20 Ekim 2019 Pazar

Balıkçı ile Ecinni Öyküsü - Binbir Gece Masalları


Masalın Adı : Balıkçı ile Ecinni Öyküsü

Masalın Yazarı : Binbir Gece Masalları

3. Gece
İşittim ki ey bahtı güzel Şâhım! Bir zamanlar, yaşı epeyce ilerlemiş, evli barklı, 3 çocuk babası, oldukça fakir bir balıkçı varmış. Ağını her gün suya sadece 4 kez atar; sonuç almasa da bir daha denemezmiş. Böylece, günlerden birgün öğle saatinde, deniz kıyısında sepetini yere koyup ağını fırlatmış ve ağın suyun dibini bulmasını beklemiş. Sonra ipleri toparlamış, ağ öyle ağırmış ki, kendine doğru çekmeyi başaramamış. O da, uçları toprağa kakılı sağlam bir kazığa bağlamış. Sonra soyunmuş; suya dalıp ağın çevresinde yüzmüş, ağı karaya çekinceye kadar çabalayıp durmuş. Başarısından mutlu giyinmiş, ağa yaklaşıp bakmış ki, içinde bir eşekleşi yatmakta... Bunu görünce üzülmüş; ve "Yüce ve güçlü Allah'tan daha yüce ve güçlüsü yoktur" demiş. Sonra da, "Fakat gerçekten, Allah'ın bana bu bağışı çok şaşırtıcı!" diyerek kendi kendine şu dizeleri okumuş:

Ey dalgıç! Gecenin karanlıklarında döner durursun! Ve körü körüne yitirirsin her şeyi. Bırak bu zahmetli çabayı, çek git! Çünkü baht devinmeyi sevmez!

Ağını leşten kurtarıp, suyunu sıkıp akıtınca, Allah'ın adını anarak, onu yeniden suya fırlatmış ve ağın suyun dibine ulaşmasını beklemiş. Sonra da çekmeyi denemiş; fakat ağın çok ağır olduğunu ve ilk seferinkinden de daha çok dibe çöktüğünü anlamış. Büyük bir balık yakaladığı düşüncesine kapılarak soyunup suya dalmış; ağı kurtarıncaya kadar çabalamış ve onu kıyıya çekince çamur ve kumla dolu bir küp yakaladığını anlamış. Bunu görüp umudu kırılınca, şu dizeleri okumuş:

"Ey kötü talih, artık yeter! Allah'ım kullarına acı! Ne hazin ki, yeryüzünde hiçbir Ödül yeteneğe eşit değildir. Çoğu kez, evinden çıkar bahtımı ararım. Epeyce oldu, öğrendim artık, baht ölmüştür. Bu ne yoksulluk! Ey talih, gölgene sığınırlar fakat sen, bilgeleri sürgün eder, dünyayı budalalara yönettirirsin!"

Sonra küpü uzaklara fırlatmış, ağını sıkmış, isyanından dolayı Allah'tan bağışlanma dilemiş ve 3. kez deniz kenarına gelmiş. Ağını fırlatmış ve dibi bulana kadar beklemiş sonra da çekerek kırık testiler ve cam parçalarıyla dolu olduğunu görmüş. Bunu görünce bir şairin şu dizelerini okumuş:

Ey şair! Bahtın rüzgârı hiç senden yana esmeyecek! Biliyor musun saf kişi! Ne kamış kalemin, ne yazının ahenkli kıvrımları seni asla zenginleştirmez!

Sonra başını göğe kaldırarak, haykırmış: "Allah'ım! Biliyorsun! Ağımı 4 kezden fazla fırlatmam! Oysa daha şimdiden 3 kez fırlatmış bulunuyorum." Bunu izleyerek Allah'ın adını bir kez daha anmış ve ağını denize fırlatmış ve beklemiş dibe ulaşsın diye,.. Bu kez, tüm çabalarına karşın dipteki kayalara daha da fazla takılmış olan ağını çekmeyi başaramamış; ve bağırmış: "Allah'tan yüce ve güçlü varlık yoktur!" diye. Sonra soyunup ağın çevresinde denize dalıp çıkmış. Ağı kayalıktan kurtarıp karaya çıkarıncaya kadar çabalayıp durmuş. Ağı açmış, bu kez içinde sarı bakırdan, içi dolu ve dokunulmamış büyük bir küp bulmuş. Küpün ağzı kurşunla kaplanmış ve Davut Peygamber'in oğlu Hz. Süleyman'ın mührüyle mühürlenmiş imiş. Bunu gören balıkçı pek sevinmiş. Kendi kendine, "İşte çarşıda kazancılara satabileceğim bir şey buldum. Herhalde en az on dinar eder" demiş; küpü sallamaya başlamış ancak ne denli ağır olduğunu anlayınca, kendi kendine, "Açıp içinde ne olduğunu görmem gerek! Onu torbama koyar, sonra götürür kazancılar çarşısına satarım." diye düşünmüş.

Bıçağını eline alıp küpün ağzından kurşunu sökünceye kadar uğraşmış. Sonra da küpü tersine çevirmiş, içindekiler yere dökülsün diye sallamaya başlamış. Fakat küpten yere hiçbir şey düşmemiş. Sadece yerden göğün mavisine yükselen ve toprağa yayılan bir duman oluşmuş. Balıkçı çok şaşırmış. Sonunda, dumanın yayılması bitince yoğunlaşma başlamış, bir titreşim sonunda, ayakları yerde sürünürken, başı bulutlara değen bir ifrite dönüşmüş. Bu ifritin başı bir kubbe, ayakları direk, ağzı mağara, elleri dirgen, dişleri çakıl, burnu testi, gözleri meşale gibiymiş, saçları dağınık ve tozluymuş. Bu ifriti görünce balıkçı korkmuş. Her yanı titreyerek dişleri birbirine kenetlenmiş; tükürüğü kurumuş ve gözleri ışıktan körleşmiş.

İfrit, balıkçıyı görünce, "Allah'tan başka Tanrı yoktur, Süleyman da Allah'ın peygamberidir!" diye bağırmış; ve balıkçıya seslenerek,"Ve sen, ey Süleyman, Allah'ın peygamberi! Beni öldürme, bir daha sana karşı gelmeyeceğim, emirlerine karşı çıkmayacağım!"demiş. Balıkçı, "Ey asi ve küstah dev! Ne cesaretle Süleyman'ın Allah'ın peygamberi olduğunu söylersin? Süleyman öleli bin 8 yıl oldu ve biz, kıyamete yakın bir zamandayız. Ya senin anlattığın öykü ne? Bu küpe nasıl girdin, sen?" demiş. Bu sözleri duyan ecinnî, balıkçıya, "Allah'tan başka tanrı yoktur. Sana iyi bir haber vereyim balıkçı" demiş. Balıkçı da, "Ne söyleyeceksin?" diye sormuş. İfrit,"Ölümünü! Hem de şu saatte... ve de en korkunç şekilde" diye yanıt vermiş. Balıkçı buna, "Bu haber için Allah layığını versin, ey ifritlerin sultanı" demiş; "Allah seni korumasın! Seni bizden ırak kılsın! Niye benim ölümümü istersin? Ölümü hak edecek ne yaptım ben? Seni küpten kurtardım, denizdeki zindanından azat ettim ve yeryüzüne çıkardım!" İfrit demiş ki, "Yeğ tuttuğun ölümü kendin beğen ve de ne biçimde öldürülmek istediğini söyle!" Balıkçı, "Böylesine bir cezayı hak edecek ne gibi bir suç işledim?" diye sormuş. İfrit. "Ey balıkçı. öykümü dinle bak!" demiş. Balıkçı da "Anlat öyleyse, fakat kısa kes! Çünkü ruhum sabırsızlıktan ayak ucumdan çıkmak üzere" demiş.

İfrit, anlatmaya başlamış: "Bil ki ben, asi ecinnîyim. Davut'un oğlu Süleyman'a karşı çıktım. Adım Sakı el-cinnî'dir. Süleyman, benim üzerime veziri Barkiya Asaf'ı gönderdi. Tüm çabalarıma karşın vezir, beni tuttu ve Süleyman'ın ellerine teslim etti. O anda burnum sürtüldü, kendimi aşağılanmış hissettim. Beni görünce Süleyman, Allah'a şükretti ve benden onun dinine girmemi ve emrine tabi olmamı istedi. Fakat ben, reddettim. Bunun üzerine bu küpü getirtti ve beni hapsetti. Sonra ağzını kurşunladı ve yücelerin yücesinin adıyla mühürledi; ve iman etmiş afârite (ifritlere) emir verdi. Beni omuzlarına alarak denizin orta yerine atıverdiler. Denizin dibinde yüzyıl kaldım, içimden; 'Beni kim kurtarırsa onu servete boğacağım' dedim. Fakat yüzyıl daha geçti beni kimse kurtarmadı. ikinci yüzyıl bitince, kendi kendime, 'Beni kurtaracak olana, toprağın definelerini bulup vereceğim' dedim. Fakat beni kimse kurtarmadı. Böylece dört yüzyıl geçti; kendi kendime, 'Beni kurtaracak olana istediği 3 şeyi vereceğim' dedim. Fakat beni kimse kurtarmadı. O zaman müthiş bir hiddete kapıldım kendi kendime, 'Şimdi artık beni kim kurtarırsa, onu öldüreceğim. Fakat ona ölümünü seçme fırsatım da tanıyacağım' dedim, işte tam bu sırada, ey balıkçı, sen gelip beni kurtardın. Hangi biçimde öldürülmeyi istiyorsun, söyle bakalım!" demiş.

İfritin bu sözleri üzerine, balıkçı, "Hey Yarabbi!" demiş; "Ne inanılmaz şey! Seni kurtarmak demek bana nasipmiş. Ey ifrit, gel beni affet, Allah da seni affetsin! Ama, beni öldürürsen, Allah da seni kahretmek için birilerini yoluna çıkarır." demiş. Bunu duyunca ifrit, "Fakat seni öldürmek istiyorsam, bu sırf beni kurtarmış olmandan dolayıdır." demiş. Balıkçı da, "Ey ifritlerin şeyhi, sana iyilik yapanı kötülükle karşılaman doğru mu? Oysa atasözleri hiç yalan söylemez." Ve balıkçı bu konuda şu dizeleri okumuş:

"Acının tadını tatmak istersen herkesin derdine ortak ol! Kederini yatıştır! Yaşantıma yemin olsun ki, çakallar minnet bilmezler. İstersen dene! Durumun Amr'ın anası Mâcir gibi olacaktır."

Ama, ifrit ona, "Çok konuştun. Kesinlikle, senin ölmen gerektiğini bil!" O zaman balıkçı, kendi kendine, "Ben bir insanoğlundan başka bir şey değilim. O ise, bir ecinnî fakat Allah, bana tutarlı bir akıl vermiş. Onu yok etmek için bir tertip bulmak, kurnaz bir hile hazırlamak isterim. Bakalım o da, sırası gelince kötülüğü ve kurnazlığıyla bir düzen kurabilecek mi?" demiş. Bunun üzerine ifrite, "Gerçekten benim ölümüme karar verdin mi?" diye sormuş. İfrit, "Hiç kuşkun olmasın!" yanıtını vermiş; o zaman balıkçı, "Süleyman'ın mührü üstünde adı bulunan Allah adına, soruma doğru olarak cevap vermeni senden rica ediyorum" demiş. İfrit, Allah'ın adını işitince, çok heyecanlanmış ve şaşakalmış ve "Sorabilirsin; ben de doğru olarak yanıt vereceğim" demiş. Bunun üzerine balıkçı, "Nasıl oluyor da, senin ancak elini ya da ayağını sokabileceğin küpe, tüm olarak sığabiliyorsun?" demiş, ifrit, "Acaba bundan kuşku mu duyuyorsun?" diye sormuş. Balıkçı "Doğrusu küpe girişini gözümle görmedikçe, buna asla inanmam!" demiş.

Fakat o anda Şehrazâd şafak söktüğünü görmüş, ruhsatlı konuşmasını kesmiş...

Üçüncü Şeyhin Öyküsü - Binbir Gece Masalları


Masalın Adı : Üçüncü Şeyhin Öyküsü

Masalın Yazarı : Binbir Gece Masalları

Ey Sultan, ey ecinniler başı! Bu katır benim karımdı. Bir zamanlar yolculuğa çıkmış, ondan tam bir yıl uzakta kalmıştım. İşlerimi bitirince bir gece, ansızın onun yanına döndüm ve onu yatağın halı örtüsü üzerinde bir zenci köle ile yatarken buldum. Oorada ikisi konuşuyor, kırıtıyor, gülüyor, öpüşüyor ve şakalaşarak birbirini azdırıyorlardı. Beni görür görmez, karım hemen ayağa kalkıp bir testi suyla üzerime saldırdı. Bu testiye bazı sözcükler mırıldandı ve suyu üzerime serpti. Bana da, "Kendine özgü kılıktan çık, köpek kılığına gir!" dedi. Ben hemencecik bir köpek oldum. Beni evden kovdu. Çıktım, uzun süre sokaklarda süründükten sonra bir kasap dükkânına ulaştım. Dükkâna yaklaşıp oradaki kemik parçalarını yemeye başladım.
Dükkân sahibi beni fark etti ve alıp evine götürdü. Kasabın kızı beni görünce, hemencecik yüzünü örttü ve babasına, "Böyle mi yapılır? Birlikte bir erkek getiriyor ve eve sokuyorsun!" dedi. Babası, "Hani nerede bu erkek?" diye sorunca; "Bu köpek bir insanoğludur. Onu bir kadın büyülemiş. Ben onu kurtarma gücüne sahibim" diye yanıt verdi. Bu sözleri duyunca, babası, "Öyleyse Allah aşkına onu kurtar kızım!" dedi. Kız eline bir testi su aldı; üzerine birkaç sözcük mırıldandıktan sonra birkaç damlasını üstüme serpti; ve "Bu kılıktan çık, ilk haline dön!" dedi. Hemen eski halime döndüm; ve genç kızın elini öptüm. Ona, "Şimdi senden, beni büyüleyen karımı büyülemeni diliyorum" dedim. Bunun üzerine bana bir miktar su verdi ve "Karını uyur vaziyette bulursan, onu bu suyla ıslat! İstediğin kılığa girecektir" dedi. Gerçekten, onu uyurken buldum ve üzerine su serperken, "Bu kılıktan çık, katır şekline gir!" dedim. Hemen o an katıra dönüştü.

Ecinni katıra dönerek, "Doğru mu bu anlattıkları?" diye sormuş. Katır, başını öne doğru sallayıp, hal diliyle, "Ah evet! Ah evet! Çok doğru!" demek istemiş, Bu öykü ecinniyi zevk ve heyecanla titretmiş ve ihtiyara kanın geri kalan üçte birini bağış olarak sunmuş. Tam o sırada, Şehrazat günün doğmakta olduğunu görerek, verilen izni aşmak istemediğinden yavaşça susmuş. Bunun üzerine kızkardeşi Dünyazat, "Ablacığım, sözlerin ne kadar tatlı, zarif ve güzel! Ve de kulağa ne kadar hoş geliyor!" demiş. Şehrazat, "Ama şah beni bağışlar yine hayatta kalırsam, gelecek gece anlatacaklarımın yanında hiç kalır" yanıtını vermiş. Şah, kendi kendine "Doğru, öykünün şaşırtıcı sonunu öğrenmeden onu öldürmeyeceğim" demiş.

Sonra Şah ile Şehrazat geceyi sabah oluncaya kadar beraber geçirmişler. Bundan sonra şah çıkıp divana gitmiş. Vezir de öteki saraylılar da gelmişler. Salon dolunca, şah yargılayıp atamalar yapmış; buyruklar verip işlerini tamamlamış. Bu böylece akşama kadar sürmuş.
Sonra divan dağılmış; Şah Şehriyar da sarayına dönmüş. Ve Üçüncü Gece Gelince Dünyazat, "Ablacığım"demiş; "Senden anlattığın öyküyü tamamlamanı rica ediyorum". Şehrazat da, "Tüm dost ve cömert yüreğimle!" diyerek yanıt vermiş. Sonra da sözünü sürdürmüş:

Ey bahtı güzel şahım! İşittim ki, üçüncü şeyh üçünün en şaşırtıcı olan öyküsünü anlatınca ecinni çok şaşırmış ve de zevkten ve heyecandan titreyerek, "Cinayetin bedelinin geri kalanını da bağışladım, taciri bırakıyorum" demiş.

Bunun üzerine tacir mutluluktan uçarcasına şeyhlerin önüne gelmiş; onlara teşekkürler etmiş. Onlar da kendilerince onun ölümden kurtulmasını kutlamışlar; ve sonra her biri ülkelerine gitmişler.

"Ancak" diye sözünü sürdürmüş Şehrazat, "Bu öykü balıkçının öyküsü kadar şaşırtıcı değildir". Şah, "Neymiş bu balıkçının öyküsü?" diye sormuş: Şehrazat da anlatmaya başlamış: ..... devamı Balıkçı ile Ecinni Öyküsü

İkinci Şeyhin Öyküsü - Binbir Gece Masalları


Masalın Adı : İkinci Şeyh'in Öyküsü

Masalın Yazarı : Binbir Gece Masalları

2. Gece
Bil ki ey ecinni, şahların efendisi, bu iki köpek benim kardeşlerimdi. Babamız ölünce, bize miras olarak üç bin dinar bıraktı. Ben, hisseme düşenle, alışverişe koyulduğum bir dükkân açtım. Kardeşlerimden biri ticaret yapmak üzere geziye çıktı, kervanlara katılarak bir sene kadar bizden uzakta kaldı. Döndüğü zaman elinde avcunda hiçbir şey kalmamıştı. Ona dedim ki, "Kardeşim, ben bu geziye çıkmamanı salık vermiştim sana." Ağlamaya başladı ve: "Kardeşim" dedi; "Kudretli ve yüce olan Tanrı, bunun böyle olmasını istedi."

Artık sözlerin bana hiçbir yararı yok, çünkü hiçbir varlığım kalmadı." Bunun üzerine onu dükkâna götürdüm. Sonra da hamama gittik, onu en iyi cinsten bir esvapla donattım. Sonra da oturup birlikte yemek yedik. Ona, "Kardeşim, sana kazancımın geçen yıldan bu yıla hesabını çıkarayım ve sermayeye dokunmaksızın, bu kazancı seninle paylaşalım!" dedim. Hesaplanınca o yıl bin dinar kâr sağladığımı gördüm. Kudretli ve Yüce Tanrı'ya hamdettim, en yoğun neşeyle keyiflendim. Sonra kazancı iki eşit parçaya bölerek kardeşimle paylaştım. Ama, kardeşlerim, yeniden ayrılmayı kararlaştırdılar. Benim de onlarla birlikte gitmemi istiyorlardı. Ancak ben bunu asla kabul etmedim ve onlara, "Geziye çıkmakla sanki ne kazandınız da, beni size öykünmeye zorluyorsunuz" deyince bana sitem ettiler. Ancak sonuç alamadılar çünkü onlara uymadım. Böylece, her birimiz kendi dükkânlarımızda bütün bir yıl alışverişle uğraştık. "Fakat onlar yeniden bana gezi önerisinde bulundular, ben yine onlara uymadım. Bu böyle tam altı yıl sürdü. Sonunda kentten ayrılmak bakımından onlara uymak durumunda kaldım ve onlara, "Kardeşlerim elimizde kalan parayı sayalım!" dedim. Saydık ve tüm paramızın altı bin dinar olduğunu gördük. Bunun üzerine kendilerine, "Bunun yarısını toprağa gömelim! Başımıza bir felaket gelirse, kullanabilmek için. Her birimiz ticaret yapmak üzere biner dinar alalım!" dedim; "Allah görüşünü bağışlasın!" dediler. Bunun üzerine parayı aldım; iki eşit parçaya böldüm. Üç bin dinarı gömdüm; geri kalan üç bin dinarı aramızda eşit olarak dağıttım: her birimize biner dinar düşecek şekilde...

Sonra her birimiz çeşitli mallar satın alarak bir gemi kiralayıp tüm mallarımızı içine taşıttık ve yola koyulduk. Yolculuk tam bir ay sürdü; bu sürenin sonunda bir kente ulaşıp burada mallarımızı sattık. Her bir dinara karşılık on dinar kâr sağladık. Sonra bu kentten ayrıldık. Denizin kıyısına ulaştığımızda, orada eski ve yıpranmış giysiler içinde bir kadın gördük. Kadın benim yanıma yaklaştı elimi öperek, "Efendim, yardım edip beni kurtarır mısınız? Ben size elbet bunun karşılığım öderim" dedi. "Kuşkusuz yardım edip seni kurtarırım. Ama karşılığını ödemek zorunda olduğunu düşünme!" dedim. Bana, "Öyleyse benimle evlenin! Beni kendi ülkenize götürün! Size tüm varlığımı adayayım! Bunu benden esirgemeyin! Ben minnettarlığın ve iyiliğin ne olduğunu bilenlerdenim. Benim fakir görünüşümden de utanmayın!" dedi. Bu sözleri duyunca, ona taa içimden bir acıma duydum; zira kudretli ve Yüce Tanrı'nın iradesine karşı durmak mümkün değildir. Onu yanıma aldım; zengin elbiseler giydirdim ve gemide altına şahane halılar serdim. Ona tam ve yürekten ve de incelikli bir karşılamada bulunmamdan sonra yola koyulduk.

Yüreğim onu büyük bir aşkla sevdi ve o andan itibaren gece ve gündüz hiç yanımdan ayırmadım. Kardeşlerimin arasında, sadece ben, onunla ilgileniyordum. Bu yüzden kardeşlerim beni kıskandılar; benim zenginliğime ve mallarımın üstün niteliğine de imreniyorlardı. Bende olan her şeye aç gözlülükle bakıyorlar; benim ölümümü ve paramı ele geçirmeyi düşünüyorlardı. Çünkü, Şeytan davranışlarını, onlara en güzel renkler içinde gösteriyordu.

Bir gün karımın yanında uyurken, bize yaklaşıp ikimizi de alarak denize attılar. Karım suda uyandı; bir çırpıda değişip ifriteye dönüştü. Beni omzuna aldı ve bir adaya götürüp bıraktı. Sonra bütün gece gözden kayboldu. Sabahleyin dönüp bana, "Beni tammadın mı? Senin karınım, ben. Yüce Tanrı'nın izniyle seni ölümden kurtarıp buraya getirdim. Çünkü, bil ki ben bir ecinniyeyim. Gördüğüm andan beri gönlüm sevdii sadece Allah böyle istediği için ve ben Allah'a ve koruyup kutsadığı Peygamberine inanırım. Fukara kılığında senin yanına geldiğim halde yine de benimle evlenmek istedin. O zaman, ben de karşılık olarak, seni sudan çıkarıp ölümden kurtardım. Kardeşlerine gelince, onlara çok kızdım, kuşkusuz onları öldürmem gerek!" dedi.

Bu sözleri duyunca, çok şaşırdım; yaptığına teşekkür ettim; ve ona "Kardeşlerimin yok edilmesine gelince, gerçekten buna gerek yok!" dedim. Sonra ona, başından sonuna kadar, kardeşlerimle aramızda olup bitenleri anlattım. Sözlerimi duyunca, bana 'Ben bu gece onların yanına uçacağım ve gemilerini batıracağım. Ölüp gitsinler!" dedi. Ona, "Allah aşkına, sakın bunu yapma! Zira atasözü, 'Ey layık olmayan kimseye yardım eden! Bil ki, suçlu, işlediği suçuyla zaten yeterince cezalandırılmıştır' der. Sonra, ne de olsa onlar benim kardeşlerimdir" dedim. Bana, "Mutlaka onları öldürmem gerek!" dedi. Boşuna hoşgörüsüne sığındım. Sonra beni omuzlarına aldı, uçtu ve evimin taraçasına bıraktı. Evimin kapılarını açtım; üç bin dinarı sakladıkları yerden çıkardım ve gerekli iş ve adet hükmündeki hatır ziyaretlerini yaptıktan sonra dükkânımı açtım; yeniden mal satın aldım.

Akşam olunca dükkânımı kapadım; eve dönünce bir köşeye bağlanmış bu iki köpeği gördüm. Beni görünce, ayağa kalkıp ağlamaya, giysilerime sürtünmeye başladılar, o anda karım koşarak geldi ve, "Bunlar senin kardeşlerin!" dedi. Ona, "Ama kim bunları bu hale sokmuş?" diye sordum, "Ben! Büyü alanında benden daha bilgili olan kızkardeşime rica ettim; o da bunları on sene geçmeden kurtulmamak üzere, bu hale soktu" dedi. "İşte ey kudretli ecinni, bundan dolayı buraya geldim; artık on sene dolduğu için baldızımı bulup onları kurtarmasını dileyeceğim. Buraya ulaştığımda şu iyi yürekli genci gördüm, serüvenini öğrendim, onunla aranızda olup biteceği görmeden de bir yere gitmek istemedim.

Benim öyküm de böyle!" deyip sözünü bitirmiş. Ecinni, "Bu gerçekten şaşırtıcı bir öykü; cinayeti karşılayacak cezanın üçte birini daha affediyorum" demiş. Bunu izleyerek katırın sahibi olan üçüncü şeyh öne çıkmış ve ecinniye, "Ben sana bu ikisininkinden de harika bir öykü anlatacağım" demiş; "Sen de bana, karşılığında, cinayetin geri kalan kan bedelini bağışlayacaksın!" Ecinni, peki, öyle olsun!" diye yanıt vermiş. Ve üçüncü şeyh anlatmaya başlamış:..... devamı Üçüncü Şeyhin Öyküsü

Birinci Şeyhin Öyküsü - Binbir Gece Masalları


Masalın Adı : Birinci Şeyhin Öyküsü

Masalın Yazarı : Binbir Gece Masalları

Birinci şeyh şunları anlatmış: Bil ki ey yüce ifrit, şu gördüğün ceylan, benim amcanım kızıydı ve benim etim, kanım gibiydi. Onunla daha pek gençken evlendim ve birlikte otuz yıl yaşadık. Allah ondan çocuk sahibi olmamı istemedi. Bunun üzerine bir cariye edindim. Allah'ın lütfuyla bana dolunay kadar güzel bir oğlan çocuğu doğurdu. Hoş gözleri, birleşik kaşları ve kusursuz bir yapısı vardı. Yavaş yavaş on beş yaşında bir delikanlı oluncaya kadar büyüdü. O sırada önemli bir iş için uzak bir kente gitmek zorunda kaldım.

Amcamın kızı, şurada gördüğünüz ceylan, çocukluğundan beri büyücülüğe ve sihir sanatına kendini kaptırmış imiş. Sihirbazlık  bilgisiyle, oğlumu buzağıya, annesi olan cariyeyi de ineğe dönüştürmüş sonra da bunları çobanımızın bakımına terk etmiş. Ben, uzun bir süre geçtikten sonra geziden döndüm. Oğlumdan ve annesinden haber sordum; amcamın kızı bana, "Cariye öldü; oğlun kaçtı; nereye gittiğini bilmiyorum" dedi. Bütün bir yılı, yüreğimin acısıyla, gözüm yaşlı geçirdim. O yılın kurban bayramı gelince, çobandan, bana semiz bir inek ayırmasını söyledim. Bana iyice semiz bir inek getirdi -ama bu, şu ceylanın büyülediği cariyemdi- yenlerimi kıvırdım, giysimin eteklerini topladım ve bıçak elde, ineği kurban etmeye hazırlandım. Birden bire bu inek inlemeye ve alabildiğine gözyaşları dökmeye başladı. Bunu görünce duraksadım onu kurban etmesini çobandan istedim. İsteğimi yerine getirdi sonra da derisini yüzdü. Ama onda ne et ne de yağ bulduk; sadece deri ve kemikten oluşmuştu, O vakit, bunu kurban ettiğime pişman oldum ama pişmanlık neyime yarayacaktı?

Bunun üzerine onu çobana verdim ve dedim ki, "Bana iyice yağlanmış bir buzağı getir!" O da bana büyüyle buzağı haline getirilmiş oğlumu getirdi. Bu buzağı beni görünce ipini kopardı, bana doğru koştu. Ayaklarımın ucunda iniltilerle, gözyaşlarıyla yuvarlandı. Ona acıdım, çobana, "Bana bir inek getir, bunu bırak!" dedim.

Anlatının bu noktasında, Şehrazat sabahın belirdiğini görmüş; verilen izinden daha fazla yararlanmadan yavaşça susmuş. Bunun üzerine kızkardeşi Dünyazat, "Ablacığım, anlattıkların ne kadar tatlı ve zarif ve zevki nasıl okşuyor, bilsen!" demiş; Şehrazat, "Ama bunlar, eğer hükümdarımız beni bağışlar ve hâlâ hayatta olursam, yarın akşam ikinize anlatacaklarımın yanında hiç kalır" diye yanıt vermiş. Şah da kendi kendine, "Vallahi öyküsünün sonunu dinlemeden onu öldürmeyeceğim" demiş.

Sonra  Şehriyar ve Şehrazat gecenin geri kalan bölümünü birbirlerinin kollarında geçirmişler. Sabah olunca Şah Şehriyar, adalet dağıtmak üzere divana başkanlık etmeye gitmiş. Orada vezirin, kolunun altında öldüğüne inandığı kızı için hazırladığı kefenle gelmiş bulunduğunu görmüş. Ancak şah ona bu konuda hiçbir şey söylememiş ve adalet dağıtmaya devam etmiş. Kimilerini yeni görevlere atarken, kimilerine de işten el çektirmiş ve bu gün sonuna kadar sürmüş. Vezirse, vesveseli imiş, şaşkınlığının sınırlarına ulaşmış. Divan dağılınca, Şah Şehriyar sarayına dönmüş.

İkinci gece gelince Dünyazat, ablası Şehrazat'a "Ablacığım, senden rica ediyorum, tacir ile ecinni öyküsünün sonunu anlat!" demiş. Şehrazat da, "Tüm kalbimle ve gereken saygıyla! Ancak şah yine bana izin verirse" diyerek yanıt vermiş. Şah ona "Konuşabilirsin!" deyince söze başlamış; Ey bahtı yüce şah! Ey adaletli hükümdar! Tacir buzağının ağladığını görünce, yüreği acımayla dolmuş ve çobana, "Bu buzağıyı sürüye kat!" demiş. Ecinni bu garip öyküye çok şaşırmış; sonra ceylanın sahibi şeyh, sözünü sürdürmüş: Ey ecinni şahların efendisi! Bütün bunlar olup biterken amcamın kızı, orada durup bakıyor ve "Bu buzağı kurban edilmeliydi; çünkü tam yağlanmış!" diyordu. Ama ben, acıdığımdan ötürü, karar veremiyordum çobana onu götürmesini söyledim; o da buzağıyı alıp gitti. İkinci gün, otururken, çoban yanıma geldi ve bana, "Efendim, size sevineceğiniz bir şey söyleyeceğim; ama ödülümü isterim" dedi. Ona, "Kuşkun olmasın!" diye yanıt verdim. Çoban, 'Ey ünlü tacir" diye sözünü sürdürdü; "Benim büyücü olan bir kızım var. Büyü yapmayı yanımızda yaşayan yaşlı bir kadından öğrendi. Dün bana verdiğiniz buzağıyla birlikte kızımın yanına gittim. Kızım, onu görür görmez, başını tül yazmayla örttü ve gülmeye ve sonra da ağlamaya başladı ve de bana, 'Baba, benim değerim senin gözünde bu denli düşük mü ki, benim yanıma yabancı erkeklerin girmesine izin veriyorsun?' dedi, Ona "Hani nerede bu yabancılar?' dedim; 'Sonra neden ilkin güldün, sonra da ağladın?' diye sordum. Bana, 'Yanındaki bu buzağı, efendimiz tacirin oğludur; ama büyülenmiş. Onu öz anası ile birlikte böyle büyüleyen de üvey anasıdır. Kendisini buzağı kılığın da görünce dayanamayıp güldüm ve de ağlıyorsam, nedeni buzağının annesinin, babası tarafından kurban edilmesindendir' dedi. Kızımın bu sözlerini duyunca çok şaşırdım. Sonra size haber getirmek için sabahın gelişini sabırsızlıkla bekledim."

Şeyh, sözünü Ey kudretli ecinni, diye sürdürmüş. Çobanın bu sözlerini duyunca, onun ile birlikte acele evden çıktım şarap içmeden sarhoş olmuş gibiydim. Çocuğumu görmek düşüncesi, mutluluğu ve neşesi o denli yoğundu! Çobanın evine ulaşınca, genç kız bana "Hoş geldin!" dedi ve elimi öptü sonra buzağı yanıma geldi ve ayaklarımın önünde yuvarlandı. Çobanın kızına, "Bu buzağı hakkında anlattıkların doğru mu?" diye sordum. Kız da: "Evet, kuşkusuz efendim, bu senin oğlun, yüreğinin alevidir" dedi. Ona, "Ey nazik ve yardımsever genç kız" dedim; "Oğlumu kurtarırsan, sana babanın elinin altındaki tüm mal ve hayvanları veririm!" Bu sözlerime güldü ve bana: "Efendim bu vereceklerini ancak iki koşulla kabul edebilirim" dedi: "İlki oğlunla evlenirsem ve ikincisi de istediğimi büyüleyip hapsetmeme izin verirsen. Yoksa karının hayınlıklarına karşı koymanın sonucunu alamam!"

Çobanın kızının sözlerini duyunca, ey kudretli ecinni, ona "Olur!" dedim; "Ve dediğim gibi babanın elinin altında bulunan zenginlikler de senin olacak! Amcamın kızına gelince, onun yaşamını istediğin gibi ele alabilirsin!" dedim.
Bu sözlerimi duyunca kız eline bir bakır leğen aldı onu suyla doldurdu ve su üstüne büyülü sözcükler okudu. Sonra bunu, "Eğer Allah seni buzağı yarattıysa eşkalini değiştirmeden buzağı olarak kal! Ama büyülenmişsen, Yüce Tanrı'nın izniyle ilk yaratıldığın hale dön!" diyerek buzağının yüzüne serpti. Bunu söyler söylemez, buzağı kıpırdamaya ve silkinmeye başladı ve yeniden insan kılığına döndü. Ona, "Allah'a şükürler olsun!" dedim; "Söyle bana amcamın kızı sana ve anana ne yaptı?" Oğlum da bana başlarına ne geldiyse hepsini anlattı. Bunun üzerine, "Oğlum" dedim; "Bahta hükmeden Allah, senin kurtulman ve haklarını elde etmen için birini görevlendirmiş."

Bundan sonra, ey iyi yürekli ecinni, oğlumu çobanın kızıyla evlendirdim; o da büyücülük bilgisiyle amcamın kızını büyüledi. Onu şurada gördüğünüz ceylan kılığına soktu ve ben buralardan geçerken şu taciri gördüm. Ne yaptığını sordum ondan başına geleni öğrendim. Başına daha neler gelebileceğini merak ederek birlikte bekledim benim öyküm bu kadar, demiş.

Bunu duyan ecinni, "Bu öykü yeterince şaşırtıcı, İstenen kanın üçte birini bağışladım" diyerek haykırmış, O anda iki tazının sahibi ikinci şeyh ilerlemiş ve demiş ki:.... devamı İkinci Şeyhin Öyküsü

Tacir ile İfrit Masalı - Binbir Gece Masalları


Masalın Adı : Tacir ile İfrit Masalı

Masalın Yazarı : Binbir Gece Masalları

1. Gece
Ey bahtı güzel şahım, vaktiyle tacirler içinde, pek çok serveti ve tüm ülkelerde ticari ilişkileri olan bir tacir varmış.

Bir gün, atına atlayıp işinin gerektirdiği bir yere gitmek üzere yola çıkmış. Sıcak pek fazla olduğundan, bir ağacın altında oturmuş, elini azık torbasına sokarak oradan birkaç lokmalık yemek ve hurma çıkarmış. Hurmaları yiyip bitirince çekirdeklerini ileriye fırlatmış. Ama birdenbire önünde uzun boylu bir ifrit belirmiş, kılıcını sıyırarak tacire yaklaşmış ve haykırmış; “Ayağa kalk, çocuğumu öldürdüğün gibi ben de seni öldüreceğim!” demiş. Tacir, ona “Ben senin çocuğunu nasıl öldürebilirim?” diye sorunca ifrit, “Hurmaları yiyince çekirdeklerini fırlattın. Çekirdekler oğlumun göğsüne çarptı; onu yaraladı ve hemen oracıkta öldü” demiş. Bunun üzerine tacir ifrite, “Bil ki ey yüce ifrit! Ben inanç sahibi bîr insanım, yalan nedir bilmem ve de çok zenginimdir, çocuklarım ve bir de eşim var. Sonra, evimde bana emanet edilmiş mallar bulunuyor. Bana izin ver, evime gidip bende hakkı olanların hesaplarını göreyim, bunları tamamlayınca yıl sonunda sana geri dönerim. İşte sana işim bitince geri döneceğimi vaat ve yemin ediyorum. O zaman bana istediğini yapabilirsin. Allah bu söylediklerimin tanığıdır” demiş. Ecinni ona güvenmiş ve tacirin ayrılmasına izin vermiş.

Tacir ülkesine geri dönmüş; tüm bağlantılarından kurtulmuş, herkese hak ettiğini vermiş, sonra da karısına ve çocuklarına başına gelenleri anlatmış; ana babası, karısı ve çocukları hepsi birden ağlamaya başlamışlar. Sonra da tacir vasiyetnamesini hazırlamış. O yılın sonuna kadar yakınlarıyla birlikte yaşamış. Bu sürenin sonunda yola çıkmaya karar vermiş, kefenini koltuğunun altına sıkıştırarak yakınlarına, komşularına veda etmiş, burnunun dikine yola koyulmuş.

O zaman yakınları ona ağlayıp çırpınmış, matem haykırışları koparmışlar. Tacire gelince, yoluna devam etmiş ve söz konusu olan bahçeye girmiş. O gün yeni yılın ilk günüymüş, oturup kötü bahtına ağlarken, yanında boynu zincirli bir ceylan sürükleyerek bir şeyh çıkagelmiş. Taciri selamlamış ve ona mutlu bir yaşam diledikten sonra, “Ecinnilerin barındığı bu yerde tek başına oturmanın sebebi nedir?” diye sormuş. Bunun üzerine tacir ifritle olan serüvenini ve burada oturmasının nedenini ona anlatmış. Ceylanın sahibi şeyh, buna çok şaşırmış ve “Vallahi! Senin inancın büyük bir inançmış. Öykün de öylesine olağanüstü ki, iğneyle gözün iç köşesine yazılsa, düşünceye saygı duyanlar için üzerinde durulmaya değer bir konu olurdu!” demiş. Sonra onun yanına oturup “Vallahi, ey kardeşim, ifritle serüveninin sonunu görmedikçe yanından ayrılmayacağım” demiş; ve gerçekten oturup onunla konuşmaya başlamış; ve onu, derin bir üzüntüye ve fırtınalı düşüncelere kapılarak korku ve dehşetten bayılacak gibi görmüş.

Ceylanın sahibi onunla oturup dururken, birdenbire siyah renkli iki tazıyla ikinci bir şeyh çıkagelmiş. Yaklaşıp ikisini de selamlamış ve onlara, ecinni uğrağı olan bu yerde ne yaptıklarım sormuş. Bunun üzerine ona öyküyü baştan sona anlatmışlar. Ancak o da yanlarına henüz oturmuşken yedeğinde doru renkte bir katır bulunan üçüncü bir şeyh onlara doğru gelmiş. Selam verip bu yerde oturmalarının nedenini sormuş. Onlar da başından sonuna kadar öyküyü anlatmışlar. Ama anlatılanı burada tekrarlamanın hiç yararı yok.

Tam o sırada bir toz çevrintisi yükselmiş ve çayırın ortasına doğru şiddetli bir fırtına esmiş. Sonra, toz dağılmış ve elinde iyice bilenmiş bir kılıçla söz konusu olan ecinni ortaya çıkmış. Gözleri kıvılcım saçarak onlara yaklaşmış ve aralanndan taciri çekip alarak ona “Gel” demiş; “Gel ki, sen benim yaşantımın soluğu, yüreğimin ateşi çocuğumu nasıl öldürdüysen, ben de seni öylesine öldüreyim!’ Bunun üzerine tacir ağlayıp yakınmaya başlamış; üç şeyh de onunla birlikte ağlayıp inlemeye ve hıçkırmaya başlamışlar.

Ceylanın sahibi ilk şeyh, sonunda yüreklenerek ecinninin ellerine sarılmış; “Ey ecinni, ey ecinni padişahlarının başı ve başlarının tacı! Sana bu ceylanla olan serüvenimi anlatır ve sen bundan etkilenirsen, karşılığında, beni bu tacirin kanının üçte birini bağışlayarak ödüllendirir misin?” diye sormuş. Ecinni, “Evet, hiç kuşkun olmasın, sayın şeyh! Bana öyküyü anlatır, ben de onu olağanüstü bulursam, tacirin kanının üçte birini bağışlarım” demiş.....

Üçüncü şeyh üçünün en şaşırtıcı olan öyküsünü anlatınca ecinni çok şaşırmış ve de zevkden ve heyecandan titreyerek, "Cinayetin bedelinin geri kalanını da bağışladım, taciri bırakıyorum" demiş. Bunun üzerine tacir mutluluktan uçarcasına şeyhlerin önüne gelmiş; onlara teşekkürler etmiş; onlar da kendilerince onun ölümden kurtulmasını kutlamışlar; sonra her biri ülkelerine gitmişler. .....devamı Birinci Şeyhin Öyküsü

Eşek, Öküz ve Çiftçinin Öyküsü - Binbir Gece Masalları


Masalın Adı : Eşek, Öküz ve Çiftçinin Öyküsü

Masalın Yazarı : Binbir Gece Masalları

Bil ki kızım, bir zamanlar büyük zenginlikleri ve sürü hayvanları olan bir tacir varmış. Bu tacir evliymiş, çocuk sahibiymiş. Yüce Tanrı ona kuşların ve hayvanların dilinden anlama yeteneği de vermiş. Bu tacirin ev yeri, nehir kıyısında verimli bir toprakmış ve çiftliğinde bir eşek ile bir öküz varmış.

Bir gün öküz, eşeğin bulunduğu ahıra gelmiş; burasını süpürülmüş, sulanmış bulmuş. Yemlikte iyice harman edilmiş arpa ve elekten geçirilmiş saman varmış, eşek de yan gelip yatmaktaymış. Çünkü, çiftçi arada bir, gerektikçe küçük bîr gezinti için onu kullanır, bundan sonra eşek hemen ahıra dönüp rahatına bakarmış. İşte o gün çiftçi, öküzün eşeğe, "Keyfince yemini yemeye bak, sağlık olsun, yarasın ve de hazmın kolay olsun! Bense, sen dinlenirken, yorgunluktan ölüyorum. Sen harmanlanmış arpa yiyorsun, önüne getiriyorlar ve bazen efendi üzerine binse de, çabucak seni geri getiriyor. Bana gelince, sadece çift sürmeye ve dolap çevirmeye yarıyorum!" dediğini duymuş.

Eşek de ona diyormuş ki, "Seni tarlaya çıkarıp boyunduruğu boynuna takarlarken, kendini yere at, hiç ayağa kalkma! Alıp ahıra götürdüklerinde, yemek için verdikleri baklaya, sanki hastaymışsın gibi dokunma! Bir, iki, hatta üç gün yiyip içmekten kendini alıkoy! Böylece yorgunluktan ve de çalışmaktan kurtulursun!" Oysa sahipleri, oracıkta, onların konuşmalarını dinliyormuş. Ahırdan sorumlu yanaşma gelip de yem vermek için öküze yaklaşınca, onun çok az yediğini görmüş. Ertesi sabah çifte koş­mak isteyince, onu keyifsiz bulmuş.

Bunun üzerine çiftçi yanaşmaya, "Eşeği al ve bütün gün öküz yerine onu çifte koş!" demiş. Yanaş­ma da öküz yerine eşeği işe koşup bütün gün çalıştırmış. Günün sonunda eşek ahıra dönünce, öküz ona, yaptığı iyilik ve bütün gün sayesinde dinlendiği için teşekkür etmiş. Eşek hiç yanıt vermemiş ve yaptığından büyük pişmanlık duymuş. Ertesi gün saban-sürücü gelmiş ve eşeği götürüp gün batıncaya kadar yeniden çalıştırmış. Eşek, boynu soyulmuş, yorgunluktan bitkin bir halde gelmiş. Öküz, onu bu durumda görünce, coşkuyla ona şükranlarını sunmaya ve övgüyle onurlandırmaya başlamış.

Eşek, o zaman, ona demiş ki: "Bundan önceki günler ne rahattım, rahatlıktan nasibimi alıp duruyordum." Sonra da eklemiş: "Bununla birlikte, sana iyi bir nasihatte bulunmakta yarar görmekteyim. Efendimizi yanaşmalara şöyle derken duydum: 'Öküz yarın da yerinden kalkmazsa, onu kasaba verin! Kesin, derisinden masaya örtü yapın!' Senin adına korktum, sağlığından endişe ettim." Öküz, eşeğin bu sözlerini işitince, ona teşekkür etmiş ve demiş ki, "Yarın onlarla gider, canla başla çalışırım"; ve hemen yeminin tü­münü yemiş, hatta yem kabının dibini diliyle yalamış. Bütün bunlar olup bitmiş ve sahipleri de bu sözleri duymuş.

Ertesi gün, gün doğunca tacir, eşiyle birlikte öküz ve ineklerin bulunduğu ahıra gitmiş; oturup izlemişler. Biraz sonra yanaşma gelip öküzü dışarı çıkarmış. Öküz efendisini görünce kuyruğunu sallamaya, gürültüyle yellenmeye ve her yöne çılgınca koşmaya başlamış bunu gören çiftçi öylesine bir gülme nöbetine tutulmuş ki, sırtüstü düşmüş. Karısı sormuş "Ne gülüyorsun, sen?" diyerek... O da, "Gö­rüp işittiğim bir şeyden ötürü. Bunu ölümü göze almadan sana açıklayamam!" demiş. Kadın, "Bunu bana kesinlikle açıklaman gerek! Gülüşünün nedeni nedir? Ölsen bile söylemelisin!" diyence, kocası, "Ölümden korktuğum için bunu sana açıklayamam!" demiş. Kadınsa, "Öyleyse sen bana gülüyorsun" diye tutturmuş; ve de onunla çekişmekten ve inatla sözünü sürdürerek canını sıkmaktan vazgeçmemiş. Sonunda adam büyük bir şaşkınlığa düşmüş. Çocuklarını yanı­na çağırtmış, kadıya ve tanıdıklara da haber salmış. Karısına sırrını açıp ölmeden önce, vasiyetnamesini hazırlatmak istemiş. Çünkü karısını, amcasının kızı ve çocuklarının anası olduğundan büyük bir aşkla severmiş, bir de onunla yirmi yıldır birlikte yaşamış imiş.

Dahası, karısının yakınlarını, mahalledeki komşuları da çağırtmış. Onlara tüm öyküyü ve sırrını açıklar açıklamaz öleceğini söylemiş. Orada bulunan herkes kadına, "Allah aşkına! Israrından vazgeç, yoksa kocan, çocuklarının babası ölecek!" demiş. Ama kadın onlara, "Bana sırrını açıklamadan yakasını bırakmam, ölürse ölsün!" demiş. Bunun üzerine konuşmaktan vazgeçmişler. Çiftçi de yanlarından ayrılmış, ahırdan yana yönelmiş; bahçede ilkin abdest alıp sonra dönerek iki rekât namaz kılıp sırrını söyleyecek ve ölecekmiş. Çiftçinin elli tavuğu doyuracak güçte yiğit bir horozu ve bir kö­peği varmış. Çiftçi, köpeğin, tavuklara çullanan horoza seslenip onu azarlayarak, "Efendimiz ölüme giderken böylesine keyiflenmekten utanmıyor musun?" dediğini duymuş.

Bunun üzerine horoz köpeğe sormuş: "Nasıl oluyor bu?" diye... O zaman köpek, öyküyü tekrarlamış; horoz da ona, "Allah, Allah! Efendimizde hiç akıl yok mu? Benim elli karım var. Birini hoş tutar, öbürünü azarlar, idare eder giderim; onun bir tek karısı var, onu bile nasıl yöneteceğim bilmiyor. Oysa çözüm çok basit: Dut ağacından birkaç dal kessin, birden yatak odasına dalsın ve ölünceye ya da pişman olup özür dileyinceye kadar karısını dövsün! Bundan sonra hiç can sıkacak sorular sormaz!" demiş. Çiftçi, köpekle konuşan horozun söylediklerini işitince kafasında şimşek çakmış ve karısını dövmeye karar vermiş.

Vezir burada öyküsünü kesip kızı Şehrazat'a, "Ben de sana çift­çinin karısına yaptığını yapsam yeridir!" demiş. Kızı, "Ne yapmış?" diye sorunca, vezir sözünü şöyle sürdürmüş: Çiftçi karısının yatak odasına girmiş; kestiği birkaç dut dalını orada bir yerlere sakladıktan sonra, ona seslenerek, "Sırrımı söyleyebilmem için yatak odasına gel! Hiç kimse beni görmesin! Sonra da öleyim!" demiş

Karısı onunla odaya girmiş; çiftçi ikisine özgü odanın kapısını kapayıp karısına, gittikçe şiddetini artırarak bayıltıncaya kadar sopa çekmiş; sonunda kadın, "Pişman oldum! Pişman oldum!" demiş. Sonra da kocasının iki elini, iki ayağını öpmeye baş­lamış ve gerçekten pişman olmuş ve de onunla birlikte dışarı çıkmış. İki tarafın yakınları da dahil, tüm orada bulunanlar, aralannın düzeldiğini görerek sevinmişler ve herkes ölünceye kadar mutlu ve bahtlarından memnun yaşamışlar.

Babasının anlattıklarını dinledikten sonra Şehrazat demiş ki: "Babacığım, her şeye karşın, dilediğimi yerine getirmeni istiyorum!" O zaman vezir, daha fazla ısrar etmeden, kızı Şehrazat'ın çeyizini hazırlamış, sonra meseleyi Şah Şehriyar'a açmaya gitmiş. Bu sırada, Şehrazat, küçük kardeşine yapacaklarını öğretip ona "Şahın yanında olduğum sırada, seni çağırtacağım; geldiğin ve şahın benimle işinin bittiğini anladığın zaman, bana: 'Ablacığım, bana o harika öykülerinden birini anlat da geceyi hoşça geçirelim!' de! Bunun üzerine, sana anlatmaya başlayacağım öyküler, eğer Allah isterse, müslimin kızlarının kurtuluşunun nedeni olacaktır" demiş. Bunu izleyerek vezir kızını almaya gelmiş ve onunla birlikte şahın huzuruna çıkmış. Şah memnun olmuş ve vezire, "Gereken her şey hazır mı?" diye sormuş. Vezir saygıyla, "Evet" demiş. Fakat, şah, genç kıza sahip olmak isteyince kız ağlamaya başlamış. Şah ona, "Neyin var?" diye sorunca; kız da "Şahım! Bir kızkardeşim var. Ona veda etmek isterdim" demiş. Şahın arattığı kızkardeşi gelince, Şehrazat'ın boynuna sarılmış; ve yatağın ayak ucuna sokulup kalmış. Sonra konuşmalar başlamış.

Kardeşi Dünyazat, Şehrazat'a demiş ki: "Tanrı seninle olsun! Ablacığım, geceyi hoşça geçirmemiz için bize bir masal anlatsana!" Şehrazat, "Bütün kalbimle ve yerine getirilmesini görev bilerek! Ancak yüce ve soylu şahımız izin verirlerse" diye yanıt vermiş. Şah bu sözleri duyunca, zaten uykusu da kaçtığından, Şehrazat'ın masalını dinlemekten tedirginlik duymamış. Ve Şehrazat, bu ilk gecede, aşağıdaki masalı anlatmış: Tacir ile İfrit Masalı

Hükümdar Şehriyar İle Kardeşi Hükümdar Şahzaman'ın Öyküsü - Binbir Gece Masalları


Masalın Adı : Hükümdar Şehriyar İle Kardeşi Hükümdar Şahzaman'ın Öyküsü

Masalın Yazarı : Binbir Gece Masalları

Anlatırlar ki -ancak Allah bilgedir, her şeyi bilir, kesin kudret sahibi ve hayırseverdir- eski çağlarda, ömrün ve ânın akışı içinde, Sâsânî hükümdarları içinde, Hint ve Çin adalarında hükmeden, orduların ve kavimlerin, hizmetinde olanlarla kalabalık maiyetinin efendisi olan bir hükümdar, bu hükümdarın da iki oğlu varmış: biri bü­yük, biri küçük. İkisi de yiğit savaşçılarmış; fakat büyük, küçükten daha yiğitmiş. Bu oğul, ülkelere hükmeder ve adalet sağlayarak insanları yönetirmiş. Bundan dolayı ülkelerinin halkları onu çok severmiş. Bu hükümdarın adı Şehriyar imiş. Küçük kardeşi ise Şahzaman adını taşıyor ve Semerkant-ül Acem'de hüküm sürüyormuş.

İkisi de kendi ülkelerinde yaşıyor ve yirmi yıldır halklarını yonetiyorlarmış. Bu sürenin sonunda her biri servet ve saltanatlarının doruğuna yükselmişler. Durumları böyleyken büyük kardeş, küçüğünü görmek için şiddetli bir özlemin pençesine düşmüş; ve vezirine gidip kardeşiyle birlikte geri dönmesini emretmiş. Vezir, "Duyduk ve itaat ettik!" yanı­tını vermiş. Sonra da yola koyulmuş; Tanrı'nın izniyle güvenlikle küçük kardeşin ülkesine ulaşıp huzuruna çıkmış; ona, "barış içinde yaşam"; diledikten sonra Şah Şehriyar'ın kendisini özlediğini ve gezisinin amacının onu ağabeyini görmeye davet etmek olduğunu bildirmiş.

Şahzaman onu, "Duyduk ve itaat ettik!" diye yanıtlamış. Sonra gezi hazırlıklarına başlayarak çadırlarını, develerini, katırlarını, hizmetçi ve yardımcılarını toparlamış. Sonra da kendi vezirini çağırarak yönetimi ona bırakmış ve ağabeyinin ülkesine ulaşmak üzere yola çıkmış. Ancak, dinlenmek üzere konakladıkları yerde, geceyarısına doğru, sarayda bir şey unuttuğunu anımsamış ve dönüp sarayına girmiş. Eşini yataklarında, kölelerinden bir zencinin boynuna sarılmış uyurken bulmuş. Bunu görünce, gözünde dünya kararmış; içinden "Böyle bir olay kentten ayrılır ayrılmaz ortaya çıkıyorsa, bu al­çak kadın, ben kardeşimin yanında, bir süre uzakta bulunduğum sı­rada acaba neler yapmaz?" demiş ve kılıcını çekerek ikisini de yata­ğın örtüsü üzerinde öldürmüş; ve hemen o anda, o saatte geri dönmüş ve konak yerinden hareket emri vermiş.

Gece gündüz kardeşinin kentine ulaşıncaya kadar yol almış. Ağabeyi, kardeşi için süslettiği kentte gelişinden sevinç duyarak onu bağrına basıp selamlamış; ve coşkuyla konuşmaya koyulmuşlar. Ancak eşiyle geçirdiği serüveni anımsayarak Şahzaman'in yüzünü bir keder bulutu kaplamış; yüzü sararmış, bedeninde bitkinlik duymuş, yemeden içmeden kesilmiş. Şah Şehriyar, onu bu durumda görünce, içinden, bunu Şahzaman'ın ülkesinden ve saltanatından ayrılmasına vermiş. Ve bu konuda ona hiçbir şey sormadan kardeşini kendi haline bırakmış. Ama, sonraki günlerde, ona: "Kardeşim, nedenim bilmiyorum ama, vücudunu bitkin ve yüzünü sararmış görüyorum" demiş. Kardeşi, "Kardeşim, içimde işleyen bir yara var" diye yanıt vermiş; ancak başına geleni ve karısına ne yaptığını açıklamamış.

Şah Şehriyar, ona, "Benimle sürek avına çıkmanı çok istiyorum. Böylece için ferahlar!" demiş. Fakat Şahzaman, bunu hiç kabule yanaşmamış. Şah Şehriyar yalnız başına ava gitmiş. Padişahın sarayında bahçeye bakan pencereler varmış; bakınmak için bunlardan birinin önünde eğilmiş otururken, Sarayın bahçe kapısı açılmış; buradan yirmi kadın, yirmi erkek köle çıkmış; kardeşinin eşi Sultan da tüm göz kamaştırıcı güzelliğiyle bunların arasında duruyormuş.

Bunlar bahçenin ortasındaki havuza yaklaşınca, tamamen soyunup birbirlerine katılmışlar; birdenbire Şah'in eşi, "Ey Mesut, ya Mesut!" diye haykırmış; ve hemen iri kı­yım bir zenci yaklaşıp onu kucaklamış ve yere yatırıp üstüne çullanmış. Bunu bir işaret bilerek tüm öteki erkek köleler, dişi kölelere aynı şeyi yapmışlar; ve böylece uzun süre birlikte kalmışlar; gün batıncaya kadar öpüşmelerini, sarmaşmalarını ve çiftleşmelerini ve de benzeri davranışlarını sürdürmüşler.

Bunu görünce Şah'ın kardeşi, kendi kendine, "Allah için! Benim başıma gelen felaket bunun yanında hiç kalır; gerçekten de bu gördüklerim çok daha beter" demiş ve derdini, kederini unutmuş; o andan başlayarak durup dinlenmeden yiyip içmeye başlamış. O sırada ağabeyi Şah, avdan dönmüş; birbirlerine esenlik dilemişler. Sonra Şah Şehriyar, kardeşi Şahzaman'ın benzine kan geldi­ğini ve yüzünün canlandığını görmüş; bir de uzun süre bir şey yememişken, birden tüm iştahıyla yemek yediğini fark etmiş. Buna şaşarak, "Kardeşim, görüyorum ki yüzünün solgunluğu geçmiş! Nasıl oldu bu, anlat bana!" demiş. Kardeşi onu, "Sana ilk rahatsızlığımın nedenini anlatacağım; ama sağlığımı yeniden kazanmanın nedenini anlatmamı benden isteme!" diye yanıtlamış. Şah ona, "Öyleyse ilkin bana solup sararmanın ve düşkünlüğünün nedenini söyle de bir anlayayım!" demiş.

Şahzaman, "Yanına gelmem için vezirini bana gönderince, yola çıkma hazırlıkları yaptım ve kentten dışarı çıktım. Sonra yolda sana getireceğim ve sarayda sunacağım bir hediyeyi unuttu­ğumu anlayınca geri döndüm ve karımı, yatağımın örtüsü üstünde bir zenciyle yatmış uyurken buldum. İkisini de öldürdüm; sonra da sana ulaşmak için yola koyuldum; bu serüveni düşünerek kahrolup durdum; yüzümün sararmasının ve düşkünlüğümün nedeni buydu. Yeniden sağlığıma kavuşmamın nedenini açıklamamı benden isteme!" diye yanıt vermiş. Ağabeyi bu sözleri işitince, ona, "Allah aşkına, bana sağlığına kavuşmanın nedenini de açıkla!" demiş. Bunun üzerine Şahzaman gördüğü her şeyi ona anlatmış; Şehriyar, "Bunları kendi gözümle görmem gerekir!" deyince; kardeşi, ona "Öyleyse yeniden ava çıkacakmış gibi hazırlan; sonra benimle birlikte sarayda gizlen; her şeyi görecek ve gerçeği anlayacaksın!" demiş. Şah, hemen, tellallarla, ava çıkacağını ilan ettirmiş ve askerlerini çadırlarıyla kentin dışına yollamış, kendisi de yola koyulup çadı­ra yerleşmiş; genç kölelerine, "Yanına kimseyi sokmayın!" buyruğunu vermiş; sonra kılık değiştirip gizlice saraya dönmüş; kardeşinin yanına ulaşmış; ve onunla birlikte bahçeye bakan bir pencerenin kenarına oturmuş.

Aradan bir saat geçmiş geçmemiş; hanımları ortalarında, kadın köleler ve de erkek köleler bahçeye girmişler ve Şahzaman'ın anlattığı gibi davranmışlar ve asr- zamamına kadar eğlenceyi sürdürmüşler. Şah Şehriyar, bu durumu görünce, aklı başından gitmiş ve kardeşi Şahzaman'a, 'Kalkıp yola çıkalım ve Allah'ın çizdiği yolda bahtımızı arayalım!" demiş; "Çünkü haysiyetsiz saltanat olmaz; bizimkinden beter bir durumla karşılaşmadıkça da olmayacaktır. Yoksa, doğrusu yaşamaktansa ölmek yeğdir!" demiş. Buna kardeşi de olumlu yanıt vermiş. Sonra birlikte sarayın gizli bir kapısından çıkıp gitmişler; ve bir deniz kıyısındaki çayırda tek başına duran bir ağaca ulaşıncaya kadar gece gündüz demeden yol almışlar. Bu çayırda, bir tatlı su kaynağı varmış; bu sudan içmişler ve dinlenmek üzere oturmuşlar. Günün bir saati geçmiş geçmemiş ki, deniz kaynamaya başlamış ve birdenbire, siyah bir duman sütunu oradan göğe doğru yükselmiş; ve bulundukları çayıra doğru yönelmiş. Bunu görünce korkmuşlar ve ağacın en yukarısına tırmanmışlar; ve de bundan ne çıkacağını izlemeye başlamışlar. Birdenbire kara duman, uzun boylu, geniş omuzlu, iri göğüslü, başında sandık taşıyan bir ecinniye dönüş­müş. Ecinni karaya çıkmış ve tünedikleri ağacın altına gelip durmuş; sandığın kapağını açmış; oradan büyük bir kutu çıkarmış; onun da kapağını açmış; birden bire oradan güneş gibi parlayan, gü­zelliği göz kamaştıran ve arzu uyandıran bir genç kız çıkmış. Şairin dediği gibi; Elinde meşale gölgelerden çıkagelince karanlıklar aydınlığa dönüşmüş; saçtığı ışık şafağı söndürmüş adeta; güneşler onun ışığını yansıtmış; ay gözlerinin gülüşünü... Sırlarının tülleri yırtılınca; yaratıklar baygın, ayaklarına serilmişler. Tatlı bakışının yoğun ışığı karşısında tutkulu gözyaşları kirpikleri ıslatmış. Günün, güneşin batmaya başladığı zamana düşen Ecinni, güzel genç kıza iyice bakıp ona, "Ey ipeksi şeylerin sultanı! Ey düğün gecesinde yatağından kaçırdığım! Bir parça dizinde uyumak isterim senin!" demiş. Ve ecinni, başını genç kızın dizlerine yaslayarak uykuya dalmış. O anda genç kız, bakışını ağacın tepesine çevirmiş. Ve ağaca gizlenmiş iki hükümdarı görmüş. Hemen ecinninin başını dizlerinden kaldırarak yere bırakmış; ağacın altında yer alarak işaretle onlara, "İnin aşağı, bu ifritten korkmayın!" demek istemiş; onlar da işaretle yanıt vermişler: "Ah! Allah seni korusun! Bu korkulu işten bizi ba­ğışla!" diye. Kız da yine işaretle, "Allah sizi de korusun! Hemen aşa­ğı inin, yoksa ifrite söylerim, ikinizi de en kötü ölümle telef eder" demiş. Bunu anlayınca korkmuşlar ve ağaçtan inmişler. Kız onları kar­şılamak için ayağa kalkmış ve onlara, "Gelin, mızraklarınızla, sert ve zorlu biçimde beni delin! Yoksa ifriti uyandırırım!" demiş. Korku içinde Şehriyar, Şahzaman'a, "Kardeşim, onun istediğini ilkin sen yap!" demiş. Kardeşi de ona, "Ağabeyim olarak sen örnek olmadık­ça hiçbir şey yapmam!" demiş. Böylece ikisi de birbirini göz kırparak kandırmaya çalışmış.

Bunu görünce kız, "Niye öyle gözlerinizi kırpıştırıp duruyorsunuz? Hemen gelip istediğimi yapmazsanız, ifriti şimdi uyandırırım!" demiş. Cebinden küçük bir torba, bunun içinden de beş yüz yetmiş mühür yüzük dikili bir gerdanlık çıkararak onlara, "Bunun ne olduğunu biliyor musunuz?" diye sormuş; "Bilmiyoruz!" yanıtını alınca, "Bu yüzüklerin sahiplerinin hepsi, bu ifritin gafil boynuzları üzerinde benimle çiftleşti.

Bundan dolayı siz iki kardeş de bana yüzüklerinizi vereceksiniz" demiş. Bunu duyunca iki kardeş parmaklarından çıkararak yüzüklerini ona vermişler. Kız bunun üzerine onlara: "Bilin ki, bu ifrit beni düğün gecemde kaçırdı. Beni bir kutuya koydu; kutuyu da bir sandığa yerleştirdi. Sandı­ğa yedi kat zincir vurdu ve dalgaların çarpışıp vuruştuğu Ecinni'yi kudurgan bir denizin dibine koydu. Ama, biz kadınların bir şeyi isteyince, hiçbir şeyin bizi engelleyemeyeceğini bilmiyordu.

Zaten şair ne demiş: Dostum, kadınlara inanma! Vaatlerine gül geç! Çünkü onların iyi ya da kötü halleri ferçlerinin heveslerine bağlıdır. Güya aşktan söz ederler, oysa hainlik onları sarıp giysilerinin titreşiminde şekillenir. Yusuf'un dediklerini saygıyla anımsa; Âdem'i cennetten kovdurmak için iblisin kadını kullandığını unutma! Kınamalarından da vazgeç dostum! Bir işe yaramaz! Çünkü yarın kınadıklarının nezdin de temiz sevginin yerini çılgınlık alacaktır. Hele hiç şöyle deme: Aşka düşersem, âşıkların çılgınlığına kapılmayacağım! Sakın bunu söyleme! Çünkü gerçekte kadınların ayartısından yakasını sıyırmış bir erkek, olmayacak şeydir. Bu sözleri duyan iki kardeş, şaşkınlığın son kertesinde şaşırmışlar; ve birbirlerine, "Bu bir ifrit olduğu halde, bütün gücüne kar­şın, bizim başımıza gelenlerden daha müthiş şeyler onun başına gelmiş; bu serüven bize bir teselli olmalıdır" demişler.

O anda genç kızın yanından ayrılmışlar; her biri kendi ülkesine dönmüş. Şah Şehriyar sarayına dönünce, karısının başını ensesinden vurdurmuş; ve aynı biçimde kadın köleler ile erkek kölelerin de baş­larını vurdurmuş. Sonra vezirine, her gece kendisine bakire bir genç kız getirmesi emrini vermiş; ve her gece bir genç kızı koynuna alıp bekâretini gidermiş; sabah olunca da öldürtmüş; ve üç yıl boyunca böyle davranmaktan vazgeçmemiş. Bu yüzden halk, acı haykı­rışlar ve korku kargaşası içinde, kız çocuk olarak ellerinde ne kalmışsa alıp ülkeyi terk etmişler. Kentte hükümdarın saldırısına boyun eğecek tek bir kız bile kalmamış.

Tam bu sırada, şah, vezirine her zamanki gibi, bir genç kız bulmasını emretmiş. Vezir çıkıp aramış fakat hiçbir kız bulamamış. Tüm üzgünlüğü, tüm kırgınlığıyla eve dönmüş. Şah yüzünden yüreği korkuyla doluymuş. Bu vezirin, güzellik, çekicilik, parlaklık ve mükemmellikten yana nasibini almış iki kızı varmış. Büyüğünün adı Şehrazat, küçüğünün adı Dünyazat imiş. Şehrazat kitaplar, yıllıklar, eski hükümdarların efsanelerini ve geçmiş halkların öykülerini okumuş, hatta eski çağlardaki halkların, hükümdarların ve şairlerin yaşam ve yapıtlarından oluşan bin ciltlik bir kitaplığı da varmış. Çok güzel konu­şur, dinlemesine doyum olmazmış. Şehrazat, babasını üzgün görerek, sormuş: "Neden böylesine düşünceli ve üzgün, değişmiş, yıkılmış görüyorum seni?" diyerek; "Bil ki babacığım şairin dediği gibi: Üzgünsün görüyorum, rahatlasana Hiçbir şey sürüp gitmez: Neşeler gibi dertler de erir biter günü gelince!" demiş. Vezir bu sözleri işitince, hükümdarla olup biten her şeyi başından sonuna kadar kızına anlatmış. Bunun üzerine Şehrazat, ona "Allah'ın izniyle babacığım, beni bu hükümdarla evlendir! Ya kurtulur yaşarım; ya da ölümüm ümmet-i müsliminin kızları için bir kurtarmalık oluşturur. Onları şahın pençesinden almış olurum!" demiş. Bunu duyan vezir, "Allah seni esirgesin! Seni asla böylesi bir tehlikeye atmam!" demiş; kızı ise "Bu tehlikeyi göze almak gerek!" yanıtını vermiş. Vezir de, "Dikkat et de, senin de başına çiftlik sahibi ile öküz ve eşek öyküsündeki olanlar gelmesin! Hele bîr dinle!" demiş.

Kral Kaybederse (Gülseren Budayıcıoğlu) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Kral Kaybederse Kitabın Yazarı: Gülseren Budayıcıoğlu Kitap Hakkında Bilgi: Avına av olan bir avcının hikâyesi... İnsanoğlu ilk...