23 Kasım 2019 Cumartesi

Kırmızı Saçlı Kadın (Orhan Pamuk) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili ve Kişileri


Kitabın Adı : Kırmızı Saçlı Kadın

Kitabın Yazarı : Orhan Pamuk

Kitap Hakkında Bilgi :

Kırmızı Saçlı Kadın, 2016 yılında YKY (Yapı Kredi Yayınları) tarafından yayımlanmıştır. Kitabın kapağında İngiliz sanatçı Dante Gabriel Rosetti’nin “Regina Cordium” adlı çalışması sergilenmektedir. Kitabın kapak tasarımı “Mehmet Ulusel”, tasarım uygulaması “Arzu Yaraş”, ve dizgisi “Akgül Yıldız” tarafından yapılmıştır.

Kitapta 1985 yılında geçen öykü, Cem isimli karakterin gözünden anlatılıyor. Kitap; Cem’in Kuyuculuk işi için gittiği kasabada ustasından gizli olarak bir çadır tiyatrosuna adını bile bilmediği “Kırmızı Saçlı Kadın”ı görmeye gitmesini, ona aşık olmasını, ilk aşkı olan “Kırmızı Saçlı Kadın”la olan münasebetini konu edinir.

Hikaye, Cem’in gençlik yıllarından orta yaş yıllarına kadar Cem’in gözünden anlatılmaktadır; ayrıca karakterlerin ağzından iki efsaneye (Kral Oidipus, Rüstem ve Sührab) de değinilip bir insanın hayatının eski eserlere nasıl dayanabileceğini göstermektedir. Dil açısından sade bir anlatım seçen Orhan Pamuk, son derece dikkat uyandıran bir roman sunmuştur.

Kitabın Özeti :

Cem 1980 yıllarının başında annesi ile İstanbul da yaşayan bir lise öğrencisidir. Babasını çok sevmesine rağmen aralarında hep bir uzaklık olan Cem annesi ile daha iyi anlaşmaktadır. Cem hep babasıyla konuşmak ve ondan bir şeyler öğrenmek isteyen ilgiye aç bir çocuktur. Cem’in babası eczacılık yapmaktadır. Siyasi bir geçmişi olduğu için eczaneye sık sık eski arkadaşları gelir. Cem, babasının bu arkadaşlarını sadece babasına yemek götürdüğü zamanlar görür. Cem’in babası bir gün ortadan kaybolur. Babasının daha önce de böyle ani kayboluşları olsa da bu sefer ki gidişinin farklı olduğunu annesinin hal ve hareketlerinden fark eder. Cem, babası gittikten sonra maddi olarak sıkıntı çekmeye başladığı için çalışmak zorunda kalır. Beşiktaş’taki bir kitapçıda çalışmaya başlayan Cem, işinden çok memnundur. Kitaplarla ilgilenmeyi oldukça sever. İleride yazar olmak gibi bir hayali vardır.

Maddi durumları daha kötüye gitmeye başlayınca annesi ile Adapazarı’nda oturan teyzesinin yanına taşınırlar. Eniştesi, Cem’e yazın çalışabilmesi için bir iş bulur. Tarlaya bekçilik yapacak olan Cem, çalıştığı sıralarda kuyu kazan Mahmut Usta ve çırakları ile tanışır. Cem’i seven Mahmut Usta, Adapazarı'ndaki işi bittikten sonra başka bir işe gideceğini Cem’e söyler ve çırak olarak gelmesini ister. Hem kuyu kazma işi ilgisini çektiği için hem de parası iyi olduğu için işi kabul eder ancak önce annesinden izin almalıdır. Annesinden izin alma işini Mahmut Usta halleder. Mahmut Usta, Cem’in annesine Cem’in kuyuya hiç girmeyeceğine dair söz verir.

Cem ve Mahmut Usta bir kamyonet ile İstanbul’un dışında kalan Öngören adlı kasabaya giderler. Kasabaya vardıklarında ilk iş olarak malzemeleri indirir ve gece kalacakları çadırı kurarlar. Ertesi gün işveren Hayri Bey ile tanışırlar. Hayri Bey bir iş adamıdır ve Öngören de bir tekstil fabrikası kurmak istemektedir. Bu nedenle önce fabrikayı kurmak istediği arazide su olup olmadığını öğrenmek ister. O dönemde sondaj makineleri daha ortaya çıkmadığından kuyucular kendileri 10-20 metrelik kuyular kazmaktadır. Eğer su bulurlarsa büyük bir kazanç sağlıyorlardı. Hayri Bey, Mahmut Usta’ya araziyi gezdirirken kuracağı dokuma fabrikasından bahseder. Hayri Bey, yanında getirdiği Ali adlı çalışanını Mahmut Usta’ya yardım etmesi için bırakır.

Mahmut Usta araziyi dolaştıktan sonra kuyuyu kazacağı yere karar verir. Hemen işe koyulurlar. Mahmut Usta kazma işini yaparken Cem ve Ali ise çıkan toprakları taşır. Gündüz çalışırlar akşamları ise kendi yaptıkları yemeği yerler. Çoğunlukla çekmeyen televizyondan bir şeyler izlemeye çalışırlar. Çalıştıkları araziye yakın olan Öngören kasabasına da uğrarlar. Cem ilk gittiği gün bir aile ile karşılaşır. Ancak Cem’in ilgisini çeken aile değil ailenin içindeki Kırmızı Saçlı Kadın’dır. Cem ilk görüşte bu kadına aşık olur. Daha sonraki akşamlarda Öngören’e Kırmızı Saçlı Kadın’ı görebilmek umudu ile gider ancak bunu uzun bir süre başaramaz.

Öngören’e gitmediği günlerde Mahmut Usta’nın anlattığı masalları dinleyen Cem, Mahmut Usta’yı babası gibi görür. Mahmut Usta ile Öngören’e gittikleri bir gün Kırmızı Saçlı Kadın ve ailesini görür. Nereye gittiğini Mahmut Usta’ya belli etmeden peşlerine takılır. Kırmızı Saçlı Kadın ve ailesini gittikleri meyhaneye kadar takip eder. Meyhanenin camından Kırmızı Saçlı Kadın’a bakarken Kırmızı Saçlı Kadın da ona bakar. Kırmızı Saçlı Kadın ve ailesi ile burada tanışır. Biraz konuştuktan sonra Cem, Kırmızı Saçlı Kadın ve yanındakilerin bir aile değil tiyatrocu bir grup olduğunu anlar.

Cem sonraki günlerde tiyatro çadırının etrafında dolaşmaya başlar. Kırmızı Saçlı Kadın’ı görebilmek umudu ile aynı meyhaneye gittiğinde Kırmızı Saçlı Kadın’ın kardeşi sandığı Turgay ile karşılaşır. Turgay’dan tiyatro çadırına girebilmek için izin ister. Turgay, bardağa doldurduğu rakıyı tek seferde içerse istediğini yapacağını söyler. Cem tereddüt etmeden istediğini yapar. Sözleştikleri gün Turgay meyhanede yoktur. Onun yerine başka biri Cem’i tiyatro çadırına sokar. Cem o akşam Kırmızı Saçlı Kadın’ın oyunculuğu karşısında büyülenir.

Daha önce çalıştığı kitapçıda okuduğu Kral Oidipus’u bu kez tiyatro olarak izler. Son oyunda da Rüstem ve Sührab’ı izlese de bu hikaye hakkında bir şey bilmeyen Cem, Kral Oidipus’u daha önce Mahmut Usta’ya anlatır. Mahmut Usta’nın hikayeyi hiç beğenmediğini düşünmüştür. Farkında olmadan babasını öldüren eski Yunan Kralı Oipidus ve bilmeden oğlunu öldüren Şehname’nin kahramanı Rüstem. Tiyatronun sonunda Cem ve Kırmızı Saçlı Kadın, beraber Öngören sokaklarında dolaşırlar. Birçok konudan bahsettikten sonra Kırmızı Saçlı Kadın’ın kaldıkları eve giderler. Kapı önünde konuşmaları devam eder. Bu konuşmalar sırasında Kırmızı Saçlı Kadın’ın Turgay ile evli olduğunu ve Turgay’ın İstanbul’a gittiğini öğrenir.

O gece Cem ve Kırmızı Saçlı Kadın birlikte olurlar. Cem daha fazla vakit kaybetmeden çalıştıkları araziye gitmek için yola koyulur. Ancak çadıra sabah saat dörtte gelebilir. Cem, Mahmut Usta’nın sorularını ufak yalanlar söyleyerek geçiştirir. Sabah erkenden kalkar ve Mahmut Usta’ya yardım etmeye başlar.

Mahmut Usta, uzun zamandır kazıyor olmasına rağmen suyu bulamamıştır. Günler geçerken on günlük iş bir ayı bulmuştu ve hala su çıkmamıştı. Hayri Bey işin uzamasına çok sinirlenir. Birkaç kez ikaz ettikten sonra Mahmut Usta’ya ödeme yapmayacağını ve yardım etmeyeceğini söyleyerek Ali’yi de alarak araziden gider.

İşler, Kırmızı Saçlı Kadın ile yaşadığı gecenin ardından uykusuz kalan Cem’e Ali’nin yokluğunda daha da zor gelir. Kırmızı Saçlı Kadın ile birlikte oldukları geceden sonraki gün Mahmut Usta’ya yardım etmekte zorlanır. Mahmut Usta’nın uyarılarına rağmen uykusuz ve yorgun olduğunu kabul etmez. Kuyunun dibinden çektiği kovayı elinden kaçırınca kova kuyunun içine, Mahmut Usta'nın üstüne düşer. Mahmut Usta’ya seslense de Mahmut Usta’dan cevap alamaz. Ne yapacağını bilemeyen Cem, yardım çağırmak için Öngören’e koşar. Kırmızı Saçlı Kadın’dan yardım istemek için evlerine gider ancak kapıyı başka biri açar. Kırmızı Saçlı Kadın ve diğerlerinin gittiğini söyler. Telaş içinde doğru düzgün düşünemeyen Cem araziye geri döner. Bir umut kuyuya yaklaşsa da değişen hiçbir şey olmamıştır. Eşyalarını toplayarak Öngören’deki ilk trene biner ve Öngören’den kaçar. Mahmut Usta'yı kurtaramayacağını anlayan Cem ise korkup şehri terketmiştir.

Cem eve döndükten sonra kimseye bir şey anlatmaz. Uzun bir süre polislerin gelip kendisini tutuklayacağını düşünerek geçirir. Vicdan azabından hiç kurtulamaz. Dershaneye yazılarak üniversite sınavına hazırlanır. Bu süreçte eski işi olan kitapçıda çalışır. Üniversitede jeoloji mühendisliğini seçer. Okuduğu üniversiteye eniştesinin akrabası olan Ayşe adında bir kız gelir. Eczacılık okuyan Ayşe’ye eniştesinin hatırına yardım eder. Zamanla iyi arkadaş olurlar ve bu arkadaşlık yerini ilişkiye bırakır. Üniversiteden sonra da evlenirler. Cem hayatını düzene sokmuş olsa da Öngören’de olanları, Mahmut Usta’yı ve Kırmızı Saçlı Kadın’ı unutamaz.

Cem ile Ayşe’nin çocukları olmayınca doktora başvururlar; Ancak hiçbir ilerleme kaydedemezler. Zamanla çocuk yapma fikrinden vazgeçerler. Cem, mühendis olarak çalışır. Üniversiteden bir arkadaşının ısrarı ile yurt dışındaki şirketlerde de işler yapar.

İlerleyen yıllarda Ayşe ile bir inşaat firması kurarlar. Bu firmanın adını “Sührab” koyarlar. Sührab kısa sürede büyür. Şirketi Ayşe yönetirken Cem de daha büyük bir firmada çalışır. Sührab kısa sürede büyüyünce işinden ayrılan Cem, Ayşe’ye yardım etmeye başlar. Sührab yatırım olarak birçok yerden arsa satın alır. Bu yerlerden biri de Öngören’dedir.

Enver adında biri tarafından Cem’e velayet davası açılır. Enver, Kırmızı Saçlı Kadın’ın oğludur. Yapılan testler sonucu Enver’in Cem’in babası olduğu anlaşılır. Cem bu mahkeme olaylarından Ayşe’ye bahsetmez ama Ayşe daha sonra bunu öğrenecektir.

Öngören’de iş yapmaya başlayan Sührab’ın sahibinin gençliğinde Öngören’de kuyucu çıraklığı yapmış olması Öngörenlilerin arsalar için daha çok para istemelerine sebep olur. Cem, bu olaylar için kendisi ile görüşen bir Öngörenliden Mahmut Usta hakkında bilgi alır. Mahmut Usta, kuyuda ölmemiştir. Sührab’ın Öngören’de daha iyi bir izlenim bırakabilmesi için Cem Öngören'de bir konuşma yapar. Bu konuşma sırasında ilk aşkı olan Kırmızı Saçlı Kadın’ı görür. Konuşma sonrası bir köşeye çekilerek uzun uzun sohbet ederler. Cem, Enver’i görmek istese de Enver, babasını görmek istemez.

Cem, etkinlik sonrası Mahmut Usta ile kazdıkları kuyuyu görmek ister. Geçen yıllarda Öngören çok büyüdüğü için yanına birini isteyince Kırmızı Saçlı Kadın bu iş için Serhat adında birini önerir. Serhat ve Cem sohbet ederek yürümeye başlar. Serhat, Cem’e sürekli iğneli laflar kullanır. Kuyuya vardıklarında Serhat, dokuma fabrikasına girilebilecek bir yer bulup geleceğini söyleyerek karanlıkta kaybolur. Yalnız kalan Cem karanlıkta biraz bekledikten sonra çalan telefonunu açar. Ayşe, Cem’e kızarak yanındaki kişinin Enver olabileceğini söyler. Telefonu kapattıktan sonra Serhat yolu göstermek üzere geri gelir. Fabrikadan içeri girer ve kuyunun yanına giderler. Konuşurken Ayşe’nin söylediklerini dikkate alan Cem, yanındakinin Enver olduğunu anlar. Baba oğul karşılıklı tartışırlar. Tartışmanın kızıştığı bir sırada Cem yanında getirdiği tabancasını çıkarınca birbirlerine girerler. Boğuşma sırasında ateş alan tabanca Cem’in gözüne denk gelir ve kuyuya düşer.

Gazeteler bu durumu oğlun miras için babasını öldürmesi olarak yazar. Silahın Cem’in üstüne kayıtlı olması ve durumun nefsi müdafaa olması Enver’in suçunu hafifletir. Cezaevine gönderilen Enver annesinin ısrarı üzerine bu kitabı yazmaya karar verir.

Kitabın Kahramanları, Kişileri :

Cem : Romanın başkarakteridir. Gençliğinde yaptığı kuyucu çıraklığı romanda önemli yer tutar. Jeoloji mühendisi olması da bu yüzdendir. Kuyucu çıraklığı yapmadan önce yazar olma hayalleri kuran Cem, Akın isimli solcu bir babanın oğludur. Babasının solcu olması ve genç yaşta ailesini terk etmesi Cem’in kişiliğinde etkilidir. Cem, babasından bıraktığı boşluğu Mahmut Usta ile doldurmaya çalışır.

Kırmızı Saçlı Kadın : Gerçek adı Gülcihan’dır. Tiyatro sanatçısıdır. Romanda sürekli olarak Kırmızı Saçlı Kadın olarak bahsedilir. Cem’in ilk aşkı olan Kırmızı Saçlı Kadın romana da ismi verilen kişidir. Gençliğinde Cem’in babası Akın ile bir ilişkisi olsa da Cem’in babasının ailesine geri dönmesinden sonra solcu ekibin liderlerinden Turhan ile evlenir. Turhan’ın ölümünden sonra da Turhan’ın kardeşi Turgay ile evlendirilir. Turgay ile bir tiyatro ekibi kurarlar. Öngören’e geldiğinde Cem ile tanışır. Cem’in, babası Akın’a benzemesi ilgisini çeker. Cem ile Akın’ın baba-oğul olduklarını tiyatro çıkışı Cem ile konuşurken anlar. Cem ile birlikteliğinden hamile kalsa da çocuğun babasının kim olduğu hakkında uzun süre şüphe duyar.

Mahmut Usta : Deneyimli bir kuyucudur. Romanda Cem’in üzerindeki etkisi oldukça önemlidir. Çok belli etmese de Cem’i sever. Cem’i birçok yanlıştan korumaya çalışır. Cem için baskıcı, otoriter bir baba kimliğindedir. Cem, Mahmut Usta’yı öldü bilse de sadece yaralanmıştır. Mahmut Usta, Kırmızı Saçlı Kadın tarafından kurtarılır. Cem gittikten sonra suyu bulur ve bu kuyudan sonra işleri gittikçe açılır. Cem Öngören’e gelmeden 5-6 yıl önce vefat eder.

Enver : Cem ve Kırmızı Saçlı Kadın’ın oğludur. Muhasebe okuyan Enver, babası gibi yazar olma hevesindedir. Şiirleri birkaç dergide yayınlanmıştır. Hayatında büyük bir başarı gösteremez. Parasız olmaktan çokça şikayet eder.

Ayşe : Cem’in eşidir. Cem’in eniştesinin akrabası olan Ayşe, Cem ile de üniversitede bu vesile ile tanışır. Eczacılık okur. Cem’e her zaman destek olur.

Turgay : Kırmızı Saçlı Kadın’ın kocasıdır. Cem’in Kırmızı Saçlı Kadın ile tanışmasını kolaylaştırır. Abisinin karısı ile evlendiği için problemleri vardır. Enver ve Kırmızı Saçlı Kadın’a zor zamanlar geçirtir.

Karun ve Anarşist (İskender Pala) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili ve Kişileri


Kitabın Adı : Karun ve Anarşist

Kitabın Yazarı : İskender Pala

Kitap Hakkında Bilgi :

Kutsal Hermos’un suyuna karışan altının rengi hızla kan kızılına dönüşürken; kâhinler yaklaşan büyük savaşın haberini vermiş, tekinsiz bir hava zengin Lidya diyarını sarıp sarmalamıştı. Bir cephede güçlü askerleri ve görkemli hazineleriyle Aslan Kral Krezüs, nam-ı diğer Karun; diğer cephede terk edildiği ölümü alt edip Pers diyarına hükmedecek olan Keyhüsrev.

Ve aynada sır dolu bir yansıma; tarihin öteki yüzünde devam eden karanlık…

Bir darbeye koşan Türkiye’de polis sirenleri yeri göğü inletiyor, silah sesleri sloganlara karışıyordu. Günleri ve geceleri esir alan terör, sokak çatışmaları, soygunlar, cinayetler her şehirde, her sokaktaydı. Kültür ve sanat kana bulanacaktı. Savrulan hayatlar, imkânsız aşklar…

Kim haklıydı? Ah!..

Karun ve Anarşist, tarihin akışını belirleyen hırsların ve tarihi aşan aşkların romanı. Coğrafyamızın kaderine bilgece bir bakış. İskender Pala’nın hep zevkle okunan usta kaleminden…

”Eğer bu ülkenin yüz sene evvelki sınırlarına bir tel örgü çekilseydi ve ‘bu tel örgünün dışına tarihi eser çıkartılamaz’ yazılsaydı bugün dünya müzelerinin neredeyse yarısı boş kalırdı.”

Kitabın Özeti :

Karun ve Anarşist romanı iki farklı bölümden oluşmaktadır. Roman ilerledikçe bölümler arasında geçişler sıklaşır. Birinci bölüm başlığı altında MÖ 549 yılında Lidya’da geçen olayları, ikinci bölüm başlığı altında ise 1979 sonrası Türkiye’de geçen olaylar anlatılmaktadır. Aralarında 2500 yıl var.Ama yaşadıkları olaylar aynı. Çünkü 2500 yıl önce de vardı hainlik, şimdi de var. Muhtemelen 2500 yıl sonra da olacak. Yani tarih tekerrürden ibarettir.

İlk Bölüm:

Bir haberci Medlerin ülkesinin, Pers Kralı Keyhüsrev tarafından yıkıldığı haberini Kral Krezüs’e ve saraydakilere ulaştırır. Keyhüsrev’in ve emri altındaki ordusunun zaferleri daha öncede Sfard’da duyulurdu. Ancak Medlerin yıkılmasının Lidya ve Aslan Kral Krezüs için farklı bir önemi vardır. Medlerin Kraliçesi Krezüs’ün halası idi. Anaerkil bir toplum olan Lidyalılar için Lidyalı bir kadının esir düşmesi tepkilere yol açacağı için Lidya’nın tepkisiz kalması beklenemezdi.

Krezüs, gelen kötü haber üzerine vereceği tepkiyi düşünürken bütün danışmanları ile özellikle Baş Veziri Sandanis ile göz teması kurar. Sandanis, Krezüs’ün yanlış karar vermemesi için onu yatıştırmaya çalışır. Sakinleşmek istemeyen Krezüs, ancak sarayın salonundakilerin de Sandanis’i desteklediklerini fark ettiğinde yatışır. Bir müddet düşünerek kahinlere danışma kararı alır. Ancak hangisine danışacağı konusunda salonda anlaşmazlıklar olur. Bu anlaşmazlıkları Kraliçe Karuna sonlandıracak fikri verir. Bu çözüm yolu: Tüm kahinlere bir soru sorulacak ve soruyu doğru cevaplayan kahine daha büyük armağanlar göndererek Keyhüsrev tehdidine karşı yapılması gereken sorulacak ve kahinin cevabına göre hareket edilecektir.

Komutan Nakata, Aslan Kral Krezüs’e sektördeki altın üretimi hakkında rapor verdiği sırada sektörde çalışan üç arkadaştan bahseder. Bu üç arkadaş zeki ve sanatçı yetenekleri olan üç kişidir. Birlikte kaldıkları tek odalı yerin duvarlarına birbirinden güzel resimler yaptıklarını söyleyen Komutan Nakata, bu üç genci över.

Sektörde çalışan bu üç arkadaş: Halludas, Kufu ve Methe; sektörün önemli kişilerinden olan Namirek Usta’nın kızına aşıktırlar. Odalarında oturdukları bir gün odalarının duvarlarına Edusa’yı resmetme kararı alırlar. Bütün bir gece Edusa’yı nasıl tasvir etmeleri gerektiği konusunda birbirleri ile sohbet ederler.

Aradan geçen uzun bir süre sonra kahinlere gönderilen elçiler geri döner. Sorulan soruyu sadece Delphoi’deki kahin doğru cevaplar. Artık Keyhüsrev’e karşı izlenecek yolun kime danışılacağı bellidir. Daha büyük bir adak kervanı yola çıkarılmak için hazırlanmaya başlar. Bu kervanda gidecek altınlara işlemeleri için Namirek ve kızı Edusa’nın yanı sıra Halludas ve Kufu’da görevlendirilir. Mehte ise sektörde kalarak Namirek’in yerine bakmakla görevlendirilir.

Delphoi yolculuğu oldukça uzun sürer. Yolculuk sırasında Halludas, altınları işlemek için kullandığı ve üstünde adı yazılı olan iğnesini kaybeder. Bu yüzden Edusa’nın iğnesini ortak kullanır. Bu sayede Edusa’ya daha yakın olma şansı yakalayan Halludas bu durumdan hiç şikayetçi değildir.

Kahin, Krezüs’ün savaşa girmesi durumunda bir imparatorluğa son vereceğini söyler. Bu kehaneti galibiyet olarak yorumlayan Krezüs, savaş hazırlıklarına başlar. Ordunun ihtiyaçlarını sağlamak için yeni bir altın madeni kurdurur. Bagis adı verilen yerde kurulacak bu madenden Komutan Nakata’nın yanı sıra Halludas, Kufu ve Mehte sorumlu olacaktır. Edusa şehirden ayrılacak bu üç aşığa da birbirine benzer sözler söyleyerek kendisini hak etmesini söyler. Bagis’teki çalışmalar sırasında üç arkadaş Edusa’nın aşkını hak etmek için çabalarken birbirlerinden de uzaklaşmaya başlar. Savaş hazırlıklarını bitiren Krezüs, Keyhüsrev ve ordusu ile bir meydan savaşına girmek için yola çıkar. Yolda Halludas ve arkadaşlarının çalıştığı Bagis’i de ziyaret eder.

Savaşı kazanacağından emin olan Krezüs, meydan savaşı ne kadar kötü giderse gitsin geri çekilmez. Vezir Sandanis’in uyarılarına da kulak asmaz. Savaşı kaybetmek üzere olan Krezüs, Vezir Sandanis’in savaşta yaralanması ile geri çekilmeye mecbur kalır. Yolda sayıklayan ve hayaller gören Vezir Sandanis, Bagis’e gelindiğinde ölür. Krezüs, Vezir Sandanis için burada bir mezar inşa edilmesini ister Bu görev için Kufu ve Mehte seçilir.

Kufu ve Mehte, mezar soyguncularının bulamaması için gizli bir yer seçerler. Kısa sürede bitirilen mezara Vezir Sandanis defnedilir. Vezir Sandanis ile gömülmesi gereken hazineyi Kufu çalar ve suçu Halludas’ın üzerine atar. Onu engellemek isteyen Mehte’yi de öldürür. Halludas hapse atılır. Ancak hapis hayatı fazla uzun sürmez ve Namirek’in yardımı ile hapisten kurtulur.

Keyhüsrev’in ordularının Sfard’a saldırısı sırasında karmaşadan yararlanarak Edusa’yı düşmandan kurtarmak için çabalar. Bu uğraşı sırasında Komutan Nakata, Halludas’a yardım eder. Komutan Nakata’nın söylediği yere giden Halludas ve Edusa, Komutan Nakata ve Kufu’nun tuzağına düşer. Kufu Edusa’yı kaçırır ve Halludas ile Komutan Nakata yalnız kalır. Halludas’ı, Nakata’dan Namirek Usta kurtarır ve Edusa’yı kurtarması için Halludas’ı serbest bırakır.

İkinci Bölüm:

Ufuk ve Ethem, TSK’nın deposundan silah çalmak için girdiklerinde para dolu bir çanta bulurlar. Ufuk görevi hiçe sayarak bu çantayı da alır. Ancak Ethem’i tehdit olarak gördüğü için elindeki silah ile Ethem’i öldürür. Ufuk, Ethem ve Sadullah resim dersi alan üç arkadaştır ve üçü de sınıflarındaki Asude’ye aşıktır. Ufuk, Ethem’i öldürerek Asude’ye sahip olma yolunda bir rakibinden kurtulmuş olur. Ethem’in cinayetini de Sadullah’ın üstüne yıkarak diğer rakibinden kurtulur. Sadullah, Ethem cinayetinden yargılanarak suçlu bulunur. Hapis hayatı sırasında ne resim hocası Keriman Hanım’dan ne de Asude’den bir haber alır.

Sadullah Hapisteyken 1980 Darbesi gerçekleşir ve birçok kişi hapse atılır. Yakalananlar ağır şekilde işkencelere maruz kalır. Sadullah, 10 yıla yakın hapis hayatı sırasında Hüseyin Hoca ve Mehmet adında iki kişi ile yakın dostluk kurar. Sadullah ve Mehmet aralarında sohbet ederken ikisinin de Ethem cinayeti yüzünden içeri alındıklarını fark ederler ve ikisi de Ufuk’u tanımaktadır. Sadullah, olanları duyunca iyice kendini kaybeder. Hüseyin Hoca, Sadullah’ı kendine getirmeye çalışsa da başarılı olamaz.

Sadullah, Mehmet ile birlikte Ethem cinayetindeki silah ile ilgili rapor istediğinde silahın kayıp olduğunu öğrenir. Sadullah’ın kendisinden izin almadan iş yapmasına sinirlenen hapishane müdürü Sadullah’ı başka bir yere götürerek işkence eder. Mehmet, Sadullah’ın gereksiz yere götürülmesine sessiz kalmayınca Mehmet’i de işkence odasına alırlar. Hüseyin Hoca, bu duruma dayanamayarak hapishanede isyan başlatır. İsyan bastırılamayınca olaylar dönemin cumhurbaşkanına kadar ulaşır. İşin gerçek yüzü öğrenildiğinde Mehmet çoktan hayatını kaybetmiştir. Sadullah ise bütün parmakları kırıldığı için artık resim yapamayacaktır.

Suçsuzluğu ortaya çıkan Sadullah, tedavisi bittiğinde memleketi Uşak’a ailesinin yanına döner. Yavaş yavaş resim yapmaya başlayan Sadullah, hayata yeniden döner. Ethem cinayetinin asıl suçlusu Ufuk, Sadullah hapisteyken Asude ile evlenmiştir. Suçu ortaya çıktığında ise ortalardan kaybolur. Yalnız kalan Asude bir gece kulübünde şarkıcı olarak çalışmaya başlar. Sadullah, Asude’yi görmeye gider. Asude’nin annesi Keriman Hoca’yı da ziyaret etmek istese de Asude izin vermez.

Sadullah, memlekete döndükten sonra çizim yapmaya devam eder. Lidya hazinelerinin sergilendiği müzede vakit geçirmeye başlar. Asude’yi ziyaret etmesinden yıllar sonra Keriman Hoca, Sadullah’ı görmeye gelir. Birçok şey konuşurlar. Ethem’in yakalanmasından, Ethem’in planlarına yardım eden Komiser Atakan’dan bahsederler. Keriman Hoca’nın Sadullah’ın yanından ayrılması ve Sadullah’ın gazetede Komiser Atakan’ın ölüm haberini okuması ile roman son bulur.

Kitabın Kahramanları, Kişileri :


Halludas : Musevi bir köledir. İnançlarına bağlı bir hayat sürer. Edusa’ya olan aşkı için birçok çile çeker. Edusa için Edusa’dan vazgeçmeyi göze alır.

Kufu : Karialı zeki ve genç bir köledir. Edusa’yı elde edebilmek için birçok hileye başvurur. Edusa’ya aşık olanlar arasında Edusa’yı fiziksel güzelliği için seven tek kişidir. Edusa için insan öldürmeyi göze alır.

Mehte : Kraliyet ailesine mensup bir gençtir. Babasının Krezüs’e olan borcu yüzünden sektörde çalışmaktadır. Edusa için ölmeyi göze alır.

Edusa : Namirek Usta’nın kızıdır. Sektörde altın işler. Güzelliği ve sanatçı yetenekleri ile kendinden oldukça söz ettirir.

Namirek : Sektör’ün yöneticilerinden biridir. Edusa’nın annesidir.

Komutan Nakata : Krezüs’ün komutanıdır. Kufu’nun çaldığı altınlar için Kufu’nun planlarına yardım eder.

Sandanis : Krezüs’ün en güvendiği veziridir. Aslan Kral Krezüs’e, Altın Kral diye hitap eden tek kişidir. Keyhüsrev ile yapılan savaşta hayatını kaybeder.

Sadullah : Dinine bağlı Müslüman bir gençtir. Ufuk’un tuzağına düşer ve işlemediği bir suçtan dolayı yıllarca hapis yatar.

Ufuk : Solcu geçinen bir gençtir. Arkadaşını öldürerek bütün suçu Sadullah’ın üstüne atar.

Ethem : Davasına bağlı solcu bir gençtir. Ufuk tarafından öldürülür.

Asude : Keriman Hoca’nın kızı. Birçok sanat dalında yeteneklidir. Sadullah, Ufuk ve Ethem’in aşık olduğu kızdır.

Keriman : Üniversitede hocadır. Atölyesinde Asude, Sadullah, Ufuk ve Ethem’e ders verir. Atölye’de siyaset konuşulmasına izin vermez. Düşünce yapısı ile çağın ilerisinde bir kadındır.

Atakan : Pol-Derci bir komiserdir. Para için Ufuk’un planlarına dahil olur.

Bu kahramanlar dışında Kraliçe Karuna, Keyhüsrev (Kyros), Mehmet, Hüseyin Hoca gibi kahramanlar da mevcuttur.

Tarihsel Bilgi :

Lidya Krallığı; Gediz (Hermos)ve Küçük Menderes (Kaistos) ırmakları arasındaki vadide kurulmuş bir uygarlıktır. Şu anki Manisa ve Uşak illeri sınırları içerisinde kalan bölgedir. Zamanla gücünü arttırmış ve sınırları batıda Kızılırmağa kadar genişlemiştir.

M.Ö. 560-546 yıllarında hüküm süren kral Kroisos (Krezüs) dönemi; Lidya krallığının altın çağı olarak bilinir. Mermnand Hanedanlığının son kralı olmuştur. Lidya krallığı varlıklı bir döneme kavuşmuş, bölgede çıkan altın sayesinde madencilik ve maden işleyiciliği gelişmiştir. Krezüs’e doğu halkının KARUN lakabını takmasının sebebi bu zenginlik ve refahtır. Karun, Krezüsten 500 yıl kadar önce yaşamış İsrail oğullarından Hz. Musa’nın akrabası olup, zenginliği ve kibirli kişiliği nedeniyle Hz. Musa’ya karşı ayaklanan, Kuran-ı Kerim de adı geçen kişidir. Bu nedenle ikisi birbirine karıştırılmamalıdır. Başkent Sard, Manisa Salihli yakınlarındaki Lidya antik kenti olup, bu dönemde Frigler, Kimmerler tarafından yıkılmış ve Medler ile Kızılırmak sınır olacak şekilde barış imzalanmıştır.

Güneydoğuda PERSLER (İran) dönemin en büyük gücü durumundadır ve batıya doğru ilerlemektedirler. Bahsedilen dönemde Preslerin Med krallığını yenmesi, halk arasında büyük paniğe neden olmuştur. Bunun anlamı; Presler artık Lidya kapılarına dayanmıştır…

22 Kasım 2019 Cuma

Abum Rabum Bir Hz. İbrahim Romanı (İskender Pala) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili



Kitabın Adı : Abum Rabum

Kitabın Yazarı : İskender Pala

Kitap Hakkında Bilgi :

Karısı Saray, Avram’a çocuk verememişti. Saray’ın Hacer adında Mısırlı bir cariyesi vardı. Saray Avram’a, (…) “Lütfen cariyemle yat, belki bu yolla bir çocuk sahibi olabilirim” dedi. Avram Saray’ın sözünü dinledi. (…) Rabb’ın meleği (hamile kalan Hacer’e) (…) “Bir oğlun olacak, adını İsmail koyacaksın. (…) Herkes ona karşı çıkacak, kardeşleri onunla hep çekişme içinde yaşayacak” dedi. (Tevrat, Tekvin, Bâb 16).

İbrahim’in biri köle, biri de özgür kadından iki oğlu vardır. (…)

Bu kadınlar iki antlaşmayı simgelemektedir. Biri Sina Dağı’ndandır, köle olacak çocuklar doğurur; bu Hacer’dir. Oysa göksel Yeruşelim özgürdür, annemiz odur. (…) İşte böyle kardeşler, bizler cariyenin değil, özgür kadının (Sara’nın) çocuklarıyız (İncil, Galatyalılar 4/21-31).

Dünyanın en eski medeniyetlerine ev sahipliği yapan Ortadoğu… İnsanlığın beşiği ve Hz. İbrahim’in ayak izlerini taşıyan yurtlar… Ve Müslümanlar üzerinden süregiden savaşlar… Bir bakıma Hz. İbrahim’in mirası peşindeki evlatlarının amansız mücadelesi…

Ortadoğu’da yalnızca fikirler, inanışlar, canlar değil, tarih de bir katliamın pençesinde. Artık hakikati görenler, Irak ve Suriye’de birinin kanı toprağa akarken uzaklarda kanı bitlenen birilerini, burada bir kurşun namludan fırladığında meçhul ülkelerde kabaran cüzdanları, burada annelerin ağıtları gözyaşlarına karışırken bir yerlere gizlice kaçırılan tarihi mirası fark edebiliyorlar. Oynanan oyuna insanlığın geçmişiyle hesaplaşması deniyor ama hakikatte geleceğini belirleme potansiyeline sahip.

Elinizdeki kitabı yalnızca Roma, Kudüs ve İstanbul ekseninde bir casusluk romanı olarak değil, aynı zamanda Mezopotamya’nın sosyal, siyasi ve sanatsal tarihi gibi de okuyacaksınız. İskender Pala’nın her zamanki yetkin kaleminden nefes nefese bir polisiye...

Kitabın Özeti :

İskender Pala, bu zamana kadar yazdığı en uzun romanı olan Abum Rabum da bazen CIA ajanlarının kendi içlerindeki diyaloglarla, bazen MİT’in soruşturmasını derinleştirdikçe ulaştıklarını okuyucuyla birlikte bir bir açarak, bazen de Selim Hoca’nın Sümerolog olmasından mütevellit uzmanlık alanında konuşmasına olanak vererek yarım asırdır Ortadoğu’da hiç dinmeyen savaşın karakterle birlikte şehir şehir, müze müze dolaşarak ta Sümerlere, Nemrut’a ve dönüp dolaşıp Hz. İbrahim’de düğümlendiğini tüm incelikleriyle kaleminden akıtıyor.

Kitap; Roma, Kudüs ve İstanbul’da geçen bir polisiye, casusluk hikâyesidir. Ayrıca kitabın içeriğinde Mezopotamya’nın siyasi, tarihi içeriği de geçmektedir. Olaylar Tokyo’da bir üniversitenin 100.yıl kutlamaları sırasında üniversitede asistan olan Japon Sümerolog’un sıra dışı ölümü ile başlar. Japon polisinin olay yerini araştırırken bulduğu ipuçları ile İstanbul’a gelmesi, Mossad, CIA, MIT ve Türk Emniyeti’nin de katılmasıyla sıradan bir cinayet olmadığı anlaşılır. Roma’dan Kudüs’e, Kudüs’den Tokyo’ya, Tokyo’dan İstanbul’a, İstanbul’dan Adıyaman’a, Adıyaman’dan Urfa’ya… Peygamberler şehrine kadar giden bilgi dolu, sıra dışı, soluksuz okunabilecek bir roman. Cinayet arkasında hiçbir iz bırakmadan yaşanmış olmakla birlikte birkaç şüphe barındırmaktadır.

Kral Antiochos ölmeden önce hazinesini ve mezarını içine alacak, eşi benzeri olmayan bir Anıt Mezar yaptırmak ister. Kral Antiochos, bu anıt mezarı kimsede olmayan ve olamayacak bir şekilde ister. Bunun için Sin Ammar’ı görevlendirir. Dünyanın en güzel ve ihtişamlı mezarını yapan Sin Ammar, bu mezarın içine bin bir bilmece koyar. Her bilmeceden önce de krala 7 ilke sayar. 5. bilmeceyi açıklamak için bir sonraki günü bekler çünkü diğer bilmeceler ve anıtın ihtişamı kralı yormuştur. Kral Antiochos, kimsenin bu mezar gibi bir mezara sahip olmamasını ister ve buna benzer bir şey yapmaması için ünlü mimarı öldürür. 5. bilmeceyi söyleyemediği için mezar bir süre sonra yerle bir olmuştur. İşte hikâye de çeşitli ülkelerdeki farklı kahramanlar bu hazineyi aramaya koyulur.

Japonya’da başlayan roman Adıyaman’da son buluyor.

Efsane - Bir Barbaros Romanı (İskender Pala) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Efsane

Kitabın Yazarı : İskender Pala

Kitap Hakkında Bilgi :

Efsaneler bazen denizden, bazen aşktan ve ateşten gelirler. Aşktan ve ateşten ve denizden gelenler, bazen ışık olurlar ve bütün zamanı aydınlatırlar…

Efsane kurmak kadar, efsaneyi yazmak da efsaneye dâhildir. Bir çağı haritalarda bulamazsınız. Derine, insana ve tarihin denizlerine açılmak gerekir. Girdaplarda yüksek idealler saklanabilir.

Bu kitapta İstanbul, Gırnata, Madrid, Roma ve Akdeniz; aşk diliyle kuşatıldı. Akdeniz, aşk kaleminin haritasıyla yeniden çizildi. Kılıç kılıca, cevher çeliğe çarptı, varlık da yokluğa. Ve hep bir yol vardı kalplerden denizlere. Derin denizler, büyük aşklar için atlas olup dokundu. İskender Pala, bir çağı ve o çağın efsanelerini dile döktü. Barbaros Hayreddin Paşa'yı... Sonra, bir gül sepeti getirdi. Isırılmış üç elmayı anlattı.

Kitabın Özeti :

Efsaneler denizi Midilli’de yetişen dört kardeşten birine nasip olacaktı. Barbaros, 1473 tarihinde Midilli Adasında doğdu. Babası Midilli’ye yerleşmiş olan Türk sipahilerinden Eceova’lı Yakup Ağa’dır. Fatih’in iş görür cesur güç ve endamıyla ünlü bir kahramanı iken iki bin nüfuslu Midilli’ye yerleşen kumral güzeli Yakup Ağa, adadaki en güzel Rum kızıyla evlenmiş üçer yıl arayla İshak, Oruç, Hızır ve İlyas adında dört oğlu dünyayagelmiştir. İshak ile Oruç büyükleri, Hızır ile İlyas da küçükleri idi.

Ulu Hünkar Sultan Bayezid Hazretleri Adalar Denizinde Hıristiyanların ticaret yapmalarını engelleyici önlemler aldırmıştı. Rodos şövalyelerinin öncülüğünde bütün adaların korsanlar tarafından tahkim olunmasına birde Midilli’nin de Sicilya, Ceneviz Katalan ve Floransa korsanlarıyla dolmaya başlaması herkes gibi Hızır’ı da içten içe huzursuz ediyordu. Arsız sırnaşık herifler bazen öyle ileriye gidiyordu ki Ulu Hünkar Sultan Bayezid Hazretleri Adalarının kıyı kesimlerine saldırıp Türk kızları ve delikanlılarını Ceneviz esir pazarında satabiliyorlardı.

Sonsuz ufuklara bakan küçük bir tepenin yamacında bir çiçek ormanının arasındaydı. Kral Fernando Malaga’daki bu yazlık evi küçükken ölen kızı için yaptırmıştı. Yeni Kraliçe Germana ise Tuleytula’daki sarayında hem evvelki kraliçenin çocuklarından hem de çocukları sevmekten uzak yaşamak istediği için burasını gözden çıkarmıştı.

Kastilya Kralı, Aragon Kralı, Sicilya Kralı, Napoli Kralı, Valencia, Navarre, Sardınya Kontu idi. Avrupa’da Ferdinand diye biliniyordu ve Akdeniz’in çevresinde anıldığında herkes korkudan titriyordu. Eski Kraliçe Aragonlu İsabella ile birlikte İspanya’da Müslümanların kökünü acımasızca kazımıştı. Endülüs devletlerini ortadan kaldırarak bütün Hristiyan dünyasının hakimi olmuştu.

Billure, Ege bölgesinde yaşamaktaydı. Üç yıl evvel Menteşe vilayetinde ve Datça bölgesindeki Yazıköy’ü basarak babasını öldüren Rodos şövalyeleri kadırgalarla gelerek annesini ve kendisini kaçırmışlar. Annesi daha sonra esirlerin satıldığı pazarda bir gemicinin bıçağını alarak kendi canını kıymıştı ve Billure bu görüntüyü unutamıyordu. Henüz sekiz yaşındaydı. Annesinin ölü bedenindeki bıçağı çıkartarak gemiciye saldırmış ve tamda şişleneceği sırada kralın başmabeyincisi Salvador Domingo’nun, pazarın her yerinden duyulan “Yirmi real!” teklifinin cazibesi şişi elinde tutan korsanı niyetinden vazgeçirmiştir. Kralın yoluna giden yol onun için açılmıştır. Kendisine soru sorulmadığı sürece konuşmamış, kendisine verilen Beatrix ismini de hiç yadırgamadan nedeniyle niçiniyle uğraşmadan kabullenmiştir.

Alkala, Endülüslü bir gençtir. Kendisini İspanyol olarak gösterse de aslında Müslüman Endülüs'lü bir gençtir. Ailesi öldürüldüğü için katillerden intikam almaya başlamıştır.

Billure Malaga’daki eve geldiğinde 12 yaşındaydı. Bir köle pazarından Kral Feernando’nun sarayına yetiştirilmek üzere satın alınır. Mektebin başpapazı Decan Ojeda onun Müslüman olduğunu saklaması için Billure – Beatrix adını koyar. Eğer Müslüman olduğu öğrenilirse hemen öldürülürdü.

Beatrix okulu sevmişti. Yazın köydeki evlerini hatırlatıyordu. Elbette en çok özlediği şey Türkçe konuşabilmekti. Alkala tanıştığında Beatrix 13 yaşında, Alkala 15 yaşındaydı. Alkala 5 dil bildir ve harita çizimini ve okumasını bilirdi. Beatrix ve Alkala anlaşma yaparlar. Beatrix Alkala’ya Türkçe öğretecek, Alkala ise ona Arapça ve Almanca ile birlikte harita okumayı öğretecektir.

Beatrix 15 yaşına geldiğinde Fernando’nun sarayına bir kız isterler. Bunun üzerine Alkala ve başpapaz Beatrix’in kaçmasına yardım ederler. Alkala Beatrix’i bir köye götürür ve ona bir gemi bulmaya çalışır. Fakat bu sırada köle yapanlar Beatrix’i kaçırırlar. Beatrix nereye gideceğini bilmeden başka kızlar ile birlikte bir gemiye doldurulur.

Akdeniz kıyılarında Osmanlı gemileri onların gemisine saldırır ve kızların hepsini kurtarırlar. Gemide onlardan başka Eleves Dükü’nun karısı yanında dört kadın hizmetkarları ve bir de bebek bulunur. Saldırı sırasında gemide yangın çıkınca Beatrix bebeği kurtarırken elleri yanar. Osmanlılar onları köle pazarında satar ve kiliseden onları satın alırlar.

Alkala her yerde Beatrix’i arar fakat bulamaz. Bunun üzerine Hızır Reis’in gemisinde harika okuma ve çizimi üzerine işe başlar. Kısa sürede Hızır Reis’in en güvendiği adamlarından bir tanesi haline gelir. Alkala’nın kendine verdiği bir söz vardır ve bunu herkesten gizler. Kendine verdiği söz annesini ve babasını öldüren ve tüm kötü yok eden adamları bulup öldürmektir.

Her sonbaharda Alkala gemiler kızağa çekildiğinde başrahibi görmeye gider ve aynı zamanda Beatrix’i götürdüğü köye gider ve onu bulmayı umar. Beatrix’i bulamaz fakat köyünü basanlarından bir kaçını bulur ve onları öldürür.

Beatrix satıldığı kilisede rahibe olur. Bu yüzden Alkala’dan umudunu tamamen keser çünkü rahibe olduğu için Alkala’nın ondan nefret edeceğini düşünür. Bir zamanlar rahibe olmak aşık olduğu Müslümanla birleşmesine mani oluyordu. Akdeniz’in altı ve üstü arasında acımasız bir din savaşı vardı ve kendisi de Müslüman bir çocuk iken Hristiyan ile aşka engel görüyordu.

Alkala sonunda Beatrix’i bulur fakat tam bu sırada Sultan Süleyman, Hızır Reis’in İstanbul’a gelmesini buyurur. Bunun üzerine hazırlıklar tamamlanır. Osmanlı Kaptanı Deryası Hızır Hayrettin Paşa’nın donanması da limandan ayrılır.

Alkala Beatrix’i bulunca rahibeliğin engel olmadığını söyler fakat Beatrix onun insanları öldürmesini kabul edemez. Alkala sevdiği için herşeyi yapar ve birlikte mutlu mesut bir şekilde yaşarlar.

Yıllar sonra Kanuni Süleyman Han Hızır Reis’i çağırıp başından geçenleri yazmasını bütün tarihin bunları bilmesini istediğini söylediğinde o bu işi kendi kâtibinin Alkala-Seyyid Muradi’nin yazmasını teklif etmiş onun için kardeşlerimi kaybettikten sonraki kardeşim, sırdaşım, dostum diye tanıtmıştır. 

Sekiz yıl sonra Hayreddin Paşa ölür. Hayreddin Paşa sevilerek yaşamıştı ve herkes Sultan Süleyman’ın konağındaki cenazeye katılır. Hayreddin Paşa vasiyeti üzerine Sinan ustanın yaptığı türbeye suyun altına gömülür. Türbesi gece gündüz her daim ışıkla nurlandırılır.

Sultanımız efendimizin buyruğudur ki bundan böyle Hızır Hayreddin Paşa’nın aziz hatırası için Osmanlı donanması ne vakit sefere çıksa önce buraya
gelip ruhuna Fatiha okuyacak, dönüşte zafer duasını onun huzurunda yapacaktır. Bundan böyle türbesinin önünden geçen her gemi, hız kesip onu selamlayacak, eğer vakit gece ise fenerlerini kısacaktır. Devletimi­zin kaptan-ı deryaları bundan böyle onun hatırasına hürmeten buraya itibar gösterecek, türbesinin civarında dualar edilip fakir fukaraya aş dağıtılmasına dikkat edecektir. Devletimizin cümle donanma merasimleri, onun eşik taşlarını sıraladığı şu meydanda, onun huzurunda yapılacak, adı kıyamete kadar yaşatılacaktır.”

Billure değerli olan sözü hâlâ söylememiş, şirinlik ederek Hayreddin Paşa’nın vefatı üzerine düşen dumanı dağıtmak istiyordu. İstanbul’da Ceyhuma Hatunu da Reis’in mezarına bakarken görünce Billure’de dayanamayıp gözlerinden süzülmüştü yaşlar.

Babil'de Ölüm İstanbul 'da Aşk L&M Leyle ile Mecnun (İskender Pala) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Babil'de Ölüm İstanbul 'da Aşk

Kitabın Yazarı : İskender Pala

Kitap Hakkında Bilgi :

Gök kubbenin altında insanın ruhunu soyan kötülükler ve giyindiren aşklar adına…

Doğu ak ejder yılında başladı yirmi üç bin yıllık gizem…

Uzayın sonsuzluğuna açılan kapıyı keşfe çıkmış bilge rahipler, uğruna topluca can verdikleri bir sırrın, binlerce yıl sonra, bir şair tarafından aşkın derin katmanlarına saklanarak korunacağını bilselerdi…

Siruş başlıklı murassa hançerin kabzasına parmak izlerini bırakanlar, daha avuçlarının sıcaklığı gitmeden hançer kınında kan biriktiğini bilselerdi…

Bağdat, İstanbul, Roma, Paris ve diğerleri; kıyılarına vuran yeni aşkın, bütün eski tarihlerini dolduracak yoğunlukta olduğunu bilselerdi…

Bilgeler, katiller, asiller ve sevgililer; ellerinde tuttukları kitabın alev almaya hazır bir aşk külçesine dönüşmek üzere olduğunu bilselerdi…

Şair, ipeksi dizeleri arasına hayaller gibi sakladığı şifrelerin hoyrat ellerde ihtirasla parçalandığını, sonsuzluk şarabına kadeh yaptığı gelincik yapraklarının kinle dağıtıldığını bilseydi…

Ve şimdi kim bilebilir neler olacağını, Babil uyandığı zaman?!..

“Leyla amcasının oğlu Kays’a aşık olmuş.Aşkının karşılığını alsa da deliye verilecek kız yok cümleleriyle evliliklerine izin verilmemiş.Ardından Leyla,İbn Selam ile evlendirilmiş.İbn Selam ölünce Leyla yas tutuyormuş gibi yapıp aşk hasretiyle gözyaşları dökmüş.”

Kitabın Özeti :

Kitap, Kanuni Sultan Süleyman döneminden başlayıp Tanzimat dönemine kadar geçen dört yüz elli yıllık serüveni hikayeleştirmiştir. Kitaptaki herhangi bir karakterin değil de L&M kitabının anlatması kitaba özgüllük katmıştır. Kitapta çok fazla bilgi yoğunluğu bulunmaktadır.

Kütüphaneye aradığı cildi bulabilmek için gelen Hilleli Mehmet Efendi (Fuzuli) , başına geleceklerden habersiz araştırma yapar. Gel zaman git zaman Fuzuli ile âmâ ve kambur kütüphanecinin yolları kesişmiş. Adının Hilleli Mehmet Efendi olduğunu bildiğimiz Fuzuli araştırmaları için bulunduğu kütüphanede bu zat ile epey iyi anlaşmıştır. Dönemin koruyucu hükümdarı yöreyi işgal altına aldığından kütüphaneci, askerler gelmeden önce ona sırlı olduğunu söylediği bir hançer emanet etmiş. Bu sırada kütüphaneyi Kanun Koyucu’nun isteği üzerine teslim almaya gelen Celalzade Mustafa'nın sesi kütüphaneye doğru yaklaşır. Bağdat İlimler Akademisi'nin Süryani kütüphanecisi Fuzuli'ye yaklaşır. Ona kabzası çift boynuzlu, çatal dilli bir yılanbaşı şeklinde yapılmış, üzerinde değerli taşların, pırlantaların bulunduğu ve Fuzuli'nin anlamadığı dilde yazıların olduğu hançeri uzatır.

Ona '...ölmesini bilenler için hançer hayat demektir ve aşkı bilen biri için yedi gerçek sır vardır, ona sahip olan dünyaya hakim olur.' der. Emanetini korumasını ister. Sonra etkisini sonradan gösterecek olan yüzüğündeki zehri içer. O sırada Celalzade Mustafa içeri girer ve Kanun Koyucu adına kütüphaneyi teslim alır. Orada Fuzuli ile tanışır, sohbet eder ve onu evine davet eder.

Fuzuli’ye yıllardır dilden dile anlatılan Leyla ile Mecnun hikayesinin, bir de onun gibi usta bir şair tarafından kaleme alınmasını ister. O da bu fikri düşüneceğini söyler. Sonraki günler Fuzuli kütüphaneye gittiğinde, kütüphane bekçisinden duydukları karşısında telaşlanır. Ondan Süryani kütüphanecinin öldüğünü ve onu şimdiye kadar birkaç kişinin daha sorduğunu öğrenir. Fuzuli korkar ve elindeki hançerin önemini kavramaya başlar. Hançeri inceler ve hançerin üzerindeki yedi taşa aynı anda basınca hançerin kabzasından üzerinde harflerin olduğu, deri parçasından oluşan bir şerit fırlar. Fuzuli bu şeridi alır ve hançeri kaldığı medresenin bahçesindeki ağacın dibine gömer. Deri şeridi de matarasına bağlar.

Peki, bu şifre kime veya neye aittir? Bu şifre Babil Cemiyeti üyesi bilge Akeldan'a aittir. Babil Cemiyeti, uzay araştırmaları yapan yedi bilge rahipten oluşur. Kurdukları Babil Uzay Araştırmaları Merkezi'nde (BUAM), yaptıkları gözlem ve hesaplamalara göre; dünyanın yuvarlak olduğunu ve güneş çevresinde döndüğünü keşfetmişler fakat bunu kimseye anlatamamışlar. Dönemin kralı, Nabukadnazar'ın üçüncü torunu zalim bir kraldı ve bu bilgilerin onun kulağına giderse, kralın ürkeceğini ve bununda hayatlarına mal olacağını biliyorlardı. Zalim kral Nippin’in bu bilgiden korkacağı, dolayısıyla rahiplerin öldürüleceği düşünülüyordu. Ve madem söyleyemeyeceklerdi o zaman bu bilgileri kalıcı hale getirmenin yolunu aramışlardı.

Bu bilgileri şifreleyerek fırında pişirdikleri yedi adet tablete yazmışlardı ve bunu İştar Tapınağı'na gizlemişlerdi. İçlerinden bir tanesi bunu krala gammazlayınca, kral bu üyelerin kellesini almış fakat bir üyeleri hasta annesini ziyarete gittiği için yaşamıştı. Bu kişi Arşiyan Akeldan'dı. Akeldan'ı ise Babil heykellerini çalmakla suçlayıp halkın öfkesini uyandırmışlardı. Akeldan olanları öğrenince bir gece bütün tabletleri ve Babil'in heykel ve hazinelerini alarak, kendini tapınağın mahzenine hapsederek ölüme terk etmişti. Sonraki kuşakların bunları bulması içinde mahzenin şifresini siruş başlıklı bir hançere kaydetmiş ve kölesine vermişti. Bu hançerin bilimsel zekası olan ve iyi insanların eline geçmesini istemişti.

İşte bu şifre şimdi Fuzuli'nin elindedir ve bu durum onda büyük sorumluluklara, canını kaybetme telaşına neden olmuştur. Fuzuli düşünür ve bu şifreyi yazacağı Leyla ile Mecnun hikayesine gizlemeye karar verir. Bundan sonra olan olaylar çöl kızı Leyla'nın kendi eliyle yaptığı ve dudak izini bıraktığı parşömen kağıdına, Fuzuli'nin Leyla ile Mecnun mesnevisini yazması ve bu yedi sırrı da mesneviye gizlemesinin ardından, parşömen kağıdının dilinden anlatılır.

Bu Leyla ile Mecnun mesnevisinin Fuzuli'nin kaleminden çıkıp saraya girmesi ve sevilmesi, kuşaktan kuşağa önce cariye Rukal'in eline geçer. Sonra sırayla Baki Efendi'yi, Atai'yi, Nefi'yi, Nabi ve Nedim'i dolaşır. Bu sırada Babil Cemiyeti üyelerinin kötü emellerine maruz kalarak, bu şifreyi bulmak isteyenlerin mesneviyi kötüye kullanmasını, hırsızların elinden dolaşa dolaşa en son Namık Kemal'e geçmesini... Oradan da Tanzimat dönemine kadar geçen dört yüz elli yıllık macera dolu bir serüveni bu parşömen kağıdı anlatır.

Olaylar, bu Leyla ile Mecnun mesnevisinin Robert Koldewey adlı bir arkeolog tarafından şifresinin çözülmesi, Babil heykellerini ve bilimin yazıldığı o yedi tableti bulmasının ardından son bulur.

Zaman zaman iyi, zaman zaman kötü niyetli kişilerin eline geçse de sonunda Paris’te Halet Efendi’nin eline geçer. Yaşadığı sıkıntıları bir an olsun unutmak için gizlice Kontes Laurent’in villasına giden Halet Efendi, L&M’nin izini kaybettirmek için onu Kontes’e verir. Kontes ise parasız kaldığı bir zaman kitapçıya gider ve elindeki L&M ile çare aramaya çalıştığını söyler. Orada Namık Kemal ile karşılaşan Kontes sözlerinden etkilendiği bu kişiye hediye eder L&M’yi. On yaşından beri Fuzuli’nin dizelerini okuyan Namık Kemal hemen tanıyor şairin dizelerini. Ardından ülkesine dönen Namık Kemal hasta olan Reşit Paşa’ya takdim ediyor L&M’yi. Reşit Paşa Babil Cemiyeti hakkında her şeyi anlatıyor ve Siruş başlı kutsal hançeri Namık Kemal’e hediye ediyor. Zaman geçiyor ve Koldewey isimli casus Magosa’da Namık Kemal’in kitapları arasından L&M’yi çalıyor. Sonunda da büyük hazineyi buluyor. Hazineyi çıkartabilmek için mağarayı buluyor ve günlerce kazılar yapıyor. Hırsından takip edildiğini bile fark etmiyor. Sonunda takip edildiği kişilerce vuruluyor ve hastaneye kaldırıyor. İyileşince mağaraya geri dönüyor ve aç gözlü kişilerin tabletleri un ufak etmesiyle tüm hayalleri sona eriyor.

Yorulan ve yıpranan bu parşömen kağıdı, Leyla'nın dudak izini, cariye Rukal'in ölmeden önce kanıyla çizdiği şakayık resmini taşıyarak, kuşaktan kuşağa anlatılacak ve okunacak olan Leyla ile Mecnun mesnevisinin bir sayfası olarak, tozlu raflara kaldırılır.

20 Kasım 2019 Çarşamba

Katre-i Matem (İskender Pala) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili ve Kişileri


Kitabın Adı : Katre-i Matem

Kitabın Yazarı : İskender Pala

Kitap Hakkında Bilgi :

Roman, müzayededen alınan elyazması bir kitabın hikâyesi olarak başlıyor. Okurlar, bu elyazması kitabın açtığı kapıdan içeri giriyor, bir devre adını veren lalenin izinde İskender Pala’nın yarattığı etkileyici ve büyüleyici bir atmosferin içinde yol alıyor.

İstanbul bu romanda, karmaşası, heyecanı, isyanları, kalabalığı ile lalelere bürünüyor. Öyle ki lale sadece bir çiçek değil, bir yaşayış tarzı, estetik bir tavır, kültürel ve tarihsel bir birikim olarak İstanbul’u, hatta tüm Osmanlı’yı çevreliyor. İstanbul, doğal tüm güzelliklerinin, mimari şaheserlerinin tarihî debdebesi ile beraber lalezarlara, lale yarışlarına, lale şiirlerine bezeniyor; lalelerin şehri, renklerin şehri, yaprakların şehri haline dönüşüyor.

İskender Pala, Katre-i Matem’de usta kalemiyle lalelere bezediği İstanbul’da kavuşup doyulamayan, kavuşulamayıp yakan aşkların elemli ve Osmanlı hallerini de tüm ıstırap ve coşkularıyla anlatıyor. Sevdiğini, aşklarının ilk gecesinde kaybeden Şahin’in macerasını anlatan roman, bu kaybın ardındaki esrarı çözmek için külhanlara, tomruklara, lalezarlara ve hatta Osmanlı sarayına kadar gidiyor. İşte bu yolculuk, okuru hiç ummadığı yerlerde hiç ummadığı maceralarla karşılaştırıyor.

Cinayetlerin gölgesiyle giderek gizemli bir hal alan olaylar Lale Devrine nihayet veren Patrona Halil İsyanının yakıcı siyasal çalkantılarıyla birlikte çözülmeye başlıyor.

Kalemimi hokkaya bandırdığım şu anda –ki Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’yı canından; Sultan III. Ahmet’i de tahtından eden cehennemden nişan Eylül İhtilali’nin üzerinden henüz iki hafta geçti- şahit olduğum olayları yazıp yazmamakta kararsız sayılırım. Bilemiyorum. Yazmak gerektiğini düşündüğüm şeyler bir bakıma devlete ait sırları ifşa etmek gibi bir ihanetin ağırlığını da vicdanıma yükleyecek. Öte yandan Şark’ın kutsal çiçeği laleye dair yorumlarda bulunacak ve belki şükufeciyan esnafını gücendirmiş de olacağım. Ama birisi çıkıp yiğit Şehzade Ahmet’i, aşağılık isyancıların yaptıklarını, cennete benzeyen İstanbul’u ve Sadabat’ın laleye kattığı zarafeti anlatmazsa bu dahi tarihe ve şehre haksızlık sayılır.

Lale Devri : 1718-1730 tarihleri arasında Osmanlının batılılaşma yönünde ilk adımların atıldığı Lale Devri adını dönemin yaşam biçimini simgeleyen lale çiçeğinden almıştır. Lale Devri’ne damgasını vuran kişi Sadrazam Nevşehirli Damat İbrahim Paşa olmuştur.

Katre-i Matem, Türkçe anlamı ile Matem Damlası...

Kitabın Özeti :

Yazar, İstanbul'da bir otelde katıldığı müzayededen el yazması bir eser satın alır. Eserin adı "Yek Cinayet Şast u Şeş Suâl" yani "1 Cinayet: 66 Soru". Kitabın yazarı belli değil. Eserde yazılanlar....

Şahin, Nakşıgül adında güzel bir kızla karşılaşır ve âşık olur. Aşkı tek taraflı değil, karşılıklıdır. Nikâh yapılır ve kızın babasının evine yerleşirler. Şahin ve çok sevdiği Nakşıgül ilk gece mutlu ve aşk sarhoşu bir halde uyumuşlardı. Şahin sabah başında bir zonklamayla uyanır. Gözlerini açtığında ise neye uğradığını şaşırır. Şahin sabah uyandığında Nakşıgül'e sarılmak istemiş fakat yatağın yanının boş olduğunu, etrafa bakındığında ise her yerin kanla kaplı olduğunu görmüştür. Nakşıgül artık canlı değildir, odanın her tarafı kan olmuştur. Olayın şokunu üstünden atamadan odaya bir sürü kişi girer. Adı Tomruk Emini olan bir kolluk görevlisi onu derhal zindana atar. Eyüp Tomruğu’nda birçok işkence gördükten sonra sorguya çekilmiş ve Nakşıgül'ün katili olarak sorgulanmıştır.

Tomruk Emini ve diğerleri onu Haliç'e götürüp denize atmaya karar verirler. O zamanlar için denizde kutlamalar, nikâhlar yapmak pek ünlüymüş, böyle olunca Haliç biraz kalabalıktır. Bu kalabalık arasında Şahin'in binmiş olduğu sandalla başka bir sandal çarpışır. Nasıl kaçacağını düşünen Şahin için gün doğmuştur. Çarpışmayla Şahin Haliç'in sularına düşüverir. Sorun suya düşmesi değil elleri ayaklarının bağlı olmasıdır. Biraz uğraştan sonra ellerine ayaklarına bol gelen zincirlerden kurtularak sahile yorgun, bezgin bir şekilde çıkar. Şahin izini kaybettirip kayığına bindiği Osmanzade sayesinde Macar bir hekime simasını değiştirtir. Macar hekim kaşlarını kaldırıp burnunu biraz değiştirince çok başka biri haline gelmiştir.

İlk olarak dilencilerin arasına katılmaya karar verir ve orada çok yakın bir dost kazanmış olur. Yusuf, büyüdüğü evin kızı Şehnaz’a âşıktır. Aşkı da karşılıksız değildir, ama kızın babası Veyis Ağa bu durumdan hiç hoşnut değildir. Bu hoşnutsuzluğunu hırsızlık suçlamasıyla Yusuf’u tutuklatarak gösterir. Yusuf zekidir, tutuklanmaktan kurtulmak için deli rolüne yatar, rolünü de iyide yapar. Bir şekilde Yusuf bimarhaneden kaçar, işte tam bu sıralar Şahinle tanışır. Bu iki âşık biri tutuklanmaktan kaçmış, biri bimarhaneden kaçmış külhanda buluşurlar ve dilenciliğe başlarlar. Yusuf'un lakabı Topaç Yeye'dir. Onunla beraber hem dilenip hem de Nakşıgül'ün katillerini bulmaya karar verirler.

O dönemin veziri olan Veziriazam İbrahim Paşa gizli olayları çözmede ve çözülememiş cinayetleri aydınlatmada çok ünlü biriydi. Kendisi de bu tür şeylerden çok hoşlanırdı. Bir gün muhafızlardan biri ona içi birçok çeşit meyve ve yemişle dolu bir sepet getirir. Sepeti ters çevirdiğinde ise halıya bir kadın başı düşer. O günden itibaren bu cinayetin peşine düşmeye karar verir. Sultan Ahmet ise Osmanlı Devleti'ni on yıl boyunca barışa sürükleyecek bir anlaşma imzalamış ve İstanbul'u adeta yeniden inşa ettirmiştir. Her yeri güzelleştirmiş ve her yere laleler dikmiştir. Herkes zevk ve sefa içindedir. Halk hariç.

Padişahın en yakınlarından olan İshak Efendi ise bir gün ona bir mektup getirir. Abisi Sultan Mustafa'nın bir oğlu olduğunu ve bu şehzadenin hep gizli tutulduğunu yazmıştır. Şehzade Ahmet şuan ortalardaydı ve bu devlet-i aliyye için bir riskti. Hemen Şehzade Ahmet aranmaya başlanır. Vezir bu konuşmaları bir şekilde öğrenmiş ve o da Şehzade Ahmet'in peşine düşmüştür. Birbirinden habersiz olan görevliler her yerde şehzadeyi arıyorlardır. Kısa bir süre içinde onun kılık değiştirdiğini ve adının Kara Şahin olduğunu öğrenirler.

Bu sıralarda Hafız Çelebi adında meşhur bir lale yetiştirici kişisiyle tanışır. Topaç Yeye ve Şahin bu adamı çok severler. Hafız Çelebi, Şahin'in sürekli elinde tuttuğu mora çalan laleyi görmüş ve onu nerde bulduğunu sormuştur. Çünkü o lale bir ikizi bulunan ve çalınan bir laledir. Şahin ise bu laleyi Nakşıgül'ün elinde bulduğunu söyler. O günden itibaren Topaç Yeye, Hafız Çelebi ile yaşamaya başlar. Topaç Yeye Hafız Çelebinin çırağı olur ve bir süre onun yanında kalır, onun oğlu gibi olur. Ondan Lale yetiştirmenin sırlarını öğrenir. Kara Şahin ise bu sürede bir Melevihanede kalır ve orada dervişin yoluna girip kendini o yönde geliştirir. Oradan çıktığında Selman Abdal adında bir Acem adamı olup çıkar. Dergâhta çokça Farsça beyit ezberlediğinden tam bir İranlı gibi davranabiliyordu. Hatta şiirleriyle devrin meşhur veziri Damat İbrahim Paşa’nın gözüne girip onun meclislerinde yer alıyordu. Ve sonunda vezir Kara Şahini adamlarından biri olarak halktan bilgi toplamak için görevlendirir. Dilencilikten, dervişliğe oradan da vezirin istihbaratçılığına geçen Şahin ise Nakşıgül'ün cinayetini araştırmaya devam etmektedir. Bir kaç isme ulaşmıştır fakat vezirin yardımına ihtiyaç duymaktadır.

Bir kişi vardı ki şehzade Ahmet'in varlığından haberdardır ve tek amacı onun güvenliğidir. Bu kişi Hurikız'dır. Çok uzun süredir Şahin'i koruyordu. Kısa süre içinde tanışırlar ve ikisi de Nakşıgül cinayetinin peşine düşerler.

O dönemde halk iyice fakirleşmiş ve herkes sultandan memnun olmadığını dile getiriyordu. Patrona Halil adında bir kişi etrafında toplanan halk isyan başlattı ve Sultan Ahmet tahttan indirildi vezir de öldürüldü. Bu olayla beraber Şahin ve Hurikız da istedikleri adamlara ulaşıp cinayeti öğrendiler. Meğerse Şahin'in ona annesinden kalen 30 incinin peşindelermiş. Nakşıgül ise Gürcü bir cariyeymiş ve her şey bir oyunmuş. Kayınpederi sandığı adam ise köle tacirliği yapan kötü bir adammış. Nakşıgül ölmemiş onun yerine başka birinin bedeni parçalanmış ve suç Şahin'in üstüne kalmış.

Şahin her şeyi öğrenmişti fakat Şehzade Ahmet olduğu herkes tarafından gizleniyordu. Osmanlı tarihinde gizli tutulan ve bilinmeyen bu hikaye hala gizemini korumaktadır ve el yazması bu kitabın yazarı hala bilinememektedir. Kişiler ise gerçektir.

Kitabın Kahramanları, Kişileri :

KARA ŞAHİN : Nakşıgül’e âşıktır fakat onu sabah yanında ölü bulunca kendi onun katili bulmaya adamış biridir ve çoğu zorluğa göğüs germiştir.

NAKŞIGÜL : Kara Şahin âşıktır ve evlenmiştirler fakat evlendiklerinin ertesi sabahı yatakta ölü bulunmuştur.

YEYE (YANIK YUSUF) : Akıllı, terbiyeli ve düşünceli biridir. Büyüdüğü evin kızı Şehnaz’a âşıktır. Aşkının derinliğinden dolayı ona Yanık Yusuf denmeye başlanmıştır. Kâtip efendi de ona Yeye demiştir. Yanık kelimesinin başındaki “y” ile Yusuf'un başındaki “y”nin birlikte okunuşuydu bu: Ye-ye.

ŞEHNAZ : Yusuf a âşıktır.

VEYİS AĞA : Şehnaz’ın babasıdır. İtibara ve mala düşkündür.

TOMRUK EMİNİ : Yeniçeridir. Yüzüne bakanın ürktüğü tiplerden ızbandut gibi bir adamdır.

HAFIZ ÇELEBİ : Lale yetiştiriciliğinde usta biridir.

HÖRÜKIZ : Kara Şahinin görünmez koruyucusudur ve aynı zamanda gizli aşığıdır. Üç Hilal Cemiyeti mensubudur. Birçok noktada görünmez eliyle işleri yoluna koyar.

PATRONA HALİL : Romanda halk arasında düzgün ahlakı, dini bütün kişiliği ve tutarlı davranışlarıyla saygınlık kazandığı, gitgide esnaf arasında sözü dinlenir, aklı sorulur bir kanaat önderi olduğu anlatılır ama ilerleyen sayfalarda yazarın bu tanımlamasına uygun bir tavır sergilemez. İsyan çıkarır...

DAMAT İBRAHİM PAŞA : Dirayetli ve uyanık bir yöneticidir, isyanın kokusunu alır, isyanı bastırmak için neler yapılması gerektiğini bilir.

Kitab-ı Aşk (İskender Pala) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Kitab-ı Aşk

Kitabın Yazarı : İskender Pala

Kitap Hakkında Bilgi :

Kitâb-ı Aşk, bütün bu kavram kargaşası içinde aşkın katmanlarını, türlerini ve asaletini irdelemek, belki her düzeyden insanın gönlünde hissettiği, dimağında algıladığı ama asla net biçimde tanımlayamadığı duygularına açıklık getirmek için düzenlendi. Kitâb-ı Aşk'ın içindeki yazılar değişik zamanlarda ve farklı zeminlerde kaleme alınmış olmakla birlikte belli bir düzen ve bütünlük içinde bir araya getirilmiştir. Bazıları farklı kitaplarımızda yayınlanan bu deneme ve öyküleri okurken bütün varlığımızı ve hatta varoluşu kuşatan aşkın yüzeysel, derin ve daha derin katmanlarında küçük yolculuklar yapacaksınız. Bu yolculuklar sırasında, duygularınızın gerçekte sizi nereye doğru götürdüğü, ayağınızı bağlayan tensel arzulardan sıyrılıp platonik veya mecazî aşka doğru kanatlandığınızda kendinizi yeniden keşfetmeye başlayacağınız noktayı da bulacaksınız. Orası, belki de sizin kendinizden vazgeçeceğiniz noktadır. Çünkü canına sevgili isteyen ile sevgili için can isteyen arasında hayat yolculuğunun ta kendisi gizlidir.

Kitabın Özeti :

İskender Pala, Kitab-ı Aşk eserinde aşkı beşeri ve ilahi boyutlarda incelemiş, kısa yazılarıyla bize aktarmıştır.

"Vermeyen cânın sana bulmaz hayât-ı câvidân
Zinde-ı câvid ona derler ki kurbandır sana" Fuzuli

Burada Fuzuli'nin dizelerinde bize anlatılmak istenen aşkın yolunda can vermenin büyüklüğüdür. Sevilmek umuduyla sevmek beşeriyet, sevmeyi görev bilerek sevmek melekiyettir. Aslında aşk koşulsuz şartsız sevmek onun yolunda can vermektir.

Eskiden günümüze kadar gelen aşklarıyla tanınmış bir çok isim vardır. Leyla, Şirin, Zeliha, Juliet gibi. Aşklarını uzaktan ve gizli yaşamış aşıklardır. Peki aşk yakından yaşayanlar için mi daha zordur yoksa uzaktan yaşayanlar için mi? Aşklarını yakından yaşayanların, yanı başlarında hissettikleri sevgilileri vardır. Hercai veya tutkulu, vefalı veya ihtiraslı... Şairin yanında olan kadınlar için bir talih kuşu mudur? Değildir. Şairin yanında olmak hem acı hem tatlıdır. Bir yandan şair gibi çılgın birisine tahammül etmek, diğer yandan varlığını tarihe armağan bırakma fırsatı vardır. Beşeri aşkın en tatlı en yakıcı hallerini bize yazılarının bir çoğunda gösteren İskender Pala kitabında bir de Aşk-ı İlahi anlatmıştır.

"Cânıma bir merhabâ sundu ezelde çeşm-i yâr
Şöyle mest oldum ki gayrın merhabâsın bilmedin" Ahmet Paşa

Bu dizelerde ise Allah dünya da hiçbir şey yokken önce ruhları yaratmıştır. Ruhları bir araya toplayarak: 'Rabbiniz değil miyim?' diye sorar. Ruhlar ise şüpheniz evet der. Varlığın ilk toplantısında birbirlerine şahit tutuldular. Sonra ete kemiğe büründüler. Bu toplantı ezel günüdür. Ezelde birbirlerinin yanlarında duranlar, yakın olanlar dünyada da bir araya geldiler. Aşkın ve aşığın nasibi ise ezelden beri bellidir. Ahmet Paşa da bu dizelerinde bize ezelden beri vurgun olduğu aşkını asırlar sonra dünyaya geldiğinde bile onun aşkıyla dolu olduğunu anlatır.

Aşk platoniktir; sohbetle başlar, zahmet getirir. Zihinden girer, gönülde yaşar. Sîretini süslemeyenler yol şaşırır.

Aşk ilâhîdir; imanla başlar, vahdete götürür. Gönülde doğar, gönülde yaşar. Sırrı saklamayanlar, başını verir.

Gönül ki, Allah'ın evidir, aşkın her çeşidine itibar eder. Bütün milimetrekarelerinde aynı sevgili olmayan bir gönül aşkı bilir mi acep?

Sevmenin tabakaları, mahabbet, aşk ve dert olmak üzere üç derecedir:

1- Mahabbet odur ki, mahbubunu görürse memnundur, görmezse kaydında değildir.
2- Aşk odur ki, mahbubunu görürse memnundur, görmezse mahzundur.
3- Dert odur ki, mahbubunu görürse de mahzundur, görmezse de mahzundur.

Tasavvuf ile alâkası bulunan divan şairlerini sanat yönünden değerlendirirken çok zaman hatalara düşülür. Üzerinde söz söylenecek kişi önce şair sonra sufi midir, yoksa önce sufi sonra şair midir? Bunu anlayabilmek için, elde bulunan şiirlerin sayısından çok, sanat değerine bakmak gerekir.

Hani denilmiş ya,
Hârâbat ehline hor bakma zâhid
Viranelerde gizli hâzineler var.

İskender Pala, en sonunda ise içimizi ısıtacak hikayesiyle Kitab-ı Aşk kitabını bitirir:

Kâni mahlası ile anılan Ebubekir Efendi, o şehir senin, bu kasaba benim, geçtiği yerlerde hatıralar ve dostlar bıraktığı o hareketli yıllarından birinde hayatına artık bir dinginlik, durağanlık ister. Olgun aşkını sunmayı planladığı genç sevgiliyi edinmek için Silistre gördüğü en uygun kasabadır.

Onu gördüğünde Tuna'ya gölgesi düşen söğütlerin altında entarisini yıkıyordur. Kumral saçları ve koyu menekşe gözleri ile Ebubekir Efendiye Asur Kralı Sardanapal'ın karısını düşündürür. Kız onu görünce korkar ve eşyalarını toplayıp gitmek ister. Ebubekir Efendi başta ne yapacağını bilemese de kızın yoluna boylu boyunca yatar ve 'ya ezip geçersin ya selamımı alırsın' der. Kız arada ki yaş farkını söyleyerek terslese de bu adam şiir gibi konuşarak onun ilgisini çekmiştir.

Kızı takip eder ve Rahip Petraki'nin kızı olduğunu öğrenir. Ebubekir Efendi kızı bir daha göremez. Ancak görmek için her yolu dener. Kilisenin etrafında gezdiği bir gün bir çocuğa rastlar. Babasını ve adını sorar. Rahip Petraki'nin oğludur ve adı Tiryandafil'dir. Bunun üzerine Ebubekir Efendi tüm şiirlerini Tiryandafila ismine yazar.

Artık aşkın en yakıcı haline gelen Ebubekir Efendi sonunda kendini kiliseye zincirler ve yanlış olsa da Rahip Petraki'den kızını ister. Kızın ayaklarına kırk inci döker. Üç gün zincirli kalma, dört ay aşk dedikodularının ardından Rahip hristiyan ol der ama Ebubekir Efendi kabul etmez. Bu dört ay içinde aşıklar mektuplaşmış Ebubekir Efendi aşkına karşılık bulmuştur. Otuz dokuz mektupla yollanan saç teli ve inciden sonra Rahip kızını Limni'ye yollar.

Aradan geçen yıllardan sonra Ebubekir Efendi de Limni'ye gider. İşte o kurak günlerde gelen gemiden inenleri bekleyen Despina Anne, onu görür görmez tanır. Ebubekir Efendi ise o gözleri hayatı boyunca unutmamıştır. O gün yıllar sonra iki aşık birbirine kavuşmuştur.

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...