24 Kasım 2019 Pazar

Agatha'nın Anahtarı (Ahmet Ümit) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Agatha'nın Anahtarı

Kitabın Yazarı : Ahmet Ümit

Kitap Hakkında Bilgi :

Agatha Christie'nin Pera Palas günleri... Ünlü yazarın İstanbul tutkusu. Aşkın çılgınlaştırdığı evli bir adam. Kıskançlıklar, bencillikler ve kusursuz bir cinayet. Christie'den Başkomser Nevzat'a gizemli cinayet vakaları. Cinayetlerin ardındaki çarpıcı insan öyküleri. Sürükleyici, gizemli, tuhaf serüvenler. Defalarca televizyon dizilerine çekilmiş Başkomser Nevzat'ın benzersiz polisiye öyküleri...

"Evet, öyle düşünüyorum. Tasarlanmış cinayet iyi bir organizasyonu gerektirir. Zamanın, mekânın, cinayet aletinin doğru seçilmesi, ortalıkta kanıt bırakılmaması ya da sahte kanıtların bırakılması gibi zekâ gerektiren davranışların yanında, birini öldürebilecek kadar soğukkanlı bir cesarete veya vahşiliğe sahip olmalıdır insan. Konuşurken, yazarken basit olgularmış gibi görünen bu gereklilikler cinayet anında yerine getirilmesi oldukça zor eylemler haline gelebilir. Hele bir de cinayet anında sürprizlerin ortaya çıktığını düşünürsek... Evet evet, bundan eminim, bence kusursuz cinayet yoktur."

Kitabın Özeti :

Kahramanımız bir gün eski dostlarından biri olan İhsan ile buluşur. Aslında İhsan önemli bir konu anlatmak için onu çağırmıştır. Kahramanımız, polisiye türden eser veren bir yazardır. İhsan’ın ise arkadaşının işine yarayacağını düşündüğü bir bilgi ve döküman eline geçmiştir. Dökümanları kahramanımıza takdim ederek kitap yazmasını istemesi üzerine olaylar başlar.

Agatha Christie tanımayan yoktur. Dünyaca ünlü polisiye türde eser veren ve cinayetler üzerine yoğun araştırmalar yapan bir kadındır. Agatha bir zamanlar Türkiye’ye gelmiş, başından önemli olaylar geçmiştir. Agatha’nın Türkiye’de geçirdiği günlere ilişkin kimsenin bilmediği birtakım bilgiler İhsan’ın eline geçmiştir. İhsan’ın yıllar önce mal varlığı yerinde olan Kamuran adında bir dayısı vardır. Dayısı gayet zengin ve köşk sahibidir. Ancak geçen zamanlarda vefat etmiş ve kimsesi olmadığı için bütün mal varlığı yeğeni İhsan’a kalmıştır. İhsan köşke gittiğinde bir günlük bulmuştur ve içinde oldukça önemli bilgiler olan bu günlük dayısına aittir. İçinde geçen olayları anlatmaya başlar:

1920’li yılların başında Agatha Christie eşi tarafından aldatılınca bunlara katlanamamış ve tatil amaçlı olarak kendini İstanbul’a atmıştır. O yıllarda Kamuran Dayı kendisinden 15 yaş büyük Mualla Hanım ile evlidir. Bu evliliğin amacı durumu kötü olan Kamuran’ın Mualla’nın parasıyla mal varlığı elde etmek istemesidir. Ancak Mualla Hanım hastalık derecesinde genç erkeklere çok düşkündür. Evliliklerinin ikinci yılında kendine genç bir sevgili bulmuştur.

Kamuran, karısından kurtulmayı planlıyormuş ama bunun için boşanmaktan farklı bir yöntem varmış kafasında. İşte tam o günlerde tanışmışlar Agatha Christie’yle. O yıl Cumhuriyet balosu için Pera Palas’a geldiklerinde asansöre binmekte olan Agatha’yı gören Kamuran gözlerine inanamış ve yanına gidip konuşmaya başlamış. Ünlü yazar ondan kurtulmak istercesine sorularına kaçamak yanıt vermiş ancak Kamuran peşini bırakmamış. Bir hayranı olduğunu ve o güne kadar yazdığı bütün romanları okuduğunu söylemiş. Agatha yumuşamış, bundan cesaret alan Kamuran onu köşküne davet etmiş. Ağırbaşlı olan Agatha üstelik o sıralar yüreğinde ihanet acısı taşırken bunlara pek aldırmamış. Ama Kamuran yılmamış, her gün çiçek yollamış telefon etmiş.

Sonunda kadın pes ettiğinden midir, yoksa tek başına yaşamaktan sıkıldığından mıdır bilinmez, daveti kabul etmiş. Agatha kalabalıklardan hoşlanmadığı için kimseyi çağırmamasını tembih etmiş. Ancak Mualla Hanım durur mu, herkesi çağırmış. Agatha yoğun ilgiden bunalarak davetten ayrılmış. Kamuran ona otele kadar eşlik ederken konuşmaya başlamışlar. Kamuran ilişkisinin kötü gittiğini yakında eşinden kurtulacağını söylemiş. Ondan sonra Agatha ile cinayet hakkında konuşmuşlar. Yalnızca bir saat baş başa konuşmuş olmalarına rağmen bu kısa birliktelik Kamuran’nın Agatha’ya sırılsıklam aşık olmasına yetmiş.

Kamuran bir davet teklifinde bulunmuş ancak Agatha kabul etmemiş. Akşamına da Mualla ile kavga eden Kamuran o gece köşkten çıkıp en yakın arkadaşı Rauf’un yalısına gitmiş. O gece orada kalmış ancak ertesi sabah kendisini bir sürpriz bekliyormuş. Köşkten gelen telefon karısının bahçede ölü bulunduğunu bildiriyormuş. Polisler Kamuran’ı sorguya almış ama pek bir şey tutturamamışlar. Hükümet tabibi, Mualla Hanım’ın ölüm nedeninin şoka bağlı kalp krizi olduğunu açıklayınca soruşturma durdurulmuş. Bütün mal varlığı da Kamuran’a kalmış. Agatha bu işin peşini bırakmamış ve cinayet işlemiş olma ihtimaline karşı sürekli Kamuran’ı sorgulamış. Kamuran hep aynı ifadeyi verince işi bırakmış ve ülkesine dönmüş. Bundan derin üzüntü duyan Kamuran günlük yazmayı da bırakmış.

"‘Yaşamımın en mutsuz günlerinden biriydi,’ diye yazmış dayım günlüğüne. Agatha’nın davetini reddetmesinden sonra bir de Mualla Hanım’la kavga etmiş. Öfkeyle çıkmış evden. Heybeliada’da oturan çocukluk arkadaşı Rauf’un yanına gitmiş. Todori’nin meyhanesinde küfelik olana kadar içmişler. O gece Rauf’un yalısında kalmış. Ertesi sabah uyandığında büyük bir sürpriz bekliyormuş onu. Köşkten gelen telefon, karısının bahçede ölü bulunduğunu bildiriyormuş.

Bulduğu ilk tekneyle Büyükada’ya gitmiş. Köşkün kapısında polisler karşılamış onu. Hemen sorguya almışlar. Dayım itiraz edecek olmuş, polisler yan komşu İshak’ın dün gece bahçede birini gördüğünü söylemişler. ’Karın seni aldatıyormuş, daha bir gün önce kavga etmişsiniz,’ gibi sözlerle sıkıştırmaya başlamışlar."

Yıllar sonra Agatha başka bir adamla evlenmiş. Bir gün yine İstanbul’a yolu düşünce Kamuran ile kısa bir buluşma geçmiş aralarında. Bir veda ziyareti. Kamuran vedalaşırken Agatha’ya bir anahtar vermiş. Cinayet tartışmalarını sona erdirecek açıklamanın anahtarını, açacağı gizli bölgede olan mektupta yazılı olduğunu söylemiş. Ancak Kamuran ölmeden açmayacağına dair söz almış.

"Otelden çıkar çıkmaz Kabataş’a iniyoruz, oradan deniz otobüsüyle doğru Büyükada’ya. Kâmuran Bey’in köşkü adanın en eski ahşap yapılarından. Yüzyıllık kestane ağaçlarının, manolyaların serinlettiği geniş bahçeden geçip ikinci kattaki çalışma odasına çıkıyoruz. İhsan giderek artan bir telaşla açıyor kasayı. Küçük kasanın içi, rengi sararmış evraklarla dolu. Titreyen ellerle evrakları yana çekip gizli bölmenin kapağını ortaya çıkarırken, ben soluğumu tutarak izliyorum onu. Arkadaşım elleri titreyerek, otelden aldığımız anahtarı gizli bölmenin kilidine uydurmaya çalışıyor, ilk deneme başarısız olunca ümitsizliğe kapılıyorum ama o yılmıyor, yeniden deniyor. Bu defa anahtar kilide oturuyor. Çevirmeden, yüzüme bakarak gülümsüyor. Sonra çeviriyor, ardı ardına iki kez dönüyor anahtar kilidin içinde.

“Açıyor,” diye bağırıyorum kendimi tutamayarak, “demek Agatha’nın anahtarı doğruymuş.”…"


Bu anahtar Agatha’nın kaldığı oteldeymiş. Agatha ölünce orası salon haline getirilmiş ve müze gibi kullanılmaya başlamış. Ancak İhsan otel yöneticilerinin anahtarı almasına izin vermemesi üzerine arkadaşına gelip yardım ister. Birlikte otele giderler ve bir yolla anahtarı alırlar. Köşke gidip gizli bölmeden mektubu alıp okumaya başlarlar.

Mualla’nın öldüğü gece aslında Kamuran Rauf’un yanında değildir. Rauf içmekten sızıp kalınca Kamuran onu bırakıp köşke gider. Köşke gittiğinde karısı evde yoktur ve sevgililerinden biriyle buluşmaya gitmiştir. Gece yarısına kadar bir bıçak eline alıp beklemeye başlar. Mualla kapıdan girer girmez koşar ve onu bıçaklamaya çalışır. Ancak beceremez. Bu arada Mualla korkudan bayılır. Kamuran yerde yatan karısının yanına giderek öldürmeye çalışır ancak Mualla’nın solunumu ve nabzı durmuştur. Mualla o anda kalp krizi geçirip ölmüştür. Bütün bu olayların katili Kamuran olmasa da bunlara sebebiyet veren kişi Kamuran’dır.

23 Kasım 2019 Cumartesi

Sis ve Gece (Ahmet Ümit) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili

Kitabın Adı : Sis ve Gece

Kitabın Yazarı : Ahmet Ümit

Kitap Hakkında Bilgi :

Aniden kaybolan genç bir kız: Mine... Âşık olduğu kızı arayan bir MÎT görevlisi: Sedat. Yasak bir aşk. İstihbarat örgütünün içindeki entrikalar. Askerlerle, sivillerin çatışması... Günümüz İstanbul'undan renkli insan portreleri. Karanlık sokaklarda soluk soluğa bir koşuşturma. Örgüt evlerine düzenlenen baskınlar, yargısız infazlar, kayıtlara geçmemiş ölümler. Kayıtlara geçmemiş ölümlerin parçaladığı yaşamlar... Türkiye'nin yakın geçmişine insani bir bakış...

"Bakışlarımı konağa çeviriyorum. Görenlerde korku ve ürperti uyandıracak bu bina bana hüzün veriyor. Onu daha önce hiç görmemiş olmama karşın aramızda çözümleyemediğim bir bağın varlığını hissediyorum. Bahçedeki çürümüş yapraklara basarak binanın kapısına doğru yürüyorum. Kanatlı demir kapının üstünde, yer yer çatlamış mermer alındaki kabartma dikkatimi çekiyor. Kabartmada ilk seçtiğim bir yıldız oluyor. Yıldızın hemen altında, namluya benzer bir başka şekil var, bunun bir tabanca olduğunu anlamakta gecikmiyorum. Tabanca kabzasının altına bir de yarımay oyulmuş. En yukarıda yıldız, altında bir tabanca ve kabzasının hemen ucunda bir yarımay. Bu amblemi bir yerlerden hatırlıyorum ama çıkaramıyorum."

Kitabın Özeti :

Roman, MİT’de görevli Sedat'ın vurulma anından sonra yaşadığı hayal dünyası ile başlar...

Sedat, evli ve iki küçük kızı olan bir MİT görevlisidir. Aynı zamanda aşık olduğu başka bir kadın daha vardır: Mine. Uzun süre birlikte aşklarınız tadını çıkarmış, fakat sonra aralarına başka bir adam girince Mine'in Sedat'a olan tüm ilgisi silinip gitmiştir. Mine'nin hayatına giren kişi yasa dışı bir örgüt üyesi olan Fahri'dir.

Her şey, Mine'in ortadan kaybolmasıyla başlar. Mine'nin Sedat'tan sonraki sevgilisi Fahri, eski bir yasadışı örgüt üyesidir. Fahri, Mine'nin önceki sevgilisinin bir polis olduğunu bilmektedir. Mine'nin kaybolma olayı ile ilgili Fahri Sedat'tan, Sedat Fahri'den şüphelenmektedir. Mine'nin kendisini terketmesini kendine yediremeyerek kızı kaçırıp bir zarar vermiş olabileceğini -belki öldürmüş bile olabileceğini- düşünür. Mine'den sonra kendini de öldüreceğini düşündüğünden 'o beni öldürmeden ben onu öldürmeliyim' mantığıyla hareket eder ve hapisten izne gelmiş olan eski bir arkadaşı ile birlikte Sedat'a bir saldırı planlar.

Fahri'in babası eski ve kıdemli bir askerdir. Fahri üye olduğu örgütteki faaliyetlerinden dolayı hapise girdiğinde, bir görüş günü sırasında kendisini ziyarete gelen babası eski askeri Cuma ile karşılaştığında oğlu Fahri'yi Cuma'ya emanet eder. İşte Cuma'nın Fahri'yle planladıkları saldırı sırasında yardım etmesi de bu şekilde olur. Saldırı sırasında Sedat'a bir kurşun isabet eder, Fahri ise Sedat'tan gelen bir kurşunla olay yerinde hayatını kaybeder.

Hastaneden çıkar çıkmaz daha tamamen iyileşmeden Mine'yi aramaya başlayan Sedat, başlarda Fahri'in onu kaçırdığını düşünse de sonraları bu düşüncesinde yanıldığını öğrenecektir. Hem bir istihbaratçı hem de aşık bir adam olarak aramalarını sürdürdüğünden işler onun için kat kat daha zordur. İlerleyen zamanda ise içinden çıkılmaz bir hale gelir. Bir yandan Mine'yi ararken bir yandan da yeni gelen müsteşarın yürüttüğü sorgulamalarla başa çıkmaktadır.

Arayışları sırasında Sedat, Fahri'nin dosyasında en yakın arkadaşı Sinan'ın da eskiden kendiyle birlikte örgütte olduğunu, beraber hapise girdiklerinde örgüt ile görüş ayrılıklarına düştüklerinden örgütten atıldıklarını öğrenir. Sinan'ın şimdi bir kitapçı dükkanı vardır ve düzenli olarak 'Hurufat' adında bir dergi yayımlamaktadır. Hapiste örgütten atıldıktan sonra kendini tamamen edebiyata vermiştir. Sedat bir yolunu bulup Sinan ile konuşur.

Fahri'nin planladığı saldırıda ona yardım edenin Cuma olduğunu da bu konuşma sırasında öğrenir. Sinan'ın öğrendiği bir diğer şey ise Mine'nin hamile olduğudur. Bebek muhtemelen Sedat'tandır. Bu haber onu çok şaşırtır, yeni bir olasılık ile baş başa bırakır: Mine kürtaj sırasında ölmüş olabilirdi. Bu çok çok zayıf bir ihtimal olsa da, araştırmaları sırasında Mine'nin kürtaj için gittiği hastanede kendine yardımcı olan Gülizar Hemşire'nin örgüte yardım eden bir kadın olduğunu, Mine kürtaj sonrası Gülizar Hemşire'nin evine gittiğinde Sedat'ın gözlemci olarak katıldığı bir operasyonda yine kendi tarafından vurulduğunu öğrenir.

Evden kaçan iki kişiye rastgele ateş açmış, birini vurmuştur. Vurulan kişi pek bir hasar almamış, hızla olay yerinden kaçmıştır. Demek ki vurulan Mine'dir. Tüm bunları öğrenmesiyle suçluluk duygusu ile boğulan Sedat için her şey daha da karmaşık bir hal almaya başlamıştır. Bu bilgi Sedat'ı çok farklı teorilere götürür. Hem bu soruşturmayı yürütmek, hem suçluluk ve pişmanlık duygularıyla boğuşmak, hem de karısı ve kızları ile ilgilenmek çok zorlaşmaya başlamıştır.

Bir Ses Böler Geceyi (Ahmet Ümit) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Bir Ses Böler Geceyi

Kitabın Yazarı : Ahmet Ümit

Kitap Hakkında Bilgi :

Dolunayın ışığında bir köy mezarlığı... Mezarlığın duvarına çarpan bir cip. Gecenin karanlığında uçuşan düşler. Issız köyün ortasında kocaman bir cem evi. Konuğunu yitirmiş bir mezar. Cem töreninde arınmayı bekleyen bir ölü. Bu olanların sessiz tanığı, bir araştırma görevlisi. Yıkılan idealleriyle, sürüp giden yaşamı arasında sıkışıp kalmış bir adam. Alevi inancına farklı bir bakış. Mistik bir gerilim romanı...

"Gözüne kestirdiği dal parçasını çekerken çalılığın arkasında bir karartı fark etti. Feneri oraya doğru tuttu. Yanılmamıştı, az ilerde yeşil renkli bir mezar taşı mahzun bir edayla onu süzüyordu. Bu defa korkmadı, hatta içinde, 'Bu mezar neden mezarlığın dışında?' diye merak bile uyandı. Bir-iki adım daha yaklaştı. Ama bu mezar bozulmuştu, iki yanında toprak birikintileri yığılıydı. Yeni bir ürperti dalgası sardı bedenini. Mezarın içini görmemesine karşın, upuzun yatan ölünün yer yer etleri dökülmüş yüzü geldi gözlerinin önüne. Öte yandan aklı hâlâ mantıklı bir açıklamanın peşindeydi. Belki de bu mezar henüz ölmemiş biri için kazılmıştı. Neden olmasın? insanların ölmeden önce de mezarlarını hazırladıklarını biliyordu; iyi de, kazmakla hazırlamak arasında büyük fark vardı. Belki yeri alınır, hazırlıklar yapılırdı ama ölmeden mezar kazdırılır mıydı? Belki de bu mezarı aç kalmış vahşi bir hayvan açmıştı. Eğer öyleyse mezardaki ölüyü paramparça etmiş demekti. Doğrusu, böyle bir görüntüyle karşılaşmak istemezdi. Yine de merakı ağır bastı; cesaretini toplayıp el fenerini mezarın içine doğrulttu. Mezar gerçekten de boştu."

Kitabın Özeti :

Şehirden çok uzakta kendi halinde bir köyün tam ortasında büyük bir cem evi vardır. Karanlığın doldurduğu bir gecede cem evinde tören varken mezarlık duvarına bir cip çarpar ve gece ölüm kokan bu ses ile bölünür. Hayatı inişler ve çıkışlar ile dolu olan bir araştırma görevlisi bir gece yaşanan bu gizemi çözmek için çabalar fakat olaylar zinciri onu farklı bir yola sürükler.

Bir üniversite tarafından Alevi köyünde anket düzenlenecektir. Anketin içeriği kente göç olgusunu köy kültürü üzerindeki etkileridir. Köylüler tarafından anket reddedilir. Bunun üzerine Süha profesörü kasabadan getirmek için yola çıkar. Kötü hava koşullarından dolayı araba kayarak yoldan çıkar. Süha kendine geldiginde kendini mezarlıkta bulur. Etrafına baktığında yanında kazılmış fakat üstü kapatılmamış bir mezar görür. Bunun üzerine çok şaşırır ve oradan uzaklaşarak köy yolunu tutar. Köy meydanına ulaştığında kimseleri bulamaz. Oradan ilerleyerek bütün köylüleri bir cem evinde toplanmış görür ve onları dışarıdan izler. Cem evinde cenaze töreni yapılmaktadır. Ölen kişi İsmail'dir. İsmail kendisini önce Hak yoluna adayıp Bektaşi Tarikatına girip daha sonra buradan ayrılarak kendi dini görüşleri dogrultusunda yaşamasından dolayı köylüler ve sofular tarafından dışlanır. Bunun üzerine dayanamayarak intihar eder.

Cem evinde yapılan cenaze töreninde sofular İsmail'in dualanmadan defnedilmesini uygun görürler. İsmail'in ailesi buna direnmiştir. Ceset tabuta konularak defnedilmek üzere mezarlığa götürülür. Süha'da olayları arkadan izlemektedir. Bu sırada çamurlu yolda insanların ayaklarının kayması yüzünden tabut yere düşer. İsmail'in cesedi dışarı fılar. Buna orada bulunan dede müdahele ederek İsmail'in yüzünü açtıgında Süha'nın varlığı dikkat çeker. Süha'yla İsmail'in fiziksel benzerlikleri göze çarpar. Köylüler Süha'nın peşine düşer. Bu durumdan korkan Süha oradan kaçarak bir ağaçlık alana girer. Yere yığılır kalır. Arkasından biri onu oradan kaldırarak kamyona götürür. Süha kamyonda kendine geldiğinde bunun bir rüya olduğunu düşünür, fakat hepsi gerçektir.

Bu romanda Süha ile İsmail'in görüş açıları birbirine çok yakındır. Süha'da üniversite yıllarında inançları doğrultusunda ve kendi görüşlerinden dolayı üniversiteden atılarak belli bir kesim tarafından dışlandığından İsmail'in yaşamında kendini bulur.

İtiraf (İskender Pala) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : İtiraf

Kitabın Yazarı : İskender Pala

Kitap Hakkında Bilgi :

İntikam ve hırs…
İyilik veya kötülük…
Siyah ile beyaz…
Ve zıtların arasında savrulan hayatlar…

Konstantinopolis’in İstanbul’a dönüştüğü yıllar…
Hıristiyan hasımlarının Büyük Kartal diye andıkları Fatih’in, şehrine âlimleri davet etmekle kıvanç duyduğu, devletini ilimle ve sanatla yükseltmenin rüyalarını gördüğü, ulemanın tamamen özgür düşünceyi savunduğu, devletin yükseldikçe yükseldiği bir dönem…

Ve eşsiz şöhretlere sahip Osmanlı ulemasının arasına sızmış bir kâfir. İntikam ateşinde kavrulmuş kötülük dâhisi bir zihin. Molla Lütfi, Ali Kuşçu, Sinan Paşa, Bellini ve daha niceleri…
Kurbanlar, kurbanlıklar…

İtiraf her cümlesi hayretle ve merakla okunacak bir roman.

Kitabın Özeti :

Kitaptaki Molla Lütfi karakteri ilim ve sanat ehlini temsil ederken, Akbaba karakteri içinde biriktirdiği intikam hissiyle sürekli şeytanca fikirler üreterek Molla Lütfi’yi saptırmaya, yoldan çıkarmaya çalışan kötü zihniyeti temsil ediyor.

Ana karakterler arasındaki mücadelenin arka planında Fatih döneminde İstanbul’da kurulan Sahn-ı Seman medreselerini, bu medreselerdeki bilimsel hayatın nasıl olduğunu, o dönemde diğer coğrafyalarda neler yaşandığını, batıda başlayan Rönesans akımı ile sanatta ve estetikte zirve noktasına ulaşmış olan doğu dünyasının buluşmasını ve ülkeler arası rekabetleri görüyoruz.

kararı veriyor. Sinan Paşa’nın suçunun ne olduğu dönemin tarih kitaplarında kayda geçmemiş fakat ulema bu idam kararına karşı çıkıyor. Hepsi toplanıp ayak divanı talep ediyorlar, bugünün acil kriz masası gibi bir şey o dönemde ayak divanını toplamak. Ulemanın sözcüsü Fatih’e şunu söylüyor; “ Siz veziriniz olan Sinan Paşa’yı idam ettirebilirsiniz, devlet işidir karışamayız lakin medreselerimizde ders veren, alim olan Sinan Paşa’yı idam ettirirseniz ülkenizi terk eder gideriz.”

Yavuz Sultan Selim’in hocası Kemalpaşazade’ye yönelttiği “Tokatlı Molla Lütfi sizin üstadınızmış. Nasıl biriydi? İlim ve fazileti herkesçe bilinirken ölümü nasıl hak etti?” sualiyle başlıyor kitap. Bunun akabinde hikayenin kötü karakteri Ornio’nun Sultan’a on beş gün boyunca anlattığı itirafıyla devam ediyor.

Akbaba’nın gerçek adıyla Ornio’nun yolu Molla Lütfi ile 16. Yaş gününde hocanın verdiği bir vaazı dinlerken kesişiyor. Hocanın anlattığı Musa ile Hızır’ın yolculuk kıssası, Ornio’nun hayatını adadığı amaç için bir örnek oluşturuyor. Delinen bir gemi, öldürülen bir çocuk ve tabii ki tamir edilen bir duvar, bu üç öge yaptığı plan için ona bir mecaz olmuştu. Öldürülecek çocuk belliydi, Fatih Sultan Mehmet’i öldürecekti. Deleceği gemi Osmanlı Devleti’ydi. Aynı zamanda bu vaaz sırasında Molla Lütfi’nin saflığını ve bilgisini kendi kurnazlığı ile kullanabileceğini fark ediyor. Bunun üzerine örülecek duvar olarak Molla Lütfi’yi seçiyor. Akbaba’nın planı Molla Lütfi öldürülene kadar devam ediyor.

Birçok kez başarısız oluyor Akbaba, birçok kez dibi görüyor. Fakat yine de onu ayağa kaldıran Fatih Sultan Mehmet’i öldürme hedefi oluyor. Fakat bir gün beklemediği bir şey oluyor, Büyük Kartal ölüyor. İlk başta tüm ümitleri kırılacak gibi oluyor fakat sonra içinde bulunduğu duruma bakıyor. Hala batırılacak bir gemi olduğunu fark ediyor. Cem ve Beyazid yanlılarının birbirilerine düşmelerini sağlıyor. Yeniçerilere ihanet edilmesi ile anılan Karamanlı Mehmet Paşanın ölümüne sebep oluyor. Ardından arkasındaki kalabalığı da alıp Yakup Paşa’nın karşısına çıkıyor. İçten içe duyduğu asılsız iddiaların doğru olmasını umut ederek padişahın zehirlenip zehirlenmediğini soruyor. Fakat aldığı cevap eceli ile öldüğü olunca sinirlerine hâkim olamayıp kalabalığı galeyana getiriyor. Yakup Paşa’da öldürülüyor…

Fatih Sultan Mehmet’in ölümünün ardından Beyazid, İstanbul’a gelene kadar yağmalar sürmeye devam ediyor. Ardından yeni padişah tahta çıkıyor. Ornio, öldürülecek bir çocuk kalmasa da gemiyi delmeye kararlı bir şekilde planına sadık kalıyor. Beyazid babasının zamanında cezalandırdığı kişileri affedince, Molla Lütfi evine geri dönüyor ve bu Akbaba’yı amacına bir adım daha yaklaştırıyor. En azından o bu şekilde düşünüyor.

İntikam hırsı ile boşa harcanmış bir hayatın sonunda yapılan her şeyden pişman olunduğunun itirafı… Akbaba, tüm yaptıklarından sonra vicdanını ancak tövbe ederek rahatlatabilmişti. Fakat her şeye rağmen gelecek nesillere 3 leke bırakmıştı, intikamını almıştı.

Divanü Lugati't-Türk (Kaşgarlı Mahmut) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili, Özellikleri



Kitabın Adı : Divanü Lügati’t-Türk

Kitabın Yazarı : Kaşgarlı Mahmut

Kitap Hakkında Bilgi :

Divanü Lügati’t-Türk, Kaşgarlı Mahmud tarafından Bağdat’ta 1072 – 1074 yılları arasında yazılan Türkçe-Arapça bir sözlüktür. Türkçenin bilinen en eski sözlüğü olup, batı Asya yazı Türkçesi hakkında var olan en kapsamlı ve önemli dil anıtıdır. Eser Halife Ebul Kasım Abdullah’a sunulmuştur.

Kökleşik Arap Sözlük bilgisi ilkelerine göre hazırlanmış olan sözlük, Kaşgarlı Mahmud’un Türk boyları hakkındaki etraflı bilgisinin yanı sıra, Arap Dil bilimi konusunda da esaslı bir eğitim görmüş olduğunu gösterir.

Türkçenin önemli bir dil olduğunu anlatmak ve Araplara Türkçeyi öğretmek amacıyla yazılmıştır. Eser Türk lehçelerindeki harflerin alfabe sırasına göre düzenlenmiş ve eserde manaların iyi anlaşılması için örnek cümlelere yer verilmiştir.

Divanû Lügati’t-Türk bir sözlük olarak hazırlanmasına rağmen Türk sosyolojisi, psikolojisi, edebiyatı, gelenek ve görenekleriyle ilgili bilgi veren ve nesir parçaları, bazı vakalar çeşitli örneklerle zenginleştirilmiş bir ansiklopedi niteliği göstermektedir. Bu dönem ürünleri içerisinde Türk edebiyatının en eski yıllarına kaynaklık eden en önemli eserdir.

Mensur (düzyazı) bir eserdir. Bu yönüyle dönemin diğer eserlerinden ayrılır. Ancak eserin içindeki koşuk, sagu gibi örnek şiir parçaları nazma da yer verildiğini göstermektedir. Sekiz bölümden oluşan eserde 7500 kelime ve Arapça karşılıklarıyla bunların kullanıldığı örnek cümle veya şiirler; sagu, koşuk ve sav örnekleri; dilbilgisi kuralları ve o devirdeki Türk boylarını gösteren bir harita bulunmaktadır.

Kaşgarlı Mahmut, kelimeleri göçebe boylar arasında gezerek bizzat kendisi derlemiştir. Dilbilgisi kurallarına eserinde yer veren bir filolog; Türk boylarının etnik durumunu şemayla anlatan, Türk toplulukları hakkında bilgi veren bir etnograf; ayrıca Türk boylarının yerleşim alanını gösteren bir harita çizmiş olan ilk Türk haritacısıdır.

Kaşgarlı Mahmud, Divân-ı Lügati’t-Türk’e şöyle başlar;

Esirgeyen, koruyan Allah’ın adıyla

“Allah’ın, devlet güneşini Türk burçlarından doğurmuş olduğunu ve Türklerin ülkesi üzerinde göklerin bütün dairelerini döndürmüş olduğunu gördüm. Allah onlara Türk adını verdi. Ve yeryüzüne hâkim kıldı. Cihan imparatorları Türk ırkından çıktı. Dünya milletlerinin yuları Türklerin eline verildi. Türkler Allah tarafından bütün kavimlere üstün kılındı. Hak’tan ayrılmayan Türkler, Allah tarafından hak üzerine kuvvetlendirildi. Türkler ile birlikte olan kavimler aziz oldu. Böyle kavimler, Türkler tarafından her arzularına eriştirildi. Türkler, himayelerine aldıkları milletleri, kötülerin şerrinden korudular. Cihan hâkimi olan Türklere herkes muhtaçtır, onlara derdini dinletmek, bu suretle her türlü arzuya naili olabilmek için Türkçe öğrenmek gerekir.”

Kaşgarlı Mahmud’un 11. yüzyılda Balasagun’u merkez alarak çizdiği Dünya haritası o dönem Türklerinin yaşadıkları bölgeleri ve dağılımlarını göstermesi bakımından dikkate şayandır. Harita, Türklerin bulunduğu bölgeleri göstermek amacıyla çizilmiştir. Daire şeklinde olan haritanın çevresinde Doğu, Batı, Kuzey, Güney yönleri belirtilmiş, bazı deniz ve ırmaklar gösterilmiştir. Batıda işaret edilen yerler İdil boylarına, yani Kıpçakların ve Frenklerin oturdukları bölgelere kadar uzanır. Güney-Batıda Habeşistan’a, Güneyde Hint, Sint, Doğuda Çin ve Japonya’ya işaret edilmiştir.

Divanü Lugati't-Türk Özellikleri

- 11. yy'da (1072-1074) Kaşgarlı Mahmut tarafından yazılmıştır.
- Ebul Kasım Abdullah'a sunulmuştur.
- "Türk Dili'nin Toplu Sözlüğü" anlamına gelir.
- Türkçenin ilk sözlüğü ve dilbilgisi kitabıdır.
- 7500 Türkçe kelimenin Arapça karşılığı verilmiştir.
- Türk dilini Araplara öğretmek amacıyla ve Arapça olarak yazılmıştır.
- Yazar Türkçe kelimelerin karşılıklarını göstermiş ve bunu halk dilinden derlediği örneklerle açıklamıştır. Eserin asıl önemi, bu derleme metinlerden ileri gelmektedir.
- Türk boyları ve coğrafyası ile Türklerin örf ve gelenekleri üzerine önemli bilgiler vardır.
- Devrinin Türk dünyasını gösteren bir harita da esere eklenmiştir.

Divanü Lugati't-Türk, Karahanlı döneminden Kutatgu Bilig'ten sonra bize kalan ikinci önemli eserdir. Kaşgarlı Mahmud bin Hüseyin bin Muhammed tarafından hazırlanmış olan Türkçenin bilinen ilk sözlüğü Divanü Lugati't-Türk'tür. Yazar hakkındaki bilgilerimiz kendi kitabında yazdıklarıyla sınırlıdır. Bu bilgilere göre babasının adı Hüseyin'dir. Kendisinin Kaşgar'da doğduğu eserinden anlaşılıyorsa da Barsgan şehrini anlatırken kullandığı bir ifadeden babasının Barsganlı olduğu düşünülmektedir.

Divanü Lugati't-Türk'ün tek yazma nüshası vardır. Bu nüsha Diyarbakırlı Ali Emirî Efendi tarafından 1917 yılında bir sahaftan satın alınmıştır. Sözcüklerin anlamının yanı sıra verilen örnek cümleler, dörtlükler ve dilbilgisi bilgileri ile dönemin kültürü, dil ve ağız özellikleri hakkında da bilgi edinmemizi sağlamaktadır. Eserin içindeki dörtlükler hece vezniyle yazılmıştır. Çoğu 4+3 duraklı 7 heceli, kimileri ise 4+4 duraklı 8 hecelidir. Beyitlerin çoğu ise aruz vezniyledir.

Kaşgarlı Mahmud eserinde ifade ettiği şu sözle böyle bir sözlüğü yazmaktaki amacını dile getirmiştir:

"Türk dili ile Arap dilinin atbaşı beraber yürüdükleri bilinsin diye Halil'in Kitabü'l-Ayn'ında yaptığı gibi, kullanılmakta olan kelimelerle bırakılmış bulunan kelimeleri bu kitapta birlikte yazmak, ara sıra gönlüme doğar dururdu......".

Kaşgarlı Mahmud, Türkçenin İslamiyetten dolayı Türklerin bulunduğu coğrafyada önem kazanmış olan Arapçadan geri kalmadığını göstermeye çalışmış; sözlüğünde yer verdiği lehçeler arasındaki farklılıklar, şiirler, atasözleri ve deyimlerle bu amacını gerçekleştirmiştir.

Kaşgarlı Mahmut eserini oluştururken nasıl bir yol izlediğini şöyle ifade eder:

"Ben onların (yani Türklerin) en uz dillisi, en açık anlatanı, akılca en incesi, soyca en köklüsü, en iyi kargı kullananı olduğum halde onların şarlarını (şehirlerini), çöllerini baştan başa dolaştım. Türk, Türkmen, Oğuz, Çiğil, Yağma, Kırgız boylarının dillerini, kafiyelerini belliyerek faydalandım. Öyle ki, bende onlardan her boyun dili en iyi şekilde yer etti. Ben onları en iyi surette sıralamış, en iyi düzenle düzenlemişimdir".

Eserinde her lehçeye aynı derecede ağırlık vermemiştir. Örneğin yukarıda verdiğimiz kendi ifadesinde yer almasına rağmen eserde Kırgızların diliyle ilgili hiçbir bilgi yer almamaktadır.

İslamiyetin kabul edildiği dönemde meydana getirilmiş olan bu manzumeler üzerine eserin ilk yayımlandığı zamandan itibaren çalışmalar yapılmış ve şiirlerin hece ölçüsüyle mi aruz ölçüsüyle mi yazıldığı tartışılmıştır. Eserdeki manzumeler üzerine ilk yapılan çalışmalarda şiirlerin hepsinin hece ölçüsüyle yazıldığı görüşü hakimdir. Daha sonra başka araştırıcılar tarafından tam tersi görüş savunulmuş ve şiirlerin tamamının aruz vezniyle yazıldığı iddia edilmiştir. Sonuçta bu şiirlerin hem eski Türk halk şiiri örneklerini hem de XI. yüzyılda Karahanlılar çevresinde yetişen ilk müslüman Türk şairlerinin aruzla yazılmış eserlerinden alınmış manzum parçaları içerdiği, halk şiiri ve aydın zümre şiiri olarak iki kolda geliştiği ortaya konmuştur. Şiirlerde kullanılan nazım birimi ise beyit ve dörtlüktür. Divanü Lugati't-Türk'deki dörtlük ve beyitler madde başlarında verilen sözcüklere ilişkin örnekler olduğu için eserde dağınık halde bulunmaktadırlar. Bu manzum parçalar konularına göre bir araya getirilmiştir.

Divanü Lugati't-Türk'de geçen atasözlerinden bazıları şunlardır:

1- Erdem başı tıl "erdemin, edebin başı dildir" (I.107)
2- Kişi sözleşü, yılkı yıdlaşu "İnsan konuşarak, hayvanlar koklaşarak (anlaşır)" (III.104).
3- Yüzge körme, erdem tile "Yüze bakma, fazilet ara (yüzün güzelliğine çirkinliğine bakma fazilet ara)" (II.8)
4- İt ısırmas, at tepmes tème "İt ısırmaz, at tepmez deme; çünkü, bu onların yaradılışında vardır"
5- Buzdan suw tamar "Buzdan su damlar (huyu babasına benzeyen kişiler için söylenir)(III.123)
6- Tag tagka kawuşmas, kişi kişike kawuşur "Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur" (II.103)
7- Közden yırasa köngülden yeme yırar "Gözden ırak olan gönülden de ırak olur" (III.366)
8- Edgü er süngüki erir, atı kalır "İyi insanın kemiği erir, adı kalır" (III.367)
9- Beş erngek tüz ermes "Beş parmak bir değildir" (I.121)
10- Yazın katıglansa kışın sewnür " (İnsan) yazın çalışıp çabalayan kışın sevinir" (III.159)
11- Suw körmegünçe etük tartma "Suyu görmeden ayakkabını çıkarma" (III.426)
12- Alımçı aslan, berimçi sıçgan "Alacaklı aslan, borçlu sıçan (gibidir) (I. 75)
13- Tamu kapugın açar tawar "Mal (zenginlik) cehennemin kapısını (bile) açar" (III. 234)
14- Aç ne yemes, tok ne temes "Aç önüne konan yemeği (tamamiyle) yer, tok alan da aç kimseye neler demez" (I.79)
15- Kutsuz kudugka kirse kum yagar "Bahtsız, talihsiz kimse kuyuya girse üzerine kum yağar" (I. 457)
16- Awçı neçe al bilse adıg ança yol bilir "Avcı ne kadar hile bilirse (kurnazsa), ayı da o kadar kaçıp kurtulacak yol bilir" (I.332)
17- Etli tırngaklı adırmas "Et tırnaktan ayrılmaz" (I.77)
18- Kuş kanatın, er atın "Kuş kanatla, adam atla (kuş amacına kanadıyla, insan da atıyla) ulaşır" (I.34)
19- El kaldı, törü kalmas "Memleket kalabilir, bırakılabilir, ama töre bırakılmaz" (II.25)
20- Alplar birle uruşma, begler birle turuşma "Yiğitlerle savaşma, beylere karşı gelme" (I.182)

Şahname (Firdevsi) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili, Özellikleri


Kitabın Adı : Şahname

Kitabın Yazarı : Firdevsi

Kitap Hakkında Bilgi :

Şahname; İran’ın ünlü şairi Firdevsî’nin yıllar süren maceralar zincirinde kaleme aldığı 60 bin beyitlik dev bir manzum eserdir. Firdevsî ( d. 935, Tus – ö. 1020, Tus) Samanîler ve Gazneliler dönemleri İran edebiyatının önde gelen Fars şairidir. Firdevsî, Divan edebiyatını da derinden etkilemiş büyük bir İranlı şairdir.

Şahname, Doğu ülkelerinin ve bütün dünyanın en büyük destanlarından biridir. İran edebiyatının en önemli eseri olarak kabul edilen ve epik mesnevi biçiminde düzenlenmiş 60 bin beyitlik dev eser, kaleme alınıp tamamlandığında o dönemde adeta bir çığır açmış ve birçok eserin ortaya çıkmasına vesile olmuştur.

Tek şair tarafından yazılan en uzun epik eser olarak kayıtlara geçen ve masalımsı manzum bir destan olan Şahname’de tüm İran hükümdarlarından bahsediliyor. İranlı Yunus ile Turan kralı Efrasiyab arasındaki çekişmelerin çoğunlukla yer aldığı eserde, “Efrasiyab” olarak bahsedilen kişi aynı zamanda eserin başaktörü olan Türk hükümdarı Alp Er-Tunga’dan “şeytani güçleri olan bir kişi” olarak bahsediliyor. İran-Turan savaşı, eserin önemli bölümleri arasındadır. Şehname, aruzun “feûlün, feûlün, feûlün, feûl” kalıbıyla yazılmıştır. Yaklaşık 30 yılda tamamlanan nadir bir eserdir.

Firdevsî Kimdir?

İran’ın millî şairi olarak bilinen Firdevsî’nin asıl adı Ebu’l Kasım Mansur… 941 yılında dünyaya gelmiş. Bazı kaynaklarda doğum tarihi 932 olarak belirtiliyor. Firdevsî adı şaire babadan kalmış. Firdevsî’nin babası Mevlana Ahmet İbn-i Firhrettin, İran’daki Tus ırmağı kenarında büyük bir arazinin sahibiymiş. Aynı zamanda “Firdevsi” adında bir bahçenin de bahçıvanıymış. Bu bahçenin ismi şaire lakap olarak verilmiş. Firdevsî’nin çocukluğu hep ırmak kenarında suyun akışını izleyerek geçmiş. Ancak çocukluğu ve gençliği ile ilgili net bilgiler bulunmuyor. Şehname’nin yazılış sürecine ilişkin de kesin bilgiler içeren bir kaynak yok. Farklı kaynaklardaki bilgiler de birbirinden farklı ve çelişkili olabiliyor. Kısacası; mevcut kaynaklar, Şehname’nin yazılışı ve şairin hayatı hakkında net bilgiler sunamıyor.

Firdevsî’nin Dihkan soyundan bir ailenin mensubu olduğu yönünde genel bir kanı var. Dihkanlar, soylu, eğitimli ve sözü geçen ve ileri gelen ailelerden… Şehname’deki anlatım tarzı ve diline bakıldığında Firdevsî’nin iyi derecede eski Farsça ve Arapça kullandığı anlaşılıyor. Şairin şiir tarzından iyi bir eğitim aldığı da anlaşılıyor.

974 yılında Şehname’yi yazmaya başlayan Firdevsî, adeta bir tarihçi gibi rivayetler ve menkıbelerin peşine düşmüş. Genç yaşlarından itibaren eski gelenekleri toplayarak manzum olarak yazmak için uğraşmış. Tarihsel bilgileri şiir yeteneğiyle buluşturarak beyitler ortaya çıkan Firdevsî, o dönemde Arapça yaygın olmasına rağmen kendi dili ve kültürünü canlı tutmak adına bu dev eseri anadilinde kaleme almış ve sunmuş. Firdevsî, 1020 yılında hayata gözlerini yumduğunda, 81 yaşındadır.

Şehname’deki Olaylar ve Kahramanlar :


Şehname’de İslamiyet’ten önce yani İran’ın Arap egemenliğine girmeden önceki tarihinde yaşanan olaylar ve kahramanlardan bahsedilir. Firdevsî, Şehname’de İran’ın mitolojik efsaneleri ve halk arasındaki menkıbe ve rivayetlerden faydalanmış. Bilgi zenginliği ve şiirsel dokusuyla şairler için başyapıt niteliğindeki Şehname, dünya şiiri literatüründe destan türünün önemli klasikleri arasına girmiştir. Eser, birçok dilde çevirilerle edebiyat severlerin ilgisine sunulmuş.

Şehname’deki parçalardan bazılarının başlıklarından birkaç örnek şöyledir;

Tanrı'yı övüş, Hazreti Peygamber'i ve Ashâbını övüş, Sultan Mahmud'u övüş, Acem Padişahlarının ilki olup 30 yıl saltanat süren Keyûmers'in tahta geçmesi ve Ehrimen adlı ifritin onu kıskanması, Cemşîd: Saltanatı 700 yıldı, Rüstem'in Doğması, Efrasiyab’ın İran’a gitmesi, Efrasiyab’ın Nevzer’le yeniden savaşması,

Birinci Övün: Rahş'ın aslanı öldürmesi, Dördüncü Övün: Rüstem'in cadı karıyı öldürmesi, Efrasiyab’ın İran'a hücum etmesi, Rüstem'in Kavus'u alıp gitmesi, Keyhüsrev’in Tus’u Türklerle savaşmaya göndermesi…

Şehname’nin Gazneli Mahmud’a Sunulması

Şehname’nin, o dönemde Gazneli Devleti’nin hükümdarı olan Gazneli Mahmud’a sunulması sürecinde Firdevsî, her bakımdan büyük bir imtihan yaşamış. “Hindistan Fatihi” olarak da bilinen Sultan Mahmud, Buhara, Horasan, Herat, Belh, Büst ve Kabil gibi kentleri Samaniler’den alan bir hükümdardır. Hükümdar Mahmud, Şehname’yi tamamlaması için Firdevsî’ye maddi ve manevi destek olmuş, birçok imkân sunmuştur. Ancak Firdevsî’nin padişah Mahmud’a eserini sunmak için verdiği mücadele, rakiplerinin engelleri ve padişahın övgüsüne mazhar olmasına rağmen sonunda başına ödül konulan bir adam durumuna düşmesi ayrı bir efsane gibidir…

Firdevsî, eserini padişaha sunmak için meşakkatli bir yolculuktan sonra Gazne’ye ulaşır. Her fırsatta saraya girmenin ve padişaha ulaşmanın yollarını arar. Padişahla görüşmesi için de dönemin ünlü şairlerinin sınavından geçer. Firdevsî, şiir yeteneği ve tarihi bilgisini kullanarak sınavları başarıyla geçer. Tüm zorluklara rağmen Mahmud’un gözdelerinden biri olan Mâhek adında birine “Dâsitan-ı Rüstem ve İsfendiyar”ı verir. Mâhek, eseri Mahmud’a okur ve çok beğenilir. Bunun üzerine Mahmud, Firdevsî’yi görmek ister. Mahmud, Firdevsî’ye şiirler okutur ve tarihi bilgisinden faydalanır; Firdevsî’ye, kapısı kendi bahçesine açılan bir oda tahsis eder. Firdevsî, kimsenin girmesine izin verilmeyen odada huzur içinde çalışmalar yapar. Zamanla sarayın önde gelenleri ile tanışır, sevgi ve saygı görmeye başlar. Firdevsî’nin bu kadar rağbet görmesi rakiplerinin hoşuna gitmez ve sarayda da kendisine bazı zorluklar çıkarırlar.

Kendine özel odasında Şehname’yi yazmaya devam eden Firdevsî, parçalar tamamlandıkça padişah Mahmud’a sunar. Parçaları beğenen Mahmud, her beyit için şaire altın verilmesini emreder. Fakat Firdevsî, padişahın tahsis ettiği parayı eser tamamlandıktan sonra toptan almayı tercih eder. Şehname’den parçalar yazıldıkça dört bir yana kopyalarla dağıtılır ve Firdevsî’nin ünü giderek yayılır. Bu arada, sarayda da şairin Şiiliği üzerinden eleştiriler yapılır. Yazdıklarının “daha önce yaşanan olayların tekrarı” olduğu ve edebi metinler olmadığı iddiaları yayılmaya başlar. Bu dönemde yetmiş yaşına dayanan şair, 37 yaşındaki oğlunu kaybeder. Şehname’deki “Hüsrevi Perviz” parçasında oğlunun ölümünden de bahseder.

Firdevsî, seksen yaşına yaklaştığı yıllarda Şehname’yi tamamlayarak padişah Mahmud’a sunar. Mahmud, eseri çok beğenir ve Firdevsî’ye taşıyabileceği kadar altın verilmesini emreder. Veziri buna karşı çıkarak “aşırı cömertlik olacağını” söyler. Bunun üzerine Firdevsi’ye 60 bin beyitin karşılığı olarak 60 bin dirhem gümüş gönderilir. Bu sırada hamamda olan Firdevsî, gümüşleri getiren Ayaz’a padişahın “beyit başı bir altın” sözünü hatırlatarak çok sinirlenir ve gümüşleri Ayaz, hamamcı ve kapıdaki şerbetçiye paylaştırır. Ayaz’a da padişaha “bin bir emekle yazılan eserin yanında paranın değerinin olmayacağını” söylemesini ister.

Durumu öğrenen padişah Mahmud, kendisini küçük düşürdüğünü düşünerek vezire çok sinirlenir ve ağzına geleni söyler. Ancak vezir, “Firdevsî’nin padişahın gönderdiği bir hediyeyi kabul etmemesinin küstahlık olduğunu” söyleyerek Mahmud’un öfkesini Firdevsi’ye çevirmeyi başarır. Mahmud, şairin fillerin altında ezilmesini emreder. Durumdan haberdar olan Firdevsî, odasında Mahmud’u gözler. Görür görmez ayaklarına kapanarak, düşmanlarının kendisini yersiz kötülediğinden bahseder ve Mahmud’un öfkesini biraz bastırır. Ancak padişah, Firdevsî’nin Gazne’yi terk etmesini ister. Firdevsî, saraydan ayrılırken Ayaz’a bir tomar kâğıt verir ve bunu yirmi gün sonra padişaha sunmasını ister. Daha sonra Gazne’nin en büyük camisine giderek sultan mahfilinin duvarına şu satırları yazar: “Zâbilistan padişahı Mahmud’un bahtiyar sarayı bir denize benzer. Hem de, kıyıları görünmeyen bir denize. Eğer bu denize daldığım halde elime hiçbir inci geçirememişsem, kabahat denizde değil benim kötü yıldızımdadırl”

Firdevsî’yi saraydan yalnız Ayaz uğurlar; diğer şairler ve sarayın önde gelenleri çok istemelerine rağmen padişahtan korkularına şairi uğurlamaya gelemez. Ayaz, yirmi gün sonra Mahmud’a Firdevsî’nin verdiği kâğıtları sunar. Mahmud, af mektubu sandığı kâğıtta meşhur hicivle karşılaşınca büyük şaşkınlık ve öfke yaşar. Bunun üzerine Firdevsî’nin yakalanmasını emreder, başına ödül konulur; ancak bulunamaz.

Şair daha sonra birçok kent değiştirerek çeşitli maceralar yaşar. Ömrünün son günlerinde memleket hasretiyle Tus’a döner. Bir gün çarşıda gezerken bir çocuğun, Mahmud’a yazdığı hicivden, “Eğer padişah soyca padişah olsaydı, benim başıma altından bir taç giydirirdi!” satırlarını okuduğu sırada yere düşerek hayata gözlerini yumar.

Şehname’nin Edebiyata Etkileri :

Şehname, Doğu edebiyatları üzerinde ciddi etkileri olan bir eser. 10. yüzyılda Şehname’nin ünü o kadar yayıldı ki o dönemde benzer birçok eser ortaya çıktı. Hatta edebiyatta “Şehnamecilik” adında yeni bir akım başladı. Bu akımda şairler, eski olaylara dayandırdıkları eserlerinde güncel konulara da değinmeye başladı. Birçok şair, Şehname’de kahramanlar üzerinden farklı eserler ortaya koyarak bu geleneğin devamını sağladı. Bunlar genellikle Sistan bölgesinden yetişen kahramanların hayatlarını anlatan destanlardı. Samname, Behınenname, Gürşasbname, Ferâmurzname, Berzuname ve Cihangirname gibi eserler Şehname’den esinlenerek hayat bulan destanlardan bazılarıdır.

Şehname, Türk ve İslam edebiyatında da önemli akımlara yol açtı. Konularını tarihi şahsiyetlerden alan “İskendername” gibi romanlar ortaya çıktı. Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde Bursa’daki meddahların Şehname’yi ezberden okuduğundan bahseder. Osmanlı hanedanında ve halk arasında Şehname okuyan kimselere “şehnamehan” adı verilirmiş. Osmanlı’da da Divan edebiyatı eserlerinde Şehname kahramanlarından izler bulmak mümkün. Divan edebiyatından bazı şairler Şehname’yi Osmanlı Türkçesine tercüme ederek, manzum ve mensur eserler ortaya koymuştur. Klasik ve halk edebiyatlarında da çoğu masal, destan ve efsane türü anlatımlarda, Şehname’deki kahramanlar gibi bazı efsane ve destan kahramanlarından etkilenerek ortaya konulmuş eserlere rastlamak mümkün. Şehname akımı 14. yüzyılda yerini daha kısa epiklere bıraktı.

Firdevsî’ye Yapılan Eleştiriler ve Övgüler :

Firdevsî, iyi bir İran milliyetçisi… Bu sebeple dev eseri, İran hükümdarları başta olmak üzere dili ve kültürüne övgülerle dolu. İran’a ait her şeyin üstün ve eşsiz gösterilmesi Firdevsî’nin milliyetçilik damarının bir yansıması olarak görülüyor. Hatta Firdevsî eserini tamamladığında “Bununla İran milletini yeniden dirilttim.” demiştir. Bu sebeple Şehname’de İran milliyetçiliğini överek yaydığı ve Türk düşmanlığı yaptığı eleştirilerini almış. Eserde Turan kralı Efrasiyab olarak bahsedilen Türk hükümdarı Alp Er-Tunga, kimi zaman küçümseniyor, bazen de övgüler diziliyor. “Şeytani güçleri olan bir kişi” olarak bahsedilen Efrasiyab’ın, İskit (Bir İran kavmi) destan kahramanı olduğu yönünde bilgiler de mevcut.

Firdevsî’nin yaşadığı dönemde aralarında ateşe tapanların da olduğu İran hükümdarlarını övmesi eleştirilmiş. Firdevsî’nin eleştiriler üzerine eserine Hz. Muhammed’e (sav) ve ashabına övgüler eklediği konuşulur. Hatta eski Fars töre ve inançları ile İslamî hassasiyetleri çeliştirmeden işlemesi ve Osmanlı padişahları ile İran kahramanlarını özdeşleştirmesi de dikkat çeken noktalardan… Ancak yine de ülkesini yıllar önce işgal eden Araplara karşı hicivler kullanmaktan da çekinmemiş. Firdevsî’nin Araplara hırsıyla ilgili şu dizeler dikkat çekici: "Bir zamanlar çölde deve sütü ve kertenkele etiyle geçinen Araplar işi o kadar azıttılar ki, Key'lerin (eski Pars hükümdarları Keykubat, Keykâvus, Keyhusrev vb.) taçlarını istemeye başladılar. Tuu, senin yüzüne ey kahpe felek tuuu!"

Bunun yanında Firdevsî’yi; unutulmak üzere olan dilini dirilttiği; dağılan kalabalıkları toplayarak millet haline getirdiği; kendine tehdit olarak gördüğü hükümdarların ayağına giderek kültüründen ve ideallerinden haberdar ettiği için övenler de yok değil…

Şehname’den Derleme Alıntılar (Prof. Dr. Necati Lugal çevirisi)
Firdevsî, eserine, “Bu kitabın yazılışına akıl ve canı yaratan Tanrı’nın adıyla başlarım. Çünkü düşünce, ondan üstün bir Tanrı’nın varlığını kavrayamaz.” sözleriyle başlıyor ve devam ediyor:

“Akıl, Tanrı’nın sana verdiği bütün şeylerin en iyisidir. Aklı övmek, yürünecek en iyi yoldur.”

“Her iki cihanda da, ancak aklına yükselebilirsin. Aklı çürük olanın ayağı da bağlı olur.”

“Bilgi bir ağaç gibidir. Onun bir dalını görsen, kolay kolay köküne varılamayacağını anlarsın...”

"Sen İran’a uluların tahtına sahip olasın da, ben neden Türklerin kapısında köle olayım?”

“Türklerin komutanı, şiddetli bir yel gibi, olanca süratiyle hücumlar yaparak Minuçihr’in ordusunu kılıçtan geçirmeye başladı”

"Bundan sonra, Türkler bir ordu ile gelecek ve taçlarını Iran tahtının yanına koyacaklardır.”

“Hatırına, Simurg’un kanadı gelmişti. Buna çok sevindi ve koşup Sinduht’a müjdeledi.”

“Bir buhurdan getirterek içinde ateş yaktı ve orada Simurg’un kanadından küçük bir parça yaktı.”

“Bu, aslana benzeyen, pehlivan yapılı bir çocuktu; boylu boslu ve güzel yüzlü idi.”

“Kadın, erkek herkes şaşırıp kaldı; içlerinde, j böyle fil vücutlu bir çocuk gören yoktu.”

“Başındaki saçlar kırmızı ve yüzü de kan gibi idi; parlak güneş nasıl doğarsa, o da öyle doğmuştu.”

“Elindeki öküz kafası biçimli gürzünü başına öyle bir indirdi ki toprak, akan kanlarla, bir kaplan sırtı gibi renk oldu.”

“Zâl, bir aralık, savaş alanının tozları içinde Kelisad’a taslayınca, çelikten gürzünü kafasına indiriverdi.”

“Türklerin padişahı Efrâsiyâb, yeryüzünün, kendi ünlü pehlivanlarından boşaldığım haber alınca,”

“Duyduğu kederle, yüreği ateş kesildi. Ağlayıp sızladı ve yanaklarını ciğerinin kanlarıyla ıslattı:”

“Demek, ben Nevzer’i öldürmeyip sadece hapsetmekle yetinirken, öte yanda benim pehlivanlarım hakaret içinde öldürüldü ha!”

“Efrâsiyâb, Ağrires’in bu karışması ve yalvarması üzerine, o tutsakların canlarım bağışladı ve”

“Hepsinin, zincirli ve bağlı olarak, hakaret içinde, Sârİ’ye 'götürülmelerini buyurdu.”

“Bu iş de böylece halledildikten sonra, savaş hazırlığına başladı ve yeryüzü, atlarının ayakları altında, görünmez oldu.”

Muhakemetü'l Lügateyn (Ali Şir Nevai) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili, Özellikleri

Kitabın Adı : Muhakemetü'l Lügateyn

Kitabın Yazarı : Ali Şir Nevai

Kitap Hakkında Bilgi :

Ali Şir Nevai’nin yazdığı, Muhakemetü'l Lügateyn kelime anlamıyla “İki dilin kıyaslanması” anlamına gelmektedir.

Muhakemetü'l Lügateyn, Orta Asya edebiyatının Çağatay sahasının en önemli temsilcisi tarafından yazıldı. Neredeyse tek başına koca bir Çağatayca döneminin klasik dönemini oluşturan Ali Şir Nevai, sadece şair değil dönemin siyasetçisi ve aydınıdır. Dile olan düşkünlüğü de daha çok dönemin baskın dili Farsçanın şiir diline hakim olması ve Türk şairlerinin Türkçeyi bırakıp Farsça şiirler yazmasıyla ortaya çıktı. Kendi dönemindeki şairlere bir ders vermek, onlara Türkçeyle yazmanın bir aşağılık duygusu yaratmadığını ifade etmek için Muhakemetü'l Lügateyn adlı eserini yazdı. Ali Şir Nevai’nin bu son eseridir. Ölümünden bir yıl önce yazmıştır. Elbette şimdiki gibi bir bilim adamı titizliğinde oluşturmamıştır. Muhakemetü'l Lügateyn, etimolojiden ya da şimdiki teknolojinin velinimetlerinden habersizce, Türkçenin kıymetinin bilinmesi için yazdığı bir eserdir.

Neden Farsça ile kıyaslama yapılıyor?

1441 yılında doğan Ali Şir Nevai, 15.yy döneminde yaşamış bir alim. Bu yüzyıl önemli çünkü artık Türklük ve Müslümanlık birlikte anılır hale gelmiştir bu dönemde. Karahanlı dönemindeki acemi Müslümanlar gitmiş, yerini Arapçaya hakim, Arap ve Fars edebiyatında bir ekol oluşturacak kadar iyi olan bir Türk – Müslüman olgusu almıştır. Tabii her zaman olduğu gibi bir din asla sadece din olguları ile gelmemiş, dil ve edebiyatıyla da Türk düşünce ve kültür hayatını şekillendirmeye başlamıştır. 15.yy bu karmaşanın daha doğrusu Türlük – Müslümanlık çatışmasında dil olarak Müslümanlık dili olan Arapçanın ve edebiyat dili olarak da Farsçanın galip geldiği bir dönemdir. Türkçe hem Anadolu sahasında Osmanlı ulemalarınca hem de Orta Asya’da Çağatay üdebalarınca geri plana itilmişti. Ali Şir Nevai, Farsçanın Türkçeye üstünlüğünden değil; herhangi bir dilin Türkçeye üstünlüğünden ve bir Türk’ün anadilinden başka bir dilde eser vermesinden yakınmaktaydı. Ama karşılaştırmayı sadece Farsça üzerinden yapmasının nedenleri vardı.

Ali Şir Nevai, Muhakemetü'l Lügateyn eserinin başlangıcında dört büyük dilden bahseder. Hintçe, Türkçe, Arapça ve Farsça. Arapça, Allah kelamını taşıyan kutsal bir dildir; ayrıca Hz. Muhammed hadislerini de bu dille söylemiştir; bu yüzden Arapça herhangi bir dille kıyas kabul etmez. Türkçe, Farsça ve Hintçe için de bir hikayeden bahseder Ali Şir Nevai..

Ali Şir Nevai bu üç dili Hz. Nuh’un üç oğlu ile ilişkilendirir. Yafes Türkçeyi, Sam Farsçayı ve Ham ise Hintçeyi temsil eder. Ham, saygısız bir evlattır bu bakımdan Allah onun temsil ettiği kargacık burgacık bir hale getirip en zor anlaşılan dil yapmıştır. Bu bakımdan Türkçe ile Hintçenin yarıştırılamayacağı kanısına varıyor Ali Şir Nevai.

Nevai Farsça ile Türkçeyi kıyaslayacak yetkinlikte mi?

Bu soruyu daha Muhakemetü'l Lügateyn’in ilk sayfalarında yani takdim yazısında veriyor Ali Şir Nevai. 15 yaşından beri Farsça şiirler yazdığını, bu bakımdan Farsçayı kendi devrinden ondan daha iyi bilen kimse olmadığından bahsediyor. Ayrıca eserinin son kısmında anadilleri Farsça ve Türkçe olanların yazdıkları şiirleri ona getirdiği ve onun kendilerini düzeltmesini istediklerini belirtir. Bu bakımdan bu iki dil için otorite sayıldığını vurgular.

Muhakemetü'l Lügateyn’de sadece Türkçe ve Farsça mı Kıyaslanıyor?

Eserin genelinde dil kıyaslaması olsa da dil kıyaslamasından önce kültür karşılaştırması da yapıyor. Ona göre Türkler, Farslardan daha pratik, işlerini kolaylıkla halledebiliyorlar ve sorunlarını pratik zekalarını kullanarak çözüyorlar. Farsların ise bu konuda daha donuk olduğundan bahsediyor Ali Şir Nevai. Yine Türklerin, Farslara göre daha saf ve iyi yürekli olduğundan bahsediyor. Ayrıca Türklerin kavrama ve algılama yeteneğinin Farslardan daha yüksek olduğunun altını çiziyor. Ali Şir Nevai Muhakemetü'l Lügateyn’de Farsların ise kültür hayatı, fikir ve edebiyat hayatı, yönünden Türklerden çok daha üstün olduğunun altını çiziyor. Tamı tamına “ilim, marifet ve tefekkür” alanlarında Farslardan çok daha geride bir yerde konumlandığımızı dile getiriyor Nevai.

Muhakemetü'l Lügateyn nasıl bir eserdir?

Muhakemetü'l Lügateyn’de fiiller kıyaslanır. Türkçe 100 fiil ile Farsça 100 fiil kıyaslanır. Mesela Ali Şir Nevai, Türkçede ağlamanın 100 çeşidi vardır ama Farslar bir şekilde ağlar. Türkler bağırarak ağlar, zırlayarak ağlar, sessizce ağlar vs. Böyle ağlama çeşitlerini Farsların, Arapçanın yardımını almadan söyleyemediklerini de sözlerine ekler.

Muhakemetü'l Lügateyn’de Ali Şir Nevai fiillerden sonra, Türkçenin Farsçaya göre cinasa daha uygun olduğunu, ayrıca sesli harflerin de fazla olması nedeniyle daha kolay uyak yapılacağını dile getirir.

Söz dağarcığı meselesine de değinen Nevai, Türkçenin ihtiyaç halinde ekler sayesinde yeni kelimelerin çok kolay bir şekilde türetebildiğini ama maalesef Farsça için kelime türetmenin bu kadar kolay olmadığını vurgulamıştır. Bunun yanı sıra, Türkçenin akrabalık adları, kuş ve diğer av hayvanları ile hayvancılık terimleri, giyim kuşam hakkındaki sözcükler bakımından Farsçadan daha zengin olduğunu kanıtlamaya çalışmıştır ve bu dediklerini de tanık sözcüklerle desteklemiştir.

Ali Şir Nevai, Muhakemetü'l Lügateyn’de Türkçenin, şiir diline daha uygun olduğundan bahsetmiş ve bunun nedeni olarak da Türkçenin ünlüler sisteminin cinasa daha yatkın olduğunu göstermiştir.

Muhakemetü'l Lügateyn’in Önemi Nedir?

Muhakemetü'l Lügateyn’i iki bakımdan önemli bir eser olarak değerlendirebiliriz. Dil ve edebiyat bakımından dönemin edebiyat dünyasının ahvalini yansıtmaktadır. Ayrıca dönemde kullanılan Türkçeyle alakalı önemli bilgiler edinmekteyiz. Nevai, sözlüğünü tanıklarla desteklemeye çalışmaktadır.

Tarih bakımından Ali Şir Nevai yaşadığı dönem hakkında önemli ipuçları vermektedir. Ayrıca dönemin imparatoru Hüseyin Baykara ile olan münasebetini de buradan öğrenmekteyiz.

Muhakemetü'l Lügateyn, Kaşgarlı Mahmud’un yazdığı Divanü Lügatit Türk adlı eserinden sonra Türk dilinin başka bir dilden daha üstün olduğunu kanıtlamaya çalışan ilk eserdir. Bu bakımdan Divanü Lügatit Türk ile Muhakemetü'l Lügateyn karşılaştırılmalı çalışıldığında Türkçenin iki yüzyıllık zaman diliminde kaybettiği ve kazandığı sözcükler görülebilir.

Muhakemetü'l Lügateyn’de Yapılan Eleştiriler Bilimsel midir?

Dönemin dil incelemeleri Doğu ilim adamları tarafından genelde Kuran’ı anlamak üzerine yapılmaktadır. Günümüzdeki bilimsel yöntemleri bir kenara bırakalım, dilbilimsel olarak bir dilin zengin olması ya da başka bir dilin başka bir dile üstün olması söz konusu değildir. Kıyaslanacak bile olsa bu kıyaslamada aynı sözcük türleri kullanılmalıdır. Mesela Ali Şir Nevai, ağlamak fillerini sağlıklı bir şekilde kıyaslamamıştır. Ağlamak fillerini kıyaslarken “bağırarak, sessizce, içten içe (ağlamak)” ifadelerini kullanmıştır. Bunlar zarftır, fiili niteleyen sözcüklerdir ( daha ayrıntılı bilgi için Sözcük Türleri Nelerdir makalesine bakınız). İkisinin kıyaslanması doğru değildir.

Bir dilde akrabalık adlarının fazla olması ya da avcılık ile ilgili terimlerin fazla olması, daha fazla hayvan adının kullanılması tamamen dille alakalı bir durum değildir. Akrabalık adlarının ve avcılık terimlerinin fazla olması kültürel hayatla; hayvan adlarının fazla olması da coğrafî konumla alakalıdır. Eminiz Türkçede de çölle alakalı terimler azdır. Buna bakarak bir dilin başka bir dilden üstün ya da alçak olması gibi bir kanıya varamayız.

Son olarak Farsça ile Türkçenin dil aileleri ve dil yapıları birbirlerinden farklıdır. Farsça ile İngilizce aynı dil ailesine mensuptur mesela ve bükünlü dil ailesindendir ama Türkçe sondan eklemeli dillerdendir. Bu bakımdan zaten Farsça ile Türkçenin kelime türetmeleri kıyaslanamaz; iki dil ayrı dil ailelerindendir ve ayrı kelime türetme yolları vardır.

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...