19 Ekim 2019 Cumartesi

Zar Adam (Luke Rhinehart) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili

Kitabın Adı : Zar Adam

Kitabın Yazarı : Luke Rhinehart

Kitap Hakkında Bilgi :

Zarlar hayatınızı belirleme başladığında artık her şey mümkün olmaktadır.
İlk sayfasından itibaren sizi kendisine bağlayacak. Uzun süre hafızanızdan silemeyeceğiniz uluslararası kült bestseller kitaplarından biri.

İrvin D. Yalom'un Niezsche Ağladığında ve Chuck Palahniuk'in Dövüş Kulübü Hayranları Zar adam kitabını çok sevecekler.

Dünyada Rekor ilgi gördü… 30 ülkede yayınlandı. Şimdi Türkçe'de….
Gündelik hayatından monotonluğundan sıkılmış psikiyatrist Luke Rhinehart Manhattan'da eşi ve iki çocuğuyla yaşamaktadır. Hem Batı hem de Doğu felsefelerinin hayatın anlamı alternatiflerinden tatminsizlik yaşayarak basit zar atışlarıyla kendi dinini oluşturarak hayatını sonsuza kadar değiştirir. Rhinehart ve hastaları kısa zaman içinde ebedi kurtuluşlarının tek yolunun her şeyi zarların kararına bırakmak olduğuna inanmaya başlarlar. Luke, seks, uyuşturucu ve terapi hakkındaki zar atışlarıyla yeni dinini muhafazakar davranış ve ahlak çöküntüsünün esprili bir birleşimine dönüştürür. O bu düşünceyle kendi yaşantısını ve dünyayı değiştirmeyi amaçlamaktadır..

Amerikan psikoanalitik kültürünün fütursuz bir parodisi ve rahat okunan Zar Adam kitabı eğlenceli, mizahi, şok edici ve altüst edici…

"Hafızalardan silinmeyecek bir kitap… çok zekice kurgulanmış."
-Time Out

"Olağanüstü eğlenceli… gelecekte hayatınızı değiştirebilecek kışkırtıcı fikirlerle dolu… çok tehlikeli."
-Forth Star-Telegram

"Etkileyici bir şekilde yazılmış olağandışı bir roman… Ancak o tehlikeli bir roman olabilir. Okuyucular gözlerinden yaş gelene kadar gülecekler."
-David Slavitt

"Çok sayıda eğlenceli öğenin olduğu bir cehennem… Rhinehart bir yazar olarak üstün bir performans sergilemiş."
-New York Herald

"Eğlenceli ve iyi yazılmış… Yalnızca ilk 30 sayfası çağdaş nihilizm düşüncesinin zekice bir özeti. Zarla yaşamın belirlenmesinin popüler olacağına kuşku yok."
-Time

Kitabın Özeti :

Zar Adam kitabında kitabın da yazarı olarak geçen Luke Rhinehart’ın hayatından bir kesit anlatılıyor. Luke Rhinehart, New York’da yaşayan ve işinde oldukça başarılı bir psikiyatristtir. Güzel bir evliliği, iki çocuğu ve maddi sorunu olmayan bir hayatı vardır. Bir anlamda hayatındaki her şey kusursuzdur. Ancak bu zamanda Luke Rhinehart’ın hayatında bir şeylerin eksik olduğu hissi oluşturmaya başlar.

Luke Rhinehart hastalarını tedavi ederken Sigmund Freud’un bulduğu kuram olan psikanalizi kullanmaktadır. Bu zamanla ona ters gelmeye başlar. Psikanalize göre insanlar id, ego ve süper egodan oluşmaktadırlar ve hayatlarına buna göre şekillendirmektedirler. Bunlardan bir tanesinde sorun olduğunda psikolojik sorunlar başlar ve psikologlarda bunları tespit edip çözüm üretmeye çalışırlar.

İd dediğimiz tamamen içgüdülerimiz ve arzularımızdır. Bir anlamda öz bizi oluşturur. Burada herhangi bir mantık yoktur ve içgüdülerimizin istediklerini yapma eğilimi vardır. Sonuç önemli olmadan gerçekleşmesi durumunda rahatlama sağlar. Örnek olarak katiller sonucu düşünmeden öldürürler ve rahatlarlar.

İkincisi olan ego ise mantığın işin içine girdiği kısımdır. İçgüdülerimizin ve arzularımızın farkında olduğumuz fakat onları tatmin etmek için ne yapmamız gerektiği ve sonucun ne olacağını analiz edip ona göre hareket etmemizi sağlayan kısımdır. Buna bir anlamda kendimizi tanıma dönemi de diyebiliriz.

Son olan Süper ego ise içgüdülerimizi kendi analizimizin dışında toplumun getirdiği kurallara göre hareket etmemizdir.

Luke Rhinehart mükemmel bir psikiyatrı olmasına rağmen Freud’un bu kuramına karşı farklı bir kuram bulma takıntısı içine girer. Ona göre insan hayatında olacaklar kaçınılmazdır. Bu yüzden zamanlama önemli değildir. Bir anlamda kaderciliğe inanır.

Freud’un kuramından çıkarak yeni bir kuram oluşturur. Bunun içinde zarları kullanmaya karar verir. Zarların her yüzüne kötüden iyiye olasılıkları yazar ve zarları atar. Koşulsuz çıkan sonucu yapmak zorundadır. Çünkü kendisi zar sonuçlarının kaderden gelen bir sonuç olduğunu şimdi yapmasa bile ileride mutlaka aynı sonucu doğuracak bir şeyler yapacağını düşünür. Hem böylece karar verme için id, ego ve süper ego kişiliklerini kullanmasına gerek kalmadan ve tüm suçu kendi üzerinden almaktadır.

Böylece Luke Rhinehart, Zar Adam olmaya karar verir ve bunu ilk olarak kendi hayatında kullanmaya başlar. Fakat bulduğu yeni kuramın haklılığını çıkartmak için fazla ileriye gider. Kendi üzerinde fazla kullanmanın yanında hastaları üzerinde de kullanmaya başlar.

Sonuç olarak zarların getirdikleri Luke Rhinehart’ın hayatını tamamen alt üst eder. Evliliğini mahveder, tıbbi olmayan bir kuram kullandığı için işini kaybeder. Dahası anormal bir şekilde davrandığı içinde deli damgasını yer ve akıl hastanesine kadar gider. Kendisi de bir zamanlar ki hastaları gibi olmuştur. Zar kuramı üzerine tedavi görmeye başlar.

18 Ekim 2019 Cuma

Prens - Hükümdar (Niccolo Machiavelli) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Hükümdar (Prens)

Kitabın Yazarı : Niccolo Machiavelli

Kitap Hakkında Bilgi :

"Makyavelist düşünce"nin temelini oluşturan Prens, devlet yönetiminin nasıl mümkün olabileceği ve nasıl sürdürüleceği üzerine on altıncı yüzyılda yazılmış bir deneme. Siyasal düşünce tarihinin önemli kaynaklarından biri sayılan bu kitapta Machiavelli, İtalya'nın içinde bulunduğu karmaşık durumdan kurtulabilmesi için bugünün yöneticilerine de kılavuzluk eden önerilerini sıralarken tarihten de örnekler veriyor. Prens'i hükümdarlara iktidarlarını elde etme ve sürdürme konusunda akıl veren bir kitap olarak okuyabileceğimiz gibi, daha çok yönetilen sınıfların iktidarın altında yatan mantığı kavrayabilmesini sağlayacak bir metin olarak da bakabiliriz ona. Beş yüzyıl önce yazılan bu başyapıt, Rönesans edebiyatının en ünlü eserleri arasında sayılmaktadır.

Kilisenin deyimiyle yasaklı şeytanın kitabı mıdır? Yoksa sivri dilini sakınmayan bir eski kurt siyasetçi midir? Yirmi altı bölümden oluşan Prens kitabı ideal bir Prens yönetim ütopyasını anlatmaktadır.

Kitabın Özeti :

Machiavelli denilince hilekar, hain, barbar bir felsefe akla gelir. Ulaşılacak amaç uğrunda kullanılacak tüm yöntemleri mübah sayan bir tutumu anımsatır. Machiavelli'ye tüm bu kötü şöhreti kazandıran ise 1513 yılında yazılmış olan ancak 1532'ye kadar basılamayan "Hükümdar" adlı eseri olmuştur. Kitapta verasete dayanan monarşiler kısaca anlatılmıştır. Çünkü bir hükümdar normal bir zeka ve basirete sahip olacağından hükümeti kontrol edebilecektir. Öbür yandan, yeni bir monarşinin karşılaşacağı problemler çok daha karmaşıktır. Eğer yeni fethedilen topraklar kendine ilhak edildikleri devlet ile aynı dilden ve aynı milliyetten ise bunların kontrolü nispeten kolaydır.

Eyaletlerin idare edilmesi konusunu incelerken, Machiavelli kendi kanunları altında ve hürriyet içinde yaşamaya alışmış bir devletin kontrol altında tutulabilmesi için üç metot ileri sürmektedir. Birincisi, o devleti tamamen ortadan kaldırmaktır. İkincisi, şahsen oraya gidip orada oturmaktır. Üçüncüsü ise onu kendi kanunları ile yaşamaya bırakmaktır. Yeni prenslikler bahsinin tartışılmasında Machiavelli şu uyarıyı yapıyor: "Unutulmamalıdır ki kalabalıklar karakter bakımından güvenilmez olurlar, onları bir şeye inandırmak kolay olmakla birlikte aynı inançta tutmak zordur. Kuvvetle bir yeri ele geçirmek isteyen bir kimse oraya vermek istediği zararı bir darbede açabilmek için acele etmeli, böylece her gün yeni bir hoşnutsuzluk yaratmak zorunda kalmamalı, halka artık bunların sona erdiği intibaını vermeli ki sonra faydalı işler yaparak onların gönlünü kazansın."

Doğrudan doğruya kilisenin idaresi altında bulunan kilise devletlerinden bahsederken de Machiavelli en acı ve iğneleyici ifadeleri kullanmaktadır. Özellikle onaltıncı yüzyıl başındaki Katolik kilisesine, İtalya'yı yabancılara karşı birleştirmediği için acı hücumlarda bulunmaktadır. Kilise ile devletin tamamen ayrılmasından yanadır.

Kuvvetli bir devletin iyi bir orduya ihtiyacı olacağı için, Machiavelli askeri işlerin son derece önemli bulunduğunu söylemekte ve bu konuya büyük yer ayırmaktadır. Onun zamanındaki İtalyan devletlerinin pek çoğu kendilerini savunmak için çoğu yabancı olan paralı askerler kullanırlardı. Machiavelli böyle askerlerden oluşmuş birliklerin faydasız ve tehlikeli olduğunu iddia etmekte, vatandaşlardan kurulu bir milli ordunun çok daha etkili ve güvenilir olacağını belirtmektedir.

Machiavelli hükümdarların davranışlarını incelemek için birçok bölümler ayırmıştır. O'na göre milletin hayatı onun silahlı gücüne bağlı kaldığına göre, bir hükümdar askeri meseleleri kendisinin başlıca inceleme ve meşguliyet konusu olarak görmelidir. Mevkiini korumak isteyen bir hükümdarın iyi olmaktan daha başka şeyleri de öğrenmesi ve şartların gereğine göre iyiliğini kullanıp kullanamayacağını bilmesi lazımdır. Bir hükümdarın iyi sayılan tüm niteliklere sahip olmasının takdire değer bir şey olduğunu herkes kabul edecektir; ama onun bütün iyiliklere sahip bulunması veya onları devamlı bir şekilde uygulaması imkansız olduğuna göre kendisini iktidardan mahrum edecek kötülüklerden nasıl kaçınacağını bilecek kadar ihtiyatlı olması gerekir.

Zalimlik bir hükümdarın tebaasını birlik halinde ve itaatkar tutabilmek için kullanacağı silahlardan biridir. Çünkü hükümdarların şiddeti sadece fertlere zarar verdiği halde onların gereksiz yumuşaklığı bütün devlete zarar verecektir.

Machiavelli bir pasajında şöyle demektedir: "Burada şu ortaya çıkıyor: Sevilmek mi korkulmaktan daha iyidir, yoksa korkulmak mı sevilmekten? Belki de bu soruya, ikisini de isteriz diyerek cevap verebiliriz. Ama sevgi korku bir arada pek güç bulunacağına göre, aralarından birini seçmemiz gerekirse, korkulmak sevilmekten daha emniyetlidir. Zira genellikle görülmüştür ki insanlar nimete şükretmesini bilmeyen, güvenilmez, tehlikeden kaçmaya çalışan, kazanç hırsı ile tutuşan, kendisine menfaat sağladığınız müddetçe size bağlı, tehlike uzakta oldukça kanını dökmeye, çocuklarını bile feda etmeye hazırdırlar; ama onlara gerçekten ihtiyaç duyduğumuz zaman sırtlarını dönerler."

Hükümdar'ın hiç bir bölümü "Hükümdarlar sözüne sadık olmak için ne yapmalıdır?" başlıklı bölümü kadar eleştirilmemiştir. Yazar burada dürüstlüğün övgüye değer olduğunu kabul etmekte ancak siyasi iktidarın muhafazası için hilekarlık, iki yüzlülük ve yalan yere yemin etmeyi de zorunlu saymaktadır. Machiavelli, bir hükümdar için nefret edilmekten ve horlanmaktan kaçınmanın esas olduğunu söylemektedir. Bir hükumdarın güvenilmez, laubali, efemine, korkak, karasız olduğu görülürse onu kimse ciddiye almaz. Eğer halk bir hükümdardan nefret ederse onu şatonun kalın duvarı bile kurtaramaz. Bir hükümdar kendisini kabiliyet ve liyakat sahiplerini koruyan biri olarak göstermeli, her ilim ve sanatta yükselmiş kişilere ihsanda bulunmalıdır.

Kitap, "İtalya'nın Hürriyete Kavuşturulması İçin Bir Öğüt" bölümüyle biter. Artık yeni bir hükümdarın, "Bir İtalyan Kahramanı"nın ortaya çıkma zamanı gelmiştir; çünkü İtalya şimdiki ümitsiz halinde bir Yahudiden daha çok esir, bir İranlı'dan daha çok ezilmiş, bir Atinalı'dan daha çok bölük-pörçük olmuştur; lideri yoktur, nizamı yoktur, yenilmiş harcanmış parça parça edilmiş, bitirilmiş, her yönden tükenip yıkılmaya terk edilmiştir. Kendisini barbarca zulümlerden ve ezilmekten kurtaracak birini göndermesi için Tanrıya nasıl yalvardığını görüyoruz. Eğer bir lider bulunsaydı, o ne derse desin takip etmeye nasıl hazır ve istekli olduğunu da görüyoruz."…

Machiavelli, bu cazip hitabesini şu sözlerle bitiriyor: "İtalya'nın beklediği bu fırsat kaçırılmamalı. Ona bu fırsatı verecek adamı (yeni hükümdar) düşman işgalinden ızdırap çeken bütün eyaletlerin nasıl bir aşkla, nasıl bir intikam susamışlığıyla, ne kadar sadakatle, nasıl bir bağlılıkla, ne göz yaşlarıyla karşılayıp kabul edeceği benim şu kelimelerim hiç bir zaman ifade edemez. Ona hangi kapılar kapanacak? Kimler ona boyun eğmeyi reddecek? Onun yoluna hangi kıskançlık çıkacak? Hangi İtalyan önünde saygı ile eğilmeyecek? Bu zalim diktatörlük herkesin burnunun direğini sızlatmaktadır."

Sonuç olarak Machiavelli'ye göre Devletin menfaatleri uğruna herşey mübahtır ve devlet hayatı ile özel hayatın ahlak ölçütleri birbirinden farklıdır. Bu doktrine göre bir devlet adamının özel müzakerelerde tamamen ayıp, hatta suç sayılacak hile ve şiddet yollarına başvurması normaldir. Hükümdar bu ana fikirle beraber hükümdarlara, iktidarı nasıl kazanacaklarını ve nasıl ellerinde tutacaklarını öğreten bir rehber, bir el kitabıdır.

İletişim Çatışmaları Ve Empati (Üstün Dokmen) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : İletişim Çatışmaları Ve Empati

Kitabın Yazarı : Üstün DÖKMEN

Kitap Hakkında Bilgi :

Bu kitapta öncelikle kişilerarası iletişimle ilgili bazı bilgiler veriliyor. Bu bilgiler, hem çocukların eğitiminde yararlı olabilir, hem de ailede, işyerinde ve benzeri ortamlarda görülen çatışmaların çözümüne ışık tutabilir.

Ayrıca, geleneksel kültürümüze ve bugünkü yaşam biçimimize yeni bir bakış açısıyla bakılarak bir iddia ortaya atılıyor. Bu iddiayı test etmek amacıyla çeşitli kültür ürünlerimiz, özellikle edebiyatımıza ve sanat tarihimize ilişkin ürünler psikolojik açıdan inceleniyor. Öte yandan Prof. Dökmen iletişim çatışmaları ve empati ile ilgili yeni kuramsal modeller ve sınıflamalar geliştiriyor.

Tüm bu yönleriyle kitap, hem psikolojiye ilgi duyanlara hem de edebiyata ve sanat tarihine farklı bir bakış açısıyla yaklaşmak isteyenlere ilginç bilgiler sunuyor.

Üstün Dökmen kitabında iletişim çatışmasının ne olduğunu, etkili bir iletişim için nasıl bir ortam hazırlanması gerektiğini ve empatinin iletişimdeki önemini anlatmıştır. Sevmek yeterli değil. Anlamak da gerekli. Anlayarak sevmek, büyük bir erdem olsa gerek.

Kitabın Özeti :

İnsanların birbirlerine karşı tavır alıp aktif çatışmaya girmelerinin, belirgin ya da örtük çeşitli sebepleri olabilir. Örneğin karşımızdaki bir kişi ile ilgili olumsuz bir geçmiş yaşantımız varsa, bugün bizim düşündüğümüz bir şeyi bile dile getirse, yine de ona sinirlenebiliriz. ''Boşa gitmez kötüye bir ceza verilince'' misali, hazır fırsatını yakalamışken geçmişin intikamını almaya çalışabiliriz. Bugünkü ilgisiz bir olayı bahane edip, geçmişin, intikamını almaya çalışmak ise bir hatadır. Geçmişteki öfkemizi, geçmişte halletmeliydik. Eğer bir öfkemizi ertelemek zorunda kalmışsak, bu öfkemizi ilgisiz olaylara bulaştırmamaya çalışmalıyız. Aksi halde, aktif çatışmalar başımızdan eksik olmaz. Bu konuda şöyle bir örnek verilebilir: Diyelim ki bir arkadaşınız size belli bir konuda haksızlık etti; siz de ''ayıp olur'' diyerek sesinizi çıkarmadınız. Aradan zaman geçti ve aynı arkadaşınız, sizin yanınızda farkında olmadan küçük bir pot kırdı. Siz de hemen parlayıp ''sen zaten hep böyle yaparsın'' derseniz, bir aktif çatışma başlatmış olursunuz. ''Sen zaten hep...'' sözü, zamanlaması kötü ve suçlayıcı bir genellemedir. Böyle yapmak yerine, arkadaşınız size haksızlık ettiğinde, anında tepki vermeliydiniz. Eğer anında tepki veremediyseniz ve aradan da iki ay geçtiği halde bu olayı unutmadıysanız, o arkadaşınızı karşımıza alıp ''şu davranışın beni üzmüştü'' diyerek söze başlamalısınız. Böyle yaparsanız, o arkadaşınıza yönelik öfkenizin, ilgisiz olaylarda patlak vermesini önlemiş olursunuz.

Sosyal kurallar zaman içinde değişebilir. Fakat her toplum mevcut kurallarını korumak, onların zaman içinde değişmesini en azından hızla değişmesini önlemek ister. Bunu sağlayabilmek için de, kurallara uyanlar ödüllendirilir, uymayanlara değişik ağırlıklarda cezalar verilir. Özellikle belli ortamlardaki kuralları ciddiye almayanları, giderek diğer insanlar da ciddiye almamaya, hatta ortamın dışına itmeye başlarlar. Eskilerin deyimiyle ''her şeyin bir adabı vardır''. Kahvenin de bir adabı vardır. Söz gelişi kahvede söz erbabının (söz ehlinin) sözü kesilmez, tavlayı kaybeden çay, kahve paralarını öder. Şimdi siz kahvede, söz erbabının sözünü keser ya da tavlayı kazandığınız halde çay parasını ödemeye kalkışırsanız, bu ortamda giderek istenmeyen kişi haline gelebilirsiniz. Ortamın dışına çıkarılmak bazen soyut anlamdadır; insanlar sizinle olan iletişimlerini azaltarak sizi ortamın dışına iterler. Fakat bazen somut olarak da bir ortamın dışına atılabilirsiniz. Örneğin bazı yörelerimizdeki lokantalarda, masada kül tablası göremeyince, boşalan tabağınıza sigaranızın külünü silkelemeye kalkışırsanız, borcunuzu bile ödemeye fırsat bulamadan kendinizi lokantanın dışında bulursunuz. Kural açıktır; yemek yediğiniz tabağı, kül tablası niyetine kullanamazsınız.

Bir toplumda konuşulan dilin niteliği, o toplumdaki iletişim biçimini yansıtır. Başka bir ifadeyle, her toplumun dili, o toplumdaki iletişim ihtiyacına cevap verecek niteliktedir. Söz gelişi Amerikalılar, bugün davrandıkları gibi davranıp Japonca konuşamazlardı. Aynı şekilde Japonlar da bugünkü kişiler arası iletişim tarzlarını, İngilizce konuşarak sürdüremezlerdi. Aynı şey bizim için de geçerlidir. Örneğin bizler, batıdaki insanlara nazaran birbirimize daha bağımlıyız ve dolayısıyla da akrabalık ilişkilerine daha fazla önem veririz. Bu durum, konuşma dilimizde kendini gösterir. Batı dillerine oranla bizim dilimizde çok sayıda akrabalık gösteren kelime bulunmaktadır; dayıoğlu, amcaoğlu, halakızı, görümce, baldız, bacanak, elti gibi... Dilimizdeki bu zenginlik, sanırım başka hiç bir dilde yoktur. Söz konusu kelimeler muhtemelen, birbirlerine bağımlı olan ve sıklıkla bir araya gelen insanlarımızın birbirlerine hitap etmelerini kolaylaştırdığı için, günümüze kadar yaşamıştır.

Dünyanın hemen her ülkesinde kadınlar ve erkekler özellikle evli olanlar hem çok iyi, hem de çok kötü geçine gelmişlerdir. Bu ikilem bizim kültürümüz için de geçerlidir. Kadınlarımızı bir yandan baş tacı ederken, bir yandan da onların haklarını ve kişiliklerini gözardı etmiş, onları erkeklerin bir adım gerisinde saymış, hatta bu durumu somutlaştırarak, onları sokakta birkaç adım arkamızda yürütmüşüzdür. Kadın-erkek ilişkilerinde ortaya çıkan ikilem, dilimizde de ifadesini bulmuştur. Kadınlarımızın, bir yandan Karacaoğlan'ın Elif'i betimlediği gibi, ''Yayla çiçeği kokuşlu, yavru baladan bakışlı'' dırlar; bir yandan da ''eksik ve can sıkıcı'' varlıklardır. Bu yüzden onlara, zaman içinde ''eksik etek'' ya da ''kaşık düşmanı'' demişizdir.

Çocuk-ana-babalar toplumundan yetişkinler toplumuna, belki de ileride empatik topluma giden yolumuzda, Atatürk önemli bir isimdir. Aklı kullanmayı, pozitif bilimi, özetle yetişkin olmayı, toplumumuzun gündemine getirmiştir. Ancak, çocuk-anababalar toplumundan yetişkinIer toplumuna -ya da empatik topluma- geçmek, galiba bir anda mümkün değil. Sanırım, Atatürk ile toplum arasında da anababa-çocuk etkileşimi vardı. Çeşitli anılardan okuduğum kadarıyla, Atatürk, yaşları kaç olursa olsun çevresindekilere ''çocuk'' diye hitap edermiş. Çocukları çok sevdiği için böyle davranmış olabilir; ya da hemen herkeste çocuklara ait özellikler gözlediği için böyle davranmış olabilir .Gerekçe ne olursa olsun, her yaştaki insana böyle hitap edebildiği, belki de böyle hitap edebilen tek kişi olduğu için, Atatürk, çevresindeki çocukların ana babası konumundaydı. Soyadındaki ''ata'' kelimesi, onu gelecek kuşakların da atası yapmaktadır. Atatürk, ana baba olmanın yanı sıra, kendi aklını kullanma sorunu olmayan bir yetişkin ve gerektiğinde spontan ve şakacı bir çocuktu. Böylece o, üç kişisel rolünü birlikte kullanabilen bir kişi, belki de gelecekteki empatik toplumun aramızdaki üyelerinden birisiydi.

Hiçbir zaman kişi onuruna sahip olmamış, sürekli horlanmış bir insanın, bu durumdan sıkıntı duymayacağı ileri sürülebilir. Fakat şu kesin ki, bir defa bile ''insan'' yerine konulmuş, kişi onuruna sahip olmanın tadını tatmış bir kişi için geriye dönüş acı olur. Dostoyevski'nin kahramanlarından Suşilov'un problemi bu olsa gerek. Suşilov, kendisine insan olarak değer veren Dostoyevski'yi, bir anlık bile olsa geri çekildiği için affetmemiştir. Çünkü kişi onurundan vazgeçmek çok zordur. Bu yüzden, tarihimizde bir gelgit grafiği çizen yetişkin tavrının, Cumhuriyetten itibaren eskiye oranla daha istikrarlı bir seyir göstereceğini düşünebiliriz. Bu konuda sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Uluğ Bey'in, Fatih'in, Hezarfen Ahmet Çelebi'nin -muhtemelen daha başkalarının- kişiliklerinde, kısa sürelerle ortaya çıkan yetişkin tavrı, son kez Atatürk'ün kişiliğinde Cumhuriyet Döneminde ortaya çıkmıştır. Bu son çıkışın öncekilerden farkı, yetişkin tavrının Cumhuriyet Döneminde kurumsallaşmaya başlamış olmasıdır. Ancak bu durum yaşamımıza henüz yeterince sinmemiştir.

Eğer bir hastanede, okları izleyerek, işinizi kendi başınıza hallederseniz bir yetişkin olmuş olursunuz. Eğer tanıdık bir hasta bakıcı bulursanız ve o da elinizden tutup sizi gereken yerlere götürürse, o ana-baba, siz ise çocuk olmuş olursunuz.

Çocuk rolünü pek severiz; özellikle devlet kapısında (Devlet babanın huzurunda) çocuk rolünü daha çok severiz. Bu tavrımız, yüzlerce yıllık bir alışkanlığın ürünü olabileceği gibi, yaşam biçimimizin zorunlu kıldığı bir davranış da olabilir. Yani yaşam biçimimizle ve gelişmişlik düzeyimizle, tanıdık aramamızı gerektiren bağımlı davranışlarımız bir bütün oluşturmaktadır. Örneğin okların, tabelaların yeterli olmaması ya da vatandaşın okuma-yazmasının kıt olması, tanıdık aramayı zorunlu hale getirebilir. Fakat aynı zamanda, tabela ya da okuma-yazma sorunu bulunmasa bile, kişiler arası ilişkilerin sıcaklığına alışmış insanımız, "yalnız bir yetişkin " olup okları izlemek yerine, bir tanıdığın elinden tuttuğu çocuk olmayı tercih etmektedir.

Sonuç olarak; etkili bir iletişimin mevcut olması için ortamda bulunan çatışmaların kaldırılması gerekmektedir. Çatışmaları kaldırıp kendimizi iletişim halinde olduğumuz insanların yerine koyduğumuz müddetçe iletişimde başarılı ve sevilen bir insan oluruz.

Kızılderililer Ve Türkler (Reha Oğuz TÜRKKAN) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Kızılderililer Ve Türkler

Kitabın Yazarı : Ord. Prof. Reha Oğuz TÜRKKAN

Kitap Hakkında Bilgi :

Kızılderililer ve Türkler kitabının yazarı, Columbia Üniversitesi eski öğretim görevlisi Prof Dr. R. Oğuz Türkkan, 25 yıl yaşadığı Amerika'da ve dolaştığı Meksika'da Kızılderilileri ve Colomb öncesi uygarlıkların kalıntılarını araştırmıştır. Kitap bir yanıyla keşif ve altına hücum dönemlerindeki insanlık tarihinin en büyük soykırımlarını anlatırken, bir yandan da bu ırkın köklerini, yarattıkları uygarlıkların izlerini sürmektedir. Kitapta yazar, Amerikan yerlileri ile Türklerin soybirliğini değil onların medeniyetlerinin oluşmasında rol oynayan Türk veya Ön-Türk göçmenlerinin izlerini aramaktadır.

Kitabın Özeti :

Peru'daki İnka uygarlığının imparatorlarının saç rengi çoğunlukla siyah değil kahverengi idi. Ayrıca Meksika, Orta Amerika ve Peru'da ele geçen minyatürlerde, heykellerde, kabartmalarda alışılmışın dışında bir tipe rastlıyoruz: uzun bıyık ve sakal ile beyazımsı ten. Saç rengi de kahverengi olabilir. Yani bu Kızılderili insanların derisi hiç de Kızıl olmayıp aktenli diyebileceğimiz bir tiptendi.

50 - 60 kişilik klanlar halinde yüzlerce, binlerce yıl yol alan bu göçmen grupları, Kuzey Amerika'nın orta taraflarına ve kıtanın güneyine göç ettiler. Önceleri büyük hayvanları avlayarak yaşadılar daha sonra yarı yerleşik bir hayat sürdüler. Türkler Amerika'ya iki veya üç defa Asya'dan Bering boğazı yoluyla göç etmişlerdir. Kızılderili dillerinde kalmış olan bazı Türkçe kelimeler MÖ 800 yılından sonra oluşmuş sözcüklerdir. Zaten yüzlerce Türkçe kelimenin yakın zamanlara kadar Amerika'da unutulmamış olması, milattan sonra da Türk göçünün devam ettiğini gösrerir. Benzer sözcükler:

Paku: bak/ pak
Khapao: Kaba
Ku: Koymak
Kaşa: Kış
Kuli: Kül
Kalı: Kalın
Karwın: Karın
Tawga: Tağ/ dağ
Takhıla: tahıl
Çur: Dur
As: Az
Tak: Ta ki
La : ile
Mi ?:Mi ?

Dil bilgisi ve biçimsel benzerliklere de rastlanmaktadır. Yerli dilleri sesli-sessiz-sesli yapısını kullanmaktadır. Ekler yoluyla cümle oluşturulmaktadır. Birkaç yıldır basında sık sık yer alan 'Meluncan' terimi ve onların Türklüğü konusu da bu kitapda yer almaktadır. Meluncanların, Amerika'nın bizim Güneydoğu bölgesine benzeyen Tennesse'de yaşadıkları ve nüfuslarının 2 milyon civarında olduğu belirtilmekte ve birkaç asır once Karaib Adalarına terk edilen esir Türk denizcilerinin Kuzey Amerika'ya göç ettikten sonra Kızılderililerle evlenmelerinden doğan çocuklar olduğu iddia edilmektedir.

Türklerin ilk çağlardaki konumu sürekli tartışma konusu olmuştur. Atatürk, Türk Tarih Kurumunun temelini atınca Türklerin erken çağlarının ve uygarlığa katkılarının araştırılmasını istemiştir. Kitapda, Yontma Taş Çağında, Doğu Asya'da yaşayan bakır tenlilerle (Asya Kızılderilileri), Avrasya'da bulunan ak tenli Alpinlerin kaynaşması ile Türkün doğuş hikayesi anlatılmaktadır. Ural Dağları bölgesinin, sonraları Fin-Ugur diye bilinen halkların ana yurdu olma ihtimali vardır. Bunlar ya Türklerin atalarının bir kolu ya da akrabası idi.

Asya'nın en güneyinde Çin denizinden başlayıp, Tibet'e kuzeydoğu Çin'e ve oradan, Kingan, Çungarya dağlarından Sibirya'nın Bering Boğazı'na doğru uzanan bölgede sarı ırkın oluşmasında rol oynayacak bakır tenlilerin yaşadığı görülürdü. Bu ırk henüz bugünkü keskin ve kesin özelliklerini kazanmamış Amerikan Kızılderililerini andırır bir tipti. Kısa-orta boylu, uzunca kafalı, sarımtırak tenli orta-en burunlu, siyah saçlı, hafif çekik gözlü halklardı. Belki MÖ 12000 belki de 18000 yıllarında Bering'i aşıp Amerika'ya ayak basmışlar ve oradan güneye doğru yayılmaya başlamışlardır. Asya'da kalanlar başka ırkların oluşmasında rol oynamışlardır. MÖ 5000 yıllarında Asya'da kalan bakır tenli ırkla Batı'dan gelen Fin-Ugur tipli Alp ırkı önce Aral Gölü civarında, sonra da Tanrı-Altay Dağları bölgesinde karşılaşıp, kaynaşmış ve ilk Türklerin doğmasına sebep olmuşlardır. Ön-Türkler Mezopotamya'ya inince Sümerleri oluşturmuşlardır.

Amerika Kıtasında bugüne kadar çok eski insan fosili bulunamamış ve Asya'dan göçler oluncaya kadar bu kıtalarda insan yaşamadığı kesinleşmiş gibidir. Kuzey-Doğu Asya'dan Kuzey-Batı Amerika'ya insanoğlunun geçişinin izi, yontma taş, ok ve mızrak uçlarının bulunuşu sayesinde tesbit edilebilmiştir. Arkeolojik analizler, bunların en eskilerinin 25000 yıl öncesine uzandığını tesbit etmiştir. Asya'dan Amerika'ya ilk göçenler bildiğimiz Kızılderililerin tipinde değildi. Antropologlar, bu insanların ilk olarak şimdiki Avustralya yerlisi hatta karaderili Asya pigmeleri cinsinden olduklarını, ancak MÖ 17000-12000'lerde Asya Kızılderililerinin Alaska'ya ayak basmış olabileceklerini iddia etmektedir. Asya'nın Sibirya ucuyla Amerika'nın Alaska ucu arasında genişliği yer yer 52-60 km'ye düşen bir deniz parçası vardır. Bering Boğazının ortasından bakıldığında hem Asya hem Amerika'nın kara parçaları görünür. 70000 yıl önce dünya son buzul çağını yaşadığında 3-4 defa bu deniz kaybolmuş yerine kara oluşmuştur. İşte göçler ayrı ayrı zamanlarda bu kara yoluyla yapılmıştır.

Kısacası Amerika'ya bir değil birkaç Türk ve Ön-Türk göçü olduğu yapılan araştırmalar sonucu kesin gibidir. Kitap, bu konu ile ilgili bilimsel araştırmaları ve tarihi çalışmaları gözler önüne sermektedir.

Kuşku Çağı (John Kenneth Galbraith) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Kuşku Çağı

Kitabın Yazarı : John Kenneth Galbraith

Kitap Hakkında Bilgi :

Galbraith'ın bu kitabında, yüzyıllar boyu, ekonomik bunalımlar, devrimler, kıyımlar ve kırımlar yaşamış dünyamızın sosyo-ekonomik tarihini sergilenmektedir. Kitapta bir önceki yüzyılda kapitalistlerin başarılarından, sosyalistlerin ise zaferlerinden emin oldukları, ancak günümüzün "Kuşku Çağı" olduğu vurgulanmaktadır. Toplumları, rejimleri etkileyen, hatta ona yön veren düşünce akımlarının, sistemlerinin yarattığı karmaşa içinde insan yaşamının biçimlenişi ile kapitalist ve sosyalist ekonomik sistemlerin gittikçe birbirine yaklaştığı tezi açıklanmaktadır.

Galbraith kitabında, iktisadi düşünceye katkıda bulunan büyük düşünürlerin kişiliğini, çevresini, görüşlerini ve etkilerini tanıtmaktadır. Ancak yine de kendi sözleriyle bunlar için, "Bu fikirleri yaratan adamlara çok saygım olsa da, iktisadın temel fikirlerini hiç önemsemiyorum" demektedir.

Kitabın Özeti :

Kitap 12 bölümden oluşmaktadır. Galbraith bu bölümlerde, yerleşmiş iktisat teorisinin dışladığı ya da yeterince işlemediği birçok konuyu derinliğine işlemiştir. Çalışmanın ağırlığında ise, dev çaptaki anonim şirketlerin egemen olduğu bir kurumsal yapıda ortaya çıkan sorunlar üzerine yoğunlaşmıştır. Güçlü şirketler - güçlü sendikalar dünyasındaki karşılıklı denge; üretkenlik ya da etkinlikle değil de "güç"le ilişkili olan gelir bölümü eşitsizliği; büyük şirketlerin yarattığı mal bolluğuna karşılık kamu hizmetlerinde yetersiz kalan refah toplumu; anonim şirketlerde mülkiyet ve yönetimin ayrılmasının iktisadi sistemi "sosyalleştirme" etkisi; bunların planlı dünyasında enflasyon olgusu ve bunun geleneksel iktisat politikası araçlarıyla çözülemeyeceği; uluslararası boyutta çokuluslu şirketlerin ortaya çıkması ve dünya ekonomisinde doğurduğu toplumsal - iktisadi ve politik nitelikte sorunlar; güçlü büyük şirketlerin egemen olduğu bir kurumsal yapıda piyasa düzeninin yok olması ve bunun yerleşmiş iktisat teorilerini geçersiz kılması gibi konulara eğilerek, başta A.B.D olmak üzere, kapitalizmin zaman içinde gelişimi ile birlikte, yeni boyutlarını anlamamıza da yardımcı olmaktadır.

Kitabın belli başlı bölümlerinden bahsedilecek olursa "Klasik Kapitalizmin Umudu ve Peygamberleri" adlı birinci bölümde; 18 nci yüzyılın ikinci yarısında ekonomik yaşamın değişime uğradığı, dokuma devriminin kendini gösterdiği, sanayi devrimine kadar ise herşeye (besin, giyim, konut) tarımın hakim olduğu; gücün devletten toprak sahibine , oradan da kırsal kesim işçisine doğru azalarak geçtiği, buna karşılık işçinin yarattığı gelirin toprak sahibine, oradan da devlete artarak ulaştığı, yani gelir ile gücün aynı ekseni ters yönlerde izlediği anlatılmaktadır. Bununla birlikte; Adam Smith, Voltaire, François Quesney, Turgot, Malthus, Ricardo gibi bilim adamlarının kişiliği, çevresi, görüşleri ve etkileri üzerinde durulmaktadır.

"Gelişmiş Kapitalizmde Davranış Biçimleri ve Ahlak Anlayışı" adlı ikinci bölümde, 19 ncu yüzyıl kapitalizmindeki düşüncelerin, yurttaşlara sosyal ve politik yönden eşit haklar sağlayan, eşitlikçi bir devlet anlayışını özendirmediği, büyük toprak sahiplerinin zenginleşirken, toprağa emek verenlerin yoksullaştığı anlatılmaktadır. Ayrıca Charles Darwin, Herbert Spencer, Sumner, Veblen gibi bilim adamlarının kişiliği, çevresi, görüşleri ve etkileri üzerinde durulmaktadır.

"Karl Marx'ın Yol Ayrımı" isimli üçüncü bölümde, varolan ekonomik, siyasal, toplumsal düşünce ve düzene büyük çapta karşı çıkışın Karl Marx ile başladığı, Marx "Komünist Manifesto" isimli kitapçığında "Tüm ülkelerin emekçileri birleşiniz" çağrısını yaptığında isteklerinin maddeler halinde özetle şunlar olduğu belirtilmektedir:

1- Toprağın özel mülkiyetine son verilmesi,
2- Artan oranlı gelir vergisi,
3- Verasetin kaldırılması,
4- Banka işlemlerini tekeline alan ulusal banka,
5- Ulaşım ve haberleşme araçlarının kamu mülkiyeti,
6- Herkese iş,
7- Tarımın sanayi ile birleştirilmesi, nüfusun merkezileştirilmesi,
8- Parasız eğitim,
9- Çocukların çalıştırılmaması,
10- İşle birlikte yürütülen eğitim,
11- Sanayide kamu mülkiyetinin genişletilmesi, boş toprakların işlenmesi.

"Sonu Hep Kanlı Biten Girişim: Sömürgecilik" isimli dördüncü bölümde, buraya kadar sözü edilen düşünce akımlarının 19 ncu yüzyılda dünyanın küçük bir bölümünde uygulama alanı bulduğu, bunun yolunun sömürgecilikten geçtiği inancı, klasik kapitalizmin büyük bilginlerinin sömürgeciliği yeryüzünün doğal gerçeklerinden biriymiş gibi kabul ettiği, bunun gelişmiş ülkeler açısından sağlayacağı ilerlemeyle ilgilendiği, sömürge dünyasının ise sadece bu ilerlemeye yaptığı katkı oranında ilgi çektiği vurgulanmaktadır. İspanya, Meksika, Küba, Hindistan'da sömürge maceralarının nasıl sona erdiği, bu ülkelerden çekilindiğinde kalıcı değişikliklerin ve diğer etkilerin neler olduğu anlatılmaktadır. Eski dönemlerde insanları kötü yönetimlerden, geri kalmışlıktan, putperestlikten, tembellikten kurtarmak için sömürgeciliğe başvurulduğu, şimdi ise amacın insanları komünizmden kurtarmak olduğu belirtilmektedir. Bunu belirtmek için de ilginç bir örnek verilmektedir; "Vietnam'ı komünizmden kurtarmak, İstanbul'u Türkler'den, Kudüs'ü dinsizlerden kurtarmak kadar yücedir."

"Yolsuzluğa En Yatkın İcat: Para" isimli beşinci bölümde paranın ve banknotun doğuşundan, para ile birlikte bankaların doğuşu ve zaman içinde seyri ile mevduat hesabı açmanın (para tasarrufunun), paranın borç olarak verilişinin, faizin doğuşunun, kredinin, banka işlemlerindeki komisyonun nasıl başladığı ve geliştiği, bununla birlikte bankacılık sistemlerinin gelişimi ile merkez bankalarının kurulması, serbest piyasa işlemlerinin başlaması anlatılmaktadır.

"Lenin ve Büyük Çözülme" isimli altıncı bölümde, Lenin'in de Marx gibi devrimci eylemle gazeteciliği birarada yürüttüğü, devrimci yanının Marx'tan daha kuvvetli olduğu, Marx'ın yazıp kuramı koyduğu, Lenin'in ise uygulayıp yönettiği belirtilmektedir.

"Aydınlar Devrimi" isimli yedinci bölümde, devrim fikirlerinin kitlelerden doğmadığı, aydınlardan geldiği, dünyanın olduğu gibi kalmasını isteyenler, başka bir deyişle tutucular ile aydınlar arasındaki mücadeleden bahsedilmektedir. Bölümün ağırlıklı konusu ise doğumundan itibaren ele alınan John Maynard Keynes'dir. Keynes'in "Barışın Ekonomik Sonuçları" ve daha sonraki yıllarda çıkardığı "İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Kuramı" isimli kitaplarının dünyadaki yankılarıyla, Churchill ile olan ve sonunda kendisinin zafer kazandığı mücadele anlatılmakta ve Keynes'in yaptıkları ile çağa "Keynes Çağı" adını verdiği belirtilmektedir.

"Ölümcül Rekabet: Silahlanma" isimli sekizinci bölümde, A.B.D ile Sovyetler Birliği arasındaki silahlanma rekabetinin öneminden bahsedilmekte ve bu rekabetin iki büyük fikir akımına dayandığı açıklanmaktadır. Bunlar:

* Yapıları nedeni ile birbirine karşıt ekonomik, siyasal ve sosyal sistemlerinden doğan çatışma - kaçınılmaz çatışma - kavramının varlığı. Komünizm ve kapitalizm, otoriter disiplinle kişisel özgürlük, tanrıya inançsızlıkla inanç arasında uzlaşmanın olamayacağı,

* Gerek A.B.D.'de gerekse Sovyetler Birliği'nde askeri kuruluşların ve silah yapımcılarının kamu yaşamı üzerindeki etkisi ve nüfuzu. Silahlı kuvvetlerin istediği silahların A.B.D'de silah yapımcıları tarafından hemen yapılabildiğidir.

"Yaşamımızı Biçimlendiren Çağdaş Kurum: Dev Şirket" isimli dokuzuncu bölümde, şirketlerin, tüketicilerin hizmetinde bir kuruluş olduğu, kendi hizmetinde olamayacağı, ancak gerçekte ise bu durumun böyle olmadığı, gerçekler dünyasında şirketlerin "fiyat üreten oligopoller" olduğu anlatılmaktadır. Çokuluslu şirketlerin amaçlarının, ulusal özellikleri asgariye indirerek tüm sanayileşmiş ülkeleri tek tip ülkeler durumuna getirmek olduğu, bu şirketler için ulusal sınırların ve gümrük duvarlarının ticaret kısıtlaması ile birer köstek oluşturdukları, AET'nin kuruluş nedeninin ise bu engelleri ortadan kaldırmak olduğu açıklanmaktadır.

"Toprak-İnsan İlişkisi ve Üçüncü Dünya" isimli onuncu bölümde, yoksulluğun nedenlerini açıklayan görüşlere ve yoksulluğun ortadan kaldırılması için bazı önerilere yer verilmektedir.

"Metropol Ya da Büyük Kent" isimli onbirinci bölümde, 4 büyük kent tipi tanımlanmıştır. Bunlar siyasal karargahlı kent, tüccar kenti, sanayi kenti ve sayfiye kentidir. Siyasal karargahlı kentte, hükümdarın simgesi en üst düzeydeki ifadesini sarayın yapısında bulurken, ticaret kentinde bu ifadeye tüccarların evleriyle, meslek loncalarında ve ticaret odaları binalarında rastlandığı, sanayi kentinde ise insanların bir mekanizmanın uşakları oldukları, giyimlerinin ve evlerinin kötü olduğu, keyif ve gösteriş için değil, ekonomik nedenlerle kurulduğu, sayfiye kentlerinin ise herhangi siyasal ve ekonomik bir işlevinin bulunmadığı, buralarda siyasi yönetim ya da ticaretin söz konusu olmadığı, buralara sadece yaşamaya gelindiği anlatılmaktadır. Siyasal karargahlı kente; tarihin uzun dönemi boyunca hükümdarın ikametgahının uzantısı olan Roma, Persepolis, Angkor, İstanbul, Paris, Versailles, Pekin, Viyana, Washington, Yeni Delhi ve sonradan Leningrad olan St.Petersburg ticaret ya da tüccar kentine; Venedik, Cenova, Amsterdam, Bruges sanayi kentine; Essen, Pittsburg, Sheffield, sayfiye kentine ise A.B.D'de Detroit'li zenginlerin gidip yaşadıkları Birmingham örnek olarak verilmektedir.

"Demokrasi, Liderlik, İnanç" isimli onikinci ve sonuncu bölümde ise, İsviçre'de demokrasinin güç kaynağının, sorunlar üzerine doğrudan oy kullanma olanağı veren referandum olduğu, seçimlerin çoğunun başka ülkelerde olduğu gibi parti ya da politikacı seçmek için değil, yeni vergiler, yeni harcamalar gibi konuların karara bağlanması için yapıldığı vurgulanmaktadır. Liderin niteliklerinden bahsedilirken; liderin, zamanının korku ve kaygılarına karşı durabilmesi ve bunlar değiştikçe değişime uğrayabilmesi gerekliliği açıklanmakta ve bu konuda; Roosevelt, Nehru, Kennedy ve Martin Luther örnek olarak verilmektedir. Bu insanların zaferi, başarıya olan inançlarıyla kazandıkları vurgulamaktadır.

Köprü (Ayşe Kulin) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Köprü

Kitabın Yazarı : Ayşe KULİN

Kitap Hakkında Bilgi :

Elmas da sargılı kollarını bebeğe uzatmıştı. Canını yakmaktan korkarak usulca bırakmıştı Bayram, oğlunu Elmas'ın kucağına. Şimdi burun burunaydılar Elmas'la Öksüz. Bir dişi hayvanla yavrusu gibi koklaşıyor, burunlarını birbirine sürütüyor, birbirlerinin boynuna gömülüyor ve tuhaf mırıltılar çıkartıyorlardı. Bebenin küçük elleri, Elmas'ın saçlarında, Elmas'ın dudakları bebenin yüzünde dolaşıyordu. Elmas, ne diğer hastaları ziyaret edenlerden ne de Bayram'dan hiç utanmadan, hiç gocunmadan, memesini çıkarıp bebenin ağzına vermişti. Bebek mutlu bir kedi yavrusu gibi guruldayarak şapır şupur emiyordu süt akıtmayan, kuru memeyi. Kadınla çocuk birbirleriyle iç içe geçmiş, tek vücut olmuş gibiydiler.

Köprü... Olağanüstü bir bürokratın, otuz yıl bekledikten sonra kavuşulan bir köprünün ve doğunun töreye teslim olmuş insanların öyküsü. Ayşe Kulin'in kaleminden.

Kitabın Özeti :

Bir gün Erzincan Valisinin odasına bir köylü gelir ve masasının üstüne yeni doğmuş bir bebek bırakır. Vali köylü Bayram'a ne olduğunu sorunca durum anlaşılır. Bir süre önce Bayram karısının doğum vakti gelince, doğumun köydeki birkaç kadının yardımıyla yapılamayacağını anlamış ve karısını öküzünün çektiği taş arabasıyla su kenarına getirmiştir. Fırat Nehri üstündeki Başpınar Köprüsü bir süre önce baraj suları tarafından yıkıldığından, nehrin iki kenarı arasındaki ulaşım küçük bir feribot tarafından sağlanmaktadır. Fakat o an feribotun kaptanı ortalarda yoktur. Güllü saatlerce bekler ama karşıya geçemediğinden kan kaybederek ölür. Bayram son anda çocuğunu Güllü'nün karnını keserek kurtarır ve tüm bunlardan devletin sorumlu olduğunu düşünerek validen hesap sormak istemektedir.

Aslında bu olay köprü yüzünden nehrin iki kenarındaki köylülerin yaşadığı ilk olay değildir. Vali de bunun farkındadır ama yıllardır bir türlü bir çözüm yolu bulunamamıştır. Devlet her seferinde Kemaliye'ye gereğinin yapılacağı sözünü vermektedir. Fakat hükümet veya iktidardaki partiler değiştiğinde bir önceki dönemin projeleri rafa kaldırılmakta ve valilikle Ankara arasındaki uzun yazışma dönemi tekrar başlamaktadır.

Bayram, Vali'den oğluna bir anne bulmasını ister. Bunun üstüne Vali, Bayram'ı köye yeni gelmiş ve çocukları yeni doğmuş olan Mevlüt ve Elmas'a yollar. Elmas alevi bir aileden geldiği için ailesi onun Mevlüt'le evlenmesine izin vermemiş, başka biriyle evlendirmeye kalkışmışdır. Mevlüt de Elmas'ı kaçırmış ve İstanbul'a gitmek için yola düştüklerinde doğum için bir süre bu köyde kalmaya karar vermişlerdir. Bayram'ın durumunu öğrenen Elmas az bir maddi yardım karşılığında Öksüz'ü emzirmeyi kabul eder. Kendi oğlu Erdal'dan ayrı tutmayacağını söyler. Bayram ise arasıra Öksüz'ü görmeye gelmek için izin ister ve para bulmak için iş aramaya başlar.

Sonunda Bayram iş bulur. Yakında tekrar inşa edileceği söylenen köprünün temel inşaatında çalışmaktadır. İşini büyük bir gayretle yaptığı için herkesin taktirini toplar. Bayram'ın tek sıkıntısı Elmas ile Mevlüt'ün yakında köyden ayrılacak olmasıdır. Eğer onlar giderse Öksüz'e ne bir ev, ne de bir aile ortamı sağlayabilecektir. Bu nedenle gidip ustasıyla konuşur ve Mevlüt için de iş ister. Bayram'a çok güvenen usta onun bu isteğini kabul eder. Bayram içinde büyük bir sevinçle Mevlüt'ün yolunu tutar. Eve vardığında Mevlüt "Ben de seni çağıracaktım, konuşacaklarım vardı." der. Bayram Mevlüt'e ona iş bulduğunu söyler, fakat Mevlüt ve Elmas bir hafta içinde köyden ayrılmaya karar vermişlerdir. Her ne kadar Bayram onları ikna etmeye çalışsa da, başarılı olamaz.

Kısa bir süre sonra Mevlüt'lerin evinin kapısı yumruklanır. Onlar bunun kendi köylerinden kaçtıkları için peşlerinden gelen kanlıları olduğunu düşünür. İçeri maskeli adamlar girer ve Mevlüt'ü sürükleyerek köyün meydanına çıkarırlar. Elmas köyün tüm erkeklerinin köy meydanına toplandığını görünce bunun bir terörist baskını olduğunu anlar. Kadınların ve çocukların gözlerinin önünde Başbağlar Köyü'nün tüm erkekleri kurşuna dizilir. Bunun üzerine Elmas koşarak eve gider ve Erdal ile Öksüz'ü saklamaya çalışır. Bu sırada teröristlerden biriyle çatışır, onun yüzünü keser ve o zaman onun yıllar önce evden kaçan erkek kardeşi olduğunu anlar. İçeri giren başka bir terörist ise arkadaşına yapılanı görünce Elmas'ın oğlunu öldürür. Bu arada Elmas'ın erkek kardeşinin ağacın dalları arasına sakladığı Öksüz ise kurtulur.

PKK baskınından sonra Bayram, Vali'nin odasına gelir ve teröristlerin tekrar salındığını söyler. Vali başta buna inanmasa da sonradan telefonla gerçek olduğunu öğrenir ve müdahele etmek için hemen mahkemeye gider. Bu sırada köprü yapımı için çalışmalar yapılmaktadır. Belediye Başkanı, Erzincan'ın yerlisi olan müteahhitler ve vali bir olup en sonunda Ankara'dan bir mühendisle anlaşırlar. Köprünün masraflarını devletin karşılamayacağını anladıklarından ülkenin Erzincan'lı zenginlerinden para yardımı toplarlar. Vali mühendisi köye çağırır. Her ne kadar Hüdai bir yerli mühendis olarak Ankara'lı mühendisi ve projesini hiç beğenmese de, valilik projeyi kabul eder. Köprü çelikten yapılacaktır, tam yüz kırk ton ağırlığında olacaktır. Ankara'lı mühendisin inşa edeceği köprü ilk kez kullanılacak olan bir sistemle Ankara'da yapılacak, sonra parçalara ayrılıp demir çubuklar halinde Erzincan'a taşınacak ve parçalar tekrar birleştirilecektir. Köprünün Başpınar tarafında oturacağı nokta doldurularak üç yüz metre açıklık, altmış metreye düşürülecektir. İşte çelik köprü de bu dolgunun üzerindeki beton ayağın üzerine konacak ve karşı yakadaki diğer ayağa uzatılacaktır. İşin dolgu kısmını Hüdai'nin bulduğu bir müteahhit tamamlayacak, üzerine kızakları Hüdai yerleştirecek, geri kalanı ise Ankara'daki köprü tamamlanınca mühendis halledecektir.

Bu sırada Elmas hastanede yatmaktadır, vücudunda bir çok yanık olduğundan uzun bir süre hastanede kalması gerekmektedir. Elmas hastanede olduğundan Bayram, Öksüz'ü, Hatçe adında başka bir kadına emanet etmiştir. Öksüz analığını özlemekte ve sürekli ağlamaktadır. Bayram ilk seferde yanına Öksüz'ü almadan Elmas'ı ziyarete gider. Elmas çok solgundur. Hemşire böyle giderse onun çok kısa sürede açlıktan öleceğini söyler. Bayram ne sorsa Elmas cevap vermemektedir, en sonunda Bayram "Öksüz de seni çok özledi." der. Bunun üzerine Elmas ilk kez gözlerini yerden ayırır ve Bayram'a bakar. Bayram bir dahaki gelişine Öksüz'ü de yanında getirir. Elmas'ın kokusunu alan Öksüz keskin yanık ilaçlarının kokusunun da etkisiyle ağlamaya başlar. Elmas hemen Öksüz'ü emzirmeye başlar ve o da aynı şekilde ağlamaktadır. Bunu gören doktor Bayram'dan Elmas'ın iyileşmesi için her gün Öksüz'ü hasteneye getirmesini ister. Aslında Bayram'ın da başka çaresi yoktur, çünkü Öksüz Hatçe'nin evindeyken bile hep analığını özlemektedir. Bayram müteahhiti arayıp bir aylığına işten çıktığını söyler. Elmas'ın tedavisi bitene kadar her gün Öksüz'ü hasteneye götürüp getirmeye karar verir.

Aradan 2 yıl geçmiş ve Ankara'daki köprünün inşaatı bitmiştir. Mühendis bu haberi valiye müjdeler ve en kısa sürede köprünün parçalarının montaj ekibiyle birlikte Kemaliye'ye geleceğini söyler. Montaj ekibi köye ulaştıktan sonra Ankara'dan mühendisin kalp krizi geçirdiği haberi gelir. Bu, işlerin biraz daha uzayacağı anlamına geldiğinden Vali'nin morali bozulur ama yine de ümidini yitirmez. Tek sıkıntısı Erzincanlı'ların sürekli onu suçlaması ve olup bitenlerin hesabını ona sormasıdır.

Bu sırada yeni bir terör saldırısı daha gerçekleşir. Teröristler Fırat üstündeki tek feribotu yakmışlardır. Olay montaj ekibini korkutur ve bir yıl projeye ara verilir.

Bir yıl sonra artık herşey hazırdır, tek sorun o kadar ağır bir köprünün nasıl karşı yakaya geçirileceğidir. Bu aşamaya kadar kimse bu konuyu düşünmemiştir. Vali Karayolları'ndan yardım ister fakat bir süre önce kendi emekleriyle yeniledikleri yol bir gazetede Karayolları'nın aleyhinde bir haber olarak yayınlandığı için, teklifi kabul edilmez. Sonunda Çemişgezek'te Belediye'nin elinde üç yüz tonluk kızakta bir feribot bulunur. Artık tek umut bu feribottur.

Vali, Kaymakam ve ekibini feribotu almak için Bölge Müdürü'nü ikna etmek amacıyla Elazığ'a yollar. Bölge Müdürü köprünün o teknikle taşınacağına ikna olmadığı için feribotu vermez. Vali mühendisleri yanına çağırır ve onlara taşınıp taşınamayacağı konusunda eminler mi diye sorar ve tekrar Bölge Müdürü'nü arar. Hararetli bir telefon görüşmesi sonrasında karşı tarafı ikna eder. Feribotun bir an önce Kemaliye'ye ulaşması gerekmektedir; çünkü su seviyesi düştüğü anda köprü inşaatı bir yıl daha beklemek zorunda kalacaktır.

Bir hafta sonra feribot gelir ve köprünün karşı tarafa taşınması için hazırlıklar yapılmaya başlanır. Bütün Erzincan heyecanla bu olayı takip etmektedir. İlk denemelerde feribot gerçekten hiç ümit vermez, sürekli motor bozulur ve saatlerce tamir edilmeye çalışılır. En sonunda tam herkes ümidini yitirmişken köprü karşıya geçirilir ve iki parçası birleştirilerek yerine oturtulur. Köyde bayram havası yaşanır, yıllardır süren hasret ve çile sona ermiştir ve vali adını unutulmamak üzere Erzincan'lıların kafasına kazımıştır.

Bayram ve Vali birlikte köprünün üstünden geçerler. Bayram Vali'ye Elmas'ı nikahına aldığını müjdeler. Öksüz'ün ise adı değişmiştir, Bayram ona Vali'nin ismini vermiştir.

Kıbrıs'ta Kanlı Noel-1963 (Abdulhaluk Çay) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Kıbrıs'ta Kanlı Noel-1963

Kitabın Yazarı : Doç.Dr.Abdulhaluk ÇAY

Kitap Hakkında Bilgi :

Sürekli gündemde bulunan Kıbrıs sorununu yeni kuşaklara aktarmak ve adada gelişen olayları tüm tarafsızlığı ile bir daha açığa vurmak üzere yazılmış Kanlı Noel-1963 son yarım yüzyılı ile Kıbrıs'ı sorgulama amacı gütmüştür.

Kitabın Özeti :

Kıbrıs, Türkiye'nin yumuşak karnına dayanan sivri bir süngü. Günümüz Türkiye'sinin önemli meselelerinden birisi. Kıbrıs meselesi, daha doğru bir ifade ile Türk-Yunan münasebetleridir.

Her vesile ile Türkiye ile olan münasebetlerinde 'mesele yaratmakta' eşsiz olan Yunanistan, tarihi ve siyasî hiçbir hakkı olmadığı halde Kıbrıs'ı da Türkiye ile arasında yeni bir mesele haline getirmeyi başarmakta gecikmemiştir. Kıbrıs'ın son yüzyılı; Kıbrıs'ta işlenen vahşi cinayetler, Kıbrıs Türkünün dramı, küçük Yunanistan'ın emperyalist politikasının bir aynası olmuştur. Özellikle 1963 yılı Kanlı Noeli, Kıbrıs Rumları ile Yunanistan'ın düşmanlıklarını hangi noktaya kadar götürebileceklerini ortaya koymuştur.

ENOSIS, yani Kıbrıs'ın Yunanistan'a ilhakı emellerine tek engel teşkil eden Kıbrıs Türk toplumunu ani bir saldırı sonunda yok etme teşebbüsü Rum-Yunan ikilisinin insanlık adına lanetlenmesi gereken bir davranışı niteliğinde idi. Ancak 1963-1974 arası adadaki vahşeti görmeyen ya da görmezlikten gelen, Kıbrıs Türklerinin seslerine ve yalvarma çığlıklarına kulaklarını tıkayan, başta Birleşmiş Milletler olmak üzere bazı devletler ve uluslar arası camiadaki kuruluşlar hâlâ bu ısrarlı tutumlarından vazgeçmemekte diretmekte ve sürekli gerçeklerden uzaklaşmaktadırlar. Yunan yayılmacı politikası denilebilir ki bu gibi tutum ve davranışlar yüzünden çılgınca bir biçimde gündemde kalmakta ve Yunanistan, medeni saydığımız bu camianın desteğiyle sıklıkla sonuçlarını dahi düşünemediği savaş çığırtkanlıklarına teşebbüs etmede kendinde cüret bulabilmektedir. Nitekim tarihe 1963'ten 1974'e kadar ne olduğu sorusunu soracak olursak Akdeniz'in ortasındaki bu adada yıkılan ve yanan köyleri, şehirleri, yollarda gezen cesetleri, tecavüze uğramış genç-yaşlı kadınları, küvetler içinde kurşunlanmış çocukları ve bebekleri ve insan dahi denemeyecek bir ulusun gözünü bürümüş kan zerrelerini; adaya çıkan Türk Mehmetçiğini ve Kıbrıs semalarında uçan Türk jetlerini Tanrı'nın kurtarıcı melekleriymiş gibi bekleyen ve kucak açan masum gözleri, asker postallarını öpen seksenlik ihtiyarları tarih acaba hangi köşesinde sakladı. Kıbrıs gerçeği bu bakımdan Türk-Yunan münasebetlerinin küçük bir kesitidir. Bu kesitte Kıbrıs Türkünün yaşama kavgası kadar Türkiye'nin komşu Yunanistan'ın emperyalist politikasına dur demesi de yer almaktadır.

Tarih bir bakıma insanlığın "ortak bellek''idir. Bu yapısı ile millî tarih, ait olduğu milletin hafızasıdır. Tarihini unutmak, bilmemek o milletin hafızasını kaybetmesi demektir. 1974 Barış Harekâtı sırasında adada bulunan bir Almanın "Yunanlıların kasaplığını insan zekası kavrayamaz'' ifadesinde belirttiği gibi; iki aylık bebeklerden, doksanlık ihtiyarlara kadar en vahşice saldırılarda bulunabilen bir toplumla değil bir arada yaşamak, sınır komşuluğu yapmak dahi ne kadar riskli ve tehlikelidir .

Nitekim adayı sürekli alevlendiren Yunanistan, tarihte Türk ırkına karşı olan hıncını ve sürekli yenilmişlik kompleksini içine sindirememekte, sinsice masum sivilleri katlederek bu yarayı sürekli açık tutmaya ve deşmeye gayret etmektedir. 1963 yılında Kanlı Noel'le başlangıcı tarihe geçen adanın Yunanistan'a ilhakı projesi hala geçerliliğini korumakta sandığımız gibi Türk Kuvvetleri'nin icra ettiği 1974 harekâtı ile sona ermemektedir.

Günümüzde fiilen bir EOKA örgütü, bir resmî ENOSIS düşüncesi ve ilkesi Yunan kanunları ve anayasasında yer almamakla birlikte bunu dolaylı vasıtalarla, Avrupa Birliği, Nato, Birleşmiş Milletler gibi Türkiye'nin dış politikası ve diplomasisinde hayat sahası olarak tanınan uluslar arası her ortamda bir silâh olarak kullanabilmekte, zaten kendine hedef ve hasım olarak KKTC'yi değil tüm Türk ırkını görmekte ve diş bilemektedir.

Aynı zamanda Yunan ve Rum ikilisi ada hakkında her türlü diplomatik uzlaşma arayışlarına kendi mantıkları çerçevesinde sürekli bahaneler bularak sorunu içinden çıkılması oldukça güç hatta imkânsız kısır bir döngü içine sokmaktadırlar. Yıllar geçtikçe ortaya çıkan her yeni şahit adada sadece Türklere değil, ada topraklarında savaş istemeyen kendi soydaşlarına da yaptıkları çılgınlıkları bir bir uluslararası camianın gözleri önüne sürmekte, artık Avrupa devletlerinin bir zamanlar yaptıkları hatanın nerelere vardığını, kısacası gerçekleri anlayıp görmeleri gerekmektedir.

Ada, Türkiye için herşeyden önce milli bir dava olmakla birlikte bulunduğu jeostratejik konumu ile de Türk devletine Akdeniz gibi uluslar arası bir denizde artı puanlar sağlamakta, adanın Yunanistan'a bırakılması ise adeta Türkiye'nin yumuşak karnı altındaki bu süngüyü ne zaman saplayacağını tedirgince beklemek anlamına gelmektedir.

Millî davalar, uğruna kan dökülen, tüm bir milletin etrafında kader birliği oluşturduğu, gerektiğinde ölümün üzerine düşünmeden atlanacağı hususlardır ki ölünür ama bu yoldan dönülemez. İşte Kıbrıs hususunda bu duygumuzu kaybetmediğimiz, ada topraklarında yatan şehitlerimizi unutmadığımız sürece Kıbrıs daima Türk'tür ve Türk kalacaktır.

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...