5 Ağustos 2019 Pazartesi

Güliver'in Gezileri Seyehatleri (Jonathan Swift) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Güliver'in Gezileri Seyehatleri

Kitabın Yazarı : Jonathan Swift


Kitap Hakkında Bilgi :

Guliver'in Gezileri kitabı; o dönemin İngiltere'sinin alegorik bir anlatımıdır. Eserde insanların bayağı, çirkin, zalim, menfaatperest yönleri eleştirilmektedir. Eserde politika, saray entrikaları, zulüm, bencillik gibi konular ele alınmaktadır. Pek çok mekânı konu alan romanda dünyanın pek çok yerindeki insanların ortak özelliklerine dikkat çekilmektedir.

Gulliver’in Seyahatleri bireyler yerine zihniyetleri hedef alan bir hiciv yapıtından çocuk masalına, bilimkurgu türünün öncülü olmaktan modern romanın öncülü olmaya kadar farklı biçimlerde tanımlanıp algılanan bir yapıttır. Swift’in en başarılı romanı olarak kabul edilen ve hem insan doğası hakkında bir taşlama hem “seyahat romanları” parodisi olan yapıt, İngiliz edebiyatının klasiklerinden biridir. Kitabın bir klasik olmasındaki temel neden, farklı kişilere farklı yönlerden hitap edebilmesidir.Kitabın yazılış öyküsü de ilginçtir. Jonathan Swift, Alexander Pope, John Gay, John Arbuthnot, Henry St. John ve Thomas Parnell’in “Scriblerus Kulüp” adıyla oluşturduğu topluluğun amacı, popüler kitapların edebiyatı istismar ettiğini ortaya koymak, bunu da hiciv yoluyla gerçekleştirmekti. Yazarlar arasındaki işbölümünde Swift’e düzmece “seyahat hikâyeleri”ni taşlamak görevi düştü. Kitapta, Avrupa’da zamanın hükümetleriyle dinler arasındaki farklara yönelik taşlamanın yanı sıra, insanın yolsuzluğa, ahlaksızlığa eğiliminin irdelenmesi ve “eski ile modern”in karşıtlığı tartışması yer alır.
Kitabın Özeti :

Lemuael Güliver, Lonra'da yaşayan oldukça dürüst bir doktordur. Fakat zamanla aşırı dürüst oluşu onun mesleğinde başarısız olmasına neden olur. Bu yüzden Antelope adlı bir gemide doktor olarak görev yapmaya karar verir. Yıl 1688'dir. Gemi, güney denizlerine gitmek üzere yola çıkar. Yolda Van Diemen ülkesinin yakınlarında şiddetli bir fırtına çıkar ve gemi parçalanır. Güliver bu korkunç kazadan kurtulur ve yüzerek bir karaya sığınır. Bitkin düşmüştür, bayılır. Uyandığında kendisinin binlerce iple bağlandığını görür. Boyları on beş santimetre olan insanlar vardır etrafında. Adı Liliput olan bu halk, Güliver'i esir almıştır. Güliver de Liliputlar da şaşkındır. Liliputlar Güliver kadar büyük bir insan şimdiye dek görmemişlerdir. Ona dillerini öğretirler ve krallarının huzuruna çıkarırlar.

Güliver'e yeni bir lakap da takılmıştır: Büyük İnsan Dağı. Zamanla Liliputlar Güliver'i sevmeye başlarlar. Bu arada Liliputlar dışarıda Blefuscu adında bir ülke ile savaşırken içerde de iç çatışmalar cereyan etmektedir. Devlette yüksek topluluklar ve alçak topluluklar adında iki siyasi parti ile Büyük Endianlılar, Küçük Endianlılar adında iki dini grup arasında da mücadele vardır. Güliver, ister istemez saray entrikalarına karışır. Kendisine pek çok düşman edinir. Liliputları düşmandan korur. Fakat yine de sarayın gözüne giremez. Çünkü Liliputların istediği gibi Blefuscudialıları köle hâline getirmeye karşı çıkar. Neticede Blefusculara sığınır.

Adaya bir gün aniden bir gemi yaklaşır ve Guliver bu gemi ile İngiltere'ye gider. Yanında olanları ispat etmek için getirdiği Liliput inekleri de vardır. İngiltere'de ailesi ile bir süre yaşayan Güliver bir süre sonra yeniden seyahat etmeye karar verir ve Hindistan'a doğru yola çıkar. Gemi yolda aniden rotasını şaşırır, bilmedikleri bir ülkede bulurlar kendilerini. Kısa bir zaman sonra Güliver diğer arkadaşlarını kaybeder. Kendisini adada boylan on metreden fazla olan insanların arasında bulur. Burası çok büyük bir ülke olan Brobdingnag'tır. Halkı oldukça kaba devlerden meydana gelmektedir.

Bu ülkenin halkı Güliver'e evcil bir hayvan gibi davranır. Bir köylü onu kafeste sirk aracı olarak kullanmaya başlar. Güliver hastalanır. Bir süre sonra Güliver kraliçeye satılır. Saray halkı bu kadar küçük bir insanı görünce büyük bir şaşkınlık duyarlar. Güliver küçük olduğundan bu ülkede hep sıkıntı çeker. Büyük farelerden kaçmak zorunda kalır, fırtınalarda kocaman dolular başına yağar, pek çok kez boğulma tehlikesi yaşar. Bir süre sonra büyük bir kuş sayesinde bu ülkeden kaçmayı başarır.

Güliver, bir süre İngiltere'de dinlendikten sonra yeniden seyahate çıkar. Bu sefer de karşısına korsanlar çıkar. Güliver, kendini Japonya'nın doğusunda, Balnibardi adasında bulur. Burası garip bir yerdir.

Yüzen bir ada tarafından idare edilmektedir ve havadadır. Halkını ilgilendiren tek şey müzik ve matematiktir. Halk pratik değildir. Beceriksizdir. En çok yaptıkları şey düşünmektir. Projelerinin büyük bir kısmı da aptalcadır.

Güliver'in bundan sonraki durağı Glubbdubrib adaşıdır. Bu adada büyücüler yaşamaktadır. Adanın valisi Güliver'in karşısına pek çok tarihî kahramanın hayalleri getirir. Güliver bunlara sorduğu sorular karşılığında bunlardan aldığı cevaplar dolayısıyla hayal kırıklığı yaşar.

Güliver daha sonra İngiltere'ye döner. 1710 yılında yeniden seyahate çıkar. Geminin kaptanı da kendisidir. Yolda tayfaları gemiyi ele geçirirler. Güliver yeni bir maceraya sürüklenmektedir. Kendisini Yahoo ismindeki pis insanların yaşadığı bir adada bulur. Adayı ise Houyhnhnm adındaki atlar yönetmektedir. Adanın halkı bu atlardan çok korkmaktadır. Güliver atlarla çok iyi anlaşır. Onların daha kibar varlıklar olduğunu görür. Onlara İngiltere hayatını anlatır. Atlar, yalan kelimesini anlayamazlar. Atların İngiltere'de binek aracı olarak kullanıldığına çok şaşırırlar. Güliver bu macerası sırasında insanın kötü bir varlık olduğunu kabul eder ve bu varlıklarla mutlu bir hayat sürer. Fakat bir süre sonra Houyhnhnm Meclisi Güliver'in şekil olarak Yahoolara daha çok benzediğine ve zararlı olabileceğine karar verir. Ondan adayı terk etmesini isterler.

Güliver bir kayıkla adadan ayrılır. Bir Portekiz gemisi onu kurtarır.

Güliver artık insanlardan nefret eden bir kişi olmuştur. Karşısına Mendez gibi iyi insanlar çıktığı halde insanlardan kaçmayı tercih eder. Ailesinin yanında mutlu olamaz.

Güliver artık sadece atların yanında kendini mutlu hissetmektedir.

Kitabın Kahramanları, Kişileri :

Güliver : Dürüst, iyi niyetli, maceraperest bir doktordur.

Glumdalclitch : Brobdingnag halkına mensup bir çiftçinin kızıdır. Güliver'i bir evcil hayvan gibi benimser ve sever.

Petro de Mendez : Portekizli bir kaptan olan bu kişi Güliver'in insanları sevmesi için çalışan, kibar bir kişidir.

Liliputlar : On beş santimetre boyunda bir ırktır.

Yahoolar : Maymunlara benzeyen, pis varlıklardır.

Houyhnhnm : Yahooları yöneten temiz, iyiliksever, atlardan oluşan bir ırktır. 

Alice Harikalar Diyarında (Levis Carroll) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Alice Harikalar Ülkesinde Diyarın


Kitabın Yazarı : Lewis Carroll


Kitap Hakkında Bilgi :

Lewis Carrol 1832 yılında dünyaya gelmiştir. Hayatının büyük bir bölümü Oxford Üniversitesinde matematik hocalığı ile geçmiştir. Çekingen bir kişi olan Carrol, pek çok matematik kitabı yazmıştır. Alice Harikalar Ülkesinde onun kraliçeye takdim ettiği bir eseridir. Bu eser onun hayatında bir dönüm noktası olmuştur.
Kitabın Özeti :

Alice bir gün ablasıyla beraber gölün kenarında uzanıp konuşurlarken, Alice’in dikkatini konuşan, saati olan ve koşturan bir tavşan çeker. Tavşan, partiye gitmek için giyinmiş bir hâlde, sürekli saatine bakmaktadır. Alice tavşanı merak eder ve onu takip etmeye başlar. Bu tavşanın peşine takılan Alice ise uzun uğraşlar sonucu tam tavşanı yakaladım derken çok derin bir kuyuya düşer. Kuyu o kadar derindir ki bir ara Alice düşmekten sıkılmıştır. Alice, burada yine tavşanla karşılaşır. Tavşan, ona soru sorma fırsatı vermez. Alice'i pek çok kapıdan geçirir ve onu bir salonda yalnız başına bırakır. Alice, etrafına bakınır. Masa üzerinde bir anahtar görür. Fakat kapılar çok küçüktür. Alice kapılara sığamaz. Masanın üzerinde 'Beni iç!' yazan bir şişedeki tüm içeceği içer. Bu sefer de küçülür. Fakat anahtar masanın üzerinde kalmıştır. Alice'in anahtarı almaya boyu yetişmez. Masanın altında da 'beni ye!' yazan bir kurabiye vardır. Onu yiyince de kocaman bir dev haline gelir.

Alice, tekrar tavşanı görür. Tavşan onu hizmetçi zanneder. Ondan eldivenlerini getirmesini ister. Alice, B. Tavşan yazılı eve gider. Burada eldivenleri bulur. Fakat Alice orada bir içecek görür ve dayanamayıp içince boyu çok fazla uzar. Hatta bedeni evden dışarı çıkar.

Alice, bu hâlde iken hayvanlardan oluşan halkın evin önüne gelip kendisine pasta hâlinde çakıl taşlarını fırlatdığını fark eder. Onlardan yiyince tekrar küçülür. Bu olaylardan iyice sıkılan Alice, evden kaçar. Ormanda kendini dev bir mantarın yanında bulur. Mantarın üzerinde bir kırkayak nargile içmektedir. Alice, mantarın bir kısmından yiyince küçülür, bir başka kısmından yiyince de büyür. Sonunda normal boyuna ulaşır. Ormanda yürürken yolu Düşes'in evine çıkar. Balığa benzeyen bir hizmetçinin kurbağaya benzeyen başka bir hizmetçiye kraliçe ile kroket oynaması için düşese bir davetiye verdiğine şahit olur. Bu evde bir de kedi vardır.

Alice, dayanamaz ve içeri girer. Düşes elindeki ağlayan çocuğunu Alice'e verir ve kaybolur. Çocuk önce ağlarken sonra homurdanmaya başlar. Alice elindeki çocuğun bir domuz olduğunu görür ve elinden fırlatır. Domuz kaçar. Kedi gülmektedir. Ona çılgın şapkacının partisine gitmesini söyler ve yavaş yavaş kaybolur. Gülümsemesi iki kulağına yaklaşan bir kedi. Kedinin bedenini bir anda ortadan kaybetmek gibi bir özelliği vardı.

Alice partiye gider, oradaki herkes ona çok kaba davranır. O da oradan ayrılır. Bir bahçeye yolu düşer. Bahçıvanlar bahçeye kraliçeyi memnun etmek için konuşan çiçek ekmektedirler. Bu arada resmigeçit olur, askerlerin hepsi iskambil kağıdındandır.

Kraliçe sadece ‘Kafasını Uçurun!” sözünü tekrarlamaktadır, kocası Kral Bey biraz daha merhametlidir.

Resmi geçitten sonra kroket oyunu başlar. Sopa olarak canlı flamingo, top olarak da kirpi kullanılmaktadır. Kraliçe Alice'e de oynamasını emreder. Fakat oyunu oynamak mümkün değildir. Ayrıca kraliçe oyununu beğenmediği kişilerin de kafasını kestirmektedir. Alice çaresizlik içindedir. Düşes gelir ve onu deniz kenarına götürür. Burada Alice sahte kaplumbağa ve Grayphon adındaki yaratıklarla karşılaşır. Bunlar onun şerefine bir parti düzenlerler ve dans ederler.

Yaşanan bir olayın ardına kurulan mahkeme de şahitler ve suçlu kişiler bir bir boy gösterir. Mahkemede jüri üyeleri bir fare, bir dağ gelinciği, bir kurbağa, bir kirpi ve diğer hayvanlardan oluşur. Bir kupa bacağı kraliçenin tatlısını çaldığından dolayı idam edilecektir. Kraliçe jüri üyeleri hiç görüşmeden idamın gerçekleşmesini ister. Alice de şahit olarak dinlenir. Alice bu mahkemenin sahte olduğunu haykırır. Kraliçe Alice'in başının kesilmesini ister. Alice bu arada yeniden büyümeye başlar ve hiçbirinden korkmadığını haykırır. Hepsinin sadece bir iskambil kağıdı olduğunu söyler. Bunun üzerine iskambil kâğıtları üzerine gelmeye başlar ve Alice dehşet içinde uyanır.

Bu kâğıtlar sadece üzerine düşen ağaç yapraklarıdır. Meğerse Alice rüyasında harikalar diyarında gezmiştir. Uyandığında da rüyasına birebir gördüklerini ablasına anlattır ve evine doğru gider.

Alice Harikalar Diyarında (Levis Carroll) Kitap Sınavı Yazılı Test Soruları ve Cevap Anahtarı için tıklayınız...

Leyla ile Mecnun (Fuzuli) Kitap Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Leyla ile Mecnun

Kitabın Yazarı : Fuzuli

Kitap Hakkında Bilgi :

Leyla ile Mecnun; ilk kez Genceli Nizami tarafından mesnevi biçiminde Farsça olarak işlenmiştir. Arapların sözlü geleneğinde yaşayan bir halk hikâyesinden uyarlanmıştır. Nizami’nin ese­ri Fars ve Türk edebiyatında son derece etkili olmuştur.

XVI. yüzyılın bilinen ilk Leyla vü Mecnun mesnevisi Sinan Behişti tarafından 1506 yı­lında yazılmıştır. Aynı konuyu işleyen Kadimi, Celili, Sevdayi, Larendeli Hamdi, Celalza- de Salih ve Halife’nin mesnevileri de günümüze ulaşmıştır. Ahmed-i Rıdvan’ın Leyla vü Mecnun mesnevisi ise eksiktir.

Azeri Türklerinde bu konuyu Fuzuli ve Hakiri işlemiştir. Fakat Fuzuli, o kadar güzel işle­miştir ki Leyla ile Mecnun denildiğinde ilk akla gelen odur. Fuzuli, bu aşk hikâyesini tasavvu­fi bir niteliğe büründürmüştür. Fuzuli’nin “mef’ulü mefa’ilün fe’ulün” kalıbıyla yazdığı bu eser, 3098 beyitlidir. Başında bir dibace (önsöz) bulunmaktadır.

Kitabın Özeti :

Mecnun’un babası bir kabile reisidir. Kendisinden sonra yerine bırakacağı bir varisi yoktur. Allah, bir gün onun dualarını kabul eder ve bir oğlu dünyaya gelir. Çocuğa “Kays” adını koyarlar. Kays on yaşına ulaşınca sünnet edilir ve okula gitmeye başlar.

Kays okulda kendisi gibi bir öğrenci olan Leyla’yı görür. Bir bakışta birbirlerine aşık olurlar. Kays’ın Leyla’ya karşı olan yakından ilgisi okulda dedikoduya yol açar. Leyla’nın annesi dedikoduları duyunca kızını azarlar ve bir daha okula göndermez. Kays, okula gelip Leyla’yı göremeyince büyük bir üzüntü yaşar ve günlerce ağlar. Adı Kays iken “Mecnun” olur.

Mecnun’un arkadaşları güzel bir bahar gününde kır gezintisi yapmak isterler. Gönlü üzüntüyle dolu Mecnun’u eğlendirmek, neşelendirmek için yola koyulurlar. Konak yerine geldiklerinde Leyla onlardan önce arkadaşlarıyla oraya gelmiş ve orada çadırını kurmuş bulunmaktadır. İki sevgili göz göze geldiklerinde bayılıp yere düşerler. Kız arkadaşları Leyla’yı ayıltıp hemen evine götürürler. Arkadaşları tarafından ayıltılan Mecnun eve dönmek istemez.

Mecnun çölde tek başına kalır. Arkadaşları olan biteni gidip Mecnun’un babasına anlatırlar. İhtiyar babası oğlu için çöllere düşer. Mecnun’u bulduğu zaman, “Leyla bizim evde seni bekliyor.” diye kandırıp eve getirir. Evde annesi, Mecnun’a öğütler verir. Öğütler etki etmeyince babası, Leyla’yı babasından istemek için yola koyulur.

Leyla’nın babası Mecnun’un deliliğini gerekçe göstererek kızını vermez. Şayet deliliği iyileşirse bu kararından döneceğini, o zaman kızını Mecnun’la evlendirebileceğini belirtir. İhtiyar, evine eli boş dönünce oğlunun iyileşmesi için her söyleneni yerine getirir. İhtiyara en son çare olarak oğlunu Kâbe’ye götürmesi söylenir. İhtiyar oğlunu bir tahtırevana yerleştirerek bir umutla Kâbe’nin yolunu tutar.

Mecnun, Kâbe’de aşk hastalığından kurtulmak yerine bunun daha da artırılması yönünde Allah’a duada bulunur. Bu duruma tanık olan ihtiyar, çaresiz bir biçimde ortada kalır. Mecnun babasından ayrılarak çölün yolunu tutar.

Mecnun yolda rast geldiği bir dağa gönül derdini açar. Bir gün avcının elinden bir ceylan yavrusunu bir başka gün de bir güvercini avcıya bedellerini ödeyerek kurtarır.

Leyla, babasının evinde çaresizdir. Gönül derdini sırasıyla muma, pervaneye, aya, melteme, buluta açar; ama bunlardan gönül derdine bir çare bulamaz.

Leyla bir gün yolda İbn-i Selam adlı zengin bir adamla karşılaşır. İbn-i Selam bir görüşte Leyla’ya âşık olur. Adam yollayıp Leyla’yı babasından istetir. Leyla İbn-i Selam’la nişanlanır.

Araplar arasında Nevfel adlı bir yiğit vardır. Bu kişi kahramanlığı ve cesareti ile şöhret bulmuş bir komutandır. Bir mecliste Mecnun’un şiirlerini duyar, onun acıklı aşk öyküsünü de dinleyince Mecnun’a acır ve yardım etmeye karar verir. Mecnun’u çölde arayıp bulur, ona makamında bir yer verir.

Nevfel, Leyla’nın babasına bir ültimatom yollayarak, Mecnun ile Leyla’nın evlendirilmesi konusundaki emrini bildirir. Leyla’nın babasının mensup olduğu kabile, bu isteğe savaşla karşılık verir.

Mecnun, savaşta kendisi için çarpışan Nevfel’in tarafını tutması gerekirken Leyla’nın babasının mensup olduğu kabilenin askerlerinin galip gelmesini ister. Bu yüzden hiçbir savaşta yenilmemiş olan Nevfel bu savaşta bir türlü galip gelemez. Bu durum Nevfel'e bildirilir. Nevfel, Mecnun’a yardım etmekten vazgeçer. Onurunu kurtarmak için düşmanına bir kez daha saldırır. Bu sefer muzaffer olur. Ama yeminini yerine getirerek Leyla ile Mecnun’u evlendirmez.

Mecnun, sevgilisini görmek için dilenci kılığındaki bir ihtiyarla anlaşarak kendisini zincire vurup sevgilisinin bulunduğu yere gider. Bir başka kez de gözlerini bağlayıp “Ben körüm, dünyayı göremiyorum.” diyerek bu bahaneyle sevgilisinin bulunduğu yere gidip gizlice onu seyreder.

İbn-i Selam, Leyla ile evlenir. Ama Leyla gerdek gecesi uydurduğu bir öykü ile İbn-i Selam’ı kandırıp korkutur. Onunla ilişkiye girmez.

Mecnun’un Zeyd adlı vefalı bir arkadaşı vardır. Zeyd de Mecnun gibi bir güzele, Zeynep adlı birisine âşıktır. Zeyd, Mecnun’a İbn-i Selam’la Leyla’nın evlendiği haberini getirir. Mecnun sevgilisine sitem dolu bir mektup yazar. Zeyd, İbn-i Selam’a muskacı olduğunu, Leyla’nın derdine deva bulacağını söyleyerek ondan Leyla ile baş başa kalma iznini alır. Zeyd, Mecnun’un mektubunu Leyla’ya verir. Leyla da yazdığı yanıt mektubunda İbn-i Selam’la halvet etmediklerini ve gönlünün hâlâ Mecnun’da olduğunu söyleyerek sevgilisini rahatlatmaya çalışır.

Bir gün Mecnun’un babasına şöyle bir acı haberi iletirler: “Leyla’nın babası, kızını dillere doladığı için Mecnun’u kabile reisine şikâyete gitmiş ve Mecnun ’un öldürülmesini istemiştir. ” İhtiyar, bu acı haberi işitince Mecnun ’u bulmak için çöllere düşer.

Mecnun, babasının eve dönme isteğini reddeder. Babası Mecnun’daki bazı olağanüstü halleri görünce ona nasihat etmekten vazgeçerek onu kendi haline bırakır.

Evine yalnız başına dönen ihtiyar, kısa zamanda bu dünyaya gözlerini kapar. Mecnun, vefasız bir avcıdan babasının ölüm haberini duyar. Babasının mezarına giderek gözyaşlarını döker.

Bir gün Mecnun çölde gezerken kendisi ile Leyla’nın resimlerinin çizili olduğu bir levha görür. Hemen Leyla’nın resmini siler, kendi resmini bırakır. Bu duruma tanık olan birisi bunu yadırgar. Mecnun seven ile sevilen arasında bir ikiliğin bulunamayacağını, sevgilinin ruh, kendisinin ise ona vücut olduğunu söyleyerek kendisini savunur.

Mecnun, çölde yabani hayvanlarla arkadaşlığın ötesinde bir ilişki kurar. Adeta onları yöneten bir hükümdardır.

Mecnun, karanlık bir gecede sırasıyla Merkür’e, Merih’e ve Allah’a yalvararak onlardan gönül derdine bir çare bulmalarını ister. O gecenin sabahında en yakın arkadaşı Zeyd onu ziyarete gelir ve ona İbn-i Selam’ın ölüm haberini getirir. Mecnun, rakibi olan İbn-i Selam’ın ölüm haberini işitince ağlamaya başlar. Zeyd, bu duruma şaşırır; onun sevinmesi gerekirken üzülmesine bir anlam veremez. Mecnun, Zeyd’e her ikisinin de Leyla’ya âşık olduklarını ama İbn-i Selam’ın canını verip sevgiliye kavuşmasını kıskandığını belirterek ağlamasına bir gerekçe gösterir.

Leyla, eşi İbn-i Selam’ın ölümünden sonra baba evine döner. Orada İbn-i Selam'ı bahane ederek asıl aşkı, yani Mecnun için gözyaşı döker.

Leyla’nın kabilesinde bir gece göç çanı çalar. Herkes acele yola koyulur. Leyla da üzerinde mahmeli olan bir deveye biner. Gönül derdini deveye anlatmaya başladığı sırada deve kervandan ayrılır, çölün yolunu tutar. Gün ağarıp Leyla uyanınca kervandan ayrı düştüğünü anlar. Çölde yol iz bilen birisini aramaya başlar. Farkında olmadan Mecnun’la karşılaşır. Karşılaştığı kişinin Mecnun olduğunu öğrenince çok sevinir. Kavuşmanın sevinciyle kendisini Mecnun’a sunar. Ama Mecnun bu aşk teklifini reddeder. Çünkü tuttuğu aşk yolunda olgunlaşmış, mecazi aşktan ilahi aşka ulaşmıştır. Leyla sevgilisinin bu yeni halini önce yadırgadıysa da sonra anlayışla karşılar. Kendisini aramaya çıkmış kervan bekçisi ile kabilesine döner.

Leyla, evine döndüğünde onulmaz aşk yarası yüzünden hastalanır, yatağa düşer. Ölüm kapısını çalmak üzere iken gönül derdini annesine açar. Ona bu sevdada Mecnun’un hiçbir suçunun olmadığını söyler. Sevgilisini temize çıkardıktan sonra dünyaya gözlerini kapar.

Leyla’nın ölüm haberini Zeyd’den öğrenen Mecnun, onunla Leyla’nın mezarına gider. Mezarı kucaklar ve “Leyla” diyerek ruhunu orada teslim eder. Mecnun’u Leyla’nın mezarına defnederler. Zeyd, mezarlığı türbe haline getirerek türbenin bekçiliğini üstlenir.

Zeyd, bir gece mezarın toprağına dayanmış vaziyette uyuduğunda rüyasında Leyla ile Mecnun’u cennette görür. “Bunlar kimdir?” diye sorunca, derler ki: “Bunlar Mecnun ile onun vefalı sevgilisi Leyla'dır. Aşk yoluna girip temiz öldükleri, aşklarını dünya hevesleriyle kirletmedikleri için burada buluştular."

4 Ağustos 2019 Pazar

Ramses Kadeş Savaşı (Christian JACQ) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili ve Kişileri


Kitabın Adı : Ramses Kadeş Savaşı

Kitabın Yazarı : Christian JACQ

Kitap Hakkında Bilgi :

Christian JACQ, 21 yaşında Sorbonne Üniversitesi’nde Mısır bilimi (Egyptology) ve arkeoloji eğitimi gördü. Çalışmalarını sürdürüp Eski Mısır konusunda doktora yaptı. 50 yaşına geldiğinde 50’nin üstünde eser vermiştir.

Kitap, M.Ö. 13. yy.da Mısır firavunu I. Seti’nin ölümünden sonra yerine geçen oğlu II. Ramses’in firavunluk döneminde ülkesinde ve çevresinde dönen entrikaları ve Mısır’ı tehdit eden Hititlilerle yapılan Kadeş savaşını anlatmaktadır.

Kitabın Özeti :

II. Ramses, babası I. Seti’nin ölümünden sonra M.Ö. 1279 yılında tahta çıkmıştır. Ancak genç yaşı ve deli dolu haraketleri ile tepkiler almıştır. Bu işi yapabilecek, yani Mısır’ı yönetecek bir firavun olarak görülmemiştir. Ayrıca kendisinin firavun olması gerektiğini düşünen ağabeyi Şenar’ın da büyük düşmanlığına maruz kalmıştır.

Bunlara rağmen Ramses, büyük başarılara imza atmıştır. Çeşitli yerlere tapınaklar yaptırmıştır. Memfis’te bulunan ülke merkezini Pi-Ramses’e taşımıştır. Böylece çevre ülkelerin oluşturdukları tehlikelere karşı yapılan savunma savaşlarını daha hakim bir yerden yönetmeyi amaçlamıştır.
Ağabeyi Şenar, vazo ticareti ile uğraşıyor gözüken bir Hitit casusu ile işbirliği yapar. Kardeşi Ramses’i Hititliler karşısında yenik duruma düşürüp onun yerine firavun olmayı ve ülkeyi yönetmeyi amaçlamıştır.

Kızkardeşi Dolant ve kocası, kendini Libyalı bir büyücü olarak tanıtan Ofir isimli, Hitit casus şebekesinin başı olan birinin yalanlarına uyarak Ramses’e ve karısı Nefartari’ye karşı çeşitli kötülükler yapmaya kalkışmışlardır.

Ofir, tek tanrılı bir dini yaymaya çalışan biri olarak kendini tanıtmıştır. Ramses’in ve yandaşlarının inandığı tanrıların sahte olduğuna ve ülkeyi felakete götüreceğine halkı inandırarak taraftar toplamaya başlamıştır. Böylece, çok tanrılı bir din anlayışı olan Mısır’da iç kargaşalık yaratmaya çalışmıştır. Aynı zamanda Ramses’e ve karısına karşı büyüler yapmış onları yok etmeye çalışmıştır. Fakat bütün bunların altında yatan asıl amaç yaptığı casusluğu örtbas etmek Hititlilere daha rahat bir biçimde mesajlarını iletmektir.

Bütün bu olumsuzluklara rağmen, talih Ramses’ten yanadır. Ayrıca yakın arkadaşlarından dışişleri bakanı Aşa, büyücü Seatu ve başkatibi Ameni ona her konuda yardım etmektedirler. Bütün kötülüklere karşı onun yanında yer alırlar. Ayrıca Ramses’in yakın korumalığını üstlenen aslanı ve köpeği de ona hiçbir düşmanı yaklaştırmamaktadır.

Ükeyi ve Ramses yönetimini yok etmeyi amaçlayan bu kadar faaliyetin yanında dış tehdit olan Hititliler de boş durmamakta Mısırlılara karşı bir saldırı planlamaktadırlar.

II. Ramses, bütün bunları izledikten sonra ülkesini ve askerlerini bu savaşa hazırlamaya başlamıştır. Emrindeki komutanlar ve askerler ise bu savaşın ülkeyi felakete sürükleyeceğini Hititlilerin Mısır’ı yenip ülkeyi paramparça edeceklerini savunuyorlardı. Fakat Ramses kendinden emin bir şekilde savaşın ülkesi ve firavunluğu için gerekli olduğunu ileri sürerek adamlarını ikna etmiştir.

Bir süre sonra hazırlıklarını tamamlayan Ramses ilk olarak Hititlilerin ele geçirdiği kaleleri kolaylıkla geri alır. Daha sonra gözde kalesi olan Kadeş’te çarpışmaya karar verir. Bu kararda en önemli etken, Hititlilerin içine casus olarak sızan Aşa’nın verdiği bilgiler olmuştur. Çünkü Aşa Hititlilerin içine sızıp onların saldırı planladığını öğrenmiştir.

Ramses de bunun üzerine Kadeş’e doğru harekete geçmiştir. Amacı Kadeş’i ele geçirmektir. Bu amaçla emrindeki dört tümen ve yardımcı kuvvetlerle bugünkü Suriye’de çeşitli kaleleri ele geçirir. Oradan da Kadeş’e yönelir. Buna karşılık da Hititlerin imparatoru Muvatallis Kendisine bağlı devletlerden büyük bir birlik oluşturur. Tabii bu arda Hititliler arasında da çeşitli iktidar savaşları olmaktadır.

 Hitit İmparatoru Muvatallis oğlu Urhi-Teşhup’a orduyu eğitme görevi vermiştir fakat ona güvenmemektedir. Bu nedenle asıl savaş planını oğluna açıklamamış, yerine onun kardeşi iyi bir diplomat olan Hattuşil ile ortaklaşa bir plan geliştirmiştir. Muvatallis, bu savaşın kendi imparatorluğunu sağlamlaştırmak ve Hititlilerin yayılmacı politikasına ters düşmediğini göstermek ister. Oğlu Urhi-Teşhup da savaşın başarısına sahip çıkarak iyi bir komutan olduğunu kanıtlayıp babasının tahtına geçmeyi planlamaktadır.

Muvatallis, kendi birliklerini ve bağlı devletlerden oluşturduğu birliği kentin arkasındaki tepeye saklar, fakat ordunun daha kuzeyde Halep’te olduğu yönündeki yanıltıcı haberleri yayar. Ramses’in Kadeş yakınlarına geldiğinde çıkardığı bir keşif kolu, köylü kılığında iki Hititli öncü askeri yakalayıp getirir. Bu askerlerin söylediklerine kanarak Asi ırmağı vadisi boyunca dar bir yürüyüş kolu halinde ilerlemeye başlayan Ramses ve ordusu tepenin ardından çıkan Hititlilerle karşılaşınca şaşkına döner. Hititliler ırmağı geçerek Mısırlıların bir tümenini bozguna uğratır ve Mısır kampına doğru hücuma başlarlar.

Ardından bir tümeni daha dağılan Ramses, Hititlilere arkadan saldıran yardımcı kuvveti ve kendisinde bulunduğu iddia edilen güneşin gücüyle Hititlileri ırmağın kıyısına kadar itmeyi başarır. Hatta Hititliler bir süre sonra Kadeş kalesine sığınmak zorunda kalırlar. Muvatallis, savaşın galibi olarak Ramses’i gösteren ve kendisini yenilmiş ilan eden resmi bir belgeyi Ramses’e vererek yenilgiyi kabul eder. Böylece Ramses, Aşa’yı kurtarır ve arkadaşlığa verdiği önemi kanıtlar.

Daha sonra ülkesine dönen Ramses başarılı bir komutan ve güçlü bir firavun olarak ülkesinde coşkuyla karşılanır. Burada ağabeyi Şenar, yaptığı kötülükler ve işlediği suçlardan dolayı tutuklanır. Fakat ellerinden kaçar. Casus Ofir de ülkeden kaçar. Musa, ülkeden kaçar ve Yahudileri biraraya getirmeye çalışır. Yavaş yavaş tek tanrıcı anlayış içinde Tanrı’ya yönelmiş peygamberliğini ilan ederek firavuna karşı çıkmaya hazırlanmaktadır. Bu arada casus Raya, bir kaza sonucu ölür.
Firavun II. Ramses’in ülkesi ve firavunluğu o anda tehlikeden arınmış görünmektedir. Fakat tehlikeler tamamen yok olmamıştır. Ramses’in bütün düşmanları ona ve Mısır topraklarına karşı tekrardan güçbirliği yapıp saldırmak için uygun zamanı beklemektedirler.

Kitabın Şahısları, Kişileri :

II. Ramses : Mısır kralıdır.

Nefertari : II. Ramses’in karısıdır.

Musa : II. Ramses’in yakın arkadaşlarından birisidir.

Aşa : Mısır’ın dışişleri bakanıdır.

Ameni : Sandalet taşıyıcısı ve başkatiptir.

Şenar : II. Ramses’in ağabeyidir.

Dolant : II. Ramses’in kızkardeşidir.

Ofir : Libya'lı büyücü ve casus şebekesinin başıdır.

Raya : Vazo ticaretiyle uğraşan Hitit casusudur.

Mutavallis : Hitit imparatorudur.

Yüzyıllık Yalnızlık (Gabriel Garcia Marquez) Kitabının Özeti, konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Yüzyıllık Yalnızlık

Kitabın Yazarı : Gabriel Garcia Marquez


Kitap Hakkında Bilgi :

Yakın akraba evliliği yüzünden ancak yüz yıl sonra soylarının tükenmesiyle bitecek olan yüzyıllık yalnızlıkla lanetlenmişlerdir. Bu soyun Macondo adlı düşsel bir nehir kasabasındaki içsel yalnızlığı konu alınmıştır.

Aslen Jose Arcadio Buendia ve Ursula Iguaran çifti, oğulları Jose Arcadio Buendia, Aureliano Buendia (Albay) ve kızları Amaranta Buendia olmak üzere beş kişilik bir aile konu alınmaktadır. Sonra çok geniş bir kitleye yayılan soylarının yüz yıllık ömrü eserin ana temasını oluşturmaktadır.
"Yüzyıllık Yalnızlık’ı yazmaya başladığımda, çocukluğumda beni etkilemiş olan her şeyi edebiyat aracılığıyla aktarabileceğim bir yol bulmak istiyordum. Çok kasvetli kocaman bir evde, toprak yiyen bir kız kardeş, geleceği sezen bir büyükanne ve mutlulukla çılgınlık arasında ayrım gözetmeyen, adları bir örnek bir yığın hısım akraba arasında geçen çocukluk günlerimi sanatsal bir dille ardımda bırakmaktı amacım. Yüzyıllık Yalnızlık’ı iki yıldan daha kısa bir sürede yazdım. Ama yazı makinemin başına oturmadan önce bu kitap hakkında düşünmek on beş, on altı yılımı aldı. Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan, sanki yalnızca gördüğü şeylermiş gibi anlatırdı bana. Anlattığı öyküleri bu kadar değerli kılan şeyin, onun duygusuz tavrı ve imgelerindeki zenginlik olduğunu kavradım. Yüzyıllık Yalnızlık’ı büyükannemin işte bu yöntemini kullanarak yazdım. Bu romanı büyük bir dikkat ve keyifle okuyan, hiç şaşırmayan sıradan insanlar tanıdım. Şaşırmadılar, çünkü ben onlara hayatlarında yeni olan bir şey anlatmamıştım. Kitaplarımda gerçekliğe dayanmayan tek cümle bulamazsınız."

Kitabın Özeti :


Öldürdükleri bir adamın ruhunun verdiği rahatsızlıktan ve iç huzursuzluktan kaçmaktadırlar. Yakın akraba evliliği sonucu domuz kuyruklu bir çocuğun doğması vasıtasıyla lanetlenmiş bir soydan gelen Jose Arcadio Buendia ve Ursula Iguaran çifti, dağları aşarak bir nehir kıyısına yerleşir. Macondo ismini verdikleri bir kasaba kurarlar. Macondo kasabasının yüz yıllık soylarının yalnızlık lanetine bir ömür ev sahipliği yapacağı o zamanlar hiç akıllarında yoktur.

Albay Aureliano Buendia yıllar sonra idam edilirken babasının onu buzu keşfetmeye götürdüğü günü hatırlar. O zamanlar dünya öylesine yeni keşfedilmiştir ki pek çok şeyin adı yoktur.

Macondo, kurucularının arasında Buendia ailesinin de olduğu 20 hanelik kerpiç bir köydür. Macondo’ya her yıl mart ayında çingeneler gelmektedir. Melquiades isimli bir çingene Jose Arcadio Buendia’ya çeşitli aletler getirir. Her sene, simya hakkında bilgiler verir. Albay Aureliano Buendia’nın babası Jose Arcadio Buendia kendisine bir simya laboratuvarı yapar. Zamanının çoğunu orada geçirir. Karısı Ursula bu durumdan çok şikayetçidir ve karşı çıkmaktadır. Sürekli söylenir, çocuklarla ilgilenmesini ister. Buendia ailesi köyü ilk kuranlar arasındadır. Jose Arcadio Buendia’nın önerisiyle köyü nehre yakın kurarlar. Ursulanın hamaratlı elleriyle güzel evler yaparlar.

Ursula ve Jose Arcadio Buendia amca çocuklarıdır. Ursulanın annesi kızını evlendiklerinde domuz kuyruklu çocukların olur diye korkutur. Böylece bekaret kemeri taktırır. Jose Arcadio Buendia bu duruma önceleri karşı çıkmaz. Ancak köyde Ursula kız oğlan kız diye dedikodular çıkmaya başlar. Jose Arcadio Buendia sinirle bir adamı vurur öldürür. Karısına kemeri çıkarmasını onun yüzünden köyde başka kimsenin ölmemesini söyler.

İlk çocukları Jose Arcadio göç ederlerken yolda doğar ve kuyruğu yoktur. Ursula her doğan çocukta kuyruk var mı diye bakar. Sonra Aureliano doğar. Jose Arcadio aynı babası gibidir. Aureliano sessiz içine kapanık biridir.

Jose Arcadio, Pilar Ternera isimli bir kadınla birlikte olmaya başlar. Bu sıralar Ursula kızı Amaranta’yı doğurur. Amaranta doğduktan kısa bir süre sonra Pilar Ternera bir oğlan doğurur. 2 hafta sonra dedesinin evine getirilir ve Arcadio ismiyle vaftiz edilir. Annesinin Pilar Ternera olduğunu bilmez.

Bir Pazar günü 11 yaşlarında bir kız çocuğu getirip Jose Arcadio Buendia’ya emanet ederler. Ursulanın annesi babası ölmüş bir akrabasının çocuğudur. Kıza annesinin adı olan Rebecca adını veriler.

Köye bir Sulh Yargıcı atanır. Jose Arcadio Buendia ile araları ev boyama meselesi yüzünden açılır. Birbirlerine düşman olurlar. Sulh yargıcının kızlarından Remedios'a Aureliano aşık olur. Aradaki yaş farkından çekinir ve kıza açılamaz.

Amaranta ve Rebecca büyümüşlerdir. Rebecca çok güzel bir kız olur. Evlerine  onarım için gelen Pietro Crispi isimli gençle birbirlerine aşık olurlar. Ev köşe bucak aşk doludur. Aşk acısı çeken Aureliano’nun da Pilar Ternera ile ilişkisi olur. Pilar Ternera, Aureliano Jose isimli bir oğlan doğurur.

Melquiades ölür. Remediosla Aureliano evlenirler ancak kısa süre sonra Remedios ölür. Rebecca'yla Pietro Crispi nişanlanır ve buna Amaranta çok öfkellenir. Sürekli düğünleri ertelenir. O sıralar uzaklara giden Jose Arcadio eve döner, Rebeccayla ilişkileri olur ve evlenirler. Ursula bu duruma çok kızar ve onların eve ayak basmasını yasaklar.

Pietro Crispi, Amaranta'ya evlenme teklifi eder. Amaranta kabul etmez ve Pietro Crispi intihar eder. Aureliano Jose'nin bakımını Amaranta'ya verirler. Savaş başlamıştır. Aureliano artık Albay Aureliano Buendia olduğunu açıklar ve savaşa gider. Macondo'yu Arcadio bırakır.

Arcadio, Pilar Ternera'nın annesi olduğunu bilmeden onunla birlikte olmak ister. Pilar Ternera çare olarak gece karanlıkta onun koynuna Santa Sofia de la Piedad isimli kız oğlan kız sokar. Arcadio, Macondo yönetimini kaybeder ve idam edilir.

Santa Sofia de la Piedad bir kız doğurur, daha sonra ikizleri olur. Kıza Remedios, oğlanlara Jose Segundo ve Aureliano Segundo isimleri konulur.

Albay Aureliano Buendia yakalanmıştır idam edilecektir. Gittiği yerlerden beraber olduğu kadınlardan oğulları gelir ve hepsine Aureliano ismi ve annelerinin soy ismi verilir.

Bu arada Amaranta ve Aureliano Jose arasında ilişki başlar. Jose Arcadio Buendia da bağlandığı kestane ağacının dibinde ölür.

Yıllar geçtikçe evde yaşayan sayısın artmasıyla eve yeni odalar eklenir. Aureliano Segundo'nun oğluna Jose Arcadio adı verilir. Ailenin uzun geçmişi boyunca kişilere verilen isimler yenilenmektedir.

Bütün Aurelianolar içe kapanık ve aklı başındadır. Jose Arcadiolar ise atak ve girişken ancak mutlaka belaya çatmaktadırlar.

Ursula yüz yaşına gelmesine, gözlerine perdeler inmesine rağmen akli dengesinden en ufak bir şey yitirmemiştir ancak kısa zaman sonra ölür. Onun ölümünden yıllar sonra Amaranta Ursula ve Aureliano arasında ilişki başlamıştır. Bir çocukları olur ve çocuğun domuz kuyruğu vardır. Ursula'nın hep korktuğu olmuştur. Evde yaşayan sayısı azaldığı için kullanılmayan odalar kapatılır. Evde karıncalara hiçimse çözüm bulamamıştır.

Aureliano Melquides’in yazmalarını çözmeye uğraşır ve çözer. Son cümlesi “Soyun atası ağaca bağlanır, sonuncusunu da karıncalar yer.” yazmaktadır.

Aureliano, Melquides'in yazmalarını okurken olayları alışılmış zaman düzeninde sıralamamıştır. Yüzyıl boyunca olan günlük olayları öylesine bir araya toparlamış ki, olayların tümü aynı anda olmuş gibi görünmektedir.

Yazıların ortasına gelince kendi kimliğini öğrenir ve Amaranta Ursula’nın teyzesi olduğunu anlar. O bütün bunları okurken dışarıda kasırga kopmakta ve Macondo dağılmaktadır.

Şifreleri çözdüğü anda kentin rüzgarla savrulup yok olacağı ve yazılanların yinelenmeyeceği yazmaktadır. Çünkü yüzyıllık yalnızlığa mahkum edilen soyların yeryüzünde ikinci bir şansı olmazdı.

Kırmızı Pazartesi (Gabriel Garcia Marquez) Kitabının Özeti, Tahlili ve Kişileri


Kitabın Adı : Kırmızı Pazartesi

Kitabın Yazarı : Gabriel Garcia Marquez

Kitap Hakkında Bilgi :

Kırmızı Pazartesi; Kolombiya asıllı yazar Gabriel Garcia Marquez'in 1982 Nobel Edebiyat Ödülünü de kazanmış olan polisiye – macera türündeki popüler bir romanıdır.

Gabriel Garcia Marquez’in çocukluk yıllarında yaşadığı bir kasabada meydana gelen, herkesin bu cinayetin işleneceğini bildiği ama hiç kimsenin de engel olmak için hiç bir şey yapmadığı farklı bir namus cinayetini konu edinmektedir.

Romanın kahramanı Santiago Nasar’ın öldürüleceği daha ilk satırlardan bellidir. Kırmızı Pazartesi, yalnızca bir cinayetin arka planını değil, bir halkın ortak davranış biçimlerinin portesini de çizmektedir. Kitapta, Santiago Nasar isimli karakterin iki kardeş tarafından öldürülmesi anlatılmaktadır. Kitabı farklı kılan ise bu cinayetin tüm kasaba tarafından bilinmesine rağman kimsenin buna engel olamamasıdır.

Roman, cinayete kurban giden Santiago'nun bir dostunun ağzından yapılmış olan bir röportaj şeklinde anlatılmıştır.

Kitabın Özeti :

Bayardo San Roman, kasabaya yeni taşınmıştır. Yerliler tarafından henüz gizemi çözülmemiş, her konuda derin bilgilere sahip, mesleğinin ne olduğu da bilinmeyen ilginç bir adamdır.

Bayardo San Roman'ın kim olduğu ne iş yaptığı herkes tarafından merak konusu olmaktadır. Hakkında çıkan dedikodulara son vermek için evlenecek birini arar ve bunu herkese duyurur.

Bayardo, bir meyhanede oturup içiyorken annesiyle beraber geçen Angela Vicario'yu görmüş ve yanındakilere bu kızı çok beğendiğini ve onunla evlenmek istediğini söylemiştir. Lakin çok sarhoş olduğundan kimse ciddiye almamıştır.

Bayardo, Angela'yı ve ailesini kısa zamanda arar ve bulur. Angela ile evlenme kararı almıştır. Angela’nın annesi ve erkek kardeşleri ile konuşur ve anlaşırlar. Çok zengin bir adam olan Bayardo San Roman şölen gibi bir düğün düzenlemiştir. Angela ile Bayardo’nun evlilikleri sadece 6 saat sürer.

Sabaha karşı Bayardo, üzerinde düğün hediyeleri olan üstü açık bir araba ile Angelay’ı alıp tekrar ailesinin yanına getirir. Angela’nın bakire olmadığını söyleyerek ailesine teslim eder. Bayardo, gelinin annesine ve erkek kardeşlerine durumu anlatarak bakire olmayan bir gelini kabul edemeyeceğini bildirir.

Angela'nın kardeşleri Pablo ve Pedro, büyük bir utanç içine düşmüşlerdir. Kız kardeşeleri Angela’ya bunu kimin yaptığını sorarlar. Angele kendisinin bakireliğini elinden alan kişinin Santiago Nasar olduğunu söyler. Tüm baskı ve şiddete rağmen Santiago Nasar’ın nerede ve kim olduğunu erkek kardeşlerine söylemez.

Bunun üzerine Pablo ve Pedro ellerine iki iri kasap bıçağı alarak Santiago'yu öldürmek için yollara koyulurlar.

O sabah, kasabaya piskopos gelecektir. Bu nedenle herkes ile birlikte Santiago Nasar’da piskoposu karşılamaya gelir. Pablo ve Pedro ise, Clotilde Armenta'nın meyhanesinde Santiago'yu beklemeye başlarlar. Pablo ve Pedro karşılaştıkları herkese Santiago'yu öldüreceklerini ilan da etmektedirler. Aslında şereflerini kurtarmak için öldürmek zorundadırlar ancak Santiago’yu öldürmek istememektedirler. Birilerinin onları durdurmasını istedikleri için herkese bunu ilan etmektedirler. Belki de Santiago’nun da bunu duyup kasabadan kaçmasını ummuşlardır. Santiago'yu öldüreceklerini Santiago dışındaki bütün kasabalılar duymuş ama nedense sadece Santiago bunu öğrenmemiştir. Hatta herkes Santiago’nun da bunu bildiğini zannetmektedir.

Pablo ve Pedro Vicario’nun, Santiago Nasar’ı öldürmek için beklediğini duyan belediye başkanı onların yanına giderek ellerinden bıçaklarını alıp onları geri gönderir. Fakat Pablo ve Pedro eve gidip ellerine iki yeni bıçak alıp aynı meyhaneye geri dönerler. Santiago'yu tekrar beklemeye başlarlar. Santiago Nasar, arkadaşı Cristo Bedoya ile beraber evine dönerlerken arkadaşı Cristo Bedoya onun yanından ayrılır.

Santiago yakın zamanlarda bir kız ile nişanlanmış ve o kızın evi de bu yolun üzerindedir. Santiago, meyhanenin de olduğu meydana yaklaşırken nişanlısı onu görüp çağırmıştır. Nasar’ın nişanlısı olan biten her şeyi duymuş ve Nasar’ın ona verdiği nişan hediyelerini, yazdığı mektupların bulunduğu kutuyu Nasar’a geri vererek ağlamış ve ondan ayrılmıştır. Hiçbir şeyden haberi olmayan Santiago, nişanlısının bu tavrı karşısında şaşırıp kalmıştır. Bunun üzerine nişanlısının babası da Pablo ve Pedro’nun onu öldürmek aradığını söyleyerek onu uyarmıştır. Nasar evine doğru yürümeye devam eder.

Lakin onu gören Pablo ve Pedro onu takip etmeye başlamışlardır. Santiago Nasar evinin önüne geldiğinde Nasar’ın annesi Placida Linero, Pablo ve Pedro'nun eve doğru koştuğunu görür. Kapıyı Santiago'nun yüzüne kapatır. Annesi farklı bir yönden eve girmeye çalışan Santiago'yu fark etmemiştir. Eve giremeyen Santiago Nasar, Pablo ve Pedro’nun bıçaklarından kurtulamamıştır.
Pablo ve Pedro, Santiago'yu defalarca bıçaklarlar.

Santiago, arka kapıdan eve girer ve mutfağın ortasına yığılıp yere düşer.

Kitabın Şahısları, Kişileri :

Santiago Nasar : Angela’nın bekaretini bozan ve Angela’nın kardeşleri tarafından öldürülmek için aranan kişi

Angela Vicario : Bayardo San Roman ile evlenecek olan gelin adayı

Bayardo San Roman: Angela Vicario ile evlenmek için düğün hazırlıkları yapan ve Angela’nın bakire olmadığını anlayarak erkek kardeşlerine durumu belirten zengin kişi

Pablo Vicario: Angela’nın erkek kardeşi

Pedro Vicario: Angela’nın erkek kardeşi

3 Ağustos 2019 Cumartesi

Kerem ile Aslı Hikâyesi Tam Metni, Özeti, Tahlili


Kitabın Adı : Kerem İle Aslı

Kitabın Yazarı : Anonim

Kitap Hakkında Bilgi :

Kerem ile Aslı, 16. yüzyıl veya daha sonralarında Yusuf ile Züleyha, Hüsrev İle Şirin, Leyla ile Mecnun gibi Arap ve Fars asıllı halk hikâyelerinin etkisi ile oluşan özgün bir Türk Halk Hikâyesidir. Kerem ile Aslı aşk konulu olan hikâyelerimizin ilk oluşanı olarak düşünülmektedir.

Kerem ile Aslı Hikâyesi Tam Metni :

Bir zamanlar İran'ın güzel bir beldesi olan İsfahan şehrin­de çok adaletli, merhametli, güçlü, kuvvetli bir padişah var­mış. Hazineleri altınlarla dolu olan bu padişahın çocuğu ol­muyormuş. Gece gündüz evlat hasretiyle yanıp tutuşan bu padişah, derdini kederini biraz olsun unutabilmek için İsfahan’ın en güzel yerine eşi benzeri olmayan bir saray yaptır­maya karar vermiş.

Hazinedarı olan Keşişi bir gün huzura çağırtmış. Bu Keşiş ’in de hiç çocuğu yokmuş. Padişahla Keşiş aynı dertle ya­nıp tutuşurlarmış. Huzura gelen Keşişle birlikte sarayın pla­nını yapmışlar. Daha sonra zamanın bütün mimarlarını, usta­larını ve bahçıvanlarını saraya toplamış ve nasıl bir saray is­tediğini onlara da anlatmış.

İsfahan beldesinin en güzel yerine harikulade bir saray yapılmış. Sarayın bahçesi cennet bahçesi gibi olmuş. Bahçe­nin ortasına pembe mermerlerden bir havuz, havuzun o bil­lur sularında kumrular oynaşıp duruyormuş. Bülbüller gülle­rin etrafında şarkılar söylüyor, tavus kuşları ise dört bir yanı süslüyormuş. Yine bu bahçenin içine beyaz mermerlerden bir saray kurulmuş. Eşi benzeri olmayan bu sarayda padişah eğ­lenceler düzenleyerek kederini unutmaya çalışıyormuş.
Günlerden bir gün yine o güzel sarayda eğlence düzen­lenmiş. Padişahın karısı Hanım Sultan ve Keşişin karısı da eğlenceye katılmak üzere yola koyulmuşlar. Tam saraya var­mak üzereyken karşılarına aksakallı, nur yüzlü bir ihtiyar çık­mış. Hanım sultana bir elma fidanı, Keşişin karısına da bir armut fidanı vermiş ve bunları sarayın en nadide köşesine dikmelerini söylemiş.

Hanım Sultan ve Keşişin karısı hemen fidanları dikmiş­ler. Kendi elleriyle suluyor ve özenle bakıyorlarmış. Hanım sultan; dünyada bir evladım olmadı, bari dikili bir fidanım olsun, diye düşünüyormuş. Aylar geçmiş fidanlar ağaç olmuş. Yemyeşil yaprakları, güçlü dallan olmuş ancak hiç meyve vermiyorlarmış.

Hanım sultan ağlamaya ve üzülmeye baş­lamış: Diktiğim fidan bile meyve vermiyor, ben ne talihsiz bir kadınım, diyormuş.

Bir gün yine böyle düşünerek ağlayan Hanım Sultan, sa­rayın salonunda uyuyakalmış. Rüyasında kendisine ve keşi­şin karısına fidan veren nur yüzlü ihtiyarı görmüş.

Gözyaşları içinde ihtiyarın ellerine sarılan Hanım Sultan: Ey mübarek insan! Ne olursa senin duanla olur. Yıllar­ca evlat hasretiyle yanıp tutuştum. Şimdi de bir fidan diktim, o bile meyve vermedi. Ne olacak benim bu hâlim, diye ağla­maya başlamış.

Nur yüzlü ihtiyar: Sen hiç merak etme. Senin dualarının kabulü için ben de dua ettim. İnşallah duaların kabul olacak ve sen de mu­radına ereceksin. Senin ağacın meyve verdi. Eğer onu yersen dileğin kabul olur, demiş.

İhtiyarın bu sözlerinden sonra, korku ve heyecanla uya­nan Hanım Sultan, Keşişin karısını da yanına alarak bahçe­ye koşmuş. Gerçekten de kendisinin diktiği elma ağacının ü-zerinde bir tane ama çok güzel görünen bir elma varmış. Keşişin karısının diktiği armut ağacında ise hiç meyve yokmuş.

Hanım sultan, Keşişin karısı üzülmesin diye elmayı ikiye böl­müş ve ona dönerek:
Bu elmanın yarısını sana veriyorum ama bir şartla. Eğer kızın olursa benim oğluma vereceksin. Yok eğer oğlun olursa benim kızımı alacaksın demiş.

Keşişin karısı bu teklifi hemen kabul etmiş ve elmaları yemişler. Bir süre sonra Keşişin karısı da Hanım Sultan da hami­le kalmışlar. Zamanları dolunca da Keşişin karısının bir kızı, Hanım Sultan’ın ise bir oğlu olmuş. Oğlanın adını, Ahmet ve Mirza, kızın adını ise Kara Sultan koymuşlar.

Aylar yıllar geçtikçe yavrular da büyüyorlarmış. Keşişin kızı bir ay parçası kadar güzelmiş. Kızını padişaha vermek is­temiyormuş. Çünkü padişahla aynı dinden değillermiş. Padi­şaha verdikleri sözden nasıl döneceklerini düşünmeye başlamışlar.

Keşiş: Eğer şehri terk etmezsek padişahtan bize rahat yok, de­miş. Fakat karısının aklına daha iyi bir fikir gelmiş.

Keşişe dö­nerek: Bir süre sonra kızımızın öldüğünü söyleriz ve buralar­dan bu nedenle uzaklaşmak isteriz, demiş.

Aradan bir yıl gibi bir zaman geçince Keşiş hemen padi­şahın huzuruna varmış ve kızının öldüğünü, bu üzüntüyle ar­tık buralarda yaşayamayacağını anlatmış.
Bunun üzerine padişah keşişe biraz altın vererek azat etmiş.

Arzularına muvaffak olan keşişle, karısı derhâl vakit ge­çirmeden İsfahan’a üç günlük uzaklıkta olan bir köye gitmiş­ler. Güzel bir köşk yaparak orada yaşamaya başlamışlar.

Diğer taraftan padişahın oğlu Mirza Bey 13-14 yaşlarına gelmiş. Babası onu en iyi hocalarda okutuyormuş. Mirza Beyin çok kurnaz ve zeki bir arkadaşı varmış.

Adı Sofi olan bu arkadaşı bir gün Mirza Beye: Bak Mirza Bey! Bu kadar okuduğumuz yeterli. Bu gençlik bir daha elimize geçmez. Biraz da eğlenelim, avlan­maya gidelim, seyahatlere çıkıp dünyayı dolaşalım, demiş.

Sofinin bu söylediklerini haklı bulan Mirza Bey öncelik­le av hazırlıklarını başlatmış. Bu arada Mirza Bey bir gece rü­yasında “Kara Sultan’ı görmüş ve âşık olmuş. Uyandığında yüreğinin cehennem ateşi gibi yandığını hissediyormuş. Yerinde duramaz bir hâl almış. Ancak aşk şerbetini kimin elinden içtiğini bilmiyormuş. Hayalinde tek kalan ay kadar güzel bir simaymış. Kalbi aşk ateşiyle yanan Mirza Bey, babasından izin alarak arkadaşı Sofi ile birlikte avlanmaya çıkmış.

Gide gide Keşişin yaşadığı köye varmışlar. Padişahın oğ­lu Mirza Bey av sırasında çok güzel bir şahine rastlamış. Şa­hini yakalamaya karar vermiş. Atını arkadaşı Sofi’ye bırakmış ve şahinin peşinden gitmiş. Şahin çok güzel bir bahçeye gir­miş. Mirza Bey de peşinden girmiş. O güzel bahçede şahini ararken karşısına çok güzel bir köşk çıkmış. Mirza Bey gülle­rin, sümbüllerin ve yaseminlerin arasında kurulmuş olan bu muhteşem köşkün pencerelerine bakarken olduğu yerde do­nup kalmış. Aklını kaybetmek üzereymiş. Çünkü tam karşı­sındaki pencerede ay parçası gibi bîr kız oturmuş, gergef dokuyormuş. Padişahın oğlu yalnız bir kez bakabilmiş bu güzel kıza. O anda aklı başından gitmiş. Rüyasında ona aşk şerbeti içiren dilberin o olduğunu fark etmiş.

Ona doğru ilerlemiş ve ona hitaben:
Başı yastık göre mi?
Gözü dilber görenin
Gözüne uyku gire mi?
Zülfüne berdar olanın demiş ve kollarından yakalayarak kendine doğru çekmiş. Sonra da : Ey güzel, sen hangi bahçenin sümbülüsün, deyince,

- Babam İsfahan şahının eski hazinedarı Keşiştir. Kerem eyle Görmesin Beni salıver gideyim, diye yalvarmış.

Delikanlı: Aslı nedir, salıvereyim?

Kız: Kerem eyle, diyerek yalvarmış.

Delikanlı aslı nedir? Derken birden bire aklına gelmiş ve kıza şunları söylemiş:
- Seni bırakırım ama bir şartım var. Benim adım Kerem, senin adın da Aslı olacak ve bundan sonra birbirimizi böyle çağıracağız, demiş.

Bunun üzerine güzel kız, Kerem’in ateş ve aşk dolu gözle­rine bakarak: Peki, kabul ediyorum. Bundan sonra benim adım Aslı senin adın ise Kerem olsun.

Böylece kendi kendileri­ne isimlerini koymuşlar. Bu zaman içinde genç kızın kalbi de alev alev yanmaya başlamış.

Aslı’nın böyle yalvarmalarına dayanamayan Kerem onu bırakmış. Kerem’in kollarından kurtulan genç kız köşkün için­de kaybolmuş. Kerem de Aslı’nın işlediği gergefin üzerindeki çevreyi alıp koynuna koymuş ve koşarak arkadaşının yanına gitmiş. Arkadaşı Sofi ile birlikte İsfahan’a dönmüşler. Ama Kerem artık eski Kerem değilmiş. Hiç konuşmuyor ve hiç yemiyormuş.

Oğlunun bu hâlini gören padişah bir gün Kerem’i karşısına alarak: Oğlum ben senin babanım. Niçin derdini anlatmıyorsun, diye sorunca

Kerem: Baba benim derdim bu şekilde anlatılmaz. Bana bir saz getirin size derdimi anlatayım, demiş.

Bu söz üzerine padişah hemen bir saz getirmelerini em­retmiş. Kerem ise sazının tellerine dokunarak derdini dökme­ye başlamış.
Kerem bunları söyledikten sonra susmuş.

Babası: Oğlum bu türkü bana bir şeyler anlattıysa da tam ola­rak ne demek istediğini anlayamadım, demiş.

Bunun üzerine Kerem yerinden kalkmış ve bir tek kelime bile söylemeden odadan çıkmış. Onun bu hâli padişahı fena hâlde düşünceye salmış. Günler geçiyormuş ama Kerem hiç konuşmadan sa­rayın penceresinden etrafı seyrediyormuş. Padişah Kerem’in derdini anlayanı ödüllendireceğini bildirmiş. Nihayet bir gün uyanık bir kadın kurnazlıkla Kerem’in Aslı’yı sevdiğini öğrenerek padişaha haber vermiş.

Bunun üzerine padişah derhâl Keşişi çağırtmış ve ona kızının öldüğüne dair yalan söyleyerek hainlik yaptığını, an­cak ne olursa olsun kızını alacağını söylemiş. Padişahın, kızı zorla alacağını anlayan Keşiş bir kurnazlık daha düşünmüş ve beş ay süre istemiş. Bunun üzerine padişah beş ay bekleyebileceğini ancak ilk önce onları nişanlayacağını söylemiş.

Keşiş padişahın elinden kurtulmak için kızının namına Kerem’e bir nişan yüzüğü bırakmış. Kızının takması için de padişahtan bir nişan yüzüğü almış ve sarayı terk etmiş. Bu müjdeli haberi duyan Kerem bir deli gibi yerinden fırlamış. Duvarda asılı olan. sazını eline almış coşkulu bir sesle türkü söylemeye başlamış. Kerem’in günleri artık zevk ve sefa içinde geçiyormuş. Ancak bu beş aylık süre Kerem’e çok uzun gelmiş sazını eline alarak babasını huzuruna çıkmış ve bir türkü söylemiş.

Kerem’in böyle üzüldüğünü gören babası: Oğlum ben Keşişe beş ay süre verdim, bu süre de dol­du. Artık düğün hazırlıklarına başlayabiliriz, demiş.

Diğer taraftan Keşiş, padişahın yanından ayrıldıktan son­ra kendi köşküne dönmüş ve padişahtan kurtulma planları yapmaya başlamış. Bir gece yarısı kıymetli eşyalarını toplayıp köyünü terk etmiş, tabi bu olanlardan padişahın haberi yok­muş. O, düğün hazırlıklarını tamamlayıp büyük bir kafileyle yola çıkmış. Kafilenin en önünde olan Kerem köye yaklaşın­ca görmüş ki her kez köyü terk ediyor. Oradan geçen yaşlı bi­rine neden köyü terk ettiklerini sormuş. Yaşlı adam da köyde bulunan bilgili bir keşişin köyü terk ettiğini bundan korkarak onların da köyü terk etmeye karar verdiklerini söylemiş. Yaşlı adam sözlerini bitirince Kerem, Keşişin kızını alarak kaçtığını anlamış. Gözlerinden yağmur gibi yaşlar dökülmeye başla­mış eline sazını alarak bir türkü söylemiş.

Kerem gözyaşları içinde bunları söyledikten sonra doğru­ca Aslı Han ile buluştukları bahçeye girmiş. Ancak orada kı­zın işlediği gergeften başka bir şey kalmadığını görmüş. Yüre­ğinden aşkın alevleri yükseliyormuş. Gözyaşlarını aslının el­lerinin değdiği gergefe dökerek bir türkü söylemiş.

Bunları ah vah içinde söyleyen Kerem şehrin içinde ge­zerken birisini Aslı Han’a benzetmiş ve eyvah sevgilim beni unutmuş, burada eğlenmekte, diyerek yine almış eline sazı ve bir türkü söylemiş.

Bu türküyü işiten kız: Bak beyim, ben Aslı Han değilim sen beni ona benzet­miş olacaksın. Senin aradığın kız Hoy şehrine gitti demiş.

Kerem arkadaşı Sofi’yi de yanına alarak Aslı’nın peşine düşmüş. Gide gide Hoy şehrine varmışlar. Orada bulunan bi­rilerine bu taraftan bir keşişle ailesi geçti mi, diye sormuş.

On­lar da: Geçti ama onlar Şuşi köyüne gitti demişler. Kerem ile Sofi ertesi gün Şuşi köyüne doğru yol almışlar. Yolda bip yaylada bulunan yolcuları görmüşler ve onlara Aslı’yı görüp görmediklerini sormuşlar. Onlar da, Aslı’yı gördüklerini an­cak bir türkü söylemesi karşılığında yerini bildireceklerini söy­lemişler.

Kerem almış sazı eline ve bir türkü söylemiş. Türküyü çok beğenen yolcular: Senin aradığın keşiş buradan geceli otuz gün oluyor. Onlar Kelb’e gitti, demişler.

Bundan sonra Kerem ile Sofi Kelb’e doğru yol almaya başlamış. Kelb’e vardıklarında bu defa da Kars’a gittiklerini öğrenmişler. Oradan tekrar Hoy’a gitmişler. Kerem Aslı’nın peşinde perişan bir vaziyette iken padişaha haber gitmiş.

Bu­nun üzerine padişah: Eyvah! Biricik oğlum mahvolacak, diyerek hemen Kerem’i aramaya koyulmuş. Nihayet onu Aslı’nın bahçesinde ah vahlar içinde bulmuş.

Koşarak Kerem’in yanına gelmiş ve ona: Ey oğul Bu ne hâl? Hele sabret, bir çaresini bulacağız, diye teselli etmeye başlamış.

Ancak aşk ateşiyle yanan Kerem eline sazını alarak derdini dökmeye başlamış.

Oğlunun üzüntüden öleceğini düşünen padişah onu Aslı’dan vazgeçirmeye çalışmış ama bağrı yanan Kerem bu sözleri dinlememiş. Anasıyla ve babasıyla helalleşerek tekrar So­fi ile birlikte Aslı’yı aramaya koyulmuş. İlk önce Gence’ye oradan, Revan’a, Çıldır’a, Ahıska’ya, Şeki’ye, Orhan’a, Oltu’ya, Narman’a, Bayat’a, Ürgüp’e, Tiflis’e, Ahlat’a, Muş’a, Malazgirt’e, Pasin Ovası’na, Uzun Ahmet’e, Hasan Kalesi’ne, Erzurum’a, Eşen Kalesi’ne, Varbik’e, Tercan’a, Cinci Beline, Eşbat’a, İbrit’e, Ayaş, Zile, Sivas, Parmak Ovası, Kayseri ve Antakya’ya gitmişler.

Bu arada Keşiş Halepçe gelip bir Ermeni evine misafir ol­muş. Ev sahibi onun yabancı olduğunu anlayınca nereden geldiğini sormuş.

O zaman Keşiş bir ah çekip: Hâlimi hiç sorma! Ne kadar kaçtıysam Kerem peşimi bırakmadı. Kaça kaça nihayet buralara geldim. Neredeyse burayı da bulur. Bir türlü elinden kurtulamıyorum, demiş,

Ev sahibi: O gelmeden kızı buradan birine verelim, bakar ki kızı başkaları almış, o zaman vazgeçer, sen de kurtulursun, de­miş. Keşiş de hemen alelacele kızı nişanlayıp düğün hazırlık­larına başlamış.

Gelelim Aslı Han’a: Ah edip, gece gündüz: İlahî, babamın iki gözlerini kör eyle! diyerek ağlayıp dururmuş.

Kerem ile Sofi Halep’e varmışlar. Oradaki bir kah­veye oturmuşlar. Halep Paşa’sının külhanbeyi kol gezerken Kerem’i görmüş o da kahveye girmiş.

Bakalım Kerem külhan­beyine ne söylemiş:
Ela gözlüm sana meftun olalı,
Benim çektiğimi bir Mevla bilir.
Yay niçin açılmaz gülün dehan
Gönül ne yaz bilir, ne şita bilir.
Mecnun olur gezerim dağlar yolunu
Deremedim şu cananın gülünü
Aşık olan anlar aşkın hâlini
Yalandır, doğrudur pek ala bilir.

Külhanbeyi: Ey âşık, hangi bağın gülü, hangi bahçenin sümbülü­sün? Nereden gelir nereye gidersin, demiş.

Kerem: Buralardan bir Keşiş geçti mi? Kendisi Isfahanladır, diye sormuş.

Külhanbeyi: Onlar buradadır, deyince,

Kerem öyle bir ah etmiş ki ağzından alevler yükselmiş. Bu alevler neredeyse külhanbeyini yakacakmış.

Kerem’in derdini anlayan külhanbeyi: Sen merak etme, ben seni kıza kavuştururum; ama kız da seni istiyor mu, deyince Kerem evet demiş.

Bu arada Aslı Han’ın düğünü olmaktaymış. Külhanbeyi hemen bir kadın bularak Aslı Han’ın yanma göndermiş. Ka­dın Aslı Han’ı bulmuş ve Kerem’in geldiğini söylemiş. Gizlice birlikte Kerem’in yanma gelmişler. Uzun ayrılıktan sonra ka­vuşan âşıklar bir süre hasret gidermişler.

Kerem’in geldiğini haber alan Keşiş: Bizi burada da buldu bundan kurtulmanın çaresi yok­tur. İyisi mi kızı vereyim; ama bir oyun edeceğim ki kıyame­te kadar söylensin, demiş. Kızı Kerem’e vermiş ancak kızının elbisesini kendisi yapmak istemiş.

Elbiseyi yapmış, boydan boya sihirli düğmeler koymuş, kızına da:
- Bak kızım muradına ereceksin ama bir şartım var, eğer bu şartımı yerine getirmezsen hakkımı sana helal etmem, düğün gecesi bu elbisenin düğmelerini Kerem’e açtıracaksın demiş.

Bir mübarek gecede Aslı ile Kerem’i gerdek odasına koy­muşlar.

Kerem: Ey sevdiğim Hakk Teâlâ’ya şükür bizi yine kavuşturdu, deyince

Aslı: Ey sevdiğim, sana bir şey söyleyeceğim ama sakın gü­cenme. Babam yemin verdirdi, elbisemin düğmelerini sen çözeceksin, yeminimin yerine gelmesini isterim.

Kerem düğ­meleri çözmeye başlamış; ama son iki tanesine gelince bak­mış ki düğmeler yeniden iliklenmiş. Yine çözmeye başlamış, yine son iki tanesine gelince hepsi iliklenmiş. Böylece devam etmiş. Nihayet sabah namazı olmuş. Muradına eremeyen Ke­rem bunun bir oyun olduğunu anlamış, öyle bir ah etmiş ki ağzından çıkan alevler tepesinden başlayarak onu yakmaya başlamış.

Aslı Han bir de bakmış ki Kerem’i ateş bürümüş, yaptığına pişman olup:
-Vay baba, ocağım söndü, diyerek başlamış Kerem’in üstüne su dökmeye. Bu sırada Kerem yine sazına sarılıp alev­ler arasında bakalım ne demiş:

Isfahandır bizim asıl ilimiz
Sunam uçtu viran kaldı yurdumuz
Ya böyle nice olur halimiz
Çöz Aslım çöz göğsün düğmelerini.

Aşıp geldim nice dağlar belinden
Neler çektim ben bu aşkın elinden
Kurtulamam elalemin dilinden
Çöz Aslım çöz göğsün düğmelerini.

Felek bizi ne günlere yetirdi
Ömrümü günümü yedi bitirdi
Süre süre bu diyara getirdi
Çöz Aslım çöz göğsün düğmelerini.

Derdimi duyanlar cümle ağladı
Beyler tuttu kollarımı bağladı
Yüreğimi firkat odu dağladı
Çöz Aslım çöz göğsün düğmelerini.

İyi Geceler Bay Tom (Michelle Magorian) Kitap Sınavı Yazılı Soruları ve Cevap Anahtarı

Kitabın Adı: İyi Geceler Bay Tom Kitabın Yazarı: Michelle Magorian Kitap Sınavı Soruları ve Cevap Anahtarı 1. Will'in kollarındaki morlu...