Elektrik elektronik eğitimi ile ilgili bilgiler, kitap özetleri, kitap sınav soruları ve eğitime dair her şey
22 Temmuz 2019 Pazartesi
Kayıp Gül (Serdar Özkan) Kitabının Özeti, Konusu, Özeti
Kitabın Adı : Kayıp Gül
Kitabın Yazarı : Serdar Özkan
Kitap Hakkında Bilgi :
Tüm zamanların en çok okunan ve sevilen kitaplarından Simyacı, Küçük Prens ve Martı ile birlikte anılan ve bugüne dek 44 dile çevrilen Kayıp Gül, kendini arayan bir genç kızın gizemli yolculuğunun öyküsü...
"Hatırlıyormusun, güneşli günlerde sana akın akın koşanlar güz gelince birbir terketmeye başlıyordu seni. Kış iyice bastırınca da hiç kimseyi bulamıyordun yanında. Gururun seni yalnız bırakıyordu ve o kuru gururun yüzünden ağlayamıyordun bile. Baharda ki övgüler seni ne kadar yükseltmişse, sonbahardaki düşüşün de o denli yüksekten oluyordu. Havanın değişmesi yerle bir ediveriyordu seni... Oysa bir gül için bu böyle mi?Bir güli çin, güz demek, yağmur demek. Güzdemek, bahara hazırlık demek...
Üzgünüm dostum ama sana tutkuyla bağlananlar bir gün seni terk edecek. Çünkü onlar sana değil, kendi tutkularına tapıyor yalnızca. Ve bir gün gelecek, o tutkuların hedefi başka bir tanrıça olacak.Senden daha güzel, daha güçlü bir tanrıça! İşte o zaman sen unutulacaksın.Kendini onların övgüleriyle var ettiğin için de, unutulduğun zaman yok olup gideceksin.'
"Çağdaş bir fabl, derin ve bilgece. St. Exupéry'nin başyapıtı Küçük Prens'in tadında."
Deutsche Presse, Agentur, Almanya
"Türklerin Küçük Prens'i tüm dünyayı büyülüyor."
Helsinki Sanomat
Kitabın Özeti :
Kitap, zenginliğinden dolayısıyla okulda popülerleşmiş ve kendini bir marka gibi görerek, farkında olmadan asıl kişiliğinden uzaklaşmış olan Diana'nın, annesinin ölümünün ardından annesinin ona bıraktığı mektubu okumasıyla gelişen olayları ele alır. Diana babasının kendisi küçükken öldüğünü sandığı için babasının boşluğunu annesiyle doldurmuştur. Bu yüzden annesinin ölümüyle yıkılmış, aylarca toparlanamamıştır. Ancak kendine gelememesinin tek sebebi annesinin ölümü de değildir. Annesinin ölümünden sonra okuması adına bıraktığı mektupta, babasının aslında ölmediğini ve Diana'nın hiç bilmediği ikizi Mary'de yanında alıp götürdüğünü öğrenir. Mektuba göre, Mary yıllar sonra annelerine ulaşmış ve ona tam dört mektup göndererek, yanına gelmek istediğini belirtmiştir. Mary bu mektuplarda güllerle konuştuğuna değinmiştir. Bu da Diana'nın, Mary'in deli olduğunu düşünmesine neden olmuştur. Diğer bir yandan Mary, son mektubunda tuhaf Topkapı sarayının yakınlarında, küçük bir oteli olan Zeynep hanımı bulmaya gittiğini yazarak, annesinin endişelenmesine neden olmuştur. Şimdi annesi Diana'dan, kayıp ikizini bulmasını istiyordur.
Diana ise Mary'nin bir anne hırsızı olduğunu düşünmeden yapamıyordur. Üstelik Mary'i, annesinin son günlerini endişe içerisinde geçirmesine neden olduğu için suçlu buluyordur. Bu yüzden Mary'i arama gibi bir niyeti yoktur ancak annesinin son sözünü yerine getirmekte istiyordur. Diana artık o kadar kötüdür ki, doğum gününde onu dışarıya çıkartmak için gelen arkadaşlarını bile tersler. Günlerdir çıkmadığı evinden, sahilde bir yürüyüş yaparak kafasını dağıtmak için çıkar. Diana sahilde yürür iken bir falcı tarafından durdurulur ve falcı Diana'ya, aradığı şeyin önce deniz ötesinde bir yere gideceğini, sonra yakına geleceğini söyler. Aklı karışmasına rağmen Diana'nın kararı değişmemiştir. Aynı gece sahilin resmini çizen bir ressamla karşılaşır. Ressamın diğer resimlerinde de hep sahil vardır. Bunu garipseyen Diana ressam ile düşüncelerini paylaşır. Bu konuşma sonucunda Diana, ressamın aklına kazınmıştır.
Ressam Mathias planını aksatarak, sahilde Diana'yı beklemeye koyulur. Ancak Diana ile çok görüşme fırsatları olmaz. Ayaküstü yaptıkları konuşmalarında ise, Mathias bir türlü aklından çıkartamadığı Diana'da, aradığı ışığı göremediği için planı doğrultusunda oradan ayrılır. Diana ise bu süreç içerisinde ikizi Mary'i aramaya karar verir. Annesinin son isteğini yerine getirmek istiyordur.
Diana ilk uçakta Topkapı sarayının bulunduğu şehre, yani İstanbul'a gelir. Burada Zeynep Hanımı bularak, Mary'den bahseder. Zeynep Hanım, Mary'nin onu birkaç gün önce aradığını ve ziyarete geleceğini söyleyerek, otelinde Mary gelene kadar misafir olarak kalmasını teklif eder.
Diana ilk başta bu teklife "sizin misafirperverliğinize ihtiyacım yok" diyerek karşı çıksa da, daha sonradan otelde misafir olarak kalmayı kabul eder. Biraz daha oturup konuştuklarında, Diana mektupta bahsi geçen güllerle konuşma hadisesine değinir ve bununla ilgili düşüncelerinden söz eder. Bunun üzerine Zeynep Hanım, güllerle konuşmanın buna inanılmadığı sürece mümkün olmayacağına dair vurgular yaparak, Diana'nın aklını karıştırır. Artık iyice aklı karışan Diana, ani bir kararla Zeynep Hanımdan ona güllerle konuşmayı öğretmesini ister. Zeynep Hanım bunun zorlu bir süreç olduğunun altını çizse de, Diana kararlıdır. Güllerle konuşup, konuşamayacağını görmek ister.
Ancak güllerle konuşma eğitimi Diana'nın beklediğinden daha farklıdır. En başında Diana, sabahın köründe kalkmak zorunda kalacağını, buna rağmen bir dakika geç kaldığı için dersin erteleneceğini bilmiyordur. Güllerle konuşma matematiği yapacağını ya da, özenerek yaptığı saçlarını buz gibi suyla ıslamak zorunda kalacağını da bilmiyordur. Her şeye rağmen Diana, Zeynep Hanımın gül bahçesine girdiğinde büyülenmiştir. Rengârenk ve muntazam bir nizamla dizilmiş güller, bir opera sanatçısının yüksek notalara çıkan sesi kadar kusursuzdur. Ayrıca Diana'yı, Zeynep Hanımın seslendirmesiyle, güllerden dinlediği hikâyelerde çok etkilemiştir. Özellikle daha öncelerinde farklı yerlerde yetişmiş, ancak daha sonradan aynı saksıya ekilince, kökleri birbirine girmiş iki gülün konuşmaları, Diana'da derin düşüncelerin oluşmasına neden olmuştur. Bu iki gülden biri Artemis tapınağında yetişmiştir ve kendisini Artemis sanmaktadır. Diğeri ise Meryem Ana'da yetişmiştir. Bu iki gülün hikâyesiyle yazar, insanların arasında ki farklara rağmen bir arada yaşamaları gerektiğine vurgu yapmıştır.
Dersler bitmeden Zeynep Hanım bir telefon alır ve Mary'nin Amerika'ya gittiğini öğrenir. Mary'nin annelerinin vefatını hemen öğrenmesini istemeyen Diana, en kısa zamanda Türkiye'den ayrılarak evine geri döner. Ancak hiçbir şekilde Mary'e ulaşamaz. Aynı zamanda ressam Mathais'i de göremiyordur. Yeniden o üzüntü girdabına çekildiğini hisseden Diana, tamamen kendini sorguluyordur. Hiçbir zaman annesi gibi olamayacağını düşünerek hayıflanıyordur. Çünkü Diana, başkaları için kendi hayallerinden bile vazgeçmiş bir kızdır. Hayali öykü yazarı olmak iken, avukatlık okuyordur. Artık ne yapacağını bilemediği sırada Diana'ya İstanbul'dan bir kutu gelir. Bu kutuda Sokrates isimli siyah bir gül vardır. Kutuda ki notta ise, bu gülün Mary'nin konuşmayı en çok istediği gül olduğu yazmaktadır. Diana gülü camın kenarına koyar ve düşünmeye başlar. Okuduğu mektupta yer alan adresi hatırlayan Diana, o adresin aslında, annesinin önceden verdiği doğum günü hediyesi olan çerçeveyi işaret ettiğini anlar. Çerçevenin arkasını çevirdiğinde ise yeni bir mektup bulur.
Bu mektupta annesi Diana'ya olmak istediği kişi olması gerektiğini öğütlüyordur. Diana mektubu okuduktan sonra Mary'i bulmuştur. Mary en başından beri Diana'dan başkası değildir. Yalnızca Diana, gözlerin üzerinde olması için başkası olabilen birisi iken, Mary asıl Diana'dır.
Bunun üzerine Diana kendi yaşadıklarının hikâyesini yazmaya karar verir. Aslında finali, Diana'nın mektubu okumasıyla biten kitabın, son sözünde bundan bahsedilir. Diana bir gün sahile indiğinde, tamamı sahil resimlerinden oluşan bir sergi görür. Resimlerin ressam Mathais'in olduğunu hemen anlamıştır. Hızlıca Mathais'i bulduğunda, genç adamın bir alıcıyla konuştuğunu görür. Mathais en güzel tablosunu çizdiği yere geri dönmüş ve sergisini burada açmıştır.
Mathais en güzel eserini tam satacak iken, Diana'yı görür ve satmaktan vazgeçer. Çünkü ona göre, tamamlanmamış bir eser satılmaması gereken bir eserdir ve Diana'yı gördüğünde, aradığı o ışığı bulur ve eserini tamamlamadığına karar verir. Çünkü Mathais tüm sahil resimlerinde tek bir martı çizmiştir. Bu martı kendisini temsil ediyorken, Diana'yı gördüğünde ikinci martıyı çizmesi gerektiğini düşünmüştür.
Aynı şekilde Diana'nın hikâyesi de Mathais'i görene kadar tamamlanmamıştır. İki genç Diana'nın evine giderler. Mathais önüne oturduğu camdan dışarıyı izleyerek ikinci martıyı çizerken, Diana'da hikâyesinin sonunu yazıyordur. İki sanatçıda eserlerinin son noktasını koyarken, yazarımız Serdar Özkan birinci kitabı burada bitirir.
Bu kitap, okuduktan sonra vay be diyeceğiniz kitaplardan. Bir süre içinden çıkamayacağınız, okudukça okumak isteyeceğiniz bir kitap. Kitabın sonuna dek neler olabileceğini tahmin edemiyorsunuz. Siz iki kardeşin duygusal kavuşmasını beklerken, yazar size bir kişinin kendisiyle olan şaşırtıcı kavuşmasını sunuyor. İddiasını sonuna kadar ortaya koyuyor ve sizi şaşkına çeviriyor. Kapağını kapattığınız an kendinizle baş başa kalıyor ve kendinizi sorguluyorsunuz. İlk başta kurgu havada kalmış gibi geliyor ancak üzerine düşündüğünüz zaman ne kadar ince düşünüldüğünü anlıyorsunuz. Artı olarak güllerin anlattığı hikâyeler beni çok etkiledi kitabı okuduğumda. Mesela kokusunu kaybeden bir gül vardı. Bu gül, insanlar onun görüntüsünü beğensin diye kokusundan vazgeçmişti ve bunun farkında bile değildi. Oldukça derin ve anlamlı sözler barındırıyor. Belki de kitapta beni en çok etkileyen cümleler şunlardı;
"Bir dağ hayal et, zirvesindeki manzara çok güzel. Orada olmayı çok istiyorsun, ama zirveyi kendinden çok uzakta gördüğün için ümitsizliğe kapılıyorsun. Oraya nasıl olsa varamam deyip vazgeçiyorsun. Oysa zirveye varanların adımları seninkilerden büyük değildi. Ama onlar, o küçük adımları birbiri ardınca atmayı sürdürmüş kimselerdi. İmkânsızı gerçekleştiren mucizeler değil, sürekliliktir. Suya sarp kayaları deldiren de budur. Yirmi birinci yüzyıl insanlarına gülleri duyuranda..."
Bu kitap sanki bildiğimiz ama, kendimize söylemeye üşendiğimiz sözleri bize fısıldıyor. 500 sayfalık kitaplarda bulamadığımı şu 200 küsur sayfada buldum. Belki de kitapta eleştirebileceğim tek nokta, herkesin âlim gibi konuşmasıydı. Sıkacak kadar ağır sözler yoktu ancak insan düşününce, yahu bir yerde ki herkes âlim olur mu diyor.
Senagül YILDIZ
Metal Fırtına 5 Karanlık Savaş (Burak Turna) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili
Kitabın Adı : Metal Fırtına 5 Karanlık Savaş
Kitabın Yazarı : Burak Turna
Kitabın Özeti :
Kitaptan bir bölüm....
Uzaklarda fırtına bulutları toplanıyordu. Ufuk simsiyahtı. Bulutlar için için yanıyor, elektrik fırtınalarını adanın üzerine boşaltmak üzere sert rüzgar eşliğinde hareket ediyordu. Bir gün önce ıssın kumsalı yakıp kavuran güneş, çok uzaklardaydı şimdi.
Adanın etrafı mercan kayalıklarıyla çevriliydi. Kuzeyindeki kayalık alanın hemen altında uzanan kumsalda ise yılın belli dönemlerinde sörf dalgaları oluşurdu. Normal şartlar altında dünyanın turizm cennetlerinden birisi olabilecek bir köşeydi burası. İsmi yoktu. Haritalarda görünmüyordu. Sakinleri ki pek de sakin insanlar oldukları söylenemezdi doğrusu, buraya kısaca ada derdi ve onların hayatlarında bu şekilde adlandırdıkları başka bir coğrafya parçası olmadığı için de nereden bahsedildiğini anlamakla çok zorlanmazlardı.
Nereden bakılırsa bakılsın, adada bir hayatın olduğuna dair izleri görmek son derece zordu. Bunun nedeni oldukça basitti aslında, bu adadakiler, dünyanın geri kalanından izole edilmiş insanlardı. Tam olarak insan oldukları söylenebilir miydi? Adanın kurucuları için bile bu konuda bir kesinlik yoktu. Dünyanın geri kalanından izole edilmiş canlılar… Hızlı, keskin duyuları olan, acımasız, yarı ölü savaşçılar. Bir çeşit kardeşlik kabilesi, bozulmuş bir gerçekliğin çıkıntısı genetik pislikler… Tanımların hepsi de onlara uygundu.
Adanın çoğu ormanlıktı. Ağaçlar hayli sık ve gökyüzünden takip edilmeyi imkansız kılacak kadar sıktı. O ormanın içinde pek çok yerde, yer altı merkezlerinde ada sakinlerinin yaşadığı, eğitim gördüğü barınaklar vardı.
Bu barınaklar, asla normal bir insanın hayalinde canlanabilecek yerler değildi. Sık ağaçların ve sarmaşıkların İçinde, belli belirsiz seçilebilen, otomatik açılan çelik gizli bir kapıdan girdikten sonra, uzun, sürekli kıvrılarak ilerleyen bir koridorda yürümeniz gerekirdi… Ve bu yürüyüşün sonunda hiçbir yere yaramayabilirdiniz. Çünkü o kapının yapılış amacı sizi hiçbir yere çıkarmamaktı. Eğitmenler, ellerindeki insanları birer robota, birer hayalete ya da bir avcıya dönüştürmek için, henüz keşfedilmemiş, veya tarihin derinliklerinde keşfedilmiş ve sonra unutulmuş taktikler kullanıyorlardı.
Duvarları boş bir odada, tek başına küçük bir çocuğun bir ay boyunca oturması, onu nasıl bir varlığa dönüştürürdü sorusunun cevabını eğitmenler çok iyi biliyordu.
Sakinlerin tek görevleri, hatta tek varlık sebepleri, kendilerine iletilen emirleri hiçbirinde düşünmeden, yargılamadan ve sınır tanımadan yerine getirmeye çalışmaktan ibaretti.
Uzun süredir adada eğitimler durmuştu. Bunun sebebi yüzlerce vahşi savaşçının ya da kendilerine denmesinden hoşlandıkları gibi Ölü Şövalye’nin savaşa hazır halde bekliyor olmasıydı. Zamanı gelince, çok büyük bir stratejik harekâta girişeceklerdi. Kim için çalıştıklarını asla bilmeyeceklerdi. Beyinleri o kadar pürüzsüz hale getirilmişti ki, baştan ölü olduklarını kabul etmişlerdi. Bu nedenle de kendilerini ölümsüz olarak görüyorlardı.
Yağmur yağmaya başladı. Öylesine şiddetliydi ki bu coğrafyanın yağmurları, görüşü birkaç metreye kadar düşürürdü. İşte o zamanlarda, ada sakinleri yer altı eğitim alanlarından çıkarlar ve sıfır görüşlü bu ortamda şiddetli savaş eğitimleri alırlardı. Ormanın içinde, şiddetli yağmur altında, dünyada kaybolmuş ama burada uygulanan yakın dövüş taktikleri, atış eğitimleri yaparlardı.
Zamanı geldiğinde bir denizaltı adaya yaklaşacak, onları hedef bölgesine götürüp bırakacak ve onlar da önlerine gelen her şeye ateş ederek kim bilir hangi stratejik ve siyasi hareketlenmeye neden olacaklardı.
Adanın yer altı tünellerinde Özel bir oda vardı. Gözle görülemese de ince ve ayrıntılı bir araştırmada ileri derecede karmaşık teknolojiler sayesinde dinlenemez, gözetlenemez bir odaydı.
Elan Rahu, çok gizli toplantılarını bu odada gerçekleştiriyordu. Toplantıya katılanlar ise genelde sıra dışı yollarla adaya gelirdi.
Toplantı başladığında Elan Rahu’nun eski rahat duruşundan eser yoktu. Türkiye operasyonu neredeyse tamamen başarısız olmuş, Amerika’daki rahatı da kaçmıştı. Adamlar onun hemen hemen bütün barınma yerlerini öğrenmişlerdi. Burayı biliyorlar mıydı acaba? Gri takım denen sınır tanımazlar, buraya gelmeye de cesaret ederler miydi? Bu onlar için kesin son olurdu. Bu adadaki savaşçılarıyla, hem de yüzlercesi ile başa çıkmaları imkansızdı. Adaya küçük bir donanma saldırsa bile savunma yapabilecek durumdaydılar. Ormanın içinde kamufle edilmiş bir radar ve deniz savunma füze bataryası, kendilerine yaklaşacak gemileri anında batırabilirdi. Gri Takım’ın kendinde oluşturduğu bu psikolojiden nefret ediyordu ama yapabilecek bir şeyi yoktu. Mutlak karşılaşma olursa eğer, o da son kozunu kullanırdı. Herkesten akıllı olduğunu düşünüyordu. Tüm seçenekleri tükendiğinde ve mağlup edilmek üzere olduğunda kullanacağı son bir seçeneği vardı. Bunu asla kullanmamayı umuyordu.
Elan Rahu’nun konuklarının yüzlerinde sorgulayan ve acımasız ifadeler vardı. Rahu’yu, uzun süredir finanse etmişler, işlediği suçları görmezden gelmişler ve büyük bir özerklik tanımışlardı ama şimdi sorgu zamanı gelmişti. Elan Rahu da bunun farkındaydı. Konukları yabana atacağı ya da oyunlar oynayacağı kişiler değildi. Komplo teorisyenleri hep Elan Rahu ve onun yaptıkları üzerine düşünebilirlerdi, oysa bütün işin başında şu karşısında oturan yaşlı ama kendilerine çok iyi bakıldığı belli olan insanlar vardı. O adamlar da çok daha geniş bir bağlantı ağının üst düzey temsilcileriydi. Dünya üzerindeki stratejik dinamikleri belirleyen stratejik ortaklık bağlarının taşıyıcılarıydılar.
Elan Rahu onlardan değildi. Açıkçası kendisini biraz aptal bir adam olarak gördüklerini biliyordu. Kullandıkları ve gerektiğinde çöpe atabilecekleri bir adam. Elan Rahu’nun babası bu insanlara ve onların emperyal hedeflerine hizmet etmişti. Bütün bunları da kendi halkına bir faydası olsun diye yapmıştı. Hedeflerine ulaşmışlardı da doğrusu. Eu adamların verdikleri sözü tutmamaya ihtiyaçları yoktu, çünkü bir şey yapacaklarını söylüyorlarsa bunu yapıyorlardı ve genelde bu yaptıkları kendi çıkarlarına hizmet ediyordu. Eğer çıkarlarına hizmet edecekse, çok rahatlıkla şeytan ile bir ortaklık kurar ve şeytanın amaçlarını gerçekleştirmesi için ellerinden geleni yaparlardı; tabii şeytanın da sonunda onların çıkarlarına mutlak hizmet etmesi koşuluyla.
İçlerinde en yaşlı görünen ayağa kalktı ve son derece soylu bir duruş takınmaya çalışarak konuştu.
“Kardeşlerim,”
Bunu söylerken Elan Rahu’ya değil, diğer konuklara bakmıştı. Bu doğaldı aslında, hepsi de aynı veya birbirine yakın kolejlerin mezunuydular. Politik dostluklarının temeli de o okullarda atılmıştı,
“Stratejik ortaklığımızın üzerindeki yükün gittikçe arttığı bir dönemdeyiz. Dizayn edilen yeni savaş doktrinleri ve doğu seferi, istenilen etkiyi oluşturamıyor. Karşımızdaki cephe, bir yandan sarsılır ve isteklerimize boyun eğer görünürken, diğer yandan kendi aralarında gizli görüşmeler yürütüyorlar. Bu çok tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Aynı bir çığın oluşması gibi gözle görünmeyen sert bir tabaka oluşursa, bu tabaka kayacak ve bizi aldatacak olan yumuşak tabakayı yerinden ederek bir anda inanılmaz bir değdim yaratacaktır.”
“Çok doğru söylediniz.” Yuvarlak gözlükleri ardından dünyaya, sıradan insanların bakışlarından başka algılarla baktığı belli olan yaşlı adam söze girdi.
Orkun Uçar ve Burak Turna'nın Yazdığı Metal Fırtına Kitapları Nelerdir? öğrenmek için tıklayınız....
Metal Fırtına 4 Turan (Orkun Uçar) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili
Kitabın Adı : Metal Fırtına 4 Turan
Kitabın yazarı : Orkun Uçar
Kitabın Özeti :
Kitaptan bir bölüm....
10 Ocak 2013 Saat: 15.15 Mathan Phillips Meydanı Toronto
Conney Clarkc görkemli belediye binasının önünde park etmiş olan devriye arabasında bekliyordu. Öğle yemeğinden beri diliyle dişini kandırıyordu. Dışarıda hava çok soğuktu. Gözünü kısarak gri gökyüzüne baktı. Meydanı, bulutlu Toronto gecesinde gökyüzüne benzetti; oraya buraya serpiştirilmiş yıldızlar gibi dağınık ve rastgele birkaç insan.
Aracın içi de soğuktu ve kalın giysileri yüzünden dar koltukla rahat edemiyordu. Derin bir iç çekti. Canı sıkkın, kafası karışıktı… Sam’le boşanmalarının üzerinden beş ay geçmişti ve dört yaşındaki küçük Ashley üç gündür hastaydı. Bugün hastaneye gitmişlerdi ve Conney onlardan haber bekliyordu. Minik kızın vücudunda yine yıldızlar gibi rastgele kızarıklıklar çıkmış» ve onun için gerçekten endişeleniyordu.
David Dobson parmağındakî yüzükte camı tıklattığında, irkildi. Bir anda kızının görüntüsünü siliveren adama sinirlenerek baktı. Dobson’ın iki elinde iki büyük boy kahve vardı. Clarkc uzanıp kapıyı açtı. Dobson önce kahveleri uzattı, sonra içeri girdi. Her soluk alıp verişinde ağzından ve burnundan buhar çıkıyordu.
“Polise bak… Amma ürkek…” diye takıldı.
Clarke sadece kahve için teşekkür etli ortağı kapıyı kapatırken. Clarke’tan on beş yaş kadar büyük olan Dobson neşeli, çok fazla derdi olmayan bir adamdı. Bazen bu rahatlığı sinir bozucu olabiliyordu.
“Yine Ashley’yi düşünüyorsun?”
“Evet.”
“Buna paranoya denir Conney. Bir saat içinde onun bir şeyinin olmadığını öğrenirsin. Ama bu bir saati kendine ve bana zehir etmek istiyorsan lamam, endişelenmeye devam et.”
“Sen de gördün o lekeleri.” dedi Conney. Dobson’ı suçlayarak. Sesinin, istediğini elde etmeye çalışan bir çocuğunki gibi çıktığını fark edince bir an utandı.
Hastalıklardan böylesine korkmaya başlamasının sebebi iki ay önce aldıkları terör kursuydu. Eğitimlerinin bir günü bu eylemlerin ayrıntılı anlatımına ayrılmıştı. Nükleer ve kimyasal bombalar, şehir su şebekesine karıştırılan zehirler, yıllarca adım adım sürdürülen biyolojik komplolar… Geçmişte yapılan eylemleri öğretmişler, kameraya alınmış deneyleri göstermişlerdi o gün.
Kurbanların başına gelenler ve gelebilecekler bir korku filmi havasında, uzun uzun tasvir edilmişti. Kavrulmuş bedenler görmüşlerdi, göğsünden üçüncü bir bacak çıkmış bir bebek, tamamen kurumuş, yirmi kiloluk adamlar… Ve şu an, izledikleri arasında en iyi hatırladığı, vücudu kırmızı ve kabarık lekelerle kaplı bir cesetti.
İnsan o kurstan sonra sağlıklı nefes alabildiği her anı mucize olarak görüyor ve öksüren birinden bile korkuyordu.
“Unut bunu. Kahveni iç. Bir kontrole daha çıkmamız gerekiyor.”
Clarke bardaktaki sıcak sıvıdan sessizce bir yudum aldı ve tekrar meydanı izledi. Etrafta ancak yirmi kişi vardı. Çekik gözlü bir çift havuzun kenarında biraz durduktan sonra köşede gözden kayboldu. Yedi sekiz yaşlarında bir çocuk havuzun kenarında Olurmuş, eldiveninin kirlenmesini umursamadan yere sürterek oynuyordu. Üzerine giydiği gocuğu öyle sarılmıştı ki, minik bir hacıyatmaz gibi görünüyordu. Esmer, genç bir adam meydanı ortadan keser gibi yürüyordu. Dobson, Arap olduğu anlaşılan bu adamı işaret ederek, “İşle terörist.” diye şaka yapmaktan geri kalmamıştı. Clarke, onun dediklerini umursamıyordu. Şimdi, havuzun diğer tarafındaki adamı gözleriyle takip ediyordu. Adam uzun kenar bitince kısa kenar boyunca döndü. Ve devriye arabasının olduğu tarafa doğru yürümeye başladı. Başı önündeydi ve oldukça hızlı yürüyordu. Muhtemelen bankaya ya da herhangi bir yere gitmek için işinden on beş dakika izin almış bir Kanadalı olmalıydı. Devriye işine başladığından beri tahminler yürüterek zaman geçirmek onun eğlencesi olmuştu.
Kanadalı olduğunu düşündüğü adam başını kaldırdı ve bir an Clarke. onunla göz göze geldiğini düşündü. Aralarındaki mesafe çok fazlaydı, bundan ıam anlamıyla emin olamazdı. Ama küçük bir duraksama mı fark etmişti?… Hayır, adam yürüyordu yine işte. Sanki devriye arabasını gördüğünde duraksamış mıydı?… Duraksadıysa bile şimdi ellerini ceplerinde ovuşturuyor, hızla ilerliyordu. Polis arabasına bir kaçamak bakış daha mı atmıştı?… Clarke paranoyasından ulanmasına rağmen kendine engel olamadı. Ortağını dirseğiyle dürttü ve başıyla adama bakmasını İşaret etti.
Yabancı ile araba arasında on metreden az bir mesafe kalmıştı. Dobson dikkatle adama baktı ve onunla göz göze geldi. Adam başını diğer tarafa çevirirken Dobson gülümsemiyordu arlık. Yanlarından geçerken adamın yüzünü görebildiler. Yüzü kızarmış ve terliyordu. Eksi üç derecede terliyordu! Yürüyüş ünde ki tuhaflık şimdi daha hastalıklı göründü Clarkc’a. Adam arabanın yanından geçerken. “Bakalım mı?” diye sordu Dobson’a.
“Ben bakarım.” dedi ve kapısını açtı ortağı.
“Hey! Bayım!” diye bağırdı. Birkaç metre ilerideki adam neredeyse sıçramıştı. Bu sırada Clark e da indi arabadan. Adam omzunun üstünden geriye baktığında Dobson’ın eli o omza dokunmak üzereydi.
“Hasta mısınız? İyi görü umuyorsun uz.”
Adam yutkundu. Bakışları anlamsızdı. Hızlı hızlı soluk alıyor ve yüzünde gerçek ter damlaları görünüyordu.
“İsminiz nedir? Ben polis memuru David Dobson.”
Adam elini kaim parkasının cebine doğru götürdü. Dobson bir adım geri çekilirken adam cebinden çıkardığı saydam bir tüple koşmaya yeltendi. Dobson. onu parkasından yakaladı, ama adam ani bir tepkiyle onu silkli. Elleri çarpışınca saydam tüp yere düştü. Şüpheli anında koşmaya başlamıştı ve Dobson da ne yapacağını bilemeden arkasından koştu. Devriye ortağı da biraz geriden onlara katılmıştı.
Clarkc yere düşen saydam tüpün üstüne basınca tüp kırıldı. İçindeki kehribar renkli sıvının bir kısmı Kanadalı polisin ayak tabanına yapıştı, geri kalanı ise zemindeki çatlaklar arasında birkaç saniye boyunca su gibi kıvrıldı ve sonra aniden gözle görünür biçimde buharlaştı.
Dobson. adamı parkasının kapüşonundan yakalayıp döndürdüğünde şüphelinin gözleri kocaman açılmıştı. “Bırak beni geri zekâlı!” diye bağırırken, deli gibi çırpınıyordu. Dobson şaşkınlıkla adama neler olduğunu sormaya çalışırken güreşiyor gibi görünüyorlardı. Bu sırada Clarke’ın korkunç bir öksürük nöbetine tutulduğunu fark ermişti. Ona doğru baktığında ortağının koşmanın da hızıyla yere yığıldığını gördü. İlk kurban kızı değil, kendisiydi.
Dobson’in ortağına yardım etmeye vakti olmadı. Yakaladığı adamla birlikte bir öksürük nöbetine tutuldu. Biraz sonra yirmi metre ileriden onları izleyen otuzlu yaşlarda bir kadın da kan tükürmeye başlamıştı. Havuzun başında oturan çocuk önce nefesinin kesilişini, ardından ciğerlerindeki cehennemi yanmayı hisseni ve bağırmaya çalışırken ancak içini parçalarcasına öksürebildi. Yaklaşık bir dakika içinde meydandaki herkes kan tükürerek yere yığılmıştı.
11 Ocak 2013 Saat: 02.15 Tanrı Dağları Kırgızistan
Zifiri karanlık bir geceydi. Dağın eteklerine kurulmuş bir grup çadır donmuş bir manzara oluşturuyordu. Sadece bidonlarda sönmeye yüz tutmuş közlerden yayılan kızıl alevler hafif bir aydınlık sağlıyordu.
Çin ordusuna ait yeni geliştirilmiş, olağanüstü sessiz, siyah bir helikopter çadırların bir kilometre ötesinde havada asılı kaldı. İçeride siyahlara bürünmüş silahlı adamlar da. tıpkı pilot gibi gece görüş gözlükleri takıyorlardı.
Araç yere iyice yaklaştı. İçerideki adamlar son derece ustaca atlayarak mevzi almaya başladılar. On beş kişi de iner inmez helikopter yükseldi.
Her hallerinden eğitimli oldukları anlaşılan adamlar hiç konuşmuyor, sadece el hareketleriyle çadırlara doğru stratejik bir yayılımla ilerliyorlardı.
En büyük çadıra elli metre kadar yaklaşıp otomatik silahlarım kaldırdılar. Birkaç saniye içinde burası cehenneme dönecek panik içinde kaçmaya çalışanlar tek tek öldürülecekti. Kimsenin sağ kalmaması İçin kesin emir vardı.
Ekip lideri kolunu diğerlerine uzatıp parmaklarını açtı. Yumruk yaptığı anda ateş başlayacaktı. Diğerleri onu gözlüyordu, ama birdenbire beklenmedik bir hareketlilik başladı. Adamlar şaşkınlıkla liderlerinin kafasının boynundan kayıp yere düştüğünü ve bedeninin yana devrildiğini gördüler.
Liderlerinin tam önündeki toprak sanki canlanmış ve onu öldürmüştü. Neredeyse topraktan biten bir gölge korkusuzca ayağa kalktı. Elindeki kısa kılıçtan hâlâ kan damlıyordu. Saldırganlar hemen ona nişan alıp ateş etmeye başlarken yuvarlandı ve aralarına karıştı. Kılıcını savurdukça birilerini biçiyordu.
Avcılar av olmuştu. Bitirici darbe güçlü projektörlerin yanmasıyla geldi. Gece görüş güzlükleri güneş gibi aydınlanınca birkaç saniyeliğine görüşlerini kaybettiler. Hemen gözlüklerini çıkarmaya başladılar, ama katil durmuyordu. Kılıç her savruluşunda birinin canını alıyordu.
Saldırganlardan sadece beşi sağ kalmıştı ki, bu kez tepelere mevzilenmiş keskin nişancılar onları tek tek vurdu.
Koray çıplak vücudu kurbanlarının kanıyla boyanmış halde ayakta duruyordu. Çekik gözlü cansız suratlara baktı. Çin gizli istihbarat servisi GRI’ya bağlı ölüm timiydi bu. Saldırıyı bekliyordu, ama kurdun inine böyle girilmezdi. Üzerinden geçen bir karaltı hissetti. Keskin nişancılar ateşe başlamasına rağmen pilotun roket atacak zamanı oldu. Tam oraya koşuyordu ki karargâh olarak kullandığı büyük çadır gürültüyle havaya uçtu.
Patlamanın şok dalgalarıyla yere yuvarlanmıştı. Alevlerin aydınlattığı çadırın arkasından roketatarı ile bir adam fırladı ve helikoptere nişan aldı. Aynı anda üç ayrı noktadan daha roket gönderilmişti. Helikopter manevra yapmaya vakit bulamadan patladı.
Koray yanan çadırına baktı. Başardılar, diye düşündü. Saldın en azından bir hedefine ulaşmıştı… Çadırla birlikte uzun zamandır biriktirdiği bütün kanıtlar da yok olmuştu. Artık ne varsa onun kafasının içindeydi. Kaçınılmaz olan gerçekleşecekti.
Bu sırada Sincanlı Ali yanına yaklaştı. Ağlıyordu. Saldırıyı onun sayesinde öğrenmişlerdi. Çinliler ondan bu gece Kızıl Şaman’ı öldürmesini ve cadın patlatmasını istemişlerdi. Yoksa, rehin tuttukları ailesini öldüreceklerdi. Anne. babası ve beş küçük kardeşini. Ali tüm sevdiklerinin öleceğini bile bile planlarım Koray’a anlatmıştı. Tabii o sadece yedek plandı. Esas işi bu ölüm timi yapacaktı.
Koray. Ali’ye sarıldı. Sarsılarak ağlarken yavaşça yere oturttu onu.
Kızıl Kurtlar yanına gelmişlerdi. Baskını geri püskürtmüşlerdi, ama Ali’nin durumunu bildikleri için hiçbiri sevi nem i yordu. Koray, Çinlilerin kafalarını kesip GRİ Başkanı General Zhao Xiong Wei’nin Pekin’deki evinin önüne bir sandık içinde bırakılmasını emretti. Bu bir meydan okumaydı. Koray’ın hazırlıklar için biraz daha zamana ihtiyacı vardı ve bunu elde etmeliydi.
23 Ocak 2013 Saat: 10.20 Eğriçimen Yaylası Sivas Kar geceden beri gücünü iyice artırmış, olanca hızıyla yağmaya devam ediyor ve iri. pamuksu kristaller yerdeki öncülerinin üzerinde birikiyordu. Kar kalınlığı bir metreyi geçmişti. Ağaçların, kurtların, rüzgârın ve boşluğun durağan sesini periyodik “çat” sesleri bölüyordu tepede.
Eğri çimen’de bu mevsimde kimsecikler yoklu. Bir tek o garip adam kalmıştı.
Ev, yayladaki diğer evlere oldukça uzakla, yaylanın dışında sayılabilecek bir noktada gururla dikiliyordu. Diğer evlerin çoğundan daha büyüktü. Bacasından tüten duman, çalısındaki kaim kar tabakası ve pencere pervazlarındaki bembeyaz birikintilerle kartpostallara yaraşır bir görüntüye sahipti tepenin başında.
Evin pencereleri sımsıkı kapatılmıştı. Alı kat odunluktu ve “çat” seslerini çıkaran da şu an odunlukta bulunan o garip adamdı.
Adam kırklarında görünüyordu; belki biraz daha genç belki de biraz daha yaşlı olabilirdi. Yüzünde yaşlı görünen, tükenmiş genç adamlara özgü sahte bitkinliğin yanı sıra genç ve dinç görünen yaşlı adamlara özgü sahte bir canlılığı da taşıyordu. Kesin olan bir şey varsa, o da ciddi göründüğüydü. Sıkıcı bir düzen içinde yandaki yığından bîr odun parçası alıyor, onu kütüğe dik biçimde koyuyor ve baltayı olanca gücüyle indiriyordu. Hiç de güçsüz görünmeyen odunlardan bir hamlede kırılmayan henüz olmamıştı. Adam kırılan odunları öndeki yığına alıyordu. Belli ki odunları dizmek gibi bir sorunu yoktu. Alan oldukça genişti.
Uzun boylu ve yapılı adamın üzerinde mevsime göre ince sayılabilecek bir gömlek vardı. Soğuğa rağmen alnından yer yer ter damlacıklar süzülüyordu.
Yeterince odun kırdığına karar vermiş olacaktı ki, etini beline attı. Biraz durduktan sonra da baltayı duvara dayadı, epeyce bîr odunu kollarının arasına alarak yıkıldı yıkılacak gibi duran merdivenden yukarı çıktı. Üstündeki tozların eve dökülmesini istemezmiş gibi kucağındakileri hızla şöminenin yanındaki belli ki odun koymak için yapılmış olan havuza attı ve gömleğiyle pantolonunu da buraya silkeledi.
Ev son derece düzenli görünüyordu. Yerler sıcak renkli halılarla kaplıydı. Şöminenin olduğu salonda büyük bir kanepe duvara dayanmıştı. Ayrıca pencerenin önünde de bir okuma koltuğu vardı.
Salonda büyük bir kitaplık göze çarpıyordu. Rafların tamamı doluydu. Kitaplıktan sonra ilk göze çarpansa şüphesiz ağır sobaydı. Şu an şömine yanmıyordu, ama bu soba uzaktan bakınca bile sıcacık görünüyordu. Şöminenin Üstünde bir tavşan derisi asılıydı. İki çifte duvara çakılmış çivilerle çapraz asılmıştı.
Adam salondan çıktı ve içerideki banyoya girdi. Banyoda sıcak su, silindir şeklînde bir banyo sobasından sağlanıyordu. Bu soba, temiz beyazlığı ve kamara penceresi gibi kapısıyla orada duran çamaşır makinesiyle tezat oluşturuyordu. Şüphesiz banyoda çamaşır makinesi olup da salonda televizyon olmaması ilginçti…
Orkun Uçar ve Burak Turna'nın Yazdığı Metal Fırtına Kitapları Nelerdir? öğrenmek için tıklayınız...
Metal Fırtına 4 Gizli Güç (Burak Turna ) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili
Kitabın Adı : Metal Fırtına 4 / Gizli Güç
Kitabın Yazarı : Burak Turna
Kitabın Özeti :
Kitaptan bir bölüm...
Yarı açık pencereden içeriye giren rüzgar kağıtları etrafa saçıyordu. Güzel bir eylül sabahıydı. Sıcak yazın etkilerinin hissedildiği, ama insanların biraz daha rahat nefes alabildiği bir sabah.
Çalar saat susalı çok olmuştu. Hakan uyanmak İçin gerçekleştirdiği bilinçaltı çabaların hiçbirisinde başarılı olamamıştı. Gözlerini araladığında, işe geç kaldığının farkına varamadı önce. Odaya dolan hava uyuşturmuştu onu, ruhunun derinliklerine sızmış ve kandırmıştı.
Gözleri tam açıldığında beyni de çalışmaya başladı ve yerinden fırladı. Yatakta hızla doğruldu ve ne yapacağını düşündü. Bu sefer kesin kovulacağım düşündü. Sırt üstü gerisin geriye devrildi.
“İçimde hiç enerji yok. İşe gitmek istemiyorum.”
Son zamanlarda kendisini iyi hissetmiyordu. İstediği şeyleri yapmak için gereken motivasyonu bulamıyordu. İsteksizlik yaşıyordu her konuda… Sıkıntılıydı sürekli. Beyninin içinde garip bir baskı hissediyordu.
Hakan’ın düşünceleri ile başına gelenler arasında zaman zaman paralellik oluyordu. Neden sonuç bağlantısı biraz karmaşıktı gerçi. Önce düşünce, sonra gerçek mi meydana geliyordu, yoksa düşünceleri nedeniyle gerçekleri öyle mi algılıyordu, bilemiyordu. Ama kötü bir şeyler hissederse, kötü bir şeyler oluyordu.
Bu nedenle zihnindeki yoğunluğu ciddiye almamazlık edemiyordu. Eskiden kısa sürerdi. Ama son zamanlarda başlayan sıkıntı, çok uzun sürmüştü. Zaman zaman azalıyordu, sonra yeniden güçleniyor ve enerjisini bir sünger gibi emiyordu.
Yine bu düşüncelere dalıp, yatağın üzerinde hareketsiz kaldı. Ellerli kolları bağlanmış gibiydi. Zorlukla ayağa kalkıp, her gün yaptığı işlerini halletti. Kahvaltı kısmına geldiğinde yeni bir duvara takıldı. Fazladan enerji harcamasını gerektiren her şey, onu zora sokuyordu. Bunun daha ne kadar böyle devam edeceğini bilmiyordu. Bir şeyler olacaktı ve içindeki sıkıntı dağılıp gidecekti, ama ne olacaktı?
Hızlıca bir şeyler atıştırdı ve evden çıktı. Bisikletine atlayıp, yola koyuldu. Yağmur çiselemiş olmalıydı. Yerler nemliydi. Çalıştığı kitapçının önünden hızla geçip, içeriye göz attı. Kalabalıktı ve bu kötüydü. Berlin’deki Türkler’in kitap alışverişi yaptığı birkaç kitapçıdan biriydi çatıştığı yer. Patronu Hasan çıldırmış olmalıydı. Kasanın arkasındaki, endişeli ve panik halindeki yüzünü görebildi.
Garipti, Hakan ne zaman işe geç kalsa, dükkan kalabalık oluyordu. Bu durumla ilgili zihninde paranoid düşünceler oluşmaya başladı. Bazı şeyleri çok düşündüğünde de gerçekleşeceğine dair teorileri vardı.
Bisikleti dükkanının önüne bırakmak üzere geri döndü ve kapının önüne çıkmış olan patronu Hasan ile karşılaştı.
“Neredesin ulan?” diye bağıdı Hasan. Yüzü kıpkırmızıydı. Kalabalık nedeniyle çok gerildiği belliydi.
“Hasan Bey, vallahi uyuya kalmışım…”
Hasan fazla uzatmak istemedi. Kapıyı vurup içeri girdi. Hakan da peşinden gitti. Ama olayın orada bitmediğini hissediyordu. Evet, içindeki duygu daha da yoğunlaştı.
Birkaç saatlik yoğunluğun ardından ortalık sakinleşti, Hakan, bankonun arkasında oturmuş yaptığı işlemleri kontrol ediyordu. Patronu Hasan da dükkanın arkasında birşeyler yapıyordu. Başını kaldırıp dükkandan dışarı baktı, sonra işine devam etti. Dükkanın önünden korkuyla geçen birisi dikkatini çekti. Bir an için yüzünü görebildi. Başını tekrar kaldırdı. Kimse yoktu. Hakan tam başını önüne eğecekti ki, iki adamın hızla dükkanın önünden geçtiğini gördü. Az önce korku dolu yüz ifadesi ile geçen adamla bağlantı kurması zor olmamıştı.
Birkaç saniye bekledi. Duramadı. Ayağa kalkıp kapının Önüne gitti Dışarı çıktı ve giden iki adamın ardından baktı. hızlı hızlı yürüyorlardı. Sonra dukanın önünden korkuyla geçen diğer adamı seçebildi. Bir yandan arkasına bakıp diğer yandan hızlanmaya çalışıyordu korkulu adam ve arkasındaki iki kişi avlarının ellerinde olduğuna emin bir şekilde, dikkat çekmemeye çalışarak takibi sürdürüyordu.
Başına bela aradığım düşündü. Polisi aramayı aklından geçirdi, ama Alman Polisi ile uğraşmak istemiyordu.
Dükkana girdiğinde, patronu tanı karşısında duruyordu.
“Ne oldu lan, artık işi gücü iyice boşladın. Eğer çalışmak istemiyorsan çek git, senle mi uğraşacağım?”
Hakan duyduklarına inanamıyordu.
“Ama Hasan Bey…” diyebildi sadece.
“Hadi oğlum, hadi bırak git buradan.”
İri yapılıydı Hasan, fazla karşı koyulmazdı.
“Şimdi git, sonra ben yokken gel, muhasebeci ile konuş, al paranı. Sinirlerimi bozdun zaten.”
Hakan, Hasan’ın gözlerinin içine bakmamaya Özen göstererek dükkandan dışarı çıktı. Soğuk bir rüzgar esti. Şimdi daha da sertti. Önce sağına baktı, birinin önde diğerlerinin de onu takip etliği üç kişinin gittiği yöne. Bir de sola baktı, onu evine götürecek yola.
Uzun süredir yaşadığı ruh halinin etkisi miydi bilmeden bisiklete atladı ve yavaşça pedal çevirerek sağa doğru ilerledi. Görüş alanındaki adamlardaydı gözleri. Yoldan sağa dönmüşlerdi. Bir an için gözden kayboldular. Pedalları daha hızlı çevirmeye başladı ve görebileceği takip mesafesini sürdürdü. Fakat sadece korkulu adamı takip eden o iki şüpheli adamı gördü. Peşinde olduklarına inandığı adam ortada yoktu. Başka bir sokağa dönmüş olmalıydı.
Adamların ikisi aynı anda arkasına döndü ve Hakan’la göz göze geldiler. O an Hakan’ın ruhunun derinliklerinde bir şimşek çaktı sanki. İçinde biriken o garip enerji, harekete mi geçmişti yoksa..?
Orkun Uçar ve Burak Turna'nın Yazdığı Metal Fırtına Kitapları Nelerdir? öğrenmek için tıklayınız...
Metal Fırtına 3 - Karşı Saldırı (Burak Turna) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili
Kitabın Adı : Metal Fırtına 3 - Karşı Saldırı
Kitabın Yazarı : Burak Turna
Kitabın Özeti :
Kitaptan bir bölüm...
AKDENİZ ÜZERİNDE BİR NAKLİYE UÇAĞI
ŞİMDİKİ ZAMAN
Uçağın içindeki askerlerin hepsi gözlerini tek bir noktaya dikmiş, derin düşüncelere dalmışlardı. Çoğu ailelerine bile haber verecek zamanı bulamamıştı. Onlara telefon etmek için birkaç dakika verilmişti ve ailesi ile haberleşebilenler çok şanslıydı.
Kimsenin bilmediği, çok gizli bir askeri birliğin en seçkin askerleriydi hepsi de. Uçağın içindeki atmosferde garip olan bir şeyler vardı. Hepsi de yakın zaman öncesindeki şiddetli çatışma ortamında daha da bilenmiş olan askerler, şimdi barış zamanı görevleri olan gizli operasyonlardan ilkine gidiyorlardı. Akdeniz’in yüksek semalarında, otuz kişilik özel askeri birliğin kalbi aynı şey için atıyordu.
Afrika’nın Atlas Okyanusu’na bakan yüzünde bulunan Gambiya’daki Türk Jandarma Eğitim Birligi’nden subaylar, garip bir şekilde bölgedeki silahlı bir grup tarafından esir alınmışlardı. Buna kimse anlam veremiyordu. Gambiya hükümeti devreye girmiş, ancak silahlı grubun çok güçlü olması onları bir operasyon yapmaktan alıkoymuştu.
Bunun üzerine gizli Türk askeri timi, acil biçimde yola çıkarılmıştı. Kaybedilecek zaman yoktu. Türk askerlerinin bir an önce kurtarılması gerekiyordu. Bölgede yelerince istihbarat çalışması yapılmamıştı ve silahlı grubun istediği fidye ödenemeyecek büyüklükleydi. Verdikleri zaman hızla doluyordu.
Gizli askeri tim, ordu içinde “Şahinler1′ olarak biliniyordu. Bu otuz asker neredeyse birer gölge savaşçıydı. Dosyalan çok gizli birimlerde tutuluyordu ve en üst düzey subaylar dışında operasyonları hakkında bilgi sahibi olan neredeyse yok gibiydi. Dünyada çok az askeri birliğin cesaret edebileceği harekatları rahatlıkla başarmışlardı. Onları çok daha etkin kılan şey ise, otuz kişilik birliğin aynı zamanda çok İyi birer sivil ajan görünümünde çalışabilin esiydi. Bu dünyada eşine rastlanmamış bir durumdu. Böyle yetenekli bir askeri birliğin başaramayacağı iş yok gibiydi.
Komutan Ali, neden içim böyle sıkılıyor, diye düşündü. Hava güzeldi. Yolculuk iyi geçiyordu. Atlas Okyanusu üzerinden küçük bir tur atıp havaalanına ineceklerdi. Başkent Banjur’daki havaalanına indikten sonra hızla kamyonlara allayacak ve askerlerin tutulduğu ve ülkenin en hareke di kenti olan Serekunda’ya geçeceklerdi.
Ali komutan aklında gereken planı yapmıştı. Oradaki askeri birimlerden de mümkün olduğuna) bil^i alınmıştı. Otuz kişilik Türk özel askeri birimi, kendilerine destek verecek olan 400 kişilik bir Gambiya jandarma kuvveti ile kurtarma operasyonu düzenleyecek ve sekiz kişilik Türk subay grubunu kurtaracaktı. Tabii her şey yolunda giderse. Karşılarında, kalaşnikof ve roketatarlarla donanmış yüz kişilik bir haydut birliği vardı.
Ali Komutan, burada yanlış olan bir şeyler var, diye düşündü. İstedikleri fidye çok yüksekli. Bu bölgede istenmeyen bir fidyeydi. Ve adamlar gayet rahat davranıyorlardı. Türkiye’den yardım geleceğini bile bile bu bekleyişi sürdürmeleri de garipti. Sanki Türkiye’den oraya bir yardım gelmesini istiyor gibiydiler.
İçindeki sıkıntı buydu işte; kimsenin panik halinde görmediğini düşündüğü bir ayrıntı vardı ortada. Türk Ordusu’nun bu en gizli birliğinin gittiği operasyon, ne yazık ki istihbarat açısından çok zayıf temellere dayanıyordu.
Ali komutan, askerlerine baktı. Hafif kırmızı ışığın aydınlattığı uçak içinde, dev cüsseleri ve o cüsselerini daha da büyük gösteren teçhizatları içinde, hepsi de kararlı ve vakurdu.
Saatler geçerken, Akdeniz’i geçmiş, artık Afrika anakarası üzerinde uçmaya başlamışlardı. Uzun yolculuğun etkileri görünmeye başlanıyordu askerler üzerinde. Sinirleri haddinden fazla gergindi. Bunun neden olduğunu kimse bilmiyordu. Normal şartlar altında, bu tür streslere karşı fazlasıyla dayanıklıydılar. Sanki profesyonel hisleri onların içinde kendi kendine bir şeyler söylüyordu. Bazı askerler teçhizatım ve kendisini saran pek çok kemeri gevşetip rahatlamaya çalışıyordu.
Bu tim içinde rütbe yoktu. Sadece Ali komutan vardı ve onun da rütbesi, hemen hemen her yerde generale eşitti. Yani askerlerin hepsi ona bağlıydı. Askerlerle arasında da görev dağılımı vardı. Silah ve teknik konulardaki uzmanlıklarına göre sınıflanmıştı şahinler. Uzun yılların verdiği beraber çalışma duygusuyla beraber derin bir empati ve iç iletişime sahiptiler. Herkes kimin nasıl hareket edeceğini çok iyi bilirdi. Ali, onların birer kardeş olduğunu düşünürdü. Kendisi de en büyük kardeş.
Biraz dolaşmak için ayağa kalktı. Sürekli hareketsiz kaldığı zaman ne kadar çok düşüncenin beynini işgal ettiğine şaşırdı kendisi de. Uçak türbülansa girmişti, en sevmediği durumlardan birisiydi bu Ali komutanın. Kötü hislerine bir de sarsıntının etkisi karışmıştı; şimdi iyiden iyiye can sıkıntısı ile baş etmek zorundaydı. Uçağın en arkasında oturmuş, başını bacaklarının arasına alarak Oturan ve dua eden askerlerden birisine yaklaştı. Timin en cesur askeriydi Mahmut. Kimse onun karşı tarafında yer almak islemezdi. Korkunç bir görüntüsü vardı. Esmer, kalın yüz hattan ve dışarıdan taşlaşmış görünen kollarının yanı sıra, dev bir cüsseye sahipti. Genelde uçaksavarı o kullanırdı. Bir yere monte etmeden 12,7 mm’lik silahı ayakta rahat bir biçimde kullanabilen tek asker oydu. Ancak yakından tanıyanlar, hayatı boyunca kimseyi incitmediğini duyduklarında çok şaşırırdı. Gerçek bir çocuktu Mahmut. Şiddeti hiç sevmezdi. Belki çelişkili görünüyordu; ama şiddet uygulamanın, şiddeti hayatında kendini ispat etme yöntemi olarak kullananların, kendilerinden emin olmayan zavallı insanlar olduklarını düşünürdü. O mesleğini yapıyordu. Şiddeti hiçbir zaman ilk araç olarak kullanmazlardı. Ali komutan ise genelde Mahmut ile dertleşirdi; onun kendisini en iyi anlayan asker olduğunu düşünüyordu. Aralarındaki iletişim pek çok operasyon sırasında yararını göstermişti. Sayısız defa ölümden kurtulmalarının nedeni, çok uzaktan bile en basit bir mimiklerinden ne düşündüklerini anlamalarıydı.
Ali komutan, Mahmut’un yanına geldi ve oturdu. Mahmut toparlandı biraz, gülümsedi.
“Komutanım biraz tedirginsiniz.”
“Tamamen profesyonel oğlum.”
“Farkındayım, nasıl bir pisliğin içine gittiğimiz tamamen belirsiz değil mi?”
“Evet, birilerinin subaylarımızı esir aldığını biliyoruz. O kadar.”
“Evet, garip ve tehlikeli bir durum.”
“Çok tehlikeli. O nedenle gerginim. Dikkatli olmalıyız.”
“Her zaman öyle komutanım. Ama size bir şey itiraf edeyim
mi? Ben de aynı hisleri taşıyorum. Valla, bilmiyorum ama karşımıza her ne çıkacaksa çok dikkatli olmasında [ayda var. Çünkü ona karşı çok hazırlıklıyım ve inanamayacağı kadar sinirliyim.”
“Neden Mahmut, ne oldu?”
“Komutanım, tam nişanlımla işleri yoluna koymak üzereydim ki, bu görev çıktı. Ve işler tekrar bozuldu, belki de düzelmeyecek. İşte bu nedenle.”
“Anladım, Mahmut anladım. Karşımıza her ne çıkacaksa şimdi onun için daha da üzülüyorum.”
Birbirlerine güldüler. Ali komutan ayağa kalkıp askerler arasında dolaşmaya devam etti. Biraz içi rahatlamıştı. Bu ruh işiydi işte, paylaşarak sıkıntısını yenmişti biraz.
Dev elmas madeninin yer aldığı alandaki yüksek kayalığın içine oyulmuş duran şato benzeri yapı, önünden geçen herkesi hayran bırakıyordu. Afrika’nın insanları için bu yapı bir güç sembolüydü. Hepsi de bir zamanlar çeşitli batılı ülkelerin özel kuvvetlerinde görev yapmış yüzlerce öze! güvenlik görevlisi tarafından korunan bir yerdi.
Ve Sir Eli, bu dağa oyulmuş şatoyu dünya operasyonları için merkez olarak kullanıyordu. Doğrusu: Dışarıdan yıkılmaz görünen taş duvarların arkasındaki geniş salonlarda ve çalışma odalarında dev ekranlar vardı. Bu ekranlara dünyanın bütün borsaları, televizyon kanalları ve özel kanallardan bilgiler akıyor, daha sonra bu bilgiler bilgisayarlara aktarılıyordu.
Sir Eli, her zaman kullandığı büyük çalışma salonundaydı. Geniş, ağır maun masasının karşısındaki koltuklarda oturan iki orta yaşlı ve sportmen görünüşlü adamın söylediklerine dikkatle kulak kabartmıştı. Odanın içinde en kaliteli hava purosunun kesif dumanı İle oluşan bir ağırlık vardı. Bu ağır havana, Afrika nemi ile birleştiğinde alışık olmayan birisi için sıkıntı verici bir özellik kazanabilirdi.
“Bakın!..” Yaşlı adam sağ elini havaya kaldırıp bileğini iki konuğuna doğru uzattı: “Bu gördüğünüz yarayı, bir çatışma esnasında aldım. Ruh hastası genç bir Türk ajanı beni neredeyse öldürüyordu.”
Sir Eli’nin konukları, şimdi ona biraz daha saygı duymuştu. Bu adam bir çeşit gaziydi. Ölümcül bir saldırıdan kurtulmuştu.
“Ama o saldırıyı organize eden Türk yeraltı grubu sanırım gri (akım diye adlandırıyor kendisini…”
“Evet, Bay Eli, gri takım… Ama çok ciddi takip altındalar. Son üyeleri bir araya geldiklerinde onları her an takip edebilir hale gelecekler. O zaman kısa süre içerisinde yok edilebilirler.”
“Bakın, benim öyle bir derdim yok. Sanırım üç beş kişilik bir ekipler şu anda. Kendini kaybetmiş yaşlı bir adamın motive ettiği birkaç eski ajanın işi o grup sanırım…”
“Aslında böyle de denebilir” diye ekledi diğer konuk. O biraz daha az konuşuyor, daha çok dinliyordu. İyi bir saha adamı olduğunu belli eden özelliklerdi bunlar.
“Esas sorunum, yeni yeni kendisini göstermeye başlayan bir Türk özel kuvvet birimi. Amerikan 5EAL komandolarını alın, onla çarpın, içine CIA ve DIA’in en iyi elemanlarını katın, işte size ‘Şahinler.’ İsimlerini, Amerika’nın Türkiye’ye yaptığı saldırı sırasında vurulan bir Türk özel kuvvet askerinden alıyorlar. Yani, son derece iyi ve öfkeliler. Savaş sonrası pek çok yasa ötesi Sir Eli için yasa dışı yoktu, yasa ötesiydi onun işleri işimi baltalayan operasyonlara imza attılar. Her şey yolunda sanıyorsunuz; ama birden bakıyorsunuz ki, o bölgede sivil sanılan insanların yansını bu tim oluşturuyor. Ve sonra öfke içinde her şeyi parçalıyorlar.”
Sir Eli’nin konukları ağızlan açık kalmış bir biçimde hayretlerini gösteren bir ifade takındılar. Sir Eli Şahinleri anlatırken, onlara duyduğu hayranlığı da gizlemiyordu.
“Ve beyler,.. En sonunda bu soruna bir çözüm bulmaya karar verdim. Biliyorsunuz, Gambiya’daki Türk askerleri, bu ülke ile şu anda size açıklayamayacağım çok önemli bir işbirliğini geliştiriyorlar. Küçük bir oyun hazırladım. Gambiya’da eğitim veren Türk jandarma subayları geçen gün bir pusuysa düşürüldü. Ve şimdi bu subayları kurtarmak için kim geliyor dersiniz? Tabii ki Şahinler. Bu sefer çok zor oldu her şey, ama başardım. Çok para harcamak zorunda kaldım. İçeriden bağlantıyı bulmak hayli güçtü Ancak bir kız bana yardım etli ve gereken bağlantıyı buldu.”
“Bay Eli, organizasyon kabiliyetiniz müthiş. Demek ki Grilerle Şahinleri aynı anda yok etmeyi düşünmüyorsunuz.”
“Bakın, Şahinler nasıl bir tuzağa düştüklerinin farkında değiller. Türk subaylarını rehin alan haydut çetesine yaklaşık beş yüz bin dolar ödedim. Aslında bu para az bile; çünkü Şahinler bu haydutları fena paralayacak. Ancak esas iş bundan sonra başlıyor. Sierra Leone’den getirdiğimiz, ki bu da çok ama çok zor bir işti, sekiz yüz kişilik bir gerilla kabilesinin liderine bu madenden pay önerdim ve o da Şahinleri yok etmeyi kabul elti. Yani Şahinler iş bittiğini düşündüğü anda kendilerine ağır silahlarla saldıran bir taburu bulacaklar.”
“Madenden pay önermek… Bu çok yüksek bir meblağ değil mi Sir Eli?”
Orkun Uçar ve Burak Turna'nın Yazdığı Metal Fırtına Kitapları Nelerdir? öğrenmek için tıklayınız...
Metal Fırtına 3 – Kızıl Kurt (Orkun Uçar) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili
Kitabın Adı : Metal Fırtına 3 – Kızıl Kurt
Kitabın Yazarı : Orkun Uçar
Kitabın Özeti :
Koray zaman zaman kahvede oyalanırdı. Herkesten uzakta, oyunlara karışmayan bir adamdı. Bunun için onun hakkında dedikodular çıkmış. Ama gün geçtikçe bunların doğru olmadığı ortaya çıkmış.
Bir gün kahvede otururken yanına kendinden emin, her şeyi bildiğini sanan İlyas geldi. Ona “Benim kupona ortak olumusun” dedi. Ama Koray buna aldırmayıp televizyonunu seyretmeye devam etti. İlyas buna sinirlenerek elini Koray’ın omzuna attı. Atar atmaz Koray sol elinin tersiyle hızlıca vurdu. İlyas, iki üç metre geriye uçtu. Kahveci İlyas’a bakıp “Bayılmış” dedi.
Yine kahveden çıkıp evine gidiyordu. Akşam yemeği yerine simit, peynir ve zeytin almıştı. Diğer elinde gazete vardı. Gazete’de gasp, tecavüz gibi şeyler yazıyordu. Yolda karanlıkta bir kadın gördü. Tuzak olabileceğini tahmin etti ve yerden demir sopa aldı. Ama oraya gidince kadına tecavüz etmeye hazırlanan 3 kişi gördü. Sonradan onların önüne geçip kadını bırakmalarını söyledi. Buna aldırmaya adamları öldürdü. Kadına “Ne işin var burada” dedi. Kadın her şeyi anlattı. Kadının evine gitti ve adamı öldürdü. Cebinden kadının 3 aylık kazancını verdi. Sonrada onlara “Ben sizin için bir çözüm bulurum” dedi. Sonra evine gitti.
Evinde bir adam vardı. Ona “Selam Gri-1” dedi. Koray bu unvanı yıllardır duymuyordu. Ve adam bir zarf verdi. Koray açıp okudu. Bir adres yazılıydı.
Adrese gitti. Naylon bir torba içinde biraz tuz götürdü. Çünkü zarfta not atılmıştı. İçerde boynundan aşağısı felç olan adama bunları verdi. Adam onun geldiğini anladı ve “Sen özelsin” dedi. Sonra şunları ekledi “Senin uzaklaştırılman gerekiyordu. Çünkü kirletilmemen gerekiyordu” dedi. Biraz daha konuşup konuşmayı bitirdiler. Koray çıkarken kadının adresini vererek oradakilere yardım edilmesini söyledi ve kabul edildi.
Koray 3 ay eğitim gördükten sonra görev yeri Kazakistan olarak açıklandı. Beyin ona “Senden Orta Asya’yı istiyoruz” dedi. Koray, Kırgızistan’a gitmek istediğini söyledi ve onaylandı. Ve operasyonun adı Kızıl Kurt oldu.
Koray Kırgızistan’a gitti. Orada bir taksiye binip fazla bilinmeyen bir otele gitmek istedi. Ondan önce Nurbek’in kumar salonuna gitti. Nurbek’le görüşüp onunla ortak olmak istediğini söyledi ve Nurbek’in adamlarını döverek Nurbek’in beğenisini kazandi. Nurbek kabul etti.
İki yıl sonra Bursa’da bir helikopter Gökhan’ın arabasını vurmaya çalışıyordu. Sonra Yenişehir’e giden yolda iki adam onu roketle havaya uçurdu. Yaralılar hastaneye kaldırıldı. Eşref Kapılı da haberi alınca hemen hastaneye gitti. Kadın ve çocuklar ölmüştü ama Gökhan daha ölmemişti. Gökhan'ı kurtarmak için onu bir Gen şirketine götürdü. Gen şirketine girmek biraz zordu ama sonunda içeri girdi.
Birkaç gün önce Atatürk havalimanında iki Rus bir Mercedes’e binip kırmızı ışıkta durdular. Şoför arka kapıları kilitleyip kendini dışarıya attı ve arkadaki BMW’den iki adam inip araca ateş ettiler. Eşref Kapılı iki Rus mafyasının liderini ele geçirerek Gökhan’ın insafına bırakacaktı.
Gökhan’ın üzerine birçok nanomakineler konularak hayata geri döndürüldü. Gökhan kendine geldikten sonra üstleriyle konuşmak istedi. Eşref Kapılı’da ona Gen şirketinden neler söylenirse yapmasını söyledi. Birkaç gün sonra gen şirketine gelen Eşref Kapılı Gökhan’la konuşmak istedi. Ama Gökhan buzdolabındaydı. Doktor’la Gökhan çıkıncaya kadar konuştu. Gökhan’ın vücudu yenilenmişti ve normal bir insandan daha çok iş yapabilecek şekildeydi. Sonra eşref Kapılı Gökhan ile konuştu. Ne olup ne bittiğini söyledi. Gökhan da kazayı ve öncesini anlattı. Anlattıktan sonra Gökhan 110 kiloluk halterin altına yatıp kaldırdı. Bir süre sonra ip atlamaya başladı. Aniden ip ayağına takılarak yere düştü. Doktor ve Eşref Kapılı onu alıp dolaba soktular.
O sırada MİT sorgu evinden Andrei Rostov kaçtı. Eşref Kapılı doktora 10 gün süre verip sonra Gökhan’ı almak istediğini söyledi. Dışarı çıktı ve bir telefon görüşmesinden sonra Andrei Rostov’un kaçtığını öğrendi.
Eşref Kapılı 10 gün sonra gelip Gökhan’la konuştu. O anki durumlarını, Kurt’un kaybolmasını ve Koray hakkında konular açıldı. Eşref Kapılı da Gökhan’ın eline bir çanta vererek 3 gün sonra onu alacağını söyledi. 3 gün sonra gelip Gökhan’ı aldı. Operasyona başladılar.
Gökhan İsveç’e gidip D-DAY ile bir fabrikada görüşüp konuşmak için evine gittiler. Adam Gökhan’a mafyanın Gotland’ta bir villada olduğunu ve bütün bilgi ve paraların orada olduğunu söyledi. Gökhan birkaç gün gözetledi. Sonra bir işçi getiren vapurun içine girip fabrikaya gitti. Bir süre sonra bir araba kiralayıp villayı gözetmeye başladı. Sonra bir otele yerleşti. Björn aradı ve buluşmak istedi. Gökhan gidip Björn’le Alferov hakkında konuştu.
O gün akşam villaya gitti. Üç arabadan önemli kişiler inip villaya girdi. Gökhan’da villaya bir operasyon düzenleyecekti. Aniden 30 kişi içerden çıkıp gittiler. Gökhan çok sevinmişti. Gökhan operasyona başladı. Tellerin üstünden atlayıp bir ağacın arkasına saklandı. Sonra içerideki ve dışarıdaki herkesi öldürdü. Bir şeyler aramaya koyuldu ama bulamadı. Piyanoyla hep duyduğu Patetik Senfoni’yi çalmaya başladı. Yerden gizli bir bölme açıldı. İçeride 6 tana bilgisayar, kasa ve evraklar vardı. Gökhan bunların hepsini iki çantaya doldurdu. Eve gitti ve Björn ile birlikte çantalardakileri incelemeye koyuldular. Bilgisayar harddisklerinde kendine ve Kurt’a ait bilgiler vardı. Bir belgenin içinde Kurt’un tutulduğu karakol ve karakolun planı da vardı. Gökhan, Eşref Kapılıyı arayıp her şeyi anlattı.
Gökhan ilk uçakla Kazakistan’a gitti. Orada iki adam Gökhan’ı alıp Nurbek’e götürdü. Gökhan, Nurbek’le bir plan yaptı. Bütün destekleri alabilecekti. Gökhan aniden bayıldı. Bir süre sonra gözlerini açtı ve yatağı sırılsıklamdı. Haplarını eline aldı ve yuttu. Soğuk bir duş yaptıktan sonra kendine geldi. Sonra yola çıktılar.
O sırada Björn yakalandı. Björn adamlara her şeyi anlattı ama adamlar Björn’ü öldürdüler ve yaptıklarını bir kasete çektiler.
Gökhan’da Koray’ın üssüne gitti. Koray ile plan hakkında konuştular. Gökhan birkaç silah, el bombası ve 7 adam istedi. Koray “Bende geleceğim” dedi. Karakol’a gittiler ve operasyona başladılar. Operasyonda Toktar öldü. Kurt’ta içeride bir fırsatını bulup kendini sorgulayan adamları öldürdü. Sonra kapının açılmasını bekledi. Gökhan içeri girip bir adam öldürdükten sonra anahtarı alıp Kurt’un olduğu odanın kapısını açtı. Kurt gülerek “Geç kaldınız” dedi. Gökhan Kurt’un eline bir silah vererek Koray’ın yanına gitmesini söyledi. Ama Kurt giderken aniden yere yattı. Gökhan da içerideki keskin nişancıyı öldürmeye gitti. Koray ve adamları Kurt’u aldılar ve Koray “Gökhan kendi başının çaresine bakar” deyip gittiler. Gökhan 6 kişiyi daha öldürüp kampa döndü.
Orada Korkunç İvan hakkında konuştular. İvan bir nükleer savaş başlatacaktır ve kendine ait bir yeraltı şehri kurmaktadır. Şehri yıkarlarsa İvan'ın nükleer bir savaş başlatmayacağını düşündüler. Tek sorun şehirin nerede kurulduğunu öğrenmektir. Gökhan'ın villadan aldığı evraklardaki koddan şehrin yerini buldular. Gökhan tekrar bayıldı ve gözlerini doktorunun yanında açtı. Biraz daha tedavi gördükten sonra geri döndü. Koray şehre bir işçi olarak girdi. Binada her şeyi öğrendikten sonra Gökhan’a o gün akşam bombalarla gelmesini söyledi. Gökhan oraya gitti ve kimsenin haberi olmadan içeri girdi. Korayla birlikte 7 tane bombayı değişik yerlere koydular ve dışarı çıktıktan sonra patlattılar. Şehir yıkıldı.
Kurt da Korkunç İvan'ın Aleksei Kirnasov olduğunu öğrenir. Gökhan ve Koray Aleksei Kirnasov’un evine gittiler. Kirnasov o sırada Björn’ün öldürülürken çekildiği kaseti izliyordu. Kirnasov aniden bir ses duydu ve uşağına seslendi. Uşak yerine Gökhan cevap verdi. Kirnasov korkmaya başladı. Gökhan ve Koray Kirnasov’u bir çukura gömdüler ve kafasını bir kutunun içine soktular.
Gökhan, Aslı ve çocuklarının öcünü almak için Kirnasov’un nefes alabilmesi ve çürüyen bedenini hissetmesi için kutusuna bir delik açar. Kirnasov bir süre sonra acı çekerek ölür.
Kirnasov öldükten sonra Rus Mafyası yıkıldı ve Kızıl Kurt operasyonu burada biter.
Orkun Uçar ve Burak Turna'nın Yazdığı Metal Fırtına Kitapları Nelerdir? öğrenmek için tıklayınız...
21 Temmuz 2019 Pazar
Metal Fırtına 2 Kurtuluş (Burak Turna) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili
Kitabın Adı : Metal Fırtına 2 Kurtuluş
Kitabın Yazarı : Burak Turna
Kitabın Özeti :
Sir Eli denilen kişinin ekonomik desteğiyle, Stillson ABD’nin başkanı olmuştur. Bu başkan sadece Sir Eli’nin verdiği emirleri yerine getiren kukla, göstermelik birisidir. Perde arkasında hükümeti yöneten asıl kişi ise Sir Eli olacaktır. Gayri meşru yollarla hükümet olan Stillson sadece onaylayan konumundadır. Kabine ilk toplantısını New York’ta yapmıştır. Stillson toplantıya çağırdığı Sir Eli’yi kabineye tanıtır. Stillson ayağa kalkıp Sir Eli’ye yervererek kenara çekilir. Sir Eli, Stillson’a hiç bakmadan başkanlık koltuğuna oturarak bütün gücün kendisinde olduğunu gösterir.
Beyler çok önemli bir görev için buradasınız diyerek söze başlar. Emir veriyor gibidir. Gerçek başkan gibi davranmaktadır. Stilson ise onun yanında başıyla onaylayan kişi konumundadır.
Sir Eli hedeflerini bir bir sıralamaya başlar. Bütün taşeronları ortadan kaldıracağız. Gerçek imparatorluk bugün ortaya çıkmaya başlayacaktır. Bakanlardan tek isteğim Amerikan ordusunun harekete geçmesi için düğmeye basmalarıdır. Şimdi ana planlarımızı uygulamaya koyabiliriz. İlk olarak Ortadoğu’yu tam bir kaosun ortasına sürüklemeliyiz. Bu kaos sayesinde top yekün savaş çıkararak Müslüman dünyayı yenilgiye uğratmalıyız. Ortadoğuda taşeron devletlere ihtiyacımız kalmamalı. İsrail’in bile bizim için bir önemi yok artık. İsrail etrafına gereken zararı verip ondan sonra ortadan kaldırılmalı. Yani Ortadoğu’da yakılacak ateşle beraber Amerikan politikalarına muhalefet edebilecek hiçbir devlet yapısı kalmamalı. Oradaki Yahudiler Amerikanın kontrolüne geçmelidir.
Amerikan ordusunun Suudi Arabistan ve İran’a saldırması için Amerikalılar, Amerika’da büyük bir terör eylemi düzenlerler. Bu eylemin sorumlusu olarak İranlılar ve Suudiler gösterilir. Buna karşılık olarak Suudi Arabistan’daki kutsal toprakların ele geçirilmesi emri verilir. İsrail’de büyük bir patlama yapılır. İsrail bu saldırının İran tarafından yapıldığı zannederek İran'a savaş açar.
Amaç Ortadoğu’da tek büyük bir devlet kurmak ve bunun için federal bir yapı oluşturularak kontrolünün Amerikanın denetiminde olmasını sağlamaktır.
Amerika Suudi Arabistan topraklarına hava saldırısı yaparak savaşı başlatmıştır. İran da Amerikan Hava Kuvvetleri uçaklarına karşı taarruz harekatı başlatmıştır. Suudi Arabistan tüm Müslüman ülkelere çağrıda bulunarak cihat ilan etmiştir.
İstanbul’da ise Dolmabahçe Sarayında Türkiye’nin ev sahipliğinde Rusya, Çin ve Hindistan Amerika’nın yapmış olduğu saldırıları toplantıda konuşulmaktadır. Gelişmeler hakkında görüşmeler yapıllmaktadır.
Türk Pilotları da Rusya’ya giderek Rus uçaklarıyla ortak olarak Amerikan uçak gemilerine saldırıda bulunurlar. Birçok Amerikan uçağı düşürülmüştür. Kısmen Türkiye’de Rusya ile birlikte savaşa dahil olmuştur.
Amerika, Türkiye’ye bir CIA Ajanı olan Michael Einckharff’u gönderir. Bu ajanın geliş sebebi ise Dışişleri Bakanı olan Abdullah GÜL’ü kaçırıp Amerika’ya götürmektir. Bunun için gerekli tüm planları yapan ajan uygulamaya tam geçecekken Dışişleri Bakanı Abdullah GÜL üç –beş kişilik bir heyetle Amerika'ya gider ve ajan da dönmek zorundakalır.
Abdullah GÜL’ün Amerika’yı ziyareti esnasında kaybolduğu bildirilir. Fakat olay kaybolma değil kaçırılmadır. Kaçırıldıktan sonra dört metrekarelik bir hücrede hapis tutulur. Daha sonra Abdullah GÜL ve diğerlerini Teksas’ta Bilimsel Araştırma Merkezine götürerek beynini yıkamaya çalışırlar. Bakanların beyni yıkanıp daha sonra da serbest bırakılacak ve o sayede Türkiye Amerika'nın istekleri doğrultusunda yönetilecektir.
Gri Takım Üyesi Amerika’da Türkiye lehine çalışan ajanlardan Mert, Han, Kurt, Deniz ve Amerikalı Tracy isimli hayat kadının çalışmaları ile Abdullah GÜL ve diğer bürokratlar kurtarılır.
Kuzey Irak’ta Hakkari Dağ Komando Tugayında görevliyken bir operasyon esnasında Asteğmen Selçuk girdiği çatışmada Amerikan askerlerine esir olur ve Amerika’ya götürülür. 2 yıl boyunca bir Araştırma Merkezinde tutulduktan sonra Abdullah GÜL’ün de aynı yerde olduğunu öğrenir. Yangın çıkartarak Abdullah GÜL ve diğer bürokratların kurtarılmasını sağlar.
Büreyde yakınları / Suudi Arabistan
Amerikan 1.Tank Tümeni General Smith komutasında Suudi Arabistan topraklarında hızla ilerliyorlardı. Hedefleri Kutsal toprakları olduğu bölgeyi ele geçirmekti. Amerikan askerlerinin içinden bazıları oraya gitmek istemiyorlardı. İçlerinden sürekli olarak kaçmak geliyordu ama çölde kısılıp kalmışlardı.
Akşam olmak üzereydi ve etraftan Tank Tümenin öncü kuvvetleri arasındaki zırhlılar üzerlerine doğru gelen RPG Roketleri Topçu Atışları, makineli tüfek atışlarıyla başlayan atışlar General Smith’ın sinirlerini bozmuştu. Çölün içinde ciddi büyük bir kuvvet gizliydi. Bir Amerikan askeri General Smith’e gelerek Komutanım büyük birdirenişle karşı karşıyayız. Çok profesyonelce Suudilerden beklenmedik şiddetli ve kararlı ateşle karşılaştık dedi.
Türkiye’den Kayseri Komando Tugayı Tuğgeneral Hasan KARA’nın komutasında dünyada eşi benzeri az bulunur bir harekatla Suudi Arabistan çöllerine girmişti. Takımlara ayrılıp Suriye bağlantısı üzerinden gizlice çölü geçmiş ve Amerikalılardan habersiz HİCAZ’a yaklaşmışlardı. İki Taburuyla BÜREYDE etrafına yerleşirken iki Taburda Tank Tümenin yolunu kesmek üzere geniş bir alanda yerli halkla beraber direniş hattı oluşturulmuştu. Amerikalıların bundan haberi yoktu. Tümen ilerledikçe daha fazla direnişle karşılaşacaktı.
Tabur Komutanı Binbaşı Hakan havancılara emir vermişti.Durmaksızın ateş edilecekti. Havan toplarının yerinin belirlenmesizordu. Bu gerçekleşinceye kadar Tümenin geri çekilmesi için baskı yapacaktı.
Amerikan Uçakları, Apaçi helikopterleri hava saldırılarına başlayınca ölüm makineleri kan kokularını almış köpek balıkları gibi hedefe üşüşmek için uğraşıyordu. Uçakların geldiğini gören Bnb.Hakan Metal Fırtına operasyonu nedeniyle daha önceden tecrübeliydi. Özel olarak seçilmişlerdi. Türk birlikleri hazırlıklıydı. İki Tabur asker yeterli değildi. Ama Tugayın geri kalanı daha geniş bir alana yayılmıştı. Bnb. Hakan’ın emriyle Havan Topları Amerikan askerlerine ardı ardına ateşe başlamıştı. Öncü Tank birliklerinin askerleri zırhlı aracın üstündeki kapaktan dışarı çıkarak makineli tüfeklerine hedef arıyordu.
Amerikalı Generalin sinirleri aşırı derecede bozulmuştu.Telsizden hava kuvvetlerini isteyerek bu işi yapamayacaklarsa defolup gitsinler diye haykırıyordu. Apaçiler ve A-10 uçakları da belirmişti. Daha önceden hazırlanmış sahte mevzileri bombalayıp gidiyorlardı. Amerikan uçakları ve helikopterleri birer birer RPG ve taşınabilir uçak savar silahları ile avlanarak tek tek düşürülüyordu. Gelişmiş Amerikan silahları hiçbir işe yaramıyordu.
Türk askerleri ve yerli gönüllülerle birlikte bedevilerin ellerinde nereden geldiği belli olmayan birkaç ton C-4 olduğunu öğrenen Bnb. Hakan bütün C- 4’leri belli bir derinliğe gömmüşler ve etrafına da binlerce 155.lık top mermisi RPG mermilerini yerleştirerek bir cephanelik oluşturulmuştur.
Amerika, birliklerinin çok fazla kayıp vermesi üzerine ve hava desteğini de yitirmesiyle bir toplantı yapar. Ne yapılması gerektiğini sorar fakat General Smith’ten korktukları için hiç kimse cevap veremez. Yarbayın bir tanesi şöyle bir manevra şekli sunar. Ortadan bir yarma harekatı yaparak ilerleyebileceklerini düşünmektedir. Bu fikir kabul görür ve hareket başlar. Türk birlikleri de bunun yapılmasını bekler. İleri gözetleyici Subayı Teğmen Alper gelişmeleri Tbk.Bnb. Hakan’a bildirir. Tank Zırhlıları ilerlemeye başlayınca daha önceden gömülen C-4 patlayıcıları patlatılır. Cephanelik şeklindeki tuzak devreye sokularak bu patlamayla bütün tanklar ve araçlar ses ve basıncın etkisiyle etkisiz hale getirilir. General Simth’in aracıda devrilerek kendisi yaralanmıştır.
Modern tarih geride kalmıştı sanki karşısındaki insanlar öyle iyi kamufle olmuş ve o kadar hareketliydiki modern savaş teknikleri işe yaramaz hale gelmişti.
General Smith etrafında yavaşça ilerlemekte olan tank ve zırhlı araçların birer birer durmaya başladığını fark etmişti. Dağ gibi bir kum bulutu bütün savaş alanını sarmıştı. Askerler birbirlerine yakın bir şekilde hareket ediyordu. Kum fırtınası zamanla şiddetini arttırmış, tüm silahların namluları kumla dolmuştu. Silahlar artık işe yaramıyordu. Kumlar hepsini yutacak duruma gelmişti 50 metreyi bulan kum bulutları her yeri dağıtıyordu. Karanlık çökmeye başlamıştı. Nefes bile almak mümkün değildi.
Bütün silahlar susmuş bir işe yaramıyordu. Amerikalılar ve Türkler karşılıklı olarak tüfeklerine süngülerini takarak artık süngülerle muharebe ediyorlardı. Tüm her yer ölü ve yaralılarla dolmuştu. Savaş neredeyse durma noktasına gelmiş hatta tamamen durmuştu. Bir süre sessizce beklediler. Komutanlar yavaş yavaş öne doğru gelmeye başladılar. General Smith ve Tuğgeneral Hasan KARA karşı karşıya geldiler. Amerikalı askerler de yavaş yavaş öne doğru gelerek birbirlerine yaklaştılar. Aynı hareketi Türk Askerleri ve Arap siviller de yaptı ve savaş bitmiş oldu.
Sonuç olarak Arabistan çöllerinde tüm dünyaya hakim olmaya çalışan ekonomi ve teknolojinin işe yaramadığı bir savaşta Amerika’nın Türk ordusu karşısında başarısızlıkla sonuçlanan savaşın Türk Subaylarının ve askerlerinin dahiyane fikirleri ve harekatı sonucu zaferle sonuçlandı.
Orkun Uçar ve Burak Turna'nın Yazdığı Metal Fırtına Kitapları Nelerdir? öğrenmek için tıklayınız...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
İyi Geceler Bay Tom (Michelle Magorian) Kitap Sınavı Yazılı Soruları ve Cevap Anahtarı
Kitabın Adı: İyi Geceler Bay Tom Kitabın Yazarı: Michelle Magorian Kitap Sınavı Soruları ve Cevap Anahtarı 1. Will'in kollarındaki morlu...
-
Cep telefonu ve tablet şarj cihazlarında USB kablolarla sık sık karşılaşıyoruz ve kullanıyoruz. Aynı zamanda bu cihazlara ve bilgisayarl...
-
Kitabın Adı : Kiraz Ağacı ile Aramızdaki Mesafe Kitabın Yazarı : Paola Peretti Kitap Hakkında Bilgi : Yazarın kendi yaşam hikâyesinden esinl...