18 Ekim 2019 Cuma

Kültür Kuramı (Nermi Uygur) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Kültür Kuramı

Kitabın Yazarı : Nermi UYGUR

Kitap Hakkında Bilgi :

Kültür Kuramı, eski ya da yeni kültür öğretileri üzerine genel bilgiler yansıtan bir başvuru kitabı olarak değil, yazarın düşünce felsefeleri ve düşünce kazısı olarak adlandırdığı felsefi bir kültür kuramı arayışı etrafında yoğunlaşan bir kitaptır.

Kitabın Özeti :

Yazar kültür kuramının belki de tam bir sınırı olamayacağını çarpıcı örnekler ve alt başlıklar altında okuyucuya sunmakta ve "sağduyudan uzak düşmeyen herkes tıkız bir kültür kuramının ne denli dallı budaklı birikimler getirdiğini bilir" diyerek eksiksiz bir kültür kuramının mevcut olamayacağını ifade etmektedir. Yazar, kendi deyimiyle felsefi açıdan eli ayağı düzgün bir kültür anlayışını aramaktadır bu kitabında. Kitap on alt bölümden oluşmaktadır. Örneğin aşağıda örneklenen bölümlerde, Kültür Kuramı'nın okuyucuya vermek istediği kuramsal ancak gerçek hayata yansıtılabilecek pratik konular görülebilmektedir.

"Dil, Kültür ve Eğitim" bölümünde, çağdaş Batı Avrupa'daki çok kültürlülükten bahsedilmekte ve dil, kültür ve eğitim arasındaki bağlar fenomenolojik olarak incelenmeye çalışılmaktadır. Bu yapılırken dilin, kültürün ve eğitimin tanımları yapılmaktadır. Bu kavramların ve fenomenlerin insan hayatına ve değişik toplumlara yapabileceği ve yaptığı katkılar anlatılmaktadır.

"Kültürler Arası Düşünceler" bölümünde, günlük yaşamın felsefesi irdelenmekte ve bunun kültür açısından önemi ve yeri değerlendirilmektedir. Bu bölümde Türk Dili'nin felsefesi üzerinde durularak dilbilimsel ve felsefi bazı bilgiler verilmektedir. Dilin toplum ve düşünceler üzerine etkileri ele alınarak dilin ve farklı dillerin yarattığı fiziksel ve anlamsal etkilerden bahsedilmektedir.

"Marcel'de Ben-Sen Bağı" bölümünde, felsefenin en alıcı ayrımı olan kişiler arası ayrımdan ve özellikle ben-sen ikileminden bahsedilmektedir. Marcel'in "varoluş" konsepti ve "yalnızlık" veya "tekbencilik" gibi kavramlar farklı bir açıdan ele alınarak okuyucuya düşünme ve kendini yargılama ortamı yaratılmaktadır. Bu bağlamda çok boyutlu dinamik bir yaşama evreninin ortasında bulunan bir "ben" kavramı incelenerek başka insanlarla arasındaki farklar felsefi olarak ortaya konmaktadır.

"Ahlakın Bilimce Temellendirilmesi" bölümünde, tanışma, görüşme, dövüşme, giyinme, yargılama ve değerlendirme gibi bir çok davranışın teorik ve pratik değerleri ile farklı toplumlar içindeki önemleri ve rolleri üzerinde durulmaktadır. Bilimsel açıdan ahlakın ne demek olduğu ve "bilimce" bir temellendirmenin mümkün olup olamayacağı ele alınmaktadır. Eğer bir temellendirme varsa ve mümkünse bu nasıl olacaktır? İşte bu bölümde bu ve bunun gibi sorulara cevap aramaktadır yazar.

Sonuç olarak Kültür Kuramı, en küçük ama en önemli varlık olan "ego" kavramında başlayarak daha komplekse doğru giden ve toplumdaki farklı değişkenler içinde kültür teriminin farklı anlamlarını ortaya çıkarmaya hedefleyen bir çalışmadır. Bunu yaparken çok çarpıcı örneklemeler yapmaktadır ve okuyucuya kendini de içinde hissettiği bir sanal toplum yaratmaktadır. Sadece metafizik konuları değil mantık kuramları vasıtasıyla da örnekler ve çıkarım ortamları zenginleştirilmektedir. Yazar, Bertrand Russel'in doğruluk anlayışından bahsederken şöyle der: "Russel'ı belli bir 'izm'in darlığına kapanmaktan; tüm bilgileri 'doğru' yada 'yanlış' olmak bakımından tek ve şaşmaz bir ölçeğe vurmaktan; kuram uğrunda güdükleşmekten kurtaran, hiç kuşku yok ki, ustalıkla uyguladığı çözümleyici yöntemdir." Yazar, Russel'ın yalınlığa verdiği önemden bahsederek, onun doğruluk anlayışını ifade etmeye çalışmaktadır. Bütün bu alt bölümler bir sonucu olarak denilebilir ki: "Bir kültür kuramı, biçimi ve içeriği saymakla tükenmeyecek öğeler kapsar. Evet tanımlanması zordur, ancak tanımlanmaya başladığımızda ise felsefenin ve bilimin ışığında bilmediğimiz bir çok ilginç ve aydınlatıcı yere gidebiliriz.

Üçüncü Dalga (Alvin Toffler) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili

Kitabın Adı : Üçüncü Dalga

Kitabın Yazarı  : Alvin TOFFLER

Kitap Hakkında Bilgi :

Alvin Toffler, çağımızın önde gelen yönetim ve gelecek bilimcileri arasındadır. Yazdığı kitaplar tüm dünyada önemli bir okuyucu kitlesi tarafından takip edilmekte ve birçok yöneticiye geleceğe dönük planlar yaparken ışık tutmaktadır. Toffler, bu kitabı hazırlarken çeşitli ülkelerde yayımlanan 534 kitap, gazete, dergi, rapor gibi çok çeşitli kaynaklardan yararlandığını belirtmiştir. Aile uzmanları, fizikçiler, şirket yöneticileri, generaller, başbakanlar ve toplumun çeşitli kesimlerinden kimselerle yapılan görüşmeler neticesinde varılan tespitler olarak ortaya çıkan bu kitap, dünyayı şekillendiren yaratıcı insanların şimdiye, geçmişe ve geleceğe dair değerlendirmelerini ortaya koyup, kendi geleceğimize hazırlık yapabilme yeteneğimizi arttırmayı hedeflemektedir.

Yazara göre yeni uygarlık o denli farklıdır ki, doğru kabul edip benimsemiş olduğumuz bütün eski görüşlerimizi zorlar. Eski düşünce tarzları, öğretiler ve ideolojiler, geçmişte ne denli yararlı olmuş olurlarsa olsunlar, artık bugünün gerçeklerine uymamaktadır. Yeni değerlerin, teknolojilerin, yaşam biçimlerinin ve haberleşme yöntemlerinin etkisiyle ortaya çıkan bu dünya, yeni fikirleri, benzetmeleri, sınıflandırmaları ve kavramları da zorunlu kılmaktadır.

“Muhteşem… Büyüleyici bir bilgi birikimi.”
The Washington Post

“Güçlü bir kitap… Alvin Toffler’dan bir bomba daha!”
The Guardian

Kitabın Özeti :

Alvin Toffler, çağımızın önemli yönetim ve gelecek bilimcileri arasındadır. Yazdığı kitaplar tüm dünyada önemli bir okuyucu kitlesi tarafından takip edilmekte ve bir çok şirket ve yöneticiye geleceğe dönük planların yapılması aşamasında ışık tutmaktadır. Yazar bu yapıtının hazırlanmasında çok çeşitli kaynaklardan yararlandığını açıklamıştır. Bunlardan bir bölümü; çeşitli ülkelerde yayımlanan 534 kitap, gazete, dergi, rapor vb. Yazar dünyanın dört bir yanında değişikliğin yaratıcısı olan kişilerle yaptığı görüşmelerin kitabın hazırlanmasında önemli bir yer tuttuğunu belirtmektedir. Aile uzmanları, fizikçiler, şirket yöneticileri, generaller, meclis ve hükûmet temsilcileri, başbakanlar ve de toplumun çok geniş ve çeşitli kesitlerinden gelen kimselerle yapılan görüşmeler neticesinde varılan tespitler olarak ortaya çıkan bu kitap, dünyayı şekillendiren yaratıcı insanların mevcut, geçmiş ve geleceğe bakış açılarını, değerlendirmelerini ortaya koyarak, bir anlamda geleceğimizi şekillendirecek olan bu insanların görüşlerinden yararlanarak kendi geleceğimize hazırlık yapabilme yeteneğimizi arttırmayı hedeflemektedir.

Alvin Toffler, dünya tarihini bütüncül bir bakış açısıyla tarihin ilk sayfalarından başlayarak günümüze kadar getirmekte, böylece sistem anlayışının bireysel bazda önemli bir yararına dikkat çekmektedir. Şöyle ki; Alvin Toffler tarihin her safhasında, bireyin içinde bulunduğu global ve daha dar çevredeki değişkenlerin neler olduğunu bilmesinin, yaptığı faaliyetler üzerindeki verimlilik etkisini önemli bir şekilde arttıracağını, güzel ve anlaşılır bir ifadeyle ortaya koymaktadır. Alvin Toffler, bu yaklaşım çerçevesinde tarihi üç safhada ele almakta ve kendi deyimiyle bunları dalgalar olarak nitelendirmektedir. Bu dalgalar şunlardır;

1. dalga : Tarım Toplumu
2. dalga : Sanayi Toplumu
3. dalga : Bilgi Toplumu

Alvin Toffler, birinci dalga olarak tarım toplumunu almaktadır. Çünkü tarihin ilk sahnesinden bu yana tarım, insan ihtiyaçlarının giderilmesinde önemli bir yer tutmuş ve tarımın temel dayanak noktası olan toprak için milletler arasında mücadeleler verilmiştir. Tarım toplumlarının temel özellikleri olarak, tüm yaşama biçimlerini toprağa dayandırmaları olmasıdır. Bu kendini yönetme şekillerinden gelenek ve göreneklere kadar çeşitli biçimlerde göstermekte olup, tarım toplumlarının başarısının içinde bulunulan ortamın değişkenlerinin iyi anlaşılması ve kullanılmasıyla mümkün olacağı belirtilmektedir. Tarih sahnesine bakıldığında, dünya 1. dalga içindeyken toprağını en verimli şekilde kullanabilen toplumların diğerleri üzerinde bir güç alanı oluşturdukları görülmektedir. Bu güç alanının oluşturulmasındaki temel prensip sadece tarım toplumları için değil, sanayi ve bilgi toplumları için de geçerli olup, bu prensip; içinde bulunulan dalganın değişkenlerinde sinerjik bir şekilde yararlanabilmektedir. Bu ise yönetim temel fonksiyonları olan planlama, teşkilatlandırma, emir-komuta, koordinasyon ve kontrolun ülke bazında içinde bulunulan dalganın değişkenleriyle bir sistem anlayışı içinde bütünleştirilmesiyle mümkün olabileceğidir. Ancak bu şekilde sinerji prensibi gerçekleştirilmiş olacaktır.

Alvin Toffler, 2. dalga olarak sanayi toplumlarını belirtmekte olup, bu toplumların dayanak noktasının ise makineleşme olduğunu söylemektedir. Sanayi toplumlarının başarısının da, gene aynı prensiple, sanayi toplumunun içinde bulunduğu değişkenlerin, makro yönetim felsefesinde dikkate alınmasıyla mümkün olabileceğini belirtmektedir. İkinci dalganın başlangıç zamanı olarak İngiltere'de 1830'lu yıllarda başlayan sanayi devrimini ve bu devrimle ortaya çıkan toplumsal değişmelerin içinde bulunulan ortamın yanıltıcı körlüğü dikkate alınmadan anlaşılabilmesi ön plana çıkarılmaktadır.

Alvin Toffler, son olarak üçüncü dalga yani bilgi toplumundan bahsetmekte ve halen içinde bulunduğumuz bilgi çağının değişkenlerinin, ilk iki dalga ve bunların özelliklerine bütünsel bir bakış açısıyla bakarak başarı kriterlerinin tespiti ve dolayısıyla da bireysel ve toplumsal analojiler yaparak ortamsal körlükten kurtulunmasını, kalite ve verimlilikte ulusal rekabet avantajının elde edilebilmesini sistemsel bir bakış açısıyla ortaya koymaktadır.

Üçüncü dalganın ortaya çıkışında 1. ve 2. dalganın dinamik bir evrimleşmesi söz konusudur. İşte bu yüzden "Üçüncü Dalga" ana çizgileriyle bir sentezi dile getiren bir kitaptır. Yazara göre çoğumuzun içinde büyüdüğü eski uygarlığı anlatır ve burnumuzun dibinde yeşermekte olan yeni uygarlığın geniş çaplı ve ihtiyatla çizilmiş bir tablosunu sunmaktadır.

Yeni uygarlık o denli farklı ki, doğrudur diye bellemiş, benimsemiş olduğumuz bütün eski görüşlerimizi zorlar. Eski düşünce tarzları, eski formüller, öğretiler, ideolojiler, geçmişte ne denli yararlı olmuş olurlarsa olsunlar, artık bugünün gerçeklerine uymamaktadır. Yeni değerler ve teknolojilerin yeni jeopolitik ilişkilerin, yeni yaşam biçimleri ve haberleşme yöntemlerinin etkisiyle ortaya çıkan bu dünya, yeni fikirleri, yeni benzetmeleri, yeni sınıflandırmaları ve kavramları da gerektiriyor. Yarının embriyon halindeki dünyasını dünün kalıpları içine sıkıştıramayız.

Yazara göre kitabın savı şudur: Bütün bu yıkıntıların, çöküntülerin ortasında yeni doğuşların, yeni yaşamların belirtilerini şimdiden görebiliriz. Açıkça tartışmaya yer bırakmayacak biçimde görülecektir ki, aklımızı kullanırsak ve biraz da talihimiz yaver giderse, yeni ortaya çıkacak uygarlık, şimdiye dek gördüklerimizden çok daha sağlıklı, çok daha mantıklı, çok daha dürüst, çok daha demokratik olabilir.

Alvin Toffler'ın belirttiğine göre kitabın bu temel savı doğruysa, önümüzdeki geçiş yılları fırtınalı ve bunalımlarla dolu olsa bile, uzun dönemde iyimser olmamız için bir çok neden vardır.

21. Yüzyılda Türkiye (Emre KONGAR) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : 21. Yüzyılda Türkiye

Kitabın Yazarı : Prof. Dr. Emre KONGAR

Kitap Hakkında Bilgi :

Siyasal İslam Türkiye'de nasıl gelişti?
Güneydoğu sorununun kökünde ne yatıyor?
Avrupalı Türkler nasıl ortaya çıktı?
Ekonomik kalkınmanın neresindeyiz?
Demirel'in, Özal'ın, Çiller'in siyasetteki rolleri nedir?
21. Yüzyılda Türkiye'yi hangi sorunlar bekliyor?
ABD'nin etkisi gelecekte ne olacak?
Ordu'nun siyasal yaşamdaki yeri güçleniyor mu?
Gecekondulaşma süreci ülkeyi nasıl pençesine alıyor?
Gelir dağılımı bozukluğu geleceğimizi nasıl etkileyecek?
Büyük sermaye, ülkenin geleceğini nasıl biçimlendirecek?
Demokratikleşme kaçınılmaz mı?
Prof. Kongar bu soruların yanıtlarını, Osmanlı'dan Atatürk'e, Atatürk'ten 21. Yüzyıl'a dek ele aldığı bir değişim süreci içinde arıyor.

Kitabın Özeti :

Yazar, sosyolojik yönden Türk devlet ve toplum yapısındaki değişiklik ve gelişmeleri tarihî akış içerisinde ele alarak değerlendirdiği eserin birinci bölümünde; Osmanlı sistemi ile toprak düzeninin merkezi iktidara dayandığını, bu özelliğin ekonominin serbest piyasa ekonomisi kuralları içinde olmasını ve sermaye birikimini engellediğini, batılılaşma çabalarının, devlet üzerindeki batı denetimini ve ekonomik baskıyı artırmaktan başka bir işe yaramadığını, buna karşılık Atatürk'ün; batılılaşmayı, ülkeyi batı baskısından kurtarmada bir araç olarak kullandığını anlatmaktadır.

Yazara göre, Osmanlının son dönemindeki siyasal birikimini, dine ve padişah otoritesine dayalı bir anayasal monarşi ile milliyetçilik akımları etkisinde parçalanmış yabancı denetimi altında bir devlet yapısı, ideolojik birikimin temelini ise imparatorluğun çöküş döneminde gecikmiş olarak ortaya çıkan, Türk Milliyetçiliği akımı oluşturmaktadır.

Kurtuluş Savaşı, Mustafa Kemal'e dağılan, parçalanan ülkenin tüm siyasal ve kültürel yapısını değiştirmek için bir araç olmuştur. Atatürk siyasal inkılâpları ile eğitim, kültür ve hukuk alanındaki yenilikleri, batı dünyasının yüzyıl önce geçirmiş olduğu toplumsal ve ekonomik değişmeleri hızla gerçekleştirmenin aracı olarak kullanıyordu. Böylece çağdaş ve dışa dönük bir toplum modeli yaratmayı amaçlamıştır.

Yeni Cumhuriyetin amacı dış denetimden arınmış girişimci ruhlu millî bir sermaye sınıfı yaratmaktır. Bu siyasetin temeli olarak 1923 yılında Cumhuriyetin sahip olduğu toplumsal ve ekonomik yapıyla, Atatürk'ün kurmuş olduğu ilkeleri esas alınmış, ekonomi siyasetinin ana ilkeleri İzmir İktisat Kongresinde belirlenmiş ve geliştirilmek istenen sermaye sınıfına ise devletçilik ilkesi ile yön verilmiştir.

İkinci bölümden itibaren ise 20'nci yy'da Türkiye ve dünyada ortaya çıkan gelişmeler değerlendirilerek, 21.yüzyıl Türkiye'sinin durumunun belirlenmesinde dış dünyadaki gelişmelerin ve uluslar arası sermayenin etkili olacağı, en büyük adımı ise Avrupa Birliğine girme isteğinin oluşturacağı, dağılan Türk Cumhuriyetleriyle artan ilişkilerin, ekonomiyi olumlu yönde etkileyeceği yönünde görüş ileri sürülmektedir.

Küreselleşme çerçevesinde bir bölgesel güç olarak dünya arenasına çıkmasının ise bölgede komşularıyla iyi ilişkiler geliştirebilmesinin, dünya üzerinde Japonya'dan ABD'ye kadar çeşitli ekonomik ve siyasal ittifaklar oluşturabilmesine bağlı olduğu, ancak halen Türk ekonomisinin belli aşamaları geçirmiş olmakla beraber sağlam ve sağlıklı yapıya kavuşamadığı ve dış dünyaya bağlı hareket edemediği değerlendirmesi yapılmaktadır.

1950 yılında çok partili döneme geçişle birlikte, ulusal sermaye sınıfı da belirginleşmeye başlamıştır. 1950'den sonraki gelişmeler döneminden itibaren çoğu zaman siyasî mülahazalarla ve siyasal alanda demokratikleşmeye paralel olarak, Atatürkçülük'ten bazı sapmalar ortaya çıkmıştır.

1980 sonrası yaşanan ekonomik gelişmeler; 21'nci yüzyıl Türkiye'si açısından tarım kesiminin de artık sanayi ülkelerindeki yapıya yavaş yavaş yaklaştığını göstermektedir.

Yazar önümüzdeki dönemde Türkiye'nin içinde bulunduğu sosyal, siyasal ve coğrafi konum itibarıyla karşılaşabileceği durumlar hakkında şu değerlendirme ve tahminleri yapmaktadır;

Toplumsal yapının ve değişmenin göstergesi incelendiğinde teknolojik gelişme ile nüfus artışının ters orantılı geliştiği görülmüştür. Demografik dağılımın bozukluğu kaynakların etkin kullanımını zora sokmaktadır. İlk ve orta öğretimle birlikte yüksek öğretim durumu incelendiğinde, gerek nitelik, gerekse nicelik bakımından 21'nci yüzyılda Türkiye'nin ihtiyaçlarına cevap vermekten uzak olduğu görülmektedir. Devlet, çalışan nüfusun sosyal güvenlik ihtiyaçlarını karşılamada son derece yetersiz kalmakta, sosyal devlet statüsüne uygun hareket edememektedir. Türkiye'nin en önemli sorun alanları, fiziksel, hukuksal, siyasal ve toplumsal olarak kent hukuku dışında gelişmiş olan eski gecekondu bölgeleri olacaktır.

Yazar, önümüzdeki yüzyılda Türkiye'nin, Amerika Birleşik Devletleri, büyük sermaye ve askerî bürokrasi olmak üzere üç merkezli gücün yönlendirileceğini, dış dünyadan gelen siyasal, ekonomik ve kültürel alanlarda farklı etkileri olan küreselleşme, kaçak yapılaşma ile simgeleşen ve tüm siyasal ahlâkı da pençesine alan bir yağma kültürünü temsil eden kentleşme, hem Cumhuriyetin tarihinden gelen hem de evrensel oluşumların desteklediği, katılım ilkesinin yaygınlaşmasında ve etkinleşmesine dayalı olan demokratikleşmeden oluşan üç temel sürecin etkisinde kalacağını düşünmektedir.

Gelecek yüzyılda, Türkiye'deki toplumsal sınıflar ile siyaset arasındaki ilişkiler bire bir ekonomik kökenli olmayacağı, buna karşılık ideolojik oluşmaların da bu ilişkileri önemli ölçüde etkileyeceği gözlenmektedir.

Türkiye gelecekte üç temel sürecin etkisinde kalacaktır. Birincisi, dış dünyadan gelen siyasal, ekonomik ve kültürel alanlarda farklı etkileri olan küreselleşme, ikincisi, kaçak yapılaşma ile simgeleşen ve tüm siyasal ahlâkı da pençesine alan bir yağma kültürünü temsil eden çarpık kentleşme, sonuncusu ise, hem Cumhuriyetin tarihinden gelen hem de evrensel oluşumların desteklediği, katılım ilkesinin yaygınlaşmasında ve etkinleşmesine dayalı olan demokratikleşmedir.

Önümüzdeki yüzyılda, Türkiye'yi yönlendirecek belirleyici güçler de üç merkezli görünmektedir. Birinci güç, dış dünyanın belirleyiciliği açısından tarihsel olarak da Türkiye'nin biçimlenmesinde önemli roller oynamış ve küreselleşme süreci ile bu konumu iyice kurumlaşan Amerika Birleşik Devletleri, ikinci güç; gelişmesi için kendisine destek verilmiş olan ve sonunda kitle iletişim araçlarının mülkiyetine de sahip olarak bu gücünün doruğuna ulaşmış olan büyük sermaye, üçüncü güç ise, Türkiye'nin çağdaş bir millî devlete geçişinde rol oynayan, bölücü terör ve şeriat tehdidi karşısında yeniden ön plâna çıkan askerî bürokrasidir.

Küreselleşmenin birinci niteliği, siyasî ve askerî alanda Amerika Birleşik Devletlerinin egemenliği ve dünya jandarmalığı rolüne soyunmuş olması, ikinci niteliği, ekonomik alanda uluslar arası sermayenin egemenliği, üçüncü niteliği tüm dünyada bir örnek tüketim kültürü oluşturulması, dördüncü niteliği ise mikro milliyetçilik akımlarını güçlendirmesidir.

Yazar kitabında, 21. yüzyıla girerken Türkiye'nin toplumsal yapısını ve değişmesini dış dünyadaki gelişmelere paralel olarak ele almış, ülkede yaşanan sorunlara tarihsel perspektifte siyasal ve ekonomik oluşumlara objektif olarak çözümlemesini yapmıştır.

Kitapta 21. yüzyılda karşılaşacağımız muhtemel sosyo-ekonomik problemler ile bunların çözüm yollarını ülkenin gerek kendi iç dinamikleri, gerekse dış öğelerin dayatacağı oluşumları, bunların sosyal, siyasal ve ekonomik alandaki etkilerini bir anlamda tahmin olarak da bulmak mümkündür.

Yazar toplumsal yapı ve değişimi çözümlerken olaylara her bir konu için sistematik ve kronolojik olarak yaklaşmıştır. Bu da okurun her konu hakkında siyasal ve ekonomik dönemler arasında birbirini tamamlayan geçişler yapmasını kolaylaştırmıştır.

21'nci yüzyılda dış dünyadaki küreselleşme, uluslar arası sermaye, demokratikleşme gibi oluşumların ülkemizi nasıl etkileyeceği okurla paylaşılmış olup, özellikle karar alıcılar ve politika oluşturuculara yön verecek çarpıcı sonuçlar çıkartılmıştır.

Kitabın bir özelliği de dilinin anlaşılır olması ve ulaşılan sonuçların net ifadelerle anlatılmasıdır.

21.Yüzyıl İçin Yönetim Tartışmaları (Peter F. DRUCKER) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : 21.Yüzyıl İçin Yönetim Tartışmaları

Kitabın Yazarı : Peter F. DRUCKER

Kitap Hakkında Bilgi :

Burada anlatılan sorunlar, yapılan tartışmalar gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin tümünde (örneğin Kore'de, Türkiye'de) yaşanmaya başladı bile.

Bu sorunları belirlemek, analiz etmek ve bunlara çözüm bulmak mümkün.

Birileri bir yerlerde bunlar üzerine çalışıyor. Ama bunu yapan organizasyon ve yöneticilerin sayısı henüz yeterli sayıya ulaşmadı.

Oysa bugünden bu sorunlarla mücadele etmeye başlayan, kendilerini yeni mücadelelere hazırlayan kişi ve kuruluşlar geleceğin liderleri olacaklar ve yarınlara hükmedecekler.

Durup bekleyenler ise, geride kalmaya mahkûm olacak, belki hayatta kalmayı bile başaramayacaklar. Bu yüzden bu kitap, sizi eyleme geçmeye çağırıyor.

-Peter F. Drucker-

Kitabın Özeti :

Bir fikir eseri olan kitap, 210 sayfadır. Kitapta; 1900'lü yıllardan bugüne kadar bilimsel olarak incelenmeye başlanan "Yönetim" olgusu ile ilgili kavram ve teorilerin değişikliğe uğrayıp uğramadığı tartışılmaktadır.

Günümüze kadar "Yönetim" kavramı birçok farklı açıdan incelenmiş ve formüle edilmiştir. Tarihi süreç içinde yirminci yüzyılın başlarında ilk önce klasik yönetim anlayışı geliştirilmiş, daha sonra bunu Neo-klasik anlayışın ortaya çıkışı takip etmiştir. Klasik anlayışa göre, insan sürecin bir parçasıdır ve makinelerden farksızdır. Bu anlayışa karşı toplumsal tepkiler oluşmaya başlayınca sadece insan ihtiyaçlarını tatmin etmeyi esas alan Neo-klasik anlayış, sosyolog ve psikologlar tarafından ortaya atılmıştır. Daha sonra önceki iki anlayışın sentezi ve biraz da geliştirilmiş şekli olan modern yaklaşım çerçevesinde "Sistem" ve "Durumsallık" Yaklaşımları gündeme gelmiştir. Kısaca organizasyonlar için genel değil, özel reçetelerin hazırlanması gerektiğini savunan modern yaklaşımı da, modern sonrası çağdaş kavram ve yaklaşımlar takip etmiştir. Yalnız bu çağdaş kavram ve yaklaşımlar önceki teoriler kadar genel kabul görmeyip bölgesel uygulamalar düzeyinde kaldığından henüz tam şekillenmemiştir denilebilir. İşte bu noktadan itibaren yönetim anlayışının gelecekte nasıl şekilleneceğini tahmin etmenin gereği gündeme gelmektedir.

Kitabın yazarı, bu kitapta yönetim olgusunun gelecekte takip edeceği yönü kestirmek üzere, geçmiş eğilimleri de dikkate alarak, konuyu altı ayrı başlık altında irdelemiştir.

Birinci bölümde yönetim konusunda şu ana kadar oluşmuş paradigmalar hakkındaki tespitlerini kaleme almıştır. Yazarın oluştuğunu düşündüğü paradigmalar arasında; yönetim olgusuna ilişkin varsayımların önemi, yönetimin sadece işletme yönetimi olarak algılanması, tek doğru organizasyon yapısını bulma çabaları, organizasyon içerisinde insanı yönetmenin tek doğru yolunu bulma gayretleri, teknoloji onun son kullanıcılarının sabitliğine ilişkin kabuller, yönetimin faaliyet alanının hukuki olarak ve politik açıdan belirlenmiş olması ile yönetimin ilgi alanına ilişkin kabuller yer almaktadır. Bu bölümde, önceki cümlede adı geçen paradigmalar yazar tarafından birer birer ele alınmış ve tartışılmıştır. Sonuç olarak, paradigmaların yanıtları verilmek yerine kasıtlı olarak sorular ortaya atılmıştır. Nedeni ise şu şekilde açıklanmıştır: "Modern toplumun ve ekonominin merkezi ne teknoloji, ne bilgi, ne de verimliliktir. Bu, sonuç üretmek amacıyla var olan ve toplumun bir organı olan yönetilen kurumdur. Yönetim, kurumların sonuca götürülmesinde kullanılabilecek çok önemli bir araçtır, işlevdir ve alettir. Bu nedenledir ki; nihai bir yönetim paradigmasına ihtiyaç vardır. Kurumun performansını ve sonuçlarını, kurum içinde ve dışında, kurumun kontrolünde ve kontrolü dışında etkileyen her şey yönetimin ilgi ve sorumluluğu dahilindedir.

İkinci bölümde; organizasyonları yeni stratejiler geliştirmeye iten nedenler ele alınmış ve incelenmiştir. Bunlar arasında; düşmeye başlayan doğum oranı, kullanılabilir gelir dağılımı, performansın tanımı ile ilgili yargı değişiklikleri, mevcut büyüme endüstrileri, küresel rekabet, ekonomik gerçekler ile politik gerçekler arasında artan uyuşmazlıklar sıralanmıştır. Sonuç olarak; bu sorulara cevap bulunduktan sonra stratejiler belirlenmelidir. Yapısal, ekonomik, sosyal, politik ve teknolojik dönüşümden kaynaklanan büyük değişimin yaşandığı günümüzde, mücadelede başarılı olamayan kurumlar piyasada tutunamayacaklardır.

Üçüncü bölümde; değişim liderliğinden bahsedilmektedir. Yazara göre değişimi kimse yönetemez, ancak değişimde uygulamaya konulacak politikalar üretilebilir. Bu politikaların amacı, sürekli iyileştirme olmalıdır. Başarıdan yararlanan kurumların değişimi yaratabileceği ifade edilmektedir. Bu arada, kurumların kaçınması gereken davranışlar da sıralanmıştır. Değişimin ancak, sürekli olursa kuruma yarar sağlayabileceği belirtilmiştir. Geleceğe yön vermek için değişime öncü olmak gerektiği vurgulanmıştır.

Dördüncü bölümde; enformasyon/bilgi tartışmalarının yapıldığını görmekteyiz. Yeni bilgi devriminden ve bilgi teknolojisinde teknolojiden bilgiye uzanan ilişki araştırılmaktadır. Ayrıca teknoloji uzmanları için tarihten alınması gereken bazı dersler dile getirilmiştir. Kurumların ve yöneticilerinin ne kadar bilgiye ihtiyaç duydukları tartışıldıktan sonra bilginin yönetilmesi gerektiği vurgulanmıştır. Bilgi çokluğundan doğacak karmaşanın önüne geçmek için bilginin düzenlenmesi gerektiğine işaret edilmiştir. Bilgi ile beraber artık dışarı açılmanın kaçınılmaz olduğu ifade edilerek bölüm tamamlanmıştır.

Beşinci bölümde, bilgi işçisinin verimliliği konusu tartışılmıştır. Artık emek yoğun işgücünden bilgi yoğun işgücü devrine geçilmiştir. Yönetim olgusuna ilişkin ilk teoriler ortaya atılırken amaç; el işçisinin verimliliğini artırmaktı. Bunun için ilkeler geliştirildi ve el işçisinin gelecek dönemlerde de verimliliğini sağlamak için alınacak tedbirler belirlenmiştir. Şimdi bilgi işçisinin verimliliğine ilişkin verilerin, ilkelerin belirlenmesi zamanı... İşte bu bölümde bilgi işçilerinin verimliliğini artırmak için alınabilecek tedbirler tartışılmıştır. 21nci yüzyılda kurumların en değerli varlığının bilgi işçileri ve onların verimlilikleri olacağı ifade edilerek bölüm tamamlanmıştır.

Altıncı ve son bölümde ise; 21nci yüzyılda kurumlar için başarının sırrı olacak insan faktörü derinlemesine ele alınmıştır. Yazar, bilgi işçisi ve onların, yöneticinin yerine kendilerini koyduktan sonra her bireyin neler yapması gerektiğini incelemiştir. Herkesin kendisini nasıl yöneteceğini irdelerken, öncelikle bireyin güçlü yanlarının neler olduğunu belirlemesi gerektiğini vurgulamıştır. Daha sonra bireysel performansımıza ilişkin gerçekçi tespitler yapmamız gerektiği ifade edilmiştir. Bireyin, kendisinin nereye ait olduğunu sorgulamasının arkasından ait olduğu kuruma ne kadar katkı sağladığını düşünmesini tavsiye etmektedir. Uzun süre hizmet eden birisinin çalışma hayatında genç ve fikren canlı kalmayı öğrenmesi gerektiğine işaret etmektedir. Yazar, gelecekte insanların yapmakta olduklarını nasıl ve ne zaman değiştireceklerini; bunu nasıl ve ne zaman yapacaklarını öğrenmek zorunda kalacaklarını ifade ederek altıncı bölümü tamamlamaktadır.

Sonuç olarak; kitap gelecekten söz etmektedir. Kitapta anlatılan sorunlar, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin tümünde değişik dozlarda yaşanmaktadır. Yazara göre bu sorunları belirlemek, analiz etmek ve bunlara çözüm bulmak mümkündür. Bazı organizasyon ve yöneticilerin bu işi profesyonelce yaptığından bahsetmektedir. Bu kurumların/yöneticilerin kendilerini geleceğin mücadelesine hazırladıkları için gelecekte lider olacaklarını ve geleceğe hükmedeceklerini ifade etmektedir. Durup bekleyenlerin ise geride kalmaya mahkum olacağını, belki de hayatta kalmayı bile başaramayacağını iddia etmektedir.

Yetki Devri (Ronalds G.WELLS) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Yetki Devri

Kitabın Yazarı : Ronalds G.WELLS

Kitap Hakkında Bilgi :

Yetki devretmeyi hiç düşünmediniz mi? Yetki devretme bir yöneticinin elindeki en güçlü araçlardan biridir. Yeterince yetki devrediyor muyum, hangi yetkileri kime devretmeliyim ve devrettikten sonra ne yapmalıyım, diye hiç düşündünüz mü? Bu kitapta bu gibi soruların yanıtları ile yönetici olarak yaşamınızı kolaylaştırmanın yollarını bulacaksınız. Nasıl, ne zaman ve kime yetki devretmek gerektiğini öğrenmek size yönetim faaliyetine daha çok zaman ayırma, elemanlarınıza ise daha iddialı hedefleri üstlenme olanağı verecektir.

Kitabın Özeti :

İş başındaki ve geleceğin yöneticileri için hazırlanmış olan bu kitap, sekiz bölümden oluşmaktadır. İlk bölümlerde genel bilgiler verildikten sonra, kitabın son bölümünde test, pratik ve sınav bölümleri yer almaktadır.

Görev devrinin, operasyonel ya da yönetsel karakterde bir ya da birkaç anlamlı görev ya da sorumluluğun, bir ya da birkaç asta verilmesi olduğu, bundan bütün sorumlulukların önceden belirlenmiş olduğu ve bütünsel olarak planlanmış görevlerin devrinin anlaşılmaması gerektiği vurgulanmaktadır. Etkili karar almanın başarılı yönetimin özünü oluşturduğu, yetki ve görev devredip etmeme, ne zaman devretme, neyi devretme ve kime devretme gibi soruların yöneticilerin aldığı en kritik kararların arasında yer aldığı belirtilmektedir. Ayrıca, yetki devrinin denetim azalması anlamına gelmediği, yetkiyi devredenin yetkiden vazgeçmiş olmadığı vurgulanmaktadır.

Görev devrinin önündeki örgütsel engeller: devredecek kimsenin bulunmaması, politika ve prosedür yetersizlikleri ile rolün açık seçik olmaması; yönetsel engeller ise: yönetsel rahatlık alanlarını koruma, elemanların yetersizliği korkusu, herşeye kadir yönetici efsanesi, yöneticinin kendine güvensizliği, aktivite tuzağı, kontrolü kaybetme korkusu ve elemanlardan kaynaklanan engeller olarak sıralanmaktadır. Analitik yetenek, iyi gelişmiş insanlararası ilişkiler, iletişim becerisi, kendinden emin olmak, sonuçlar üzerinde yoğunlaşmak, etkili devredicinin özellikleri arasında sayılmaktadır.

Organizasyona yararlı olan ve elemanların görevlerini zenginleştirecek hususların, kendi performansınızı iyileştirecek görev ve sorumlulukların, yapmaya alışık olduğunuz şeylerin, rutin görev ve sorumlulukların, düzenli olarak çok zaman gerektiren işlerin, hoşlanmadığınız ayrıntıların ve zamanınız yokken hemen yapmanız gereken işlerin devredilmesi gerektiği; ancak iyi tanımlanmamış faaliyetlerin ve salt yönetime özgü sorumlulukların devredilmemesi gerektiği vurgulanmaktadır.

Bu kitapta, görev ve yetki devri ile ilgili olarak aşağıdaki ilkeler ortaya konmaktadır:

1. İlke : Beklenen performansı tanımlanmamış bir sorumluluk devredilmemelidir.

2. İlke : Performans yeteneği olmayan birisine bir sorumluluk devredilmemelidir.

3. İlke : Yöneticiler bilinçli olarak işin eşit dağılımını teşvik eden bir şekilde devretmeye çalışmalıdır.

4. İlke : Yöneticiler bilinçli olarak fırsatların eşit dağılımını teşvik eden bir şekilde devretmeye çalışmalıdır.

5. İlke : Etkili devir, bireysel farklılıkların ve durumun gereklerinin bilincinde olmayı gerektirir.

6. İlke : Etkili devir devredilebilecek ve devredilemeyecek sorumlulukları ayırt edebilmeyi gerektirir.

7. İlke : Devir kararı alınırken devredilen sorumluluğu normal koşullarda yerine getirmeye yetecek kadar yetki de verilmelidir.

8. İlke : Yönetici, seçilen elemana aktardığı yetkiyi ilgili herkese duyurmalıdır.

9. İlke : Bir sorumluluk bir elemana devredilmeden önce gerekli raporlar ve öteki kontrol süreçleri dikkate alınmalıdır.

10. İlke : Görev tamamlandığında yönetici bu olguyu derhal kabul etmeli ve mümkün olur olmaz geri besleme verilmelidir.

11. İlke : Bir eleman devraldığı sorumluluğu tamamlayıncaya ya da yönetici tarafından bu sorumluluk kendisinden alınıncaya kadar taşımalıdır.

12. İlke : Sorumluluğu devredebilirsiniz ama hesap vermekten kurtulamazsınız. Nihai sorumluluk yöneticidedir. Gerek kendi gerekse elemanlarının eylemlerinin hesabı ondan sorulacaktır.

Yenilikçi Yönetim, Yaratıcı Birey (Gönül Budak) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Yenilikçi Yönetim, Yaratıcı Birey

Kitabın Yazarı : Gönül Budak

Kitap Hakkında Bilgi :

Çalışması esnasında yüzlerce kararlar veren, bunları uygulamaya koyduran ve kararlarının isabetini kontrol eden yöneticilerin stratejik nitelikli yenilikçi kararlarında isabet kaydetmeleri halinde yönetimsel etkinliklerinin artacağı söylenebilir. Yönetime yapılan bu yaklaşımı desteklemesi amacıyla kitapta yapılmaya çalışılan örgütsel ve yönetimsel analizler, bilinen yöntem ve tekniklerin kuramsal bir tekrarı niteliğinde değildir.

Kitabın Özeti :

Yenileşme için şu anki pozisyonunuzu ve gitmek istediğiniz yeri iyi bir şekilde belirlemeniz gerekmektedir. Bulunduğunuz durumu anlayıp, ölçmek de oldukça zordur. Endüstri psikologları bu konularla oldukça ilgilenmektedirler. Yöneticilerin karakterlerini ve etkin bir yönetimi temsil eden davranış modellerinin neler olduğu tam olarak belirlenememiştir. Örneğin yöneticileri başarı ya da başarısızlığa götüren faktörler nelerdir? Etkili bir yönetimin belirtileri ve çıktıları neler olabilir? Yöneticiler genel olarak dört nedenden dolayı yenileşmeye önem vermektedirler. Bunlar;

1.Pazarla ilgili nedenler: Öncü firma olmak, öncülüğü korumak, rakipleri karşısında teknik üstünlük sağlamak, pazarda bir ürünün tek satıcısı olmak gibi nedenler.

2.Örgütsel nedenler: Yenilikçi olarak tanınmak ve bunu sürekli kılmak, seçim yapabilecek geniş bir ürün kapasitesine sahip olmak, karı yükseltme umuduna ve isteğine sahip olmak, örgütte morali yüksek tutmak ve daha fazla yenilik yapabilecek yaratıcılığa elverişli örgütsel ortamlar oluşturabilmektir.

3.Sosyal nedenler: Değişikliği bekleyen tüketicilerin bu taleplerini tatmin etmek, kamuya karşı işletmeyi yararlı göstermek, işletmenin sosyal sorumluluğunun bilincinde olduğuna ilişkin bir imaj yaratarak, özellikle büyük işletmelere karşı kamunun ön yargıya dayalı olumsuzluklarını gidermeye çalışmaktır.

4.İş görenle ilgili nedenler: Yetenekli ve istekli iş görenleri işletmeye çekebilmek ve bunların işletmede kalmasını sağlamak, örgütteki tüm iş görenlere işlerinden zevk almaları ve işlerine anlam kazandırma olanakları vermek ve örgütsel sorunların çözümünde onlardan yardım isteyerek onları işe karşı güdülemektir.

Yönetici başarısı rekabet, teknoloji ve sosyal karakterler gibi çevresel faktörlerden etkilenmekte ve sonucunda yönetimsel etkinlik artabilmektedir. Bilindiği gibi oturmuş, yani büyük işletmeler zaman içerisinde yönetimsel olarak merkezileşmektedir. Kurumsallaşma burada belki büyük ölçüde işe yarayabilir. Yönetimsel olarak etkinliği arttırmak için firma örneğin ürün ve coğrafi etkenlere göre daha küçük bölümlere ayrılarak değişime ve dolayısıyla yenilikçi yönetime daha uygun bir hale gelecektir. Merkezi yönetim bu sayede bir çok uluslar arası şirkette olduğu gibi ar-ge, pazarlama, yatırım araştırmaları yapma ve bilgi toplama gibi görevlere kanalize olabilecektir.

Özellikle katılaşmış örgütlerde her zaman yenilikçi kişiler değişimin sebebi olmuşlardır. Yenilikçi ve yaratıcı kişiler fırsatları görüp, değerlendirip ve bundan avantaj sağlamaları ile katı işletmelere canlılık getirirler. Bu kişiler yönetimsel olarak desteklenmezlerse baskı ve kontrol altında yaratıcılıklarını kullanamayıp örgüt için verimli olamazlar. Müşterilerin, hissedarların ve diğer ilgili kişilerin beklentileri yaratıcı kişiler için her zaman avantaj doğuracaktır. Önemli olan değişimi zamanında yakalayabilmektir. Değişime çabuk tepki veremeyen işetmeler, rekabetçi avantajlarını kaybederler. Değişime kapalı işletmeler yalnız kendi rekabetçi avantajlarını kaybetmeyip aynı zamanda kendi çalışanının üzerinde kuracağı baskı nedeniyle iyice durağanlaşırlar.

Bilindiği üzere büyük örgütlerin en önemli özelliği bürokratik yapıya kaymalarıdır. Yani kimin ne yapacağı ve yaptığı işlerin tanımları en baştan bellidir. İşte bu yaratıcılığı yok edip, çalışanların kendi yaratıcılıklarını da baskı altında tutmaktadır. Bunu aşmak için yenilikçi yönetimler amaçlara göre yönetim ilkesinden yararlanarak, daha az yakından gözetim, karar verme işlemlerinden daha az kaçınma ve daha çok inisiyatif kullanma alışkanlığının örgütün tüm kademelerine yayılmasını hedeflemektedirler.

Amaçlara göre yönetimin, yöneticilere kişi olarak daha çok saygınlık kazandırdığı ve yönetimsel etkinliğe daha çok yaklaştırdığı savunulmaktadır. Otomasyon uygulaması da örgütlerde önemli bir yenilik sağlayan araçtır. Bu sayede daha sağlıklı örgüt tasarımları, istenmeyen işler ve rutin görevler azaltılabilir veya tamamen ortadan kaldırılabilir. Otomasyon, mekanik, gündelik ve belirli işlemleri sistemlere bırakarak insanların özel yeteneklerinden daha fazla yararlanabilme özeliği doğurmaktadır.

Kısaca yönetimsel etkinlik için kaynaklar optimum kullanılmalı ve örgüt çevresel değişimlere hazırlıklı olmalıdır. Bu yolla koşullara göre yeni hedefler saptayan, teçhizat ve donanımları yenileştirip, geliştiren daha ekonomik mal ve hizmet üretimini sağlayan,pazara hakim olan, potansiyel pazarlardan daha iyi yararlanabilen ve daha önemlisi çalışanların yaratıcılıklarını harekete geçirebilen yönetim etkilidir. Zaten bilindiği üzere büyük işletmeler yenilik harcamaları için çok büyük paralar yatırıyorlar ve böylece yenileşme hareketinin kurumlaşmış ve örgütlü bir görüntüye sahip olmasını sağlıyorlar.

Her ne kadar yenileşmek zor gibi görünse de aslında o kadar zor değildir. Önemli olan yönetim ve çalışan uzmanlar arasında bir uyum yakalayabilmektir. Uzmanların yaratıcılıkları üst yönetim tarafından da desteklenmelidir. Günümüz koşullarında değişim hızının ve bu değişime çabuk tepki vermenin önemini anlayan büyük işletmeler, zaten çalışanlarının önerilerinden ve yaratıcılıklarından maksimum düzeyde yararlanmaktadırlar. Tabi ki bu değişimler olurken önemli olan diğer bir nokta da bu önerileri ve yaratıcılıkları destekleyebilecek sistemi kurup, verimli bir şekilde çalışmasını sağlayabilmektir.

Yüzbaşının Kızı (Aleksandr Sergeyeviç Puşkin) Kitabın Özeti, Konusu, Tahlili

Kitabın Adı : Yüzbaşının Kızı

Kitabın Yazarı : Aleksandr Sergeyeviç Puşkin

Kitap Hakkında Bilgi :

18. Yüzyıl Rusya’sında, rejimin çalkantılı ve belirsiz olduğu bir dönemde orduya katılan genç asilzade Pyotr Andreyiç Grinyov ile taşralı Maşa arasındaki aşkın geri planında, söz konusu yıllara damgasını vuran “Pugaçov Ayaklanması” yer almaktadır. Yüzbaşının Kızı, geleneğin erken döneminde Puşkin’in tarihsel romana kattığı ikna edicilik ilkelerinin kaleme alındığı Rus Edebiyatının başyapıtları arasında ilk sırada yer almaktadır.

Aleksandr S. Puşkin'in bu romanı Rus ve Dünya Edebiyatı üzerinde büyük bir etki yaratmıştır. Dünya klasiklerinin arasında sürükleyici ve okuyucuyu içerisine çeken tarihsel AŞK romanıdır...

Eserde anlatılan olaylar Rusya'da, 1700'lü yıllarda Çariçe döneminde geçmektedir. Akıcı bir dille kaleme alınan eserde, Rus ordusunda görev yapan subayların yetişme tarzını, kişinin ekmeğini yediği devletine, canı pahasına da olsa, nankörlük etmemesi gerektiği, aşkın insana verdiği cesareti görmekteyiz.

Kitabın Özeti :

Rus ordusundan kıdemli binbaşı rütbesinde emekli olan Andrey Petroviç Grinyov, Avdotya Vasilyevna ile evlidir. Simbirsk'in köyünde oturan varlıklı bir ailedir. Doğan çocuklarının sekizi, daha bebekken ölürler. Doğacak dokuzuncu çocuklarını, daha kız veya erkek olacağı belli olmadan, aile dostlarından bir binbaşının yardımıyla Semenovski Alayına çavuş olarak yazdırırlar. Çocuk eğer kız doğacak olursa, çavuşun öldüğü bildirilecek ve iş de böylece kapatılacaktır.

Çocuklarının erkek olması Grinyov ailesini sevindirir. Adını Pyotr Andreyiç koyarlar. Savelyiç adlı yaşlı hizmetkâr lala olarak görevlendirilir. İleriki yaşına doğru eğitimi için Monsieur Beaupre adında bir Fransız öğretmen tutulur. Pyotr Andreyiç, bir süre öğretmeninden Fransızca, Almanca ve diğer bilimlerle ilgili dersler alır, kılıç kullanmayı öğrenir.

On yedi yaşına gelince, babası onun iyi bir subay olarak yetişmesi için, doğmadan önce çavuş olarak yazdırdığı muhafız birliğine göndermez. Daha uzakta ve zaman zaman çatışmalara giren Orenburg'taki bir eski dostunun birliğine gönderir. Oğluna, dostuna verilmek üzere bir mektup verir. Hizmetinde bulunması ve koruması için lalası Savelyiç'i de yanına katar.

Pyotr Andreyiç ile Savelyiç önce Simbirsk'e varırlar. Burada, gerekli malzemeleri almak için bir gün konaklarlar. Savelyiç malzeme alımıyla uğraşırken handa yalnız kalan Pyotr Andreyiç, İvan İvanoviç Zurin adında bir subayla tanışır. Bu subay içkiye ve kumara düşkündür. Pyotr Andreyiç, ondan bilardo oynamasını öğrenir. Zurin'le parasına bilardo oynar ve yüz ruble kaybeder. Kasadarı Savelyiç'e bu parayı ödettirir. Ertesi günü bir at arabasıyla yola düşerler.

Yolda hava bozmaya başlar. Arabacı, hana geri dönmeyi teklif etse de kabul ettiremez. Bir süre sonra tipi bastırır, her taraf karla kaplanır. Ne yol, ne iz bellidir. Hiç değilse sığınacak bir ev ya da bir yol izi görme umuduyla dört bir yana bakınırken bir karartı göze çarpar. Arabacıya gördüğü karartıya doğru gitmesini emreder. Karartı da kendilerine doğru gelmekte olduğundan kavuşmaları uzun sürmez. Bu bir yolcudur. Konuşmalarından yolcunun bu çevreyi iyi bildiği anlaşılır. Kılavuzluk etmesi için arabaya alınır ve yola devam edilir. Bir hana ulaşırlar. Orada fırtınanın geçmesini beklerler. Kendilerine kılavuzluk ettiği için yolcuya handa şarap ısmarlar. Ertesi günü hancıya hesabı ödeyip ayrılırken kılavuza elli kapik bahşiş vermesini söyler Savelyiç'e. Bir çapulçuya bu kadar para vermenin anlamsız olduğuna inan Savelyiç'i razı edemez. Pyotr Andreyiç, kılavuzun hizmetini karşılıksız bırakmak istemez. Tavşan kürklü gocuğunu, hizmetkârın itirazlarına rağmen, ona verir. Bu sırada arabacı da yola çıkmak için hazırlıklarını tamamlamıştır, hemen yola çıkarlar.

Orenburg'a varınca, doğru Andrey Karloviç adlı generale çıkar. Babasının yazdığı mektubu ona verir. General mektubu okur ve mektupta yazılanların yerine getirileceğini söyler. Ertesi gün atanma emriyle birlikte, subay alayına katılması için onu Belegorski kalesindeki Yüzbaşı Mironov'un komutasındaki birliğe gönderir. Generale göre, Mironov, iyi dürüst bir subaydır. Orada Pyotr Andreyiç gerekli eğitimi alacak ve disipline alışacaktır.

Belegorski, Kırgız bozkırlarının sınırında ıssız bir kaledir. Orenburg'dan "kırk verst" ötededir. Surlar, kuleler ve toprak bir tabya görmeyi umarken karşılarına kütüklerden yapılma bir çitle çevrili küçük bir köy çıkar. Kalenin girişinde dökme demirden, eski bir top durmaktadır. Dar, eğri büğrü sokaklardan, üzeri samanla örtülü basık kulübelerin arasından geçerek Yüzbaşının konutuna varırlar. Onları Yüzbaşının karısı Vasilisa Yegorovna karşılar. Ona, bu kaleye atandığını, Yüzbaşıyı görmeye geldiğini bildirir. Yüzbaşı İvan Kuzmiç, Papaz Gerasim'e misafirliğe gitmiştir. Yüzbaşının karısı, Çavuş Maksimiç'i çağırtır. Gelince ona Pyotr Andreyiç'in kalacağı eve götürmesini emreder. Burası tahta perdeyle ikiye ayrılmış, oldukça temiz bir odadır. Savelyiç, eşyalarını hemen yerleştirir.

Ertesi sabah tam giyinmek üzereyken kısa boylu, esmer, genç bir subay içeri girer. Fransızca olarak, insan yüzü görmeyi özlediği için geldiğini söyler. Bu subay, düello nedeniyle muhafız birliğinden çıkarılan Şvabrin'dir. Bu sırada kapıya gelen asker, Vasilisa Yegorovna'nın kendisini yemeğe çağırdığını bildirir. Şvabrin de kendisiyle birlikte gelir. Yaşlı, uzun boylu, dinç bir adam olan Yüzbaşıyı, başında takke, sırtında bej renkli, pamuklu bir gecelik entariyle safta toplanmış yirmi kadar askeri eğitirken görürler. Yüzbaşı, yanlarına yaklaşıp dostça birkaç söz söyleyip eğitim yaptırmaya döner. Yüzbaşının evine gelirler, hizmetçi kız Palaşka sofrayı kurmaktadır. Tam bu sırada Yüzbaşının on sekiz yaşlarında, toparlak yüzlü, pembe yanaklı, açık kumral saçlı kızı Marya İvanovna içeri girer. Şvabrin, Yüzbaşının kızının tam bir aptal olduğunu kendisine söylediği için ilk görüşte ondan pek hoşlanmaz. Sofrada, Yüzbaşının karısı, annesinin, babasının sağ olup olmadığını, nerede oturduklarını, ekonomik durumlarının nasıl olduğunu sorar. Pyotr Andreyiç'in zengin bir aileden geldiğini öğrenen Yüzbaşının karısı, derin bir iç çeker. Burada kıt kanaat geçinmeye razı olduğunu; ancak evlenme yaşına gelmiş kızlarına çeyiz olarak verecekleri hiçbir şeylerinin olmamasının kendilerini üzdüğünü, karşılarına çıkacak iyi bir adamla kızlarını hemen evlendirmek istediklerini söyler.

Aradan birkaç hafta geçer. Pyotr Andreyiç, Marya'yı sevmeye başlar. Edebiyatla da uğraştığı için, ona aşk şiirleri yazar. Yazdığı birkaç şiiri arkadaşı Şvabrin'e gösterir. Şvabrin, okuduğu şiirleri acımasızca eleştirir. Bu eleştiri, şiirlerin kötülüğünden değil, Marya'ya kendisinin de âşık olmasındandır. Hatta, Marya, onun iki ay önceki evlenme teklifini reddetmiştir. Şvabrin'in, Marya ile ilgili atıp tutmaları Pyotr Andreyiç'i çok kızdırır. Şvabrin'i alçak ve şerefsiz olmakla suçlar. Şvabrin, Pyotr Andreyiç'i düelloya davet eder. O da kabul eder. Pyotr Andreyiç, kavganın şahitliği için Üsteğmen İvan İgnatyiç'ten yardım ister. Fakat daha sonra Şvabrin'in de isteğiyle tanık olmadan kavga etmeye karar verirler. Samanlığın yakınında tam kavgaya tutuşacakken İgnatyiç tarafından yakalanırlar. Askerlerin de yardımıyla ikisi de Yüzbaşıya götürülür. Kalede barışın bozulmaması konusunda öğütler veren Yüzbaşı, kavgacıların birbirlerine sarılarak barışmalarını sağlar. Kavganın nedeninin de Marya için yazılmış şiirler olduğunu herkes öğrenir.

Yüzbaşının evinden ayrılan Şvabrin ve Pyotr Andreyiç'in hırsları geçmemiştir. Ertesi gün ırmak kıyısında kozlarını paylaşmak üzere sözleşip ayrılırlar. Her ikisi de sözünü tutar ve kararlaştırılan saatte ırmağın kıyısına gelir. Kılıçlarını çekerek kavgaya başlarlar. Bir süre birbirlerine zarar veremeden kavga sürer. Şvabrin'in gerilemeye başladığını sezen Pyotr Andreyiç, tekrar saldırıya geçer, hasmını ırmağın ucuna kadar sıkıştırır. Bu sırada keçi yolundan aşağı doğru koşarak gelen Savelyiç'in kendisine seslendiğini işitir. Kısa bir dalgınlık anında Şvabrin'den aldığı kılıç darbesiyle göğsünden yaralanır, yere düşer ve bayılır.

Ayıldığında kendini Yüzbaşının evinde bulur. Marya ile Savelyiç yanındadır. Beş gün boyunca komada yatmıştır. Kendini iyi hissetmeye başlayınca Marya'ya evlilik teklifinde bulunur. Marya ise henüz tehlikeyi atlatmadığını ve kendisini korumasını söyler. Kalede doktor olmadığı için Pyotr Andreyiç'in tedavisiyle alay berberi ilgilenmektedir. Ertesi gün Marya'ya evlilik teklifini tekrarlar. Marya da Pyotr Andreyiç'e karşı ilgisiz değildir. Pyotr Andreyiç'in anne ve babasının bu evlilik için onayını almak isterler. Pyotr Andreyiç, babasına bir mektup yazar. Gelen cevap umdukları gibi değildir. Pyotr Andreyiç'in babası hem evliliğe karşı çıkmakta hem de gereksiz yere kavga ederek yaralanmasına neden olmasına kızmaktadır. Hatta Yüzbaşının, kalesinde bu olaylara sebebiyet vermesine içerler ve oğlunu bir başka birliğe tayin ettireceğini yazar.

Bu sıralarda Çariçeye karşı isyan edenler kalabalık bir grup olmuşlardır. Pugaçev adlı bir Kazak'ın etrafında toplanan isyancılar, bazı kalelere saldırarak başarı kazanmışlar ve oralardaki askerleri de saflarına katmışlar, katılmayanları ise idam etmişlerdir.

Yüzbaşı Mironov, Generalden aldığı emri tebliğ etmek için kaledeki bütün subaylarını toplar. Kendini III. Petro olarak tanıtan isyancı Kazak Pugaçev'in kaleye saldırması durumunda öldürülmesi ve bunun için hazırlıklara başlanılması emredilmiştir.

Kalede Kazaklar dışında yüz otuz asker vardır. Bir süredir terk edilen nöbet ve devriye sistemi tekrar başlatılır. Eldeki top temizlenir, kullanılır duruma getirilir. Kaleye saldırı olacağı her ne kadar gizli tutulmaya çalışılsada kısa bir süre sonra herkesin haberi olur. Kaledekilerin telaşı bir kat daha artar.

Pugaçev, kaleye girmeye hazırlanmaktadır. Yüzbaşıya, Pugaçev'den bir mesaj gelir. Kaledeki Kazakları ve askerleri çetesine çağırmakta ve komutanlara da karşı koymamalarını öğütlemektedir. Yüzbaşı savaştan çok korkan kızı Marya'yı, karısı ile güvende olacakları başka bir kaleye göndermeyi düşünür. Karısı başka yere gitmeye razı olmaz. Marya'yı da göndermeye zaman kalmaz. Çünkü, Pugaçev yolları kesmiş, kaleye girişi ve çıkışı kontrol altına almıştır. Yüzbaşı önce savunmaya geçer. İsyancılar, atlardan inip saldırıya geçince Yüzbaşı da kale kapısını açtırıp isyancıların üzerine saldırıya geçer. Umdukları gibi olmaz. İsyancılar kısa süre içinde Yüzbaşıyı ve diğerlerini yakalarlar ve etkisiz hâle getirirler. Pugaçev, komutanın evine yerleşir. Meydana darağacını kurdurur. Kendisine katılmayan Yüzbaşı ile Üsteğmeni hemen astırır. Sıra Pyotr Andreyiç'e gelir. Bu arada Kazak kaftanı ile Şvabrin gelip Pugaçev'in kulağına bir şeyler fısıldar. Pyotr Andreyiç'in yüzüne bile bakmadan adamlarına onu asmalarını emreder. Tam ilmeği boynuna geçirdikleri bir sırada bir haykırış yükselir. Bu Savelyiç'in sesidir. Pugaçev'e yalvarmakta, onu asmamasını istemektedir. Pugaçev, yaşlı hizmetkârı tanır. Pyotr Andreyiç'in, tipide kendini arabasına alan; kendine handa şarap ısmarlayan ve tavşan kürklü gocuğunu veren kişi olduğunu anlar. Adamlarına işaret ederek serbest bıraktırır. Yüzbaşının karısı bu sırada olay yerine gelir. Kocasını darağacında görünce "Katiller!" diye bağırır. Pugaçev, adamlarına kadının susturulmasını emreder. Kadının başına bir Kazak, kılıcıyla bir darbe indirir; kadın yere düşer ve can verir.

Ölümden kurtulan Pyotr Andreyiç, Yüzbaşının kızını merak eder. Onun başına bir kötülük gelmesinden korkar. Marya'yı, Papazın karısı korumaya alır ve onu yegeni olarak isyancılara tanıtır. Bu duruma Şvabrin de ses çıkarmaz. Çünkü o karışıklıkta Marya'nın başına bir kötülük gelmesini istemez.

Pugaçev, Pyotr Andreyiç'e kendisine katıldığı takdirde yüksek rütbeler vereceğini vadeder. Pyotr Andreyiç, bu teklife yanaşmaz. Bunun üzerine onun kaleden hizmetkârıyla birlikte çıkışına izin verir.

Pyotr Andreyiç, Orenburg'a gider. Kale komutanı generale olanı biteni anlatır. İsyancıların gücü hakkında bilgiler verir. General subaylarını toplayıp durum değerlendirmesi yapar. Pyotr Andreyiç, Belegorsk kalesindeki isyancılara karşı taarruz yapılmasını savunursa da hiçbir subay buna yanaşmaz. Savunmada kalmayı tercih ederler.

Aradan birkaç gün geçtikten sonra geldiği kaledeki Çavuş Maksimiç, Marya'dan bir mektup getirir. Mektuba göre, Pugaçev, kalenin yönetimini Şvabrin'e bırakmış Orenburg yakınlarında kaleye saldırı hazırlıklarına girişmiştir. Şvabrin, Marya'yı Papaz Gerasim'in evinden alıp kendi evine götürmüş ve orada bir odaya hapsetmiştir. Karısı olması için baskı yapmaktadır. Marya, Pyotr Andreyiç'ten gelip kendisini kurtarmasını istemektedir.

Pyotr Andreyiç, General'e gider. Ondan, Belegorsk kalesini isyancılardan temizlemek için bir bölük askerle, elli Kazak vermesini ister. Yüzbaşının kızının yazdığı mektuptan da söz eder ona. Fakat General'i yine razı edemez. Umutsuzluğa kapılan Pyotr Andreyiç, sevdiği kızı Şvabrin'e kaptırmaktansa ölümü göze alır. Atına binip kale kapısından dışarı çıkar. Peşine Savelyiç de takılır. Bir süre sonra Berda köyü yakınlarında Pugaçev'in adamlarına yakalanırlar. Pugaçev'in huzuruna çıkarılırlar. Pugaçev'e sevdiği kızın Belogorsk kalesinde olduğunu ve kale komutanı olarak bıraktığı Şvabrin'in kızı hapsettiğini, evlenmeye zorladığını halka zulmettiğini anlatır. Pugaçev, kalenin yönetimini bıraktığı şahsın halka zulmetmesine çok kızar. Birlikte kaleye giderler. Marya'yı hapsedildiği odadan çıkarırlar. Pugaçev, halka verdiği eziyetten dolayı Şvabrin'e kızar. Papazı çağırmasını, Marya ile Pyotr Andreyiç'i evlendireceğini söyleyince, Şvabrin, Marya'nın Yüzbaşının kızı olduğunu itiraf eder. Kendisine bunun daha önce söylenmemesinden dolayı Pugaçev'in kızgınlığı daha da artar. Pyotr Andreyiç de Şvabrin'in söylediklerini doğrular. Bunu, Marya'nın hayatına zarar verileceğinden korktuğu için söylemediğini itiraf eder.

Pugaçev, Pyotr Andreyiç'in kendisine yaptığı iyilikleri hatırlar ve bir kez daha canını bağışlar. Marya ile birlikte diledikleri yere gitmelerine izin verir. Üstelik yolda adamları tarafından engellenmemesi için bir izin kağıdı da düzenler. Pugaçev'e göre iyilik ya tam yapılmalı ya da hiç yapılmamalıdır.

Pyotr Andreyiç, Marya ve Savelyiç bir yaylı arabasıyla yola koyulurlar. Amacı Marya'yı memleketine götürmek ve onunla evlenmektir. Bir süre sonra Pugaçev'in egemenliğindeki bir kalenin yakınındaki menzile gelirler. Menzildeki görevliye ellerindeki izin kağıdını gösterince hemen arabanın atları değiştirilir ve tekrar yola koyulurlar. Hava kararmaya başlarken küçük bir kente yaklaşırlar. Devriyeler önlerini keser. Arabacı arabada Çarın bacanağının olduğunu söyleyince, muhafızlar küfürler savurarak hemen etraflarını sarar. Komutanlarına götürürler. Orada karşılarına handa bilardo oynayıp yüz ruble kaybettiği Zurin çıkar. Durumu ona anlatır. Zurin, isyancılara karşı kendisiyle birlikte savaşmasını teklif eder. Marya'yı Savelyiç ile babasına gönderir. Kendisi orada kalır.

Pyotr Andreyiç ve Zurin isyancılara karşı başarılar kazanırlar. Bir süre sonra Pugaçev de yakalanır. Pugaçev işini soruşturan komisyon, Pyotr Andreyiç'in yakalanıp kendilerine gönderilmesi için Zurin'e emir göndermiştir. Zurin, görevini yapar. Pyotr Andreyiç'i Kazan'a gönderir. Askerî mahkeme kurulmuştur. Mahkeme başkanı bir generaldir. Pyotr Andreyiç'in adını sanını sorduktan sonra, Andreyiç Petroviç Grinyov'un oğlu olup olmadığını bir defa daha sorar. Öyle saygıdeğer bir babanın, isyancılarla iş birliği yapan bir oğlunun olmasına çok şaşırır. Pyotr Andreyiç, Pugaçev'in hizmetine girmediğini ve ondan herhangi bir görev almadığını söylese de mahkemeyi ikna edemez. Yüzbaşının kızının, mahkeme kapılarında sürünmemesi için bu konuda kendisine tanıklık etmesini de istemez. Babasının iyi bir subay olması nedeniyle idam edilme yerine, Sibirya'nın ücra bir bölgesinde ömür boyu oturmaya mahkûm edilir.

Bu karar, Pyotr Andreyiç'in babasını kahreder. Oğlunun, bir isyancının hizmetinde bulunmasını onuruna yediremez. Bu durum Marya'yı da derinden sarsmıştır. Mahkemede Pyotr Andreyiç'in kendisiyle ilgili bazı şeyleri açıklamamış olmasına inanmaktadır. Çok iyi bakıldığı bu evden müsaade isteyerek Savelyiç'le birlikte Petersburg'a gider. Çariçenin o sırada Tsarskoye Selo'da olduğunu öğrenir. Kendisi de orada konaklamaya karar verir. Menzil bekçisinin eşiyle tanışır. Saray sobacısının yeğeni olan bu kadın, Marya'ya Çariçe'nin uyandığı saati, gezindiği yerleri, hizmeti için yanında bulunanları anlatır. Ertesi gün Marya, erkenden kalkar ve bahçeye çıkar. Orada kırk yaşlarında, Çariçe'nin sarayında görevli bir bayanla tanışır. Ona başından geçenleri anlatır ve ondan Çariçeye yazdığı mektubu götürmesi için yardım ister. Mektubu okuyan Çariçe, Marya'yı huzuruna davet eder; onu çok iyi karşılar. Ona, Pyotr Andreyiç'in suçsuz olduğuna inandığını, evlenmeleri için yardım edeceğini söyler. Kayın babasına vermesi için bir mektup da verir. Mektubunda Pyotr Andreyiç'in suçsuzluğunu bildirmekte ve Yüzbaşı Mironov'un kızının da zekâsını, ahlâkını övmektedir.

Pyotr Andreyiç, özel bir emirle sürgünden kurtulur ve Simbirsk'e döner. Marya ile evlenir, bolluk içinde mutlu bir hayat yaşarlar.

İyi Geceler Bay Tom (Michelle Magorian) Kitap Sınavı Yazılı Soruları ve Cevap Anahtarı

Kitabın Adı: İyi Geceler Bay Tom Kitabın Yazarı: Michelle Magorian Kitap Sınavı Soruları ve Cevap Anahtarı 1. Will'in kollarındaki morlu...