18 Ekim 2019 Cuma

Yüzbaşının Kızı (Aleksandr Sergeyeviç Puşkin) Kitabın Özeti, Konusu, Tahlili

Kitabın Adı : Yüzbaşının Kızı

Kitabın Yazarı : Aleksandr Sergeyeviç Puşkin

Kitap Hakkında Bilgi :

18. Yüzyıl Rusya’sında, rejimin çalkantılı ve belirsiz olduğu bir dönemde orduya katılan genç asilzade Pyotr Andreyiç Grinyov ile taşralı Maşa arasındaki aşkın geri planında, söz konusu yıllara damgasını vuran “Pugaçov Ayaklanması” yer almaktadır. Yüzbaşının Kızı, geleneğin erken döneminde Puşkin’in tarihsel romana kattığı ikna edicilik ilkelerinin kaleme alındığı Rus Edebiyatının başyapıtları arasında ilk sırada yer almaktadır.

Aleksandr S. Puşkin'in bu romanı Rus ve Dünya Edebiyatı üzerinde büyük bir etki yaratmıştır. Dünya klasiklerinin arasında sürükleyici ve okuyucuyu içerisine çeken tarihsel AŞK romanıdır...

Eserde anlatılan olaylar Rusya'da, 1700'lü yıllarda Çariçe döneminde geçmektedir. Akıcı bir dille kaleme alınan eserde, Rus ordusunda görev yapan subayların yetişme tarzını, kişinin ekmeğini yediği devletine, canı pahasına da olsa, nankörlük etmemesi gerektiği, aşkın insana verdiği cesareti görmekteyiz.

Kitabın Özeti :

Rus ordusundan kıdemli binbaşı rütbesinde emekli olan Andrey Petroviç Grinyov, Avdotya Vasilyevna ile evlidir. Simbirsk'in köyünde oturan varlıklı bir ailedir. Doğan çocuklarının sekizi, daha bebekken ölürler. Doğacak dokuzuncu çocuklarını, daha kız veya erkek olacağı belli olmadan, aile dostlarından bir binbaşının yardımıyla Semenovski Alayına çavuş olarak yazdırırlar. Çocuk eğer kız doğacak olursa, çavuşun öldüğü bildirilecek ve iş de böylece kapatılacaktır.

Çocuklarının erkek olması Grinyov ailesini sevindirir. Adını Pyotr Andreyiç koyarlar. Savelyiç adlı yaşlı hizmetkâr lala olarak görevlendirilir. İleriki yaşına doğru eğitimi için Monsieur Beaupre adında bir Fransız öğretmen tutulur. Pyotr Andreyiç, bir süre öğretmeninden Fransızca, Almanca ve diğer bilimlerle ilgili dersler alır, kılıç kullanmayı öğrenir.

On yedi yaşına gelince, babası onun iyi bir subay olarak yetişmesi için, doğmadan önce çavuş olarak yazdırdığı muhafız birliğine göndermez. Daha uzakta ve zaman zaman çatışmalara giren Orenburg'taki bir eski dostunun birliğine gönderir. Oğluna, dostuna verilmek üzere bir mektup verir. Hizmetinde bulunması ve koruması için lalası Savelyiç'i de yanına katar.

Pyotr Andreyiç ile Savelyiç önce Simbirsk'e varırlar. Burada, gerekli malzemeleri almak için bir gün konaklarlar. Savelyiç malzeme alımıyla uğraşırken handa yalnız kalan Pyotr Andreyiç, İvan İvanoviç Zurin adında bir subayla tanışır. Bu subay içkiye ve kumara düşkündür. Pyotr Andreyiç, ondan bilardo oynamasını öğrenir. Zurin'le parasına bilardo oynar ve yüz ruble kaybeder. Kasadarı Savelyiç'e bu parayı ödettirir. Ertesi günü bir at arabasıyla yola düşerler.

Yolda hava bozmaya başlar. Arabacı, hana geri dönmeyi teklif etse de kabul ettiremez. Bir süre sonra tipi bastırır, her taraf karla kaplanır. Ne yol, ne iz bellidir. Hiç değilse sığınacak bir ev ya da bir yol izi görme umuduyla dört bir yana bakınırken bir karartı göze çarpar. Arabacıya gördüğü karartıya doğru gitmesini emreder. Karartı da kendilerine doğru gelmekte olduğundan kavuşmaları uzun sürmez. Bu bir yolcudur. Konuşmalarından yolcunun bu çevreyi iyi bildiği anlaşılır. Kılavuzluk etmesi için arabaya alınır ve yola devam edilir. Bir hana ulaşırlar. Orada fırtınanın geçmesini beklerler. Kendilerine kılavuzluk ettiği için yolcuya handa şarap ısmarlar. Ertesi günü hancıya hesabı ödeyip ayrılırken kılavuza elli kapik bahşiş vermesini söyler Savelyiç'e. Bir çapulçuya bu kadar para vermenin anlamsız olduğuna inan Savelyiç'i razı edemez. Pyotr Andreyiç, kılavuzun hizmetini karşılıksız bırakmak istemez. Tavşan kürklü gocuğunu, hizmetkârın itirazlarına rağmen, ona verir. Bu sırada arabacı da yola çıkmak için hazırlıklarını tamamlamıştır, hemen yola çıkarlar.

Orenburg'a varınca, doğru Andrey Karloviç adlı generale çıkar. Babasının yazdığı mektubu ona verir. General mektubu okur ve mektupta yazılanların yerine getirileceğini söyler. Ertesi gün atanma emriyle birlikte, subay alayına katılması için onu Belegorski kalesindeki Yüzbaşı Mironov'un komutasındaki birliğe gönderir. Generale göre, Mironov, iyi dürüst bir subaydır. Orada Pyotr Andreyiç gerekli eğitimi alacak ve disipline alışacaktır.

Belegorski, Kırgız bozkırlarının sınırında ıssız bir kaledir. Orenburg'dan "kırk verst" ötededir. Surlar, kuleler ve toprak bir tabya görmeyi umarken karşılarına kütüklerden yapılma bir çitle çevrili küçük bir köy çıkar. Kalenin girişinde dökme demirden, eski bir top durmaktadır. Dar, eğri büğrü sokaklardan, üzeri samanla örtülü basık kulübelerin arasından geçerek Yüzbaşının konutuna varırlar. Onları Yüzbaşının karısı Vasilisa Yegorovna karşılar. Ona, bu kaleye atandığını, Yüzbaşıyı görmeye geldiğini bildirir. Yüzbaşı İvan Kuzmiç, Papaz Gerasim'e misafirliğe gitmiştir. Yüzbaşının karısı, Çavuş Maksimiç'i çağırtır. Gelince ona Pyotr Andreyiç'in kalacağı eve götürmesini emreder. Burası tahta perdeyle ikiye ayrılmış, oldukça temiz bir odadır. Savelyiç, eşyalarını hemen yerleştirir.

Ertesi sabah tam giyinmek üzereyken kısa boylu, esmer, genç bir subay içeri girer. Fransızca olarak, insan yüzü görmeyi özlediği için geldiğini söyler. Bu subay, düello nedeniyle muhafız birliğinden çıkarılan Şvabrin'dir. Bu sırada kapıya gelen asker, Vasilisa Yegorovna'nın kendisini yemeğe çağırdığını bildirir. Şvabrin de kendisiyle birlikte gelir. Yaşlı, uzun boylu, dinç bir adam olan Yüzbaşıyı, başında takke, sırtında bej renkli, pamuklu bir gecelik entariyle safta toplanmış yirmi kadar askeri eğitirken görürler. Yüzbaşı, yanlarına yaklaşıp dostça birkaç söz söyleyip eğitim yaptırmaya döner. Yüzbaşının evine gelirler, hizmetçi kız Palaşka sofrayı kurmaktadır. Tam bu sırada Yüzbaşının on sekiz yaşlarında, toparlak yüzlü, pembe yanaklı, açık kumral saçlı kızı Marya İvanovna içeri girer. Şvabrin, Yüzbaşının kızının tam bir aptal olduğunu kendisine söylediği için ilk görüşte ondan pek hoşlanmaz. Sofrada, Yüzbaşının karısı, annesinin, babasının sağ olup olmadığını, nerede oturduklarını, ekonomik durumlarının nasıl olduğunu sorar. Pyotr Andreyiç'in zengin bir aileden geldiğini öğrenen Yüzbaşının karısı, derin bir iç çeker. Burada kıt kanaat geçinmeye razı olduğunu; ancak evlenme yaşına gelmiş kızlarına çeyiz olarak verecekleri hiçbir şeylerinin olmamasının kendilerini üzdüğünü, karşılarına çıkacak iyi bir adamla kızlarını hemen evlendirmek istediklerini söyler.

Aradan birkaç hafta geçer. Pyotr Andreyiç, Marya'yı sevmeye başlar. Edebiyatla da uğraştığı için, ona aşk şiirleri yazar. Yazdığı birkaç şiiri arkadaşı Şvabrin'e gösterir. Şvabrin, okuduğu şiirleri acımasızca eleştirir. Bu eleştiri, şiirlerin kötülüğünden değil, Marya'ya kendisinin de âşık olmasındandır. Hatta, Marya, onun iki ay önceki evlenme teklifini reddetmiştir. Şvabrin'in, Marya ile ilgili atıp tutmaları Pyotr Andreyiç'i çok kızdırır. Şvabrin'i alçak ve şerefsiz olmakla suçlar. Şvabrin, Pyotr Andreyiç'i düelloya davet eder. O da kabul eder. Pyotr Andreyiç, kavganın şahitliği için Üsteğmen İvan İgnatyiç'ten yardım ister. Fakat daha sonra Şvabrin'in de isteğiyle tanık olmadan kavga etmeye karar verirler. Samanlığın yakınında tam kavgaya tutuşacakken İgnatyiç tarafından yakalanırlar. Askerlerin de yardımıyla ikisi de Yüzbaşıya götürülür. Kalede barışın bozulmaması konusunda öğütler veren Yüzbaşı, kavgacıların birbirlerine sarılarak barışmalarını sağlar. Kavganın nedeninin de Marya için yazılmış şiirler olduğunu herkes öğrenir.

Yüzbaşının evinden ayrılan Şvabrin ve Pyotr Andreyiç'in hırsları geçmemiştir. Ertesi gün ırmak kıyısında kozlarını paylaşmak üzere sözleşip ayrılırlar. Her ikisi de sözünü tutar ve kararlaştırılan saatte ırmağın kıyısına gelir. Kılıçlarını çekerek kavgaya başlarlar. Bir süre birbirlerine zarar veremeden kavga sürer. Şvabrin'in gerilemeye başladığını sezen Pyotr Andreyiç, tekrar saldırıya geçer, hasmını ırmağın ucuna kadar sıkıştırır. Bu sırada keçi yolundan aşağı doğru koşarak gelen Savelyiç'in kendisine seslendiğini işitir. Kısa bir dalgınlık anında Şvabrin'den aldığı kılıç darbesiyle göğsünden yaralanır, yere düşer ve bayılır.

Ayıldığında kendini Yüzbaşının evinde bulur. Marya ile Savelyiç yanındadır. Beş gün boyunca komada yatmıştır. Kendini iyi hissetmeye başlayınca Marya'ya evlilik teklifinde bulunur. Marya ise henüz tehlikeyi atlatmadığını ve kendisini korumasını söyler. Kalede doktor olmadığı için Pyotr Andreyiç'in tedavisiyle alay berberi ilgilenmektedir. Ertesi gün Marya'ya evlilik teklifini tekrarlar. Marya da Pyotr Andreyiç'e karşı ilgisiz değildir. Pyotr Andreyiç'in anne ve babasının bu evlilik için onayını almak isterler. Pyotr Andreyiç, babasına bir mektup yazar. Gelen cevap umdukları gibi değildir. Pyotr Andreyiç'in babası hem evliliğe karşı çıkmakta hem de gereksiz yere kavga ederek yaralanmasına neden olmasına kızmaktadır. Hatta Yüzbaşının, kalesinde bu olaylara sebebiyet vermesine içerler ve oğlunu bir başka birliğe tayin ettireceğini yazar.

Bu sıralarda Çariçeye karşı isyan edenler kalabalık bir grup olmuşlardır. Pugaçev adlı bir Kazak'ın etrafında toplanan isyancılar, bazı kalelere saldırarak başarı kazanmışlar ve oralardaki askerleri de saflarına katmışlar, katılmayanları ise idam etmişlerdir.

Yüzbaşı Mironov, Generalden aldığı emri tebliğ etmek için kaledeki bütün subaylarını toplar. Kendini III. Petro olarak tanıtan isyancı Kazak Pugaçev'in kaleye saldırması durumunda öldürülmesi ve bunun için hazırlıklara başlanılması emredilmiştir.

Kalede Kazaklar dışında yüz otuz asker vardır. Bir süredir terk edilen nöbet ve devriye sistemi tekrar başlatılır. Eldeki top temizlenir, kullanılır duruma getirilir. Kaleye saldırı olacağı her ne kadar gizli tutulmaya çalışılsada kısa bir süre sonra herkesin haberi olur. Kaledekilerin telaşı bir kat daha artar.

Pugaçev, kaleye girmeye hazırlanmaktadır. Yüzbaşıya, Pugaçev'den bir mesaj gelir. Kaledeki Kazakları ve askerleri çetesine çağırmakta ve komutanlara da karşı koymamalarını öğütlemektedir. Yüzbaşı savaştan çok korkan kızı Marya'yı, karısı ile güvende olacakları başka bir kaleye göndermeyi düşünür. Karısı başka yere gitmeye razı olmaz. Marya'yı da göndermeye zaman kalmaz. Çünkü, Pugaçev yolları kesmiş, kaleye girişi ve çıkışı kontrol altına almıştır. Yüzbaşı önce savunmaya geçer. İsyancılar, atlardan inip saldırıya geçince Yüzbaşı da kale kapısını açtırıp isyancıların üzerine saldırıya geçer. Umdukları gibi olmaz. İsyancılar kısa süre içinde Yüzbaşıyı ve diğerlerini yakalarlar ve etkisiz hâle getirirler. Pugaçev, komutanın evine yerleşir. Meydana darağacını kurdurur. Kendisine katılmayan Yüzbaşı ile Üsteğmeni hemen astırır. Sıra Pyotr Andreyiç'e gelir. Bu arada Kazak kaftanı ile Şvabrin gelip Pugaçev'in kulağına bir şeyler fısıldar. Pyotr Andreyiç'in yüzüne bile bakmadan adamlarına onu asmalarını emreder. Tam ilmeği boynuna geçirdikleri bir sırada bir haykırış yükselir. Bu Savelyiç'in sesidir. Pugaçev'e yalvarmakta, onu asmamasını istemektedir. Pugaçev, yaşlı hizmetkârı tanır. Pyotr Andreyiç'in, tipide kendini arabasına alan; kendine handa şarap ısmarlayan ve tavşan kürklü gocuğunu veren kişi olduğunu anlar. Adamlarına işaret ederek serbest bıraktırır. Yüzbaşının karısı bu sırada olay yerine gelir. Kocasını darağacında görünce "Katiller!" diye bağırır. Pugaçev, adamlarına kadının susturulmasını emreder. Kadının başına bir Kazak, kılıcıyla bir darbe indirir; kadın yere düşer ve can verir.

Ölümden kurtulan Pyotr Andreyiç, Yüzbaşının kızını merak eder. Onun başına bir kötülük gelmesinden korkar. Marya'yı, Papazın karısı korumaya alır ve onu yegeni olarak isyancılara tanıtır. Bu duruma Şvabrin de ses çıkarmaz. Çünkü o karışıklıkta Marya'nın başına bir kötülük gelmesini istemez.

Pugaçev, Pyotr Andreyiç'e kendisine katıldığı takdirde yüksek rütbeler vereceğini vadeder. Pyotr Andreyiç, bu teklife yanaşmaz. Bunun üzerine onun kaleden hizmetkârıyla birlikte çıkışına izin verir.

Pyotr Andreyiç, Orenburg'a gider. Kale komutanı generale olanı biteni anlatır. İsyancıların gücü hakkında bilgiler verir. General subaylarını toplayıp durum değerlendirmesi yapar. Pyotr Andreyiç, Belegorsk kalesindeki isyancılara karşı taarruz yapılmasını savunursa da hiçbir subay buna yanaşmaz. Savunmada kalmayı tercih ederler.

Aradan birkaç gün geçtikten sonra geldiği kaledeki Çavuş Maksimiç, Marya'dan bir mektup getirir. Mektuba göre, Pugaçev, kalenin yönetimini Şvabrin'e bırakmış Orenburg yakınlarında kaleye saldırı hazırlıklarına girişmiştir. Şvabrin, Marya'yı Papaz Gerasim'in evinden alıp kendi evine götürmüş ve orada bir odaya hapsetmiştir. Karısı olması için baskı yapmaktadır. Marya, Pyotr Andreyiç'ten gelip kendisini kurtarmasını istemektedir.

Pyotr Andreyiç, General'e gider. Ondan, Belegorsk kalesini isyancılardan temizlemek için bir bölük askerle, elli Kazak vermesini ister. Yüzbaşının kızının yazdığı mektuptan da söz eder ona. Fakat General'i yine razı edemez. Umutsuzluğa kapılan Pyotr Andreyiç, sevdiği kızı Şvabrin'e kaptırmaktansa ölümü göze alır. Atına binip kale kapısından dışarı çıkar. Peşine Savelyiç de takılır. Bir süre sonra Berda köyü yakınlarında Pugaçev'in adamlarına yakalanırlar. Pugaçev'in huzuruna çıkarılırlar. Pugaçev'e sevdiği kızın Belogorsk kalesinde olduğunu ve kale komutanı olarak bıraktığı Şvabrin'in kızı hapsettiğini, evlenmeye zorladığını halka zulmettiğini anlatır. Pugaçev, kalenin yönetimini bıraktığı şahsın halka zulmetmesine çok kızar. Birlikte kaleye giderler. Marya'yı hapsedildiği odadan çıkarırlar. Pugaçev, halka verdiği eziyetten dolayı Şvabrin'e kızar. Papazı çağırmasını, Marya ile Pyotr Andreyiç'i evlendireceğini söyleyince, Şvabrin, Marya'nın Yüzbaşının kızı olduğunu itiraf eder. Kendisine bunun daha önce söylenmemesinden dolayı Pugaçev'in kızgınlığı daha da artar. Pyotr Andreyiç de Şvabrin'in söylediklerini doğrular. Bunu, Marya'nın hayatına zarar verileceğinden korktuğu için söylemediğini itiraf eder.

Pugaçev, Pyotr Andreyiç'in kendisine yaptığı iyilikleri hatırlar ve bir kez daha canını bağışlar. Marya ile birlikte diledikleri yere gitmelerine izin verir. Üstelik yolda adamları tarafından engellenmemesi için bir izin kağıdı da düzenler. Pugaçev'e göre iyilik ya tam yapılmalı ya da hiç yapılmamalıdır.

Pyotr Andreyiç, Marya ve Savelyiç bir yaylı arabasıyla yola koyulurlar. Amacı Marya'yı memleketine götürmek ve onunla evlenmektir. Bir süre sonra Pugaçev'in egemenliğindeki bir kalenin yakınındaki menzile gelirler. Menzildeki görevliye ellerindeki izin kağıdını gösterince hemen arabanın atları değiştirilir ve tekrar yola koyulurlar. Hava kararmaya başlarken küçük bir kente yaklaşırlar. Devriyeler önlerini keser. Arabacı arabada Çarın bacanağının olduğunu söyleyince, muhafızlar küfürler savurarak hemen etraflarını sarar. Komutanlarına götürürler. Orada karşılarına handa bilardo oynayıp yüz ruble kaybettiği Zurin çıkar. Durumu ona anlatır. Zurin, isyancılara karşı kendisiyle birlikte savaşmasını teklif eder. Marya'yı Savelyiç ile babasına gönderir. Kendisi orada kalır.

Pyotr Andreyiç ve Zurin isyancılara karşı başarılar kazanırlar. Bir süre sonra Pugaçev de yakalanır. Pugaçev işini soruşturan komisyon, Pyotr Andreyiç'in yakalanıp kendilerine gönderilmesi için Zurin'e emir göndermiştir. Zurin, görevini yapar. Pyotr Andreyiç'i Kazan'a gönderir. Askerî mahkeme kurulmuştur. Mahkeme başkanı bir generaldir. Pyotr Andreyiç'in adını sanını sorduktan sonra, Andreyiç Petroviç Grinyov'un oğlu olup olmadığını bir defa daha sorar. Öyle saygıdeğer bir babanın, isyancılarla iş birliği yapan bir oğlunun olmasına çok şaşırır. Pyotr Andreyiç, Pugaçev'in hizmetine girmediğini ve ondan herhangi bir görev almadığını söylese de mahkemeyi ikna edemez. Yüzbaşının kızının, mahkeme kapılarında sürünmemesi için bu konuda kendisine tanıklık etmesini de istemez. Babasının iyi bir subay olması nedeniyle idam edilme yerine, Sibirya'nın ücra bir bölgesinde ömür boyu oturmaya mahkûm edilir.

Bu karar, Pyotr Andreyiç'in babasını kahreder. Oğlunun, bir isyancının hizmetinde bulunmasını onuruna yediremez. Bu durum Marya'yı da derinden sarsmıştır. Mahkemede Pyotr Andreyiç'in kendisiyle ilgili bazı şeyleri açıklamamış olmasına inanmaktadır. Çok iyi bakıldığı bu evden müsaade isteyerek Savelyiç'le birlikte Petersburg'a gider. Çariçenin o sırada Tsarskoye Selo'da olduğunu öğrenir. Kendisi de orada konaklamaya karar verir. Menzil bekçisinin eşiyle tanışır. Saray sobacısının yeğeni olan bu kadın, Marya'ya Çariçe'nin uyandığı saati, gezindiği yerleri, hizmeti için yanında bulunanları anlatır. Ertesi gün Marya, erkenden kalkar ve bahçeye çıkar. Orada kırk yaşlarında, Çariçe'nin sarayında görevli bir bayanla tanışır. Ona başından geçenleri anlatır ve ondan Çariçeye yazdığı mektubu götürmesi için yardım ister. Mektubu okuyan Çariçe, Marya'yı huzuruna davet eder; onu çok iyi karşılar. Ona, Pyotr Andreyiç'in suçsuz olduğuna inandığını, evlenmeleri için yardım edeceğini söyler. Kayın babasına vermesi için bir mektup da verir. Mektubunda Pyotr Andreyiç'in suçsuzluğunu bildirmekte ve Yüzbaşı Mironov'un kızının da zekâsını, ahlâkını övmektedir.

Pyotr Andreyiç, özel bir emirle sürgünden kurtulur ve Simbirsk'e döner. Marya ile evlenir, bolluk içinde mutlu bir hayat yaşarlar.

Bağışlayın ve Unutun (Lewis B. Smedes) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Bağışlayın ve Unutun

Kitabın Yazarı : Lewis B. Smedes

Kitap Hakkında Bilgi :

Bir başkası tarafından yaralanan, incinme ve öfke duygularını anlayıp, üstesinden gelmeye çalışan herkes için Lewis Bmedes'in bağışlama konusunda yazdığı bu kitap, çektiğimiz acılardan kurtulmanın ve yüreklerimizde bağışlamak için bir yer bulmanın olası olduğunu gösteriyor. Bu bilge kitap, iyileşme sürecini dört aşamaya bölüp, gerçek öykülerden örnekler vererek, bağışlamanın mümkün kıldığı huzura özlem duyan herkese umut ışığı yakıyor.

Lewis B. Smedes, tüm dikkatleri üzerine çekecek çok önemli bir konuda sıcacık, bilge ve yararlı bir kitap yazmış. Bu kitaptan herkesin en az benim kadar yararlanacağından eminim.
-Harold S. Kushner
"İyi İnsanların Başına Kötü Şeyler Geldiğinde" adlı kitabın yazarı.

"Okuyanları hem rahatlatacak, hem de yol gösterecek bir kitap."
-Madeleine L'Engle, "Bazı Kadınlar" adlı kitabın yazarı.

"Lewis B. Semdes... Bağışlamanın sadece bir olasılık değil, bir gerçek olduğunu öğretiyor."
-Dr. Robert H. Schuller

Sizi incittiler ve yüreğinizde büyük yaralar açtılar. Ömür boyu içinizdeki bu acı, yüreğinizdeki bu yarayla yaşamayı mı yeğlerdiniz, yoksa size acı çektiren insanları bağışlayıp, ruhunuzu çekilen acılardan kurtarıp, özgürlüğünüze kavuşmayı mı? Bağışlamak ve yapılanları unutmak sanıldığı kadar kolay bir iş değildir. Lewis B. Smedes, kitabında bunu nasıl başaracağınız konusunda sizlere yol gösteriyor. Bu kitabı okuduktan sona, Smedes'in olaylara yaklaşımındaki içtenliğinin pek çoğumuzun yüreğini ısıtacağını ve olayları onun bakış açısından değerlendireceğinizi düşünüyoruz.

Kitabın Özeti :

1. Birinci bölüm :

Bağışlamanın dört aşaması :
Yazar bağışlamanın dört aşamasını şu şekilde izah etmektedir. Bağışlayabilmemiz için mutlaka başkaları tarafından incinmiş olmamız gereklidir. Bu bağışlayabilmemizin birinci aşamasıdır. İkinci aşama olarak bizi incitenden nefret etmemiz gereklidir. Üçüncü aşamada ise sihirli bir göz edinme ve bu göz ile karşımızdakinin zayıf yönlerini görebilme yani iyileşmeye başlama meydana gelmelidir. Son aşama biraraya gelinme ve bizi inciteni yaşamamıza davet safhasıdır.

a. Hepimiz inciniriz : Bağışlayarak yaralarımızın sarılabilmesi için çekilen acının kişisel, haksız ve derin olması gerektiğine değinerek; doğa ve sistemleri bağışlayamayacağımızı, insanların bizi hakettiğimizi düşündüklerinden yada iyi niyetli olmalarına karşın ve sorunlarının fazlalığı nedeniyle, hatta kendi yaptıkları hatalarla dahi bizi incitebileceklerine değinmektedir. Bağışlamaya gerek olmayan ve derin olmayan acıları şöyle sıralamaktadır: kızgınlıklar, önemsenmemek, düş kırıklıkları, ikinci gelmek, sadakatsizlik, ihanet ve zalimlik.

b. Hepimiz nefret ederiz : Nefret ve öfkenin karşılaştırmasın yaparak; eğer pasif olarak nefret edersek karşımızdakine iyi şeyler dilemeyeceğimize, agresif bir biçimde nefret edersek ise o şahsın canının yanmasını isteyeceğimize, ancak her iki duygununda zamanla geçeceğine, yakınlarımızdan nefret, tanımadıklarımızdan öfke edeceğimize ve öfkenin daha iyiyi bulmamıza yardım edeceğine değinmektedir.

c. Kendimizi yine kendimiz iyileştiririz : Yazar Bağışlama işleminin şu şekilde yapılmasını istemektedir: sizi inciten kişiyi önce aldığınız yaradan soyutlayın, onun hakkındaki gerçekleri ve zayıflığını görmeye çalışın, bağışlamaya her aşamada devam edin, bağışlayabilmek için yüreğinizi dürüstçe serbest bırakın, karşınızdakine iyilik dileyebiliyor iseniz bağışlamaya başlıyorsunuz demektir.

d. Biraraya geliriz : Yazar bu kısımda; sizi incitenle bir araya gelebilmeniz için kendinizin bağışlamasının yeterli olmayacağını, onunda öncelikle sizi neden incittiği gerçeğini tam almamıyla anlamasının gerektiği, kendi yüzünden acı çekmemizin haksızlık olduğunu bilmesi ve çekilen acıyı hissetmesi gerektiği, ayrıca sizi dinlerken de içten olduğuna sizi ikna etmesi, tekrar incitmeyeceğini ve her zaman uygun bir yakınlıkla yanımızda olacağını hissettirmesi gerektiğini vurgulamaktadır.

e. Bazı güzellikler : Bağışlamak ne değildir? Yazara göre bağışlamak unutmak değildir. Çünkü bağışlayınca unutmaya gerek kalmaz. Bağışlamak geçmişte alınan bir yaranın iyileştirilmesidir. Ayrıca bahaneler bulmak, anlaşmazlıklarla başetmek, insanları kabullenmek ve ona tahammül etmek de bağışlamak değildir.

2. İkinci bölüm :

Bağışlaması zor olan insanları bağışlamak :

a. Görünmez insanları bağışlamak : Yazar burada; ölenleri, ölmüş anne veya babayı bağışlamanın dört aşamasının bir araya gelme kısmı olmayacağından tamamen bağışlamanın zorluğundan söz etmektedir. Tıpkı çocuğunu evlatlık veren görünmez anneyi, sizi işten çıkartan şirketlerin de bağışlanmasının zorluğu gibi. Böyle tür olaylarda bağışlanmanın tam olabilmesi için görünmeyen şahısları ortaya çıkarmak için çaba harcanmasını öngörmektedir.

b. Sizi inciten ve sonrada önemsemeyen insanları bağışlamak zordur. Yazara göre; böyle bir şahısın özür dilemesiyle onu bağışlayabileceğiniz durumlarda özürün gerçekleşmesi için dört aşamanın olmasından söz etmektedir. Bu aşamalardan birincisini algılama aşaması, ikincisini hissetme aşaması, üçüncüsünü itiraf aşaması ve dördüncüsünü de kendi kendine bir daha tekrarlanmayacağına söz vermesi aşaması olarak görmektedir. Yine de özür dilemekten imtina gösteren şahsın bizden önce ölebileceğini ve böylece hiç bir zaman bağışalamamızın belkide mümkün olmayacağını düşünerek vb. nedenlerden ötürü sırf kendimizi rahatlatmak için bağışlamamız gerektiğini değerlendirmektedir.

c. Kendimizi bağışlamak : Yazar, burada iç huzurumuzu kazanabilmek için geçmişimizi içtenlikle yargılayıp sevme özgürlüğümüze varmamızı önermektedir.

d. Canavarları bağışlamak : Canavar ruhlu bir kişinin bağışlanabilirliğinin ancak o kişinin zulmüne uğruyanın karar verebileceği gerçeğine değinilmektedir.

e. Tanrı’yı bağışlamak : Tanrı’yı yaptığı hiçbir şeyden ötürü suçlayamayacağımız için ortada bağışlamanın da olmayacağı vurgulanmaktadır.

3. Üçüncü Bölüm : 

Nasıl bağışlarız ? Yazar bu bölümde bağışalanın nasıl yapılacağını şu şekilde kaleme almıştır; önce yavaş yavaş ve azar azar bağışlamaya başlayınız, bir seferde yerine her seferinde bir parça bağışlayınız, geriye kalacak öfke duygusunu başkasıyla paylaşınız, birini bağışlaması için hiç kimseyi zorlamayınız, bağışlamak kişinin özgür seçimine bırakılmalıdır ve bu bağışlama içten duygularla yapılmalıdır.

4. Dördüncü Bölüm : 

Neden bağışlarız ? Bu sorunun cevabını yazar şu şekilde vermektedir : Çünkü bağışlamak, herşeyin haksız olduğu bu dünyadaki haksızlıkları düzeltmenin tek yoludur; haketmediğimiz acılara karşı sevginin beklenmedik bir başkaldırışıdır ve haketmediğimiz acıları iyileştirmemizde tek umuttur. Sonsöz olarakda denilebilir ki, bağışlamak gerçekçiliktir, yüzleşmektir, özgürlüktür ve sevginin en büyük gücüdür.

Şanlı Asker Ali Çavuş (İsmail Hakkı) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Şanlı Asker Ali Çavuş

Kitabın Yazarı : İsmail Hakkı

Kitap Hakkında Bilgi :

Şanlı Asker Ali Çavuş kitabı İsmail Hakkı tarafından kaleme alınmıştır. Kitap 1994 yılında GENELKURMAY BAŞKANLIĞI tarafından Ankara'da yayınlanmıştır. Bu baskının çevirisi Betül Özsoy tarafından yapılmıştır.
Kitabın Özeti :

Askerliğin ruhu itaat ve cesarettir. Bu iki kavram olmadan hiçbir zafer kazanılamaz. Okuduğumuz bu parça Osmanlı döneminde itaat ve cesaretle kazanılan zaferler ve başarılı bir Osmanlı olan Ali Çavuşun muharebelerdeki askerlik hayatı anlatılmaktadır.

Ali Çavuş, Manastırın “Lara” köyünden uzun boylu, aksakallı, geniş omuzlu aslan gibi bir Osmanlı’dır. Köyünde pazara giderken yol boyudaki gördükçe imrenir ve şöyle söylerdi; “Biz askerken hiç böyle eğitim yapmıyorduk, hele atışlar bize atış için en fazla beş kurşun veriyorlardı, bunlar ise yüz kurşun harcıyor. Allah bilir bunlar bu eğitimle bütün dünyayı yener hiçbir kurşunu boşa atmazlar” derdi.

Ali Çavuş askerlikten sonra katıldığı muharebeleri şöyle anlatır; “Otuz , otuz beş yaşlarındaydım. Bir gün tarlada çalıştıktan sonra eve geldiğimde bize köy muhtarı silah altına çağrıldığımızı söyledi. Tarih doksan üç senesinin Haziran ayıydı, hemen aklıma askerliğimdeki yüzbaşımın sözleri geldi. Bize şöyle derdi, “Çocuklar yurdunuz tehlikeye düştüğünde silah altına çağrıldığınız zaman hiç vakit geçirmeyin. Çünkü geç giderseniz düşmanın pis ayakları güzel vatanımızı pisletir.” Birliğe giderken daha önce tecrübe edilmiş iki tane kalın kazak, giyilerek denenen iki çift potin ve iki çift yün çorabı alın” demişti. Olur ya devlet potin verir ayağınızı sıkar, kazağınız olmaz soğuktan donarsınız...” bende bu sözleri anımsadıktan sonra çantamı hazırladım, ailemle vedalaşmak için döndüğümde karım ağlıyordu ve bana hiç olmazsa bugünde kal diyordu; ama ben vatanın azizliğini biliyordum eyvallah deyip koyuldum yola. İlk önce birliğe giden ben olmuştum. Binbaşı kalkıp beni alnımdan öptü ve daha önce askerliğimi yapmış olduğumdan beni onbaşı yaptı.

Günlerce kara ve deniz yolculuğu geçiriyorduk bize silah verip doldurup boşaltmayı öğrettiler. Çok yorulmuştuk ama pişman değildik. Bu yüzden düşmanı ezmek için acele gitmek istiyorduk. Öğrendiğimizde Moskoflar balkanları aşmış, kazaklar bizimkilerden on beş esir etmiş ve Çerkez süvarileri de bizim karakolu önünde görülmüşler. Bizim komutanımız 19 yaşlarında mektepten henüz çıkmış bir yüzbaşı idi. Bana da birinci bölüğün ikinci mangasını vermişlerdi. Akşam yoklamasında bize Moskoflara hücum edeceğimiz söylendi. Ben Dursun çavuştan aldığım yağla potinleri yağladım. Ertesi gün yola çıktığımızda bazı arkadaşlarımız yürüyemiyorlardı herhalde potinleri sıkıyordu, bazıları da akşam abur cubur yediğinden yürüyemiyordu.

Biz ilerledik gittik yoklama yapıldığında üç arkadaşımız yok idi. Sonra ikisi geldi bir askerimiz yoktu. Sorduğumuzda önce bayılıp düştüğünü ayılttıktan sonra da gelirken 29-30 Kazak askerinin saldırısıyla kaçamayıp öldüğünü söylediler. Bizim manga önde düşmana saldırıp mahvedip dağıtmak için yürüyorduk. Düşmanı bir tepenin üzerinde gördük ama biz komutanımızın emri ile devamlı ileri gidiyorduk, tam o sırtın ardına kadar gittik önümüzde kaçan düşman askerleri 1000 metre uzaklaşınca bizde kurşunumuzu boşa harcamamak için ateşi kestik. Devamlı ilerliyor düşmanı takip ediyorduk. 1500 metre ileride düşman askerlerini gördük ama aldırmadık. Hep beraber ilerledikçe içimizi heyecan sarıyor bir an önce düşmanı bastırıp kafalarını ezmek istiyorduk.

Muharebelerde en önemli şeylerden birisi de elindeki mermiyi iyi ve idareli kullanmaktı. Bir gün düşmanla çarpışırken bizimkilerden bazılarının mermileri bitmişti. Biz onbaşılar elimizde bulunan mermileri her askere beş mermi düşecek şekilde dağıttık. Gece gündüz düşmanı ezmek için yürüyorduk. Komutanımız bize her gece ateş etmememizi hatta öksürmememizi söylüyordu. Düşman askerleriyle çatışmaya girmiştik ki gözümün önünde bir asker düşüp yuvarlandı, ben öldü diye yanına gittiğimde ölmemişti. Komutanım bana yanındaki askeri nasıl öldü sandın mermi vızıltısı bana kadar geliyordu vızıldayan mermi sesi geldiğinde demek ki asker ölmemiştir derdi. Yine bir gün düşmanla çatışırken bir mermi omzumdan işlemişti, ben şehit olacağım diye seviniyordum ama yüksek makama ulaşamamıştım.

Günler geçtikçe yaram iyileşti. Biz bölük bölük ayrılmıştık; bizim bölükten 95 kişiden sadece 42 kişi kalmıştık. Cephanemizde bitmek üzereydi ki bir anda bizim Dursun çavuş ileri atıldı. Süngüsünü takıp düşmana saldırdı. Biz de o heyecanla Dursun çavuşu takip edip düşman sürüsünü hasır gibi yerlere sermiştik. Tabur komutanı o akşam Dursun çavuşu çağırıp alnından öpmüştü.

Bu heyecanı hepimiz duyuyorduk, bunun için ertesi günkü çarpışmada hepimiz ileri atılmak için birbirimizle yarışıyorduk. Düşmanı tam sıkıştırmıştık ki bize geri çekil emri geldi. Bu durum bizim hoşumuza gitmedi ama komutana itaat etmek bizim için en büyük görevdi. Komutanımızın bizi niye geri çektiğini sonradan öğrenmiştik, çünkü geri çekilmeseydik 1500 kadar düşman askerinin tuzağına düşecektik (komutan yanılmaz). Balkanlarda bu durum böyleyken düşman askerlerinin Anadolu’ya girdiğini öğrenmiştik . Düşman Kars’a girip Kars kalesine kadar ilerlemiş. Biz de bu durum karşısında Anadolu’daki kardeşlerimize yardım etmek için Anadolu ya gelmiştik. Kısa sürede düşmanı kovup mahvetmiştik. Kazandığımız zaferlerin tek sırrı komutanımıza itaatimiz ve cesaretimizdi.

Erzurum dan Kars’a kadar düşman kaçıyor girecek delik arıyordu. Bizi savaşla yenemeyeceğini anlayan düşman bizi içten yıkmak için bir plan hazırlamış, şeriat elden gidiyor deyip halkı kandırıyor ve cahil köylülere de rüşvet vererek durumu genişletiyordu. Bu durum içimizde dilden dile dolaşıyor her gelen haberi komutanımıza bildiriyorduk. Komutanımızda “Düşmanın bizi içten yıkmak için yaptığı düşman hileleridir” diyordu. Bunlara kanmayın zaten kananlarda cezasını çekiyordu. Başkomutan tarafından verilen emirle kurşunlanarak vatana ihanet suçundan kurşunlatılmış ve hepsi ölmüştü. Düşmanın bu planı da boşa çıkmıştı.

Bizim hiç sarsılmayan itaat ve cesaretimiz bizi zaferden zafere taşıyordu ve bizim gibi Osmanlıya da bu yakışırdı." deyip sözünü bitirirken benim çavuş olmamda bu zaferlerden dolayı diyordu.

Başarı Yolculuğu (Tülay Kök) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Başarı Yolculuğu

Kitabın Yazarı : Tülay Kök

Kitap Hakkında Bilgi :

Türkiye’deki çoğu okulun sıkıntısı olan rehber öğretmen sıkıntısı benim çalıştığım okulda da yaşanıyor. Hala şehir merkezindeki pek çok okulda bile psikolojik danışman (rehber öğretmen) bulunmuyor. Ya da bin öğrenci mevcudu olan bir okulda göstermelik olarak bir psikolojik danışman görev yapıyor. Benim çalıştığım okulda da durum böyle. Konuya var mı var anlayışıyla bakılıyor. Bin kişilik bir öğrenci mevcudu söz konusu olduğunda, bu sayıya bin anne ve bin baba da eklenince oluşan üç bin kişilik bir gruba sadece bir kişinin hizmet vermesinin beklenmesi oldukça düşündürücü bir durum. Tülay Kök

Kitabın Özeti :

BÖLÜM 1 : NEREYE GİTTİĞİNİZİ BİLİYORSONIZ, YOLCULUK DAHA EĞLENCELİDİR.

İnsanların başarıyı tanımlamakta genellikle zorlandıkları her zaman gözlenmektedir. Oysa başarının ne olduğunu bilmiyorsanız, ona nasıl ulaşılacaktır. Bu yüzden sizin için anlam taşıyacak bir başarı tanımı ortaya koyalım: BAŞARI BİR YOLCULUKTUR.

Bu kitapta sağlanmak istenilen şeyler şunlardır. Sizin kendi kişisel başarı resminizi çıkarmanıza yardımcı olmak, başarı yolculuğunda uyulması gereken kuralları öğretmek, sorularınızın çoğunu yanıtlamak ve kendinizi değiştirip gelişmenizi sürekli kılmak için ihtiyacınız olan şeylerle donatmak. Bu süreçte başarının herkese göre olduğunu onlayacaksınız.

Başarının elde edilmesinde yada bir hedefe ulaşmakta yanlış anlayışların bir kaçı şunlardır.

ZENGİNLİK : Başarı hakkındaki herhalde enyaygın yanlış anlama başarının parayla eş tutulmasıdır. Pek çok insan, para biriktirdikleri zaman başarılı olacaklarına inanır. Oysa zenginlik, kendiliğinden mutluluk yada başarı getirmez.

ÖZEL BİR DUYGU : Başka bir yaygın yanlış anlama, insanların kendilerini başarılı yada mutlu hissettikleri zaman başarıya ulaştıklarıdır. Ancak kendini başarılı hissetmeye çalışmak herhalde varlıklı olmaya çalışmaktan daha da zordur.

ÖZEL VE DEĞERLİ MALLAR : Bir şeyi çok fazla istediğiniz ve ona sahip olsaydınız yaşamınızın ciddi ölçüde değişeceğine inandığımız bir durum olmuştur. Oysa başarı bu şekilde ölçülmez ve ulaşılmaz, eşyalar olsa olsa geçici bir zevk verir.

GÜÇ : Güç bir karakter testidir. Abraham Lincoln dediği gibi “Herkes zor duruma düşebilir, ama bir insanın karakterini denemek isterseniz gücü onun eline verin.” Güç, kişisel bütünlüğü olan bir insanın ellerinde muazzam yarar sağlarken; bir başkasının elinde korkunç yıkımlara neden olur.

BAŞARI : Başarı birbiri peşi sıra yerine getirilmeye çalışılacak bir hedefler listesi değildir, gidilecek bir yere ulaşmak da değildir. Başarı bir yolculuktur.

Başarının elde edilmesinde yada hedefe ulaşmakta yapılması gereken şeylerden bazıları şunlardır.

Amacını bilmek, Potansiyelinize ulaşmak, Başkalarına yararlı olmak isteğidir.

BÖLÜM 2 : AMACINI BİLMEK

Başarı bir yolculuktur. Belirli bir yere vardığınız ya da belirli bir hedefe ulaştığınız zaman birden bire başarılı olmuş olmazsınız. Ama bu varacak bir hedef saptamadan yolculuk yapmanız gerektiği anlamına da gelmez. Hangi yöne gitmekte olduğunuzu bilmezseniz amacınızı yerine getiremez ve potansiyelinize ulaşamazsınız. Gideceğiniz yeri saptayıp ona doğru yelken açmanız gerekir. Başka bir değişle, hayalinizi keşfetmeniz gerekir.

Hayali olan bir insan, yükselmek için nelerden vazgeçmek istediğini bilir. Hayalimiz bize yön kazandırır, potansiyelinizi arttırır, önceliklerinizi belirlememize yardım eder ve çalışmalarımıza değer katar.

Geleceğimizi yönlendirmek tutumumuzla yakında ilgilidir. Tutum, başarılı bir insana damgasını vuran ilk özelliktir. Olumlu tutumu olan, olumlu düşünen ve iddialı olmayla zorlukları seven bir insan, başarının yarısını elde etmiş demektir.

Başarı yolculuğunda gezinin ilk bölümü, son bölümü kadar önemlidir. Buradaki temel yön, gideceğin yere doğru sürekli hareket halinde olmaktır. Nitekim hedefleri belirlemek de bunun sürekliliğini sağlamanın en iyi yoludur. Hedefler amaç duygunuzu harekete geçirir ve size gidin der.

BÖLÜM 3 : AZAMİ POTANSİYELİNİZE ULAŞMAK.

Gelişmessek gerçekten yaşayamayız. Gelişmek, bilinen amaç sınırlayıcı kalıplardan güvenli ama ödül getirmeyen çalışmalardan, artık inanılmayan değerlerden, anlamını kaybetmiş ilişkilerden vazgeçmek anlamına gelir.

Bir şeyleri yaparken başarısızlığa uğramaktan korkmamalı. Tekrar tekrar başarısızlık yaşadığınız halde bu durumdan ders çıkarmaktan vazgeçmiyorsanız, hatalarınızın sizi yeniden yönlendirmesine olanak tanıyın. Belki gerçekten size göre olmayan bir yerde çalışıyorsunuz. Bu sizin kötü yada yanlış birisi olduğunuz anlamına gelmez. Sadece yeni bir ayarlama yapmanız gerektiğini gösterir. Bir kapı yüzünüze tekrar tekrar kapanmışsa, açılıp açılmayacağını düşünerek orada çakılıp kalmayın. Başka bir açık kapı aramak için etrafınıza bakın.

Başarı yolculuğunda size karakterinizden daha iyi hizmet edecek olan başka hiçbir özellik yoktur. Robart Cock derki; “Karakterin yerin; hiçbir şey tutamaz. Beyin satın alabilirsiniz, ama karakter alamazsınız.”

Karakter yalnızca ilerlemenize yardımcı olmakla kalmaz, aynı zamanda yol boyunca doğru kararlar almanızı da sağlar.

BÖLÜM 4 : BAŞKALARINA YARARLI TOHUMLAR EKMEK.

Bu bölümde kişilerin başarı yolculuğundaki önemli etkenlerden birininde aile olduğu anlatılmaktadır.

İnsanların değerler konusunda doğru yoldan sapmalarının nedenlerinden birisi, ailelerinin onlara eskisi kadar özen göstermemesidir. Ortak değerler bir aileyi güçlendirir ve gelişme çağlarında çocuklar açısından özellikle yararlıdır. Ailenizle ortak değerleri paylaşma doğrultusunda çalışmaya başlamanın en iyi yolu, aşmak istediğiniz değerleri belirlemektir.

Al Midilli (John STEINBECK) Kitabın Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Al Midilli

Kitabın Yazarı : John STEINBECK

Kitap Hakkında Bilgi :

Gündelik yaşamın çelişkilerini, sıradan insanlarının acı ve sevinçlerini, umudu ve ayakta kalma mücadelesini gözlem yeteneğiyle birleştiren, anlatısındaki küçük ayrıntılarla okuru derinden yakalamayı başararak dünya edebiyatında özel bir yer edinen John Steinbeck, bu kez Jody'ye odaklanıyor.

Doğanın kâh çetin kâh teskin edici koşulları, Salinas Vadisi'nin engin topraklarındaki mütevazı bir çiftlik evinde yaşayan insanların birbirleriyle ilişkilerini de belirlemektedir kuşkusuz. Otoriter babasının sürpriz bir biçimde hediye ettiği al midilli de Jody için yeni bir dünyanın kapılarını açar. Steinbeck, Jody'nin beklenti ve hayalkırıklığı, sorumluluk ve kaygı, sabır ve hüsran gibi yetişkinler dünyasının alışıldık halleriyle ilk karşılaşmalarını doğa ve hayvan sevgisiyle bütünleşmiş bir biçimde resmederek hüzünlü ve bir o kadar gerçek bir anlatı çıkarıyor ortaya. Yaşanan toplumsal kırılmaların sesi ise her satırda kendini hissettiriyor.

Kitabın Özeti :

ARMAĞAN :

Jody Salinas kasabasında bir çiftlikte çiftçilik yapan annesi, babası ve çiftliğin kahyası ile beraber yaşamaktadır. Bir gün babası ve kahya kasabadan al renkli bir midilli atıyla dönerler ve at Jody’ye hediye edilir.

Jody ata bölge dağlarının adı olan Gabilon ismini verir. Gabilon artık Jody’nin hayatında çok önemli bir yer tutmaktadır. Okulu dışında bütün zamanını atıyla geçirir. En büyük yardımcısı da çiftliğin kahyası Bill Buck’dır. Tayı eyer ve geme alıştırmak çok zamanlarını almıştır. Jody’nin tek hayali bir an önce atına binebilmektir. Jody’nin okulda olduğu bir gün yağmurun altında kalan atı hastalanır. Kahya ve Jody atın hastalığı ile ilgilenmeye başlarlar ama tay günden güne kötüye gitmektedir. Jody artık atın yanında yatıp kalkmaya başlar. Bir gün ahırda hasta tayını göremez. Onu aramak için fırlar ve bir süre sonra üzerinde birkaç akbaba ile onu görür. Öfke ile bir akbabayı yakalar ve onu öldürür. Gabilon ise çoktan ölmüştür. Kahya Bill bütün bu olanlardan kendini suçlu hissetmektedir.

ULU DAĞLAR :

Jody’nin en büyük meraklarından biri ulu dağlar ve onun ardında ne olduğudur ama bir türlü cevabını bulamaz. Bir gün çiftliğe adının Gidano olduğunu söyleyen bir ihtiyar gelir. İhtiyarın tek söylediği geri döndüğü ve ölene kadar burada kalmak istediğidir. İhtiyar çok eskiden o civarda bir kulübede yaşamıştır ve geri dönmüştür. Jody’nin babası ihtiyarın birkaç gün kalmasına izin verir. Jody gizemli ihtiyara dağları ve orada neler olduğunu sorar. İhtiyar oraya çocukluğunda gittiğini ama pek birşey hatırlamadığını söyler. Bir gün ihtiyar Gidano kimseye haber vermeden bir atla çiftlikten ayrılır. Onu son gören komşunun dediğine göre dosdoğru dağlara gitmektedir.

VAAT :

Babası Jody’nin atı için çok üzüldüğünü bilmektedir. Bu sefer ona çiftlikte doğacak atı vereceğini söyler. Jody kulunlayan ata bir yıl boyunca yine özenle bakar ve tayın doğum anı sonunda gelir ancak tay ters gelmektedir ve ölecektir. Kahya ani bir kararla atı öldürür ve karnını keserek küçük siyah tayı dışarı çıkarır. Tayı Jody’nin önüne bırakır.”İşte tayın “der. ”Söz vermiştim ve yapmak zorundaydım. Onu elle beslemek zorunda kalacaksın işte tayın”.

İNSANLARIN LİDERİ :

Jody’nin büyük babası çiftliğe gelir ve tek bildiği şey batıya doğru yaptıkları büyük göçü ve kızılderililerle olan mücadelelerini anlatmaktadır. Batı ya gide gide, okyanusa ulaşmışlardır. Ama büyükbabanın hikayelerini Jody den başka kimse dinlemez ve anlamaz.

JUNIUS MALTBY :

Junius Maltby iyi ve kültürlü bir aileden gelme bir şehirlidir. San Francisko’da yaşamaktadır. Ancak hastalanır ve şehir dışına “Cennetin Otlakları” adlı bir vadiye giderek burada bir çiftliğe yerleşir. Daha sonra dul bir çiftlik sahibiyle evlenerek orada yaşar. Çok tembeldir ve giderek fakirleşmektedirler. İki çocukları olur ve ardından karısı doğum yaparken ölür.

İnsan her zaman sevdiğini merak eder ama merak ettiğini sevmeyebilir.

Altı Şapkalı Düşünme Taktiği (Edward De Bono) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Altı Şapkalı Düşünme Taktiği

Kitabın Yazarı : Edward De Bono

Kitap Hakkında Bilgi :

Yine de çoğu insan, düşünme konusunda başarılı olduğuna o kadar emindir ki, sahip olduğu bu kaynağı zenginleştirmek için hiçbir çaba göstermez.Düşünmenin öğretilmesi konusunda dünya çapında bir üne sahip bulunan, fikirleriyle birçok hükümeti ve büyük şirketi yönlendirmiş olan Edward de Bono, bu kitabında her sorunun kolaylıkla üstesinden gelmenizi sağlayacak bir yöntemi ortaya koyuyor: Altı Şapkalı Düşünme Tekniği.Bu yöntemle düşüncelerinizi bir orkestra şefi gibi yönetebilecek, sonu gelmeyen tartışmalarda kaybolmak yerine, yaratıcı ve yapıcı sonuçlar elde edebileceksiniz.
Kitabın Özeti :

Hadi gelin, ekip olarak bundan sonraki tüm toplantılarımızda altı değişik renkli şapka takarak daha iyi bir diyalog kuralım aramızda. Hangi renk şapkayı takıyorsak onun ruhuna uygun konuşalım. Böylece kendimizi daha iyi ifade eder, ne demek istediğimizi daha açık anlatırız. “ Ne demek altı renkli şapka takmak demek ?” diye soruyor musunuz?

Edward de Bono, yaratıcı düşünme tekniklerinin doğrudan öğretimi konusunda düşünme teknikleri üretmiş. Aslında burada açıklanan her şeyi bilmekteyiz ama bunları bir teknik olarak uygulamaktan kaçınmaktayız, yada yanlış uygulamaktayız. Öncelikle şunu bilmeliyiz; bir düşünür gibi davranırsak; gerçekten bir düşünür olur çıkarız.

Şimdi Altı Şapkalı Düşünme Tekniğini kısaca anlatmaya çalışalım.

Beyaz şapka : Beyaz tarafsız ve objektifdir. Bu şapka objektif olgular ve rakamlarla ilgilidir.

Kırmızı şapka : Kırmızı öfke tutku ve duyguyu çağrıştırır. Duygusal bir bakış açısı verir.

Siyah şapka : Siyah karamsar ve olumsuzdur,kötümserdir. Bir şeyin niçin yapılmayacağını görür.

Sarı şapka : Sarı güneş gibi aydınlık ve olumludur.İyimser umutlu ve olumlu düşünme ile ilgilidir.

Yeşil şapka :
Yeşil bereket ve verimli büyüme demektir. Yaratıcılık ve yeni fikirlerle ilgilidir.

Mavi şapka : Mavi serinkanlılığı temsil eder ve her şeyin üstündeki göğün rengidir. Düşünme sürecinin düzenlenmesi ve kontrolu ile uğraşır.

Şapkalar işlevleriyle değil renkleriyle tanımlanır, bunun iyi bir gerekçesi vardır. Eğer bir kişiden bir konu hakkındaki duygusal tepkilerini ortaya koymasını isterseniz, ondan dürüst bir cevap almanız hemen hemen olanaksızdır. Çünkü; insanlar duygusal olmanın yanlış bir şey olduğunu düşünürler. Ancak ”kırmızı şapka” terimi tarafsızdır. Birisinden bir süre için ”Siyah şapkasını çıkarmasını istemek”, ondan ”Bu kadar olumsuz olmayı bırakmasını” istemekten daha kolaydır. Renklerin tarafsızlığı, şapkaların sıkıntı duymadan kullanılmalarını sağlar. Düşünme faaliyeti tasvip edilmeme ya da kınanma tehlikeleri olmayan kuralları tanımlanmış bir oyun haline gelir. Şapkalara doğrudan göndermelerde bulunur.

Senden siyah şapkanı çıkarmanı istiyorum.

Bir süre için hepimiz kırmızı şapkalarımızı takalım.

Sarı şapka düşünmesi için bu kadar yeterli,şimdi beyaz şapkamızı takalım.

BEYAZ ŞAPKA :

Beyaz şapka düşünürü bulduklarını masaya koyar cebinden bozuk paralar, çignenmiş ciklet parçaları ve bir kurbağa çıkaran okul çoçuğu gibi zamanla beyaz şapka rolü doğal bir davranış biçimi haline gelecektir. Kişi artık tartışmaları kazanmak için cümle aralarına lehte ifadeler koymaya çalışmayacaktır. Böylece onda doğayı herhangi bir yan amaç gütmeden inceleyen bilimsel gözlemcinin veya kaşifin tarafsız objektifliği gelişecektir. Harita yapıcının görevi harita yapmaktır.

Beyaz şapkaca düşünmesinin amacı pratik olmaktır. Bu yüzden her türlü bilgiyi ortaya koymalıyız. Önemli olan bilgilerin kesinlik derecesini doğru bir biçimde belirtmektir.

KIRMIZI ŞAPKA :

Genel olarak zihnimizin arka planında korku, öfke, nefret, şüphe, kıskançlık ya da sevgi gibi güçlü duygular yeralabilir. Bu duygusal arka plan algılama biçimimizi sınırlar ve yönlendirir. Kırmızı şapka düşünmesinin amacı, bu arka planı görünür kılmak ve sonradan ortaya çıkan etkisinin gözlemlemesini sağlamaktır.

Kırmızı şapka takmak düşünüre ”Konu hakkında duygularım bunlardır” deme olanağı sağlar. Duyguları düşünmenin önemli bir parçası olarak meşrulaştırır. Duyguları görünür kılar, böylece duygular düşünme haritasının veya harita üzerinde rotayı çizen değer sisteminin de bir parçası olurlar.

SİYAH ŞAPKA :

Siyah şapka değerlendirmesi özellikle olumsuz değerlendirmelerle ilgilidir. Siyah şapka düşünürü yanlış ve hatalı olan şeyleri düşünür. Neyin deneyime ya da doğruluğu kabul edilmiş bilgiye uymadığına işaret eder. Siyah şapka düşünürü birşeyin neden işleyemeyeceğini gösterir, risklere ve tehlikelere işaret eder. Tasarımdaki hataları gösterir.

Bu şapka eleştirme şapkasıdır. Ancak bir tartışmada taraf tutmak anlamına gelmediğini özellikle belirtmek isterim. Herhangi bir taraf tutma ve herhangi bir tartışma söz konusu değildir. Olumsuz durumların haritaya katılması için yapılan objektif bir girişimdir. Düşünme ve yöntemindeki hatalara işaret edebilir.

SARI ŞAPKA :

Sarı şapka düşünmesi olumlu ve yapıcıdır. Sarı renk güneş ışığının parlaklığını ve iyimserliğini sembolize eder. Siyah şapka düşünmesinin olumsuz değerlendirmelerine karşılık, sarı şapka olumlu değerlendirmelerle ilgilenir. Bu şapkanın bir ucunda mantıklılık ve pratiklik öbür ucunda hayaller ve umutlar olan bir yelpaze vardır.

Sarı şapka düşünmesi değerli ve yararlı olan şeyleri arar ve araştırır. Daha sonra bu değerli ve yararlı şeyler için mantıklı destekler sağlamaya çalışır. Sağlam temellere dayanan bir iyimserliği ortaya koymaya çalışır. Bu düşünme, yapıcı ve üreticidir. Somut teklifler ve öneriler çıkar.

YEŞİL ŞAPKA :

Yeşil şapka takmak insanları otomatik olarak daha yaratıcı hale getirmez. Ancak bu şapka düşünürlere daha yaratıcı olmaları için gerekli zamanı ve dikkati sağlayabilir.

Bu şapkayı takan kişi yaratıcı düşünmenin kavramlarını kullanacaktır. Çevresindeki kişilerden onun yeşil şapka düşünmesi sonucu ortaya koyduğu fikirleri yaratıcı fikirler olarak ele almaları beklenir. En ideali hem düşünürün hem de dinleyicinin yeşil şapka takmasıdır. Verimliliği, büyümeyi ve tohumların değerini simgeler.

Yaratıcı duraksamayla düşünür. Bir an için duraksayarak bulunduğu noktada alternatif fikirlerin olup olmayacağını araştırır. Düşünür bu fikirden ileri doğru hareket ederek yeni bir fikre ulaşır. Kışkırtma yeşil şapka düşünmesinin önemli bir unsurudur. Kışkırtma olağan düşünme kalıplarının dışına çıkmamız için kullanılır.

MAVİ ŞAPKA :

Mavi şapka kontrol şapkasıdır. Düşünürün düşünme faaliyetini düzenler. Konunun araştırılması için gereken düşünme faaliyeti üzerinde düşünce geliştirmektir. Mavi şapka düşünürü orkestra şefi gibidir. Diğer şapkaların kullanılması için çağrıda bulunur. Üzerinde düşünülecek konuları sorunları tanımlar ve soruları biçimlendirir. Yerine getirilmesi gereken düşünme görevlerini kapsar.

Mavi şapka düşünme sürecini gözler ve oyunun kurallarına dikkat edilmesini sağlar. Tartışmayı durdurur ve harita türü düşünmede bulunulması konusunda ısrar eder. Disiplini sağlar.

Türk Aynştaynı Oktay Sinanoğlu (Oktay Sinanoğlu)Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Türk Aynştaynı Oktay Sinanoğlu

Kitabın Yazarı : Oktay Sinanoğlu

Kitap Hakkında Bilgi :

1953 yılında Ankara'da TED'in Yenişehir Lisesi'ni birincilikle bitirdi. Burslu öğrenci olarak ABD'ye giderken kendi kendine bir söz vermişti: 'Gideceğim ve kısmetse orada söz sahibi olacağım, ondan sonra gelip o namussuzlarla burada uğraşacağım.'

Oktay Sinanoğlu'nun, İtalya'nın Bari kentinde başlayan yaşamı başarılarla dolu olmasının yanı sıra hem Türkiye hem yurtdışında pek çok önemli tanıklıklarla dolu.1956 yılında Kaliforniya Üniversitesi, Berkeley'de Kimya Mühendisliği'ni birincilikle bitiren, sekiz ayda MIT'yi birincilikle bitirerek Yüksek Kimya Mühendisi olan Sinanoğlu henüz 26 yaşındayken ABD'nin Yale Üniversitesinde son üç yüz yıldır Batı'nın en genç profesörü unvanıyla bir rekorun sahibi oldu.

Sinanoğlu, kimyaya matematiği sokarak önemli buluşlara imza attı, fizik, astrofizik, nükleer fizik, moleküler biyoloji gibi çeşitli dallarda 'Harika Çocuk' olarak görülüp uluslararası bilim dünyasını şaşırttı.Hayatı boyunca dünya çapında bilimsel pek çok ödül aldı, Türkçe'nin önemine dikkat çekti ve Türkiye'de bilimin gelişmesi için mücâdele verdi. Anadilin bir toplumun sürekliliği için yaşamsal olduğunun altını çizerek büyük çapta bir bilinçlenme yarattı.

Prof. Oktay Sinanoğlu'nun yaşamının kendi ağzından soru cevaplar eşliğinde anlatıldığı Türk Aynştayı kitabında ünlü bilim insanlarıyla ilişkisinden yarattığı teorilere, bir dönemin sözlü tarihinden Türkiye'nin yaşadığı sorunlara kadar pek çok konu yer alıyor. Sinanoğlu'nun ülkemizde bilimin neden gelişmediğini kendi yaşamından örneklerle açıkladığı bu kitapta hem baş döndürücü bir kariyer öyküsü hem Türkiye gerçeklerinin yansımaları var. Sinanoğlu şöyle diyor: 'Halkın tarihine, diline, Osmanlı atalarımıza, inançlarına, binlerce yıllık Asya kökenli insani değerlerine, geleneklerine yabancılaştırması, hatta düşman ilan edilmesi, sonunda kafalar hazır hale gelince de ülkenin yağmalanması her gün hız kazanıyor.'

Kitap, gazeteci-yazar, Emine ÇAYCI'nın Oktay Sinanoğlu ile yaptığı 435 sayfalık, uzun bir söyleşiden oluşmuştur. Ancak söyleşi bölümünün ardından Sinanoğlu'nun hayat hikayesi tarih sırasına göre verilmiştir. Ayrıca Sinanoğlunun yayınlanmış yüzlerce kitap, makale v.b. yayınlarının bibliyografyası kitaba eklenmiştir. Kitabın son bölümü, Sinanoğlu'nun hayatının çeşitli dönemlerine ait çekilmiş fotoğraflardan bir albüm ve yine Sinanoğlu hakkında yerli ve yabancı basında çıkmış haber küpürleri ve ona verilmiş ödüllerin belgelerinden oluşmaktadır.

Oktay Sinanoğlu, söyleşi boyunca kendisi, ailesi, mesleği, hayatı, gezileri, büyük projeleri, bilimsel ve sosyal konulardaki tespit, görüş ve yorumlarını aktarır.

Kitabın Özeti :

Oktay Sinanoğlu, bir Türk bilimadamı olarak dünyada kendini kabul ettirmenin ötesinde, ürettiği teoriler, oluşturduğu kuramlarla kimya, fizik, biyoloji alanlarında çığır açmış bir insandır. Hayat hikayesi kısaca şöyledir: 1935 yılında Türkiye Eğitim Derneği, Yenişehir Lisesinde burslu olarak okudu ve okulu birincilikle bitirdi. Okulun bursuyla kimya mühendisliği eğitimi almak üzere ABD'ye gitti. Kaliforniya'da Berkeley Üniversitesinin Kimya Mühendisliğini 1956'da birincilikle bitirdi. 1957 yılında dünyaca meşhur bilimadamlarının yetiştiği MIT'de (Massachusetts Teknoloji Enstitüsü) Yüksek Kimya Mühendisi oldu. Yine Berkeley'de iki yılda Kimya Doktorasını tamamladı. Yale Üniversitesinde iken, 1963'te ABD'nin en genç profesörü oldu. Beraber çalışmaya başladığı ilk doktora öğrencilerinden yaşça daha küçüktü. Amerikada Yale, Harvard gibi iki üniversitenin iki kürsüsünde ders veriyor, ülkenin çeşitli şehirlerindeki üniversitelerine konferans ve seminerlere çağrılıyordu. Aynı anda dünyanın en tanınmış kimya, matematik ve fizik dergilerinde makaleleri yayınlanıyordu. Bir yandan da National Science Foundation, Ulusal Bilim Vakfı'nın araştırma projelerine katılıyordu.

Oktay Sinanoğlu kısa zamanda Kuantum Fiziği ve Kimyası, Moleküler Biyoloji ve Matematik alanlarında yüzlerce teorem geliştirdi. Dünya bilim literatürüne eşi benzeri az görülür biçimde katkılarda bulundu. ABD, Batı ve Doğu Almanya, Fransa , İsveç, Japonya, Hindistan, Rusya ve Meksika ve daha pek çok ülkeye bilimsel araştırmalar ve projeler için gitti. Üst düzeyde bilimsel ve devlet nişanları aldı. Devlet başkanlarının şeref konuğu oldu. Konferanslar verdi ve bilimsel toplantılara katıldı. Nobele aday gösterildi; öğrencisi Nobel ödülünü kazandı.

İstanbul'da 19 Ağustos - 5 Eylül 1964 tarihleri arasında sonradan Boğaziçi Üniversitesine dönüşecek olan Robert Koleji binasında ilk kez bir uluslar arası yaz okulu düzenledi. Kuantum 'Nicem' Kimyası üzerine yapılan bu yaz okulunda savaş sonrası ve soğuk savaş dolayısıyla birbirnden kopuk olan dünyanın dört bir yanındaki bilim adamlarını bir araya getirdi ve bu alandaki alışverişle bilimsel anlamda yeniliklere Türkiye'de adım atılmasını sağladı. Konferans bildirilerinden oluşan üç cilt çeşitli ülkelerde 30 yıl boyunca ders kitabı olarak okunmuş.1965'te İstanbul Yeşilyurt'ta Çınar Otel'inde Yüksek Enerji Fiziği üzerine, ikinci uluslar arası yaz okulunu düzenledi. 1969'da İzmir Urla'da 'Atom Fiziğinde Yeni Yönler' üzerine üçüncü uluslar arası yaz okulu düzenledi.

ODTÜ ve Boğaziçi Üniversitelerinin kurucuları arasında yer aldı. 1968'de ODTÜ'de Kuramsal Kimya Bölümünü kurdu. 1973'de Boğaziçi Üniversitesi'nde danışman profesör olarak çalıştı. 1974'te Milli Eğitim Şurasına katıldı ve bilim ve teknoloji eğitiminin Türkçe olması gerektiği üzerine konuşmalar yaptı. 1994 -1995' te Yıldız Teknik Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Kimya Bölümünde profesör ve rektör danışmanı olarak görev yaptı.

Bilim dünyasında olduğu kadar özel hayatında da çok renkli bir kişiliğe sahip olan Sinanoğlu, yelkenlisi ile sık sık uzun okyanus gezileri yaptı, pilotluğu öğrenip uçuşlar yaptı.

Farklı zaman ve zeminlerde sürdürülen bu söyleşide Oktay Sinanoğlu bir çok konuda ilginç fikir ve düşüncelerini açıklamaktadır. Bunlardan bazıları şöyledir: "Dünyada önemli bazı ülkeler, Türkiye'de kurulan bazı uluslar arası dernekler vasıtasıyla va bazı kişilerin özel çıkarları bu işe alet edilerek Türkiye'nin bilimsel gelişmesini önlenmeye ve baltalanmaya çalışılmaktadır. Türkçe'nin bilimsel araştırma dili olmaktan çıkarılması ve bunun yerine İngilizce yada bir başka yabancı dilin eğitim dili haline getirilmeye çalışılması ve hedefli bilimsel araştırmaların engellenmesi yada kösteklenmesi bu gayretlerin bir ürünüdür".

Sinanoğlu'nun üzerinde durduğu konulardan bir tanesi de bilim adamlarının nasıl yetiştirileceği, bilimsel araştırma yöntemlerinin nasıl olması gerektiği hakkındadır. Bilimsel ürün ortaya koymanın ve bir eser meydana getirmenin yolunun, işin sonundaki maddi ödül ve gelirleri, bilimsel ünvan ve lakapları, tanınma ve ünlü olma gibi meyveleri düşünmeden çalışmak olduğunu anlatır.

Sinanoğlu'na göre "Bilimci; araştırıcı, sorgulayıcı ruhtaki insandır. Bilim ise, konserve kutusuna konmuş bilgilerin tümü demek değildir. Bilim canlı bir organizma gibidir; devamlı değişir, gelişir, yeni verileri tutmayan yerine yeni varsayımlar, kuramlar üretilir, onlar sürekli denenir, sınanır, sorgulanır, yeni verilerce çürütülmediği sürece yaşar. Hal böyle olunca gerçek bir bilimcinin kalıp kafalı, slogan kafalı, değişik düşüncelere kafası ve yeni olgulara gözü kapalı olması mümkün değildir. Araştırıcı, sorgulayıcı ruhla, bağnazlığın herhangi bir türlüsü bir arada bulunamaz".

Sinanoğlu'nun yaşamı boyunca önemli bir özelliği de her zaman her platformda el üstünde tutulmasına ve ünlü olmasına rağmen, Türk milletinin kültürüne, diline tarihine ve değerlerine kendini sımsıkı bağlı hissetmiş ve bu bağlılığın bir gereği olarak yıllardır gözlemlediği, dış dünyayla karşılaştırarak, düşünerek vardığı sonuçları Türk halkının her kesimine, hiçbir ayırım yapmadan iletmeyi vicdan borcu olarak görmüştür. Türk milletinin değerlerini de dış dünyaya aynı heyecanla tanıtmaya çalışmıştır. Örneğin, Türk ve Japon kültürleriyle ilgili yaptığı karşılaştırma ve değerlendirmeler, Japonya'da büyük yankı uyandırmış ve iki kez Japonya'ya davet edilmiş ve Türk resmi heyetine başkanlık yapmıştır. Bu sırada yapılan görüşmelerin sonucu olarak İpek Yolu dizisi projesi ortaya atılmış ve Japonya'dan Türkiye'ye kadar sadece Japonca ve Türkçe konuşularak tarihi İpek Yolu güzergahı üzerindeki milletlerle iletişim kurulabileceğine Japonları ikna etmiş ve buralardaki ortak kültürün filme çekilerek sergilenmesini önermiştir. Japonlar bu projeye hayran kalmış ve gerçekleştirmişlerdir.
Sinanoğlu'nun değindiği ilginç konulardan bir tanesi de Avrupa ve ABD'de, zannedilenin tersine, kendi şahsi tecrübelerini anlatarak söz ettiği bilim hırsızlığının yaygın olduğudur. Bilim adamlarının üçüncü dünya ülkelerinden gelen genç, zeki ve dinamik ya da yalnız sahipsiz bilim adamlarının bilimsel ürünlerinin ve çalışmalarının gasp edildiğini ve bu alanda bilimsel mafya ve çetelerin oluşmuş olduğunu ileri sürmektedir.

Söyleşi boyunca Sinanoğlu'nun vurguladığı ana temalardan bir tanesi de Batı Dünyasının Türkiye üzerinde korkunç oyunlar oynadığıdır. Nedeni ise Türkiye'nin konumu, tarihi mirası, kültür mirası ve üstlenebileceği ekonomik ve siyasi rolün muazzam potansiyelin, batı dünyasını korkuttuğu gerçeğidir ve Türkiye'nin, toparlanıp en az Japonya gibi bir ülke olması korkusudur. Sinanaoğlu'na göre "Batı, Türkiye'yi karşısında bir daha büyük güç olarak görmek istemiyor. Dolayısıyla en yoğun yıkıcı etkinlikleri Türk milletinin köküne, kültürüne, diline ve geçmişine makas atılması üzerinedir. Üniversitelerimizde ve hatta orta öğretim kurumlarımızda İngilizce ile eğitim yapmanın sürekli empoze edilmesi (yabancı dil öğretimi değil) Türkiye üzerine oynanan oyunların en tehlikelisidir. Bu ancak sömürge ülkelerde görülebilecek bir durumdur; Ülkeyi içten fethetmenin en etkili yoludur."

Kitap baştan sona heyecan dolu bir hayat hikayesini aktarmaktadır. Oktay Sinanoğlu akıcı konuşmasıyla okuyucuyu kendine bağlamaktadır. Okuyucu Türkiye ve dünyanın son elli yıllık panoramasını film izler gibi kitabı elinden bırakmadan okuyabilir.

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...