20 Kasım 2019 Çarşamba

Katre-i Matem (İskender Pala) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili ve Kişileri


Kitabın Adı : Katre-i Matem

Kitabın Yazarı : İskender Pala

Kitap Hakkında Bilgi :

Roman, müzayededen alınan elyazması bir kitabın hikâyesi olarak başlıyor. Okurlar, bu elyazması kitabın açtığı kapıdan içeri giriyor, bir devre adını veren lalenin izinde İskender Pala’nın yarattığı etkileyici ve büyüleyici bir atmosferin içinde yol alıyor.

İstanbul bu romanda, karmaşası, heyecanı, isyanları, kalabalığı ile lalelere bürünüyor. Öyle ki lale sadece bir çiçek değil, bir yaşayış tarzı, estetik bir tavır, kültürel ve tarihsel bir birikim olarak İstanbul’u, hatta tüm Osmanlı’yı çevreliyor. İstanbul, doğal tüm güzelliklerinin, mimari şaheserlerinin tarihî debdebesi ile beraber lalezarlara, lale yarışlarına, lale şiirlerine bezeniyor; lalelerin şehri, renklerin şehri, yaprakların şehri haline dönüşüyor.

İskender Pala, Katre-i Matem’de usta kalemiyle lalelere bezediği İstanbul’da kavuşup doyulamayan, kavuşulamayıp yakan aşkların elemli ve Osmanlı hallerini de tüm ıstırap ve coşkularıyla anlatıyor. Sevdiğini, aşklarının ilk gecesinde kaybeden Şahin’in macerasını anlatan roman, bu kaybın ardındaki esrarı çözmek için külhanlara, tomruklara, lalezarlara ve hatta Osmanlı sarayına kadar gidiyor. İşte bu yolculuk, okuru hiç ummadığı yerlerde hiç ummadığı maceralarla karşılaştırıyor.

Cinayetlerin gölgesiyle giderek gizemli bir hal alan olaylar Lale Devrine nihayet veren Patrona Halil İsyanının yakıcı siyasal çalkantılarıyla birlikte çözülmeye başlıyor.

Kalemimi hokkaya bandırdığım şu anda –ki Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’yı canından; Sultan III. Ahmet’i de tahtından eden cehennemden nişan Eylül İhtilali’nin üzerinden henüz iki hafta geçti- şahit olduğum olayları yazıp yazmamakta kararsız sayılırım. Bilemiyorum. Yazmak gerektiğini düşündüğüm şeyler bir bakıma devlete ait sırları ifşa etmek gibi bir ihanetin ağırlığını da vicdanıma yükleyecek. Öte yandan Şark’ın kutsal çiçeği laleye dair yorumlarda bulunacak ve belki şükufeciyan esnafını gücendirmiş de olacağım. Ama birisi çıkıp yiğit Şehzade Ahmet’i, aşağılık isyancıların yaptıklarını, cennete benzeyen İstanbul’u ve Sadabat’ın laleye kattığı zarafeti anlatmazsa bu dahi tarihe ve şehre haksızlık sayılır.

Lale Devri : 1718-1730 tarihleri arasında Osmanlının batılılaşma yönünde ilk adımların atıldığı Lale Devri adını dönemin yaşam biçimini simgeleyen lale çiçeğinden almıştır. Lale Devri’ne damgasını vuran kişi Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa olmuştur.

Katre-i Matem, Türkçe anlamı ile Matem Damlası...

Kitabın Özeti :

Yazar, İstanbul'da bir otelde katıldığı müzayededen el yazması bir eser satın alır. Eserin adı "Yek Cinayet Şast u Şeş Suâl" yani "1 Cinayet: 66 Soru". Kitabın yazarı belli değil. Eserde yazılanlar....

Şahin, Nakşıgül adında güzel bir kızla karşılaşır ve âşık olur. Aşkı tek taraflı değil, karşılıklıdır. Nikâh yapılır ve kızın babasının evine yerleşirler. Şahin ve çok sevdiği Nakşıgül ilk gece mutlu ve aşk sarhoşu bir halde uyumuşlardı. Şahin sabah başında bir zonklamayla uyanır. Gözlerini açtığında ise neye uğradığını şaşırır. Şahin sabah uyandığında Nakşıgül'e sarılmak istemiş fakat yatağın yanının boş olduğunu, etrafa bakındığında ise her yerin kanla kaplı olduğunu görmüştür. Nakşıgül artık canlı değildir, odanın her tarafı kan olmuştur. Olayın şokunu üstünden atamadan odaya bir sürü kişi girer. Adı Tomruk Emini olan bir kolluk görevlisi onu derhal zindana atar. Eyüp Tomruğu’nda birçok işkence gördükten sonra sorguya çekilmiş ve Nakşıgül'ün katili olarak sorgulanmıştır.

Tomruk Emini ve diğerleri onu Haliç'e götürüp denize atmaya karar verirler. O zamanlar için denizde kutlamalar, nikâhlar yapmak pek ünlüymüş, böyle olunca Haliç biraz kalabalıktır. Bu kalabalık arasında Şahin'in binmiş olduğu sandalla başka bir sandal çarpışır. Nasıl kaçacağını düşünen Şahin için gün doğmuştur. Çarpışmayla Şahin Haliç'in sularına düşüverir. Sorun suya düşmesi değil elleri ayaklarının bağlı olmasıdır. Biraz uğraştan sonra ellerine ayaklarına bol gelen zincirlerden kurtularak sahile yorgun, bezgin bir şekilde çıkar. Şahin izini kaybettirip kayığına bindiği Osmanzade sayesinde Macar bir hekime simasını değiştirtir. Macar hekim kaşlarını kaldırıp burnunu biraz değiştirince çok başka biri haline gelmiştir.

İlk olarak dilencilerin arasına katılmaya karar verir ve orada çok yakın bir dost kazanmış olur. Yusuf, büyüdüğü evin kızı Şehnaz’a âşıktır. Aşkı da karşılıksız değildir, ama kızın babası Veyis Ağa bu durumdan hiç hoşnut değildir. Bu hoşnutsuzluğunu hırsızlık suçlamasıyla Yusuf’u tutuklatarak gösterir. Yusuf zekidir, tutuklanmaktan kurtulmak için deli rolüne yatar, rolünü de iyide yapar. Bir şekilde Yusuf bimarhaneden kaçar, işte tam bu sıralar Şahinle tanışır. Bu iki âşık biri tutuklanmaktan kaçmış, biri bimarhaneden kaçmış külhanda buluşurlar ve dilenciliğe başlarlar. Yusuf'un lakabı Topaç Yeye'dir. Onunla beraber hem dilenip hem de Nakşıgül'ün katillerini bulmaya karar verirler.

O dönemin veziri olan Veziriazam İbrahim Paşa gizli olayları çözmede ve çözülememiş cinayetleri aydınlatmada çok ünlü biriydi. Kendisi de bu tür şeylerden çok hoşlanırdı. Bir gün muhafızlardan biri ona içi birçok çeşit meyve ve yemişle dolu bir sepet getirir. Sepeti ters çevirdiğinde ise halıya bir kadın başı düşer. O günden itibaren bu cinayetin peşine düşmeye karar verir. Sultan Ahmet ise Osmanlı Devleti'ni on yıl boyunca barışa sürükleyecek bir anlaşma imzalamış ve İstanbul'u adeta yeniden inşa ettirmiştir. Her yeri güzelleştirmiş ve her yere laleler dikmiştir. Herkes zevk ve sefa içindedir. Halk hariç.

Padişahın en yakınlarından olan İshak Efendi ise bir gün ona bir mektup getirir. Abisi Sultan Mustafa'nın bir oğlu olduğunu ve bu şehzadenin hep gizli tutulduğunu yazmıştır. Şehzade Ahmet şuan ortalardaydı ve bu devlet-i aliyye için bir riskti. Hemen Şehzade Ahmet aranmaya başlanır. Vezir bu konuşmaları bir şekilde öğrenmiş ve o da Şehzade Ahmet'in peşine düşmüştür. Birbirinden habersiz olan görevliler her yerde şehzadeyi arıyorlardır. Kısa bir süre içinde onun kılık değiştirdiğini ve adının Kara Şahin olduğunu öğrenirler.

Bu sıralarda Hafız Çelebi adında meşhur bir lale yetiştirici kişisiyle tanışır. Topaç Yeye ve Şahin bu adamı çok severler. Hafız Çelebi, Şahin'in sürekli elinde tuttuğu mora çalan laleyi görmüş ve onu nerde bulduğunu sormuştur. Çünkü o lale bir ikizi bulunan ve çalınan bir laledir. Şahin ise bu laleyi Nakşıgül'ün elinde bulduğunu söyler. O günden itibaren Topaç Yeye, Hafız Çelebi ile yaşamaya başlar. Topaç Yeye Hafız Çelebinin çırağı olur ve bir süre onun yanında kalır, onun oğlu gibi olur. Ondan Lale yetiştirmenin sırlarını öğrenir. Kara Şahin ise bu sürede bir Melevihanede kalır ve orada dervişin yoluna girip kendini o yönde geliştirir. Oradan çıktığında Selman Abdal adında bir Acem adamı olup çıkar. Dergâhta çokça Farsça beyit ezberlediğinden tam bir İranlı gibi davranabiliyordu. Hatta şiirleriyle devrin meşhur veziri Damat İbrahim Paşa’nın gözüne girip onun meclislerinde yer alıyordu. Ve sonunda vezir Kara Şahini adamlarından biri olarak halktan bilgi toplamak için görevlendirir. Dilencilikten, dervişliğe oradan da vezirin istihbaratçılığına geçen Şahin ise Nakşıgül'ün cinayetini araştırmaya devam etmektedir. Bir kaç isme ulaşmıştır fakat vezirin yardımına ihtiyaç duymaktadır.

Bir kişi vardı ki şehzade Ahmet'in varlığından haberdardır ve tek amacı onun güvenliğidir. Bu kişi Hurikız'dır. Çok uzun süredir Şahin'i koruyordu. Kısa süre içinde tanışırlar ve ikisi de Nakşıgül cinayetinin peşine düşerler.

O dönemde halk iyice fakirleşmiş ve herkes sultandan memnun olmadığını dile getiriyordu. Patrona Halil adında bir kişi etrafında toplanan halk isyan başlattı ve Sultan Ahmet tahttan indirildi vezir de öldürüldü. Bu olayla beraber Şahin ve Hurikız da istedikleri adamlara ulaşıp cinayeti öğrendiler. Meğerse Şahin'in ona annesinden kalen 30 incinin peşindelermiş. Nakşıgül ise Gürcü bir cariyeymiş ve her şey bir oyunmuş. Kayınpederi sandığı adam ise köle tacirliği yapan kötü bir adammış. Nakşıgül ölmemiş onun yerine başka birinin bedeni parçalanmış ve suç Şahin'in üstüne kalmış.

Şahin her şeyi öğrenmişti fakat Şehzade Ahmet olduğu herkes tarafından gizleniyordu. Osmanlı tarihinde gizli tutulan ve bilinmeyen bu hikaye hala gizemini korumaktadır ve el yazması bu kitabın yazarı hala bilinememektedir. Kişiler ise gerçektir.

Kitabın Kahramanları, Kişileri :

KARA ŞAHİN : Nakşıgül’e âşıktır fakat onu sabah yanında ölü bulunca kendi onun katili bulmaya adamış biridir ve çoğu zorluğa göğüs germiştir.

NAKŞIGÜL : Kara Şahin âşıktır ve evlenmiştirler fakat evlendiklerinin ertesi sabahı yatakta ölü bulunmuştur.

YEYE (YANIK YUSUF) : Akıllı, terbiyeli ve düşünceli biridir. Büyüdüğü evin kızı Şehnaz’a âşıktır. Aşkının derinliğinden dolayı ona Yanık Yusuf denmeye başlanmıştır. Kâtip efendi de ona Yeye demiştir. Yanık kelimesinin başındaki “y” ile Yusuf'un başındaki “y”nin birlikte okunuşuydu bu: Ye-ye.

ŞEHNAZ : Yusuf a âşıktır.

VEYİS AĞA : Şehnaz’ın babasıdır. İtibara ve mala düşkündür.

TOMRUK EMİNİ : Yeniçeridir. Yüzüne bakanın ürktüğü tiplerden ızbandut gibi bir adamdır.

HAFIZ ÇELEBİ : Lale yetiştiriciliğinde usta biridir.

HÖRÜKIZ : Kara Şahinin görünmez koruyucusudur ve aynı zamanda gizli aşığıdır. Üç Hilal Cemiyeti mensubudur. Birçok noktada görünmez eliyle işleri yoluna koyar.

PATRONA HALİL : Romanda halk arasında düzgün ahlakı, dini bütün kişiliği ve tutarlı davranışlarıyla saygınlık kazandığı, gitgide esnaf arasında sözü dinlenir, aklı sorulur bir kanaat önderi olduğu anlatılır ama ilerleyen sayfalarda yazarın bu tanımlamasına uygun bir tavır sergilemez. İsyan çıkarır...

DAMAT İBRAHİM PAŞA : Dirayetli ve uyanık bir yöneticidir, isyanın kokusunu alır, isyanı bastırmak için neler yapılması gerektiğini bilir.

Kitab-ı Aşk (İskender Pala) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Kitab-ı Aşk

Kitabın Yazarı : İskender Pala

Kitap Hakkında Bilgi :

Kitâb-ı Aşk, bütün bu kavram kargaşası içinde aşkın katmanlarını, türlerini ve asaletini irdelemek, belki her düzeyden insanın gönlünde hissettiği, dimağında algıladığı ama asla net biçimde tanımlayamadığı duygularına açıklık getirmek için düzenlendi. Kitâb-ı Aşk'ın içindeki yazılar değişik zamanlarda ve farklı zeminlerde kaleme alınmış olmakla birlikte belli bir düzen ve bütünlük içinde bir araya getirilmiştir. Bazıları farklı kitaplarımızda yayınlanan bu deneme ve öyküleri okurken bütün varlığımızı ve hatta varoluşu kuşatan aşkın yüzeysel, derin ve daha derin katmanlarında küçük yolculuklar yapacaksınız. Bu yolculuklar sırasında, duygularınızın gerçekte sizi nereye doğru götürdüğü, ayağınızı bağlayan tensel arzulardan sıyrılıp platonik veya mecazî aşka doğru kanatlandığınızda kendinizi yeniden keşfetmeye başlayacağınız noktayı da bulacaksınız. Orası, belki de sizin kendinizden vazgeçeceğiniz noktadır. Çünkü canına sevgili isteyen ile sevgili için can isteyen arasında hayat yolculuğunun ta kendisi gizlidir.

Kitabın Özeti :

İskender Pala, Kitab-ı Aşk eserinde aşkı beşeri ve ilahi boyutlarda incelemiş, kısa yazılarıyla bize aktarmıştır.

"Vermeyen cânın sana bulmaz hayât-ı câvidân
Zinde-ı câvid ona derler ki kurbandır sana" Fuzuli

Burada Fuzuli'nin dizelerinde bize anlatılmak istenen aşkın yolunda can vermenin büyüklüğüdür. Sevilmek umuduyla sevmek beşeriyet, sevmeyi görev bilerek sevmek melekiyettir. Aslında aşk koşulsuz şartsız sevmek onun yolunda can vermektir.

Eskiden günümüze kadar gelen aşklarıyla tanınmış bir çok isim vardır. Leyla, Şirin, Zeliha, Juliet gibi. Aşklarını uzaktan ve gizli yaşamış aşıklardır. Peki aşk yakından yaşayanlar için mi daha zordur yoksa uzaktan yaşayanlar için mi? Aşklarını yakından yaşayanların, yanı başlarında hissettikleri sevgilileri vardır. Hercai veya tutkulu, vefalı veya ihtiraslı... Şairin yanında olan kadınlar için bir talih kuşu mudur? Değildir. Şairin yanında olmak hem acı hem tatlıdır. Bir yandan şair gibi çılgın birisine tahammül etmek, diğer yandan varlığını tarihe armağan bırakma fırsatı vardır. Beşeri aşkın en tatlı en yakıcı hallerini bize yazılarının bir çoğunda gösteren İskender Pala kitabında bir de Aşk-ı İlahi anlatmıştır.

"Cânıma bir merhabâ sundu ezelde çeşm-i yâr
Şöyle mest oldum ki gayrın merhabâsın bilmedin" Ahmet Paşa

Bu dizelerde ise Allah dünya da hiçbir şey yokken önce ruhları yaratmıştır. Ruhları bir araya toplayarak: 'Rabbiniz değil miyim?' diye sorar. Ruhlar ise şüpheniz evet der. Varlığın ilk toplantısında birbirlerine şahit tutuldular. Sonra ete kemiğe büründüler. Bu toplantı ezel günüdür. Ezelde birbirlerinin yanlarında duranlar, yakın olanlar dünyada da bir araya geldiler. Aşkın ve aşığın nasibi ise ezelden beri bellidir. Ahmet Paşa da bu dizelerinde bize ezelden beri vurgun olduğu aşkını asırlar sonra dünyaya geldiğinde bile onun aşkıyla dolu olduğunu anlatır.

Aşk platoniktir; sohbetle başlar, zahmet getirir. Zihinden girer, gönülde yaşar. Sîretini süslemeyenler yol şaşırır.

Aşk ilâhîdir; imanla başlar, vahdete götürür. Gönülde doğar, gönülde yaşar. Sırrı saklamayanlar, başını verir.

Gönül ki, Allah'ın evidir, aşkın her çeşidine itibar eder. Bütün milimetrekarelerinde aynı sevgili olmayan bir gönül aşkı bilir mi acep?

Sevmenin tabakaları, mahabbet, aşk ve dert olmak üzere üç derecedir:

1- Mahabbet odur ki, mahbubunu görürse memnundur, görmezse kaydında değildir.
2- Aşk odur ki, mahbubunu görürse memnundur, görmezse mahzundur.
3- Dert odur ki, mahbubunu görürse de mahzundur, görmezse de mahzundur.

Tasavvuf ile alâkası bulunan divan şairlerini sanat yönünden değerlendirirken çok zaman hatalara düşülür. Üzerinde söz söylenecek kişi önce şair sonra sufi midir, yoksa önce sufi sonra şair midir? Bunu anlayabilmek için, elde bulunan şiirlerin sayısından çok, sanat değerine bakmak gerekir.

Hani denilmiş ya,
Hârâbat ehline hor bakma zâhid
Viranelerde gizli hâzineler var.

İskender Pala, en sonunda ise içimizi ısıtacak hikayesiyle Kitab-ı Aşk kitabını bitirir:

Kâni mahlası ile anılan Ebubekir Efendi, o şehir senin, bu kasaba benim, geçtiği yerlerde hatıralar ve dostlar bıraktığı o hareketli yıllarından birinde hayatına artık bir dinginlik, durağanlık ister. Olgun aşkını sunmayı planladığı genç sevgiliyi edinmek için Silistre gördüğü en uygun kasabadır.

Onu gördüğünde Tuna'ya gölgesi düşen söğütlerin altında entarisini yıkıyordur. Kumral saçları ve koyu menekşe gözleri ile Ebubekir Efendiye Asur Kralı Sardanapal'ın karısını düşündürür. Kız onu görünce korkar ve eşyalarını toplayıp gitmek ister. Ebubekir Efendi başta ne yapacağını bilemese de kızın yoluna boylu boyunca yatar ve 'ya ezip geçersin ya selamımı alırsın' der. Kız arada ki yaş farkını söyleyerek terslese de bu adam şiir gibi konuşarak onun ilgisini çekmiştir.

Kızı takip eder ve Rahip Petraki'nin kızı olduğunu öğrenir. Ebubekir Efendi kızı bir daha göremez. Ancak görmek için her yolu dener. Kilisenin etrafında gezdiği bir gün bir çocuğa rastlar. Babasını ve adını sorar. Rahip Petraki'nin oğludur ve adı Tiryandafil'dir. Bunun üzerine Ebubekir Efendi tüm şiirlerini Tiryandafila ismine yazar.

Artık aşkın en yakıcı haline gelen Ebubekir Efendi sonunda kendini kiliseye zincirler ve yanlış olsa da Rahip Petraki'den kızını ister. Kızın ayaklarına kırk inci döker. Üç gün zincirli kalma, dört ay aşk dedikodularının ardından Rahip hristiyan ol der ama Ebubekir Efendi kabul etmez. Bu dört ay içinde aşıklar mektuplaşmış Ebubekir Efendi aşkına karşılık bulmuştur. Otuz dokuz mektupla yollanan saç teli ve inciden sonra Rahip kızını Limni'ye yollar.

Aradan geçen yıllardan sonra Ebubekir Efendi de Limni'ye gider. İşte o kurak günlerde gelen gemiden inenleri bekleyen Despina Anne, onu görür görmez tanır. Ebubekir Efendi ise o gözleri hayatı boyunca unutmamıştır. O gün yıllar sonra iki aşık birbirine kavuşmuştur.

Kurtlar İmparatorluğu (Jean-Christophe Grange) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Kurtlar İmparatorluğu

Kitabın Yazarı : Jean-Christophe Grange

Kitap Hakkında Bilgi :

Her şey korkuyla başladı. Ve yine korkuyla sona erecek.

"Gerçekten etkileyici bir yazar."
- The Guardian

"Grange güçlü bir kalem. Onu seviyorum."
- Anita Brookner, The Spectator

"Eleştirilere, mantığa, gerçeğe meydan okuyan bir kitap..."
- The Washington Post

"Paris'te sokak sokak, cadde cadde yaşanan bir kedi-fare oyunu... İstanbul'a kadar süren ve Nemrut Dağı'nda sona eren bir kaçma-kovalamaca... Jean-Chritophe Grance'ye yaraşır bir kitap."
- Le Monde

Seri cinayetlere, uyuşturucu kaçakçılığı, Strasbourg-Saint-Denis'deki küçük Türkiye, Fransız polisindeki iç hesaplaşmalar, tıbbın karanlık amaçları alet edilmesi. Paris'i kana boyayan Türk mafyası. Kızıl Nehirler'in, Taş Meclisi'nin ve Leyleklerin Uçuşu'nun yazarı Grange'den yine çarpıcı, yine soluk soluğa bir roman.

Kitabın Özeti :

Kurtlar İmparatorluğu kitabı iki ayrı konu ile başlar. Bir tarafta kaçak yollar ile Türkiye’den Fransa’ya gelen Türk kızları tek tek öldürülmeye başlar. Hepsinin ortak noktası yüzlerindeki çok sayıdaki kesikler olmasıdır. Olayı araştıran dedektif Paul bir zamanların kanunsuz polisi Jean Louis Schiffer’den yardım ister. Kaçakçılık dünyasını iyi tanıyan Schiffer yine kendi yöntemleri ile ipuçlarını takip ederek yer altı dünyasına girer. Tüm ipuçları Türk Ülkücülerini gösterir. Ülkücüler aradıkları bir kadını bulmak için Fransa’ya gelmiş ve o kadın olduğunu inandıkları kadınları öldürmeye başlamışlardır. İki dedektifin yapması gereken o kadını onlardan önce bulmak ve nedenini öğrenmektir.

Bu sırada Anna yaşadığı kaza sonrası hafızasını tamamen kaybetmiştir. Yapılan tüm incelemelere rağmen hiç bir şey hatırlamamaktadır. Kocasının ondan bir şey gizlediğini düşünmektedir. Sanki kocasının yüzü değiştirilmiş ve yabancı bir adam kocasının kılığına girmiştir. Bir gece kocasının yüzünü tamamen inceler ama ameliyat izi bulamaz. Bunun üzerine artık delirmeye başladığını düşünür. Beyin ameliyatı için doktora gideceği gün kafatasındaki yara dikkatini çeker. Kafasını incelediğinde ise yüzü değiştirilenin kocası değil kendisi olduğunu anlar. Bunun üzerine kaçar ve sözde kocasının da arkadaşı olan beyin doktoruna gider. Onu tehdit ederek bilgi almaya çalışır ve zihninin tamamen silindiğini öğrenir. Fakat yüzünü o doktor değiştirmemiştir, ona geldiğinde yüzü bu şekildedir. Bunun üzerine doktor zihin silme işlemini tersine alır ve Anna gerçekte kim olduğunu tamamen hatırlar. Tabi yüzünün neden değiştirildiğini de!

Schiffer’in uygulamaları Paul’un hiç hoşuna gitmez ama ona ihtiyacı olduğunu da bilir. Aradıkları kızı bulmaya çalışırken ikili öldürülmenin eşiğine gelirler. Bunun üzerine Schiffer, Paul’dan olayın peşini bırakmasını ister ve kendisi de işi bırakır. Paul buna rağmen incelemeye devam eder. Öldürülen kızlardan birinin olayında başka bir kadının tutuklandığını ve daha sonra terörle mücadele ekiplerinin kızı alıp götürdüğünü öğrenir. Daha sonra kızın yüzünün değiştirildiğini ve bu yüzden sürekli farklı kızların öldürüldüğünü anlar. Bunu yapabilecek doktoru ziyaret eder. Ziyaret sırasında yine saldırıya uğrar ve doktor ölür. Katil kaçarken arkasında kurtlara özgü olan takısını düşürür. Paul bu takıyı bir yerlerden hatırlamaktadır. Tam olarak hatırladığında ise bunca zaman Schiffer’in kendisine yardım etmek yerine kullandığının farkına varır!

Schiffer, Anna ve Paul’un bir araya gelişi kitabın heyecan boyutunu daha da arttırıyor. Olaylar karşısında sürekli yanılıyorsunuz fakat yanıldıklarınız konularda bir daha yanılmanız kitaba inanılmaz bir heyecan katıyor. Kovalamaca Türkiye'ye uzanır. İstanbul'daki kovalamaca Nemrut Dağı'nda son bulur.

Kitap ülkücü bir mafya yapılanmasını anlatırken tüm ülkücüleri aynı şekilde değerlendirme hatasına düşmüştür.

Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat (Stefan Zweig) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat

Kitabın Yazarı : Stefan Zweig

Kitap Hakkında Bilgi :

Zweig bu novellası'nda bir kadının yaşamını bütünüyle değiştiren yirmi dört saatlik deneyimini anlatırken, insanda içkin saplantıların ve dayanılmaz arzuların sınırlarında gezinir. Özgürce ve tutkuyla içgüdülerinin peşine takılan bir kadının bu kısa ve yoğun hikâyesi, kadın kalbinin sırlarına ermiş ustanın kaleminde olağanüstü bir anlatıya dönüşür. Yapıtı için mekân olarak muhteşem atmosferiyle Fransız Riviera'sını seçen Zweig, 1920'li yılların sonlarında Avrupa'nın "kibar" tabakasının ikiyüzlü ahlak anlayışına yönelik eleştirel tavrıyla dikkat çeker.

Kitabın Özeti :

Hikaye, 19. yy başlarında Fransız Rivierası kıyısında farklı milletten burjuvazi sınıfına mensup insanların konakladığı küçük bir pansiyonda başlar. Pansiyonda birçok millette mensup zenginler, anlatıcı, Alman ve İtalyan evli iki çift, Danimarkalı bir adam, kibar bir İngiliz bayan olan Mrs. C. ve Lyonlu şişman fabrikatör ile onun narin, içine kapanık karısı Madame Henriette bulunmaktadır.

Otele genç ve yakışıklı Fransız bir adamın yerleşmesi ile birlikte sessiz sakin otelin havası tamamen değişir. Genç adam son derece yakışıklı, kibar nazik ve vakurdur. Zengin sınıfta görülmeyecek kadar fazla erdeme sahip olması özellikle kadınların ilgisini çekmesine neden olmuştur. Genç adam, Lyonlu şişman iş adamının iki çocuklu ve kendi halinde karısı, Henriette ile vakit geçirmeye başlayar. Küçük bir çay sohbeti ve akşam yürüyüşünden sonra Henriette ile birlikte sırra kadem basarak ortadan kaybolurlar.

Genelde monoton ve dertsiz tasasız zaman geçirmeye alışmış bu insanlar için böylesi sıra dışı olay tam bir kriz etkisi oluşturur. Pansiyonda sabahlara varan tartışmaların yaşanmasına neden olmuştur. Otuz üç yaşında olan Bayan Herniette’in, iki çocuğunu ve kocasını bırakarak, henüz birkaç saat tanıdığı bir adamla aniden ortadan kaybolması; kimileri tarafından, sorumsuzca, kimileri tarafından da şuursuzca değerlendirilir. Genç kadının hayatını aniden terk etmesine bir anlam veremeye çalışırlar.

Alman bir kadının; ”Bir yanda gerçek kadınlar vardır. Bir yanda fahişe ruhlu kadınlar, Bayan Henriette bu ikinci tip kadınlardan biriydi.” sözlerine karşı herkes bunun ne kadar yanlış ve ayıp  olduğunu söylerken yazar, Henriette‘i savunup  durumun belki de görüldüğü gibi olmadığını

“Herkesçe malum olaya, bir kadın yaşamının bazı anlarında, kendi iradesi ve denetimi dışında gizemli güçlerin etkisinde kalır şekilde olumsuz yaklaşmak, aslında yalnızca kendi içgüdümüze ve doğamızın şeytani yönlerine karşı duyulan korkuyu ifade ediyor. ”kolayca baştan çıkarılanlara“ göre kendini daha güçlü daha akıllı ve daha temiz hissetmek bazı insanlara haz veriyor olmalı. Diğer yandan ben şahsen bir kadının özgürce ve tutkuyla içgüdülerinin peşine takılmasını, genellikle alışıla geldiği üzere, kocasının kollarında onu kapalı gözlerle aldatmasından daha dürüst bulurum .”

İlerleyen tartışma boyunca sadece; yazar, Henriette ‘i tüm eleştirilere karşı savunur ve bilir ki; bu öfkenin kaynağı ne ahlaki kurallar ne de sosyolojik nedenlerdir. T ek neden; kendilerinin böyle bir cesareti asla gösteremeyeceklerini bilmeleri, sıkıcı ve boğucu hayatlarına ömür boyu hapsolmuş olmalarıdır. Henriette’in yeni macera ve aşk dolu yaşamına duyulan imrenişleridir gerçek sebep. İşte bu ikiyüzlülüğe ve kıskançlığa dayanamaz.

Tartışmanın gittikçe boyut değiştirmesinden endişe eden Mrs. C. uzlaşma sağlamaya çalışmak ister. Herkes tarafında saygı duyulan Mrs. C. bu empati dolu yaklaşımından dolayı yazarla alakadar olmaya başlar. İnsanlara karşı mesafeli olan bu kadın, zavallı ve mutsuz olduğu anlaşılan Henriette’i küçümseme hakkını kendinde görenlere karşı çıkan yazara, hayranlık besler ve onunla konuşmak için randevu ister.

Yaşamından bir kesiti onunla paylaşmak istediğini söyler. Bundan yirmi dört yıl önce yaşamış olduğu ve hala, zihnin en derin yerlerinde büyük bir azaba neden olan kısa ama sarsıcı hikâyesini anlatmaya başlar… İtirafının nedeni de evli kadının kaçtığı Fransız gencinin, itiraf edeceği ilişkideki adama benzemesidir.
Mrs. C’nin 24 Saati

Mrs. C kocasını genç yaşta kaybetmiş ve sonrasında, karamsarlık ve melankoli ile dolu günler geçirmeye başlamıştır. Oradan oraya giderek huzur bulmaya çalışan kadın, Monte Carlo’ ya gider. Kumarhane masasında öylece insanları incelemeye başlar. Bir adam dikkatine çeker, ellerinin inceliğine olan hayranlığı gittikçe adamla bütünleşir. Hareketlerinden ve çaresiz tavırlarından, adamın varını yoğunu kaybettiğini anlar. Adam sona yaklaştığını bilir ancak, doyurulmamış kazanma arzusu ile tükenmişliğine yenik düşmek arasındaki gelgitleri, masadan kalkmasına engel olur. Nihayet masadan kalkar ve gecenin karanlığında bilinçsizce kaybolur. Mrs. C karşı koyulmaz bir çekimle adamın peşine düşer. Amacı adamın tükenmiş bir halde ölüme gitmesine engel olmak, çaresizliğinden onu çekip çıkarmaktır.

Adamı bir bankta öylece oturur halde bulur. Yağmur başlamasına rağmen hiç kıpırdamadan öylece durmaktadır. Kendinden öylesine ümidi kesmiştir ki yağmura teslim olmuştur. Nihayet kadın dayanamaz ve onu kuru bir yere bir saçak altına çekmeye çalışır. Adama nerede oturduğunu sorar. Adam Nice’den geldiğini ve kalacak yeri olmadığını söyler ve ekler “yanlış adama çattın, ben beş parasızım”. Kadını kendisinden para koparmaya çalışan, kumarhaneye dadanmış kadınlardan sanmıştır.

Mrs. C, adama yardımcı olmak için bir miktar para verebileceğini ve kalacak bir yer bulabileceğini söyler. Çaresiz adam teklifi umarsızca kabul eder, bir otele yerleşirler. Birinin çaresizliği diğerinin karşı koyulmaz arzusu ile karışmış, uçurumun kenarında birbirlerine kenetlenmiş iki insan gibi farklı duygular ve farklı sezgiler birbirine tutunmuştur. Sabah olduğunda Mrs. C yaşadığı derin pişmanlığı anlatırken; ”Bu kötü durum ne kadar sürdü bilmiyorum: Böyle anlar yaşamda ölçülebilen zamana göre farklılık gösteriyor.” der.

Adamın uyanmasından sonra ona hiç konuşma fırsatı vermeden, kalkıp giyinmesini ve saat 12.00‘de kumarhanenin girişinde buluşmalarını söyler. Orada adam için gereken her şeyi yapacaktır.

Buluşur ve bir öğle yemeği yerler, o sırada genç adam hikâyesini anlatır. Avusturya’nın Polonya topraklarından eski soylu bir aileden geldiğini, kariyerini diplomasi alanında yapmaya karar verişini, amcası ile oynama başladıkları at yarışında büyük bir miktar para kazanmasıyla, yarışlarda bazen de lüks kulüplerde, kumar tutkusunun böylece başlamış olduğunu anlatır. Bu tutku hem eğitim hayatının başlayamamasına neden olmuş, hem de en önemlisi de sıfırı tüketmesine neden olmuştur. Yemekten sonra birlikte biraz daha vakit geçirirler ve Rivieranın muhteşem manzarasıyla bir fayton gezintisine çıkarlar.

Mrs.C genç adama evine dönebilmesi için biraz para verir ve kendisine bir tren bileti almayı teklif eder. Genç adamın kadının tüm yönlendirmelerini umarsızca kabul edişi kadında büyük bir hayal kırıklığı oluşturur. Kadını durdurmak yanında kalmak yada birlikte gitmeyi teklif etmek gibi bir düşüncesi yoktur. Oysa bir kıvılcım bekleyen Mrs.C genç adamla kaçan Henriette gibi, yaşamının ardına bir an dönüp bile bakmadan, nereye, ne zamana kadar diye sormadan öylece peşinden gitmek isteğinin farkında bile değildir. İçindeki o aşık kadına göz ucuyla bile bakmıyordur. Akşam trenine bilet alıp ayrılırlar.

Mrs.C için bu ayrılık fikri soluk kesici bir acıya dönüşür ne yapacağını bilemez artık aklında tek bir seçenek vardır. O da o tren’e binecektir. Vedalaşmak için gittiği genç adamı trene bindirirken kendisini vagona atışını hayalinde defalarca canlandırır. Çok az zamanı olan kadın, hızlıca eşyalarını toplar, gara yetişmeye çalışır ancak tüm çabasına rağmen treni kaçırır.

Artık tek bir arzusu vardır. Birlikte gittikleri yerlere tekrar gitmek. O anları tekrar yaşamak. Onu ilk kez gördüğü kumarhaneye gider. O masaya yaklaşır ve gözlerine inanamaz. Genç adam oradadır. O akşamki gibi kumar oynamaktadır. Ona verdiği son parayla evine dönmek yerine yine bu kumar masasına gelmiştir. Aralarında bir metreden az mesafe olmasına rağmen kadını görmez bile…

Yanına yaklaşan kadın, emrivaki bir tavırla kendisini kumar masasından kaldırmaya çalışır ancak büyülü ve karşı koyulmaz kumar tutkusuna boğulmuş genç adam, kadının hiç beklemediği bir şekilde tersleyerek herkesin içinde “siz kim oluyorsunuz, beni rahat bırakın“ diye bağırır. Yüzlerce kişiye aldırmadan onur kırıcı bir şekilde yapar bunu. İnsanlar bir anda onlara dönmüş, zaman durmuş gibi o anda kalmıştır. Kadının aklında tek bir şey vardır ”gitmek” yok olmak. Tek çare gitmektir.

Kendisini hiç kimsenin tanımadığı bir Fransız kasabasına yerleşir. Kimsenin tanımadığı bir yerde olmak yaşadığı bu onur kırıcı durumu atlatmasının tek çaresidir.

Bu an bu bir tek an, Mrs.C’yi öylesine sarsmıştır ki aradan yirmi dört yıl geçmesine rağmen bu anı tekrar hatırladığında her yanı buz kesmiştir.

…Nasıl olup da birden size başımdan geçen olayları anlatmaya karar verdiğimi anlıyorsunuzdur. Siz Madam Hernriette’i savunup bir kadının yaşamında yirmi dört saatin nasıl kökten değişilebileceğini söylediğinizde orada ben kendi yaşamımı buldum. İlk kez kendimi onaylanmış hissettim…’der.

Kadın daha sonraları bu adamın intihar ettiği haberini de duymuştur.

“Yargılanmadan sadece dinlenmek” olan, tek isteği onca zamandan sonra yerine gelmiştir. Şimdi bu tek bir anın dayanılmaz hafifliği tüm bedenini kaplamıştır. Tek bir “anda” başlayan ve bir tek bir “anda “ biten hikâyesi gibi…

İncir Kuşları (Sinan Akyüz) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : İncir Kuşları

Kitabın Yazarı : Sinan Akyüz

Kitap Hakkında Bilgi :

Çok satan romanlarıyla tanınan ve geniş okur kitlesine sahip yazar Sinan Akyüz yine ses getirecek son kitabıyla okurlarını selamlıyor. Alfa Yayınları’ndan çıkan İncir Kuşları’nda yazar, Bosnalı bir genç kız olan Suada’nın gerçek yaşamından yola çıkıyor. Okuru savaşın ve aşkın yakıcı gücüne tanıklığa davet ediyor.

Bosna tüm bilinmeyenleriyle ilk kez Sinan Akyüz kalemiyle yazıldı… Sinan Akyüz dünyanın seyirci kaldığı bir soykırımı Suada’nın öyküsüyle yeniden gündeme getiriyor. Yakın tarihi edebiyatla buluşturan yazar, aşkın içinde “savaşı ve şiddeti”, savaşın içinde de “aşkı ve inancı” ustalıkla harmanlıyor. Bu romanla Bosna Savaşı’nın bilinmeyen bambaşka bir yüzü gün ışığına çıkarken; kitap okuyucusuna sürpriz bir sonla veda ediyor.

Aynı ırktan geliyorlardı. Aynı dili konuşuyorlardı. Bir tek dinleri farklıydı. Biri Müslüman Boşnak genci, diğeri ise Hıristiyan Sırp’tı. İkisi de konservatuardaki aynı Boşnak kızına âşık olmuşlardı. Ve bir gün bu iki genç, güzeller güzeli Suada’ya aşklarını ilan ettiler. Ancak gençlerden biri aşkına karşılık bulmuş, diğeri ise “Kalbimde iki kişiye yer yok” cevabını almıştı. Takvim yaprakları 6 Nisan 1992’yi gösterirken bir bomba düştü beyaz zambakların açtığı yüreklere… Suada patlak veren savaşın estirdiği rüzgârda âdeta savrulan bir yaprak gibiydi.

Savruldu, savruldu, savruldu… Sonra da kader onu bir zamanlar ‘hayır’ dediği genç adamın eline esir düşürdü. Genç adam, o gün ela gözlü çöl ahusuna bakmış “Kader bizi ne inanılmaz bir şekilde birleştirdi, görüyor musun Suada?” demişti. Modern zamanlarda Avrupa’da yaşanmış bir soykırımda, kadere inananların romanıdır İncir Kuşları… Bu kitap tamamen gerçeklere dayanmaktadır…

Modern zamanlarda Avrupa'da yaşanmış bir soykırımda, kadere inananların romanıdır İncir Kuşları...

Kitabın Özeti :

Suada Hatiboviç, dört yıldır Saraybosna’da hemşire teyzesi İfeta ile birlikte yaşamaktadır. Sueda okulu için ailesinden ayrı teyzesi İfeta'nın yanında kalmaktadır. Muhteşem şekilde piyano çalan Sueda, konservatuar okumaktadır. Suada, konservatuvarda profesör Duşanka’nın yanında iken birden kapılır açılır ve Duşanka şu anda müsait olmadığını söyleyerek gelen kişiyi geri gönderir. Olan olmuştur, Suada bunca zamandır rüyalarında gördüğü beyaz atlı prensini görüp o an orada yıldırım aşkıyla içeri giren delikanlıya aşık olur. Delikanlı bir şekilde Suada’ya ulaşıp kendisini tanıtır. Adının Tarık olduğunu konservatuvarda üçüncü sınıf öğrencisi olduğunu ve Suada’yı tanımak istediğini belirtir. Suada ve Tarık görüşmeye başlarlar. Bir gün Suada, Tarık’ı teyzesiyle tanıştırmak için eve götürür. İfeta, Tarık’ın ailesi hakkında sorular sorar. Suada, öğrendikleri karşısında şoke olur.

Tarık’ın anne babası ayrı ve tek çocuktur. Babası Boşnak mühendis, Almanya’da yaşıyor; annesi Sırp profesör Duşanka konservaturvarda piyano hocasıdır. Suada, Duşanka’nın Tarık’ın annesi olduğunu öğrenince çok şaşırır. Duşanka, Berlin’e konsere gidecektir ve on gün sürecek Berlin konserine Tarık da birlikte gitmek istiyordu.

Tarık gideli bir hafta olmuştur. Suada’ya göre zaman geçmiyordu. Suada sınıftan etrafa saçılan nota kağıtlarını toplarken, sınıf arkadaşı Vukadin, gözleri kıpkırmızı ve içmiş bir hâlde Suada’ya olan aşkını ilan eder. Suada kalbinde iki kişiye yer olmadığını ve kendi dininden olmayan birini sevip de aile şerefini beş paralık edemeyeceğini söyler. Bu sözleri duyan Vukadin, kin ve öfkeyle bakarak “Bir gün hiçkimse seni elimden kurtaramayacak!” dedi ve sınıfı terk etti. Suada’nın ablası Edina’nın düğünü yaklaşıyordu. Edina düğün alışverişi için nişanlısı Fikret ile Saraybosna’ya gelir. Edina ve Fikret, alışverişlerini yapıp dönerler. Onlar gittikten bir ay sonra İfeta ve Suada düğün için Milyevina’ya gitti. Düğünden dönünce sınavlarına hırsla çalışan Suada’yı bir sürpriz bekliyordu.

Tarık, Suada’ya yüzük taktı. Yüzüğün anlamı, değeri vardı Tarık için; çünkü Tarık’ın babaannesi “en kıymetlisine” vermesi için yüzüğü Tarık’a vermişti. Yüzüğü fark eden Duşanka, Tarık ve Suada’nın birlikte olduğunu anlar. Yüzüğü İfeta’ya söyleyen Suada, azar işitir. Savaş, kan, ölüm de her geçen gün alanını genişleterek devam ediyordu. Arefe günü gelip çattı. Suada, Milyevina’ya tek gitti; çünkü İfeta’nın bayramda nöbeti vardı. “Unutmayın ki, Müslümanlar olarak bu bayramda kanlı baklava yiyeceksiniz.” yazılı kâğıtlar Saraybosna sokaklarında dolaşmaktaydı. Sırplar söylediklerini yaptı ve çıkmaz denilen savaş çıktı. Saraybosna’ya giriş çıkışlar yasaklandı. O gün teyzesini bir daha asla göremeyeceğini, Tarık'ı ise aylar belki yıllar sonra görebileceğini bilmeden onlardan ayrılır.

İfeta, fırsat buldukça Suada’yı arıyordu. Bir süre daha Suada’nın Milyevina’dan dönemeyeceğini, Saraybosna’nın durumunu konuşuyorlardı. O an her şeyini kaybeden birinin yılgınlığıyla Suada ahizeyi elinden düşürdü ve “Hayır, okuluma ve Saraybosna‘ya geri dönmek istiyorum.” diyebildi. Saraybosna’da her geçen gün hayat zorlaşmaktaydı. Artık elektrikler yoktu, yiyecek bir şeyler de bulmak zordu. İfeta’nın bulunduğu yeri de işgal eden Sırplar, İfeta’nın hep hastanede kalmasına sebep oldu. Sürekli gelen yaralılar sebebiyle hastaneden çıkamayan İfeta’nın artık gidecek bir evi de yoktu.

Tarık da Sırplara karşı savaşmak için orduya katılır. Sırplar çok güçlüdür ama Tarık sevdiği için bir şeyler yapmak için orduya katılır. Bir gün telaşla çalan kapıyı açan Suada’nın ikinci ablası Ayşa, karşısında Edina ve Fikret’i görür. Hemen televizyonu açmalarını söyleyen Edina, haberlerde Koşeva Hastanesi’nin bombalandığını öğrenir. İfeta büyük ihtimalle ölmüştür. Sırplar, zalimce Boşnak erkeklere işkence edip kadınlara tecavüz ederler. Suada ve ailesi de her gün ölecekleri günü bekler. Suadaların kapısı, bir gün sertçe çalınır. Fikret silahı alıp hemen koşar. Sırplar Fikret’i vurur. Fikret’in vurulduğunu gören Edina koşar ve Sırplar Edina’yı saçından tutup çekerler.

Edina’nın hâlini gören annesi, Sırplı asker tokat atar. Sırplı asker de anneye kurşun sıkar. Annesinin yanına koşan Suada “Ölme anne!” diye seslenir ama annesi oracıkta can verir. Suadaların evini Sırplar ateşe verir ve Suada’nın da hayatının ikinci yarısı o gece başlar. Yeşil renkli Lada markalı bir jipe Suada, Edina ve Ayşa zorla bindirilir. Üç kız kardeş bir arada hayattadır ama babaları nerede olduğundan haberleri yoktur. Kızları bir genel eve getiren askerler komutanlarının karşısına çıkarırlar. Koutanı gören Suada, şoke olur. Çünkü komutan Vukadin’dir.

Bir odaya dört sandalye konulur ve üçüne kız kardeşleri, diğer sandalyeye de babalarını oturturlar. Ayşa’ya babasının ve kız kardeşlerinin gözleri önünde Sırp askerler tecavüz ederler. Olanlara daha fazla dayanamayan babaları oracıkta bayılır. Vukadin, yıllar öncesinden aşkına karşılık vermeyen Suada’dan intikam almaktadır. Suada’nın Vukadin’i reddederken söylediği sözleri bugün Vukadin Suada’ya söyler. Kalbinin ilk sahibi olmadığını ama bedeninin ilk sahibi olacağını söyleyen Vukadin, Suada’yı kahreder. Suada, o sırada bir kapının ardında ağlama sesi duyar. Kapıyı hafifçe aralayan Suada, Edina ablasını görür. Ablası ağlamaktadır.

Edina, Suada‘nın akşam odadan ayrılmasından sonra Ayşa’ya ve kendisine defalarca tecavüz ettiklerini, Ayşa’nın şu an kanepenin arkasına saklandığını ve artık bu lekeyle yaşamayacağını söylediğini belirtir. Ayşa ablasının yanına, kanepenin arkasına gider. Suada bir de bakarken kapı açılır ve içeri iki Sırp askeri girer. Ayşa yine kurban seçilir ama artık dayanamayan Ayşa, Sırplı askeri bıçaklayarak öldürür. Sonra da Sırplar Ayşa’yı öldürürler. Vukadin de Suada’yı alıp oradan ayrılır. Suada Milyevina’da savaş başladığı sırada saldırıya uğrayan ve terk edilen Müslüman Boşnak evinde esir tutulur. Bu eve Sırplar “Karaman’ın Genelevi” adını vermişlerdir.

Yılbaşı gecesi Vukadin, Suada’dan piyano çalmasını ister. Suada biraz piyano çaldıktan sonra içeri boynunda mavi bir ip olan çırılçıplak Müslüman Boşnak bir adam ile kafasına çuval geçirilmiş bir kadın getirilir. Başındaki çuvalı çıkaran Vukadin, Suada’ya “Bak bakalım, tanıyor musun?” der. Suada o an donup kalır. Sevinse mi, üzülse mi bilemez. Edina ablası, hayattadır ama düştüğü haller içler acısıdır. Vukadin, Sırplı askerle Boşnakları mübadeleye tabi tutacaklarını ve bunların içinde Edina’nın da olduğunu söyler. Haberi Edina ablasına veren Suada, yine sevinemez çünkü Edina hamile olduğu için mübadeleye tabiidir. Suadin, hala esirdir ama Vukadin de vurulmuş ve hastanededir.

Vukadin, askerlerine emir verir. Suada’yı götürüp yolda öldürecektir. Askerin elinden kaçar. Suada, durmadan koşar ve sonra yorularak dinlenmek için durur. Oracıkta uyuyakalır. Uyanınca bir de bakar ki, etrafı Sırp askerleriyle çevrilidir. Suada askerlerin kendisine dokunmaması için hemen Vukadin’in sevgilisi olduğunu söyler ama askerler dün Vukadin’in öldüğünü ve artık Suada’nın kendilerinin olabileceğini söylerler. Askerler Suada’yı bir kampa, diğer Boşnak kadınların yanına götürürler. Kamptaki ilk gün yağmur yağmaktadır. Bu sebeple tüm esirleri dışarı çıkarırlar ve yıkanın derler. Esirlerden biri kısık bir sesle ezan okumaktadır. Suada bu sesi tanır, babasıdır. Birbirlerine sarılıp hüngür hüngür ağlarlar.

Vukadin, Suada’ya babasının öldüğünü söylemiştir ama babası hayattadır. Kampta günler geçerken bir gün Suada kamptaki tüm erkeklerin başka bir kampa götürüldüğünü öğrenir. Komutan bir gün takas edileceklerin listesini okur ve listede Suada’nın da ismi vardır. Suada artık serbesttir. Bosna-Hersek'e geldiğinde teyzesinin şehit olduğu hastanede psikolojik tedavi görmeye başlar. Suada’nın mükemmel piyano çaldığını öğrenen hemşireler yardım derneği için piyano çalmasını isterler. İlk konserinde büyük beğeni toplar. Onu alkışlayan başka biri daha vardır. Profesör Duşanka’yı karşısında görür ve ilk olarak Tarık’ı sorar. Tarık için yazdığı mektupları verir. Bir yandan da Edina ve babasını aramaktadır. Sueda, Edina'nın İsveç'te olduğunu öğrenir. Tarık hastaneye Sueda'yı almak için gelir. Profesör Tarık’ın sağ olduğunu söyler fakat Suada utancından onun karşısına çıkmaya korkar. Karşı karşıya geldiklerinde ise Suada’yı bir acı daha bekler. Tarık savaşta iki ayağını da kaybetmiştir. Tarık’ın Suada’ya tek sorusu “Beni böyle kabul edebilecek misin?” olur. İki aşık birbirinden bir daha ayrılmamak üzere sıkıca sarılırlar. Aynı gün babasını da bulan Sueda; Tarık, Profesör Duşanka ve babasını da alarak İsveç'e Edina'nın yanına yerleşirler. Tarık da bir kolunu ve bir bacağını kaybetmiştir. Tekerlekli sandalyededir. Tarık ve Suada’nın Almir adında bir oğlu olur.

19 Kasım 2019 Salı

Narnia Günlükleri - Aslan, Cadı ve Dolap (C. S. Lewis) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Narnia Günlükleri - Aslan, Cadı ve Dolap

Kitabın Yazarı : C. S. Lewis

Kitabın Hakkında Bilgi :

1940'lı yıllarda İngiliz ordusunun Nazilere yönelik hava saldırılarında görev alan yazar C.S. Lewis'in ‘Narnia Günlükleri' ilk kez 1950'de okur önüne çıkmıştır. C.S. Lewis'in yakın arkadaşı John Ronald Ruel Tolkien'in eseri ‘Yüzüklerin Efendisi' ise 1954'te ilk kez okur önüne çıkmıştır. Dolayısıyla, ‘Narnia Günlükleri' hem ‘Yüzüklerin Efendisi'ne hem de ‘Harry Potter'a esin kaynağı olmuştur.

‘Harry Potter' kitaplarını yazarken ‘Narnia Günlükleri' kitaplarından esinlendim.” (J.K. Rowling)

Kötü bir hükümdarın emrinde... Narnia halkının tarihini unuttuğu bir ülke. Dört Çocuk, kaldıkları evdeki dolabın içinden Narnia ülkesine geçiş olduğunu fark eder. Narnia, Beyaz Cadı’nın esareti altındadır. Tüm umutların tükendiği bir anda Aslan gelir. Ancak büyük bir fedakarlıkta bulunması gerekmektedir.

Kitabın Özeti :

İkinci Dünya Savaşı başlamış, Londra güvenli bir yer olmaktan çıkmıştır. Bunun üzerine dört kardeş Peter, Susan, Edmund ve Lucy Pevensie bu büyük savaştaki olası tehditlerden kurtulmaları için ünlü bir profesörün taşradaki büyük malikânesine gönderilmişlerdir. Bu ev Profesör Kirke’nin evidir. Afacan dörtlüler bu büyük ve güzel evin altını üstüne getirmişler her yanına girip çıkmışlardır.

Profesörün gizemli eski evinde sihirli bir gardırob vardır. Evin altını üstüne getiren çocuklar bir elbise dolabının içerisinde gizlenmiş harika bir yer bulurlar. Narnia adlı büyülü ve heyecan verici bu yeri ilk kez keşfeden Lucy’dir. Lucy, bu dolabın içinden başka dünyalara geçilebildiğini anlamış ama anlattığı zaman diğerleri ona inanmamıştır. Lucy büyülü bir yer olan Narnia’yı diğer üç çocuğa anlatsa da diğer çocuklar Lucy’ye inanmazlar. Ancak Lucy bu büyülü yeri diğer çocuklara göstererek diğer çocukların kendisine inanmalarını sağlar. Dört afacan başka bir dünyaya açılan bir büyülü bir geçitten geçmeye karar veririler.

Çocuklar malikânedeki bu dolabın içinden geçip kendilerini Narnia’da bulurlar. Ancak Narnia’ya bir büyü yapılmış ve Narnia, kötü kalpli bir cadı tarafından ele geçirilmiştir. Lucy’nin bulduğu bu büyülü yer olan Narnia’da sert ve sürekli bir kış vardır. Lakin Noel hiç gelmemektedir. Çünkü Narnia’nın kraliçesi olan Cadı buradaki büyülü yaratıkları kontrol altında tutmaktadır. Cadının büyüsü yüzünden Narnia’daki tüm mevsimler kışa dönmüştür.

Aslında Narnia’yı bir aslan oluşturmuştur. Burada bulunan bitki, doğa her şey onun eseridir. Çocuklar, hayvanların konuştuğu müthiş tehlikeli ve cazibeli bu dünyayı oluşturan Aslan’ı bulmaya çalışırlar. Bu güzel dünyayı bitmek bilmeyen bir kışa mahkum etmiş olan Cadı’yı yenmek görevi ile karşı karşıya kalmışlardır.

Kardeşler, Narnia'ya yardım etmek ve Cadı’yı mağlup etmeye çalışırken belki de ölümsüz bir yaşam ve unutulmayacak işler de başaracaklardır. Edmund, Peter ve Susan sihiri keşfeder ve Büyük Aslan ile tanışırlar. Geriye Cadı’yı bulmak ve mağlup etmek kalmıştır.

Aslan, bu kötülüğe karşı bir meclis kurmuş bu meclisin başına Arabacı, Nelly, Polly ve Digory geçmiştir. Aslan bilmeden kötülüğün gelmesine sebep Digory’den kötülüğü yok etmek için yardım ister. Digory, sert kış şartlarında dağları ve mavi bir göl bulunan vadiyi aşarak yeşil tepenin bahçesindeki ağaçtan bir elma kopararak ona getirmesini istemiştir.

Gülibik (Çetin Öner) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Gülibik

Kitabın Yazarı : Çetin Öner

Kitap Hakkında Bilgi :

Gülibik, bir horozun ve ismini bu horozdan alan bir öykünün adıdır. “Tahtadan atları, kurşundan askerleri, lastikten topları, plastikten arabaları, kısacası parayla satın alınabilen hiçbir oyuncağı olmamış yoksul bir çocuğun öyküdür bu öykü.” S27

Bir horoz yaşamınızı değiştirebilir mi? Bu horozun adı Gülibik ise, elbette. Tahtadan atları, kurşundan askerleri, lastikten topları, plastikten arabaları, kısaca, parayla satın alınabilen hiçbir oyuncağı olmamış, yoksul bir çocuğun öyküsüdür bu. O yoksul çocuğun, çocukluğu boyunca, bir tek oyuncağı oldu: bir horoz; gülibikli bir horoz. Gülibik, çocuk için oyuncaktan öte bir şeydir; bir dost, bir umut... Yıllar geçer, o yoksul çocuk büyür. Öğrendiği birçok şeyi unutur. Unutamadığı tek şey vardır: Gülibik...

Öyleyse bu öykü, o yoksul çocuk için Gülibik'in sevinçlerini, acılarını, umutlarını, arkadaşlıklarını anlatır. Horoz sevmeyen, çalışkan öğrencilere oldum olası acımışımdır. Okullarda horoz sevmeyi öğretmiyorlar. Çok yazık! Hammurabi'nin kim olduğunu, Pigme'lerin nerede yaşadıklarını, Brezilya'nın yüzölçümünü, tekkanatlıları, çiftkanatlıları, etoburları, otoburları, çarpım cetvelini bile ezbere bilmek neye yarar, bir horozu sevemedikten sonra? Horoz sevmeyen birini görünce çok kızıyorum; bağışlayın, ne anlatacağımı unutuyorum.

Kitabın Özeti :

Yoksul bir köyde ailesiyle birlikte yaşayan küçük bir çocuk ile bir horoz olan Gülibik’in hikayesi anlatılır kitapta. Hayvancılık ve tarımla uğraşan ailenin küçük çocukları ahırdaki adı Kınalı olan tavukla oynamak ister. Kınalı bir türlü çocuğu yaklaştırmaz yanına. Kınalı tavuklarının yumurtalarını görüp merak ediyor ama Kınalı tavuk çocuğu ahırdan kaçırıyor. Çünkü Kınalı kuluçkaya yatmıştır. Ertesi gün civcivler yumurtadan çıkar. Sadece bir yumurtanın çatlamış ama hâlâ kırılmamış olduğunu görünce yumurtayı tıklatarak civcivi dışarı çıkarmayı başarıyor. İşte böylece Gülibik ile tanışıyor.

İlk defa bir civcivin yumurtadan çıktığını görmek çocuğu çok heyecanlandırır ve bunu biriyle paylaşmak ister. Çocuk bu duruma çok sevinir ve bu mutluluğunu arkadaşı Alişir ile paylaşır. Böylece şahit olduğu bu olayı, ona daha önce "Tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan çıkar?" sorusunu soran, kendinden büyük arkadaşı Alişir'le paylaşmaya karar veriyor. Alişir'e sorusunun cevabını veriyor ve aralarında tavukların, horozların ölümüyle ilgili konuşmalar geçer. Alişir tavukların horozlardan daha iyi hayvanlar olduğunu düşünmektedir. Çünkü tavuklar yumurta yaparak soylarını devam ettirirler, ancak horozlar yumurtlamadıkları için ölünce ancak ölü bir horoz olurlar.

Bu arada çocuk, Alişir'in balık çakısından da bahseder. Küçücük şeylerle büyük mutluluklara ulaştıklarını vurgular. Daha sonra yarışıp civcivleri ahırdan çıkarırlar. Zamanla Kınalı tavuk çocuğa alışır ve çocuk pazar günleri dışında tüm yaz tatilini Gülibik'le geçirir.

Çocuk tatilde babasıyla birlikte tarlaya, bahçeye gidip ona yardım etmektedir. Eşeği ile babasına yiyecek azık taşımaktadır.

Çocuk ile babası her hafta birlikte pazara giderler. Peynir, yoğurt, yumurta gibi köyde ürettikleri ürünleri satmaya çalışırlardı.

Zaman geçiyor, okul vakti yaklaşıyor. Çocuk okul hazırlıklarını tamamlarken Alişir de büyük kente okumaya gideceği için onlarla vedalaşmaya gelir. Alişir balık çakısını çocuğa hediye edince çocuk mecburen kabul eder, hem sevinir hem de çok duygulanıp ağlar.

Çocuk babasını ilk öğretmeni olarak görür. Okulda öğrenebileceği şeylerin yanında okulda öğrenemeyeceği şeyleri de babasından öğrendiğini anlatır. Arada sırada bahsi geçen konularla ilgili anılarını, pazara ve köy yaşamına dair bildiklerini aktarır. Çocuk okula gittiğinde Gülibik’i çok özlüyordu. Bir horozu sevmeyen onunla arkadaşlık etmeyen öğrenciler ve öğretmenler onun Gülibik’e olan sevgisini pek anlayamıyorlardı. Çocuk bundan dolayı onlara kızmıyordu. Çünkü onların hiç horoz arkadaşı olmamıştı.

Çocuk bir sabah uzun uzun öten bir horoz sesiyle uyanıyor daha sonra bu horozun Gülibik olduğunu fark ediyor. Sevincini annesi ve babasıyla paylaşıyor. Fakat onlar çocuğun heyecanına ortak olmazlar. Bu yüzden çocuk bir kömür parçası bulup evlerinin arka duvarına Gülibik'in öttüğünü, sesinin ne kadar güzel olduğunu yazar. Gülibik’in ilk kez ötmesi çocuğu çok sevindirmişti. Ancak anne ve babası onun bu kadar sevinmesine anlam verememişlerdi. Birinde Gülibik hastalanmıştı. Çocuk bu duruma çok üzüldü. Kış şartları ağır geçiyordu. Hayvanlar açlıktan hastalanıyorlardı. Bazı tavuklar ölünce çocuk Gülibik’i eve aldı. Onunla çok ilgilendi. Gülibik iyileşince de çok sevindi.

Bir gün babası satılacak tavukların içine Gülibik’i de koymuştu. Çocuk pazarda Gülibik satılmasın diye çok uğraşmış ve buna engel olabilmişti.

Babası horoz dövüşlerinde çok para olduğunu duymuştu. Gülibik’i dövüştürmeye başlamıştı. Günlerden bir gün yine dövüştürmek için Gülibik‘i hep birlikte pazara gittiler. Gülibik’in rakibi daha iri bir horozdu. İri horoz Gülibik’i çok hırpaladı. Gülibik kan içinde kalmıştı. Bir süre sonra dövüş yerinde çocuk, babası ve yerde kanlar içinde yatan Gülibik’ten başkası kalmamıştı.

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...