31 Ağustos 2019 Cumartesi

Çocuklar Neden Başarısız Olur? (John HOLT) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Çocuklar Neden Başarısız Olur?

Kitabın Yazarı : John HOLT

Kitap Hakkında Bilgi :

Çocuklar neden başarısız olur? sorusu ilk anda başarısızlığın nedenlerini çocuklarda aramayı amaçlayan bir soru gibi çıkıyor karşımıza. Ancak John Holtun sorunu bambaşka bir yerde, velilerin akıllarının ucundan bile geçiremeyecekleri bir yerde aradığını çok geçmeden anlıyoruz: Okullarda. Aslında okullarda verilen eğitimle, velilerin eğitimden bekledikleri şeyler arasında pek bir fark yoktur Holt'a göre. Hatta okulları öğretmenlerle veliler arasındaki danışıklı döğüşün alanı gibi görür.

Kendisi de öğretmendir, ama öğretmenlerden çok öğrencilerin yanındadır. Çünkü öğrencilerin sorunlarının giderilmesinin ancak onları anlamakla, onları kendi dünyasında tanımakla mümkün olduğunu düşünür. öğrencilerinin yaptığı ve birçok yetişkine komik gelebilecek hataların kaynağını analiz ederken, aslında çoğu insanın günlük yaşamında varolan becerisizliklerin kaynağına iner, yani zekâya. Bu anlamda mevcut eğitim sisteminin zekâyı geliştireceği yerde adeta sakatladığını, ideal bir eğitim sisteminin zekayı geliştirmeye yönelik olması gerektiğini savunur. Samimi bir dille yazdığı ve günlüklerden oluşan bu kitabında John Holt, baştan sona eğitim sorununu kendi deneyimlerinden yola çıkarak herkese tanıdık gelebilecek örneklerle gözler önüne sermektedir.

Kitabın Özeti :

John Holt öğretmendir ve öğrencilerin sorunlarının çözümünün onları anlamaktan geçtiğine inanmaktadır. Yazar; eğitim sorununu kendi deneyimleriyle ortaya koyuyor. John Holt; “Çocuklar Neden Başarısız Olur?” kitabında, başarısızlığın nedenini okullarda aramaktadır.

Kitap dört bölüm ve özet bölümünden oluşmaktadır:
1. Strateji,
2. Korku ve Başarısızlık,
3. Gerçek Öğrenme,
4. Okullar Neden Başarısız Olur?

STRATEJİ

Öğretmenin görevi; öğrencilerinin bilip-bilmeme ayrımına varmalarını sağlamaktır. Çocuklardan her zaman doğru cevap beklenir. Çocuk ise bir şeyleri gerçekten öğrenmek yerine sadece ondan isteneni yapıp kurtulmak istemektedir. Çünkü; çocuk yanlış cevap verirse tekrar düşünmek zorunda kalacağını biliyor. Öğretmenlerde genelde ne kadar doğru cevap alırsa o kadar iyi bir öğretmen olduklarını düşünürler. Öğretmen adaylarının çocukları anlamaktan çok, yönlendirmek ve kontrol etmekle ilgili kaygıları vardır. Yapılması gerekense, öğretme içinden önce, öğrencinin nasıl öğrenebileceğini onların gözüyle görebilmektedir.

KORKU VE BAŞARISIZLIK

Başarı; yapamam fikrini olumluya çevirmektir. Kronik başarısızlık ise başarısızlığın kötü bir şey olduğu ve devamlı olursa başarısız bir insan olacağı düşüncesine sahip olmaktır. Öğretmenin görevi; başarılı olmamak ile başarısızlık arasındaki ayrımı yapmak olmalıdır. Çocuklar birçok şeyi doğru yapmaya çalışırken strese giriyorlar ve endişenin oluşmasıyla öğrenme zorlaşıp sorunlu bir hal alıyor. Çocukların başarısız olmaktan bu kadar endişe etmelerinin sebebi; başarıyı yükseklerde görmeleri ve ona şartlanmalarıdır. Çocukların içinde bulunduğu korkulara onların ben merkezli kendini korumaya, konumunu yitirmekten uzak durmaya yönelik olmalarına sebep olmuştur. Öğretmenler, çocukları korkulara neden olan kötü düşünme alışkanlığından kurtarmalıdır.

GERÇEK ÖĞRENME

Üçüncü bölümde örnek olarak matematik dersi gösterilmiştir. Matematik dersinin nasıl cazip hale getirileceği açıklanmaya çalışılmıştır. Okullarda çocuklara yaptıkları şeylerin tamamı üzerinde düşünmeleri gerektiği anlatılır. Fakat uygulamada buna değil, yapılması gereken şeyin yapılmış olmasına önem verilir.

Bir şeyi gerçek anlamıyla öğrenmiş bir çocuk bu bilgisini kullanır.

Gerçek anlamıyla öğrenmekle ilgisi bulunmayan öğrenci biçimleri bağlantılara elverişli değildir.

Çocuklara bir şey öğretirken herhangi bir materyal kullanmanın amacı, onların daha hızlı kavramaları için değildir. Asıl amaç; kendilerinin uğraşarak kavramalıdır. Bu ise ancak öğrencilerin notlarında çok, bir konuyu gerçek anlamıyla öğrenmeleriyle ilgilenen okul yada öğretmenlerle sağlanabilir.

OKULLAR NEDEN BAŞARISIZ OLUR?

Okullar; çocukların öğrenmek istedikleri şeyleri dikkate almalıdır. Çünkü çocuklar bilmeyi arzuladığı şeyi hatırlar ve kullanır.

Eğitim Üzerine (Immanuel Kant) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Eğitim Üzerine

Kitabın Yazarı : Immanuel Kant

Kitap Hakkında Bilgi :

Özgürlük sevgisi doğal olarak insanda o kadar güçtür ki, bir kere özgürlüğe alıştığında, artık her şeyi onun uğruna feda edecektir. Sırf bu sebepten ötürü talim-terbiyenin disiplin kısmı çok erken dönemlerde yerini almalıdır, çünkü bu yapılmadığı zaman, hayatta daha sonra kişiliği değiştirmek kolay olmayacaktır. Disiplinden yoksun [yani kendi kendine sınırlama becerisi gelişmemiş] insanlar gelip geçici her arzuyu, her hevesi takip etmeye yatkındırlar. Bunu vahşi kavimler arasında da görürüz, onlar her ne kadar bir müddet Avrupalılar gibi iş yahut vazifelerini yerine getirseler de, hiçbir zaman Avrupalılara, Avrupalıların tarz ve tavırlarına alışamazlar. Onlardaki, Rousseau ve diğerlerinin tassavvur ettikleri gibi, soylu özgürlük duygusu değil, fakat bir tür barbarlık, deyiş yerinde ise hayvanlık, henüz gelişmemiş insani tabiattır. Dolayısıyla insanlar kendilerini erken yaşlarda aklın buyruklarına boyun eğmeye alıştırmalıdır.

Kitabın Özeti :

Kant çocukların eğitimi konusunda J.J Rousseau ile benzer düşüncelere sahiptir. Doğanın en doğrusunu seçtiği ve bu eğitimin temelinin doğaya uygunluk olması gerektiği düşüncesi Eğitim Üzerine kitabında yer alan genel ifadelerdir. Bunun yanında Kant ödül ve ceza başta olmak üzere pek çok konuda John Lock ile benzer düşüncelere sahiptir.

Kant kitaba özgürlüğün gerçek tanımını yaparak başlıyor. Özgürlüğün keyfilik demek olamadığını ve disiplinin çok önemli olduğunu söylüyor. Aksi halde sonuç serkeşlik olacaktır. Çocuk erken yaşta kendi duygularını sınırlama, istek ve arzularından vazgeçme becerisini kazanmazsa ilerde bunu kazanması çok zor olacaktır.

Eğitimin amacı çocuğun içindeki hüveleri harekete geçirmektir. Bu beceriler potansiyel olarak çocukta zaten vardır ve eğitimle geliştirilmelidir. Ayıkulağı bitkisini örnek verir Kant. Bu bitki eğer kökten filizlenirse tek renkte çiçek açar fakat tohumdan filizlendiğinde çok farklı renklerde çiçekler açar. Tabiat bitkiye bu çok çeşitli tomurcukları yerleştirmiştir ve bunların gelişimi sadece bir uygun ekim ve dikim meselesidir. O halde bu insan içinde öyledir.

Kant için önemli konulardan birisi de disiplin konusudur. Özgürlüğün gerçek tanımından bahseder onun keyfilik demek olmadığını söyler. Kendi arzu ve isteklerini sınırlamayı ve bilmeyen insanın serkeşliğe sürükleneceğini tekrarlar. Müspet ve menfi itaat önemlidir Kant’a göre.

Çocuklara mutlaka öğretilmelidir. Eğitim Üzerine’de Kant çocukların şimdiki zaman için değil onların geleceğindeki zaman için hazırlanmaları gerektiğini söyler. Hz. Ali’nin söylediği bilgelik dolu bir sözdür bu. “Çocuklarınızı kendi zamanınıza göre değil onların zamanına göre yetiştirin.” der.

Bir diğer önemli nokta çocuğun yalan söylemek dışında yaptığı hatalardan dolayı utandırılmaması gerektiğidir. Ona kendinden utanması gerektiğini söylemeyin. Böylece çocuk ömrü boyunca her yalan söylediğinde utanacaktır. Eğer sürekli utandırırsanız onlara, ömür boyu pençesinden kurtulamayacakları bir ürkeklik ve çekingenlik iptilası musallat olur. Yalan söylediklerinde utanmaları önemlidir. Çünkü yalan söyleyen birinin büyük bir karakteri olamaz Kant’a göre. Bu Hz. Ali’nin söylediği bilgelik dolu şu cümleyi hatırlatmaktadır. Sonuçları kötü de olsa doğruları söyleyin. Kant çocuğun iradesini kırmak (baskı, tehdit vb.) yerine doğal muhalefetten bahseder. Eğer çocuk bizi sevindiren veya hoşnut eden bir şeyi reddediyorsa, biz de onun sevdiği, onu sevindiren herhangi bir şeyi reddetmeliyiz. Bir çocuğun iradesini kırmak onu köleleştirir, ama doğal muhalefet yahut engelleme onu uysallaştırır.

Son bölümde (Pratik Eğitim) iki önemli beceri anlatılıyor. Bir çocuğun basiret sahibi olabilmesi için duygularını gizlemeyi ve temkinli- ihtiyatlı olmayı öğrenmesi gerekir, beri yandan da aynı zamanda başkalarının kişiliğini okumayı öğrenmelidir. Topluma bir yer sahibi olma meselesi de önemlidir. Aynı zamanda Kant bu bölümde, çocukların dünyanın (medeniyetin) ilerlemesine karşı ilgi duymalarını sağlayın der. Bu gelişim kendi çıkarlarına zarar verse bile desteklemeliler.

Kafa Karıştıran Kelimeler (Rasim Özdenören ) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Kafa Karıştıran Kelimeler

Kitabın Yazarı : Rasim Özdenören

Kitap Hakkında Bilgi :

Bu kitapta Rasim Özdenören, demokrasi, diyalektik, rasyonalizm, pozitivizm, hümanizm, bilim, kültür, gelenek ve özgürlük gibi kimi kavramların bir Müslüman tarafından nasıl kavranması gerektiğine dair öneriler getirmenin ötesinde, ele alınmayan diğer önemli kavramların irdelenmesine ilişkin bir usûl de sunuyor.

Kitabın Özeti :

Kafa Karıştıran Kelimeler, Meb’in öğretmenlere okuması için tavsiye ettiği bir kitaptır. Kitap, batı kültüründen dilimize geçmiş kimi kavramların (yazara göre kafa karıştıran) ne demek olduğunu ve bu kelimelere “müslümanca” bakışın ne olması gerektiği üstünde durmuş. Neden böyle bir çalışma yaptığını ise şöyle açıklamış :

Batı’nın kelimeleri ancak batı kültüründe anlaşılabilir ve bu kelimelerin bizim kültürümüzdeki kaşılığı farklıdır. Bu yüzden bu kelimeleri gördüğümüzde bir müslüman olarak nasıl yorumlamamız gerekiyor onu bilelim. Çünkü biz Batı ile hesaplaşmamış bir milletiz ve onun kavramları yerine kendi kavramlarımızı veya bakış açımızı koymalıyız.

İlk bölümde, demagoji, entelektüalizm, diyalektik, pozitivizm ve hümanizma kavramlarını ele alarak bu kavramlara müslümanca nasıl yaklaşılması gerektiğini anlatmış. Bunu yaparken de İslam’da bu kelimelerin yeri tartışmasına girmiş. Misal olarak İslam’ın akılcı ve pozitivist olmadığını, Yunus Emre’nin “Çıktım erik dalına, Anda yedim üzümü.” dizeleriyle açıklamış. Yine Kafa Karıştıran Kelimeler ‘in birinci bölümünde insanın ne olduğunu hümanizma kavramı üzerinden irdelerken Camus’un anlamsızlık felsefesine karşı insanı, “emaneti yüklenen” olarak tanımlamıştır. Yani rabbini bilme görevini üstlenmiş varlık olarak.

İkinci bölümde ise yazar Kafa Karıştıran Kelimeler‘de, bilim eleştirisine yer vermiş. Bilimin aslında bir genel kabul olduğu ve değişebileceği fikirlerini ele almış. Paradigma kavramını kullanmamış fakat batı bilimi derken hakim paradigmayı kastetmiş olmalı. Bilimin mutlak değişmez tek doğru olduğu kabulünün yanlış olduğu üzerinde durmuş. Daha sonra ilim ve irfan kelimelerini ele alarak irfanın, bilim üstü bir önceden kavrama becerisi olduğunu söylemiş. Çünkü irfan sahibi insan olayların derinine bakar ve asıl nedeni görmeye çalışır. Evrim teorisinin yanlış olduğunu anlamak irfan sahibi biri için kolaydır yazara göre.

İrfan kavramının karşılığı muallak kalmış kitapta. Deha, Özbiliş ya da istidat gibi bir anlamda kullanılmış anladığım kadarıyla. Zor bir kavram. Maarifi ve arifi anlamak irfanı anlamakla ilgili. Yüksek lisans yaparken bir hocamız irfanı şöyle özetlemişti. Eklemeden geçmek istemedim. İlim yere çöp atmanın yanlış olduğunu bilmek ise, irfan yere o çöpü atmamaktır.

Diğer bölümlerde de kavramları irdeleyerek devam etmiş yazar. O sırada da bazı islami izahatlar yapmış. Kitapta ele alınan kelimeler bir kavram olduğundan böyle kısa açıklanmaları onları çok yüzeysel bırakmış. Kitapta az az her şeyden bahsedilmiş. Bir deneme olmuş adeta. Kavram işi ise daha derin bir iştir. Diyalektik kavramını anlamak için belki Harakleitos, Hegel, Marx’ ı bilmek gerekir. Böyle birkaç sayfa ile geçiştirilemez. Kitapta yazdığı gibi kelime değil, kavramdır söylenenler ve her bir kavram ciddi incelemeler gerektirir.

Ciddi meselelere ciddi eğilmek gerekir. Şu da var ki felsefeye veya tarihe dair bir bilgi veriliyorsa kaynak olmalıdır. Kaynak olmadan yazılmış bir söz üzerinden yorum yapıldığı zaman bu iş felsefe olmaktan çıkar. Sohbet olur. Ama bu kavramlar sohbetin konusu değildir. Uzmanlık gerektirir. Felsefe veya felsefe tarihi okumaları yapmak daha yerinde olacaktır. Bir kavrama veya olaya karşı müslüman bir bakış da olamaz bana göre. Müslüman olmanın şartı bellidir. Gerisi yorumdur. Bir müslümanın çıkarımları veya kavrayışı, müslüman bakışı temsil etmez, edemez. Dünyada ne kadar müslüman varsa o kadar müslüman bakış vardır.

Emile – Ya da Eğitim Üzerine (Jean Jacques Rousseau) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Emile – Ya da Eğitim Üzerine

Kitabın Yazarı : Jean Jacques Rousseau

Kitap Hakkında Bilgi : 

Jean-Jacques Rousseau bir özgürlük filozofudur. Bu bağlamda sivil toplumun çelişkilerini sorgulamış ve bu sorgulamayı gerçekleştirirken de "insan-yurttaş, doğa-toplum, kır-kent ilişkilerini" öne çıkarmıştır. Onun felsefesinde insan doğuştan iyidir ama toplum tarafından asıl doğasından uzaklaştırılmış ve doğal özgürlüğünü yitirmiş bir konumdadır. Rousseau'nun ereği, toplumda dolayımsız birliğin yeniden kurulması amacıyla bireylere gerçek bir toplum sözleşmesi sunarak sivil özgürlüğün sağlanmasıdır.

"18. yüzyılın sonunda Rousseau'nun düşüncelerinden etkilenmemiş insan kalmamıştır. Bu denli büyük bir etki yaratabilmek için, en derin anlamıyla kuşağının temsilcisi ve sözcüsü olmak gerekmektedir. Rousseau sıradan insanlardan biridir ve onlar arasından ilk konuşandır; halk için konuşurken kendisi için konuşmuştur." O, 18. yy'da "cumhuriyetçi" istemleri köktenci bir biçimde dile getiren ilk düşünürdür ve bu bağlamda reformist nitelikli diğer Aydınlanma düşünürlerinden ayrılır. Goethe'nin dediği gibi, "Voltaire nasıl bir
dünyanın sonuysa, Rousseau da bir dünyanın başlangıcıdır."

Pedagoji üzerine düşünceler ancak bir psikolojiye ya da daha doğrusu bir teolojiyle belirtik bir biçimde doğrulanan bir antropolojiye dayanırlarsa anlam kazanırlar. "insan doğasının romanı" olarak adlandırılan ve mutluluğun yollarının arandığı Emile'in sırrı budur. J.-J. Rousseau, "insanın ilksel iyiliği üzerine bir çalışma" olarak tanımladığı bu yapıtıyla, pedagoji, dinsel duyarlılık tarihi (Savoie'lı Rahibin inanç Açıklaması) ve doğal çevre bilinci konusunda bir çığır açmıştır.

Kitabın Özeti :

Emile kitabının adı J.J Rousseau tarafından uygun yöntemlerle büyütülen çocuğun adından geliyor. Kitapta Rousseau bir çocuğun nasıl eğitilmesi gerektiği konusundaki düşüncelerini paylaşıyor. Bir çocuğun eğitimi nasıl olmalı? Bir doğa aşığı olan Rousseau’nun eğittiği bu çocuğun her şeyi deneyimleyerek, doğadan öğrenmesi şaşırtmıyor kitapta. Kitap sonuç olarak bir felsefe kitabı ama bu kısa yazıda eğitim bilimleri ile ilgili olan yerleri öne çıkacak.

Yazar Emile’de bugünkü yapılandırmacı eğitime örnek olabilecek uygulamalardan bahsediyor. Yazarın, çocuğun eğitiminde odaklandığı dört konunun, ahlak eğitimi, yaparak yaşayarak öğrenme, her konu için merakını harekete geçirme ve doğa sevgisi olduğunu söylemek mümkün. Kitaptaki bir dikkat çekici nokta ise yazarın, çocukların doğasına güvenmemesi oldu benim için. “Çocukları kendi haline bırakırsanız okuma yazmayı bile öğrenmezler.” diyor. Öyle ise onları nasıl ikna edeceğiz eğitime? Bir örnek veriyor.

Komşulardan çay daveti geliyor kartlarla Emile’ye ama Emile okuma yazma bilmiyor. Yazardan okumasını istediğinde ise yazar, bu notlar çocuğa geldiği için içeriğine bakmayı reddediyor. Böylece onu okuma yazma öğrenmeye mecbur bırakıyor. Çünkü Emile toplantıları, çay partilerini ve eğlenceleri kaçırmak istemiyor.

Mülkiyet hakkını öğretmek için benzer yöntemler uyguluyor yine yazar. Karakterinin nasıl olacağı hakkında emin konuşuyor. Emile’nin iyi yetişmiş bir insan olması için ortalama zekada olmasının yeterli olduğunu söylüyor.

Kitap hakkında Server Tanilli’nin yazdığı bir bölüm var “18.YY Aydınlanma ve Devrim” kitabından. 

“Emile’in eğitmeni, onu iyi yetişmesi, doğaya göre yaşaması, hoşuna giden şeyi yapması ve geri kalandan da kaçması için, toplumdan soyutlar. Böylece, eğitim olumsuzdur. Çocuğa hiçbir şey öğretmemeli; kendi zararına olabilecek şeyleri öğrenebilmesi için, onu doğrudan doğruya nesnelerle karşı karşıya bırakmalı, nesnelerin dersine tâbi olmalıdır çocuk. Odasındaki pencerenin camını kırmışsa, soğuğun acısını çekecektir.

Bununla beraber, onu kimi şeyleri öğrenmeye de itmek gerekir: Örneğin, astronominin yararını öğrenebilmesi için, yine yalnız başına kalması gerekir; kendini yaralamaya kalkarsa, açıklamada bulunmadan “hayır” diyeceksiniz. Böylece, olağan eğitimdekinden çok farklı bir içtenlik ve özgürlük havası içinde yetişen Emile, insandaki o doğuştan erdemleri koruyacaktır.

Emile, yirmi yaşına geldiğinde, eğitmeni, dinin gerçeklerini koyacaktır önüne. Protestan’ken Katolik olan, sonra yeniden dönen Rousseau, böylece, iman öğretimini, bir katolik rahibe, Savoie’lı papaza bırakır. Filozofların birbirleriyle çelişen düşünceleri arasında sallantıda kalmış yazarımız, sonunda «iç dünyadaki ışık»a başvurmaya karar verir. İçtenlik içindeki bir yürek, duru duygular, gerçeğin akıldan önceki koşuludur: İnsanın, duygulardan önce gelen bir yargılama gücü vardır; insan, Locke ve onun gibi düşünürlere aykırı olarak, duygusal ve edilgen değil, etkin ve zeki bir varlıktır.”

Ezilenlerin Pedagojisi (Paulo Freire) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Ezilenlerin Pedagojisi

Kitabın Yazarı : Paulo Freire

Kitap Hakkında Bilgi :

Paulo Freire hayatını ezilenlerin eğitimine, özellikle de okuma yazma bilmeyen yetişkinlerin eğitimine adamış bir eğitimci. Ezilenlerin Pedagojisi'nde ise sadece belli eğitim merkezlerinde uygulanacak alternatif bir pedagoji değil, amaçları kadar kullandığı araçlar da özgürlükçü olan bir özgürleşme siyaseti öneriyor. Ona göre, siyaset, kelimenin en geniş anlamıyla bir eğitim süreci çünkü. Freire öncelikle "bankacı eğitim modeli"ni reddeder. Bu modelde öğrenciler (ya da ezilenler), üzerlerine bilgi yatırımı yapılan pasif varlıklar, boş kaplardır.
Kitabın Özeti :

Ezilenlerin Pedagojisi, eğitim bilimleriyle ilgili bir kitaptan çok bir siyaset felsefesi kitabı. Yazarın bir eğitimci olması ve onun eğitime bakışını içermesi, kitabı eğitim bilimleri açısından da değerli kılıyor. Kitap ezme ve ezilenler sorununu ele alıyor. Ezen sistemin ürettiği insanın daha özgür bir dünya yaratamayacağını ve ne yapılması gerektiğini sorguluyor. Eğitim bilimleri açısından temel tavsiyesinin şu olduğunu söylemek hatalı olmaz sanırım. Bankacı eğitim anlayışı yerine, diyalogcu eğitim sistemini öneriyor.

Yazarın bankacı eğitim modeli dediği şey öğretmenin otoritenin merkezi olduğu ve öğrencilerin sadece pasif katılım sağladığı eğitim süreci. Öğrencinin ne öğrenmesi gerektiğine öğretmen karar verir ve öğrencinin sahip olacağı en büyük meziyet düzene uyum sağlamaktır. İşte yazara göre bu sistem aynı zamanda ezen sistemin devamını sağlayan şeydir. Çünkü kişi sürekli birilerini otorite olarak kabul etmeye alışacaktır ve bu onun özgürleşmesi önünde en büyük engeldir. Bunun yerine öğretmen ve öğrencilerin eşit olduğu özgürleştirici bir öğretim modeli tasarlanmalıdır.

Bir diğer nokta ezilen insanın artık bu sistemi kabul etmesi ve bunu değiştiremeyecek hale gelmesi tehlikesidir. Çünkü o sistemden özgür olmadığı için değil, ezen konumunda olmadığı için şikayetçidir. İtirazı sisteme değil, sistemdeki konumunadır. Hepsi varoluşunu gösterebilmek için başkasını ezmeye ihtiyaç duyar. Ezen hakim sistemin yarattığı bireyler sistemin savunucusu olurlar ve bir güçlü lider etrafında toplanıp kendilerini ezenlere alkış tutarlar.

Öyleyse ezilenler kendilerini ve beraberinde sistemi değiştirmesi için uğraşması gerekir. Bunun için yazarın önerdiği model diyalogcu eğitimdir. Diyalogcu eğitime göre öğretmen ve öğrenci, siyasetçi ve halk arasında dikey değil, yatay bir ilişki vardır. İşbirliği söz konusudur. Öğrenci ne öğrenmek istediğine kendi karar verir. Söz gelimi bir öğrenci “milliyetçilik hakkında konuşmak istiyorum” diyebilmelidir.

Diyalogcu eğitim sistemine karşı çıkacaklar vardır. Çünkü sistem tarafından ezmenin muhafaza edilmesi gereklidir. Ve ezen hakim sistem ezilenlerin bir araya gelmesini engellemek için bazı yöntemler kullanır. Bu yöntemler, böl ve yönet, manipülasyon ve kültürel istiladır. Kültürel istila, ezilene kendi kültürünün değersiz hissettirilmesi ile başlar. Ezilen kişi artık istilacılara benzemek, onlar gibi giyinmek, onlar gibi yürümek ister. Ezilenlerin, ezen hakim sisteme karşı koyması için kullanabileceği araçlar da vardır. Bunlardan yazarın üstünde en çok durduğu araç kültürel sentezdir. Kültürel sentez, ezilenin, kendi kültürünün değersiz olmadığını fark etmesiyle ve ona sahip çıkmasıyla başlar.

Modern Dünyanın Bunalımı (René Guénon) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı :
Modern Dünyanın Bunalımı

Kitabın Yazarı : René Guénon

Kitabın Özeti :

Modern Dünyanın Bunalımı adının aksine modern dünyanın bunalımını değil bu bunalımın nedenini anlatıyor. Hint inancındaki Kali Yuga çağında olduğumuz için her şeyin kötü gittiğinden bahisle kitaba giriş yapıyor. Kitapta modern dünyayla ilgili ciddi eleştiriler var. Görmezden gelmenin mümkün olmadığı eleştiriler. Bir kısmının daha önce başkalarınca dile getirdiğini bildiğim düşünceler. Bazen ise bu düşünceler romantikleşiyor. Gerçek ile olan ilişkisini kaybediyor.

Yazar Modern Dünyanın Bunalımı kitabında Batı dünyasının gelenekten (dinden) kopmasının maddiyata neden olduğunu, maddiyatın yani maddi dünyanın bireyselliği, bireyselliğin de gelenekten kopuşu getirdiğini söylüyor. Yazara göre bu işin başlangıcı Rönesans. Rönesans ile birlikte çıkan hümanizm anlayışının ve Protestanlığın buna neden olduğunu söylüyor. Batının koptuğu gelenek (Tanrı?) Doğu’da vardır ve bu yüzden Batı ile Doğu işbirliğine gitmelidir. Bunun için bir “elit” oluşturulmalıdır. Batı’da bağlantı kurulması gereken yapı Katolik Kilisesi’dir yazara göre.

Rönesans ve Reform’un Batı’yı gelenekten (dinden) koparması üzerine.

Rönesans ve Reform birer sonuçtur ve bir önceki çöküşle meydana çıkmışlardır. Ama bir yükseliş olmaktan çok oldukça derin bir düşüşü belirtmişlerdir. Çünkü biri bilim ve sanat alanında, öteki dini alanda olmak üzere geleneksel ruhla kesinkes bağlarını koparmışlardır; kaldı ki dini alan böyle bir kesintinin olması için en zor gözüken bir alandır. Çeşitli vesilelerle de söylediğimiz gibi, Rönesans aslında birçok şeyin ölümü olmuştur. Greko-Romen uygarlığına dönmek bahanesiyle bu uygarlığın ancak dış kabuğu alınmıştır. Çünkü yazılı metinlerde yalnızca bu yönü açıklanabilmişti.

Geleneksel ruhun Doğu’da bulunması üzerine :

Kaybolmuş geleneği yeniden onarıp onu gerçekten diriltmek için, yaşayan geleneksel ruhla temas kurmak gerekir. Bu ruhun da hâlâ tam olarak ancak Doğuda yaşamakta olduğunu daha önce söylemiştik. Her şeyden önce Batıda, bu geleneksel ruha doğru bir dönüş isteğinin olması da gerekir.

Bugünkü modern çağın göze çarpan durumu. (Modern Dünyanın Bunalımı)

İşte modern çağın en çok göze çarpan özelliği de budur: ardı arası kesilmeyen bir telaş, sürekli değişim ve bizzat olayların kendisiyle birlikte sürüklendiği, durmadan artan’ hız gereksinimleri… Bu, çokluk içinde dağılmadır. Öyle bir çokluk ki artık hiçbir üstün ilke bilinciyle bir-leşemez. Ayrıca bu, bilimsel kavramlarda olduğu gibi, günlük hayatta da aşarılığa vardırılan bir çözümleme, sınırsız bir parçalama ve insani etkinliğin, hâlâ çalışabileceği tüm alanlarda, gerçek bir ufalanışıdır.

İşte Doğuluların gözünde öylesine çarpıcı olan bireşim (synthèse) yeteneksizliği ve her türlü yoğunlaşma imkânsızlığı da buradan kaynaklanmaktadır. Bunlar gittikçe artan bir maddileşmenin doğal ve kaçınılmaz sonuçlarıdır. Çünkü madde özü itibariyle çokluk ve bölünme demektir. Bu nedenle sırası gelmişken, ondan doğan her şeyin, bireyler arasında olduğu kadar toplumlar arasında da sadece kavgalara ve her türlü anlaşmazlıklara yol açabileceğini söyleyelim. Maddeye ne kadar dalınırsa, bölünme ve karşıtlık öğeleri de o kadar çoğalır ve yaygınlaşır. Buna karşılık, -insan saf maneviyata doğru ne kadar yükselirse, ancak evrensel ilkelerin bilinciyle tam olarak gerçekleştirilebilen tevhide o kadar yaklaşır.

Modern Dünyanın Bunalımı bireycilik düşüncesinden kaynaklanmaktadır yazara göre. Bu bireycilik kendini her yerde gösterir.

Bireyciliğin, entelektüel anarşinin de nedeni olması üzerine.

Öyleyse Batının bugünkü çöküşünün başlıca nedeni, daha önce tanımladığımız gibi, bireyciliktir. İnsanlığın sadece en aşağı güçlerinin, en alttaki imkânlarının gelişmesinde bir çeşit motor görevi gören muharrik güç de buradan ileri gelmektedir. Her ne pahasına olursa olsun, orijinal olma arzusu da buradan gelmektedir, hakikatin bu orijinaliteye feda edilmesi gerekse bile: Bir filozofun üne kavuşması için, yeni bir yanlış uydurması, daha önce başkaları tarafından açıklanan bir hakikati tekrar söylemesinden daha iyidir. Haddizatıda öyle olmadıkları halde, kendi aralarında çelişkili pek çok “sistem”i kendisine borçlu olduğumuz bu bireycilik esasen hem modern bilginlerde, hem de modern sanatçılarda görülmektedir; ama bireyciliğin kaçınılmaz sonucu olan entelektüel anarşiyi belki de en net bir şekilde filozoflarda görebilmekteyiz.

Doğru bir düşünce “yeni” olamaz, çünkü hakikat insan aklının bir ürünü değildir. Hakikat bizden bağımsız olarak vardır ve biz onu sadece bilmek ve tanımak zorundayız.

Bireycilik ve Protestanlık üzerine.

O zamanlar Katolikliğin temsil ettiği Batı geleneği, görünüşte özellikle dinsel biçimli bir gelenekti. Bu yüzden geleneksel düşünceye karşı yapılan isyanı, dinsel alanda aramamız gerekecek; bu isyan belirli bir şekil alınca, Protestanlık adını almıştır; ve bunun bireyciliğin bir tezahürü olduğunu anlamak kolaydır; öyle ki dine uygulanışı içinde değerlendirilince, bunun bireyciliğin bir tezahüründen başka bir şey olmadığını söyleyebiliriz. İşte modern dünyayı bu inkâr oluşturmuştur; tıpkı onu oluşturturduğu gibi, Protestanlığı da bu inkâr oluşturmuştur; bizzat bireyciliğin özünü teşkil eden bu inkâr, ilkelerin inkârından başka bir şey değildir; burada da yine, bireyciliğin bir sonucu olan, anarşi ve çözülme durumunun en çarpıcı örneklerinden birini görebilmekteyiz.

Bireycilik ve tartışma üzerine.

Çünkü tartışma düşüncesini her yere sokan da yine bu bireyciliktir. Kendi tabiatları gereği, tartışılamayacak şeylerin de bulunduğunu çağdaşlarımıza anlatmak oldukça güçtür. Modern insan kendisini hakikat seviyesine yükseltmeye çalışacağı yerde, hakikati kendi seviyesine indirmek istemektedir.

Demokrasi üzerine eleştiriler :

“Demokrasi”ye karşı yapılacak en kararlı, en çarpıcı eleştiri birkaç kelimeyle özetlenebilir: Üstün olan aşağı olandan doğamaz, çünkü “büyük” “küçük”ten çıkamaz; kendisine karşı hiçbir şeyin karşı çıkamayacağı mutlak bir kesinliktir bu.

Her ne kadar “demokrasi”, halkın bizzat kendi kendini yönetmesi diye tanımlanıyorsa da, bu, gerçekten imkânsız bir şeydir; hatta ne çağımızda ne de her hangi bir başka çağda basit bir gerçeklik payı olabilen bir şeydir. Kendimizi kelimelerle aldatmayalım. Ayrıca insanların, aynı anda hem yöneten hem de yönetilen olabileceklerini kabul etmek bir çelişkidir, çünkü Aristo’nun ifadesiyle söyleyecek olursak, aynı varlık, aynı zamanda ve aynı ilgi içinde hem “eylem halinde” (en act) hem de “kuvvet halinde” dew puissance) olamaz.

Yasayı koyanın, çoğunluğun kanaati olduğu farz ediliyor; ama burada farkına varılamayan husus, halkın kanaatinin çok kolayca yönlendirilebileceği ve değiştirilebileceği hususudur. Uygun telkinler yardımıyla kamuoyunda her zaman şu veya bu, belli bir yönde giden akımlar meydana getiriliebilir. “Kamuoyu yaratmak” deyiminden ilk kez kimin söz ettiğini pek bilmiyoruz ama, bu deyim tamamen doğrudur; gerçi sonucu elde etmek için gerekli araçlara gerçekten sahip olanların, her zaman görünürdeki yöneticiler olmadığını da söylemek gerekir.

Oysa bizim tanımladığımız şekliyle bireycilik, gerçekte birey-üstü (supra-individuel) her ilke ve yasanın inkârından ibarettir.

İdealizmin aslında konum değiştirmiş maddecilik olduğu üzerine :

Çoğu kimse ” kavramak”la “tahayyül etmek” arasındaki farkı bilmiyor; hatta Kant gibi filozoflar, tasarıma elverişli olmayan her şeye “kavranamaz” ya da “düşünülemez” diyecek kadar ileri gittiler. Bu yüzden “spiritüalizm” ya da “idealizm” denilen şeyler de çoğu kez konum değiştirmiş bir tür maddecilikten başka bir şey değildir. Bu söylediğimiz sadece “neo-spiritüalizm” adı altında belirttiğimiz akım için değil, fakat aynı zamanda kendini materyalizmin karşıtı olarak gören felsefi spiritüalizm için de doğrudur.

Doğrusunu söylemek gerekirse, felsefi anlamda anlaşılan spiritüalizm ve materyalizm (ruhçuluk ve maddecilik) biri olmadan öteki anlaşılamaz:

Açıkçası bunlar, Kartezyen düalizminin iki yarısıdır; onların temel ayrılıkları bir tür karşıtlığa (antagonisme) dönüştürülmüştür; ve o zamandan beri, bütün felsefe bu iki terim arasında gidip gelmekte ve bunları aşamamaktadır. Adı öyle olmasına rağmen, spiritüalizmin maneviyatla (la spiriualite) hiçbir ortak yanı yoktur; bunun materyalizm /maddecilik ile olan tartışması, üstün bir görüş açısına ulaşanları ve bu karşıtlıkların, aslında, hemen hemen birbirinin eşdeğeri olduğunu görenleri ancak tamamen ilgisiz bırakabilir; onların pek çok noktadaki sözüm ona karşıtlığı adi bir kelime tartışmasına indirgenmektedir.

İnsanın sadece alet yapan bir alete dönüşmesi üzerine.

Bütün bunlarda, pratik amaçların gerçekleştirilebilmesine yardımcı olmanın ve sadece insan tekinin en bayağı ve bedensel yanının isteklerine boyun eğmiş basit bir âlet ya da Bergson’un ilginç bir ifadesiyle “âletler yapan bir âlet” olmanın dışında, zekâya hiçbir yer kalmıyor; dolayısıyla bütün biçimleriyle “pragmatizm” demek hakikat konusunda tam bir bilgisizlik demektir. Bu koşullarda sanayi, artık sadece bilimin bir uygulaması değildir; öyle olsaydı, bilim kendi içinde tamamen uygulamadan bağımsız olması gerekirdi; oysa sanayi, bilimin varlık sebebi ve ispatı gibi bir şey oluyor; öyle ki burada da normal ilişkiler altüst olmaktadır.

Modern dünyanın kendi tarzında bilim yaptığını iddia ettiği zamanlarda bile, tüm güçlerini yoğunlaştırması gerçekte, sanayi ve “makinalaşma”nm geliştirilmesinden başka hiçbir şey için değildir: Böylece maddeye hakim olmak ve onu kendi kullanımlarına tâbi kılmak isterken, başta da dediğimiz gibi, ancak onun kölesi olabildiler: Sadece entellektüel tutkularını -eğer bu kelimeyi böyle bir durumda kullanmaya izin varsa- makinalar icat ve inşa ederek sınırlandırmakla kalmadılar, fakat aynı zamanda sonunda kendileri de gerçekten bizzat makina oldular.

Çünkü Batı uygarlığının tek gerçek üstünlüğü sadece maddi alandadır; öteki bütün görüş açılarından ise, çok aşağıdadır.

Halkın Bilim Tarihi (Clifford D. Conner) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Halkın Bilim Tarihi

Kitabın Yazarı : Clifford D. Conner

Kitap Hakkında Bilgi :

"Cliff Conner'ın Halkın Bilim Tarihi, bilim tarihine fikir tazeleyen, keyifli, yeni bir bakış sunuyor. Böyle bir eserle daha önce hiç karşılaşmadım; bu kitap tarihe seçkinci önyargılardan arınmış bir bakış açısıyla yaklaşıyor ve yaratıcı bir üslupla sıradan insanların, çalışan insanların bilimin gelişiminde oynadığı rolü anlatıyor. Yeni tarihsel verileri, bizleri şaşırtarak, gelenekselliğin saraylarında bir heyecan dalgası yaratarak sunuyor." Howard Zinn Hepimiz Okul Kitaplarından öğrendiğimiz bilim tarihine aşinayız: Galileo'nun dünyanın evrenin merkezi olmadığını kanıtlamak için teleskopu nasıl kullandığını. Newton'un ağaçtan düşen elma sayesinde yer çekiminini nasıl keşfettiğini, Einstein'ın basit bir denklemle zaman ve uzamın gizemlerini nasıl çözdüğünü biliyoruz. Bu geleneksel cesaret öyküsü, Büyük Fikirleri olan birkaç Büyük Adamı tüm insanlığın karşısında öne çıkarır ve bilimi tamamıyla bunlara borçlu olduğumuzu salıklar. Oysa Bilim her zaman kolektif bir çabanın ürünü olmuştur. Halkın Bilim Tarihinde ise dikkatler, sonunda, avcı-top-layıcılara, köylü çiftçilere, denizcilere, madencilere, demircilere, halk şifacılarına ve günlük yaşam mücadelesinde var olma çabası içerisinde sürekli doğa ile yüzleşen sıradan insanlara yönelmiştir. Tıp bilimi, okuryazar olmayan antik çağ insanının bitkilerin iyileştirici özelliklerini keşfetmesiyle başlamıştır. Kimya ve metalürji antik çağlarda yaşamış madencilerin, demircilerin ve çömlekçilerin çalışmalarıyla ortaya çıkmış; jeoloji ve arkeoloji de yine madenlerde doğmuştur. Matematik varoluşunu ve, büyük ölçüde, gelişimini binlerce yıl boyunca arazi etütçülerine, tüccarlara, muhasebecilere ve tamircilere borçlu olmuştur. Bilimsel Devrime damgasını vuran ampirik (deneysel) yöntem de, bu yöntemin faydalandığı çok sayıdaki bilimsel veriler de Avrupalı zanaatkarların atölyelerinden doğmuştur.
(Tanıtım Bülteninden)

Kitabın Özeti :

Halkın Bilim Tarihi, bilimi, muhtemelen bir dizi bilimsel dehanın ortaya koyduğu fikirler yumağı olarak gören anlayışın ne kadar hatalı olduğunu geçmişten günümüze bilimin gelişimini anlatarak ortaya koyan bir eser. Bilim bir grup dehanın düşünsel süreçlerinin sonucu olarak değil, çiftçilerin, ebelerin, gözlükçülerin, denizcilerin, madencilerin, makinecilerin, tüccarların (vesaire) karşılaştıkları sorunlar karşısında ürettikleri pratik çözümlerin bir sonucu olarak doğmuştur. Zanaatkarları değersiz gören hatalı anlayış Yunan’da vardı ve beden gücü ile yapılan işler değersiz görülüyordu. El ile yapılan bir işten ortaya bilim çıkamazdı. Bilim ancak düşünsel süreçlerin bir ürünü olabilirdi. Kitapta bu anlayışın yanlışlığı ile ilgili onlarca örnek var.

Örneğin Yunan Mucizesi, Halkın Bilimi anlayışıyla örtüşmez; çünkü Tales ya da Pisagor – ve hepsinden üstün olan Eflatun ve Aristo – gibi, bireysel dehaları yüceltir ve bilimin oluşturulmasındaki tüm saygınlığı onlara atfeder. Yunan mucizesi gerçekçi bir yaklaşım değildir. Aristo gibi önemli bir otorite de “matematiksel bilim dalları Mısır’ da bulunmuştur.” demişti. Eflatun, sadece “aritmetik ve hesaplama ve geometri ve astronominin” icadını değil, ayrıca “harf kullanımının” keşfedilmesini de Mısırlıların bilgeliğine mal etmişti. Ya politika?

Belki Yunan kültüründeki politik düşüncenin en iyi örneği Eflatun’un Devlet’idir. MÖ dördüncü yüzyılın sonlarında yaşamış olan düşünür Krantor şöyle yazmıştı: “Çağdaşları Eflatun’la devleti onun icat etmediğini, Mısırlı kurumlardan kopya çektiğini söyleyerek alay ediyorlardı.

Halktan doğan bilim zamanla akademi tarafından sahiplenilmiştir ve zanaatkarlar yok sayılmışlardır. Özellikle Rönesans sonrası. Günümüzde ise bilim ve sanayi evliliği bilime yön vermektedir. Kitapta bunun yol açtığı sorunlardan bahsediliyor. Halkın Bilim Tarihi, yani bilimi ortaya çıkaran sıradan halkın yaptıklarına bazı örnekler ve kitaptan bazı alıntılar :

Bugün hastalıklarda kullanılan ilaçların dörtte biri bitkilerden üretilmektedir; bunların çoğu “geleneksel tedaviler ve yerli insanların sahip olduğu halk bilimi üzerine yapılan çalışmalarla keşfedilmiştir. Etnobotanikçiler “etnik yerlilerin kendi doğal çevrelerindeki bitkilerle, yüzden fazla nesil boyunca deneyler yapmış olduklarını ve biyoaktif olanları tanımlamış olduklarını” belirtmektedirler. Örneğin, Samoa şifacılarının (ki çoğu kadındır) sahip oldu ğu botanik bilgi “göz alıcıdır: Tipik bir şifacı 200’den fazla bitkiyi isimleriyle tanıyabilir, 180’den fazla hastalık kategorisini bilebilir ve lOO’den fazla şifa kombinasyonu oluşturabilir.

“Avrupalı doktorlar Kızılderililerin dünyanın en karmaşık ilaç yapım bilgisine sahip olduklarını fark etmişlerdi.” Onaltıncı yüzyılda Seville’de yaşamış bir  doktor olan Nicholas Monardes onları “Hint adalarından getirdikleri, bütün şeyler ilaç yapım ve kullanım sanatına hizmet etti; onların bu getirdikleri olmasaydı bir sürü hastalığın ilacını hala bulamamış ve tedavi edemiyor olacaktık” diyerek övüyordu.

“İngiliz Hipokrat” olarak anılan onyedinciyüzyıl doktorlarından Thomas Sydenham akademik botanik bilim için şunu demiştir: “Saçmalık ! Efendim, ben Covent Garden’da yaşayan ve botanikten daha iyi anlayan bir kadın biliyorum.” “ve anatomiye gelirsek, ” diye eklemişti, “benim kasabım bile bir eklemi mükemmel bir şekilde ögelerine ayırabilir.”

Büyük tarihi öneme sahip bir kalp ilacı olan yüksükotunun keşfi onsekizinci yüzyılda yaşamış bir İngiliz doktora, William Withering’e mal edilir. Oysa Withering, 1785’de buluşlarını aktardığı yayınında, “Yüksükotuna dikkatini ilk kez çeken kişinin” bir halk şifacısı olduğunu belirtmektedir.

Matbaayı Johann Gutenberg icat etmemiştir. Matbaa Çin’de icat edilmiştir. Vücuttaki kan dolaşımını Wil liam Harvey keşfetmemiştir. Bu da, Çin’de keşfedilmiş, ya da daha doğru bir deyişle, her zaman varolduğu kabul edilmiştir. Hareketin Birinci Yasası’nı keşfeden ilk kişi lsaac Newton değildir. O da Çin’de keşfedilmiştir.

Avrupa’nın tarım devriminde Çin’den gelen kulaklı sabanlardan daha önemli herhangi başka bir unsur yoktu.

Manyetik pusula Çin’de, MÖ dördüncü yüzyıla kadar çoktan keşfedilmişti. Çinli gemicilerin bu aleti kullandığına dair belgelenmiş kanıtlar MS 1 17 yıllarına dayanırken, Avrupalıların kullanımına ilişkin karşılaştırılabilir kanıtlar bundan ancak yetmiş yıl sonrasında ortaya çıkmıştır.

Teleskobun icadı genellikle Galileo’ya mal edilse de, Galileo’nun kendisi bunun doğru olmadığını biliyordu. “Aslında biliyoruz ki, ” demişti Galileo: Teleskobu icat eden Hollandalı, basit bir gözlük yapımcısıydı ve elinde farklı türlerde cam parçaları tutarken, tesadüfen aynı anda bunların ikisinin içinden bakmıştı; biri içbükey, diğeri dışbükeydi ve herbiri gözden farklı uzaklıklarda konumlanmıştı. Bu şekilde ortaya çıkan sonucu gözlemledi ve aleti keşfetti.

Bilimsel Devrimle ilgili çoğu anlatı “büyük düşünürler” öyküsünün versiyonlarından ibaret olmayı sürdürmüştür; buna karşın bu yaklaşıma meydan okunmamış da değildir. Halkın Bilim Tarihi de bu meydan okumalardan biridir.

Bilimin! amaca hizmet uğruna nasıl zararlar verebileceği üzerine :

Eflatun, tüm barbarların doğaları itibarı ile düşman olduklarını söyledi; onlara savaş açmak, hatta onları köleleştirmek ya da köklerini kazımak gerekirdi. Aristo da, tüm barbarların doğaları itibarı ile köle olduklarını söyledi; özellikle Asyalılar; özgür olmalarına olanak tanıyan özelliklere sahip değildiler ve onlara köle muamelesi yapmak gerekirdi.

Charles Darwin, köleliğin önde gelen karşıtlarındandı; ama yine de, Afrikalıları ve Avustralyalı Aborjinleri, beyazlar ve şempanzeler arasında bir yere yerleştiren, insan ırklarının hiyerarşik olarak dizilmesi kavramına da sıcak bakıyordu. Tlıe Descent of Man (İnsanın Türeyişi) adlı kitabında, insanlar ve maymunlar arasındaki mesafeyi “bir Zenci ya da Avustralyalı ile goril arasındaki” mesafe olarak tanımlamıştı.

Evrimci doktorlar ve bilim adamları genetik olarak yetersiz olanların kısırlaştırılması gibi temel Nazi politikalarının hayata geçirilmesinde istekle yer alıyordu. 1 939 Eylül’ünde savaşın patlak vermesinden önce bile, genetik sağlığı mahkemelerindeki duruşmalara, hükmü karara bağlamak için katılan doktorlar, 400.000 kadar zihinsel özrü ve hastalı ğı olan insanın, epilepsi hastalarının ve hatta alkoliklerin kısırlaştırılmasını emrettiler. Bunun ardından, akıl hastanelerinde “aç bırakarak ölüme terk etme” gibi “merhametli ölüm” şekilleri sıradanlaştı. Ocak 1940 ve Eylül 1942 arasında 70.723 akıl hastası gaz odalarına gönderildi; bunlar “hayatları yaşamaya değmez” bulunan insanlardan oluşan listelerden ülkenin tanınmış dokuz psikiyatrist ve önde gelen otuzdokuz doktor tarafından seçiliyordu.

Dr. Ishii yaklaşık üçbin insan üzerinde “enfeksiyon şekillerini ve bir salgın oluşturmak için gerekli ölümcül bakteri miktarını belirlemek için” deneyler yaptı. “Diğer deney kurbanları balistik deneme amaçlı vuruldu, donarak ölümü araştırmak için donmaya terk edildi, elektrik verilerek öldürüldü, canlı kaynatıldı, öldürücü seviyede radyasyona maruz bırakıldı ve canlıyken bedenlerinde deneyler yapıldı.” Anestezi uygulanmadan canlı bedenler üzerinde yapılan deneylerin zalimliği hayal edilebilenin ötesindedir. Dr. Ishii’nin deneklerinin çoğu Çinli, bir kısmı da Amerikalı ve İngiliz savaş tutsaklarıydı. Ancak savaş sona erdiğinde, “Amerikan Hükümeti bu vahşeti bir sır olarak saklamayı tercih etti.” çünkü Dr. Ishii ve ekibi savaş suçlusu olarak yargılanmamak için araştırma sonuçlarını Amerikan yetkilileriyle takas etmişti.

Bilimin kaynağı olarak görülen dehaların aslında son bitmek üzere olan resme son noktayı koydukları üzerine :

Keşiflerin sık sık eş zamanlı olarak birbirlerinin peşi sıra ortaya çıkması, bilimsel fikirlerin bağımsız tarihsel faktörler olmadığını gösterir. Bunun pek çok örneği vardır; ama en iyi bilinen ikisi Newton ve Leibniz’in birbirlerinden bağımsız olarak diferansiyel ve entegrasyon hesaplamasını bulmaları, Darwin ve Wallace’ın da doğal seleksiyonla biyolojik evrimi formüle etmesidir. Bir çok keşifte olduğu gibi, bu iki olayda da; Büyük Fikir “havada asılı durmakta” ve tüm belirtileriyle zaten artık görünür hale gelmiş ve illa ki biri tarafından fark edilmeyi beklemektedir. Eğer sıra dışı bir birey bulmacanın son parçasını bulmasa, çok geçmeden bir başkası kesin bulacaktır. Bu nedenle, genel olarak Newton’un fikirlerinin göklere çıkarılması tarihin anlaşılmasına bir katkı sağlamaz; açıklama gerektiren özel bir zaman ve özel bir yerde o fikirlerin ortaya çıkmış olmasıdır.

Nasıl oldu da bu fikirler “havada asılı” hale geldiler? Newton’un yerçekimi kuramı neden, örneğin ondördüncü yüzyılda Çin’ de değil de, onyedinci yüzyılın ikinci yarısında İngiltere’de ortaya çıktı. İşte bu, Boris Hessen’ın “Newton’un Principia (İlkeler) ‘ sının Sosyal ve Ekonomik Kökleri” başlıklı ufuk açıcı makalesinde yanıtlamaya çalıştığı sorudur. Principia (İlkeler) ya da Mathematical Principles of Natura/ Philosophy (Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri)’de Newton nesnelerin yere düşmesini sağlayan kuvvetin aynı zamanda ayın ve gezegenlerin yörüngelerini de kontrol ettiğini sergilemişti. Matematik ve optik alanlarında bir dizi başka büyük yeniliğin de ona atfedilmesine karşın, dünyadaki yerçekiminin ve gökyüzündeki hareketin “Newtoncu sentezi” kesinlikle en önemli başarısıdır.

Geleneksel olarak Bacon gerçek bilginin ve doğaya “gerçek hakimiyetin ” zanaatkarların atölyelerinde bulunabileceğini fark eden ilk kişi olmasıyla takdir görür; ama o aslında bu şekilde düşünmeye başlamış ilk modern felsefecilerin sadece bir tanesiydi. Yaklaşık 1450’de, Alman filozof Cusalı Nicolas’ın yazdığı bir kitap hatiplerin bilgili olduğunu reddederek, “bilgeliğin sokaklarda ve pazar yerinde, sıradan tartma ve ölçme işlemlerinin yapıldığı yerlerde bulunabileceğini” iddia etti.

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...