24 Ekim 2019 Perşembe

Vezir Nureddin, Kardeşi Vezir Şemseddin ve Hasan Bedreddin Öyküsü 1 - Binbir Gece Masalları


Masalın Adı : Vezir Nureddin, Kardeşi Vezir Şemseddin ve Hasan Bedreddin Öyküsü

Masalın Yazarı : Binbir Gece Masalları

Bunun üzerine Cafer-ül Barmaki söze başlamış.

Bil ki, ey Emir-ül Müminin! Mısır ülkesinde, bir zamanlar, dü­rüst ve hayırsever bir sultan varmış. Bu sultanın da fen ve edebiyata derinden aşina bilge bir veziri varmış ve bu vezir yaşı ilerlemiş bir ihtiyar imiş ama gökteki aya benzer iki oğlu varmış. Büyüğü­nün adı Şemseddin, küçüğünün adı Nureddin imiş ama, küçük olan Nureddin, aslında yakışıklı ve karakter sahibi olan Şemseddin'den de yakışıklı ve nitelikli imiş öylesine ki, Nureddin'in bütün dünyada bir eşi daha bulunamazmış.

Öyle hayranlık uyandırırmış ki, güzelliğinin ünü tüm ülkelerde duyulmuş ve birçok gezgin, uzak ülkelerden sırf onun üstünlüğünü görmek ve yüzünün güzelliğini seyretmek için Mısır'a gelirlermiş. Babaları vezir, Tanrı'nın takdiriyle ölmüş. Sultan bundan bü­yük bir üzüntü duymuş. Vezirin çocuklarını huzuruna çağırtmış, onları yanına yaklaştırmış ve her birine birer hilat giydirterek onlara, "Bu andan başlayarak, benim yanımda, babanızın görevlerini yürü­teceksiniz!" demiş.

Bunu duyunca çok sevinmişler ve Sultan'ın önünde eğilerek yeri öpmüşler. Sonra da bir ay süreyle babalarının cenaze merasimini yapmışlar ve bundan sonra, vezirlik görevlerini yürütmeye, başlamışlar ve her biri sırayla birer haftalık sürelerle görevi yürütmüşler. Ve Sultan geziye çıkınca, bu iki kardeşten birini yanına alırmış. Böylece, gecelerden bir gece, gezi için yola çıkacak Sultan'a yoldaşlık etme sırası Şemseddin'e gelmişken, ertesi gün iki kardeş oturup geceyi geçirmek üzere şuradan buradan konuşuyorlarmış. Konuşmanın akışı içinde, büyüğü küçüğüne, "Kardeşim, artık evlenme zamanımızın geldiğini düşündüğümü söylemek ihtiyacını duyuyorum ama ikimiz aynı gece evlenelim!" demiş.

Nureddin de, "Kardeşim, istediğin gibi davran! Her şeyde seninle uyuşurum!" demiş. Bu husus bir kez aralarında kararlaşınca, Şemseddin, Nureddin'e, "Allah'ın rızasıyla, iki genç kızla evlenip aynı gece gerdeğe girince, ikisinin de aynı gece hamile kalması ve -Allah takdir etmişse- aynı gün karının bir erkek çocuğu, benim karımın da bir kız çocuğu do­ğurması olasıdır, bize o zaman birbirinin yeğeni olan bu çocukları evlendirmek düşer!" demiş. Buna, Nureddin, "Kardeşim, bu durumda, kızın için mehir olarak oğlumun ne kadar ödemesini düşünüyorsun?" sorusunu yöneltmiş.

Şemseddin de, "Oğlundan kızımın nikah bedeli olarak üç bin altın dinar, üç meyve bahçesi ve Mısır'da en iyi durumda üç köy alırım. Doğrusu, kızımın değeri karşısında istediklerim pek o kadar fazla değil. Ve eğer, oğlun olan delikanlı, bu sözleşmeyi kabul etmek istemezse, aramızda hiçbir ilişki kurulamaz" demiş. Bu sözler üzerine Nureddin, "Bunu böyle düşünme! Gerçekte, oğlumdan istemeyi düşündüğün bu mehir de nedir? Unutma ki biz, iki kardeşiz ve iki veziriz.

Böyle bir istemde bulunacağına, kızı­nı oğluma armağan olarak sunmalısın, herhangi bir mehir istemeyi aklından geçirmeden... Sonra, bilmez misin ki, erkek, daima dişiden daha değerlidir! Oğlum da bir erkek olduğuna göre, mehir talep edeceğine, kızın çeyiz getirmelidir. Sen, tıpkı, malını satmak istemeyen tacirin, tereyağ fiyatını ikiye, dörde katlaması gibi bir hesap içindesin!" demiş.

Şemseddin, bunu duyunca, "Görüyorum ki, sen gerçekte oğlunun kızımdan daha soylu olduğunu düşünmektesin! Böyle ise, senin akıldan ve doğru düşünmeden ve de minnettarlıktan yana tüm olarak nasipsiz olduğun anlaşılıyor. Çünkü, vezirlikten söz ettiğin anda, yüksek görevler üstlenmeni sadece bana borç­lu olduğunu hatırlamalısın! Seni kendime yardımcı olarak aldımsa, bunun nedeni, sana acımamdandır ve de bana destek olman içindir. Ama, öyle olsun! Senin işine nasıl gelirse öyle konuş! Ama ben, sen böyle konuştuğun için, altınla tartsan bile, kızımı artık senin oğlunla evlendirmem!" demiş.

Bu sözler üzerine Nureddin çok kızmış ve "Ben de öyle! Artık oğlumu senin kızınla evlendirmek istemiyorum!" diye haykırmış. Şemseddin, "Evet! Bu iş burada biter! Ve şimdi, yarın Sultan ile birlikte buradan ayrılacağıma göre, sana sözlerinin ne denli uyumsuz olduğunu anlatacak zamanım olmayacak. Ama sonra, görürsün! Döndüğümde, Allah isterse, ne olacaksa olur!" demiş. Bunun üzerine Nureddin, olan bitenden son derece üzgün, uzaklaşmış, tüm üzgün düşüncelerini de uyutmak üzere, tek başına uyumaya gitmiş. Ertesi sabah, Sultan, Şemseddin'in yoldaşlığında gezisini yapmak üzere saraydan çıkıp Nil kıyısına doğru yol almış, oradan kayıkla Cize'ye ulaşacakmış, oradan da ehramların olduğu semte. Nureddin'e gelince, kardeşiyle yaptığı tartışmadan dolayı çok kötü bir ruh halinde o geceyi geçirdikten sonra, ertesi sabah erkenden uyanmış, abdest alıp sabah namazını kıldıktan sonra dolabına yönelip oradan kendisi hakkında kardeşinin aşağılayıcı sözlerini ve maruz kaldığı hakareti aklından hiç çıkarmayarak, altın dolu bir heybe almış, aklına gelen şu dizeleri okumaya başlamış:

Yola çık, dostum! Her şeyi bırak ve yola cık! Terk ettiğin dostlar yerine pekâlâ başkalarını bulursun! Git! Evden çık ve cadırı kur! Çadırda yat, kalk! Yaşamın zevkleri, orada sadece oradadır! Uygar ve dayanıklı meskenlerde, sıcaklık yoktur asla, dostluk yoktur asla! İnan bana! Yurdundan kaç! Yurdunun toprağından köklerini sök! Ve yabancı ülkelere yerleş! Dinle! Durgun su çürüyüp kokar! Yine de, akıntıya dönüşürse, kokuşmuşluğundan kurtulabilir! Yoksa başka türlü iyileşemez! Dolunayken ayı gözledim gözlerinin, ışıktan gözlerinin sayısını öğrendim! Ama, boşluktaki dolanım turlarını izlemek zahmetine katlanmasaydım, her semtinin gözleri, bana yönelen o gözleri tanıyabilir miydim? Ve arslan? Tıkız, ormandan yıkmadaydım, arslanı sürüp avlayabilir miydim? Ve ok? Yaya bağlı olsa, yaralayıcı olabilir miydi? Ve altın ya da gümüş? Maden damarlarından çıkarılmasaydılar, değersiz bir toz olmayacaklar mıydı? Ve uyumlu ota gelince! Onu bilirsin! Ona şekil vermek üzere işçisi ağacını topraktan yükleyip çıkarmasaydı, oduncuya odun olurdu! Terk et ülkeni sen de! Tepelere çıkarsın! Ama toprağına bağlıkalırsan, yüksekliklere asla ulaşamazsın! Bu dizeleri okuyup bitirince, genç kölelerinden birine, alaca renkli, iri ve iyi yol alan bir katırı koşuma hazırlamasını emretmiş.

Köle, katırların en güzelini seçerek, İsfahan kadifesinden eyer altlı­ğını serip, altın telli nakışla süslü eyeri, Hint işi üzengileri takarak, hayvanı öyle bir hazırlamış ki, evlenmek üzere iyice süslenmiş gelin görünümü almış. Nureddin ayrıca bunların üzerine büyü­cek bir ipek halı, bir de namazlık halı konmasını emretmiş ve, bü­tün bunlar yerine getirilince, heybeyi altın ve mücevherle doldurup küçük hah ile büyüğü arasına sıkıştırmış. Bunlar yapılınca, köle çocuğa ve diğer tüm kölelere, "Kentin ötesinde Kalyubiyye yöresinde bir geziye çıkıyorum, orada üç gece kalacağım çünkü göğsümde bir daralma duyuyorum, orada açık havayı soluyarak biraz ferahlamak istiyorum. Ama beni kimsenin izlemesini istemiyorum!" demiş.

Sonra, katıra binmiş ve aceleyle oradan uzaklaşmış. Bir kez Kahire'den çıkınca, öğleye kadar rahat bir yolculukla Belbeyyis'e ulaşmış ve orada durmuş, katırı dinlendirmek kadar, kendisi de dinlenmek üzere orada hayvandan inmiş, biraz yemek yemiş ve yeniden yola koyulmuş. İki gün sonra, tam öğle vakti, cins katırın sayesinde, Kutsal Kent Kudüs'e ulaşmış.

Orada katırdan inmiş, dinlenmiş. Katırı da dinlendirmiş, azık torbasından yiyecek bir şeyler çıkarıp yemiş. Bu iş bitince, torbasını başının altına koyup yere büyük ipek halısını sererek yatıp uyumuş. Boyuna, karde­şinin kendisine reva gördüğü davranışa kızıp durarak... Ertesi gün, şafak vakti, yeniden eyer kurulmuş, bu kez güzel bir gidişle Halep kentine gelinceye kadar yol almış. Orada kentin bir hanında mekân tutmuş, sükûnetle kendisini ve katırını dinlendirmek için üç gün kalmış:

Halep'in güzel havasını iyice soluduktan sonra, yola koyulmayı düşlemiş. Bu maksatla, çocukluğundan beri çok sevdiği Halep'te en iyi şekilde yapılan şekere bulanmış fıstık ve bademle doldurulmuş o güzel hamur işi tatlılardan satın aldıktan sonra, katırına binip yola çıkmış. Ve katırını bildiği gibi yol alması için özgür bırakmış çünkü bir kez Halep'e geldikten sonra, artık nereye gideceğini bilmiyormuş.

Böylece gece gündüz yol alıp bir akşam güneşin battığı sırada Basra kentine gelmiş fakat o Basra'ya geldiğinin farkında değilmiş. Bir hana gelip soruşturduktan sonra, buranın Basra olduğunu öğrenmiş. Bunun üzerine katırdan inmiş, üzerindeki halıları, yiyecekleri ve heybeyi almış ve hanın kapıcısından, hemen dinlenmeye geçip soğuk almasın diye katırı biraz gezdirmesini istemiş. Nureddin'in kendisine gelince, halısını sermiş ve dinlenmek üzere handa oturmuş.

Hanın kapıcısı, dizgininden tutup katırı alıp yürütmüş. Rastlantı bu ya! Tam o sırada Basra veziri de sarayının penceresinde oturmuş, sokağa bakıp duruyormuş. Güzel katırı ve büyük değer taşı­yan koşumlarını görmüş. Bu katırın kesinlikle yabancı vezirlerden birine, hatta belki de emirlerden bir emire ait olması gerektiğini dü­şünmüş. Hayvana bakarken büyük bir şaşkınlığa kapılmış, sonra genç kölelerinden birine kapıcı ile katırı kendisine getirmesi emrini vermiş. Ve delikanlı koşup bulduğu kapıcıyı vezirin huzuruna getirmiş.

Bunun üzerine kapıcı ilerleyip çok yaşlı ve çok saygın bir ihtiyar olan vezirin ayakları arasındaki toprağı öpmüş. Vezir, kapıcıya, Bu katırın sahibi kimdir?" diye sormuş. Kapıcı, "Efendimiz, bu katı­rın sahibi gerçekte insanın başını döndüren, büyük bir tacirin oğlu gibi giyimli ve tüm görünüşüyle saygı ve hayranlık uyandıran, çok yakışıklı genç bir adamdır" diye yanıt vermiş. Kapıcının bu sözleri üzerine vezir ayağa kalkmış, ata binmiş, aceleyle hana gitmiş ve avluya girmiş. Veziri görünce, Nureddin aya­ğa kalkmış ve onu karşılamak üzere yanına koşmuş ve attan inmesine yardım etmiş. Bunun üzerine vezir ona adet olduğu üzere selam vermiş ve Nureddin bu selamı yürekten bir ilgiyle alıp iade etmiş.

Vezir yanına oturarak ona, "Çocuğum, nereden geliyorsun ve hangi nedenle Basra'da bulunuyorsun?" diye sormuş. Nureddin de, ona, "Efendim, doğduğum ve yaşadığım kent olan Kahire'den geliyorum. Babam Mısır Sultanı'nın veziri idi fakat Allah'ın rahmetine kavuşmak üzere öldü!" demiş. Sonra Nureddin öyküsünü baştan sona kadar vezire anlatmış. Sonra da. "Fakat, tüm ülke ve kentleri ziyaret edip her yanı görmedikçe, yeniden asla Mısır'a dönmemek üzere kesin karar aldım!" diye eklemiş.

Nureddin'in bu sözleri üzerine, vezir. "Çocuğum, devamlı gezme konusundaki bu üzücü görüşü terk et, senin mahvına neden olabilir. Çünkü, bilirsin ki, yabancı ülkelerde gezinmek, felakete ve kö­tü sonuçlara götürür. Benim nasihatimi dinle, çocuğum! Yoksa senin adına, zamanın ve yaşamın getireceği belalarından korkarım" demiş. Sonra vezir, kölelere katırın koşumlarını ve halıları ve ipekleri çözmelerini emretmiş ve Nureddin'i birlikte alarak evine götürmüş, ona bir oda tahsis etmiş, ona ihtiyaç duyabileceği her şeyi sağ­ladıktan sonra dinlenmesini istemiş. Nureddin böylece vezirin nezdinde bir süre kalmış, vezir de onu her gün görüyor ve ağırlayarak lütuflarda bulunuyormuş.

Sonunda Nureddin'i çok sevmiş ve bir gün ona, "Çocuğum, ben çok ihtiyarladım ve erkek çocuğum da yok. Ama Allah, bana, güzellikte ve kusursuzlukta sana uyan bir kız çocuğu verdi, bugüne kadar, onu benden isteyen herkesi geriye çevirdim. Ama, şimdi, yüreğimin tüm sevgisiyle sevdiğim seni tanıdıktan sonra, kızımı hizmetinde bir köle olarak kabul etmek isteyip istemediğini soruyorum! Çünkü büyük bir temenniyle senin kızımın kocası olmanı istiyorum. Şayet kabul edersen, şimdi Sultan'ın yanına çıkacak ona senin Mısır'­ dan yeni gelmiş yeğenim olduğunu ve Basra'ya da kızımla evlenmek üzere gelmiş bulunduğunu söyleyeceğim. Ve Sultan, benim hatırıma, seni, vezir olarak benim yerime tayin edecektir. Çünkü ben artık çok ihtiyar oldum, dinlenmem gerek! Benim için artık evime çekilip oradan ayrılmamak büyük bir zevk olacaktır" demiş,

Vezirin bu önerisini duyunca Nureddin susmuş ve başını önü­ne eğmiş; sonra da "Duyduk ve itaat ettik!" demiş. Bunu duyan vezir büyük bir sevince kapılmış ve hemen kölelerine şölen hazırlamalarını, emirler içinde en büyüklerine özellikle ayrılmış olan büyük kabul salonunu süsleyip aydınlatmalarını emretmiş. Sonra tüm dostlarını bir araya toplamış, ülkenin tüm ileri gelenlerini ve Basra'nın tüm büyük tacirlerini davet etmiş, hepsi huzurunda bulunmuşlar.

Bunun üzerine vezir, başkalarına üstün tutarak Nureddin'i niçin damat olarak seçtiğini onlara açıklamak için, benim Mısır Sarayında vezir olan bir kardeşim vardı; hepinizin bildiği gibi Tanrı nasıl bana bir kız evlat verdiyse, onu da iki oğlan evlatla donatmış. Kardeşim, ölmeden önce, oğullarından biriyle kızı­mı evlendirmeyi bana tavsiye etmişti, ben de ona vaat etmiştim. İş­te, şu karşınızda gördüğünüz delikanlı kardeşimin oğullarından biridir. Buraya bu maksatla gelmiştir. Onun kızımla sözleşmesini hazırlamayı ve gelip bizimle birlikte oturmasını çok arzu etmekteyim" demiş,

Bunun üzerine hepsi, "Evet, doğrusu da bu!... Yapacağın başı­mız üzerindedir" demişler. Sonra tüm çağrılılar, büyük şölene katılmışlar, her türden şarap içmişler ve pek çok hamur işi ve tatlı yemişler, sonra adet üzere, gülsuyu serpildikten sonra, vezirden ve Nureddin'den izin alıp ayrılmışlar. Bunun üzerine vezir, genç kölelerine, Nureddin'i hamama gö­türmelerini ve çok iyi bir banyo yapmasını sağlamalarını emretmiş. Vezir ona kendi giysilerinden en güzel bir giysiyi hediye etmiş, sonra da ona yıkanması için havlular, peşkirler, bakır leğenler, buhurdanlıklar ve gerekli tüm eşyayı göndermiş. Nureddin yıkanmış, yeni giysiye bürünerek hamamdan çıkmış ve tüm halkın, onun güzelli­ğine ve yaradanın kudretine hayran olduğu sokaklardan geçerek vezirin sarayına gitmiş. Katırından inmiş ve vezirin huzuruna çıkmış ve elini öpmüş. Bunun üzerine vezir...

Fakat, öyküsünün bu noktasında, Şehrazat, sabahın belirdiğini görerek, her zamanki gibi yavaşça susmuş ve o gece daha fazla konuş­mak istememiş.

Fakat Yirminci Gece Gelince Şehrazat sözünü sürdürmüş:

Ey bahtı güzel şahım, işittim ki, vezir, onu görünce ayağa kalkmış ve onu büyük bir sevinçle karşılamış ve de ona, "Git, oğlum, koş ve karının yanına gir ve mutlu ol! Yarın seninle Sultan'ın huzuruna çıkam. Şimdi sana, Tanrı'nın tüm lütuflarının ve iyiliklerinin senin üstüne olmasını dilemekten başka söyleyeceğim yok!" demiş. Bunun üzerine Nureddin, kayınbabası vezirin elini bir kez daha öpmüş ve genç kızın dairesine girmiş. Ve orada olanlar olmuş!

İşte Nureddin'in başına gelenler bunlar! Kahire'de bulunan kardeşi Şemseddin'e gelince. Onun öyküsü de şöyle: Piramitler kıyısına ve oradan da başka yerlere Mısır Sultanı ile birlikte giderek gerçekleştirdiği gezi bitince, eve dönmüş. Orada kardeşi Nureddin'i bulamayarak çok tedirgin olmuş. Nureddin'den hizmetçilere haber sorunca, ona "Sen sultan ile birlikte buradan ayrılınca, aynı gün efendimiz Nureddin şatafatlı biçimde, tören günlerindeki gibi koşumlanmış katırına bindi ve bize, 'Kalyubiyye'ye gidiyorum, orada birkaç gün kalarak göğsümdeki daralmayı gidermeye çalışacağım. Beni hiçbiriniz izlemeyin!' dedi" demişler. Ve "O günden beri ondan hiçbir haber alamadık!" diye eklemişler.

Bunu duyan Şemseddin, kardeşinin yokluğundan büyük bir acı duymuş ve gün geçtikçe acısı çoğalmış, sonunda büyük bir üzüntüye kapılmış. "Kuşkusuz, onun ayrılışının, sultan ile geziye çıkmamdan önceki gün, ona söylediğim katı sözlerden başka nedeni yok. Bü­yük bir ihtimalle, onu benden kaçmaya iten budur. Bu değerli kardese ettiğim haksızlığı gidermem ve onu aratıp buldurmam gerekir" diye düşünmüş. Ve Şemseddin, hemen Sultan'ın huzuruna çıkmış ve durumu ona açıklamış. Sultan'ın mührüyle damgaladığı mektuplar yazmış ve atlı tatarlarla bunları her yana, her ülkedeki komutanlarına yollamış, bu mektuplarda Nureddin'in kaybolduğunu ve onu her yerde aramalarını bildirmiş. Fakat, bir zaman sonra, tüm tatarlar sonuç alamadan geri dönmüş, çünkü hiçbiri Nureddin'in bulunduğu Basra'ya gitmemiş imiş.

Bunun üzerine Şemseddin, üzüntüden kahrolarak kendi kendine, "Bütün bunlar benim hatam yüzünden oldu! Bir parça akıllıca ve tedbirlice davransaydım, bunların hiçbiri olmazdı!" diye söylenmiş. Ama, her şeyin bir sonu olduğu gibi, Şemseddin de sonunda teselli bulmuş ve bir süre sonra Kahire'nin büyük tacirlerinden birinin kızıyla nişanlanmış ve bu genç kızla evlilik sözleşmesi yaparak onunla evlenmiş. Ve olan olmuş! Ve büyük bir rastlantıyla Şemseddin'in gerdek odasında karısı­na girişimde bulunduğu gece, Basra'da, Nureddin'in vezirin kızı olan karısının odasındaki girişimi, aynı anda olmuş imiş; yarattıklarının bahtına sahip olduğunu göstermek için Tanrı iki kardeşin evliliklerini aynı geceye rastlatmış! Dahası, her şey iki kardeşin kavgalarından önce düşündükleri gibi olmuş, iki kadın da aynı gece hamile kalmışlar ve aynı gün aynı saatte çocuklarını doğurmuşlar. Mısır veziri Şemseddin'in karısı, Mısır'da güzellikte bir eşi daha bulunmayan bir kız çocuğu doğurmuş ve Basra'da Nureddin'in karısı da zamanında, tüm dünyada eşi bulunmaz güzellikte bir oğlan çocuğu doğurmuş.

Nureddin'in oğlu, güzelliği dolayısıyla Hasan Bedreddin adıyla anıldı. Doğumu büyük halk şenlikleriyle kutlandı. Ve doğumundan yedi gün sonra, gerçekten, şah oğullarına yaraşır şölen ve ziyafetler verildi, Şölenler bir kez bitince, Basra veziri, Nureddin'i aldı ve onunla birlikte sultanın huzuruna çıktı. Bunun üzerine Nureddin, sultanın ayakları arasındaki zemini öptü ve büyük bir hitabet gücü, yiğit bir yüreği olduğundan ve güzel sanatlar ve edebiyat üstüne çok bilgili bulunduğundan, sultana şu kasideyi okudu:

En büyük iyilik edenlerin, önünde eğilip silindiği kimse odur; çünkü tüm seçkin kişilerin gönlünü kazanmıştır o! Eserlerini överim, çünkü bunlar eser değil, boynu süsleyebilecek güzellikteki şeylerdir! Ve eğer parmaklarının ucunu öpüyorsam, bunları artık parmak olarak değil, tüm iyiliklerin anahtarı olarak gördüğündendir!

Sultan bu dizelerden pek hoşlanmış, Nureddin ve vezire, daha Nureddin'in evliliğini ve kim olduğunu bilmeden, armağanlar vermekte oldukça cömert davranmış. Nureddin güzel dizelerini okuyup bitirince, vezire, "Şu uzdilli ve yakışıklı genç adam kimdir?" diye sormuş.

Bunun üzerine vezir, sultana, başından sonuna kadar öyküyü anlatmış ve ona, "Bu genç adam benim yeğenimdir!" demiş. Sultan da ona, "Peki nasıl oluyor da bunun daha önce sözü geçmedi?" deyince, vezir "Ey efendim ve hükümdarım, size Mısır'da vezir olan bir kardeşim bulunduğunu söylemeliyim. Ölümünde, büyüğü kendi yerine vezir olan iki oğul bıraktı. İkincisi de gördüğünüz gibi beni ziyarete geldi çünkü babasına kızımı yeğeni elinden biriyle evlendireceğime dair söz vermiştim. Bundan dolayı, gelir gelmez onu kızımla evlendirdim! Gördüğünüz gibi bu genç bir adamdır, bense, artık yaşlandım, biraz da sağırım devlet işlerinde de dikkatsizim. Bundan dolayı hükümdarım olan siz efendimden, aynı zamanda damadım da olan yeğenimi, benim yerime vezir tayin etmesini talep ediyorum!

Onun vezirlik etmeye gerçekten layık olduğunu size temin ederim çünkü iyi bir danışman, yüce fikirlerden yana verimli, işleri gereğince yürütme konusunda çok beceriklidir!" demiş. Bunun üzerine sultan, genci daha dikkatle incelemiş ve bundan çok iyi bir izlenim almış, ihtiyar vezirin görüşünü kabul etmiş ve pek gecikmeden Nureddin'i kayınbabası yerine, büyük vezir tayin etmiş ve kendisine bulunabilecek en güzelinden şahane bir hilat ve kendi ahırndan bir katır armağan etmiş ve emrine muhafızlar ve mabeyinciler vermiş,

Bunun üzerine Nureddin sultanın elini öpmüş ve kayınbabası ile huzurdan çıkmış ve birlikte sevinç içinde evlerine dönmüşler ve yeni doğmuş olan Hasan Bedreddin'i kucaklamaya gitmişler. "Bu çocuğun doğumu bize mutluluk getirdi" demişler. Ertesi gün, Nureddin, yeni görevini üstlenmek üzere saraya gitmiş ve oraya ulaşınca, sultanın ayakları arasında zemini öperek şu şiiri okumuş:

Senin için mutluluklar her gün yenilenir, gönenç de öylesin. Seni çekemeyen, can sıkıntısından kurur, gider! Senin için günler ak bulutlar gibi beyaz, çekemeyenlerin günleri de kapkara olsun!

Bunun üzerine Sultan, onun, vezirlik divanına oturmasına izin vermiş ve Nureddin vezirlik divanına oturmuş. Ve görevini yerine getirmeye başlamış ve önüne gelen işleri yapmaya, adalet dağıtmaya, sanki uzun yıllardır vezirlik yapmış gibi bütün işleri yürütmeye başlamış ve Sultan'ın gözü önünde her meseleyi öylesine kolaylıkla çözümlemiş ki, Sultan onun zekasına, işleri kavrayışına ve adalet da­ğıtımındaki davranışına hayran kalmış onu daha çok sevmiş ve onu yakını kılmış. Nureddin'e gelince, yüksek görevlerini gereğince yerine getirmeyi sürdürmüş ama tüm devlet görevlerine karşın, oğlu Hasan Bedreddin'in eğitimini de savsaklamamış. Çünkü Nureddin, günler geçtikçe, daha kudretli ve onun mabeyincilerinin, hizmetçilerinin, muhafızlarının ve ulaklarının adedini arttıran Sultan'ın nezdinde daha değerli olmuş. Ve Nureddin öylesine zengin olmuş ki, servetiyle donattığı ve dünyanın her yanına giden gemileriyle büyük boyutlarda ticaret yapmış, gelir getiren kurumlar, yel ve su değirmenleri, şahane bağ ve bahçelere sahip olmuş. Ve bütün bunlar oğlu Hasan Bedreddin dört yaşına ulaşıncaya kadar olup bitmiş.

Bu sırada, Nureddin'in kayınbabası ihtiyar vezir ölmüş ve Nureddin ona büyük bir cenaze töreni yapmış ve kendisiyle birlikte ülkenin bütün ileri gelenleri bu törene katılmış. Ve bundan sonra Nureddin oğlunun eğitimine tüm olarak kendini vermiş. Onu, şer'i ve medeni hukukta ileri derecede bilgili bir bilim adamına emanet etmiş. Bu saygın bilimadamı, her gün ikametgâha gelerek genç Hasan Bedreddin'e ders veriyormuş ve yavaş yavaş, aradan zaman geçtikçe, Kuran'ın anlamını öğrendiği kadar baş­tan aşağıya ezberden okumayı da kavramış, bundan sonra ihtiyar bilgin, yıllar boyunca, öğrencisine tüm yararlı bilgileri vermeği sürdürmüş. Hasan da güzellikten, zarafetten ve mükemmellikten yana, tıpkı şairin dediği gibi serpilip durmuş: Şu genç oğlan! Ay gibidir ve onun gibi ışık saymaktan ve güzelliğini arttırmaktan geri durmaz; güneş onun yanağının lalesinden ışınlarının parlaklığını ödünç alır! Eşsiz seçkinliğiyle güzellerin şahıdır o! Kırların şaşası ve çiçekler varlıklarını, sanki ondan ödünç almışlardır!

Ama bütün bu zaman içinde, genç Hasan Bedreddin, babası Nureddin'in sarayını bir an bile terk etmemiş, çünkü yaşlı bilgin derslerinin çok büyük bir dikkatle izlenmesini istiyormuş. Ama Hasan on beşinci yılına ulaşınca, artık ihtiyar bilginden öğrenecek bir şeyi de kalmadığından, babası Nureddin onu alıp giysileri arasında bulabildiği en güzel bir giysiyle donatmış, katırların içinden en güzeli ve en biçimlisine bindirmiş ve onunla birlikte Basra caddelerinden büyük bir mevki halinde geçerek Sultan in sarayına yollanmış. Kentte oturanlar da, genç Hasan Bedreddin'i görünce, güzelli­ği, boyunun zarafeti, kibarlığı ve büyüleyici davranışlarından dolayı sevinç çığlıkları atmışlar ve, "Ya Allah! Ne güzellik bu! Tıpkı ay gibi! Allah kem gözden korusun!" diye haykırmaktan kendilerim alamamışlar. Bu, böylece Bedreddin ile babası saraya ulaşıncaya kadar sürmüş ve halk şairin beyitlerinin anlamını o zaman kavramış. Sultana gelince, genç Hasan Bedreddin'i ve güzelliğini görünce, öyle şaşırmış ki, soluk alamaz olmuş ve bir an için soluk almayı unutmuş. Ve onu yanma yaklaştırmış ve onu çok sevmiş; onu gözdesi yapmış, armağanlar vermiş ve babası Nureddin'e, "Vezir, onu mutlaka her gün benim yanıma yolla! Çünkü onu görmeden edemeyeceğimi anlıyorum!" demiş. Vezir Nureddin de, "Duyduk ve itaat ettik!" şeklinde yanıt vermek zorunda kalmış.

Bütün bunlar olup bitip Hasan Bedreddin, Sultan'ın dostu ve gözdesi olunca, babası Nureddin oldukça ağır hasta düşmüş ve Tanrı'nın huzuruna çıkmasının pek gecikmeyeceğini hissederek oğlu Hasan'ı çağırtmış, ona son vasiyetlerini yapmış ve "Bil ki, ey oğlum, bu dünya fanidir, gelecekteki dünya ebedidir! Ben, ölmeden önce, sana bazı nasihatlerde bulunmak istiyorum. Bunları iyice dinle ve onlara yüreğini aç!" demiş. Ve Nureddin, Hasan'a, benzerleriyle bir arada yaşarken uyacağı ve yaşamınca yöneleceği kuralları açıklamış. Bundan sonra, Nureddin, kardeşi Mısır veziri Şemseddin'i, ülkesini, Kahire'deki yakınlarını ve dostlarını hatırlamış ve bunları hatırlayınca da onları yeniden görme olanağı bulunmadığından gözyaşlarını tutamamış. Ama hemen bu konuda da oğluna tavsiyelerde bulunabileceğini düşünerek, ona, "Çocuğum, şimdi sana söyleyeceklerimi iyice dinle! Çünkü çok önemlidirler. Benim Kahire'de Şemseddin adlı bir kardeşim vardır, yani senin amcandır ve Mısır'da vezirdir. O zamanlar, aramız biraz bozuk olarak birbirimizden ayrıldık ve ben, buraya, Basra'ya onun rızasını almadan geldim. Şimdi sana bu konudaki vasiyetlerimi bildiriyorum; bir kâğıt ve bir kamış al ve söyleyeceklerimi yaz!" demiş.

Bunun üzerine Hasan Bedreddin, bir tabak kağıt almış ve hokkasını kemerinden çıkarıp kutusundan en iyi yontulmuş bir kamış kalem çekmiş ve kalemi yazı masasının ortasında bulunan hokkaya batırmış, sonra oturmuş ve kağıdı ikiye katlayıp sol eline, kalemi de sağ eline alarak babası Nureddin'e, "Baba, söyleyeceklerini bekliyorum!" demiş. Ve Nureddin yazdırmaya başlamış: "Bağışlayıcı, esirgeyici Yüce Tanrı adına..." ve oğluna öyküsünü başından sonuna kadar yazdırmış. Sonra da Basra'ya geliş tarihini, ihtiyar vezirin kızıyla evlenişini, tüm soykütüğünü, doğrudan ve dolaylı önkuşağını, babalarının ve büyük babalarının adlarını, kökenleri ve edindikleri kişisel soyluluk unvanlarıyla birlikte yazdırmış, sonra da babadan ve anadan gelen soy sopunu bunlara eklemiş. Sonra da oğluna, "Bu kağıt tabakasını itinayla sakla! Ve eğer bir gün, talihin şevkiyle, başına bir felaket gelirse, babanın ülkesine dön! Benim, baban Nureddin'in doğduğu, o refah kenti Kahire'ye! Orada bizim evde oturan vezir amcanın adresini sorarsın, ona Tanrı'dan barış dileyerek benim selamlarımı ve de gurbet illerde, ondan uzak üzgün öldüğümü, ölmeden önce de onu görmekten başka hiçbir dileğim olmadığını söylersin! İşte, oğlum Hasan, sana vermek istediğim nasihatler bunlardı. Bana bunları unutmayacağına söz ver bakayım!" demiş.

Bunun üzerine Hasan Bedreddin, iyice tozlayıp kuruttuktan ve babasının mührüyle mühürledikten sonra, kağıdı dikkatle katlamış, sonra da bunu sangının astarına, kumaş ile takkesi arasına sokmuş ve oraya dikmiş ama onu terden korumak için, dikmeden önce, balmumuyla işlem görmüş bir tülbente sarmayı da unutmamış. Bunu yaptıktan sonra, babası Nureddin'in elini öpüp ağlamaktan gayrı bir şey yapmayı düşünmemiş ve bundan böyle daha bu kadar gençken yalnız kalacağı ve babasını görmekten mahrum olacağı düşüncesiyle kederlenmiş ve Nureddin, ruhunu teslim edinceye kadar oğlu Hasan Bedreddin'e nasihatlarda bulunmayı sürdürmüş. Bunun üzerine Hasan Bedreddin, büyük bir mateme bürünmüş ve onunla birlikte Sultan da, büyük küçük emirler de matem tutmuşlar. Sonra mevkiine yaraşır bir merasimle onu toprağa gömmüşler. Hasan Bedreddin'e gelince, onun matem merasimi iki ay sürmüş ve tüm bu zaman içinde, evini bir an bile terk etmemiş, saraya çıkmayı ve adeti olduğu gibi gidip Sultan'ı görmeyi bile unutmuş.

Sultan, güzel Hasan'ı ondan uzaklaştıran nedenin sadece üzüntü olduğunu anlayamayarak Hasan'ın kendisinden bıktığım ve sakındığını düşünmüş. Ve bundan dolayı çok kızmış ve Hasan'ı babasının izleyicisi olarak vezir tayin edecek yerde, bu görevi bir başkası­ na vermiş ve bir başka saraylıyı dost tutmuş. Durumdan hoşlanmayan Sultan, daha da fazlasını yapmış. Hasan'ın bütün mallarının, bütün evlerinin ve varlığının mühürlenip hepsine el konulmasını emretmiş, sonra da Hasan Bedreddin'in kendisinin de tutuklanıp, zincire vurularak huzuruna getirilmesini emretmiş.

Yeni vezir mabeyincilerinden bazılarını birlikte alarak, kendisini tehdit eden felaketten haberi olmayan genç Hasan'ın oturduğu ev tarafına yönelmiş. Oysa, sarayın genç köleleri arasında, Hasan Bedreddin'i çok seven bir kölervarmış. Bu durumu öğrenince, çabucak Hasan Bedreddin'in yanına koşmuş, onu başı önüne eğik, yüreği dert yüklü ve boyuna ölen babasını düşünerek son derece üzgün bulmuş. Bunun üzerine başına gelmekte olan felaketi ona açıklamış. Hasan, ona, "Ama hiç değilse, yabancı ülkelere kaçarken, beni geçindirecek bir şeyler alacak zamanım da mı yok?" diye sormuş. Genç köle de ona, "Zaman çok dar. Bundan dolayı her şeyden önce kendini kurtar maktan baş­ka şey düşünme!" demiş. Bu sözleri duyunca, genç Hasan, o sırada üzerinde bulunan giysilerle ve yanına hiçbir şey almadan, tanınmamak için giysilerinin uçlarını başına örterek aceleyle oradan ayrılmış. Ve kentin dışına çı­kıncaya kadar yürümesini sürdürmüş.

Basra'da oturanlara gelince, rahmetli vezirleri Nureddin'in oğ­lu genç Hasan Bedreddin'in tasarlanan tutuklanması, mallarına el konulması ve büyük bir ihtimalle ölmüş olabileceği haberlerini alınca çok büyük bir üzüntüye kapılmışlar ve "Güzelliğine ve büyülü ki­şiliğine yazık oldu" demeye başlamışlar. Ve tanınmaksızın kentin sokaklarından geçerken, genç Hasan, bu kederli sözleri ve haykırışları duymuş. Ama daha da fazla acele yürüyüp geçmiş ve talih onu, babasının türbesinin bulunduğu mezarlığa kadar sürüklemiş. Bunun üzerine mezarlığa girmiş, mezarları geçerek babasının türbesinin bulunduğu yere ulaşmış. Ancak o zaman başına örttüğü giysiyi indirmiş ve türbeye girip geceyi orada geçirmeyi düşünmüş. Orada oturmuş, düşüncelere dalmışken, tüm kentte çok tanınmış bir tacir olan Basralı bir Yahudinin türbeye yaklaşmakta oldu­ğunu görmüş. Bu Yahudi yöredeki bir köyden geliyor ve kente dönüyormuş. Nureddin'in türbesinin önünden geçerken içeriye bakmış ve genç Hasan Bedreddin'i görüp onu hemen tanımış.

Bunun üzerine türbeye girmiş ve onu saygıyla selamladıktan sonra, "Efendim, o güzel yüzün ne kadar bozuk ve değişik! Yoksa başına baban vezir Nureddin'in ölümünden gayrı bir felaket mi geldi? O baban ki, beni ne kadar çok sever ve takdir ederdi! Allah rahmetini esirgemesin!" demiş. Fakat genç Hasan Bedreddin, yüzünün değişmesinin gerçek nedenini ona söylemek istemediğinden, "Bugün öğleden sonra evimde uyurken, ansızın, rüyamda rahmetli babamı gördüm, bana türbesini sık sık ziyaret etmediğim için sitemler etti. Ben de, dehşet ve pişmanlık dolu, sıçrayarak uyandım ve çok sarsılmış olarak çabucak koşup buraya geldim. Sen de beni etki altındaki bu kötü halimle gö­rüyorsun" demiş. Bunun üzerine Yahudi ona, "Efendim, epey zamandır sana gelip bir meseleden söz etmek istiyordum ama kısmet bugünmüş ki sana rastladım. Benim genç efendim, baban vezir ile ortaklaşa işlerimiz vardı, bir süre önce kendi adına uzak ülkelere gönderdiği gemiler mal yüklü olarak dönmek üzere... Bu gemilerin yüklerinden birini bana devredersen bin dinar veririm ve de parayı hemen şimdi ödeyebilirim" demiş. Ve Yahudi giysisinden altın yüklü bir kese çıkarmış bin dinarı sayıp ayırarak hemen genç Hasan'a sunmuş, o da içinde bulundu­ğu durumdan Tanrı'nın onu kurtarmak istediğine inanarak hemen bu sunuyu kabul etmiş.

Sonra Yahudi, "Şimdi, efendim, bana bir alıntı makbuzu yazın, altını da mühürleyin!" demiş. Bunun üzerine Hasan Bedreddin, Yahudinin kendisine uzattığı kağıdı ve kamışı almış; kamışı bakır hokkaya daldırarak kağıdın üzerine şunları yazmış: "Bu kağıdı yazanın -Allah taksiratını affetsin!- vezir Nureddin'in oğlu Hasan Bedreddin olduğunu ve Basra'da tacir falan oğlu falan Yahudiye, babası Nureddin'e ait gemiler içinde yer alan Basra'ya gelecek ilk geminin yükünü sattığını ve bunun için bin dinar aldığını beyan ederim." Sonra kağıdın altını mührüyle mühürlemiş ve Yahudiye vermiş, o da onu saygıyla selamlayarak oradan ayrılmış. Bunu izleyerek Hasan, rahmetli babasını, geçmişteki kendi durumunu ve şimdiki durumunu düşünerek yeniden ağlamaya başlamış. Ama, gece olunca, babasının türbesinde uzanıp yatarken uyku bastırmış ve orada uyuyakalmış. Orada öylece ayın göğün yücesinde belirdiği saate kadar uzanmış, o sırada başı kabrin taşından aşa­ğı kaydığından, dönüp bu kez sırtüstü uyumak zorunda kalmış, öyle ki yüzü ay ışığıyla tüm olarak aydınlanıyor ve bütün güzelliğim yansıtıyormuş.

Oysa, bu mezarlık, iyi niyetli, Müslüman inançlı ecinnilerin uğ­rağı bir yermiş. Ve, tam rastlantı olarak, o saatte güzel bir ecinniye, ay ışığı altında hava almak için oraya uğramış. Gezintisi sırasında Hasan'ın bulunduğu yere gelmiş ve onu olanca güzelliği ve uyum içinde uyurken görmüş, buna çok şaşırıp kendi kendine, "Allah'a şü­kürler olsun! Ey güzel çocuk! Gerçekte, açık olsaydı, onun güzel gözlerine aşık olurdum, her halde siyah ve güzel gözlerdir bunlar!" demiş. Sonra da, "Uyanmasını beklerken, gezintimi havada sürdürmek üzere uçayım" diye eklemiş. Ve uçarak, taze hava almak için oldukça yükseklere ağmış, orada gezisini sürdürürken, arkadaşlarından birine, bir erkek ecinniye rastlayarak mutlu olmuş, o da inançlı biriymiş. Onu nezaketle selamlamış, erkek ecinni de selamına saygıyla karşılık vermiş. Bunun üzerine ecinniye, "Nereden geliyorsun, arkadaş?" diye sormuş. O da, "Kahire'den" diye yanıt vermiş. Ecinniye ona, "Kahire'nin iyi yürekli inanç sahipleri hoş mudurlar?" deyince ecinni, "Tanrıya şükür, iyidirler" yanıtını vermiş.

Bunun üzerine ecinniye, "Arkadaş, benimle Basra mezarlığında uyuyan bir genç adamın güzelliğine hayranlık duymak için gelmek ister misin?" deyince, ecinni, "Emrin başım üstüne!" demiş. Bunun üzerine el ele tutuşup birlikte mezarlığa inmişler ve uyuyan genç Hasan'ın önünde yere inmişler. Ecinniye, "Nasıl, haklı değil miymişim?" demiş. Ecinninin de, Hasan Bedreddin'in harika güzelliğinden gözleri kamaşmış, "Allah! Allah! Eşi olamaz bunun; tüm fereleri yakmak için yaratılmış sanki!" demiş. Sonra da, biran düşünüp eklemiş: "Bununla birlikte, hemşire, bu büyüleyici gençle karşılaştırılabilecek birini gördüm ben" demiş. Ecinniye, "Olamaz!" diye haykırmış. Ecinni, "Vallahi, gördüm! Hem de Mısır gökleri altında, Kahire'de! Vezir Şemseddinin kızıdır kendisi!" demiş. Ecinniye ona, "Ama ben onu tanımıyorum!" deyince, ecinni: "Dinle! Onun öyküsü şöyle:

"Babası vezir Şemseddin'in onun yüzünden başı belada. Ger­çekte, Mısır Sultanı, haremdeki kadınlarından vezirin kızının olağandışı güzelliğim duyunca, vezirden evlenmek üzere kızını istemiş. Ama vezir, kızı için başka bir şeye karar verdiğinden, büyük bir şaş­kınlığa düşmüş ve Sultan'a "Ey hükümdarım, ey efendim. Bu konuda en alçak gönüllü özürlerimi kabul etmek ve beni bağışlamak lütfunu gösterin! Çünkü benimle birlikte vezirliği yürüten kardeşim Nureddin'in öyküsünü bilirsiniz. Bir gün buralardan ayrıldığını ve o zamandan beri ondan haber alamadığımı da biliyorsunuz. Ve bu, aslında, hiç de ciddi sayılamayacak bir nedenle olmuştu!" demiş ve Sultan'a olayın nedenini ayrıntılarıyla anlatmış.

"Bu yüzden, daha sonra, Tanrı'ya, kızımın doğduğu gün, ne olursa olsun, onu, kardeşim Nureddin'in oğlundan başkasıyla evlendirmemeye yemin ettim, O zamandan bu yana on sekiz yıl geçti. Fakat, ne mutlu ki, sadece birkaç gün önce, kardeşim Nureddin'in Basra vezirinin kızıyla evlenmiş olduğunu ve ondan bir erkek çocuğa sahip olduğunu öğrendim. Annesiyle aramızdaki gayretli ilişkiden doğmuş olan Tanrı armağanı kızımın da, kardeşim Nureddin'in oğlu olan yeğeniyle evlenmek üzere bahtı yazılmış ve kararlaşmıştır. Sana gelince, ey benim hükümdarım, efendim! Sen istediğin kızla evlenebilirsin! Mısır bunlarla doludur! Şahlara yaraşır güzellikte ne kadar çok kız vardır ülkemizde!" demiş.

Fakat, bu sözleri işiten Sultan, müthiş hiddete kapılmış ve "Nasıl, ey sefil vezir! Senin kızınla evlenmek onurunu sana vereyim, bu dereceye kadar düşeyim de, sen soğuk ve budalaca bir bahaneyle beni red dedesin, ha? Öyle olsun! Ama, başım üzerine yemin ederim ki, burnunun dikliğine karşın, kızını, kölelerimden en düşkünüyle evlendirmeye seni zorlayacağım!" diye haykırmış. Sultanın ahırında, çarpık ve kambur bir seyis varmış, hem de hem göğsünde hem de sırtında kamburu olan cinsten... Sultan hemen onu çağırtmış, babasının yalvarmalarına karşın onunla vezir Şemseddin'in kızı için bir evlenme sözleşmesi hazırlatmış ve kamburun o gece genç kızla yatmasını buyurmuş. Dahası, Sultan musiki ile desteklenen büyük bir düğün şenliği yapılmasını da emretmiş. Bana gelince, diyerek sözünü sürdürmüş ifrit, sarayın genç kö­leleri, kamburun yöresini alıp çok tuhaf Mısır usulü zevzeklikler yaptıkları ve her biri damada refakat etmek üzere ellerindeki meşalelerle ilerledikleri sırada, oradan ayrıldım. Damada gelince, ben ayrıldığım sırada, onu, kaba şakalarla, "Kızın yerinde biz olsak, bu kamburun yürekler acısı zebbi yerine uyuz bir eşeğinkini ele almayı yeğ tutardık!" diyerek hamamda yıkıyorlardı. Gerçekten hemşire, bu kambur çok çirkin ve nefret uyandırıcı idi!" demiş ve ecinni bunu hatırlayınca, yüzünü fena halde buruşturarak yere tükürmüş. Sonra da, "Genç kıza gelince, hayatımda gördüğüm en güzel yaratık diyebilirim. Seni temin ederim ki, bu delikanlıdan çok daha güzeli zaten adına da Sitt-ül Hüsn diyorlar, gerçekten de öyle! Onu şenliğe katılması yasaklanan babasından uzak, acı acı ağlarken bıraktım.

Şölende çalgıcılar, rakkaseler ve hanendeler arasında tek başına oturuyordu, sefil seyis hamamdan çıkar çıkmaz şenlik başladı!" demiş, Öyküsünün burasında, Şehrazat, sabahın belirdiğini görmüş ve yavaşça, anlatısını ertesi güne bırakmış.

Ve Yirmi Birinci Gece Gelince Şehrazat yeniden söze başlamış:

İşitim ki, ey bahtı güzel şahım, ifrit sözlerini, "Zaten şenliğin başlaması için kamburun hamamdan çıkmasını bekliyorlardı" diyerek sonuçlandırınca; ecinniye, "Evet, arkadaş! Ama senin, Sitt-ül Hüsn'ün bu delikanlıdan daha güzel olduğunda ısrar ederek çok yanıldığını düşünüyorum. Bu, hiç de mümkün değil çünkü, ben, Hasan'ın zamanın en güzel varlığı olduğunda ısrar ediyorum!' demiş. İfrit buna karşılık, "Vallahi! hemşire, genç kızın delikanlıdan daha güzel olduğuna seni temin ederim! Zaten benimle gelip onu bir kez görmen, inanman için yeterlidir! Bu kadar kolay! Bu fırsatı kullanarak alçak kamburun, bu kadar harika bir yaratığı kirletmesini de engellememiz gerek! Bu iki genç varlık birbirlerine layıktır ve birbirlerine öylesine benziyorlar ki, iki kardeş denebilir bunlara ya da iki yeğen. Kambur, Sitt-ül Hüsn çiftleşirse ne kadar yazık olur!" demiş.

Bunun üzerine ecinniye, "Hakkın var, kardeşim. Evet, uyuyan genci kollarımızda taşıyarak onu, sözünü ettiğin genç kızın yanına getirelim! Böylece, güzel bir şey yapmış ve de ikisinden hangisinin daha güzel olduğunu anlamış oluruz!" diye yanıt vermiş. İfrit de, "İşittim ve itaat ettim! Çünkü sözlerin doğru düşünce ve dürüstlük ürünü! Haydi öyleyse!" diye yanıt vermiş. Bunun üzerine ifrit, genç adamı omzuna almış, arkasında kendisine daha çabuk gitmek için yardım eden ifrite ile uçmaya başlamış ve ikisi birden böylesine bir yükle sonunda tüm hızla Kahire'ye ulaşmışlar. Orada, güzel Hasan'ı indirip daima uyur durumda, halkla dolu saray avlusunun yö­resinde bir sıra üzerine yerleştirmişler ve onu uyandırmışlar. Hasan uyanmış ve kendisini Basra'da türbede, babasının mezarı üzerinde uzanmış bulmamaktan dolayı büyük bir şaşkınlığa düş­müş. Sağına bakmış, soluna bakmış. Burası bildiği kent değil. Basra'dan tüm olarak değişik bir kentmiş. O kadar şaşırmış ki, haykırmak için ağzını açmış fakat hemen önünde ona haykırmaması için gözüyle işaret eden uzun boylu ve sakallı bir adam görmüş. Ve Hasan kendini tutmuş.

Aslında ecinni olan bu adam, ona yanmış bir mum vermiş; ellerinde yanan mumlarla ilerleyen düğün kalabalığı­ na katılmasını sağlamış ve ona, "Bil ki, ben bir ecinniyim, ama iman sahibi bir ecinni! Seni buraya uyuduğun sırada ben taşıdım. Bu kent, Kahire' dir. Seni buraya, iyiliğini istediğim için taşıdım ve de karşılıksız bir yardımda bulunmak için... Sadece Allah aşkına ve de güzellik adına! Şimdi şu yanmış mumu elimden al, bu kalabalı­ğa katıl ve onlarla birlikte şu gördüğün hamama git! Orada, hamamdan çıkan, saraya götürülecek bir kambur göreceksin, sen de onları izle! Daha iyisi yeni damat kamburun yanında yürü! Ve onunla birlikte saraya gir! Büyük toplantı salonuna ulaşınca, sanki haneden birisi gibi, yeni damat kamburun yanında dur! Ve orada karşına çıktığını gördüğün herhangi bir çalgıcı, bir rakkase veya bir şarkıcı kadın görürsen, hemen elini cebine daldır ve benim marifetimle orada hiç eksilmeyecek altınları avuçlayarak hiç tereddüt etmeden başları­na öylece saçıver! Ve sakın altının biteceğinden korkma, bunu ben halledeceğim! Sana her yaklaşana avuç dolusu altın saçacaksın! Ve kendinden emin bir tavır takınacaksın! Ve de hiçbir şeyden korkma! Seni bu kadar güzel yaratmış olan Tanrı'ya ve de seni seven bana güven!

Zaten, bütün bunlar Yüce Tanrı'nın arzu ve iradesiyle olmuştur!" demiş. Bu sözleri söyledikten sonra, ecinni gözden kaybolmuş. Bunun üzerine Basralı Hasan Bedreddin, ifritin sözlerini düşü­nerek kendi kendine, "Bütün bunların anlamı ne acaba? Ve bu şaşırtıcı ifrit, bana ne gibi bir hizmette bulunduğunu söylemek istedi?" diye mırıldanmış. Ama, kendi kendine soru sormak üzere uzun boylu düşünmeden yürümüş, sönen mumunu bir başka çağrılının mumundan yeniden yakmış ve hamamda yıkanmayı sona erdiren kamburun tam yepyeni giysiler içinde ve at üstünde yola çıkacağı anda, hamama ulaşmış. Bunun üzerine Basralı Hasan Bedreddin, kalabalığa karışmış ve güzel bir manevrayla, düğün alayının başına, kamburun yanma ulaşmış. İşte bu durumda, Hasan'ın tüm güzelliği, harika parıltısı içinde belirmiş. Zaten Hasan, Basra'dan en göz kamaştıran giysilerine bürünerek çıkmışmış, başında başlık olarak, çevresine altın ve gümüş işlemeli ve Basra tarzında görkemli bir ipek sarık sarılmış olan bir fes, sırtında da sırma tellerle yer yer işlenmiş bir harmaniye varmış. Ve bütün bunlar onun gururlu havasına ve güzelliğine katkıda bulunuyormuş.

Düğün alayının yürüyüşü sırasında, çalgıcıların grubundan ayrılıp her hangi bir rakkase veya şarkıcı, Hasan'ın karşısına gelip kendisine yaklaştıkça, Hasan hemen cebindeki keseye davranıyor ve oradan bolca altın çıkararak, bu altını avuç avuç yöresindekilere saçıyor, aynı şekilde kendisine yaklaşan genç şarkıcının ya da genç rakkasenin zilli tefine altın dolduruyor, bunu yaparken de görülmedik bir zarafetle davlanıyormuş. Böylece orada bulunan bütün kadınlar ve de bütün kalabalık, büyük bir hayranlığa kapılmışlar ve de onun güzelliği ve sihrinden etkilenmişler. Alay sonunda saraya ulaşmış. Orada, mabeyinciler kalabalığı dağıtmışlar ve sadece kamburu izleyen çalgıcılar ile rakkase ve şarkıcıları içeri almışlar. Başka hiç kimse içeri girememiş. Bunu gören şarkıcı ve rakkaseler, ağızbirliğiyle, mabeyincilere sokulup onlara, "Vallahi! Halkı, gelinin giyimine yardım etmek üzere görevli olan bizlerle birlikte hareme girmekten engellemekte çok haklısınız! Ama, bize o kadar iyiliği dokunan şu genç adamı bizimle içeri girmekken engellerseniz, biz de kesinlikle içeri girmeyiz. Ve de dostumuz olan bu genç adam yanımızda bulunmadıkça, geline şenlik düzmeyi de reddedeniz" demişler. Ve zorlayarak kadınlar, genç Hasan'a dört elle sarılmışlar ve onu da birlikte büyük toplantı salonunun ortasındaki hareme götürmüşler,

Hasan, olan biteni önleyemeyen ve de bundan dolayı nefretle dolu olan kamburla birlikte harem çevresindeki tek erkekmiş. Toplantı salonunda, emirlerin vezirlerin ve saray mabeyincilerinin tüm soylu ekleri toplanmış imiş. Tüm kadınlar iki sıra halinde dizilmiş ve her biri elinde büyük birer mum tutuyormuş, her birinin yü­zü de, iki erkeğin varlığından ötürü, beyaz ipek bürümcüklerle örtünmüş. Hasan ve yeni evli kambur, düğüne katılmak için, salondan gerdek odasına kadar iki dizi halinde sıralanmış kadınların önünden geçmişler ve yüksek bir peykeye oturmuşlar.

Hasan Bedreddin'i güzelliği, büyüleyici etkisi ve ayın hilal halindeki görünümünü andıran ışıltılı yüzüyle gören kadınlar, heyecandan nefes alamaz olmuş, akıllarının başlarından uçtuğunu hissetmişler. Ve her biri bu harika gencin boynuna sarılmak ve kucağına atılarak orada bir yıl, bir ay veya hiç değilse bir saat ya da sadece bir kez onun dolduruşuna uğrayacak ve onu içinde duymaya yetecek kadar bir zaman oturmak için yanıp tutuşmuşlar. Öyle bir an gelmiş ki, tüm bu kadınlar, hep birden, artık daha fazla dayanamayıp bürümcüklerini kaldırarak yüzlerini açmışlar, kamburun varlığını unutarak sınırlamadan kendilerini ortaya koymuşlar ve hepsi birden güzelliğini daha yakından izlemek ya da onu ne çok arzuladıklarını belli etmek üzere, bir iki aşk sözü fısıldamak, hiç değilse gözleriyle bir işaret yapmak için, Hasan Bedreddin'in yanına yaklaşmaya başlamışlar.

Zaten, rakkase ve hanendeler, Hasan'ın cömertliğini anlatarak onu daha da değerlendiriyorlar ve bu kadınları ona karşı daha iyi hizmet görmeye teşvik ediyorlarmış. Kadınlar kendi aralarında, "Allah! Allah! işte bir genç ki, doğrusu, Sitt-ül Hüsn ile yatmaya gerçekten layık! Adeta birbirleri için yaratılmışlar! Allah şu kamburun belasını versin!" diyorlarmış. Salonda, kadınlar, Hasan'ı över, kambura da lanetler yağdırırken birden çalgıcılar mızrap vurup zil çalarak, yeni gelin Sitt-ül Hüsn'ün, gerdek kapısı açılarak, haremağalan ve maiyetindekilerle çevrili, kabul salonuna girişim muştulamışlar. Vezir Şemseddin'in kızı Sitt-ül Hüsn, kadınların arasına katılmış. tıpkı bir huri gibi parlıyor yanındaki diğer kadınlar da onun yanında, bir buluttan çıkan ayı çevreleyen yıldızlar gibi, ona bir tören alayı oluşturuyorlarmış. Amberler, miskler ve gülyağları sürünmüş taradığı saçları, başını örten ipek bürümcük altından parlıyor, omuzları onları kaplayan gösterişli giysiler altında harika desenler çiziyormuş, gerçekte kenarları kızıl altınla işlenmiş al giysisinin üzerine hayvan ve kuş figürleri işlenmiş ama bunlar sadece dış giysileri üzerinde görülenlermiş, bunların altındaki iç giysilere gelince, onların ne olduklarını ve ne denli değerli bulunduklarını ancak Allah bilirmiş.

Boynundaki gerdanlık, kim bilir kaç bin dinar değerindeymiş! Onu oluşturan her bir değerli taş, öylesine nadirmiş ki, hiç kimse, bir şah bile olsa, benzerini görmemiş imiş. Tek sözcükle, yeni gelin Sitt-ül Hüsn, öyle güzelmiş ki, ancak on dördüncü gecesinde dolunay bu kadar güzel olabilirmiş! Basralı Hasan Bedreddin'e gelince, yerinde kıpırdamadan oturuyor ve tüm kadınların hayranlığını çekip duruyormuş. Sonunda yeni gelin onun bulunduğu yana doğru gelmeye başlamış. Bedenini sağa, sola kıvırarak, son derece zarif hareketlerle sedire yaklaşmış. Bunu gören kambur seyis, ayağa kalkarak onu kucaklamaya yeltenmiş. Fakat kız onu nefretle itmiş, kıvrak bir hareketle dönerek gü­zel Hasan'ın önünde durmuş. Onun kendi yeğeni olduğunu bilmedi­ği gibi, oğlan da hiçbir şey bilmiyormuş! Bu sahneyi gören, oradaki bütün kadınlar gülmeye başlamış­lar, özellikle genç gelin yakışıklı Hasan'ın önünde durup ve onun uğ­runa bir an içi tutuşarak, ellerini göğe kaldırıp, "Allah'ım! Ne olur bu güzel genç benim kocam olsa! Beni bu kambur seyisten kurtar Allah'ım!" diye haykırınca... Bunu duyan Hasan Bedreddin, ecinninin ikazına uyarak etini cebine daldırıp oradan birçok altın çıkarıp avuç avuç Sitt-ül Hüsn'ü izleyenlere ve çalgıcı ve şarkıcılara saçmış.

Onlar da, İnşallah, geline sen sahip olursun!" diye haykırmışlar. Ve Bedreddin bu temenniye ve iltifatlara kibarca gülmüş. Kambura gelince, bütün bunlar olup biterken, kötülemelerden yılmış bir kenarda tek başına maymun gibi oturup kalmış ve rastlantı kabilinden onun yanına kim yaklaşmışsa ya da yanından kim geçmişse, onunla alay etmek için mumlarını söndürmüşler ve böylece orada sıkıntıdan patlayarak ve kaygıdan kahrolarak kalakalmış. Ve tüm kadınlar ona bakarak alay etmişler ve pis şakalar yapmış­lar. Herkes de gülüp duruyormuş. Yeni geline gelince, her seferinde yeni giysilerle tüm kadınlar da kendisini izlediği halde, salonda yedi kez tur atmış ve her seferinde de Basralı Hasan Bedreddin'in önünde durmuş. Ve her bir giysisi bir önce giydiğinden daha güzelmiş ve takındığı her süs, bir öncekinden daha değerliymiş. Ve yeni gelin ağır ağır ve adım adım yü­rürken, çalgıcılar coşkuyla aletlerini çalıyor ve şarkıcılar en çıldırtıcı, en tahrik edici aşk şarkıları söylüyorlarmış, rakkaseler de zilli teflerinin refakatinde, kuşlar gibi raks ediyorlarmış! Ve her seferinde, Hasan Bedredd in El-Basravi, salonun her yanına avuç avuç altın saçmaktan geri kalmıyormuş ve tüm kadınlar, delikanlının eline dokunan bir şeylere sahip olmak için çabalayıp duruyorlarmış.

Hatta bazılan, genel neşeden ve heyecandan çalgı sesinden ve şarkıların verdiği baş dönmesinden yararlanarak, yerde birbirinin üstüne uzanmış, oturmuş gülümseyen Hasan'a bakarak taklit yapıyorlarmış. Ve kambur bütün bunlara üzülerek bakıyormuş. Yedinci turun sonunda, düğün merasimi bitmiş; çünkü gecenin zaten ilerlemiş bir saatine ulaşılmış imiş. Çalgıcılar mızrap vurmayı bırakmışlar, rakkase ve şarkıcılar susmuşlar ve tüm kadınlarla birlikte, kimi ellerini öperek, kimi giysisinin eteğini tutarak, Hasan'ın önünden geçmişler ve son bir kez daha güzelliğini görmek için baş­ larını çevirip baktıktan sonra dışarı çıkmışlar. Sonunda salonda, Hasan'dan, kamburdan, yeni gelinden ve nedimelerden başka kimse kalmamış. Bunun üzerine nedimeleri gelini soyunma odasına götürmüşler, birer birer giysilerinden soymuşlar. Sonra hepsi birden, gelini sadece, görevi yeni gelini damat kambur içeri girinceye kadar gerdeğe hazırlamak olan ihtiyar dadı­sıyla bırakarak, çekilmişler.

Kambur, sedirden ayağa kalkarken, Hasan'ın hâlâ oturduğunu görerek, kuru bir sesle ona, "Gerçekte efendim, varlığınızla bizi çok onurlandırdınız ve bu gece iyiliklerinizle bizi ihya ettiniz. Ama şimdi, buradan ayrılmak için kovulmayı mı bekliyorsunuz?" demiş. Bunun üzerine Hasan sonuç olarak ne yapacağını bilemediğinden ayağa kalkarak, "Bismillahirrahmanirrahim!" demiş ve dışarı çıkmış. Ama, daha salonun kapısının dışına çıkar çıkmaz, ecinninin belirdiğini görmüş, ecinni ona "Böyle nereye gidiyorsun, Bedreddin? Dur bakalım! Beni iyi dinle ve söyleyeceklerimi yerine getir! Kambur hacet görmek üzere tuvalete gidecek, onunla ben meşgul olaca­ğım! Senin yapacağın doğruca gerdek odasına gitmektir, genç gelinin içeri girdiğini görünce, ona 'Senin gerçek kocan benim! Sultan ve baban, kıskanç kimselerin kem gözünden çekindikleri için bu dü­zeni kurdular! Seyise gelince, bu bizim seyislerimizin en sefilidir ve onun zararını karşılamak için, ahırda bizim sağlığımıza içsin diye bir çanak ayran hazırlıyorlar' dersin.

Sonra, korkusuzca ve hiç tereddüt etmeden onun elini tutar, peçesini kaldırır ve ne yapılması gerekirse onu yaparsın!" demiş, sonra da oradan ayrılmış. Gerçekten kambur, yeni gelinin yanına girmeden önce, aptesaneye girmiş, mermere çömelmiş ve abdest bozmaya başlamış! Ama hemen bir iri fare kılığına giren ecinni, aptesanenin deliğinden çıkmış; ve "Cik! Cik!" diye fare sesleri vermeye başlamış. Seyis, onu kaçırmak için ellerini birbirine çarparak ona, "Hişt! Hişt!" diye seslenmiş, Birdenbire, fare büyümeye başlayarak, gözleri korkunç şekilde parlak iri bir kedi olmuş ve karşısında miyavlamaya başlamış. Sonra, kambur hacetini görmeye devam ederken, kedi yeniden büyümeye başlayarak bu kez iri bir köpek olmuş ve "Hav! Hav!" diye havlamaya başlamış. Bunu gören kambur korkmuş ve ona, "Defol, alçak!" diye havkırmış, Bu kez köpek kabararak bir eşek olmuş ve kamburun yüzüne bakarak, "A! i!. A! i!" diyerek anırmaya ve de büyük gürültülerle yellenmeye başlamış.

Bunu gören kambur çok korkmuş, tüm karnının ishal olmuş gibi cıvıdığını hissetmiş; ve "İmdat! Evdekiler neredesiniz?" diye haykırmaya başlamış. Sonra da, kambur oradan kaçar kurtulur endişesiyle eşek daha da büyüyerek aptesanenin kapısını tamamen kapatan korkunç bir manda haline gelmiş ve bu manda, bu kez, insan sesiyle konuşarak, ona, "Allah belanı versin senin! Ey seyislerin en kokuşmuşu!" demiş. Bu sözleri duyan kambur ölüm so­ğukluğunu ensesinde hissetmiş, döşeme taşları üzerindeki cıvık pisliklerin üzerinde kaymış ve yan giyinik durumda, çeneleri birbirine vurarak korkudan perişan olmuş! Korku içindeki kamburun ağzından tek bir söz çıkmamış.

Bunu gören ecinni, ona,"Bana yanıt ver! Yoksa dışkı­ nı sana yediririm!" demiş. Bu korkunç tehdidi duyan kambur, "Vallahi! Bu, asla benim suçum değil! Bunu. bana zorladılar! Ve zaten, ey mandaların hükümdarı, genç kızın mandalar arasında bir sevdiği olduğunu bilmiyordum! Ama, sana yemin ediyorum, pişmanım ve Tanrı'dan ve senden af diliyorum" demiş. Bunu duyan ecinni, ona, "Bana, Allah adına, emirlerimden çıkmayacağına dair yemin ver!" demiş. Kambur hemen yemin vermiş. Bunun üzerine ecinni ona, "Burada gün doğuncaya kadar, bütün gece, kalacaksın! Ancak bundan sonra dışarı çıkabilirsin! Ama bütün bunlardan kimseye tek bir söz bile etmeyeceksin! Yoksa kafanı bin parçaya ayırırım! Ve de bir daha sarayın bu yanına, yani hareme kesinlikle ayak basmayacaksın! Yoksa, bak tekrarlıyorum, kafanı ezer ve seni dışkı çukuruna sokarım!" demiş; sonra da, "Şimdi seni öyle bir duruma sokacağım ki, gün doğuncaya kadar kıpırdayamayacaksın!" diye eklemiş.

Sonra manda dişleriyle seyisi ayaklarından yakalamış ve onu başaşağı, aptesanenin çukuru içine sokmuş; sadece ayakları dışarıda kalmış. Ve de "Sakın kıpırdamayasın!" demiş ve ortadan kaybolmuş. Kamburun durumu böyle! Hasan Bedreddin El-Basravi'ye gelince, kambur ile ifriti kendi hallerine bırakıp gerdek odasının özel bölümüne girmiş; oradan da gerdek odasına geçmiş ve bir kenara çekilip oturmuş. Onun içeri girmesinden biraz sonra, yüreklendirmek için kendisini izleyen, ancak yalnız başına gerdeği girmesi gerektiğinden kapıda kalan dadı­ sından ayrılarak yeni gelin Sitt-ül Hüsn içeri girmiş.

Bir kenarda oturanın kim olduğunu ayırt edemeyen, ama kambura seslendiğini sanan ihtiyar, ona, "Ayağa kalk! Yiğit delikanlı! Karının elini tut! Allah beline kuvvet versin! Tanrı da daima sizinle birlikte olsun, çocuklarım!" diyerek çekip gitmiş. Bunun üzerine yeni evli Sitt-ül Hüsn, yüreği bir tüy kadar hafif, kendi kendine, "Hayır! Kendimi bu iğrenç kambur seyise teslim edeceğime öleyim daha iyi!" diye söylenerek ilerlemiş. Ama daha birkaç adım atmadan, hayran olunacak güzellikteki Bedreddin'i gö­ rerek tanımış. Bunun üzerine bir mutluluk çığlığı atarak, ona, "Oh, sevgilim! Bu kadar zaman oturarak beni beklemen ne incelik! Yalnız mısın? Ne mutluluk! Sana itiraf edeyim: seni toplantı salonunda, o kötü kamburla yanyana oturmuş görünce, ilkin, benim üzerimde ikinizin de hak iddia edeceğinizden korktum" demiş.

Bedreddin, "Hanımım, sen ne diyorsun? Nasıl bu kamburun sana dokunabilece­ ğini düşünürsün? Ve de nasıl senin üzerinde benimle birlikte hak iddia edebilir?" diye yanıt vermiş. Sitt-ül Hüsn de "Ama ikinizden hanginiz benim kocam, sen mi, o mu?" diye sormuş. Bedreddin, "Benim, hanımım! Bütün bu kambur güldürüsü, sadece bizi güldürmek için düzenlendi; ve de kem gözlerden korumak için... Çünkü saraydaki tüm hanımlar senin eşsiz güzelliğinin övgüsünü duymuşlar; bahan da bu kamburu, seni kem gözden korumak için kiralamış; baban onu on dinarla ödüllendirmiş; ve zaten şimdi, kambur, ahırda, bizim şerefimize, bir kase yoğurt yutmakla meşgul!" diye yanıt vermiş.

Bedreddin'in bu sözleri üzerine, Sitt-ül Hüsn zevkle dolmuş, gülümsemiş, sonra daha da coşkuyla gülmüş. Hasan, Basralı Yahudi'nin kendisine verdiği bin altını içeren keseyi divana, kuşağının altına koymuş, sonra o güzelim sarığını çıkarıp bir iskemlenin üzerine yerleştirmiş ve oraya kambur için konmuş olan gece takkesini giymiş ve sırtında giysi olarak sadece sırma işlemeli ince bir ipek gömlek ile yine sırma uçkurlu mavi ipekten geniş bir içdonu kalmış. Böylece, o andan başlayarak, hiç kuşkusuz Sitt-ül Hüsn, sonra göreceğiniz gibi, ey Emir-ül Müminin, hamile kalmış. Bedreddin on beş kez seter yaptıktan sonra, kendi kendine, "Şimdilik bu kadarı yeter!" demiş. Ve de Sitt-ül Hüsn'ün yanına yatıp uzanmış; kızın başını yavaşça kolunun üzerine yatırmış; Sitt-ül Hüsn de onu kollarıyla sarmış; ikisi de birbirine sıkı sıkı sarılmış olarak, uyumadan önce şu dizeleri okuyorlarmış;

Asla korkma! Mızrağın aslının hedefini delsin! Kıskançların nasihatlarına kulak asma! Çünkü hasetle söylenen sözlerin aşka faydası yoktur! Düşün! Yüce Tanrı, birbirinin kallarında yatan iki sevgilininkinden daha güzel bir temaşa yaratmış mıdır? Bak onlara! Biri diğerinin kollarında, mutlulukla örtünmüşler! Elleri ve kollan kulak yerine hizmet veriyor! Alem, ateşli bir tutkuyla iki kalbin birbirine bağlandığını görünce, onları soğuk bir demirle vurmaya çalışır. Ama sen, boş ver! Yolunda bir güzelliğe rastladığın her sefer, onu sevmek gerekir! Onunla, sadece onunla yaşamak gerekir!

Hasan Bedreddin ile amcasının kızı Sitt-ül Hüsnün öyküsü iş­ te böyle! Ecinniye gelince, gidip acele arkadaşı ecinniyeyi aramış, ikisi birden gelip oyunlarını izledikten sonra, iki genç varlığı uykularında seyretmişler. Sonra ifrit, arkadaşı ifriteye, 'Haydi, hemşire, genç adamı kaldırıp götürmek sırası sende! Onu, seni götürdüğüm Basra'daki mezarlıkta, babası Nureddin'in türbesinde yattığı aynı yere taşıman gerek! Ve de çabuk ol! Ben de sana yardım edeyim! Çünkü sabah olmak üzere!" demiş; bunun üzerine ifrite, uyuyan genç Hasan'ı kaıdınp onu olduğu haliyle, sadece sırtındaki gömlekle omuzlarına almış; çünkü içdonu ve kuşağı toplayacak zamanı yokmuş ve peşinde ifrit, göklerde uçmuş. Oysa, kader, ifritenin genç Hasan Bedreddin'i daha uzağa götüremeyeceğini anlayarak indirdiği yerin Şam kentine çok yakın bir mahal olmasını istediğinden, ifrite de Hasan'ı getirip kentin kapılarından birinin yakınma yavaşça bırakmış; kendisi de uçup gitmiş.

Gün doğarken, kentin kapılan açılmış ve halk, buralardan çı­karken, sadece bir iç gönmleğiyle giyinik, başında sarık yerine gece takkesi taşıyan, ayağında donu da bulunmayan bu olağanüstü güzel genci görünce çok şaşırmış ve birbirlerine, "Bunun bu kadar derin bir uykuda olması, bütün gece uyumamış ve çok yorulmuş olmasındandır herhalde!" demişler. Ama bazıları da, 'Allah! Allah! Ne yakı­şıklı bir genç bu böyle! Bir diğerleri de, "Zavallı genç adam meyhanede gereğinden fazla zaman geçirmiş ve dayanacağından fazla içki içmiş ve gece geç vakit evine dönerken kentin kapılarını kapalı bulmuş, toprağa uzanıp yatmaya karar vermiş olmalı!" demiş. O sırada Bedreddin uyanmış ve tanımadığı bir kentin kapısında uzanmış olduğunu ve yöresindeki halkı görmüş, buna çok şaşırıp, "Ben kimim, ey iyi insanlar? Söyleyin bana, yalvarırım. Ve de neden benim böylesine yöremdesiniz? Ne oldu acaba?" diye haykırmış.

Ona, "Bizler, sadece zevk duymak için durup sana bakıyoruz! Ama sen, Şam kapılarında bulunduğunu bilmiyor musun? Böylesine çırılçıplak kalıncaya kadar geceyi nerede geçirdin?" diye yanıt verip soru sormuşlar. Hasan da, "Vallahi! İyi insanlar, siz bana ne söylüyorsunuz? Ben geceyi Kahire'de geçirdim. Sizse, Şam'da olduğumu söylüyorsunuz!" demiş. Bunu duyunca hepsi büyük bir neşeye kapılmışlar ve içlerinden biri, "Ey koca esrar çekici!" demiş, diğerleri de, "Ama sen herhalde delisin! Böylesine yakışıklı bir delikanlı­nın deli olması ne acınacak şey!" demişler. Ve kimileri, "Senin bize anlattığın bu garip öyküde nedir?" diye sormuşlar. Bunun üzerine Hasan Bedreddin, "Vallahi! iyi insanlar, ben asla yalan söylemiyorum! Dün geceyi Kahire'de geçirdim ve bir gün önce de kendi kentim Basra'da idim!" demiş. Bu sözleri duyan biri, "Şaşılacak şey!" diye, bir diğeri, "Bu delinin biri!" diye haykırmış. Ve birçokları iki büklüm oluncaya kadar gülmüş ve el çırpmışlar.

Kimileri de, "Bu hayranlık verici gencin aklını kaçırmış olmasının pek zararı yok. Yine de benzersiz bir deli olmuş" demişler. İçlerinden daha aklı başında biri, ona," Oğlum biraz aklını başına topla! Ve böyle budalaca şeyler söyleme!" demiş. Bunun üzerine Hasan, "Ben ne dediğimi biliyorum. Ve, dahası, Kahire'de, dün gece, yeni evli biri olarak çok hoş anlar geçirdim!" demiş. Bunu duyunca, hemen hepsi onun çılgınlığı­na gittikçe daha fazla inanmışlar ve biri gülerek, "Pekâlâ görüyorsunuz ki, bu zavallı genç adam rüyasında evlenmiş. Rüyada evlenmek iyi oluyor mu?" diye haykırmış. Ama Bedreddin, kızmaya başlayarak onlara, "Pekâlâ işte, o bir huriydi. Ve de pis bir kamburun yerini alarak! Hatta şu başımda gördüğünüz gecelik takkesi de ona ayrılmıştı! Fakat Allah aşkına! Yiğit kişiler, benim sarığım nerede? Donum nerede, giysilerim kuşaklarım nerede? Ve de özellikle kesem nerede?" diye haykırmış. Ve Hasan ayağa kalkmış, yöresinde giysilerini aramış. Herkes delikanlının tümden aklını kaçırdığını düşünerek birbirine göz kırpmış.

Bunun üzerine zavallı Hasan, o gülünç kılığıyla kente girmeye karar vermiş; ve caddeleri ve çarşıları, çoğu çocuk bir sürü insanın ortasında, kendisine, "Deli! Deli!" diye haykırırlarken geçmek zorunda kalmış. Ve zavallı Hasan ne yapacağını bilemezken, Allah bu güzel çocuğun daha fazla incinmesini istememiş olacak ki, onu bir tatlıcı dükkanının önünden geçirmiş. Ve Hasan bu dükkana atılarak, orada kendine sığınak aramış ve bu tatlıcı, bütün kentin serü­venlerini çok iyi bildiği "gözüpek bir yiğit olduğundan, herkes Hasan'ı kendi haline bırakıp korkarak oradan ayrılmış. Hacı Abdullah adlı bu tatlıcı, Hasan Bedreddin'i görünce, onu keyfince seyretmiş ve güzelliğinin, büyüleyiciliğinine hayran olmuş; ve o anda gönlünü sevgi kaplamış ve genç Hasan'a, "Ey kibar genç çocuk, söyle bana, nereden geliyorsun? Ve sakın korkma! Bana öykünü anlat, çünkü seni şimdiden canımdan fazla seviyorum" demiş.

O zaman Hasan, tatlıcı Hacı Abdullah'a başından sonuna kadar tüm öyküsünü anlatmış. Onun başına gelenleri öğrenen tatlıcı, son derece şaşırmış ve Hasan'a, "Benim genç efendim Bedreddin, bu öykü gerçekten çok şaşırtıcı ve anlatışın da olağanüstü. Fakat çocuğum sana bundan kimseye söz etmemeni tavsiye ederim, çünkü sırları açıklamak tehlikelidir. Ve Tanrı seni dertlerinden kurtarasıya kadar, sana dükkanı­mı gönlünce burada kalmak üzere açıyorum. Zaten benim çocuğum yok, beni baban gibi kabul etmek istersen, beni çok sevindirirsin! Seni evladım olarak kabul ederim!" demiş. Bunu duyunca Hasan Bedreddin, "Yiğit amcacığım senin istediğin gibi olsun!" diye yanıt vermiş. Bunun üzerine tatlıcı hemen çarşıya çıkmış, gösterişli elbiseler satın alıp Hasan'a giydirmek üzere geri dönmüş. Sonra onu kadıya götürmüş ve tanıklar önünde, Hasan Bedreddin'i evlatlığa kabul etmiş. Ve Hasan tatlıcı dükkanında, onun oğlu olarak kalmış, müşteriden para alan, hamur işlerini, reçel kavanozlarını, kaymak ve Şam'da ün salmış başka her türlü tatlıyı o satarmış. Basra'da vezir Nureddin'in karısı olan annesinin onun önünde hamur işleri ve re­çeller hazırlarken kendisine verdiği derslerden ötürü ve de tatlıcılı­ğa çok özel bir ilgi duyduğu için, sanatı kısa zamanda öğrenmiş. Ve Basra'nın yakışıklı genci, tatlıcının evlatlığı Hasan'ın güzelliği tüm Şam kentinde, ünlenmiş ve Hacı Abdullah'ın dükkanı, Şam'ın tüm tatlıcı dükkanları içinde en işlek dükkân olmuş.

Hasan Bedreddin'in öyküsü böyle! Yeni gelin, Kahire'deki Şemseddin'in kızı Sitt-ül Hüsn'ünkine gelince şöyle: Sitt-ül Hüsn, bu ilk düğün gecesinin sabahında uyanınca, Hasan'ı yanında bulamamış. Hemen Hasan'ın aptesaneye gitmiş olacağını düşünmüş! Ve dönüşünü beklemeye başlamış. Hal böyleyken, babası vezir Şemseddin, haberlerini almak üzere onunla buluşmaya gelmiş ve de çok endişeli imiş. Sultan'ın, kızı Sitt-ül Hüsn'ü bu şekilde kambur seyisle evlendirmeye kendisini zorlayarak yaptığı haksızlığa ruhunda isyan duyuyormuş. Ve, kızı­nın yanına girmeden önce, vezir kendi kendine, "Hiç kuşkusuz, şayet bu iğrenç kambura kendisini teslim ettiğini öğrenirsem, kızımı öldürürüm!" diyormuş. Gerdek odasının kapısını çalarak, "Sitt-ül Hüsn!" diye seslenmiş. Kız, içeriden, "Evet, babacığım, şimdi gelip kapıyı açıyorum' diye yanıt vermiş. Ve aceleyle kalkıp babasına kapıyı açmış. Kız, her zamankinden de güzel bir görünümdeymiş, yüzü sanki aydınlanmış gibiymiş. Bundan dolayı babasının karşısına, tüm işveli davranışıyla çıkmış. Ama babası, kamburla birlikte olmaktan üzüntü içinde bulacağını sandığı kızını böyle sevinç içinde görünce, 'Ah! Utanmaz Kız! O pis kambur seyisle yattıktan sonra, nasıl oluyor da karşıma böyle sevinç içinde çıkıyorsun?" diye haykırmış. Bu sözleri duyan Sitt-ül Hüsn, bilgiç bir tavırla gülerek, ona, "Vallahi, babacığım! Bu şakalar artık bitsin! Zaten, bu gece, gerçek kocam olan benim güzel sevgilimin tırnak kırpıntısı bile olamayacak sahte kocam kambur yüzünden tüm çağrılıların bana gülmeleri canıma yetti! Onun için bu şakayı kes artık babacığım ve de o kamburdan söz etme!" demiş. Kızının bu sözlerini duyunca, vezir baştan ayağa öfke kesilmiş, gözleri hiddetten masmavi, "Felaket! Sen ne diyorsun? Kambur seninle bu odada yatmadı mı?" diye haykırmış. Kız, "Allah aşkına babacığım, şu kamburun adını anma artık! Allah, onun da, babasının da, anasının da, tüm sülalesinin de belasını versin! Senin kem gözden sakınmak için yaptığın aldatmacayı artık bildiğimi sen de pekâlâ anlıyorsun!" diye yanıt vermiş.

Sonra da düğün gecesinin tüm ayrıntılarını babasına anlatmış. Ve de, "O ince davranışlı, ışıl ışıl siyah gözlü, yay kaşlı güzel bir delikanlı olan sevgili kocamın yanında ne kadar iyiydim!" diye eklemiş. Bu sözleri duyan vezir, "Kızım, sen çıldırdın mı? Ne diyorsun sen? Kocam diye adlandırdığın bu genç adam hani nerede" diye sormuş. Sitt-il Hüsn, "Aptesaneye gitti!" demiş. Bunun üzerine vezir çok tedirgin olarak dışarıya fırlamış ve aptesaneye doğru koşmuş. Orada kamburu, ayakları havada, başı derinlemesine aptesane çukuruna sokulmuş ve kıpırdayamaz vaziyette bulmuş! Son derece şa­şıran vezir, "Ne görüyorum? Sen misin oradaki, kambur?" diye haykırmış. Ve de sorusunu yüksek sesle tekrarlamış. Fakat kambur hiç yanıt vermemiş çünkü hep dehşet içinde, onunla konuşanın ecinni olduğunu sanıyormuş...

Anlatısının bu anında, Şehrazat, sabah olduğunu görmüş ve yavaşça susmuş.

Fakat Yirmi İkinci Gece Gelince Söze başlamış:

Ey bahtı güzel şahım, işittim ki, Cafer, Halife Harun Reşit'e öyküsünü anlatmayı şöyle sürdürmüş: Kendisiyle konuşanın ecinni olduğunu sanan korkuya düşmüş kambur, yanıt veremeyecek kadar çok ürkmüştü. Bunun üzerine vezir, kızarak, "Bana yanıt ver, alçak kambur, yoksa şu palayla gövdeni parçalayacağım!" diye haykırmış. Bunun üzerine kambur, başı daima aptesane çukurunda olarak, derinden, "Ey ifritlerin ve ecinnilerin başı! Acı bana! Buradan bütün gece kıpırdamadığıma ve emrine uyduğuma yemin ederim!" demiş. Bu sözleri duyan vezir artık ne düşüneceğini bilememiş ve "Fakat sen ne söylüyorsun? Ben ifrit falan değilim. Gelinin babasıyım" demiş. Bunun üzerine kambur derinden bir soluk vermiş ve "Sen çek git buradan! Benim seninle hiç­ bir ilişiğim yok! Ruhları ürküten o müthiş ecinni gelmeden çek git buradan! Zaten, artık seni görmek istemiyorum, felaketimin nedeni sensin, evleneyim diye mandaların, eşeklerin ve de ifritlerin sevgilisi olan kızını bana verdin! Allah belanı versin! Senin de, kızının da, tüm kötülerin de!" demiş.

Bunu duyan vezir, ona, "Deli! Çık oradan! Çık da anlattıklarını iyice işiteyim!" demiş fakat kambur, "Belki deliyim ama, buradan o korkunç ifrit izin vermedikçe ayrılacak kadar da akılsız değilim! Çünkü gün doğmadan önce bu çukurdan çıkmamı kesinlikle yasakladı. Onun için git buradan da beni rahat bırak! Ama, güneşin doğuşu daha gecikecek mi, gecikmeyecek mi, onu söyle!" diye yanıt vermiş. Ve vezir, gittikçe daha fazla şaşırarak, "Fakat sözünü ettiğin bu ifrit de kim oluyor?" diye sormuş. Bunun üzerine kambur ona öyküyü yeni gelinin yanına girmeden önce, hacet görmek üzere aptesaneye gelişini fare, kedi, köpek, eşek ve manda olarak çeşitli kılıklarla ifritin belirmesini sonra ne işleme maruz kaldığını, kendisine nelerin yasaklandığını anlatmış sonra da inlemeye başlamış. Bunun üzerine vezir, kambura yaklaşmış, onu ayaklarından tutarak delikten dışarı çıkarmış. Ve kambur, yüzü tüm pisliğe bulaş­mış, sapsarı ve ağlamaklı vezire, "Allah senin de, mandaların sevgilisi olan kızının da belasını versin!" diye haykırmış. Ve, yeniden ifrit tarafından görülürüm korkusuyla, dehşete düşen kambur uğuldayarak ve geri dönmeyi göze almadan tüm gücüyle koşmaya başlamış.

Saraya ulaşmış, Sultan'ın huzuruna çıkarak ona ifritle olan tüm serüvenini anlatmış. Vezir Şemseddin'e gelince, o da deli gibi kızı Sitt-ül Hüsn'ün yanına gelmiş ve ona, "Kızım, aklımın uçacağını hissediyorum! Bu serüveni bana açıkla!" demiş. Bunun üzerine Sirt-ül Hüsn, "Bil ki, öyleyse, babacığım, bütün gece düğünde saygıyla karşılanan yakışıklı genç adam benimle yattı ve kuşkusuz ondan hamile de kaldım. Söylediklerimi kanıtlamak için, onun iskemledeki sarığını, divan üzerindeki içdonunu ve yatağın üzerindeki kuşağı­nı gösterebilirim. Dahası, bu kuşağın altında ne olduğunu bilmedi­ğim bir şey bulacaksın!" demiş. Bu sözleri duyan vezir, iskemleye doğru yürümüş; sarığı almış, gözden geçirmiş, her yanını evirip çevirmiş, sonra. "Ama bu, Basra ve Musul vezirleri Banklarına benziyor! " diye haykırmış.

Sonra sarığı çözmüş ve takkenin içine dikili bir bez parçası bulmuş. Hemen onu oradan çıkarmış sonra kuşağı yerinden kaldırmış ve altında Hasan Bedreddin'e Yahudi'nin verdi­ği bin altın dinarı içeren keseyi bulmuş. Bu kesede, başkaca Yahudi'nin el yazısıyla yazılmış bir kağıt parçası da varmış ve yazı şöyleymiş:

"Ben, Basra'da tacir falan kimse, karşılıklı anlaşma üzerine, Allah'ın iyiliğini üzerinden eksik etmemesini temenni ettiğim vezir Nureddin'in oğlu Hasan Bedreddin efendimize, Basra'ya ilk gelecek olan babasının gemisindeki mallar için bin altın dinar verdim." Bu kağıdı okuyunca, vezir Şemseddin haykırarak bayılıp yere düşmüş. Kendine geldiği zaman, sarıkta bulduğu dikili bezi aceleyle açmış ve hemen kardeşi Nureddin'in yazısını tanımış. Bunu gö­rünce, ağlayıp sızlanmaya başlamış ve "Ah! Benim zavallı kardeşim! Zavallı kardeşim!" diye inlemiş. Biraz sükunete kavuşunca, "Tanrım! Sen nelere kadirsin!" demiş, sonra kızına, "Kızım, o gece kendini sunduğun kişinin adım biliyor musun? Bu, benim kardeşim Nureddin'in oğlu, senin yeğenin olan Hasan Bedreddin'dir! Ve bu bin dinar senin başlık parandır! Allah'a şükürler olsun!" demiş.

Sonra da şu iki şiiri okumuş: İzlerini yeniden görüyorum ve hemen, ona yeniden kavuşma arzusuyla eriyorum, tam olarak! Mübarek yerler anısına, gözlerimin tüm yaşını akıtıyorum. Ve kendi kendime soruyor, yanıt alamadan ağlıyorum. 'Beni kim ondan koparıp aldı!' diye... Ah! Dertlerime neden olandan yalvararak bunu bana geri yollamasını istiyorum!

Ondan sonra kardeşinin anısını dikkatle okumuş ve orada Nureddin'in ve oğlu Hasan Bedreddin'in doğumunun tüm öyküsünü anlatılmış bulmuş. Ve özellikle, kardeşinin verdiği tarihlerle Kahire'deki kendi evlenmesinin ve kızı Sitt-ül Hüsn'ün doğmasının tarihlerinin birbirine uymasım hayretle karşılamış. Ve bu tarihlerin noktası noktasına birbirine uyduğunu saptamış. Öylesine şaşıp kalmış ki, hemen gidip Sultan'ı bulmak ve ona kağıtları göstererek tüm öyküyü anlatmak istemiş. Ve Sultan da, kendi bakımından, öylesine şaşıp kalmış ki, sarayın katiplerine bu harika öyküyü yazmalarını ve dikkatle dolapta saklamalarım emretmiş.

Vezir Şemseddin'e gelince, eve kızının yanına dönmüş ve yeğeni Hasan Bedreddin'in dönmesini beklemeye başlamış. Fakat sonunda, nedenini bilmeden Hasan'ın kaybolduğunu anlamış, kendi kendine, "Vallahi! Bu serüven, ne inanılmaz serüvendir! Gerçekten, bir eşi daha görülmemiştir!" demiş.

Anlatısının burasında, Şehrazat, sabahın belirdiğini görmüş, yavaşça Hint ve Çin hükümdarı Sultan Şehriyar'ı daha fazla yormamak için susmuş. ....devamı Vezir Nureddin, Kardeşi Vezir Şemseddin ve Hasan Bedreddin Öyküsü 2

Kesilerek Öldürülen Kadın, Üç Elma ve Zenci Reyhan Öyküsü - Binbir Gece Masalları


Masalın Adı : Kesilerek Öldürülen Kadın, Üç Elma ve Zenci Reyhan Öyküsü

Masalın Yazarı : Binbir Gece Masalları

Şehrazat sözünü şöyle sürdürmüş: Gecelerden bir gece, Halife Harun Reşit, veziri Cafer-ül Barmaki'ye, "Bu gece birlikte kılık değiştirerek seninle kente inmek istiyorum, bakalım vali ve öteki yöneticiler neler yapıyorlar. Bana şikâyet olunanlar hakkında işten el çektirme kararındayım!" demiş. Cafer de, "İşittik ve itaat ettik!" yanıtını vermiş. Ve Halife, Cafer ve cellat Mesrur kılık değiştirip indikleri Bağ­dat'ta, caddeler boyunca yürümeye başlamışlar, küçük bir sokaktan geçerken, epeyce yaşlanmış bir ihtiyar görmüşler, başında bir balık ağı ve bir küfe, elinde bir baston bulunuyor ve titreyerek şu dizeleri okuyormuş:

Bana dediler ki: 'Ey bilge kişi! Bilginle, insanlar arasında gece parlayan ay gibisin!' Onlara; 'Ne olur beni böylesi süitlerden esirgeyin! Bahtın yazısından gayrı hiçbir bilim yoktur!' dedim. Çünkü ben, bunca bilgim, okuduğum bunca elyazması kitap ve kullandığım bunca hokkaya karşın, bir gün için bile Bahtın kudretine karşı denge kurmayı beceremiyorum! Benden yana bahse girenler pey akçelerini yitirmekten başka sonuca ulaşamazlar! Gerçekte, fakir kadar, fakirin durumu kadar ve fakirin ekmeği ve yaşamı kadar üzücü şey var mıdır? Fakir her zaman acınır bir haldedir. Yaşamak için ne kadar çok derde katlanır! Mevsim yazsa, elden ayaktan kesilir! Mevsim kışsa, küllükten başka ısınacak aracı yoktur. Yürürken bir an dursa, onu kovalamak için köpekler saldırır! Sefildir! Hakaret ve alay konusudur! Eyvah ki! Ondan daha sefili yoktur. İnsanlara şikayetini haykırmak ve sefaletini göstermek için bir türlü karar veremiyorsa, şikayet edebileceği kişi bulamamasından dır. Fakirin yaşamı böyleyse, onun için mezarda olmak yeğdir!

Bu şikâyet dolu sözleri işitince. Halife, Cafer'e, "Bu zavallı adamın görünüşü ve okuduğu dizeler büyük bir sefaleti vurguluyor" demiş. Sonra da ihtiyara yaklaşıp, "Ey şeyh, senin mesleğin nedir?" diye sormuş. İhtiyar, "Balıkçılık, efendim! Ama çok ihtiyar ve fakirim! Başımda bir de aile var! Öğleden bu saate kadar evden çıktım, dolaşıyorum Allah henüz çocuklarımı besleyecek ekmeği sağlamadı! Kendimden ve yaşantımdan bıktım, ölümden başka bir şey dilemiyorum gayri!" diye yanıt vermiş.

Bunu duyan Halife, "Benimle ırma­ğa doğru gelip kıyıdan, benim adıma, ağını Dicle'ye atabilir misin? Şansımı denemek istiyorum da! Ve sudan ne çıkarırsan, bunu senden satın alacak ve yüz dinar ödeyeceğim." Bu sözleri duyan ihtiyar çok sevinmiş ve "Teklifinizi kabul ediyorum ve başımla bir tutuyorum" demiş.

Ve balıkçı, onlarla birlikte, Dicle'ye doğru gitmiş ve ağını atıp beklemiş, sonra ağı çekmiş ve dışarı çıkarmış. İhtiyar balıkçı ağda, ağzı kapalı, kaldırılmayacak kadar ağır bir sandık bulmuş. Halife de, denedikten sonra, onun ne denli ağır olduğunu anlamış. Ancak, balıkçıya hemen yüz dinar ödemekte gecikmemiş, balıkçı ferahlayarak parayı alıp gitmiş.

Bunun üzerine Cafer ile Mesrur sandıkla meşgul olmuş; ve onu saraya kadar taşımışlar. Halife meşaleleri yaktırmış ve Cafer ile Mesrur sandığa yaklaşıp onu kırmışlar. İçinden palmiye yapraklan arasında kırmızı yünden örülmüş bir küfe bulmuşlar, küfenin ağzındaki ipliği çözmüşler ve içinde bir halı bulunduğunu, halıyı kaldırınca da altında büyük bir kadın başörtüsü olduğunu görmüşler, örtüyü kaldırınca, altında saf gümüş kadar beyaz, öldürülüp parçalara ayrılmış bir genç kadın cesedi bulmuşlar.

Bunu görünce, Halife'nin gözlerinden yaşlar dökülmüş, sonra dönüp kızgınlıkla, Cafer'e, "Ey vezir denen köpek! Gördüğün gibi, benim saltanat sürdüğüm ülkede, cinayetler işleniyor ve kurbanlar suya atılıyor! Yarın kıyamet gününde bu kanın hesabını ben verece­ğim, vicdanım bu kadar ağır yükü nasıl kaldırır? Bunun için suçluyu bulup cezasını vermem, onu öldürmem gerek! Sana gelince Cafer, Beni Abbas halifelerinden gelen varlığım üzerine yemin ederim ki, öcünü almak istediğim şu kadının katilini bulup huzuruma getirmezsen, sarayımın kapısında seni ve Barmaki ailesinden kırk yeğenini asacağım!" diye haykırmış.

Gazaba gelen Halife'ye Cafer, "Bana üç günlük bir süre bağışlayın!" demiş. Halife de, "Bağışladım!" diye yanıt vermiş. Bunun üzerine Cafer, saraydan, keder dolu çıkmış, kentte yü­rürken, "Bu genç kadını öldüren kişiyi nasıl öğrenir ve Halife'nin huzuruna getirmek üzere nerede bulurum? Öte yandan katil yerine öldürülmek üzere bir başkasını tutup getirirsem, vicdanım bunu nasıl kaldırır? Ne yapsam acaba?" diye kendi kendine söyleniyormuş.

Böylece Cafer evine ulaşmış ve verilen sürenin üç gününü, umudu kırık orada geçirmiş. Dördüncü gün Halife onu çağırtmış. Elleri arasında başını yere değdirerek selamlayınca Halife ona "Genç kadı­nın katili nerede?" diye sormuş. Cafer, "Tüm kentin içinde, görünmeyen ve gizli olan bir katili nasıl bulabilirim, bilmiyorum" diye yanıt vermiş. Halife, buna çok kızmış ve Cafer'in saray kapısına asılmasını ve tellalların bunu, bütün kente ve yöresine, "Halife'nin veziri Cafer-ül Barmaki'nin ve yakınlarından kırık kişinin saray kapı­sında asılması gösterisinde bulunmak isteyenler evinden dışarı uğ­rasın!" şeklinde duyurmasını emretmiş. Ve tüm Bağdat halkı, Cafer ile yeğenlerinin idamında bulunmak üzere sokaklardan saraya doğru akın etmeye başlamışlar ama olayın nedenini kimse bilmiyormuş. Cafer ve Barmaki'ler yaptıkları iyilikleri ve cömertlikleri dolayısıyla çok sevildikleri için, herkes üzüntü içindeymiş ve yakınıp duruyormuş.

İdam sehpası dikilip mahkumlar altına dizilince, Halife'nin idamın yerine getirilmesi izni verdiği işitilmiş. Birdenbire, tüm halkın ağladığı bir sırada, çok fakir giyimli, yakışıklı bir delikanlı aceleyle halkı yarmış ve kendini Cafer'in ayaklarına atmış ve ona, "Ey efendim, ey soyluların en soylusu, ey fakirlerin sığınağı! Sana teslim olmaya geldim. Çünkü o kadını öldürüp doğrayan ve sandığa koyup Dicle'de bulduğunuz hale koyan benim! Şimdi de siz beni öldürün! Adalet yerini bulsun!" demiş,

Cafer, genç adamın sözlerini duyunca, kendi adına çok sevinmiş ama genç adam adına çok üzülmüş. Dolayısıyla daha ayrıntılı açıklamalar yapmasını istemiş ama bu sırada halkı yarıp, saygın bir ihtiyar, aceleyle yanına yaklaşmış, onları selamlayıp, "Ey vezir, bu genç adamın söylediklerine inanma! Çünkü genç kadının ölü­münden, benden başka sorumlu yoktur! Ve sadece ben bunun cezasını çekmeliyim!" demiş. Ama genç adam, "Ey vezir! Bu ihtiyar saç­malıyor ve ne dediğini bilmiyor. Onu öldürenin ben olduğumu tekrarlıyorum. Aynı tarzda öldürülmek de bana düşer!" demiş.

Bunun üzerine yaşlı adam, "Çocuğum! Sen daha gençsin ve yaşamı sevmelisin! Bense, yaşlıyım, bu dünyaya doymuşum. Senin yerine vezirin ve yeğenlerinin kanının bedelini ödemeliyim! Onun için katilin ben olduğumu tekrarlıyorum. Ve ceza bana verilmelidir!" demiş. Bunun üzerine Cafer, muhafızların kumandanının rızasıyla, kendileriyle birlikte genç adamın ve ihtiyarın Halife'nin huzuruna çıkarılmasını sağlamış. Ve ona, "Emir-ül Müminin! İşte genç kadı­nın katili huzurunuzda!" demiş. Halife, "Hani nerede?" diye sormuş. Cafer, "Bu genç adam katilin kendisi olduğunu iddia ediyor ve teyit ediyor ama ihtiyar onu yalanlıyor ve cinayeti kendisinin işledi­ ğini söylüyor' demiş. Bunun üzerine Halife, ihtiyar adama ve delikanlıya bakmış ve onlara, "İkinizden hanginiz genç kadını öldürdü?" diye sorumuş.

Genç adam, 'Ben öldürdüm!" diye yanıt vermiş, şeyh de, "Hayır! O benim işte!" diyerek araya girmiş. Bunun üzerine Halife daha fazla bir şey sormadan, Cafer'e, "İkisini de al götür! İdam et!" emrini vermiş. Ama Cafer, "Eğer sadece bir tek katil varsa, ikincisini öldürmek büyük bir adaletsizlik olur!" demiş. Bunun üzerine genç adam, "Gökleri bulunduğu yükseklikte kuran ve dünyayı bulunduğu genişlikte yaratan Yüce Tanrı adına yemin ederim ki, genç kadını öldüren ben kulunuzum! İşte kanıtları da burada!" demiş.

Ve sadece Halife ile Cafer ve Mesrur'un bildiği şekilde ölünün sandığa sokuluş düzenini anlatmış. Böylece Halife genç adamın suçluluğuna inanmış ve çok büyük bir şaşkınlığa düşmüş ve genç adama, "Ama niçin onu öldürdün? Hiç zorlanmadığın halde gelip bunu neden itiraf ettin? Ve karşılığında kendinin de cezalandırılmasını neden istedin?" diye sormuş. Bunun üzerine genç adam şu öyküyü anlatmış: Bil ki, ey Emir-ül Müminin! Genç kadın, kayınbabam olan bu ihtiyar şeyhin kızı ve benim kanımdı. Daha çok genç ve bakire iken onunla evlendim. Allah, ondan, bana üç erkek evlat bağışladı. Ve beni her zaman sevmeye ve hizmetimde bulunmaya gayret gösterdi ve ben, onda kusur olabilecek hiçbir şey bulmadan ömrümü sürdü­rüyordum. Ama bu ayın başında, ağır şekilde hastalandı, hemen en bilgili hekimleri çağırdım. Allah'ın izniyle onu hemen iyileştirdiler. Ve ben, onun hastalanmasının başından beri onunla aynı yatağa girmemiştim, iyileşince onunla yatmak arzusu duydum ama ilkin yıkanmasını istiyordum.

Ama o, bana hamama girmeden önce, yerine getirilmesini istediğim bir arzum var!" dedi. Ben de, "Neymiş o arzu?" diye sordum. Bana, "Kokusunu duymak ve bir parçasını koparıp yemek için bir elma olsun isterdim!" dedi. Ben de isterse bedeli bin altın dinar olsun, satın almak üzere hemen kente gittim. Tüm meyvecileri dolaştım, fakat hiç elma yoktu! Canım çok sıkılmış olarak eve döndüm, karımı görmeye göze alamadım ve bütün geceyi nasıl olur da bir elma bulabilirim? düşüncesiyle geçirdim. Ertesi gün şafak vakti, evden çıktım ve bahçelere doğru yollandım, her birini tüm ağaçları gözeterek ziyaret ettim, bir sonuç alamadım. Ama yolumun üzerinde yaşlı bir bahçe bakıcısına rastladım. Elma bulma konusundaki endişelerimi ona açıkladım. Bana, "Çocuğum, bu mevsimde buralarda elma bulman çok zordur. Ancak Basra'da Emir-ül Müminin'in bahçesinde bulabilirsin. Ama orada da, bunu sağlamak oldukça zordur çünkü bakıcı elmaları Halife'nin ihtiyacı için dikkatle saklamaktadır" dedi.

Bunu duyunca, karımın yanma döndüm ve ona durumu anlattım ama ona karşı duyduğum sevgi, beni hemen geziye çıkıp onun isteğini yerine getirmeye zorladı. Yola koyuldum, gece gündüz on beş gün yol alarak Basra'ya gidip geldim fakat bahtım bana gülmüş ve karımın yanına, Basra'daki bahçenin bakıcısına üç altın dinar ödeyerek sağladığım üç elmayla dönmüştüm. İyice keyifli, eşimin yanına dönmüş ve üç elmayı sunmuştum ama o bunları görünce hiçbir sevinç alameti göstermedi ve önem vermeksizin elmaları yanına bir yerlere koydu. Bununla birlikte, benim yokluğumda karımın yeniden ateşinin yükseldiğini ve onu etkisinde tuttuğunu gördüm. Karım on gün daha hasta yattı, ben de bu süre için bir an bile başucundan ayrılmadım. Fakat Tanrı'ya şükrolsun, bu sürenin sonunda sağlığını toparladı, bunun üzerine çı­kıp dükkanıma gidebildim ve alış verişe koyuldum.

Böylece, dükkanımda otururken, öğleye doğru elinde tuttuğu elmayla oynayarak yoldan geçen bir zenci gördüm. Bunu görünce ça­ğırıp ona, "Hey! Dostum! Bana, bu elmayı nereden aldığını söyler misin? Ben de gidip almak istiyorum" dedim. Bu sözlerime gülerek zenci, "Bunu sevgilim bana verdi! Epeydir onu görmemiştim, ziyaretine gittiğimde onu rahatsız buldum, yanıbaşında üç elma vardı sorunca, bana 'Düşünsene, sevgilim! Budala, boynuzlu kocam, bunları satın almak için Basra'ya kadar gitti ve üç altın dinar ödeyerek bunları aldı!' dedi; sonra da elimde gördüğün şu elmayı bana verdi !" dedi.

Zencinin bu sözleri üzerine, Ey Emir-ül Müminin! Dünya gö­zümde karardı, hemen dükkanımı kapattım, hiddetimin şiddetinden aklımı yitirmişçesine yol alarak eve döndüm. Yatağın üzerine baktım, gerçekten elmanın biri yoktu. Bunun üzerine eşime, "Üçüncü elma nerede?" diye sordum. Bana, "Hiç bilmiyorum, farkında bile değilim" dedi. Böylece zencinin sözleri doğrulanmış oluyordu. Bunun üzerine bir bıçak bularak ve dizlerimi karnına bastırarak, bı­çak darbeleriyle onu doğradım, başını ve organlarını kestim, sonra hepsini aceleyle bir küfeye koydum ve üstünü bir örtü ve bir halıyla örttüm, bir sandığa koyup çiviledim. Sandığı katırıma yükledim ve hemen atmak üzere Dicle'ye gittim ve de bunu kendi ellerimle yapmak istedim!

Böylece, ey Emir-ül Müminin! Cinayetimin cezası olarak senden ölümümü tezleştirmeni yalvarıyorum, ben de aynı tarzda öleyim, zira Kıyamet Günü'nde bunun hesabını verememekten korkarım! Onu kimse görmezden Dicle'ye attıktan sonra eve döndüm. Orada büyük oğlumu ağlarken buldum ve annesinin ölümünü bilmedi­ğinden emin olmakla birlikte yine de ona, "Niye ağlıyorsun?" diye sordum. Bana, "Annemin elmalarından birini aldım ve arkadaşlarımla oynamak için sokağa indiğimde, yanımdan iri kıyım bir zencinin geçtiğini gördüm, zenci elimdeki elmayı kaptı ve bana, 'Bu elma nereden geldi?' diye sordu. Ona, 'Babam getirdi onu. Gidip üç altın dinar verip Basra'dan annem için, diğer iki benzeriyle satın aldı' dedim. Bu sözlerime karşın zenci bana elmayı geri vermedi, beni tokatladı ve elmayı alıp gitti. Şimdi annem elma yüzünden beni döver diye korkuyorum!" şeklinde yanıt verdi. Çocuğun sözlerini duyunca, zencinin kayınpederimin kızı hakkında yalan sözler söylediğini ve onu haksız yere öldürdüğümü anladım. Bunun üzerine sel gibi gözyaşı döktüm, sonra da kayınbabamı, yanımda gördüğünüz bu saygın şeyhi görmeye gittim. Bu acıklı öyküyü ona anlattım.

Bunları duyunca yanıma oturdu, o da ağlamaya başladı, İkimiz birlikte ağlamayı gece yarısına kadar sürdürdük. Sonra da beş gün süreyle matem tuttuk. Bugüne kadar da karımın ölümü üzerine ağlayıp inleyip durduk.

Ey, Emir-ül Müminin! Atalarının kutsal anısı uğruna, benim cezamı hemen vermeni ve bu cinayetin kefaretini ödetmeni senden yalvararak diliyorum! demiş. Bu öyküyü duyunca, Halife çok sarsılmış ve "Vallahi! Bu hain zenciden başkasını öldürtmek istemem!" diye haykırmış.

Fakat, anlatısının bu noktasında, Şekrazat, gün doğduğunu görmüş ve yavaşça sesini kesmiş.

On Dokuzuncu Gece Gelince Söze başlamış:

Ey bahtıgüzel şahım, işittim ki. Halife, genç adamın geçerli özrü bulunduğunu kabul ederek, zenciden başkasını öldürtmemeye yemin etmiş, sonra da Cafer'e dönerek ona "Bu olaya neden olan bu hain zenciyi huzuruma getir! Eğer onu bulamazsan, onun yerine seni öldürtürüm!" demiş. Ve Cafer ağlayarak huzurdan çıkmış ve kendi kendine, "Onun huzuruna zenciyi nasıl getirebilirim? Ölümden ilk kurtuluşum, bir testinin düşüp de kırılmaması kabilinden bir şanstı. Ama şimdi? Bununla birlikte, ilk kez beni kurtarmış olan isterse ikinci kez de kurtarır! Bana gelince, Vallahi, eve gidip hiç kıpırdamadan kapanacak, bana verilen üç günlük süreyi boşuna araştırmalar yaparak geçirmektense, Yüce Tanrı'nın iradesine bağlanacağım" diye konuşmuş.

Ve, gerçekten, Cafer, verilen üç gün süreyi evinden hiç kıpırdamadan geçirmiş. Ve, dördüncü gün, kadıyı çağırtmış, onun önünde vasiyetini yapmış, ağlayarak çocuklarına veda etmiş. Sonra, kendisine şayet zenci bulunamamışsa, onu öldürtmeye daima hazır bulunduğunu bildiren Halife'nin ulağı gelmiş. Ve Cafer, daha da fazla ağ­lamaya başlamış, çocukları da onunla birlikte ağlamışlar. Sonra en küçük kızını son bir kez öpmek üzere kucağına alınış, çünkü onu tüm çocuklarından çok severmiş, onu bağrına basmış, çocuğu terk etmek zorunda olduğunu düşünerek bolca gözyaşı dökmüş.

Fakat birdenbire, onu bağrına basarken, kız çocuğunun cebindeki yuvarlak bir şeyin varlığını duymuş ve ona, "Cebinde ne var?" diye sormuş. Kız da ona, "Bir elma, babacığım! Zenci kölemiz Reyhan onu bana verdi. Dört gündür yanımda taşıyorum. Ama, bu elma Reyhan'a iki dinar ödedikten sonra benim oldu" demiş.

Zenci ve elma üzerine kızının bu sözlerini duyunca, Cafer bü­yük bir sevince kapılmış ve "Ey Kurtarıcı Tanrım!" diye haykırmış. Sonra emir verip zenci Reyhan'ı yanına çağırtmış. Ve Reyhan gelince, ona, "Bu elma nereden geldi?" diye sormuş.

Zenci, "Efendim, beş gün önce kentte yürürken, bir sokakçığa girdim, orada çocukları oynarken gördüm, içlerinden biri elinde bu elmayı tutuyordu. İmrendim ve elinden kaptım, o zaman çocuk ağladı ve bana 'Annemindir o. Annem de hastadır. Canı elma çekmişti, babam da bunu aramak için Basra'ya gitti ve diğer iki elmayla birlikte üç dinar ödeyerek alıp getirdi. Ben, oynamak için birini aldım' dedi. Sonra da ağlamasını sürdürdü. Ama ben onun gözyaşlarına aldırmadan bu elmayı alıp eve getirdim ve iki dinar karşılığında küçük hanıma verdim" diye yanıt vermiş.

Bu öyküyü işitince, Cafer, bütün bu dertlerin ve de genç kadının ölü­münün kendi kölesi Reyhan'ın hatasıyla ortaya çıkmasından dolayı büyük bir şaşkınlığa uğramış. Ve onun hemen zindana atılmasını emretmiş. Ve sonra, kesin bir ölümden böylesine kurtulmuş olmasından dolayı mutluluk duyarak şu şiiri okumuş:

Eğer felaketler kölen yüzünden başına gelmişse, kendini bu köleden kurtarmayı nasıl hiç düşünmezsin? Bilmez misin ki zenciler hızla ürer, oysa ruhun tektir ve yerini dolduramazsın! Sonra düşüncesini değiştirmiş ve zenciyi alıp onu Halife'nin huzuruna çıkarmış ve ona öyküyü anlattırmış. Halife Harun Reşit duyduklarına öylesine şaşırmış ki, bu öykü­nün insanoğullarına ibret oluşturması için yazılıp arşivlere konması­nı emretmiş.

Ama Cafer, ona, "Ey Emir-ül Müminin, bu öyküye pek o kadar takılma, çünkü bu öykü, 'Vezir Nureddin ile kardeşi Şemseddin'in öyküsüyle denklik sağlamaktan çok uzaktır" demiş. O zaman Halife, "İşittiğimiz öyküden daha şaşırtıcı olduğunu iddia ettiğin bu öykü nedir?" diye haykırmış. Cafer, Ey Emir-ül Mü­ minin, düşüncesizce davranışından ötürü kölem Reyhan'ı bağışlamanız koşuluyla bunu size anlatırım" demiş. Halife de, "Öyle olsun! Kanını sana bağışladım' demiş. ....devamı Vezir Nureddin, Kardeşi Vezir Şemseddin ve Hasan Bedreddin Öyküsü

İkinci Genç Kız Emine'nin Öyküsü - Binbir Gece Masalları


Masalın Adı : İkinci Genç Kız Emine'nin Öyküsü

Masalın Yazarı : Binbir Gece Masalları

Halife'nin bu sözleri üzerine, genç Emine, ortaya çıkmış ve sö­ze başlamış:

Ey Emir-ül Müminin! Kızkardeşim Zübeyde'nin ana-babamız üzerine söylediklerini tekrar etmeyeceğim. Şu kadarını bilmelisiniz ki, babamız öldüğünde ben ve beş kardeşten en küçüğümüz Fehime, annemizle birlikte yalnız yaşamaya gittik. Kızkardeşimiz Zübeyde ve diğer ikisi de gidip anneleriyle oturdular. Bir süre sonra annem beni, kentin ve zamanın en zengin adamı olan bir ihtiyarla evlendirdi. Böylece, bir yıl sonra, yaşlı kocam öldü. Tanrı'nın rahmetine kavuştu. Ve bana, şeriat hükümlerine göre miras payı olarak, yirmi dört bin dinar bıraktı,

Böylece ben de, acele olarak her biri bin dinardan, on görkemli urba ısmarladım. Ve de hiçbir şeyden yoksun kalmadım. Günlerden bir gün, keyfimce oturup dinlenirken, bir yaşlı kadın beni ziyarete geldi. Bu ihtiyarı daha önce hiç görmemiştim, iğ­renç bir kadındı bu. Yüzü bir ihtiyarın kıçı kadar çirkindi, çökmüş sümüklü bir burnu. yolunmuş kaşları, şehvet düşkünü yaşlı gözleri, kırık dişleri ve eğri bir boynu vardı.

Sanki şair şu dizelerle onu anlatmıştı: Şu uğursuz ihtiyar! Eğer İblis ona rastlasaydı, ondan tüm hileleri, hiç konuşmasa da, sadece sessiz duruşuyla öğrenirdi! Bir Örümcek ağına takılmış bin inatçı katın, örümcek ağını zedelemeden, çekip kurtarabilirdi! Ne denli kaba ve iğrenç olursa olsun, yapamayacağı kötülük yoktur.

Benim himayemde olan yetim bir genç kız var! Bu gece onun düğün gecesidir. Tanrı'nın sana mü­ kafatım vereceğini ve iyiliğini ödüllendireceğini umarak senden, burada hiç kimseyi tanımadığı, Yüce Tanrı'dan başka dayanağı olmadığı için son derece mahzun ve alçakgönüllü olan bu zavallı kızın düğününde bulunarak onur katmanı rica etmeye geldim" dedi.

Bu sözleri söyledikten sonra, ihtiyar kadın, ağlamaya ve ayaklarımı öpmeye başladı. Ve ben, onun ne denli hayın olabileceğini bilmediğimden, ona acıdım ve "İşittik ve itaat ettik!" dedim. Bunun üzerine bana, "Şimdi ben izninle gidiyorum sen de, bu arada, hazırlan ve giyin, ben akşama doğru gelip seni alırım" dedi. Sonra elimi öpüp uzaklaştı. Bunun üzerine, kalktım, hamama gittim ve kokular sülündüm, sonra on yeni giysimden en güzelini seçerek giydim, sonra da değerli incilerden yapılmış gerdanlığımı, bileziklerimi, salkım küpelerimi ve tüm mücevherlerimi taktım. Gözüme sürmeler çektikten sonra, yaldızlı mavi ipekten başörtümü büründüm, nakışlı kemerimi ku­şandım, yüzüme peçemi taktım.

Tam o sırada ihtiyar yeniden gelerek bana, "Efendim, ev şimdiden, kentin en asil kadınları olan güveyin yakınlarıyla doldu. Senin mutlaka teşrif edeceğini onlara söyledim, çok mutlandılar, şimdi hepsi seni sabırsızlıkla bekliyorlar" dedi. Bunun üzerine, ben, yanıma birkaç kölemi de alarak, hep birlikte yola koyulduk ve sonunda geniş, iyice sulanmış ve serin bir rüzgarın esmekte olduğu bir sokağa ulaştık. Kemerlerle desteklenmiş bir kubbeye açılan önü mermerli büyük bir kapı gördük.

Ev, abide gibiydi ve tüm olarak kaymak taşından yapılmıştı. Bu kapıdan, içerde tavanı göklere kadar yükselmiş gibi görünen bir saray gördük. Bunun üzerine içeri girdik. Ve sarayın kapısına ulaştığımızda, ihtiyar kadın kapıyı çaldı, kapı açıldı. İçeri girdik ve halı ve duvar kaplamalarıyla örtülü bir koridora girdik. Tavana renkli lambalar asılmış ve yakılmıştı, koridor boyunca da tutuşturulmuş meşaleler görülüyordu. Duvarlara, altın ve gümüşten yapılmış eşyalar, mücevherler ve değerli madenlerden silahlar da asılmıştı. Koridoru geçtik, oradan öylesine harika bir salona girdik ki, anlatılması mümkün değil! Tüm ipekli kumaşların asılı bulunduğu bu salonun ortasında, narin incilerle ve değerli taşlarla zenginleştirilmiş ve üzeri saten bir cibinlikle örtülü kaymak taşından yapılmış bir yatak vardı.

Bizi görünce, yatağın içinden ay yüzlü bir genç kız çıktı bana, "Merhaba! Ehlen ve sehlen! Ey hemşire gelmenle bize büyük bir onur verdin! Anastina! Bizim için tatlı bir teselli ve gururlanacak bir varlıksın?" dedi. Sonra da benim onuruma şairin şu dizelerini okudu. Şu yapıların taşları, sevimli misafirimizin ziyaretini öğreneydiler, mutlu olurlardı, birbirine bu güzel haberi vermek için yarışırlardı, adımlarının izi üzerine eğilirlerdi! Kendi dillerince, 'Enlen ve sehlen! Cömertlik ve büyüklükle dolu kişilere!" diye haykırırlardı.

Sonra oturup bana, "Ey kardeşim! Sana, bir gün seni bir düğünde görmüş olan bir erkek kardeşim olduğunu söylemeliyim. Bu çok yakışıklı ve benden de güzel ve alımlı bir genç adamdır. Ve o geceden beri, seni, sevgi dolu ve ateşli bir yürekle sevmiş. Bu ihtiyar kadına bir miktar para vererek sana yollayan ve bir vesileyle buraya getirten odur. Bunu, benim evimde seninle karşılaşmak için yaptı, çünkü kardeşim, Tanrı'nın ve Peygamberi'nin kutsadığı bu yıl içinde seninle evlenmekten başka bir şey düşünmüyor. Ve meşru olan şeyleri yapmakta da utanılacak bir şey yoktur" dedi.

Onun bu sözlerini işitince ve bu yerde tanınıp değerlendirildiğimi görünce genç kıza, "Duyduk ve itaat ettik!" dedim. Bunu duyunca sevinç dolu, ellerim birbirine çırptı ve aya benzer bir genç adam içeri girdi, tıpkı şairin söylediği gibi bir görünümü vardı. Güzellikte öyle bir dereceye ulaşmıştı ki, gerçekten Tanrı'nın çabalarına yaraşır bir eser olmuştu! Gerçekten onu işleyen kuyumcunun övünmesi gereken bir mücevher olmuştu! Güzelliğin ta kendisi olan bir mükemmeliyete, bir bütünlüğe ulaşmıştı. Böyle olunca, onu her görenin çılgınca aşık olmasına hiç şaşırma! Güzelliği gözleri kamaştırır, çünkü yüz çizgilerine sinmiştir bu güzellik. Ben de, onunki gibi başka bir güzellik olmadığına yemin ederim! Onu görünce, yüreğim ona eğilim duydu. Delikanlı yaklaştı ve kızkardeşinin yanına oturdu, bunu izleyerek dört tanıkla kadı çıkageldi. Selam verdiler ve oturdular, sonra kadı bu genç adamla olan sözleşmemi yazdı, tanıklar sözleşmeye mühür bastılar, sonra hepsi ayrıldılar. Bunun üzerine genç adam bana yaklaştı ve bana, "Gecemiz, kutsal bir gece olsun!" dedi. Sonra da, "Hanımım, bir koşul ileri sürmek isterdim!" dedi. Ben de ona, "Efendim, buyurun konuşun! Nedir bu koşul?" diye sordum.

Ayağa kalktı, Kutsal Kitabı alıp getirdi ve bana, "Benden başka hiç kimseyi seçmeyeceğine ve bir başkası­ na asla eğilim duymayacağına Kuran'a el basarak yemin etmelisin!" dedi. Ben de, ona istediği gibi bu koşula bağlı olarak yemin verdim. Bunun üzerine sonsuz bir sevince kapıldı ve kollarını boynuma sardı, aşkının adeta iç organlarıma ve yüreğimin etine saplandığım duydum. Bunu izleyerek köleler sofra serdiler, doyuncaya kadar yiyip iç­tik. Sonra, gece geldi elimi tutup benimle birlikte yatağa uzandı, bütün geceyi sabaha kadar, birbirimizin kollarında geçirdik. Bu durumda bir ay yaşadık, mutluluk ve neşe içinde...

Bu sürenin sonunda, çarşıya pazara gidip bir miktar kumaş almak üzere izin istedim. Bana bu izni verdi. Bunun üzerine giysilerimle donanıp o günden sonra evimizde kalan ihtiyar kadını da birlikte götürerek çarşıya indim. İhtiyar kadının kumaşlarının niteliğini övdüğü ve de çoktan beri tanıdığı bir ipekçi genç tacirin dükkânı önünde durdum. Kadın şunu da ekledi: "Bu gence, babasının ölümü üzerine pek çok para ve mal kaldı!" Sonra tacire dönerek, ona, "Kumaşları­nın içinde en iyi, en pahalı olanları göster! Bu güzel genç hanıma layık olsunlar!" dedi. O da, "İşittik ve itaat ettik!" dedi. Sonra ihtiyar kadın, kumaşları açıp bize göstermekle uğraştığı sırada bana, onun övgüsünü yapmayı ve niteliklerini belirtmeyi sürdürdü ve ben ona, "Bana söylediğin bu nitelik ve övgülerden bana ne? Bizim maksadımız buraya gelip ihtiyacımız olan kumaşları almak ve evimize dönmek değil mi?" diye yanıt verdim. İstediğimiz kumaşı seçtiğimizde, tacire bedelini sunduk. Ama o paraya dokunmayı reddetti ve bize, "Bugün sizden hiçbir para kabul etmiyorum dükkânıma gelip bize verdiğiniz zevk ve onur uğrunda bir hediye olarak kabul edin bunu" dedi.

Bunu duyunca, ihtiyar kadına, para kabul etmek istemiyorsa, kumaşını kendisine iade et!" dedim. Dükkâncı ise, "Vallahi! Sizlerden hiçbir şey alamam! Benim hediyem olsun bu! Karşılığında ey güzel genç kadın, bana bir tek, bir tek öpücük ver! Bu öpücüğü dükkânımdaki tüm malların bedelinden daha yüksek sayarım" dedi. İhtiyar kadın da ona gülerek, "Ey yakışıklı genç adam! Bu öpücüğü, böylesine değer biçilemez bir şey olarak düşünmeniz budalaca bir şey!" dedi; sonra da bana dönerek, "Kızım, bu genç tacirin ne dediğini duydun! Sakin ol, onun senden alacağı bir öpücükte canını sıkacak bir şey olmaz ve de karşılığında, arzuna göre tüm bu değerli kumaşlardan istediklerini seçebilirsin!" dedi. Bunu duyunca ona, "Kocama yeminle bağlı olduğumu bilmiyor musun, sen?" diye yanıt verdim.

Bana, "Bırak seni öpsün, ama, sen konuşma ve karşılık verme, böylece seni kimse kusurlu bulamaz. Ve dahası, paran yanında kalır, kumaşları da alırsın." Yaşlı kadın, beni bu davranışa ısındırmak ve başımı torbaya sokmaya razı olmam, bu teklifi kabul etmem için konuştu durdu. Sonunda gözlerimi kapatarak, yoldan geçenlerin olacağı görmemesi için peçemin ucunu yarı açarak yanağımı uzattım. Genç adam başını peçemden içeri soktu ve ağzını yanağıma yaklaştırıp beni öptü. Fakat, aynı zamanda, yanağımı ısırdı ve etime işleyen bir ısırık izi bıraktı!

Acı ve heyecandan bayılmışım. Yeniden kendime geldiğim zaman, bana çok üzülmüş gibi görü­nen yaşlı kadının kucağında uzanmış buldum kendimi... Dükkâna gelince, kapanmış ve genç tacir gözden kaybolmuştu. Kendime geldiğimi gören kadın, bana, "Daha büyük bir felaketten bizi koruduğu için Tanrıya şükürler olsun!" dedi. Sonra da, "Şimdi, eve gitmemiz gerek! Sen, rahatsızlanmış gibi davran, ben de sana yanağına süreceğin bir ilaç getireceğim, hemen iyi olacaksın!" dedi. Bunu duyunca ayağa kalkmakta gecikmedim eve dönünce olacakları düşünüp korku içinde yürüdüm.

Eve yaklaştıkça korkum artıyordu. Oraya ulaşınca, odama çekildim ve hastaymış gibi davrandım. Osırada kocam geldi, canı çok sıkkındı, bana, "Hanımım, çarşı ya çıktığında başına ne kötülük geldi?" diye sordu ona, "Önemli bir şey değil. Sağlığım yerinde çok şükür!" dedim. Bana dikkatle baktı ve "Fakat yanağındaki bu yara izi ne? En tatlı ve en ince yerinde?" diye sordu. "Senin izninle evden çıkıp şu kumaşları almaya gittiğimde, odun yüklü bir deve, tıkanık bir sokakta beni sıkıştırdı ve peçemi yırtıp gördüğün gibi yanağımı ısırdı.

Ah, şu Bağdat'ın tıkanık sokakları!" dedim. Bunu duyunca müthiş kızdı ve bana, "Yarından tezi yok, Vali'ye gidip develerden ve odunculardan şikâyetçi olaca­ğım; Vali bir tekini bırakmaksızın hepsini astıracaktır!" dedi. Bunu duyunca acımayla dolarak, ona, "Allah seni korusun! Ve böylesine bir günaha sokmasın! Zaten bütün hata benim! Çünkü bindiğim eşek birden ürküp dört nala koşmaya başlamıştı, yere düştüm ve orada bulunan bir odun parçası yüzümü sıyırdı ve yanağımı yaraladı!" dedim.

Bunu duyunca, "Yarın, Cafer-ül Barmaki'ye gideceğim ve bu öyküyü ona anlatacağım, o da bu kentin tüm eşekçilerini öldürtecek!" diye haykırdı. Bu sözleri işitince "Yani sen, benim yü­ zümden herkesi öldürtecek misin?" diye bağırdım. "Oysa, bütün bunlar sadece Tanrı'nın iradesi ve hükmettiği kader dolayısıyla ba­şıma geldi!" dedim.

Bu sözlerimi duyunca, kocam artık hiddetini gemleyemedi ve "Hain kadın! Yeter bu yalanlar! Suçunun cezasını çekmelisin!" diye haykırdı ve beni en acımasız sözlerle hırpaladı ve ayağıyla yeri tepti ve de yüksek sesle birilerine seslendi. Bunun üzerine kapı açıldı ve korkunç görünüşlü yedi zenci çıkageldi, beni yatağımdan aldılar ve evin avlusuna attılar. Bunun üzerine kocam, zencilerden birine, beni omuzlarımdan tutup üzerime oturmasını, bir di­ğerine dizlerime oturup ayaklarımı tutmasını emretti.

O sırada bir elinde pala tutan bir üçüncü zenci geldi ve, "Efendim, palayı vurup onu ikiye ayırayım mı?" diye sordu. Bir başka zenci, "Her birimiz etinden birer büyük parça alalım ve yem olarak Dicle Nehri'nin balıklarına atalım! Çünkü yeminine ve dostluğa ihanet eden herkese bu ceza verilir" diye ekledi. Ve söylediklerini desteklemek üzere şu dizeleri okudu: Sevdiğimin bedenini paylaşan bir ortak bulunduğunu fark etsem ruhum isyan eder ve bu yitik aşk uğruna yerinden sokulurdu! Ben de ruhuma, 'Ey ruhum, bizim için soylulukla ölmek yeğdir! Çünkü bir düşmanla aşkı paylaşmakta hiçbir mutluluk yoktur!' derdim. Bunu duyan kocam, elinde palası bekleyen zenciye, "Ey yiğit Saat! Uçur bu hainin kafasını!" dedi. Ve Saat palayı kaldırdı! Kocam onu durdurarak, bana, "Sen şimdi, yüksek sesle iman tazele! Sonra da, giysi ve eşyalarını toparlayarak vasiyetini yap çünkü yaşamının sonuna geldin!" dedi.

Bunu duyunca, ona, "Ey Yüce Tanrı'nın kulu! Ben de senden iman tazelememe ve vasiyetimi yapmama izin vermeni rica ediyorum!" dedim. Sonra başımı göğe doğru kaldırarak iman tazeledim ve sonra başımı önüme eğerek içinde bulunduğum sefil ve utanılacak durumu düşündüm, gözlerim yaşardı ve ağlayarak şu dizeleri okudum: İçimdeki tutkuyu siz alevlendirdiniz, ama kendi yüreğinizi soğuttunuz! Uzun geceler boyunca gözlerimin uyanık ve hayran kalmasını öğrettiniz, sizse uyuyup aldırmadınız! Ama ben! Ben sizi gözüm ile gönlümün arasında bir yere oturttum! Söyleyin nasıl yüreğim sizi unutsun, gözlerim uğrunuzda ağlamayı kessin? Bana tükenmez bir vefayla bağlanacağıma yemin ettirmiştiniz ama sevgimi kazanır kazanmaz benden yüz çevirdiniz! Ve şimdi, bu yüreğe hiç acımıyorsunuz ve derdimi anlamak istemiyorsunuz! Sanki benim felaketimi hazırlamak ve gençliğimi kahretmek için doğmuşsunuz! Dostlarım, size yalvarıyorum ölünce, mezar taşıma, 'Burada büyük bir suçlu yatıyor: Sevmek suçunu işleyen!' diye yazın! Böylece aşk acısını tatmış bir ziyaretçi, kabrime bakarken, bir merhametli bakış fırlatır! Bu dizeleri okuduktan sonra, hâlâ ağlıyordum. Söylediklerimi işitince ve gözyaşlarımı görünce, kocam, daha fazla kızdı ve tahrik oldu, o da bana şu dizeleri okudu:

Gönlümün sevdiğinden yüz çevirdiysem, ne sıkıldığımdan, ne bıktığımdandır! Terk edilmeyi gerektiren bir suç işi ediğindendir! Ortak tutkumuzu bir başkasıyla paylaşmak istedin, oysa benim yüreğim, duygularım ve aklım böylesine bir ortaklığa razı olamazdı.

Bu dizeleri okuyup bitirince, onu yumuşatmak için yeniden ağ­lamaya koyuldum ve kendi kendime, "Onu yumuşatıp gönlünü alçaltacağım. Ve de kendi koşullarımı yumuşatacağım. Belki de beni öldürmekten vazgeçer ve tüm mücevherlerimi alarak beni bağışlar" diye düşündüm ve ona tüm inceliğimle şu dizeleri okuyarak yalvarmaya başladım: Gerçekte adil olmayı isteseydin, beni öldürmeyeceğine inanır, buna yemin ederdim! Ama kaçınılmaz ayrılığa karar verenlerin, adil olmayı hiç bilemeyeceğini herkes bilir! Aşkın getirdiği tüm ağırlıkları bana çektirdin sen, oysa omuzlarım ince bir gömleğin, hatta daha da hafif bir giysinin ağırlığına bile zor dayanırdı! Böyleyken, beni şaşırtan ölümüm olmayacaktır asla! Sadece, senden koptuktan sonra da bedenimin seni isteyeceğini bilmeme şaşıyorum! Bu dizeleri okuyup bitirince, ağladım. Bunu duyunca bana baktı, beni şiddetle itti ve beni çok incitti, sonra da şu dizeleri okudu: Benimkine hiç benzemeyen bir dostluktan söz ediyorsun ve tüm terk edişini bana duyurmuş bulunuyorsun! Biz böyle mi idik? Ama seni yüzüstü bırakacağım, senin beni yüzüstü bıraktığın ve arzumu aşağıladığın gibi! Ve tanıklık ettiğin aynı sabırla sabredip yaşama katlanacağım! Madem ki sen bir başkasına eğilim duydun, ben de bir başkası için özlem duyacağım! Ve sonsuza kadar, aramızdaki kopukluğun nedeni ben değil, sadece sen olacaksın!

Bu dizeleri okuyup bitirince, zenciyi çağırdı ve ona, "İkiye böl onu! Bizim için değeri yok artık!" dedi. Zenci bana doğru ilerlediği sırada, artık öleceğimi kesinlikle biliyordum ve yaşamımdan umudumu kesmiştim, artık kaderimi Yü­ce Tanrı'nın ellerine terk etmekten başka bir şey düşünmüyordum. Ve tam bu sırada, yaşlı kadının içeri girdiğini, genç adamın ayakları­na kapandığını ve onu öperek, "Yavrum, sütannen olarak, seni yetiş­tirmiş bir kişi olarak, senden bu genç kadını bağışlamanı rica ediyorum, çünkü böylesi bir cezaya layık olacak bir suç işlememiştir, korkarım ki laneti üzerine düşmesin!" dedi. Sonra da yaşlı kadın ağlamaya başladı ve kocamı razı etmek için dualarla onu sıkıştırmayı sürdürdü; sonunda kocam, "Peki, senin hatırına, onu bağışlıyorum! Ama yine de geri kalan ömrü boyunca üzerinde görülecek bir işaret bırakmam gerekiyor!" dedi.

Bu sözler üzerine, emir verdiği zenciler, hemen giysilerimi üzerimden sıyırdılar, beni hemen hemen çırılçıplak bir hale getirdiler. Bunun üzerine kocam eline bükülgen bir ayva ağacı dalı aldı ve beni yere yıkarak tüm bedenimi, özellikle sırtımı, göğsümü ve yanıbaşlarımı sopalamaya koyuldu, bunu öylesine bir hiddet ve şiddetle yaptı ki, bu darbelerden kurtulup yaşayacağıma umudumu tüm olarak yitirdikten sonra bayılmışım. O zaman vurmaktan vazgeçerek, beni, yerde, öylece uzanmış ve kölelere akşam oluncaya kadar o halde bı­rakmalarını emrederek, bırakıp gitmiş. Onlar da ortalık kararınca beni eski evime götürmüşler ve oraya cansız bir varlık gibi atıvermişler. Çünkü efendilerinin emri böyleymiş. Yeniden kendime geldiğim zaman, ağır yara berelerimden dolayı bir süre yerimden kıpırdayamadım, sonra çeşitli ilaçlarla kendimi iyileştirmeye çalıştım ancak darbelerin izleri ve yara yerleri bedenimde ve etimde kaldı, sanki kamçılarla ya da alıcı kuşların gagalarıyla oyulmuş gibi... Ve hepiniz bu izleri gördünüz. Dört aylık bir bakımdan sonra, iyileştim, sonra da bu şiddete maruz kaldığım saray tarafına gidip bir göz atmak istedim fakat yalnız burası değil, tüm cadde baştanbaşa yıkılmıştı ve tüm bu harika binaların bulunduğu yerde, kentin çöplerinin toplandığı bir süprüntü yığınından başka şey görünmüyordu.

Tüm aramalarıma karşın, kocamdan hiçbir haber almam mümkün olmadı. İşte bunun üzerine daima bakire bir genç kalmış olan küçük kızkardeşim Fehime'nin yanına geldim ve ikimiz birlikte aynı babadan olma kardeşimiz Zübeyde'yi ziyaret ettik. Hani size köpeğe dönüşen iki kardeşiyle ilgili öyküyü anlatan kardeşimize... Adet olmuş selamlaşmalardan sonra, o bana kendi öyküsünü anlattı, ben de ona kendi öykümü. Kardeşim Zübeyde bana, "Kardeşim, bu dünyada hiç kimse bahtının getireceği felaketlerden kaçınamaz! Ama, Tanrı'ya şükürler olsun ki, biz ikimiz de hâlâ hayattayız! Bundan böyle gel, birlikte yaşayalım! Ve de özellikle evlilik sözünü asla ağzımıza almayalım! Hatta bunun anılarını bile belleğimizden silelim!" dedi, Ve böylece küçük kızkardeşimiz Fehime bizimle birlikte kaldı. Evde vekilharçhğı yapan odur. Her gün alışveriş için çarşıya iner ve gerekli her şeyi alır, ben özellikle kapıyla ilgilenirim, çalınınca açar ve çağrılıları içeri alırım, ablamız Zübeyde'ye gelince, evin düzeninden o sorumludur.

Kızkardeşimiz Fehime, bir yığın şeyle yüklü hamalı eve getirip dinlenmesi için onu bir an için içeriye aldığımız güne kadar erkeksiz, çok mutlu bir yaşam sürdürdük. Aynı şekilde bize öykülerini anlatan üç kalenderin eve girmesi sonra da üç tacir görünümü altında sizin gelmeniz izledi... Daha sonra olanları biliyorsunuz ve sonra da nasıl huzurunuza getirildiğimizi... Benim öyküm de böyle! dedi. Bunu duyan Halife, son derece hayran kaldı ve...

Ama, anlatısının tam bu noktasında, Şehrazat, günün belirdiğini görmüş ve. yavaşça anlatmayı kesmiş.

On Sekizinci Gece Gelince

Şehrazat öyküsünü şöyle sürdürmüş: İşitim ki, ey bahtıgüzel şahım, orada, küçük kardeşleri Fehime ve iki kara köpek ve üç kalenderle birlikte bulunan Zübeyde ile Emine'nin öykülerini işitince Halife Harun Reşit, çok hayret etmiş ve üç kalenderinkiyle birlikte bu iki öykünün, özenli ve güzel bir yazıyla kalemdeki kâtipler tarafından yazıl masını, sonra da el yazmalarının arşivine kaldırılmasını emretmiş. Sonra dönüp Zübeyde adlı genç kıza, "Ve şimdi, ey asaletli hanım, kızkardeşlerini iki kara köpeğe dönüştüren ifriteden sonraları hiçbir haber almadın mı?" diye sormuş.

Zübeyde, "Emir-ül Müminin! Onunla ilişki kurmam zor değil! Çünkü bana saçından bir tutam verdi ve 'Bana ihtiyaç duyarsan, bu saçlardan birini yakman yeterli! Ne denli uzakta bulunursam bulunayım, hatta Kaf Dağı'nın ötesinde de olsam, hemen yanında olurum' dedi" demiş. Bunu duyan Halife, ona, "Öyleyse bana bu saçları getir!" demiş.

Zübeyde ona saçları vermiş; Halife birini alıp yakmış. Yanan saçın kokusu henüz duyulmuşken, tüm sarayda bir sarsıntı işitilmiş ve de bir titreme... Ve birdenbire, ecinniye, bir genç kız kılığında, zengin bir giyimle ortaya çıkmış. Müslüman olduğu için, Halife'ye, "Allah'ın selamı üzerine olsun, ey Tanrı'nın Naibi!" demekten geri durmamış. Halife de, onu, "Sen de Tanrı'dan barış, hayır ve merhamet bul!" diye yanıtlamış.

Bunu duyan kız, "Ey Emir-ül Müminin! Senin arzun üzerinde benim ortaya çıkmamı isteyen bu genç kız, bana büyük bir hizmette bulundu ve uç veren tohumlar ekti! Bundan dolayı, onun için ne yapsam, bana ettiği iyiliğin karşılığını yeterince karşılamış sayılmam. Kız kardeşlerine gelince, onları köpeğe dönüştürdüm, eğer onları öldürmediysem, bunu sadece kızkardeşleri ne büyük bir üzüntü olur diye yapmadım. Şimdi, şayet, sen, ey Emir-ül Müminin onların kurtarılmasını istiyorsan; bunu sana ve kızkardeşleri ne duyduğum saygı uğruna yaparım! Ve, zaten, kendimin de Müslüman olduğumu hiç unutmadığım için!" demiş.

Halife de, ona, "Doğru! Senin onları kurtarmanı istiyorum. Bundan sonra, bedeni darbelerle zedelenmiş genç kızın davasına bakarız, eğer öyküsünün gerçek olduğunu anlarsam, onu savunur ve onu böylesine haksız olarak cezalandırmış bulunandan öç alırım!' demiş.

Bunu duyan ifrite, "Ey Emir-ül Müminin, ben, bir an içinde genç Emine'ye böyle davranan kişiyi sana gösterebilir, onu ortadan kaldırır ve servetine el koyarım! Çünkü şunu bil ki, insanoğulları içinde sana en yakın olan biridir, o!" demiş. Sonra, ifrite, bir tas su almış ve üzerine sihirli sözler okumuş, sonra da bu suyu köpeklerin üzerine serpmiş; "Çabucak eski insan kılığınıza dönün!" demiş. O saatte iki köpek, iki güzel genç kız olmuş. Bunu izleyerek ecinni kız, Halifeden yana dönerek, ona, "Genç Emine'ye bütün bu kötü davranışlarda bulunan kişi, sizin öz oğlunuz El-Emin'dir" demiş. Sonra da ona öyküyü yeniden anlatmış; bu kez Halife, kesinlikle insan olmayan, ecinni olan birinin ağzından duyduğu öyküyle durumun doğruluğunu saptayabilmiş.

Bu duruma Halife çok şaşırmış; ve "Tanrı'ya şükürler olsun ki bu iki köpek benim aracılığımla kurtuldu!' demiş. Sonra oğlu El-Emin'i huzuruna çağırtarak ondan açıklama istemiş ve El-Emin de ona gerçeği anlatarak yanıt vermiş. Bunun üzerine Halife, kadıları ve tanıkları, üç hükümdarın oğlu olan üç kalenderi, daha önce büyü­lenmiş olan iki kızkardeşiyle üç genç kızın bulunduğu salonda bir araya getirmiş. Ve orada, kadılar ve tanıklarla oğlu El-Emin'i genç Emine ile yeniden evlendirmiş, sonra da genç Zübeyde'yi bir hükümdar oğlu olan birinci kalenderle, öteki iki genç kadını da yine hükümdar oğullan olan diğer iki kalenderle evlendirmiş ve kendisi de beş kızkardeşin en genciyle, çarşı alışverişlerini yapan hoş ve tatlı Fehime ile evlilik sözleşmesini hazırlatmış. Ve her bir evli çift için bir saray yaptırtmış ve hepsine mutlulukla yaşamaları için büyük servetler bağışlamış. Ve kendisi de, gece gelir gelmez, genç Fehime'nin kollarında yatmak üzere acele etmiş ve o geceyi onunla en hoş biçimde geçirmiş. "Fakat," diye sözünü sürdürmüş Şehrazat, Şehriyar'a seslenerek, "Ey bahtıgüzel şahım, bu öykünün, bundan sonra anlatacağımın yanında asla fazla şaşırtıcı olduğuna inanmayın" demiş. ...devamı Kesilerek Öldürülen Kadın, Üç Elma ve Zenci Reyhan Öyküsü

Birinci Genç Kız Zübeyde'nin Öyküsü - Binbir Gece Masalları


Masalın Adı : Birinci Genç Kız Zübeyde'nin Öyküsü

Masalın Yazarı : Binbir Gece Masalları

Ey İnananların Sultanı! Bilesiniz ki, benim adım Zübeyde'dir. Size kapıyı açan kızkardeşimin adı Emine ve en küçük kızkardeşimin adı da Fehime'dir. Hepimiz de aynı babadan, ancak ayrı ayrı annelerden doğduk. Bu iki dişi köpeğe gelince, benim ana-baba bir kızkardeşlerimdir.

Babamız öldüğü zaman, aramızda eşit şekilde paylaştığımız beş bin dinar bıraktı. Kızkardeşlerim Emine ile Fehime kendi anneleriyle birlikte oturmak üzere bizden ayrıldılar. Benimle diğer iki kızkardeşim, birlikte kaldı ve ben, üçümüzün en genciydim ama di­ğer annelerden olma kızkardeşlerim, Emine ve Fehime'den daha büyüktüm. Babamın ölümünden kısa bir süre sonra, ablalarım evlenmeye hazırlandılar ve her biri birer erkekle evlendi ve bir süre daha benimle kalıp aynı evde birlikte oturdular. Ama kocaları hemen bir iş gezisine çıkmak için hazırlandılar ve karılarından, mal satın almak için biner dinar istediler, karılarını da birlikte alıp beni yapayalnız bırakarak hep birlikte yola çıktılar. Benden ayrılmalarından sonra dört yıl geçti. Bu süre içinde kızkardeşlerimin kocaları iflas etmiş ve tüm mal varlıklarını yitirmişler, karılarını yabancı ülkelerde kendi başlarına bırakıp çekip gitmişlerdi.

Kızkardeşlerim her türlü sefalete katlanmış ve benim yanıma zavallı dilenciler halinde dönmüşlerdi. Bu iki dilenciyi görünce, onların kişiliğinde kızkardeşlerimi tanı­yamadım ve "Nasıl oldu da, kardeşlerim, bu hale düştünüz?" diye sordum. Bana, "Kardeşim, konuşmanın şimdi hiçbir yararı yok, çünkü kalem, Tanrı'nın takdirini yerine getirmek için oynamıştı" dediler. Bu sözleri duyunca yüreğim onlara karşı acımayla doldu ve onları hamama yolladım ve her birini güzel, yeni giysilerle donattım ve onlara, "Kardeşlerim, siz benim büyüklerimsiniz, ben küçüğüm! Sizleri anam babam gibi görüyorum! Zaten, size olduğu gibi, bana düşen miras da, Tanrı tarafından kutsanmış ve hatırı sayılır miktarda çoğalmıştır. Onun meyvesini benimle birlikte yersiniz, yaşantı­mız saygın ve onurlu geçer, bundan böyle hep birlikte oluruz!" dedim.

Ve, gerçekten, onlara her türlü yakınlığı gösterdim ve benimle birlikte tam bir yıl yaşadılar. Benim servetim onların oldu. Fakat bir gün, bana, "Aslında, evlenmek bizim için daha hayırlıdır, artık yalnız dayanamıyoruz, böylece sabrımız tükendi" dediler. Bunun üzerine onlara, "Kardeşlerim, evlilikte iyi hiçbir şey bulamazsınız, çünkü bugünlerde, gerçekten namuslu ve iyi bir erkek bulmak zordur! Zaten bir evlenme deneyi geçirmediniz mi? Bunda ne bulduğunuzu unuttunuz mu?" dedim, Ama benim söylediklerimi dinlemediler ve de benim rızam olmaksızın evlenmek istediler. Bunun üzerine kendi paramla onları evlendirdim ve kendilerine gerekli çeyizi sağladım. Sonra kocalarıyla birlikte ayrıldılar. Ancak, ayrılmalarından pek fazla bir zaman geçmeden, kocaları onları aldattı ve kendilerine verdiğim her şeyi alıp karılarını yüzüstü bıraktılar. Bunun üzerine tekrar çırılçıplak, benim yanıma döndüler. Benden özürler dilediler ve "Bizi ayıplama, kardeşim! Senin, içimizde, yaşça en küçük olduğun doğrudur, ama hepimizden akıllısın! Sana bir daha evlilik sözünü ağzımıza almayacağımıza söz veriyoruz!" dediler. Bunun üzerine onlara, "Hoş geldiniz kardeşlerim! Benim için dünyada sizden değerli varlık yoktur!" dedim ve onları kucakladım ve öncekinden de fazla cömertlik gösterdim. Bu durumda tam bir yıl yaşadık, bu sürenin sonunda mal dolu bir gemi donatmayı ve ticaret yapmak üzere Basra'ya gitmeyi dü­şündüm.

Bu maksatla, bir gemi hazırladım ve onu mal ve eşyayla ve de gemiyle yolculukta ihtiyaç duyulabilecek her şeyle doldurdum, kızkardeşlerime, "Kardeşlerim, dönüşüme kadar, yolculuğum süresince evimde kalmayı mı yeğlersiniz, yoksa benimle gelmeyi mi istersiniz?" diye sordum. Bana, "Seninle geliriz, çünkü senin yokluğuna dayanamayız!" diye yanıt verdiler. Ancak, yola çıkmadan önce paramı ikiye böldüm, yarısını yanı­ma aldım, öteki yarısını da, kendi kendime, "Ola ki geminin başına bir felaket gelir, ama hayatımızı kurtarırız. Bu durumda, dönüşümüzde, tabii eğer dönebilirsek, bize yararlı olabilecek bir şeyler kalmış olur" diyerek sakladım. Gece gündüz ara vermeden yolculuğu sürdürdük fakat, aksilik buya, kaptan yolu kaybetti. Akıntı bizi dış denizlere sürükledi ve yöneldiğimiz denizden bambaşka bir denize girdik. Ve on gün dinmeyen kuvvetli bir rüzgar bizi sürükledi. Bu sırada, uzaktan belli belirsiz bir kent gördük ve kaptana, "Üzerine doğru gittiğimiz bu kentin adı ne acaba?" diye sorduk. Bize, "Vallahi! Hiç bilmiyorum. Bu kenti hiç görmedim ve tüm yaşamımda bu denizde de seyretmedim. Ama, önemli olan, artık çok şükür tehlike dışında olmamızdır. Size bu kente girip malınızı depo etmekten başka yapacak şey kalmıyor. Ve de satmak istiyorsanız, satmanızı size öneririm" diye yanıt verdi. Bir saat sonra, bize yaklaşıp, "Kente çıkmakta acele edin! Orada Allah neler yaparmış, görün de şaşın! Ve de sizi koruması için, kutsal adını dilinizden düşürmeyin!" dedi, Bunu izleyerek kent üzerine yürüdük ve oraya ancak ulaşmış­ tık ki büyük bir şaşkınlığa uğradık. Bu kentte bütün oturanların kara taşlara dönüşmüş olduğunu gördük. Ama ancak oturanlar taşlaş­mıştı, çünkü tüm çarşılarda ve tüm ticaret yerlerinde malları oldu­ğu gibi bulduk ve altın ve elmastan yapılmış tüm eşyanın olduğu gibi durduklarını gördük. Bunu görünce, çok sevindik ve birbirimize, "Muhakkak ki bütün bunların nedeni çok hayret verici olmalıdır" dedik. Bunun üzerine birbirimizden ayrıldık ve her birimiz kentin bir başka semtine gitti, her birimiz gayret edip kendi adımıza altın, gümüş ya da değerli kumaş olarak taşıyabildiği kadar eşyayı toplamaya başladı. Bana gelince, ben, hisara çıktım, oradaki hükümdar sarayını buldum. Som altından yapılmış büyük kapısından girdim ve büyük kadife örtüyü kaldırarak, içerdeki tüm mobilyaların ve eşyanın hepsinin altın veya gümüşten yapılmış bulunduğunu gördüm.

Avluda ve tüm salonlarda, muhafızlar ya da mabeyinciler, ayakta ya da oturur halde, ama hepsi yaşarken taşlaşmış durumdaydı. Mabeyinciler, subaylar ve vezirlerle dolu sonuncu salonda, insanın aklını karış­tıracak kadar zenginlikte ve ihtişamda giysilere bürünmüş hükümdarın taşlaşmış halde tahtında oturmakta olduğunu gördüm. Yöresinde, yine taşlaşmış, ellerinde yalın kılıçlarıyla, ipek giysilerine bürünmüş elli köle vardı. Hükümdarın tahtına inciler ve değerli taşlar kakılmıştı ve her bir inci bir yıldız gibi parlıyordu. Ve, gerçekte, bunlara bakarken aklımı yitirir gibi oldum. Ama yürümeye devam ettim ve harem salonuna ulaştım ve burayı daha da harika buldum, burada her şey pencere kafeslerine varıncaya kadar altından idi ve duvarlar ipek kaplamayla kaplanmış­ tı, kapı ve pencereler üzerinde, kadife ve satenden perdeler vardı. Ve sonunda, taşlaşmış kadınlar arasında, değerli inciler serpiştirilmiş bir giysiye bürünmüş ve başında her türlü değerli taşlarla zenginleştirilmiş tacı ve boynunda gerdanlıklar ve titizlikle işlenmiş altın zincirlerle hanım sultamn kendisini gördüm, ama o da siyah bir taşa dönüşmüştü.

Oradan, yürümemi sürdürdüm ve açık bir kapı buldum, iki kanadı da saf gümüşten yapılmıştı ve içinde, yedi basamaklı somaki mermerden bir merdiven gördüm. Bu merdiveni çıktım, yukarıya ulaşınca, sırmayla örülmüş halılarla kaplı, tüm beyaz mermerden büyük bir salon buldum, bu salonun ortasında, altından büyük me­şaleler arasında, zümrüt ve firuze serpiştirilmiş altın bir seki ve bu seki üstünde, inciler ve değerli taşlarla, değerli kumaşlar ve gergef işleriyle kaplanmış kaymak taşından bir yatak gördüm. Fonda, parlayan bir ışık vardı, yaklaştım ve bu ışığın, bir tabureye yerleştirilmiş deve kuşu yumurtası iriliğinde ve traş edilmiş yüzleriyle aydınlatan bir elmastan kaynaklandığını anladım, bu elmas mükemmelli­ğin ta kendisiydi ve ışığı tek başına salonu aydınlatıyordu. Bununla birlikte burada yanan meşaleler de vardı, ama bunlar bu elmasın parıltısı karşısında âdeta utanıyorlardı. Ve, ben, kendi kendime, "Eğer bu meşaleler yanıyorsa, birisi onları yaktığı içindir" dedim. Bunun üzerine yürümeyi sürdürdüm ve başka salonlara girdim, her gördüğümle şaşkınlığa uğruyor ve canlı bir varlığa rastlamaya çabalıyordum. Ve öylesine meşguldüm ki, kendimi, gezide olduğumu, gemimi ve kızkardeşlerimi unutmuştum.

Ve bu harika yerde gezerken gece bastırdı, bunun üzerine saraydan çıkmak istedim ama yolumu şaşırdım, artık yolumu bulamıyor dönüp dolaşıyor, kendimi kaymak taşından yapılmış yatağın, iri elmasın ve yanan altın meşalelerin olduğu salonda buluyordum. Bunun üzerine yatağa oturdum, gümüş ve incilerle işlenmiş mavi satenden yorgana bürü­nüyor;,çok hoş bir yazıyla yazılmış, kırmızı ve başka renklerle süslenmiş, altın yaldızlı kutsal kitabımız Kuran'ı ele alıyor, kendimi kutsamak ve Tanrı'ya şükretmek için bazı ayetleri okumaya başlı­ yor ve kendimi suçluyor, Tanrı takdis edesi Peygamber'in sözleri üzerinde düşünüyordum. Sonra uyumak üzere uzandım ve uyumaya çalıştım ama bir türlü başaramadım.

Uykusuzluk, geceyarısına kadar beni uyanık tuttu. O sırada, Kuran okuyan bir ses duydum; hoş, tatlı ve gönül ok­şayıcı bir sesti bu... Bunun üzerine acele yerimden kalktım, bu sesin geldiği yöne doğru yürüdüm. Sonunda kapısı açık olan bir odaya geldim, kapıdan yavaşça içeri girdim, araştırmalarım sırasında beni aydınlatan meşaleyi dışarıda bırakarak, çevreyi gözden geçirdim, buranın bir mabet olduğunu gördüm, ortalık, asılı bulunan yeşil camdan lambalarla aydınlanıyordu. Ortasında doğuya doğru yayılmış bir seccade vardı, bu seccadenin üstünde de, dikkatle ve yüksek sesle ve de kaidelerine uygun olarak Kuran okuyan çok yakışıklı bir genç oturuyordu. Bunu görünce çok şaşırdım, bu genç adam nasıl olmuş da, kentin uğradığı felaketten kendini tek başına kurtarabilmişti? Bunun üzerine ilerleyip ona yaklaştım ve selam verdim; dönüp bana baktı ve selamımı iade etti.

Ona, "Tanrı'nın kitabından okuduğun kutsal ayetlerin yüzü suyu hürmetine, sorularımı yanıtlamanı senden rica ediyorum" dedim. Bunu duyunca huzurlu ve tatlı bir gülümsemeyle güldü ve bana 'Ama, ey kadın, ilkin sen bana kim olduğunu ve bu mabede giriş nedenini açıkla! Ben de sırası gelince soracaklarını yanıtlayayım!" dedi. Bunun üzerine ona öykümü anlattım, çok şaşırdı o zaman ben de ona kentin bu olağanüstü durumunun nedenini sordum. Bana, "Biraz bekle!" dedi, gidip kutsal kitabı kapattı ve satenden bir mahfazaya soktu; sonra da yanına oturmamı istedi. Oturdum ve yüzüne dikkatle bakmaya başladım. Onun tıpkı dolunay gibi, nitelikten yana mükemmel ve cana yakın olduğunu, görünüşünün hayranlık uyandırıcı, endamlı ve ince olduğunu gördüm, yanakları kristal gibi, yüzü taze hurma renginde idi. Şair sanki şu dizeleri onun için yazmıştı: Yıldız-okuyan geceyi gözlüyordu! Ve birdenbire, gözlerinin önünde. büyüleyici bir çocuğun narinliği belirdi! Ve düşündü: Bu, Zühal'in kendisidir, aynı adlı yıldızı bir kuyruklu yıldız sandıran saçılmış siyah saçları olan! Yanaklarının açık kira, pembeliğine gelince, Merih'tir onu yaymaya gayret gösteren! Gözlerinin delici ışıkları ise, yedi yıldızlı okçu burcunun oklarıdır bunlar! Ama ona bu harika kavrayışı veren Utarit'tir. Zühre'yse ona altın değerini kazandırmıştır. Yıldızları gözleyen, artık ne düşüneceğini bilemedi ve şaşkınlığa düştü! Bunu gören yıldız ona doğru eğildi ve güldü. Ona böyle bakarken, bakışı, beni, en şiddetli anlamda belaya, onu o güne kadar tanımamış olmanın en ateşli yerinmelerine yöneltti ve yüreğimde kızıl korlar tutuşturdu.

Ona, "Ey efendim, ey sultanım! Şimdi sizden dilediğimi bana anlatınız!" dedim. O da bana, 'Duyduk ve itaat ettik" dedi ve şunları anlattı: Bilin ki, ey onurlu hanım, bu kent benim babamın kentiydi. Tüm yakınları ve uyrukları, burada oturuyorlardı. Babam, tahtın üzerinde oturduğunu gördüğünüz taşa dönüşmüş hükümdardır. Yine taşlaşmış olarak gördüğünüz sultan, benim annemdir. Babam ve annem, müthiş Nardon'a tapan dindarlardı. Ateş, ışık, gölge ve ısı üzerine yemin etmiş ve ant içmişlerdi! Uzun bir süre, babam çocuk sahibi olamamıştı; ancak ömrünün sonuna doğru, yaşlılığının meyvesi olarak ben doğdum.

Babam beni büyük ilgi göstererek büyüttü, ben de gittikçe büyüyordum. İşte gerçek mutluluk için seçilişim bu sıraya rastlar. Gerçekten, sarayda, nezdimizde, yaşça epeyce ilerde bir ihtiyar kadın yaşıyordu. Bu kadın, Tanrı'ya ve Peygamberi'ne inanan bir Müslümandı. Ama dinini gizli tutuyordu, dış görünüşüyle annem ve babamla uyumlu davranışta bulunur görünüyordu. Ve babam ona karşı büyük bir güven duyuyordu, çünkü onda dürüstlük ve bağlılık buluyordu. Ona cömert davranıyor ve armağanlar sunuyordu. Onun kendi dininden ve kendi inancından yana olduğuna kesinlikle inanıyordu. Bundan dolayı, yaşamımı sürdürürken, beni ona emanet etti ve ona, "Al onu iyice yetiştir!

Ona, dinimizin kurallarını öğret, yüksek bir eğitim sağla! Gerekli her türlü ilgiyi göster" dedi. Ve yaşlı kadın beni korumasına aldı;ama, bana, temizlik görevlerinden ve abdestin faziletlerinden başlayarak ibadette geçen kutsal dualara kadar, islam dini ve Peygamberin dilinde Kuran okumayı ve tefsir etmeyi öğretti. Eğitimimi tüm olarak tamamlayınca, bana, "Yavrum, bunları babandan dikkatle gizlemen gerek! Ve de kesinlikle sırrını saklamalısın! Yoksa seni öldürür"' dedi. Ve ben, gerçekten, bu sırrı sakladım. Eğitimimi tamamlayışımdan sonra, çok vakit geçmeden bu saygın yaşlı kadın öldü, ölmeden önce de son nasihatlarını yaptı. Ben, Tanrı'ya ve Peygamberine inanmamı bir giz olarak saklamaya devam ettim. Ama kentte oturanlar, inançsızlıklarını, isyanlarını ve karanlıklarını koyulaştırmaktan başka bir şey yapmıyorlardı. Ancak, bir gün, her zamanki davranışlarını sürdürürken, görünmeyen bir müezzinin yüksek sesi duyuldu. Bu gök gürültüsü kadar yüksek ses, yakındakiler kadar uzaktakilerin de kulağına erişecek şekilde: "Ey bu kentte oturanlar! Ate­şe ve Nardon'a tapınmayı bırakın, Tek ve Kudretli Tanrı'ya tapı­nın!" diyordu. Bu sesi duyan kesitte oturanlar, büyük bir dehşete kapıldılar, kentin hükümdarı olan babamın çevresine toplandılar ve ona, "İşitti­ ğimiz bu korkutucu ses nedir? Hâlâ bu sesin etkisiyle titriyoruz" diye sordular. Babam onlara, "Bu sesten korkmayın ve dehşete kapılmayın! Eski inancınıza sımsıkı sarılın!" dedi.

Ve bunun üzerine, yürekleri babamın sözlerine doğru eğilim gösterdi; ve asla ateşe tapınmaktaki alışkanlıklarından ve ona sıkı­ca bağlanmaktan vazgeçmediler. Ve bir yıl daha hatalı kör inançları­na bağlı kaldılar, ta ilk sesi duymalarının yıl dönümüne kadar! Ve de bir yıl sonra aynı ses, ikinci kez duyuldu sonra bir yıl daha geçti ve her yıl tekrarlanan ses üçüncü kez duyuldu. Ama onlar, hatalı inançlarını ve bunun gereklerini terk etmeye yanaşmadılar. Ve sonunda, bir sabah, şafak vakti, felaket ve bela üzerlerine gökten ağarak geldi ve kara taşa dönüştüler ve kendileriyle birlikte atları, katırları, develeri ve sürü hayvanları da taşa dönüştü. Tüm uyruklardan, bir başıma ben, bu felaketten kurtuldum, Ve işte, o günden beri burada oturup dua ediyorum, oruç tutuyorum ve Kuran okuyorum. Fakat ey saygı değer ve güzel hanım, içinde bulunduğum yalnızlıktan, bana insanca ilgi gösterecek yöremde kimse olmamasından bıktım. Bu sözleri duyunca, ona, "Ey her türlü nitelikten nasibi olan genç adam! Benimle Bağdat kentine gelebilir misin? Orada din ve fı­kıhtan yana derinleşmiş bilginler ve saygın şeyhler bulacaksın! Ve onların dostluklarıyla, bilgide ve ilahi adaletin öğrenilmesinde daha ileri gidersin. Ve ben oldukça hatırlı bir kimse olmama karşın, senin kölen ve zevkinin hizmetçisi olurum.

Aslında ben, yöremde bulunanların efendisiyim ve emrime bağlı erkekler, hizmetçiler ve genç çocuklar var! Burada da kıyıda mal yüklü bir gemim var. Ama talih bizi bu kıyıya attı ve bu kenti tanıttı ve de bu serüvene sürükledi ve talih bizi birleştirmek istedi" dedim, Sonra da, ona, bizimle birlikte gelme arzuları ilham edecek sözler söylemeye devam ettim, bana olumlu yanıt verinceye kadar...

Anlatısının bu noktasında, Şehrazat, şafağın söktüğünü görmüş; ve âdeti olduğu üzre, yavaşça sözünü kesmiş.

On Yedinci Gece Gelince Sözünü sürdürmüş:

İşittim ki, ey bahtı güzel hükümdarım, Zübeyde adlı genç kız, genç adama ilgi duymaktan ve ona olumlu yanıt alıncaya kadar kendisini izleme arzuları ilham etmekten vazgeçmemiş. İkisi de uyku üzerlerine çökünceye kadar konuşup durmuşlar. Bunun üzerine genç Zübeyde, o gece, genç adamın ayakları dibinde yatıp uyumuş. Duyduğu sevinç ve mutluluğa bir türlü inanamayarak... Bundan sonra Zübeyde, Halife Harun Reşit'e, Cafer'e ve üç kalendere, öyküsünü anlatmayı sürdürmüş. Sabahleyin şafak sökünce yıkandık, tüm hazineleri açtık, taşı­mada ağırlığı olmayan ve de çok değerli olan her şeyi aldık, kaleden kente doğru indik, kölelerime ve uzun süredir beni arayan kaptana kavuştuk. Beni görünce çok sevindiler ve ortalıkta görünmememin nedenini sordular. O zaman onlara gördüklerimi ve genç adamın öyküsünü ve de kent halkının taşa dönüşmesinin nedenini tüm ayrıntı­ larıyla anlattım.

Anlattıklarıma çok şaştılar. Kızkardeşlerime gelince, beni bu yakışıklı genç adamla gördükleri anda kıskançlığa kapıldılar ve beni çekemediler, içleri kinle doldu ve bana karşı gizlice ihanet planları kurmaya başladılar. Tam bu sırada, hepimiz birlikte gemiye bindik, çok mutluydum ve mutluluğum genç adama duyduğum sevgiyle artıyordu. Bekledik ki rüzgar uygun essin, yelkenleri gerelim ve yola çıkalım! Kızkardeşlerime gelince, bize yoldaşlık etmeyi sürdürüyorlardı ve bir gün özel olarak bana, "Kardeşimiz, bu genç adamı ne yapmayı düşünüyorsun?" diye sordular.

Ben de onlara, "Niyetim onunla evlenmektir" diye yanıt verdim. Sonra ona doğru döndüm, ona yaklaştım ve açıkladım: "Efendim, arzum senin olmaktır. Benden beni reddetmemeni rica ederim!" dedim. O da bana, "işittik ve itaat ettik!" diye yanıt verdi. Bu sözler üzerine kızkardeşimlerime döndüm ve onlara, "Tüm varlığımla bu genç adama sahip olmakla yetineceğim, zenginlik adına neyim varsa şu andan başlayarak sizindir" dedim.

Bana, "Senin iradene uyarız!" dediler. Ama yüreklerinde bana karşı ihanet ve kötülük saklıyorlardı. Uygun bir rüzgârla yolculuğumuza devam ettik, korkulu sulardan çıktık, güvenli sulara ulaştık. Bu sularda da birkaç gün seyrettik ve Basra kentine oldukça yaklaştık ve uzaktan evlerin belirmeye başladığını gördük. Fakat, gece yaklaştığından, durduk ve hemencecik hepimiz uyuduk, Fakat, uyku sırasında, iki kızkardeşim yataklarından çıkmış­lar beni, genç adamı ve tüm tavlaları denize atmışlardı. Yüzme bilmediği için genç adam boğuldu, onun kurbanlara katılması Tanrı'nın takdiri idi. Bana gelince, benim nasibim de kurtulanlar arasına katılmakmış.

Bundan dolayı, denize düşünce, Tanrı 'nın sağladığı bir tahta parçası üzerine ata biner gibi oturdum ve bu sayede ve de dalgaların sürüklemesiyle uzak bir adanın kıyısına ulaştım. Orada giysilerimi kuruttum, tüm geceyi geçirdim ve kendime bir yol aradım ve üzerinde âdemoğlunun ayak izleri olan bir yol buldum. Kıyı­ da başlayan bu yol, adanın ortalarında uzanıyordu. Giysilerimin kuruduğunu görünce, bu yolu izledim ve adanın öbür kıyısına ulaşıncaya kadar yürümeyi sürdürdüm, buradan Basra uzakta, görünü­yordu. Birden bire bana doğru gelen bir karayılan gördüm, onun ardından da iri ve büyük bir yılan onu öldürmek için kovalıyordu.

Karayılan kaçışı dolayısıyla öylesine yorgun ve dermansız düşmüş­ tü ki, dilini ağzından dışarı çıkmıştı. Bunu gören ben ona acıdım, iri bir kaya yakalayarak, öteki yılanın başına attım, onu ezip o anda öldürdüm. Fakat karayılan da iki kanat açtı ve göğe ağıp kayboldu. Bunu görünce şaşırıp kaldım. Ama, ben de yorgunluktan bitkin hale geldiğimden, oracığa oturdum; sonra da uzanıp bir saat kadar uyudum. Uyanınca, ayak ucumda, ayaklarımı ovup beni okşayan güzel bir zenci kız gördüm. Bunu görünce şiddetle ayağımı geri çektim ve çok utandım, çünkü güzel zenci kızın benden ne istediğini bilmiyordum! Ona, "Sen kimsin ve ne istiyorsun?" diye sordum. Bana, "Düşmanımı öldürerek bana büyük bir iyilik yapmış olan sana ulaşmak için acele geldim. Ben senin o iri yılandan kurtardığın karayılanım. Ve ben bir ecinniyeyim. Bu yılan da bir ecinni idi. Ve sadece sen, onun elinden beni kurtardın. Ben de, kurtulur kurtulmaz, rüzgara uyup uçtum ve acele iki kızkardeşinin seni denize attığı gemiye doğru gittim. İki kızkardeşini sihirle iki kara köpeğe dönüştürdüm ve buraya sana getirdim" dedi. Dönüp arkamdaki ağaca bağlanmış olan iki dişi köpeğe baktım. Sonra ecinniye, "Daha sonra da, gemide bulunan tüm zenginliği Bağdat'taki evine taşıdım ve gemiyi batırdım. Genç adama gelince, boğuldu, ölüme karşı bir şey yapamam çünkü ancak Tanrı'nın gücü sonsuzdur." dedi. Bu sözler üzerine beni kollarına aldı, kızkardeşlerim olan iki köpeği süzdü ve onları da kucakladı ve hepimizi birden, uçarak taşı­yıp bizi sağ salim Bağdat'ta, daha önce gördüğünüz evimin taracasına indirdi. Evimi gezip gemiden getirilen, düzgün bir şekilde sıralanmış tüm servetimi ve mal varlığımı buldum. Hiçbir mal kaybolmamış veya hasar görmemişti.

Sonra ecinniye bana, "Hazreti Süleyman'ın yüzüğü üzerindeki kutsal yazıt üzerine, bu iki köpeğin her birini, her gün, üç yüz kez kamçıyla dövmek üzere yemin etmeni istiyorum. Bu emri bir gün hile yerine getirmezsen, koşup gelecek seni de onların kılığına sokaca­ğım!" dedi. Ve ben, ona, "İşittik ve itaat ettik!" demek zorunda kaldım. Ve o günden beri, Ey Emir-ül Müminin! Onları kamçılayıp duruyorum, sonra da acıyıp boyunlarına sarılıyor ve onları öpüyorum!

Benim öyküm budur işte! Ey Emir-ül Müminin, kızkardeşim Emine'nin öyküsü, benimkinden çok daha şaşırtıcıdır, demiş. Bu öyküyü duyan Halife Harun Reşit hayranlığın en üst derecesine ulaşmış. Ama merakını doyurmak için de açıkça acele etmiş. Ve bir gece önce, ona kapıyı açan genç Emine'ye dönerek, "Sen, ey zarif kız! Bedenindeki bu darbe izlerinin nedenini anlatır mısın?" diye sormuş. ....devamı İkinci Genç Kız Emine'nin Öyküsü

İyi Geceler Bay Tom (Michelle Magorian) Kitap Sınavı Yazılı Soruları ve Cevap Anahtarı

Kitabın Adı: İyi Geceler Bay Tom Kitabın Yazarı: Michelle Magorian Kitap Sınavı Soruları ve Cevap Anahtarı 1. Will'in kollarındaki morlu...