ya geçerek İngiltere'ye döner. Bu yolculuklarda ticaret yapar ve kendi kültürünü bu ülkelerinkiyle karşılaştırır. Kitapta dürüstlük, cesaret, özveri, yaratıcılık, dayanışma ve serüven duygusu gibi kavramlar işlenmektedir.

Kitabın Konusu :

Roman, doğa ile insan mücadelesini ele alan, en ilkel insanların dahi eğitilebileceğini ortaya koyan, eğitimli, medeni ve kendine güvenen bir insanın ıssız bir adada tek başına yaşayabileceğini yalnız başına dahi ayakta kalabileceği konusunu işlemiştir. Adada tek başına yıllarca yaşamak zorunda kalan bir kişiyi anlatan roman aynı zamanda sömürge tarihi ile ilgili ilgi çekici bilgilerle de doludur.

Kitabın Özeti:

Robinson Crusoe oldukça varlıklı bir ailenin üçüncü ve en küçük oğludur. En küçük olması sebebiyle şımarık yetiştirilmiştir. Ailesi hukukçu olması istese de o denizci olmak istemektedir. Babasının tüm ikazlarına ve itirazlarına rağmen, denize açılıp dünyayı gezmek hayaliyle, Londra’ya gitmekte olan bir gemiye biner.

Bir gece ailesinden gizli, bir ticaret gemisiyle denizlere açılır. Gemi şiddetli bir fırtınaya yakalanır. Robinson yola çıktığına pişman olur. Gemi karaya ulaşmadan Afrika sularında Faslı korsanlarca ele geçirilir. Robinson bir süre esir yaşamı sürer. Bir ara fırsatını bulup bir sandalla deniz yoluyla kaçmaya çalışır. Onu bir Portekiz gemisi bulur, Brezilya’ya götürür. Artık denizciliğe tövbe etmiştir.

Ne var ki bir İngiliz çiftçi ona Afrika’dan köle getirme işini teklif edince ettiği tövbeyi unutur, tekrar denizlere açılır. Gemi Güney Amerika sahillerinin biraz uzağındaki bir adaya yaklaşırken kayalıklara çarpıp batar. Sadece Robinson adaya sağ olarak çıkabilir.

Adada ne yerli ne beyaz kimse yaşamamaktadır. İhtiyaçlarını batan geminin enkazından getirdiği yiyecek ve araç gereçle giderir. Barınak yapar, tahıl yetiştirir, yabani keçileri ehlileştirir.

Adadaki yirmi üç yılı böyle geçmiştir. Yirmi dördüncü yılın ortalarında bir gün Robinson adanın öbür tarafında başka bir adadan gelmiş olan yerlilerin savaştığını görür. Robinson onların bir daha gelmesinden korkup yıllardır sakladığı barut ve silahını hazırlar. Sonraki gün yerliler yine gelince Robinson silahıyla onlara ateş eder. Yerliler ellerindeki bir esiri bırakıp kaçar. Robinson bu esir yerliye “Cuma” adını verir, biraz İngilizce öğretir. Cuma’dan diğer adada 17 tane beyaz esir olduğunu öğrenir. Onları kurtarmak üzere tekne yaparlar. Tam gidecekleri gün adaya başka yerliler bir beyaz birkaç da yerli esirle gelirler. Beyaz olan, İspanyol, yerli esirlerden biri de Cuma’nın babasıdır. Robinson ve Cuma İspanyol’la Cuma’nın babasını kurtarırlar.

Cuma’nın babasıyla İspanyol geldikleri adada kalan yerli ve beyaz esirleri kurtarmak için geri döner.

O günlerde Robinson’un adasına bir İngiliz gemisi demirler. Gemide isyan çıkar. Kaptan ve iki adamı denize atılır. Robinson, Cuma ve bu üç gemici, gemiyi tekrar ete geçirir. Cuma’nın babasıyla İspanyol’u beklerler. Onlar gelmeyince İngiltere’ye dönüp cezalandırılmak istemeyen isyancıları adada bırakan Robinson, Cuma ve diğer üç denizci İngiltere’ye gider. (1687)

Aradan geçen otuz beş yılda Robinson’un anne-babası ölmüş, iki oğlu, iki kız kardeşi bir de erkek kardeşi hayattadır.

Robinson tekrar evlenir, üç çocuğu olur. 1695’te karısı ölür.

Robinson yeğeninin kaptanlığını yaptığı gemiyle Çin’e gitmeye karar verir ve üzere olan gemiye atlar, Çin’e doğru yola çıkarlar.Yolda Robinson’un adasına uğrarlar. Adada kalan esir beyazlar ve isyancı İspanyollar yerlilerle evlenmiş hep beraber mutlu bir yaşam sürmektedir.

Buna sevinen Robinson ve Cuma Çin’e doğru yola devam eder. Brezilya yakınlarında yerliler gemiye saldırır. Cuma ölür. Yolculuk devam eder. Mürettebat, kendilerine öğüt veren Robinson’un öğütlerinden sıkıldığı için Çin’de onu bıraktırır. Robinson kervanlarla kara yoluyla İngiltere’ye ulaşmayı başarır. Robinson’un geride bıraktığı ömrü serüvenlerle geçmiştir, o artık kalan ömrünü dönüşü olmayan büyük yolculuğa hazırlanmakla geçirir.

Kitabın Karakterleri, Kişileri :

Robinson Crusoe: Deniz kazası sonucu batan gemiden kurtulan tek kişi olarak çıktığı kimsesiz bir adada, kendine duyduğu güvenle yaşayan becerikli, zeki, maceraperest bir kişidir.

Friday (Cuma): Robinson’un eğiterek kendisine arkadaş yaptığı, vahşi yerli ve sadık dostudur. Yamyam bir köle iken Robinson Crusoe, onu ehlileştirmiş ve medeni bir insan haline getirmiştir.

Gümüş Kanat (Cahit Uçuk) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Gümüş Kanat

Kitabın Yazarı : Cahit Uçuk

Kitabın Konusu:

Minicik yüreklerin, sevgiye ve umuda en çok ihtiyaç duydukları zamanda ortaya çıkar Gümüş Kanat. O, kaybolmayan ümitlerin, hayallerin, ideallerin, günden güne çoğalan sevginin sembolüdür. Küçük yaşta hayatın acı yüzüyle tanışan Kemal; bütün zorlukları sevgi, gayret ve dostluğun en çok da Gümüş Kanat'ın yardımıyla aşar. Onun ardında kara günlerden mavi hayalleri yükselir. Acıları biter güzelliklere kavuşur.

Kitabın Özeti :


Kitabın ana karakteri olan Kemal 11 yaşında, tavır ve davranışlarıyla herkes tarafından sevilen, daima doğru olanı yapmaya çalışan, hassas karakterli ve çalışkan bir çocuktur. Anne babası başta olmak üzere tüm insanları ve canlıları sever, büyüklerine saygılıdır ve herkese elinden geldiğince yardımcı olmaya çalışır.

Bir gün babasının çalıştığı matbaaya gittiğinde pencere demirleri arasına sıkışmış bir kuş görür ve babası da kuşu kurtarır. Kemal eve getirdiği kuşa bakarak, iyileştirir. Kanatlarının renginden dolayı Gümüş Kanat ismini verdikleri kuşu daha sonra serbest bırakırlar. Gümüş Kanat bu olayın ardından Kemal’in rüyalarına girecek ve kendisine yol göstererek, ailesinin içinde bulunduğu zor durumdan kurtulmasına yardımcı olacaktır.

Kemal’in babası Cağaloğlu’nda bir matbaada ustabaşı olarak çalışmaktadır. Bir gün çıraklardan birinin hayatını kurtarmaya çalışırken makinenin bıçakları dört parmağını keser. Babası artık çalışamadığından evin geçimini sağlamak için Kemal’in annesi evlere temizliğe gitmeye başlar. Ayrıca evde dikiş de dikmektedir. Babası kendi durumuna ve eşinin çalışmak zorunda kalmasına üzülmekte, çalışamadığı için kendini değersiz hissetmektedir. Üzüntüsünden dolayı hastalanır. Ailesine karşı büyük sevgi besleyen ve durumlarına üzülen Kemal bir gece rüyasında Gümüş Kanat’ı görür. Kuş, Kemal ile konuşarak işe girmesini öğütler.

Rüya üzerine Kemal, çalışkan bir öğrenci olmasına rağmen ailesine destek olabilmek için okuldan ayrılarak daha önce babasının çalıştığı matbaada işe başlar. Annesi oğlunun da kaza geçirebileceğinden korktuğu için ilk başta işe girmesini istememiştir ama bu sayede maddi sıkıntıları biraz azalır. Kemal hem işte çalışır, hem babasıyla ilgilenir. Derslerinden geri kalmamak için öğretmeni kendisine özel dersler verir ve yalnızca sınavlara girmesinin yeterli geleceğini söyler. Üniversiteyi okuyup mühendis olma hayalinden hiçbir zaman vazgeçmez. Annesine de ev işlerinde yardımcı olmaktadır. Başta çalıştığını babasından gizler. İlk haftalığıyla eve yiyecek götürdüğünde babasına çalıştığını açıklar. Kemal’in gayretleri ve ilgisi sayesinde babası iyileşir.

Kemal, çalışkan, akıllı ve dürüst bir çocuk olduğundan işyerinde de çok sevilir. Herkese karşı saygılıdır ve iyi geçinmektedir. Çok geçmeden herkesin güvenini kazanmıştır. Simit satan fakir bir çocuk olan Ayhan’ın matbaada iş bulmasını sağlar. Sokakta bulduğu kediyi eve getirip besler. Sürekli ettiği dualarında babasının iyileşmesini, annesinin çalışmak zorunda kalmamasını, kendisinin okula gidebilmesini diler.

Günün birinde Barba Usta işyerinin alt katında Sultanahmet’e kadar giden ve Bizans Dönemi’ne tarihlenen bir dehliz olduğunu söyler ve birlikte buraya girerler. Dehlizde gezerken Kemal üzerinde gümüş kanat tasviri olan bir para bulur ve annesine hediye eder. Bu olaydan kısa bir süre sonra rüyasında bu kez yanında ustası olmadan dehlize girdiğini ve kaybolduğunu görür. Tam umutsuzluğa düştüğü anda Gümüş Kanat gelir ve dehlizden kurtulmasına yardım eder. Dehlizden çıktığı yer Sultanahmet’tir.

Kemal bir gün Sultan Ahmet Camisi’ne giderek dua eder ve çıkışta kazı yapan arkeologlarla karşılaşır. Kazıdakiler matbaanın altında uzanan ve Kemal’in rüyasında gördüğü yerde çalışmaktadır. Kemal onlara Gümüş Kanat’ın kendisine gösterdiği dehlizin ayrıntılarından bahseder. Burası uzun süreden beri aranan ve Topkapı Sarayı’na çıkan geçittir. Bu sayede Kemal gazetelere çıkar ve kendisine bir madalya hediye edilir. Bu madalyanın üzerinde de gümüş kanatlı bir kuş resmi vardır.

Kemal, kitap okumayı çok seven bir çocuktur. Kitapları da cadde üzerinde sergi açan Nevzat Bey’den almaktadır. Bir gün Nevzat Bey kendisine “Kamerde İlk İnsanlar” isminde bir kitap hediye eder. Kemal evde kitabı ciltlerken içinde çok değerli bir pul olduğunu keşfeder. Babası kendisine pulun değil kitabın hediye edildiğini, pulu Nevzat Bey’e götürmesi gerektiğini söyler.

Kemal, Nevzat Bey’i araştırdığında hastaneye kaldırıldığını ve ölüm döşeğinde olduğunu öğrenir. Erzincan depreminde tüm yakınlarını kaybettiğinden hiç kimsesi olmayan Nevzat Bey kendi oğlu gibi gördüğü Kemal’e bilerek hediye ettiğini söyleyince üzerinde gümüş kanatlı bir kuşun olduğu 1862 tarihli bu pulu Mikloş Efendi’nin de yardımıyla yüksek bir fiyata satarlar ve borçlarını kapatarak ev alırlar. Kemal okula tekrar başlar. Yeni makineler alan matbaa sahibi eski makineyi Celil Usta’ya vererek bir cilt evi açmasına yardımcı olur. Böylece tüm ailenin sıkıntıları sona erer.

RobinHood (Howard Pyle) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : RobinHood

Kitabın Yazarı : Howard Pyle

Kitabın Konusu :

Haksızlığa karşı mücadele eden ve zenginden alıp fakire veren RobinHood'un hikayesi.

Kitabın Özeti :

Yeni doğan bir bebeği köydeki bir aileye verirler. Bebeğin adını Robin koyarlar. Robin'i büyüdükçe eğitmeye başlarlar. Ok atma yeteneklerini ve savaşma yeteneği gelişir.

Bu arada, Vali Allan'ı yakalamak için plan yapıyordu. Robin Allan'ın kardeşini korumaya çalışıyordu. Vali bir gün onların evine saldırdı. Robin pencereden çıkıp bütün askerleri öldürdü; ama aralarından bir tanesi annesinin kardeşidir. Onu alıp eve götürürler. Ancak o evde ölür.

Birkaç gün sonra onun mezarını yaptılar. Robin ve Allan Magdalena'yı kaçırmak istiyorlardı çünkü Allan Magdalena'ya aşıktı. Plan yapıp onu kaçırdılar. Kaçırdıktan sonra evlerine döndüler. Vali, Robin'den intikamını almak istiyordu. Tekrar onun evine askerlerini gönderip savaşmak istedi. Sonra yine yenildiler ve geri çekildiler.

Robin, Allan ile birlikte "Şen Gençler" takımını kurdu. Bu takım kötülerle savaşıp, onlardaki parayı yoksullara veren bir gruptu. Bu takım gittikçe büyüdü. Vali askerlerinin öldüğünü görünce destek almak için başka ülkelere doğru gitmeye başladı. Bunu öğrenen Şen Gençler, yolu öğrenip yolda onlara tuzak kurdu. Plan da tam istedikleri gibi çalıştı.

Kervana altınları yükleyerek giden Vali, giderken kervanın altınları taşıyamayacak kadar kötü olduğunu gördü ve yakındaki başka bir köyden başka bir kervan almaya gitti. Bu arada, askerlerini uzaklara yollayıp yemek bulmalarını istedi. Giderken yolda bir ev gördüler. Kapıdan içeri girip dolaptaki içecekleri aldılar ve geri döndüler.

İçecekleri içtikten sonra birazcık uyudular çünkü bu Robin'in planıydı. Robin ve arkadaşları kervanı alıp köye götürdüler. Altınları yarıya bölüp yoksullara verdiler. Robin, kafasındaki şapkasından dolayı adını artık Robin Hood yaptı.

Vali, başka bir plan yapıp ok yarışması düzenledi. Şen Gençler de yine bir plan yaptılar. Ok yarışmasına Robin Hood katılıp yarışmayı kazanacaktı. Sonra da grubu Vali'ye saldıracaktı. Herşey planlandığı gibi oldu. Vali, yine çok kızdı. Şimdi sıra Robin Hood'un aşık olduğu kızı kaçırmaya geldi. Kızın adı İsabellaydı.

Yine bir plan hazırladılar. Bu seferki plan şöyleydi; kılık değiştirip kaleye gireceklerdi ve İsabella'yı kaçıracaklardı. Kaçırdılar ve onu da eve götürdüler. Bu arada, yaptıkları bütün planlar kurdukları gibi oluyordu.

Artık Kral geri dönmüştü. O da Robin Hood'un kim olduğunu merak ediyordu. Askerlerini görevlendirip Robin Hood'u yanına getirmelerini istedi. Askerleri Robin Hood'u Kral'a getirdiler. Robin Hood Kral'la konuşmaya başladı ve Kral Robin Hood'u Dük yaptı.

Artık Vali Şen Gençler'e saldırmıyordu ve Sherwood Ormanı'nda düzen sağlanmıştı.

Kitabın Başka Bir Özeti :


Robin Hood, henüz 18 yaşında sağlıklı ve güçlü bir genç delikanlıdır. Nottingham Şerifi tarafından düzenlenen okçuluk yarışmasına katılmak için ormandan geçer. Kendisine laf atılıp hakaret edilmesi sonucunda kargaşa çıkar ve ormancıyı okla öldürmek zorunda kalır. Ormancı yaralanır ve bir süre sonra ölür.

Ormancı meğerse Nottingham Şerifi’nin yakın akrabası olmaktadır. Bunun üzerine özel bir ekip kurarak Robin Hood’u yakalamak ister. Akrabasının intikamını ve iki yüz pound ödülü almak için seferber olur. Robin Hood ormanlarda saklanır ve gizlenir. Kendisi gibi haksızlığa uğrayan kanun kaçakları ile bir araya gelerek yüzlerce kişi haline gelirler. Artık haksızlığa sebep olan zenginleri soyarak fakirlere dağıtmaktadır. Toplum içindeki adaletsizliği kaldırmak adına devamlı mücadele ederler. Asla bir insana zarar vermedikleri gibi insanlık için hareket ederler. Robin Hood toplumda duyulmaya başlanır ve yaptıkları konuşulur. Ormanın içinde yaşamlarına devam ederler.


Ölümsüz Aile (Natalie Babbitt) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Ölümsüz Aile

Kitabın Yazarı : Natalie Babbitt

Kitabın Konusu :

Issız bir ormanın ortasında, suyundan içene ölümsüzlük vaat eden bir pınar... Bu pınarın suyundan içerek ölümsüzlüğe kavuşan, ama nedense ölümsüz olmaktan pek hoşnut olmayan bir aile...

Gün gelir pınarın başına bir genç kız gelir. Ölümsüz Aile, yani Tuck'lar, bu güzel kızın, pınarın suyundan içmesine engel olmak; akıp giden dünyanın, sürekli değişen bir doğanın parçası olmanın ne kadar güzel bir şey olduğunu kanıtlamak zorundadır.

MEB tarafından 100 Temel Eser olarak seçilen Ölümsüz Aile kısa romanı aslında çocuk kitabıdır. Fakat konusu ve üslubu nedeniyle tüm okurlara hitap etmektedir. Çevreye ve çevre kirliliği sorununa değinen Natalie Babbitt, Ölümsüz Aile eseri sinemaya da çevrilmiştir.

Kitabın Özeti :

Bir Ağustos günüydü. Mae Tuck her on yılda bir olduğu gibi yine oğullarını görmek için kasabadaki ormanın içinde bulunan gizli pınara doğru yola çıkmaya hazırlanıyordu. Oğulları Miles ve Jesse de farklı farklı şehirlerden o pınara doğru geliyorlardı. On yıl sonra ilk defa görüşeceklerdi. Hepsi çok heyecanlıydı.

Aynı Ağustos günü kasabanın en zenginlerinden olan Foster ailesinin küçük kızı Winnie de evden kaçmaya karar vermişti. Ailesi özellikle annesi ve anneannesi ona çok baskı yapıyorlardı. Görgü kurallarına çok önem verdiklerinden sürekli küçük kıza karışıyorlardı. Winnie artık bu durumdan çok rahatsızdı. Dün gece ise evlerine sarı takım elbiseli bir adam gelmişti. Bir aileyi arıyordu. Anneanne hiç kimseyi tanımadıklarını söyleyerek kapıyı çarpacaktı ki korudan çok güzel bir melodi gelmeye başladı. Anneanne bu müziği çok uzun yıllar önce duymuştu. Ona göre bu melodiyi orman perileri çıkarıyordu. Sarı takım elbiseli adam ise onlar eve girdikten sonra bir süre daha orada kaldı. O gün yani Tuck ailesinin buluşacağı gün Winnie evin bahçesinin önünde kurbağalar ile konuşurken birden kurbağası yandaki koruya doğru kaçtı. Küçük kızda kendilerine ait olan bu koruya hiç gitmemişti. İlk defa ailesine ters olan bir şey yapmış olmak için oraya doğru gitti. Koru çok hoşuna gitmişti. Orman çok güzeldi ve evet içten kendisiyle gurur duyuyordu. Biraz daha ilerledi ve o anda koruda tek başına olmadığını anladı. Çok yakışıklı bir çocuk bir ağacın kütüğüne dayanmıştı. Winnie onu izliyordu. Çocuk ayağa kalkıp yerdeki sırayla dizilmiş taşları kaldırdı ve ortaya küçük bir pınar çıktı. Çocuk eğilerek bu sudan içti. Tam o sırada küçük kız ses çıkardı ve Jesse onu fark etti. Birden panik olmuştu. Winnie ile tanıştılar ve küçük kız da su içmek için eğildi. Fakat Jesse onu hemen tuttu. Çok az bekleyelim derken birden diğer Tuck ailesi üyeleri geldi.

Olayı ona anlatmaya başladılar. Tuck ailesi çok uzun yıllar önce yaklaşık seksen yedi yıl önce bu kasabaya gelmişlerdi. Ormanın içinden geçerken birden bu pınarı görmüşler ve tüm aile bu sudan içmişti. Atları da. Tek içmeyen yanlarındaki kediydi. Birkaç gün sonra değişik şeyler olmaya başlamıştı. Miles ağaçtan düşüp kafasını çarpmıştı, normalde ölmesi gerekiyordu fakat hiçbir şey olmadı. Angus elini bıçakla çok derin bir şekilde kesti fakat yara dakikalar içinde yok oldu. Ortada farklı bir durum olduğunu fark edince Angus evdeki av tüfeğini alarak kalbine bir kurşun sıktı. Fakat adama hiçbir şey olmamıştı. Kurşun izi bile yoktu. Nedenini çözemediler. Ta ki kedileri ölüp atları ölmeyene kadar. Çünkü sudan içmeyen tek canlı kediydi. Bu pınar ölümsüzlük suyuydu. İçtikleri andaki yaşlarında kalıyorlar ve sonsuza kadar ölmüyorlardı. Winnie duyduklarına inanamıyordu. Bu durumu anlayan Angus onu evlerine götürmeyi teklif etti. Yola çıktılar. Bu konuşmaları bir kişi daha dinliyordu: sarı takım elbiseli adam.

Tuck ların evine geldiklerinde Winnie şok oldu. Her şey çok eski ve pisti. Winnie resmen kaçırılmış gibiydi ama o öyle hissetmiyordu. Ailecek tekrar konuştular ve küçük kıza o sudan içerse neler olacaklarını anlattılar. Kararı kendisine bıraktılar. Bu sırada sarı takım elbiseli adam aileye ve polise haber vermişti. Onları buldular. Mae Tuck, her şeyi öğrendiği için sarı takım elbiseli adamı öldürdü. Hemen hapise gönderildi. Küçük kızı ise ailesi aldı ve evlerine gittiler. Tuck ailesinin üyeleri küçük kız ile plan yaparak kadını hapisten kaçırdılar.

Yıllar sonra kasabaya tekrar geldiklerinde ise kasaba çok değişmişti. Bir mezarlık buldular. Herkes merak içinde akıllarındaki sorunun cevabını arıyordu. Küçük kız o sudan içip sonsuz mu olmuştu yoksa ölmüş müydü. İşte karşılarındaki mezar tüm cevapları gösteriyordu. Küçük kız sudan içmemişti ve normal insan olmayı seçmişti.

Motorlu Kuş (Cahit Zarifoğlu) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili

Kitabın Adı : Motorlu Kuş

Kitabın Yazarı : Cahit Zarifoğlu

Kitabın Konusu :

Bir kırlangıca bazı yaratıklar tarafından bir küçük motor takılır. Kırlangıç çok sevinir buna. Zamanla kırlangıçlığını unutur. Kanatları güdükleşir, bedeni motoru etiyle kavrar. Motorun kuvvet levhasını gagalamaktan dolayı gagası özelliğini kaybeder. Günün birinde kırlangıç ölmesin diye son çare olarak motorun çıkarılmasına karar verilir. Kırlangıça motoru takanlar kimlerdi. Amaçları ne idi? Kırlangıç sonunda kurtulabildi mi? "Motorlu Kuş" bu serüveni anlatan ilginç bir kitap.

Kitabın Özeti :

Kırlangıçların mahallesinde bir kalabalık var bugün. Kayaların, ağaçların başları tepeleme kuş dolu. Hepsi kırlangıç olsa iyi. Serçeler bir sarmışlar ki etrafı, göz gözü görmüyor. Kartallar duymuşlar haberi. Başlarını eğmişler; aşağıya, durmadan kırlangıçların mahallesine bakıyorlar. Geçmekte olan bir kaç köylü çocuk:

— Acaba ne oluyor diye yaklaşınca irkildi kuşların tümü.

Ahmet’le Mehmet bu kadar çok kuşu bir arada görünce, parladı sevinçten kabardı. Ancak bir iki köylünün densizliği büyük bir gösteriyi kaçıracak değildi onca kuş.
Hemen haberleştiler aralarında, birden saldırarak bunlara, başladılar başlarındaki takkeleri gagalamaya. Canlarını zor kurtardı Ahmet’le Mehmet. Doğrusu hiç görülmemişti böylesi. Acaba ne oluyordu ki, kuşlar insanlara saldıracak kadar ileri gidiyor, göze alıyorlardı tehlikeyi?

O zaman geriye dönelim, meseleyi öğrenmeye çalışalım.

— Bana bak bir daha o gidersen bacaklarını kırarım senin, kanatlarını böler dereye atarım, kaplumbağa beyinli kafanı gagalar delerim anladın mı ha!

Böyle bağırmıştı annesi kırlangıca.

— Fakat anneciğim dedi o, müthiş bir şeyler var orada.
— Her ne olursa olsun. Bir daha topraklara adım atarsan beynini...

Uff, amma da bu tehditler. Küçük kırlangıç o topraklara herhalde başını çevirip bakmaz, değil bir daha oralara uçmak... Öyle mi dersiniz.

Daha annesi başını çevirir çevirmez , küçük kırlangıç pırr diye havalandı ve ver elini o topraklar. Zaten belli oluyor, çok garip bir yer olduğu, kayaların arasından siyah siyah dumanlar yükseliyor. Küçük kırlangıç daldı oraya. kayaların arasında ilerleyerek yaklaştı. İçerde mağara gibi yerde, görülmemiş şekillerle yepyeni kuşlar, kim bilir hangi dünyadan buraya , çalışıyorlar, gözlerden uzak bu mağarada. Tam o sırada gürültüyle başını kaldırmış küçük kırlangıç. Bir de bakmış ki görülmemiş hayvan daha. Kuş desen değil, aslan hiç. Dedik ya çok garip bir yaratık.

Küçük kırlangıç vahşi yaratığın içerdekilere kötülük yapmaya geldiğini anlayınca, çığlıklar atarak haber vermiş. Onlar da bu uyarı sayesinde düşmanlarını yakalayıp afiyetle yemişler. Kanlı dişlerini göstere göstere kırlangıca teşekkür etmişler.

— Aman demiş kırlangıç, teşekkür istemem, çekilin önümden de bir an önce buradan gideyim. Annemin dizinin dibine oturayım da bir daha çıkmayayım.
— Olur mu hiç demiş kuşlardan biri. Bize iyilikte bulundun. O hayvan bizim neslimizi kurutacaktı. Zaten bir tek bizler kaldık. Bize “Oto kuş” derler. Görüyorsun kanatlarımız var , çok kısa. Biz asıl motorlarla donatılmışız. Onlarla uçarız. Sana da motor takacağız. O zaman göreceksin, yıldırım gibi uçacaksın, herkes sana hayran kalacak.
— Sahi mi demiş kırlangıç
— Elbette. Bakma sen kanlı ağızlarımıza. İçimiz iyi bizim.

Böylece kırlangıca da bir motor takmışlar. Önce mağarada bir tur attırmışlar. Kanatlarına girmiş oto kuş, bir güzel öğretmişler motoru nasıl kullanacağını. Bütün mesele motorun üstündeki “kuvvet levhası”na peşpeşe gaga vurmakmış. İşte, kuvveti yakıtı buymuş motorun. Yuvaya motoru çalıştırarak dönünce kırlangıç:

— Eyvah demiş annesi, , demek şimdi de seni düşürdüler tuzağa.
— Neler söylüyorsun demiş küçük kırlangıç. Ne tuzağı.

Ve başlamış bütün olup biteni anlatmaya. Fakat annesi:

— bunların hepsi uydurma. İnanma sakın. Hepimizin gençken başına geldi . Ama hiç birimiz aldırmadık buna. Çünkü sonu kötü : Motor bedava. Ama yedek parça kan pahası. Kaptırdın mı kuyruğunu, ha!
— İmkansız demiş , küçük kırlangıç, çok iyiydi onlar. Bana adımı sordular, “Kırlangıç” deyince sen artık “Kırlangıçmotor” oldun, “ama bu kadar uzun bir ad yerine biz sana ‘Kırlanmotor’ diyoruz, bu adı veriyoruz” dediler.
— Yaa, gördün mü işte. Adını bile değiştirmişler senin.
— Ne var bunda, elbette kırlangıçmotor demek çok uzun, Kırlanmotor ismini ben de çok sevdim.
— Eyvahlar olsun dedi annesi, bu tam hapı yutmuş.
— Öyle değil anneciğim bak nasıl uçuyorum, tüy gibi.

Ve başlamış motorun kuvvet kapağını sık sık peşpeşe gagalayarak hızlı turlar atmaya...

— Gördün mü, düşün bakalım, hepimizde bunlardan olsaydı da bütün işlerimizi beş katı bir süratle yapsaydık fena mı olurdu.
— Fena olurdu ya!
— Nedenmiş o anneciğim?
— Düşün bakalım, artan zamanlarda ne yapacaktık peki?

Küçük kırlangıç şaşırmış kalmış. Bütün işleri beşte bir zamanda yapıp bitirince, sahi ne yapacaklardı artan zamanda.

— Dinle yavrum dedi anne kırlangıç, bu anlattıkların, yani sürat, insanlar için önemli olabilir, ama bizim için değil. Biz zaten hiç zaman öldürmeyiz. Her şey binlerce binlerce yıldır hepimiz için aynı hızla, aynı zamanda yapılır çatılır. Geriye bir şey kalmaz ki fazla zamana ihtiyacımız olsun.
— Yine de anneciğim ben bunu kuşlar meclisine götürmek istiyorum.
— Peki demiş annesi, götür kuşlar meclisine. Ama korkarım onların vereceği karar senin aleyhine olsun.

Böylece küçük kırlangıç, yeni adıyla Kırlanmotor, meseleyi kuşlar meclisine götürmüş bir dilekçe ile. İşte o gün kuşlar meclisi toplanıp karar verecekmiş. Sebebi buymuş onca kalabalığın. Kırlanmotor ortaya çıktı ve nefis bir gösteri yaptı.

— Ne öneriyorsun bize diye sordu kırlangıçların başkanı, toplanan milyonlarca kuşun önünde.
— Efendim, otokuşlarla bir anlaşma yapıp, bütün kırlangıçlara motor takılmasını öneriyorum.

Hararetli tartışmalardan sonra başkan kararı şöyle açıkladı:

— Kırlanmotorun motoru vücuduna sıkıca bağlanıp çıkarmaması için mühürlenecek. Hiç kimseye motor takılmayacak. Aradan altı ay geçecek. Tam altı ay sonra onu yine burada, bir kere daha izleyeceğiz. İşte o zaman bir rapor düzenleyecek ve buna göre esas kararımızı vereceğiz. Acele işe şeytan bulaşır. Bakalım ne diyecek, zaman denen öğretmen?

Kırlanmotor da, diğerleri de memnun kalmış bu karardan. Bütün bu zaman zarfında annesi kederle dinlemiş başkanın kararını ve gözyaşlarıyla bakmış yavrusuna. Aradan tam altı ay geçmiş. Yine milyonlarca kuş birikmiş ağaçlara. Cıvıl cıvıl kuşlar. Rengarenk kaynaşarak toplanmışlar. Kırlanmotoru beklerken aralarında şakalaşmış, tartışmış, çeşitli düşünceler ortaya atmışlar. Hele gençler. İstiyorlarmış ki olumlu bir karar çıksın da hepsi takınsın motorlar. Derken:

— Geliyor, nidalarıyla başlarını çevirmişler. Evet o, ta kendisi, Kırlanmotor bu.
Ama hareketleri yavaş. Yüzlerce yıllık ağır bir tanker hurdası gibi geliyor.
Uzmanlar hemen almış etrafını. İki dakkada derken beş saatte zor hazırlamışlar raporlarını, işte bu raporun çok kısa bir özeti:
— “Vücut, motoru, yabancı madde diye dışarıya atmak istemiş, ancak başaramayınca etrafını sarmış. Artık motoru vücuttan ayırmak imkansız. Kullanılmadığı için kanatlar gittikçe körelmişler. Motoru çıkarılsa, bu kanatlarla uçması imkansız. Gagalamaktan Kırdanmotor’un başı sersemlemiş. Beyni sulanmış. Gagasının ucu fena halde körelmiş. Ne solucan tutabilir, ne bir şey. Hele yuva yapmak için sap taşıması imkansız. Hem kuvvet kapağını gagala, hem de şunu bunu taşı, olacak şey mi. Ayrıca boynunda bazı kaslar gelişmiş, kalınlaşmış, bu sebeple de başını sağa sola çevirmesi imkanı kalmamış. Yiyeceğini bulmakta, yuvasını görmekte çok zorluk çekmektedir. Kendisi motordan dolayı son derece rahatsızdır. Altı ayda 15 ay kadar yaşlanmıştır. Onu kuşlar hastanesinde tedavi altına alır motorunu çıkarır, onu tekrar kırlangıçlaştırabilirsek belki hayatı kurtulur.”

Uzun tartışmalardan sonra başkan kararı şu şekilde açıkladı:

—Hemen bir cankurtaran çağırın. Ve bu olayı bir bültenle bütün kırlangıçlara duyurun. Düşmesinler yabancıların tuzaklarına.

Motorlu Kuş (Cahit Zarifoğlu) Kitap Sınavı Yazılı Test Soruları ve Cevap Anahtarı için tıklayınız...

Bitmeyen Gece (Mitat Enç) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Bitmeyen Gece

Kitabın Yazarı : Mitat Enç

Kitabın Konusu : 


Yazar, İstanbul Hukuk Fakültesinde öğrenci iken, gözleri kör olur. Uzun bir süre, gözlerinin yeniden açılacağı ve göreceği ümidi ile yurt içinde ve yurt dışında tedavi peşinde ko­şar. Ancak, gözlerinin bir daha açılmayacağı kesindir. Bu fiziksel durumu, psikolojik olarak da kabullenen yazarımız, o günden İtibaren yaşamını, kendisi gibi görme özürlülerin eğitilmeleri için ne gerekiyorsa yapmaya adar. Bu konuda bir hayli de başarılı olur.

Kitabın Özeti :

Nedense, öğleden akşama ne yediğimizi unuturuz da, yıllar öncesinden yaşadığımız bazı anılar renk ve canlııklarıyla hafızamızdaki yerlerini korurlar. Üç, dört yaşında dedemin eski gazete­lerden yapmış olduğu külahı kafama geçirip, karşımda sırıtışı; güvercin yavrularını yakalamak için çıktığım pencereden düşüp, bayılışım gibi…

İstanbul’daki o Mayıs günü de böyleydi. Arkadaşım Celal, elindeki tıraş fırçasını sağıma soluma sürüp: “Hadi ulan, ilk dersin Medeniyet olduğunu unuttun galiba.”

Çabucak giyinip, koltuğumda birkaç kitapla soluğu Küllük kahvesinde aldım. Sokağı seyre başladım. Çeşit çeşit insan portre­leri vardı.

Çay ve simitten sonra, biraz ders çalışmaya gayret ettiysem de ne fayda. Yeni kuşağı yetiştirmekten sorumlu olanlar bu bahar aylarını sınav zamanı olarak niye seçmişlerdi ki?

Günler geçiyor, gözlerimdeki ağrılar artıyordu… Bir iki mua­yeneden sonra durumum daha da kötüleşti… Yattığım hastanede bir netice alamadılar. Hastaneden Zennube Abla’nın evine getiril-dim. Yattığım odada, boğazın bütün hatıraları canlı olarak gözü­mün önünde idi. Ancak, şimdi hiçbir şey göremiyordum.

Yeni Bir Umut Yolu:

Kısa bir süre sonra babam İstanbul’a geldi. Bir sürü göz dok­toru gezdik. Her biri, ayrı bir telden çalıyordu. Bense bu durumun sürekli olabileceğini düşünmek bile İstemiyor, nasıl olsa bir çare bulunur diye umuyordum…

Böylece yaz geldi geçti Cemil ağabeyim ile birlikte Viya-na’ya geldim. Muayene neticesinde, sol gözüm için çözüm olma­dığını, sağ gözün ise belli bir görme oranını yakalayabileceğini, bunun için ameliyat olmam gerektiğini söylediler. Kabul ettim. Ameliyattan sonra üç gün mumyalar gibi kıpırdamadan sırt üstü bekledim. Üç gün sonra sargılarımı çözdüler, ancak sonuç hüs­randı.

Karabasan:

Kapanıp kaldığım bu zindanı unutmanın yolunu bulmalıy­dım. Yapacağım tek şey, düş dünyasına dalıp gitmekti… Yaşa­mım boyunca nice kör, topal, çolak insan görmüştüm. Her şeyi kaybetmelerine rağmen bir yaşamdır sürdürüp gidiyorlardı. Bu duygular içerisinde iken, sol gözümü tamamen benden aldılar. Bir müddet sonra da ayakta tedavi edilmem gerektiği için pansiyona çıktım. Bayan Strauss adındaki pansiyoner, dul kaldığı için evinin diğer odalarını kiralamıştı. Çok iyi bir kadındı. Durumumu bildi­ği için, orada kaldığım süre boyunca benden hiçbir yardımı esir­gemedi, beni oğlu gibi benimsedi. Ama yine de psikolojik duru­mum çok iyi sayılmazdı.

Pansiyonda etrafımda cinler dolaşıyordu. Sanki deliriyor-dum… Böyle aylar geçtikten sonra, sağ gözüm için bir ameliyat daha geçirdim. Ancak, hiçbir olumlu gelişme olmadı. Körlüğüm, her ne kadar kabul etmek istemesem de kesinleşmişti. Artık Avus­turya’da kalmamın hiçbir anlamı kalmamıştı…

El Yordamı ile Yaşam:

Göremediğimi herkesin hemen fark etmesini istemiyordum. Çünkü, daha sonraki günlerde de elimde olmadan gören bir kişi olduğum izlenimini bırakmaya özendiğimi fark ettim. Ancak, Celal beni istasyonda karşılayıp evlerine götürdükten ve orada bir gece kaldıktan sonra, durumumun öyle yalın aldatmacalarla avu-nulabilecek bir yanı olmadığını bütün acılığı ile anlamaya başlıyordum. Nereden esinlendi bilemem, dudaklarım arasından lise yıllarında ezberlediğim bir şiirin mısraları dökülmeye başladı:

“Birdenbire bir kuş gibi Kanadından vurulmuş gibi Bir atlı yuvarlandı atından. Bağırmadı, gidenleri geri çağırmadı. Yalnız dolu gözlerle baktı, Uzaklaşan atlıların parıldayan nallarına.” Evet, atımdan düşmüştüm. Ne gidenleri geri çağırabilir, ne de peşlerinden yetişebilirdim. Artık yollarımız ayrılmıştı. Aynı düşüncelerim evime döndüğümde de devam etti. Ayrı­ca, burada yaşam, etrafimdakilerin olağanüstü yardım etme duy­gusu yüzünden kendime olan güvenimi sarsıcı boyutlardaydı. Yalnız bir adım dahi atmama izin verilmiyor, hemen yardımcı olacak birisi yanımda oluyordu. Onları incitip üzmeden bu zinciri kırmanın bir yolunu bulmam gerekiyordu. Sonunda başardım da. Ancak, ne olursa olsun bir kıyıya atılmış, günden güne eskiyen bir tekne gibiydim.

Kendime acıma duygum yoğunlaştıkça, genç gövdem bunu protesto edercesine hayatla ilgili her türlü canlılığı yapmak istiyordu. Bu duygularla giyinip kendimi sokağa attım. Çekiç seslerini, kebap kokularını, Berber Ahmet’in makas tıkırtılarını geçip Camlı Kahve’nİn köşesindeki dört yol ağzını bulduğum zaman içimi fatih duygusu doldurmuştu. Kentler ve kıt’alar, kılıcı önünde boyun eğdikçe fetih hırsı daha da artan Büyük İskender gibi dört yol ağzında da duraklamadım. Yaz başı sıcağında her yanımdan sızan ter dereciklerine rağmen, kent girişindeki Baş Karakol’a kadar uzandım. Dönüşte evdeki panik havası ve sitem­ler karşısında kesin tavrımı koyarak istediğimi kabul ettirdim.

Bir yandan da bir gün gözlerimin açılacağı ümidini hep taşı­yordum. Yalnız, böyle boş boş gezmek, dolaşmak, oturmak beni oyalamıyordu. Ne olursa olsun beni bir hedefe doğru sürükleye­cek bir uğraş bulmak zorundaydım. Babamın işleri epeyce bozul­duğu için, mekânını kapatmıştı. Hiç değilse bir dil öğreneyim diyerek, Almanca bilen birini aradım. Bayan Strauss’un yanında az da olsa öğrenmeye başladığım Almanca’mı ilerletmeyi planlıyordum. Bulamayınca, çocukluğumda beni tedavi etmiş bulunan Doktor Hoşep’in yardımıyla, haftada iki gün kız karde­şimle birlikte giderek İngilizce dersi almaya başladım. Benim bu çabam, babama da şevk getirmiş olacak ki, bir nevi komisyoncu­luk olan ambarcılık yapmak için bir yer tuttu ve birlikte burada çalışmaya giriştik.

Yeni Bir Işık:

Amerikan misyoneri Isely, bir gün elinde bir paketle evimize geldi. Koltuğunun altında körler için Braille denilen ve parmak ucuyla okunan alfabeyi getirmişti. Artık bu alfabe ile okuyup yazmaya başlamıştım. Isely, sık sık gelip kontrol ediyordu. Bir gün:

“Belki bu hastalığın yolu ile Tanrı sana yeni bir görev veriyor. Memlekette binlerce kör var. Yoksulluk içinde yaşıyorlar. Sen onlara aydınlığın yolunu gösterebilirsin” demişti.

Ben ise halen gözlerimin bir gün açılacağını düşünüyordum.

Yaz sonunda, bu amaçla Viyana’ya tekrar gittim. Bu sefer ameliyat süresince ve sonrasında doktorlara fazla güvenmiyordum. Bu nedenle, bana yardımcı olan Bayan Strauss’a buradaki Körler Okulu’nu ziyaret etmek istediğimi söyledim. Son­ra da engelleri aşarak bu okuldaki derslere katılmaya başladım. Sabahlan, küçüklerin sınıflarına girerek Almancamı geliştirmeye çalışıyordum. Öğle sonraları ise kabartma matbaa ve kitaplığa kapanıp kitap okuyordum.

Tesadüfen tanıştığım bir kör genç sayesinde, yüksek tahsili­mi yapabilme olanakları olduğunu anlayınca, hemen çarelerini aramaya giriştim. Bu arada Almanca bilgim yeterli olmadığı için, gazete ilanı ile bulduğum iki ayrı kadınla birlikte Almanca çalış­tım. Ayrıca bana okumam gereken kitapları da okuyorlar, böylece çok yardımcı oluyorlardı. Daha sonra da Pedagoji Enstitüsü’ne kaydoldum.

Ancak, bu arada, siyasette kötü gelişmeler oluyor, Hitler’in Avusturya’yı ilhak planlarının bir parçası olarak, Viyana’da Nazi lerin eylemleri her geçen gün daha da artıyordu. Memleketten gelen haberler de hiç iyi değildi. Babamın işleri bozulduğu için dönmem isteniyordu. Bu nedenle burs aramaya giriştim. Girişim­lerim reddedildi. Tesadüfen Türkiye’ye gidecek birisine Türkçe dersleri verip, biraz para kazandım.

Ne olursa olsun, kaldığım pansiyonun sahibi Bayan Strausa olmasa idî, bu kadar yokluk içerisinde Viyana’da kalmam müm­kün olmazdı.

Anladığım kadarıyla Isely’nin çabalarıyla, Amerika’da körler için burs veren zengin bir karı koca gelip beni buldular ve ister­sem Amerika’da öğrenim görebileceğimi bildirdiler. Kabul edip, Ankara’ya geldim. Çünkü bakanlıktan yol parası İşini halletmek gerekiyordu.

Çıkmaz Sokağın Girişi:

Birkaç gün bekledikten sonra, bakanla görüştüm. Çok ilgi­lenmesi ümidimi arttırmıştı. Ancak, özel kalem müdürünün ka­yıtsızlığı, ümidimi endişeye dönüştürdü. Eylül ayında Ameri­ka’da olmak gerekiyordu. Bu nedenle, memlekete gidip neticeyi beklemeye başladım. Uzun yazışmalar sonucu, Amerika’ya gide­bilmem için İzmir’deki bir körler okulunda biraz kurs görmem gerektiği kararı elimize ulaştı. İzmir Karşıyaka’ya gelip okulu buldum ve yerleştim. Burada, ilk başlarda zorluk çektim. Sonra da, küçük çocuklara okuma yazma öğretme isteğim kabul oldu ve bu görevi içten gelen bir hevesle yapmaya başladım. Bir müddet sonra, okul müdürü istersem bulunduğumuz okula “asil öğretmen olarak tayinimi yaptırabileceğimi,” söyledi.

Günler böyle geçip giderken, bakanlıktan Amerika’ya gön­derilmem İçin beklediğim yazı geldi.

Isely’nin Evi:

Amerika’ya gitmek için, önce evime geldim. Annem; “Nasıl bir yermiş bu Amerika? Burada gece iken, orada gündüz olurmuş. Biz burada gündüz seni düşünürken, sen orada uykuda olacaksın. Sen uya­nık olup bizi düşünürken, biz burada uykuda olacağız, bu nasıl iş?” diyordu. Ben de, İngilizcemi ilerletmek için Isely’nin evine yer­leşmiştim. Isely’nin asıl görevi, savaş boyunca kapalı kalan koleji (Ame­rikan) öğretime başlayabilecek duruma getirmekti. O bir misyo­nerdi. Sonraları Amerika’da geçirdiğim yıllar sırasında misyonerli­ğin her meslekten gençler için bir kariyer niteliği taşıdığını öğren­dim. Bunun tıp, mühendislik gibi saygın bir meslek dalı olduğu ortadaydı.

Yeni Bir Yaşam Yolu:

Eve dönüşümde, hapisliği bitmiş mahkûmlar gibiydim. İçim­de, kazandığım özgürlükten mutlu; fakat hayatına yeni bir düzen vermek zorunda olanların tasası vardı.

Artık, gözlerimin açılmasından ümidimi kesmiş, kör olarak bir hayat planı çizmeyi benimsemiştim. Okuma ve yazma soru­nunu da bir ölçüde çözebilmiştim.

Elimden yere düşürdüğüm bozuk para, anahtar gibi şeyleri bulabilmekte önceleri hayli sıkıntı duymuştum. Bunun da çözü­münü buldum. Nesne elimden fırlayınca, telaşla onu yakalamaya uğraşacak yerde, kıpırdamadan düştüğü yerden gelecek sesi din­lemek, bulmamı kolaylaştırıyordu. Bu durum, zaman zaman çev-remdekileri hayrete düşürüyordu.

Her şeyin ancak gözle görülerek yapılışına alışanlar için kulak ve el yordamıyla yaşamanın olağanlığını kavrayabilmek zor olu­yordu. Bunu olağanüstü yeteneklere bağlıyorlar ve gözlerinde sizi aşın şekilde yüceltiyorlardı.

Yeni Dünya Yolunda:

Evine yerleştiğim gün Isely, “Rüyalarını İngilizce görmeye baş­ladığın zaman bu dili öğrenmiş sayılacaksın” dediğinde bunu şaka sayarak gülüşmüştük. Fakat orada geçirdiğim dört ayın sonunda gerçekten de arada bir rüyada İngilizce konuşmaya başlamıştım. Haziran ayı sonlarında onlardan ayrılıp eve döndüm. Sonunda da gidip gelememenin, gelip de görememenin bulunduğu Yemen askerliğine Özgü, gözyaşları ve hıçkırıklarla donanmış bir ayrılık­tan sonra yola koyulabildik.

Yeni Dünya:

Eski Dünyadan gelenlerin gerçek Amerika’yı tanımada en elverişsiz başlangıç noktası hiç kuşkusuz New York’tur. Sanki burası, eski dünyadan gelenlerin oluşturduğu yamalı bir bohçadır. Yerleştiğim pansiyonda on sekizinden yukarıya her yaştan insan vardı. Dünyanın öteki kısmıyla çok kısıtlı ilişki ve bilgileri olanların, yalnız körler olmadığını burada öğrendim. Burada da dünyadan habersiz bir yığın insan vardı.

Yine bu kentin yaşamında gevşeyip, dinlenmenin de yeri yok gibiydi. Ancak, koşturup kovalayarak su yüzünde kalınabili-yordu. Herkes kalkmak üzere olan bir taşıta yetişmeye çalışanla­rın telaşı içindeydi.

Ağustos sonunu bulup da öğrenime başlayacağım Boston’un yolunu tutunca çok sevindim. Orada ne bulabileceğimi bilmedi­ğim halde, yaşama hızı ve zevklerinden çoğuna ayak uydurama­dığım bu beton ormanından uzaklaşabilmek bana bir tür kurtuluş gibi gelmişti.

Yeni Dünyanın Bir Başka Yüzü:

Burası henüz trafik illetine boğulmamış sessiz bir kasabaydı. Sabahları nehir yatağı boyunca yankılanan çan sesleri ile uyanı­yor, motor homurtusu ve korna yaygarası duyulmayan pencere­mizin dışından gelen kuş cıvıltıları ile şenleniyordum. Buradaki eğitim çok değişikti. Öğretmenler sınıfta öğrencilerin bir parçası gibi duruyor, herkes her konuda tartışabiliyordu. Bunun dışında, kurallara kesinlikle uyulması gerekiyordu.

Boston’un bazı mahalleleri, ülkemizden gelmiş Ermenilerle dolu idi. Bir gün, Malatya’dan gelmiş bayan Kelleciyan gelip beni buldu. Hoş beşten sonra, zorla ütülenecek pantolonlarımı alıp götürdü. Bir gün de bana, çok güzel bir memleket yemeği yapıp getirdi. Durmadan Malatya’nın kayısı ve armutlarından söz ediyordu. Burada yöneticilerden Bay Gibson, aramızdaki bu yakınlı­ğın nedenini bir türlü kavrayamıyor, “Sen gelinceye dek bu kadın Türklere ateş püskürüp dururdu. Şimdiyse evde senden değerlisi yok, anlayamıyorum bunu.” deyip duruyordu. Bir gün evlerine yemek yemeye gittiğimde, bunu kadına anlattım. Bana şunları söyledi: “Burada adet olmuş. Ermeniler, Rumlar Türklere atıp tutmazlarsa sanki ayıplanıyor. N’aparstn sıla özlemi söyletiyor.”

Sorunun bir başka boyutuna da Ermeni asıllı bir avukatın babası ışık tutmuştu. Adam şunları söylüyordu:

“Bizimkiler sürgünün sorumluluğunun kendi sırtlarında olduğu­nu söylese kimse onlara aldırış etmez. Ağlayıp, yakınarak kendilerine acındırmaya çabalıyorlar. Oradaki rahat battı onlara. San’atın, ticaretin en iyisi ellerınâeydİ. En iyi evlerde oturur, en âlâ yemekleri yerlerdi. Osmanlı üç kıtada yedi düvelle savaşırken askerlik bile yapmaz, parala­rının üstüne para yığarlardı. Üç beş kafası bozuğa uyup, ‘Ermenistan” diye tutturunca ne yapsın Osmanlı? Kalkıp bu beş on çeteciye, “Eh, al şurası da sana Ermenistan olsun” mu diyecekti? Sonra burada durumla­rı bu kadar iyi olmasına rağmen, yine de arkalarında bıraktıkları pınarın, bahçe bostanın Özlemini çeker dururlar. Daha da kötüsü kin ve öfkelerini çocuklarına da aşılıyorlar. Dertleri Ermenistan ise işte Moskof elinde var bir tane, gidip orada otursunlar!” diyordu.

Zaman geçip gidiyor, buradaki eğitimimin sonuna yaklaşı­yordum. Niyetim üniversite diploması almak olduğundan bu konuda gösterdiğim çabalar sayesinde, nihayet amacıma ulaştım. Bundan sonra Metropolis’e gidip, eğitimime devam edecektim.

Metropolis:

Burası, otomatik kapılarından durmadan insan selleri yutup kusan yeraltı ve hava trenleri; bir nefeste 70'nci katı boylayan ekspres asansörleri; caddeleri tıkayan taşıt hortumları ve nihayet durmadan koşturan İnsan yığınları ile bir cehennem gibiydi. Al­lah’tan okulumuz öyle değil, bu cehennemin ortasında bir süku­net adacığı gibi idi. Ancak, günlük hayatta ilişkiler oradan çok farklıydı. Yine de kaldığım yer okula uzak olduğu için, bu koşuşturmacaya alışmak ve bunun kendi kendime üstesinden gelmek zorundaydım.

Metropolis’te edindiğim bir başka izlenimde, alabildiğince savurganlıktı. Üniversitedeki yabancı uyruklu bir arkadaş bu durumu şöyle özetliyordu: “Bunların çöp sepetlerindekilerle Afrika ve Asya’nın yarım düzine ülkesi âonanabilir.”

Amerika, tam anlamıyla bir tüketim ülkesiydi. Ortada sömü­ren ve sömürülen Amerikah’dan çok, varlık içinde yüzen bir ülke ile çoğunluğu yokluk, açlık ve hastalık içinde kıvranan bir dünya sorunu vardı. Yokluğu görmüş ve içinde yaşamış olanların bu eşitsizlik karşısında yüreklerini katıksız hayranlık doldurmuyordu.

Bu dönemde, Avrupa’daki Nazilerin yükselişi devam ediyor, Amerikalılar olayı bir kayıtsızlık içinde izliyorlardı. Derken Avus­turya, Almanya tarafından ilhak edilince, Yahudi ve muhalifler Amerika’ya akmaya başladı.

Eğitimimin sonuna gelmiştim. Bulunduğum okul ve çev­remdeki insanlar, beni İçtenlikle kutluyorlardı. Yavaş yavaş dönüş hazırlığına başladım ve buraya yabancı dil öğrenmeye gelen ku­zenimle birlikte gemiye binerek yola çıktık. Bavulumda bulunan ikî diplomamın tüm kapıları bana açacağından emin gibiydim. Bu arada yaşım da otuzu bulmuştu.

Ankara’da bir Körler Okulu kurmak istiyordum. Bunu, Baş­bakan Refik Saydam’la görüştüğümüzde anlattım. İlgileneceğine söz verdi. Ama öncelikle bunu herkese kabul ettirmek için, çok güzel bir rapor hazırlamam gerektiğini söyledi. Ben de her şeyi olmuş bitmiş sayarak, Güneydoğu katarına binip evin yolunu tuttum.

Kördöğüşü:

Evde, birkaç gün sonra, raporu hazırlamaya başladım. Yüz sayfalık bîr çalışmayı koltuğumun altına alarak, babamla birlikte Ankara’ya geldik. İkinci Dünya Savaşı’mn yükseldiği günlerdi. Bu karışıklık içerisinde, ancak birkaç gün sonra bakanla görüşe­bildim. Savaş koşulan içinde, böyle bir okulun açılamayacağını, istersem İzmir’deki Körler Okulu’na tayinimin yapılabileceğini söyledi. İzmir’e gitmeye razı değildim. Şayet gidersem, orada çakılıp kalacağım inancına sahiptim. Ben İse daha fazlasını yap­mak istiyordum. Bu sebeple o günkü Milli Eğitim Bakanı olan Hasan A1İ Yücel ile görüştüm. Onun ilgisi ve kararlı tutumu saye­sinde, Gazi Eğitim Enstitüsünde göreve başladım.

Yüksek okulda ders vermek, yüz yüze kalacağım yeni bir ya­şantı gibiydi ve beni istemediğim bir gerilim içine itiyordu. Uzun süre nasıl bir yöntem izleyeceğimi düşündüm. Nihayet yirmi öğrenciden oluşan sınıfla ilk dersime başladım. Zaman içerisinde, derslerim zevkli bîr hale dönüşünce, dışardan da dersime katıl­mak isteyenlerin sayısının artması beni mutlu ediyordu. İlk kez alnımın teri ile kazandığım, okuldaki hademeden daha düşük olan maaşımı aldığımda, çok büyük bir sevinç duymuştum. An­cak yine de, bulunduğum konum pamuk ipliğine bağlı İdi. Bu sorunu da uzun yazışmalardan sonra aşabildim ve asli olarak görevimin sahibi oldum. Artık bir baltaya sap olmuş bir adam gibi, başkalarının bu işi başarabileceğimdeki şüphelerini ezip geçerek, memleketime gidebilirdim.

Özel Eğilime Giriş:

Gazi Eğitim’de göreve başlayalı on yılı geçmişti. Mesleki ola­rak kendimi birçok alanda kabul ettirdiğimi söyleyebilirim. Bu arada evlenmiş, iki de çocuk sahibi olmuştum. Eşim de İngilizce öğretmeni idi.

Ancak benîm asıl amacım, özürlü insanların eğitimine yar­dımcı olmaktı. Ne zaman bu yönde bir girişimde bulunsam, yetki­liler hep “Hele bir sağlamları eğitelim de” anlayışıyla, bu süreci uzat­tıkça uzatıyorlardı.

Nihayet, yıllar sonra, İzmir’deki “Sağırlar ve Körler Oku-lu”nun “Körler” bölümünün Ankara’ya alınmasını başarabildik. Yılardır kullanılmayan bir binayı, okul haline getirebilmek için, gerekli bütün girişimleri yaptıktan sonra, eğitimdeki son gelişme­leri yerinde görmek için, yapılan davet üzerine, eşimle birlikte dört aylığına Amerika’ya gidip geldik.

Döndüğümde okulun tamamen hazır olacağını zannediyor­dum. Ancak, her şey bıraktığım yerde duruyor gibiydi. Yeniden, hızlandırma çabalarına başladım. Amerika’daki görüşmelerim sırasında sağladığım yardımların katkısıyla da yavaş yavaş okulu oluşturduk. Sıra “topluma kazandırılacak çocukları toparlamaya” gelmişti.

Bu amaçla, geceleri polis ve jandarma ile birlikte yapmış ol­duğumuz görüntüleri, ömrüm boyunca unutmam mümkün de­ğildi. İzbe yerlerde, hayvanların dahi kalamayacağı koşullar içeri­sinde, her türlü ahlaksızlığa muhatap kalan yüzlerce çocuğun bu halde bulunmasının sorumlusu kimlerdi?

Tutum ve davranışı hoş görülmeyenler karşısında çoğu kez erdemli geçinip, “Kam bozukl”, “Soyuna çekmişi” diye geçiştirenler, hatta bunu bilimsel kılıklı kuramlara bile dönüştürenler çıkmıştır. Oysa bu insan çöplükleri İçinde yaşam kavgası vermeye çalışanla­rı yakından tanıdıkça, bozuk olanın kanlarından çok, içine itildik­leri çevre olduğu daha iyi anlaşılır.

Beş yıl içinde özel eğitimin ana çizgileri, çeşitli kurum ve hizmetleri ile ortaya çıkmıştı. Hatta Bakanlık İlköğretim Genel Müdürlüğü’nde bu alanla uğraşacak bir Şube Müdürlüğü de kurulmuştu.

Kırkından Sonra Saz:

Yaşım kırkı aşkın olmasına rağmen, doktora için yeniden ai­lecek, Amerika’nın yolunu tuttuk. İki yıl, tam bir koşuşturmaca içerisinde, çok şükür, doktoramı tamamladım. Tabii ki, burada yine en büyük zahmeti eşim çekmişti. Bir yanda ev işleri, diğer yandan beni götürüp getirmek için şoförlük yapması, kadıncağızı bayağı zorlamıştı. Sağ olsun, seve seve bütün bunları yerine ge­tirdi.

Dönüşte, tezkere almış askerler gibiydik. Memleketimiz bur­numuzda tütüyordu.

Orta Doğu Teknik Üniversitesi:

Çocukken, anne ve babamızın bizi sevmediğini zannederek, arada bir kaybolup, kıymetimizin anlaşılmasını isteriz. Sanırım, son Amerika’ya gitme isteğimin altında, biraz da yokluğumda kıymetimin anlaşılması düşüncesi yatıyordu. Ancak, karşılanışım hiç de öyle olmadı. Sanki gelmem istenmİyormuş gibi bir hava vardı. Didişe didişe, bıraktığım derslerin bir kısmını geri alabil­dim.

Bu arada olumlu bir gelişme oldu ve Orta Doğu Teknik Üni­versitesi bünyesinde, yeni bîr eğitim enstitüsü kurularak dekanlı­ğının tarafıma verilmesi kararlaştırıldı. Ben de, bir an önce işleri tamamlamak için eşimle birlikte çalışmaya başladım. Ancak, o kadar çok engel, o kadar çok müdahale oluyordu ki, zaman za­man bu işlerin tamamını bırakmayı dahi düşünüyordum.

27 Mayıs:

Amerika’da bulunduğumuz süre içerisinde, eş ve dostun gönderdiği mektuplardan, Türkiye’nin her geçen gün bir kargaşa ortamına sürüklendiğini anlıyorduk. Hatta bu nedenle bazı arka­daşlarımız hiç gelmeyip, oraya yerleşmemizi dahi öğütlemişlerdi.

Biz döndükten bir müddet sonra, 27 Mayıs darbesi oldu. Or­talık toz dumandı. Beni de Talim ve Terbiye Kurulu üyeliğine atadılar. Bu sefer de mağdur olduğunu söyleyen bir yığın insan, hak etmediği şeyleri elde etmenin peşine düşmüştü.

Üniversite:

Otuz yıldan beri Milli Eğitim Bakanlığına bağlı çeşitli kuru­luşlarda çalışmıştım. Sanki bakanlığın sürekli bir eğitim politikası yok gibiydi. Bunun ilginç örneklerinden birisi de öğretim diliydi. Türkçeyi yabancı dillerin hegemonyasından kurtararak arıtmak ve yeterli bir bilim dalı haline getirmenin politika ile hiçbir ilişkisi olmaması gerekirdi. Ama değişen siyasi yönetime göre, uygula­nacak sistem de sürekli değişiyor ve ortada kesin bir uygulama yürütülemîyordu. Rahat bir bilimsel ortamda çalışma özlemi duymaya başladım. Bu da olsa olsa üniversite olabilir diye düşü­nüyordum. Bunun için de Ankara Üniversitesine geçtim. Burada da şunu gördüm ki, üniversitelerimizde gerçek bilimsel davranış ve tutumun giremeyişinin önemli nedenlerinden birisi, akademik yükselmenin törensel niteliği daha baskın çözümlere bağlanmış olmasıdır. Böyle törenlerden geçmeyi bir yana bırakıp, çalışanın ortaya koyduğu bilimsel ürünleri gereğince değerlendirip ödül­lendirecek bir düzen kurulabilse, bilim adamları cüppe biçimi ve renginden kurtularak gerçek kisvesini bulmuş olurlar.

Son Durakta Son Söz:

Kendi özel İşlerinde çalışanlar, hiç değilse bir açıdan mutlu­dur. İsterlerse dişleri dökülüp saçları ağarana kadar işleri sürdü­rebilirler. Kamu hizmetlerinde çalışanlar ise ne kadar farklı iş tecrübesi ile yoğrulmuş, gücü kuvveti yerinde bir memur olsalar da, belirli bir yaşa erince en çok bir teselli ödülü verilip, çıkış ka­pısı gösterilir. Emeklilik, bana da önceden beklenmeyen bir konuk gibi gelip, yaşamıma çöktü. Yıllardır, bugün gelip çatınca ne ya­parım diye fikri bir hazırlık yapmıştım. Bu nedenle ilk birkaç günün burukluğuna rağmen, Ankara’dan pilimizi pırtımızı topla­yıp Yalova’da bugünler için yaptırdığımız evimize göçünce, o-kuldan kurtulmuş tembel öğrenciler kadar mutluluk duymaktan da kendimi alamamıştım.

Kişinin geleceğini düşünmesi, tasarlaması ve ona yön ver­mesi gerekir. Ancak bu gelecek, doğuşumuz gibi gücümüz dışın­da kalan bir zaman dilimine, ne dilersek dileyelim bildiği yönde akıp gitmektedir. Öyleyse yapılacak en akıllı iş, elde kalan serma­yeyi en iyi şekilde kullanmaktır.

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...