26 Kasım 2019 Salı

Ağaç Diken Adam (Jean Giono) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Ağaç Diken Adam

Kitabın Yazarı : Jean Giono

Kitap Hakkında Bilgi :

Dünya üzerinde yüzbinlerce okura ulaşmış büyülü bir masal! Edebiyat tarihinde ağaç sevgisini anlatan en iyi öykü! Jean Giono'nun, dünya çapında ses getirmiş, tartışmalar yaratmış olan Ağaç Diken Adam'ı, yaşamının son otuz yılını, yüzlerce hektarlık çorak bir alanı tek başına yeniden ağaçlandırmaya adayan ve bunu başaran olağanüstü bir karakterin hikâyesi. Doğanın, insan emeğini nasıl da fazlasıyla ödüllendirdiğinin etkileyici bir kanıtı.Jean Giono'nun bu muhteşem öyküsü gerçek mi? Elzéard Bouffier gerçekten yaşadı mı? Fark eder mi?

Ağaç Diken Adam, Fransız yazar Jean Giono’nun 1953’te Amerika’da yayımlanan Reader’s Digest Dergisi’nin duyurduğu “Tanıdığım en olağanüstü karakter” teması için yazdığı bir öyküdür. Kitabın adından anlaşıldığı üzere hayatını ağaç dikmeye adayan sıra dışı bir karakteri anlatılmaktadır.

Kitabın Özeti :

Anlatıcı, Fransa’nın Provence bölgesinde Alplerin eteklerinde çıktığı bir gezintiye çıkar. Gezdiği yerlerde doğanın çoraklaştığına tanık olur. 1. Dünya savaşından hemen önce başlayan bu gezide bir çoban ile karşılaşır. Susuzluktan bitkin düştüğü bir anda kendisiyle suyunu paylaşan ve evinde misafir eden Elzéard Bouffier isimli bir çoban ile tanışır.

Elzéard Bouffier, sessiz ve kendi halinde yaşayan birisidir. Çobanın yaşadığı yerde başka insanlar veya evler bulunmamaktadır. Ancak çoban kendine öyle bir ev ve yaşantı kurmuştur ki sanki hayat normal seyrinde akıp gitmektedir. Anlatıcı, Çobanın yaşantısını ilginç bulur ve onunla birkaç gün daha birlikte zaman geçirir.

Elzéard Bouffier'in özenle meşe palamutlarını ayıklayışı ile başlar hikayesi. Elzéard Bouffier'in amacı Provence’nin çorak topraklarını ağaçlarla yeşertmektir. Elzeard Bouffer adlı çoban, her gün kilometrelerce yol yürüyüp hem koyunlarını otlatmakta hem de meşe palamudu toplamaktadır. Bir yandan da evinde çimlendirdiği palamutları gittiği yerlerde ekmektedir. Sadece bununla da kalmayıp bulabildiği ağaç fidanlarını aşılayıp çoğaltmaktadır. Anlatıcı, adamın neden böyle yaptığını anlayamamıştır. Sonuçta Elzéard Bouffier tek başına yaşayan biridir.

Anlatıcı, şaşkınlık ve hayranlık duygularıyla oradan ayrılır. 1.Dünya Savaşı başlar ve savaşa katılır. Terhis olduğunda aradan beş yıl geçmiştir. Aklında Elzéard Bouffier vardır ve tekrar ziyarete gider. Ağaçların boyunu geçtiğine tanık olur. Savaşın gölgesinde, savaşı umursamadan ağaç dikmeye devam etmiştir Elzéard Bouffier. On binlerce ağacın yemyeşil büyüdüğü o çorak arazi mucizevi bir değişime uğramıştır. Çobanın daha genç göründüğünü, üstelik her tarafın ormanla kaplı olduğunu, birkaç tane insanın ev kurduğunu görür.

Anlatıcı bundan sonra her sene Elzéard Bouffier’in yanına uğramaya başlar. Doğadaki değişimi ve bu değişimin insanlar üzerindeki etkisini görür. O çorak arazinin ümitsiz insanları yaşam enerjisiyle dolmuş, sağlıklı ve mutlu insanlara dönüşmüşlerdir. Birkaç yıl sonra tekrar ziyarete geldiğinde ise gözlerine inanamaz. Çünkü her şey değişmiştir. Bir insanın bir ağaç dikmesiyle başlayan macera zamanla doğaya, insanlara dokunmuş ve geriye mucizevi bir orman çıkmıştır.

“’Savaşı hiç umursamadım,’ dedi. Sükunet içinde ağaç dikmeye devam etmişti.” 

“Bir insanın kişiliğinin gerçekten olağanüstü yönlerini anlayabilmek için, eylemlerini uzun yıllar boyunca izleyebilme şansına sahip olmak gerekir. Kişinin eylemleri bencillikten tamamıyla arınmışsa, onu eyleme yönlendiren itki eşsiz bir yüce gönüllülük örneğiyse, hiçbir ödül beklemediği kesinse ve dahası yeryüzünde silinmeyecek izler bırakmışsa, işte o vakit gerçekten de, hataya yer bırakmayacak bir kesinlikle, unutulmaz bir insandan bahsediyoruz demektir.”
“Fakat değişim o kadar yavaş olmuştu ki bölgedeki değişiklik kimsede şüphe uyandırmamıştı. Yaban tavşanlarının ya da yaban domuzlarının peşine düşüp yükseklere çıkan avcılar, çok sayıdaki fidanı fark etmiş ama doğanın işidir diye düşünmüşlerdi. Bu nedenle bu adamın şaheserine kimse ilişmemişti. Bilselerdi, bozarlardı. Kimsenin aklına bile gelmemişti. Gelemezdi. Köylülerin ya da yetkililerin aklına, bir insanın eşi görülmemiş bir eliaçıklığı böylesi bir azimle sürdürebileceği nasıl gelebilirdi ki?”


Ağaç Diken Adam (Jean Giono) Kitap sınavı Yazılı Test Soruları ve Cevap Anahtarı için tıklayınız...

Altıncı Koğuş (Anton Pavloviç Çehov) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Altıncı Koğuş

Kitabın Yazarı : Anton Pavloviç Çehov

Kitap Hakkında Bilgi :

Çehov bir taşra kasabasındaki akıl hastanesinde geçen bu novellasında, eğitimli bir hasta olan İvan Dmitriç ile Doktor Andrey Yefimıç arasındaki felsefi çatışmaya odaklanır. İvan Dmitriç maruz kaldıkları adaletsizliğe, içinde yaşamaya zorlandıkları berbat koşullara karşı çıkarken, Andrey Yefimıç bunları görmezden gelmekte ısrar eder ve durumu değiştirmek için kılını bile kıpırdatmaz. Doktor sonunda içine düştüğü “felsefi” yanılgının farkına vardığında ise artık iş işten geçmiştir. Altıncı Koğuş, Rusya’nın ve ülkenin sorunlarıyla ilgilenmek yerine onları uzaktan izlemeyi tercih eden elit Rus aydınının “deliliği”nin simgesidir adeta.

Altıncı Koğuş, Russkaya Mısl dergisinin 1892 kasım sayısında yayımlandığında büyük ilgi görmüştü. Hatta Lenin’in de yapıtı okuduktan sonra dehşete kapıldığı, “Kendimi Alıncı Koğuş’a kapatılmış gibi hissettim” dediği rivayet edilir.

Kitabın Özeti :

Kitapta küçük bir kasaba hastanesinin doktoru ve hastanenin altıncı koğuşunda kalan akıl hastaları anlatılmaktadır. İvan Dmitriç eğitimli ve bilgili bir adam olmasına rağmen bu küçük kasabadaki akıl hastahanesinin altıncı koğuşunda kalan hastalardan biridir. Üstelik bu akıl hastahanesi bir akıllıyı deli edebilecek kadar ruhsuz ve bunaltıcı bir yerdir.

‘’Hastane avlusunda dul avrat otlarının, ısırganların, yaban kenevirlerinin çevresini bir orman gibi sardığı küçük bir ek bina bulunur. Bu binanın çatısı paslanmış, bacası yarı yarıya yıkılmıştır… duvarların önü ve ocağın etrafı tepeleme hastane hırdavatlarıyla dolu. Döşekler eskimiş ve lime lime olmuş sabahlıklar, pantolonlar, mavi çizgili gömlekler, kimsenin işine yaramayan yıpranmış ayakkabılar…’’

Bu hastalar oraya kapatılmış ve orada unutulmuş beş kişiden oluşur. Bunlardan birisi de aşırı bir anksiyeteye sahip Gromov’dur. Gromov savaşmaktan ve devamlı bir korku halinde olmaktan hırpalanmış ruhunu tıpkı bir anadaki gibi yansıtan solgun ve mutsuz bir yüzü olan devletten, hukuktan ve toplumdan çok korkan bir adamdır.

Doktor Andrey Yefimıç Ragin ise bu hastanenin ahlaksız bir kurum olduğunu düşünen ama düzelmesi için de hiçbir şey yapmayan, İvan Dmitriç’in bilgili ve akıl hastası olmadığının da farkında olan biridir. Zaten İvan doktoru ile sık sık felsefi, siyasi ve toplumsal konular üzerinde sohbetler etmekte hatta zaman zaman da tartışmaktadırlar. İvan’ın tüm sorunu aslında sert ve aksi bir kişiliğe sahip olmasıdır. Bu nedenle insanlar onunla iletişim kurmaktan çekinmekte hatta ondan uzak durmaktadır. Fakat Doktor Andrey onunla konuşmaktan ve tartışmaktan zevk almakta o nedenle de İvan ile sık sık tartışmaya girmektedir.

İvan Dmitriç toplumun baskı gördüğünü ahalinin bu baskı ve otorite yüzünden ezildiğini idia etmektedir. Ona göre toplum adaletsizlik, kötülük ve haksızlık karşısında kayıtsız kalmaktadır. Hatta Doktor Andrey’in de öyle olduğunu ima etmektedir. Doktor ise bu düşüncelere karşı çıkmaktadır. Toplumun yeterince özgür olduğunu savunmakta, durumdan hoşnut olmasa bile değiştirmeye kalkışamayacak kadar korkak birisi olduğunu belli etmektedir. Doktorun kendisi de aslında bu akıl hastanesinin içindeki deli sayılanlardan birisine dönüşmüştür.

“İnsan niçin ebedî değildir? diye düşünür. Bütün bu dimağ merkezlerine, dimağın bu girinti çıkıntılarına ne lüzum var? Bütün bunların toprağa kaybolması ve eninde sonunda arzın kabuğu ile beraber soğuyarak, nihayet milyonlarca yıl, manasız ve hedefsiz bir surette dünya ile beraber güneşin etrafında devretmesi mukadder olduktan sonra görme, konuşma, hissetme, deha neye yarar?“

İvan ise doktorla yaptığı tartışmalardan çok da hoşlanmazr ama doktorunu da kırmaktan çekinmektedir.

İvan insanların birbirlerine karşı sistematik baskılar oluşturduklarını düşünmektedir. Sistemin akıllı adamları içeri tıkıp gerçek delileri sokaklara saldığını iddia etmektedir.

“Evet, hastayım. Ancak siz de biliyorsunuz ki onlarca, hatta yüzlerce deli özgürce dışarıda dolaşıyor, çünkü cehaletiniz yüzünden onları sağlıklı olanlardan ayırt edemiyorsunuz. Neden ben ve bu zavallı insanlar, dışarıda dolaşanların yerine burada günah keçisi gibi oturmak zorunda? Siz, sağlık memuru, idare amiri ve bütün hastane güruhunuz; ahlaki bakımdan hepimizden ölçülemeyecek derecede aşağı konuşmasının. Neden burada siz değil de biziz? Mantık bunun neresinde?”

Kitabın Yazarı Hakkında Bilgi :

Anton Pavloviç Çehov (1860-1904): Büyük Rus tiyatro yazarı ve modern öykünün en önemli ustalarından olan Çehov, Rus Gerçekçilik okulunun önde gelen temsilcisidir. Taganrog’da dünyaya geldi. Lisede Yunan ve Latin klasiklerini temel alan bir eğitim gördü. 1879’da Moskova’ya giderek tıp fakültesine yazıldı ve 1884’te doktor oldu. Alacakaranlıkta adlı öykü kitabıyla 1887’de Rus Akademisi tarafından verilen Puşkin Ödülü’nü kazandı. Yaklaşık bin sözcükten oluşan komik kısa öykü türünü başlı başına bir sanat haline getirdi. Ancak 1888’de yayımlanan Bozkır adlı yapıtıyla komik öykülere sırt çevirmiş oldu. Önemli oyunları arasında Ayı (1888), Evlenme Teklifi (1889), Martı (1896), Vanya Dayı (1899), Üç Kız Kardeş (1900) ve Vişne Bahçesi (1903) sayılabilir.

Ben Kirke (Madeline Miller) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Ben Kirke

Kitabın Yazarı : Madeline Miller

Kitap Hakkında Bilgi :

NPR, Washington Post, Buzzfeed, People, Time, Amazon, Entertainment Weekly, Bustle ve Newsweek’e göre Yılın En İyi Kitabı

Goodreads okurlarına göre 2018’in En İyi Fantastik Kitabı

“Bu dikkat çekici hikâye sizi, Kirke’nin yaptığı bir büyü gibi etkisi altına alacak.”

- Mary Doria Russell, Serçe’nin yazarı

“Tek kelimeyle büyüleyici ve zarif anlatımıyla Ben, Kirke, kadın yaşamının sıradan ve de sıradışı bir hikâyesi.”

- Eimear McBride, Kız Natamam Bir Şeydir ‘ in yazarı

Ozanlar benden, –erkek– kahramanın karşısında diz çöküp merhamet dilenen bir kadın olarak bahsetti hep; ilaç katarmışım tatlı şaraplarına, büyüleyip domuza çevirirmişim hızlı giden gemilerin tayfasını, babaevini unutturur, sılaya kavuşmalarına müsaade etmezmişim. Ne demeli, kadınlara haddini bildirmek ozanların en sevdiği vakit geçirme biçimidir; yerlerde sürünüp ağlamazsak gerçek bir hikâye olmazmış gibi.

Ama yanılıyorlar, yanılıyorsunuz: Cadılık illa nefret, kıskançlık ya da başka türlü bir kötülükten doğmaz; ben ilk büyümü aşkımdan yapmıştım.

Ben, Helios’un kızı, Aiaie Cadısı Kirke. Hayatım boyunca trajedinin beni bulmasını bekledim. Bulacağından hiç kuşkum yoktu çünkü başkalarının hak ettiğimi düşündüğünden daha fazla arzum, isyanım ve gücüm vardı, yıldırımları üstüne çekecek şeylerdi bunlar. Ve bir gün, artık bu dünyaya dayanamayacağım, diye düşündüm.

Bunun üzerine denizin derinliklerindeki kadim bir tanrı seslendi: Öyleyse çocuğum, başka bir dünya yap.

Ben, Kirke’de Madeline Miller; Odysseus, İkaros, Minotauros, Prometheus ve Zeus gibi mitolojik karakterlerin binlerce yıldır anlatılagelen hikâyesini farklı bir bakış açısından sunmakla kalmayıp Olymposlu tanrıların dünyasını Homeros’un destansılığında aktarmayı başarıyor.

Kitabın Özeti :

Titanlardan olan Cadı Kirke aslında güneşi temsil eden Helios'un kızlarından biridir. Sesi o kadar çirkindir ki kimse onun konuşmasını sevmez ve istemez. Çirkin diye anlatılan Kirke'nin sesi insan sesidir. Çok fazla göz ardı edilen, alay edilen Cadı Kirke büyüye özel bir yeteneği olduğunu fark eder. Sonunda yaptığı büyüler cezalandırılmasına neden olur. Cezası bir adaya hapsolmak ve orayı asla terk etmemektir. Cadı Kirke bir Titan ve ölümsüz olduğu için de bu yüzyıllar boyunca bir adaya hapsolmak demektir.

Başlarda adasına gelen insanlara iyi davranmayı düşünse de sonrasında Cadı Kirke bu düşüncesinden vazgeçiyor...

Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu (Stefan Zweig) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu

Kitabın Yazarı : Stefan Zweig

Kitap Hakkında Bilgi :

Stefan Zweig Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu (Brief einer Unbekannten) adlı uzun öyküsünü 1920'li yılların ilk yarısında kaleme aldı. Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu'nun kadın kahramanını sadece uzun bir mektubun yazarı olarak tanıyoruz. Kadının hayatı boyunca sevmiş olduğu erkek için kaleme aldığı bu mektubun göndereninin adı yoktur. Mektubun başında tek bir hitap vardır: "Sana, beni asla tanımamış olan sana".

Kadın büyük tutkusunu hep bir bilinmeyen olarak, yani tek başına yaşamaya razıdır, bu aşk öyküsünde taraflar değil, sadece tek bir taraf vardır. Böylesine, gerçek anlamda aşk denilebilir mi?

Zweig okurunu, bir kez daha, insan psikolojisinde eşine pek rastlanmayan bir yolculuğa davet ediyor. Bu yeni yolculuğun sonunda "mutlak aşk" kavramının şimdiye kadar bilinmeyen kıyılarına varmayı amaçlamış olması da bir ihtimal!

Kitabın Özeti :

Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, tanınmış bir yazar olan R.’nin Viyana’ya dönmesiyle başlar. Bay R. Viyana’dan buraya bir apartman dairesine yerleşmiştir. Bir hayli dert çıkaran önceki kiracının yerine gelmesi nedeni ile binadakilerin hepsi bu duruma çok sevinmişlerdir. Bay R.’nin karşısındaki dairede yoksul bir hayat yaşayan on üç yaşlarında bir kız ile annesi oturmaktadır. Evin reisi, çocuk küçükken ölmüş anne ve kız birlikte yaşamaktadır.

R. bir geziden dönüp evine geldiğinde o günün doğum günü olduğunu fark etmiştir. Uşağı ona bir tepsi ile biriken mektupları bırakır. Bay R. ise mektupları incelerken bir mektup çok dikkatini çekmiştir. Bu uzun mektubun üzerinde gönderenin adı da yoktur. Bu mektup çocuğu ölmüş olan bir anneden gelmiştir. Mektup şu cümle ile başlar “Sana, beni asla tanımamış olan sana… Bu mektup sana ulaştığında ben hayatta olmayacağım“

Mektubu yollayan kadın bu mektubu anılarını anlatmak, yazara olan aşkını itiraf etmek ve ölmeden evvel hissettiklerini yazara ulaştırmak için yazmıştır.
Kadın, Bey R.’yi ilk tanıdığı günü anlatarak devam eder. Bay R.’nin karşı komşuları olduğunu, yazarı gizliden gizliye takip ettiğini, bazen de uşağına yardım etme bahanesiyle yazarın evine dahi girme imkânı bulduğunu, uşağa fark ettirmeden odasını dahi inceleyebildiğini yazmıştır. Kadının, çocuğunun ölümü ile başlayıp kendi ölümü ile sonlanan bir kesit arasına sığdırılmış hayatını anlatıyor. Kadın ilk gördüğü andan itibaren platonik bir biçimde adama aşık oluyor ve ondan ömrünün sonuna kadar vazgeçmiyor. Yazarın yaşam şeklinden etkilenmiş ve onu kafasında daha çok coğrafya hocasına benzetmiştir. Hiçbir sevgi göstermemesine karşın sadece bir iki kere adamla olmasını kendine lütuf sayarak yaşamaya devam ediyor. Ta ki çocuğu hayata gözlerini yumana kadar. Kadın, R.’den ona kalan en değerli hazineyi kaybedince bu mektubu yazmaya karar veriyor. Lakin kadın ölmemesi durumunda mektubu adama vermeme ve sonsuza dek susma kararı alıyor. Aslında kadın adamın hayatının her daim içinde olmasına rağmen yazar kadını asla hatırlayamaz. Her yıl kadın doğum gününde adama çiçekler yolluyor fakat adam kimin yolladığını merak dahi etmeden yaşıyor.

Oraya taşındığı günden itibaren ondan çok etkilendiğini, nerede görse nutkunun tutulduğunu, ter basıp heyecanlandığını, kısaca yazara âşık olduğunu da belirtmiştir. Fakat yazarın bunu asla fark etmediğinin de farkındadır. Bazı geceler kolunda bir kadınla eve geldiğini gördüğünde üzülmüş, yazarın kendisini fark etmesini istemiş ama yazar hiçbir zaman bu bunu fark etmemiştir.

Bir gün genç kızın annesi İnssbruck’tan gelen bir akrabaları ile evlenir ve anne ve kız İnssbruck’a taşınmaya karar vermiştir. O gece yazarı görebilmek için kapının yanındaki betonun üstünde yazarın ayak seslerini duymak için sabaha kadar beklemiş ama yazar o gece evine gelmemiştir. Günü gelince İnssbruck’a taşınmışlar İki yıl geçmiş ama kız oraya alışamamıştır. Bunun üzerine genç kız bir yolunu bulup tekrar Viyana’ya döner ve bir mağazada çalışmaya başlar.
On üç yaşında iken yirmi beş yaşındaki yazara aşık olan bu genç kız on sekiz yaşına kadar kimseye dönüp bakmamış ne bedeni ne de ruhunu bir başkasına yönlendirmemiştir. Çalıştığı mağazadan çıkar çıkmaz yazarın evinin önüne gelip hep onu beklemiştir. Birkaç gün sonra yazar o genç kızı fark eder ve genç kızı kahve içmek için evine davet eder. Kız nazlanmadan kabul etmiş, başka bir gün de yemek yemek için anlaşırlar. 

Sonunda genç kız hamile kalmış ama yazarın bundan haberi olmamıştır. Genç kız hamile kaldığının anlaşılması için çalıştığı mağazadan da ayrılır. Kimsesizler evine yerleşerek doğumu orada yapar. Hamile kaldığını yazara da söyleyemez, çünkü yazar ona inanmayacak ve kabul etmeyecektir. Onun çocuğu olduğuna inanmayacak işte o zaman da kadın çok üzülecektir. Böyle bir sahneyi yaşamamak için hamle kaldığını yazardan saklamıştır. Yazara şu notu da iletmiştir. “Çocuğuna iyi bir hayat sundum, nasıl mı? Kendimi sattım.“

Bebeği ile birlikte yoksul ve beş parasız kaldığı ve çocuğuna iyi bakabilmek için zengin adamlar ile birlikte olmaya başlar. Ama sadece onu seven erkeklerle birlikte olmuş, birlikte olduğu erkekler ona evlenme de teklif etmişler ama o bu teklifleri kibarca reddetmiştir.

Bu yıllar arasında bile yazarla birkaç kez karşılaşmışlar, yazarın kendisini tanıyacağını ummuş ama yazar onu hiç fark etmemiştir. Zengin erkeklerle birlikte olduğundan bakımlı ve arzulanır bir kadın da olmuştur. Bir defasında yazar kadından gözlerini alamamış, dışarıda da buluşmuşlardır. İş adamını orada bırakan kadın yazarın evine bile gitmiş ama yazar onu yine hatırlamamıştır. Kadın bu durum sonrasında çok perişan olmuş, ama yine hiçbir şey söylememiştir. Yazar bir seyahate çıkacağını ve dönüşte onu arayacağını söyleyerek kadınla vedalaşmıştır.

Kadın umutla beklemiş ama yazar onu hiç aramamıştır. Bu arada oğulları da vefat etmiştir. Bu olay sonrasında kadın, yazarın bu mektubu okurken artık kendisinin de hayatta olmayacağını yazmıştır.

Tüfek, Mikrop ve Çelik (Jared Diamond) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Tüfek, Mikrop ve Çelik

Kitabın Yazarı : Jared Diamond

Kitap Hakkında Bilgi :

“Bu kitap tüm kıtalardaki insanların on üç bin yıllık kısa tarihi. Herkes ve her şey anlatılıyor. Farklı kıtalardaki farklı toplumların farklı gelişmelerini ikna edici ve bilimsel bir şekilde açıklayarak ırkçı yaklaşımları yerle bir ediyor… İlk iki sayfayı okuduktan sonra elinizden bırakamayacaksınız.”
-Paul R. Ehrlich, Stanford Üniversitesi-

“Büyüleyici… İnsanlık tarihini anlamak için bir temel oluşturuyor.”
-Bill Gates-

“Büyük soruların ve büyük cevapların kitabı.”
-Yuval Noah Harari-

“İnanılmaz derecede kapsamlı bir kitap. Jared Diamond diğer birçok yazarın başaramadığını başarıyor ve altı yüz sayfa içinde tüm dünyanın tarihini başarılı bir şekilde anlatıyor. Son yıllarda insanlık tarihi hakkında basılmış en önemli ve okunaklı kitaplardan biri.”
-Nature-

“İnsanlık tarihi araştırmalarında ciddi ve çığır açıcı kitaplar ancak her nesilde bir geliyor. Tüfek, Mikrop ve Çelik de bu klasiklerin arasında yerini almaya hazır… Diamond teknolojiye olan hâkimiyetini geniş bir tarihsel kapsamla birleştiriyor. Yıllardır bu kadar özenli ve geniş kapsamlı bir kitap basılmamıştı.”
-Washington Times-

“Jared Diamond, bilimsel verileri herkesin anlayabileceği bir biçimde açıklıyor ve insanlık tarihinin nasıl geliştiğini merak eden herkesin ilgisini çekecek bir konuyu işliyor… Irkçı yanıtlara karşılık bilimsel temelli bir teori üreterek herkese büyük bir iyilik yapmış. İnanılmaz derecede ilgi çekici bir kitap.”
-Los Angeles Times-

Dünya üzerinde yaşayan bütün insanların 13.000 yıllık tarihi…

İnsanlık tarihi, devletler, savaşlar, keşifler, icatlar ve yeniliklerle doludur. İmparatorluklar kurulup yıkılırken, tarihin seyrini değiştiren, kıtaların kaderlerini belirleyen olaylar yaşandı. Ancak insanlık tarihi nasıl başladı ve nasıl şekillendi? Anadolu ve Orta Doğu coğrafyası tarihin akışında neden bu kadar önemli? Neden Avrasya’da atlar evcilleştirilebilirken Afrika’da zebralar evcilleştirilemedi? Neden Amerika kıtasının yerlileri Avrupa’yı istila etmedi de tersi oldu? Neden bazı toplumlar zenginken diğerleri fakir kaldı?

Tüfek, Mikrop ve Çelik, insanlık tarihinin en can alıcı ve önemli sorularını soran ve bilimsel kanıtlarla yanıtlayan muhteşem bir eser. Biyoloji, coğrafya, dilbilim ve tarih gibi birçok alandan yararlanarak yazılmış, “Batılı” koşullandırmalardan arınmış, geleceği gösteren bir tarih kitabı.

Dinlerin nasıl doğduğu, devletlerin nasıl kurulduğu, mikropların ve onlara bağlı hastalıkların nasıl oluştuğu, tarım ve hayvancılığın hayatımızdaki önemi, yazının neden icat edildiği, insanoğlunun teknolojiyi nasıl ve neden geliştirdiği, insanlık tarihinin temellerinin neler olduğu ayrıntılarıyla bu kitapta inceleniyor.

Ve tüm hikâye bundan 13.000 yıl önce Orta Doğu’da yaşayan bir insanın bir buğday tanesini toprağa ekmesiyle başlıyor.

“Sanatsal, bilgilendirici ve eğlenceli… Bir konunun daha önce akla hiç gelmemiş yönlerini aydınlatan bir pencere görmek gibisi yoktur ve Jared Diamond da tam olarak bunu yapmış.”
-William H. McNeil, New York Review of Books-

“Bu kitabın kapsamı ve açıklayıcı gücü inanılmaz.”
-The New Yorker-

“Tüfek, Mikrop ve Çelik’te açıkça görebiliyoruz ki, hiçbir bilim insanı sosyal meseleleri Jared Diamond kadar açıkça ve rahatlıkla anlatamıyor. Bu inanılmaz derecede başarılı kitapta biyoloji ve tarih bilimlerini birleştiren Jared Diamond insan durumunu hiç olmadığı kadar derinlemesine anlatıyor.”
-Edward O. Wilson, Harvard Üniversitesi-

“Sahip olanlar ve olmayanlardan oluşan dünyamızın nasıl oluştuğunu açıklayan nefes kesici bir kitap. Daha önce hiç bu kadar büyük bir uzmanlık ve şefkatle işlenmemiş bir konu.”
-The Times-

“Fevkalade ve ikna edici bir kitap. Kapsamı ise inanılmaz.”
-Observer-

“Bu kitap beni Orta Çağ savaşlarını araştıran bir tarihçiden insanlık tarihi öğrencisine dönüştürdü.”
Yuval Noah Harari-

“İlgi çekici ve aşırı derecede önemli… Bu kitabın bir özetinin çıkarılması ona haksızlık olur.”
-David Brown-

“En temel düzeyde insanlık tarihini merak eden herkesin ilgisini hak ediyor. Zirvede bir eser. Diamond insanlık tarihinin mantıklı ve kanıtlara dayanan bir öyküsünü yazmış.”
-Thomas M. Disch-

Kitabın Özeti :

Birinci Kısım

Cennetten Cajamarca'ya

İnsanlığın evrim süreci ve dünyaya üzerinde nasıl yayılım gösterdiğinden bahsedilmektedir. İnsanın kadim zamanlardan bu yana evrimselleşmesi, bilhassa fiziki özelliklerinin gelişimi hakkında önemli bilgiler aktarmaktadır. Diamond'a göre ilk insanın ortaya çıkışı 7 milyon yıl önce bugünkü Afrika kıtasında gerçekleşmiş ve insanoğlu geçen zamanla birlikte Afrika dışındaki kıtalara da yayılını sürdürmüştür.

Evrim teorisine bağlı kalarak yorumlanmış ve insanın, insana benzeyen maymun akrabalarından evrilerek türediğinden bahsedilmiştir. Homo Erectus, Homo Neandarthel ve bugün bizlerin içerisinde bulunduğu Homo Sapiens gibi insan türlerinden yine bu bölümde sıkça bahsedilmektedir.

İnsanların gezegenimizdeki kıtalara hangi zamanlarda yayıldığı sorusu yanıtlanmaya çalışılmıştır. Buna göre insanlar 7 milyon yıl önce Afrika, 1.000.000 yıl önce Asya ve Güney Asya’ya, en geç 500.000'de Avrupa’ya, 40.000 önce Avustralya’ya, 20.000 önce Sibirya’ya ve 11.000 yıl önce de Kuzey ve Güney Amerika’ya yayılmışlardır.

Chatham Adaları'nda 1835 yılında meydana gelen bir felaketten bahseden yazar, burada adada yaşayan Morioriler ve onların adalarına saldırıp buradaki insanları öldüren ve yiyen Maoriler'den bahsediyor. Burada her iki topluluğun da MS. 1000 civarında Yeni Zelanda’ya yerleşen Polinezya çiftçilerinin torunları olduğu ancak zamanla birbirlerinden ayrılıp farklı şekilde gelişen bu toplulukların arasındaki gelişim düzeyleri vurgulanmıştır. Aynı zamanda Morioriler'den daha savaşçı oldukları görülen Maorilerin yaptıkları katliamları yalnızca kendi gelenekleri olarak değerlendirmeleri de göze çarpmaktadır. Bu anlatımda aslında aynı soydan gelinmesinin gelişmişlik düzeyini eşdeğer tutmayacağını gelişmişlikte tamamen çevresel faktörlerin ve hayat şartlarının etkin olduğu belirtilmiştir. Eğer böyle olmasaydı aynı soydan geldikleri kabul edilen Morioriler ile Maoriler'in aynı yapısal özellikleri barındırmaları gerekirdi.

Batı medeniyetinin Yeni Dünya ile karşılaşması anlatılmıştır. İspanyol komutan Pizarro'nun 168 askeriyle kralları Atauhalpa önderliğindeki kalabalık İnkalara (80 bin kişi) karşı Cajamarca'da aldığı galibiyet anlatılmaktadır. Sayısal olarak bu kadar az olmalarına karşın İspanyolların İnkalar karşısında nasıl galip geldikleri anlaşılmaya çalışılmaktadır. Pizarro'nun sayısı binlerle ifade edilen düşmana karşı tek bir kayıp vermeden nasıl başarılı olduğu ve hatta düşman kralı Atauhalpa'yı nasıl esir aldığı burada üzerinde durulan hususlar olmuşlardır. Bu bölüm özelinde İspanyolların İnkalar'dan hangi alanlarda üstün oldukları saptanmaya çalışılmıştır.

İkinci Kısım

Yiyecek Üretiminin Başlaması ve Yayılması

Yiyecek üretiminin toplumların gelişmik seviyeleri üzerine olan etkilerinden bahsedilmiştir. Ayrıca yiyecek üretimiyle Avrupalıların Amerika kıtasını ele geçirebilmesi arasında bir ilişki kurulmaya çalışılmıştır. Batı toplumunun dünya üzerinde kendisine oranla daha geri kalmış topluluklara karşı nasıl üstün geldiği konusu üzerinde durulmuştur.

Dünya üzerinde salt tüketimden üretime geçiş M.Ö. 8500 civarında Bereketli Hilal olarak adlandırılan coğrafya üzerinde gerçekleşmiştir. Bundan sonra tüketimin yanında üretim de insan yaşamının önemli bir parçası haline gelmiştir. Bu dönemle birlikte tarım gelişmeye başlamış, ki bu da toplumların gelişmişlik düzeyini arttıran önemli bir unsur olmuştur. Tarımsal üretim ve bunda sağlanan verim neticesinde özel mülkiyetler oluşmuş, verim alınan topraklar sahiplenilip etrafı çevrilmiş, bunların sayıları artmış ve bu da toplu yaşama bilincini meydana getirmiştir. Neticede şehirler kurulmaya devletler oluşmaya başlamıştır. Avcı-toplayıcı dönemden yiyecek üretimine geçiş dönemi hakkında bilgiler aktarılmaktadır. İlk bitkiler ve bunların nasıl yetiştirildiği konusu üzerinde durulmakta ve hayvanların evcilleştirilmesi konusundan da bahsedilmektedir. İlk evcilleştirilen hayvanlar ve de bunların evcilleştirildiği coğrafyalardan da bahsedilmektedir.

Üçüncü Kısım

Yiyecek Üretiminden Tüfeklere, Mikroplara ve Çeliğe

Çiftçilerin toplumlar nezdindeki öneminden bahsetmiş ve salgın hastalıkların tarihsel olayların şekillenmesinde doğrudan etkilerinin olabileceğinden de söz edilmiştir. Tarihin şekillenmesinde savaşlar kadar hastalıkların, salgınların da etkisi büyüktür.

Mikrop nedir, nasıl yayılır gibi sorulara yanıt aramış, mikropların toplumları nasıl etkilediği konusu üzerinde de ayrıntılı bir biçimde durmuştur. Ona göre mikrop normal yaşam esnasında insanlar arasında hızla yayılabilmekte buna ek olarak hastalıkların genetik yoluyla da insanlar üzerindeki etkileri sürebilmektedir. Ayrıca tarihin belli bir döneminde yaygın hastalıklara maruz kalan toplumların sonraki yıllarda hastalıklara karşı olan dirençlerinin hiç hastalık yaşamamış toplumlardakine göre daha yüksek olduğundan yazar eserinde söz etmiştir.

Yazının tarihteki öneminden ve yazının da etkisiyle yapılan icatlardan söz ediyor. Bilhassa antik dönemde farklı coğrafyalarda kullanılan yazı biçimlerinin özelliklerinden söz edilmektedir. Yazı bilindiği üzere Mezopotamya’da ortaya çıkmış ve etkileşimde bulunduğu yakın çevreyi de etkileyerek yeni çeşitlerinin ortaya çıkışına da örnek oluştur. Bu yazıdan etkilenen bölgeler buradan aldıkları yazıyı kopyalayarak, geliştirerek, değiştirerek kendi ihtiyaçlarına uygun yazılar geliştirmişlerdir. Bu kısımda bu konu hakkında önemli bilgiler yer almakta yazının toplumların gelişmesindeki büyük öneminden söz edilmekte ve aslında bir yazı türünün sadece ortaya çıktığı coğrafya içerisinde kalmadığını ve yakın coğrafyaları da etkileyebildiğini yazarın anlatımına bakarak anlayabilmekteyiz.

Phaistos diskinin bulunuşu ve gizemlerinden bahsediliyor. "Farklı kıtalarda teknoloji niçin farklı hızlarda gelişti?" veya bunun yanında şöyle bir soru da sorulabilir "Bazı topluluklar çok ileri bir teknolojiye erişmişken neden bazı toplumlar teknolojik ve yaşam standartları olarak ilk sıradakilere oranla geri kaldılar?" bunlar önemli sorular ve yine bu sorular aslında dünya üzerinde günümüzde bile var olan gelişmişlik düzeyi noktasındaki farklılıkların nedenlerinin anlaşılabilmesini sağlayacak türden sorular olarak da değerlendirilebilir.

Dördüncü Kısım

Beş bölümde Devri Alem

Avustralya yerlileri ile Papua Yeni Gine'deki yerlileri kıyaslıyor. Neden Amerika'daki yerlilerin Afrika ve Avrasya'da yaşamış olan yerlilerden daha ileri seviyede olduğu sorusunun yanıtını arıyor. Yeni Gine ve Avustralya yerlileri arasında derin bir karşılaştırma yapıyor. Yeni Gine'dekilerin aslında Avustralya'dakilerden daha ileri olduklarını söylüyor. Ancak bu ileriliğin elbette Avrupa ile kıyaslanamayacağını da sözlerine ekliyor. Avustralya civarında yer alan eski Pasifik ulusları hakkında kitabın başından itibaren değerli bilgiler aktarılıyor.

Çin'in nasıl günümüzdeki haline geldiği sorusunu yanıtlamaya çalışıyor. Bunu yaparken bu ülkenin coğrafi yapısı, akarsuları ve iklimi hakkında bilgiler veriyor. Çin'in nüfus yapısı, tarihi ve ülkede konuşulan diller hakkında da bu bölümde bilgiler aktarıyor. Pasifik Okyanusu'nda yer alan Polinezya'nın özellikleri ve buradaki insan yayılımlarından bahsediyor. Avrupa toplumlarının Amerika’yı keşfi, buraya gelişleri, yerli halkın yok olması ve bölgenin istilasından bahsediyor. Peki bütün bunlar nasıl oldu? Avrasya ile Amerika kıtalarındaki toplumların farklı gelişimlerindeki faktörler nelerdir? Eserin yazarı Diamond önceki bölümlerde olduğu gibi bu kısımda da bu konuya açıklık getirmeye çalışıyor. Afrika kıtasının yapısından ve kara kıtadaki insan yayılımından da söz ediyor.

Sondeyiş

İnsanlık Tarihinin Bir Bilim Olarak Geleceği

Bereketli Hilal, Hindistan veya Çin topluluklarının Amerika ve diğer bilinmeyen bölgeleri keşfedip, buraları sömüremeyipte, bunu Avrupa'nın başarabilmesinin nedenleri üzerinde de durmuştur. Çin'in eski devirlerdeki teknolojik üstünlüğünü sonraki çağlarda neden kaybettiğini ve Avrupa'nın nasıl üstünlüğü ele geçirdiği konularına da bu kısımda değinmiştir.

Japonların dil ve kültürlerinin yapısı ve bunun komşularıyla olan farklılıklarından bahsetmiştir. Japonların atalarının günümüzde yaşadıkları adaya nasıl geldikleri ve uygarlıklarının burada ne şartlarda geliştiği ve en önemlisi de kökenlerinin kimler olduğunu incelemektedir.

İrade Terbiyesi (Jules Payot) Kitabın Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : İrade Terbiyesi

Kitabın Yazarı : Jules Payot

Kitap Hakkında Bilgi :

Cemil Meric'in "Disiplin içinde çalışmayı bu kitaptan öğrendim." diye tarif ettiği "İrade Terbiyesi" İlk yayımlandığı tarihten itibaren pek çok dile çevrilmiş ve tembellik, isteksizlik gibi huylardan kurtulmak isteyenlerin başucu kitabı olmuştur.

Kitapta bilhassa gençlere ve zihnini kullanarak çalışanlara hitap eden Fransız profesör kendi hayatından aktardığı örnekleri ve başka düşünürlerin tespitlerini de kullanarak insanın irade zayıflığıyla nasıl mücadele etmesi gerektiğini anlatıyor. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil Gençlerle Başbaşa kitabında şöyle demektedir: "Mösyö Girard bize bir kitap tavsiye etti ve mutlaka okumamızı söyledi. Bu, Aix-Marseille Üniversitesi rektörü Jules Payot'un "İrade Terbiyesi" adlı kitabı idi. Ertesi gün şehre İnerek kitabı aldım, ihtiyar bir meşenin dibine oturarak İrade Terbiyesi'ni okumaya koyuldum. Okudukça içimde tahassür ve nedametle karışık müphem bir acı duymaya başladım. Kendi kendime, ah bu kitap on sekiz yirmi yaşlarımdayken elime geçmeliydi diyor ve geciktiğim için üzülüyordum."

Birinci Bölüm :

Mücadele Edilecek Düşman: İsteksizlik

"İmparator Caligula Romalıların kafalarını tek hamlede koparabilmek için bir tane başlarının olmasını isterdi. Düşmanlarımızla baş edebilmek için buna benzer bir arzuya kapılmamız faydasızdır. Ancak yine de tüm başarısızlıklarımızın neredeyse tek sebebi vardır. O da irade zayıflığı. Çaba göstermekten ve özellikle süreklilik gerektiren bir çabadan korkarız. Rahata düşkünlüğümüz, tembelliğimiz gibi insani huylar tıpkı yer çekimi kanunu gibi doğaldır.

Gerçek şu ki kararlı bir iradenin karşısında ancak devamlı bir güç durabilir. Tutkularımız ise doğası gereği geçicidir; ne kadar şiddetli olursa bir o kadar kısa sürer. Takıntı haline gelen ihtiraslar haricinde tutkuların sık oluşu düzenli bir çabanın yerini tutabilecekleri anlamına gelmez.

Ancak hantallık, rehavet, tembellik veya aymazlık diye adlandırılan huylarımız süreklilik arz eder. Bu huylarımıza karşı yapılacak düzensiz mücadele, mücadeleyi tekrar etmekten başka bir şeye yaramaz, sonunda başarılı da olunmaz."


Kitabın Özeti :

İrade zayıflığı, başarısızlıkların sebeplerinden biridir. İnsan çaba göstermekten ve özellikle süreklilik gerektiren çabadan korkar. Kararlı bir iradenin karşısında ancak devamlı bir güç durabilir.

İlk yıllarda etkin bir şekilde çalışmak kişiyi zorlayabilir. Ancak kısa zaman sonra zihni çaba, araştırma gerektiren işler zamanla alışkanlığa dönüşür.

Gençlerde en çok rastlanan zaaf uyuşukluk ve isteksizliktir.

Mücadele etmeden mutlu olunmaz, her mutluluk az çok çaba ister.

Az da olsa düzenli ama sürekli olan çalışma, uzun molalar içeren yüksek eforların toplamından daha güçlüdür ve değerlidir. Tembel ise anlık büyük çabalar sonrası uzun dinlenmeleri tercih eder.

Düzenli çalışma tek hedefe yönelik olmayı gerektirir. İrade, gösterilen çabanın çokluğundan ziyade tek amaca yönelik olmasıyla kendini belli eder.

Nicelik değil nitelik önemlidir. Zihni tembellik bütün öğrenme mekanizmasını ağırlaştırır.

Gayretin amacı düzenli ve süreklilik gerektiren bir dikkat göstermeye çabalamak olmalıdır.

İradeye hakim olmayı güçlendirmenin yolu kendimize günlük vazifeler belirlemekten geçer. Bu sayede günlük birkaç saat sarf edilen çaba alışkanlık haline getirilebilir.

Bir fikrin veya duygunun içte canlanması ve yerleşmesi için samimi olunması, devamlı olması ve tekrar etmesi gerekir.

İrade üzerinde hakimiyet kurabilmek için hayata dair planlarımızın olması gerekir.

Kişi tembellik yüzünden kendini bırakırken ortamın da ahlaki açıdan korunaksız hale gelmesine sebep olur. İhtiras insanın gözünün kör olmasına, beyninin kararmasına sebep olur. İnsanlığımızı, gururumuzu, benliğimizi bizden alır; devam ettiği sürece hayvanlar gibi yaşanır.

Tembelliğe sebep olan psikolojik tüm güçler bize zarar verir, aksi yönde çalışan güçler ise bize fayda verir.

Gençler için hastalıklara, kötülüklere karşı beraber göğüs germekten daha değerlisi yoktur. Yaşam ilerledikçe sevgi ve mutluluk artar.

Başarıyı ne kadar istersek o kadar sebatkar çaba sarf etmek gerekir. Öncelikle kontrolü kolay olan durumlarla baş etmekte fayda var.

Uykuyu dengelemek, yorgun düşünce uyumak, uyanır uyanmaz kalkmak gerekir.

Sabah uykuyu uzatmaya neden olan çok yumuşak yataklardan kaçınmak gerekir.

Ayrıca öğrenciler yediğine dikkat etmeli, yağlı yiyeceklerden, aşırı etten uzak durmalıdır.

Temiz hava olan yerlerde bulunmaya gayret etmelidir.

Uzun süre oturma pozisyonunda durmaktan sakınmalıdır. Ara sıra odasını havalandırmalıdır.

Seçilen arkadaşlara dikkat etmelidir.

Zamanın yetersizliğinden şikayet edilir oysaki zaman planlandığında yeterli olacaktır.

Uyuşukluk aslında istektedir, zihinde değil. Çünkü sabah uyandıktan sonra uykulu halinden kurtulmak isteyen kişi hemen açılır. Çünkü zihin çabuk açılır.

İnsanlar ikiye ayrılabilir bu konuda:

1- İstekli, ciddi şekilde harekete geçenler.
2- Zayıf iradeli, harekete bir türlü geçemeyenler.

Meşguliyeti olmayan beyin kısa zaman sonra gereksiz şeylerle ilgilenmeye başlar. Zevkler bile eziyete dönüşür, çünkü hareketsiz bir yaşam keyif vermez.

İnsanın hayattan zevk alabilmesi için bir çabası olmalıdır. Bir işi başarmanın verdiği his insana öz güven katar ve mutlu olmasına sebep olur. Çabanın sürekli olması için de devamlılık gerektiren çalışmalar yapılmalıdır.

Az da olsa sürekli olan işler irade terbiyesinde önemli rol oynar. Mutluluğun sırrı aklı ve duyguları yönetebilmekten geçtiğine göre mutluluğun felsefe taşını keşfetmiş oluyoruz.

Çalışmanın verdiği mutluluk basit bir mutluluk değildir. Çalışma sadece hayatın tadını kaybetmesine, ulaşılamaz bir hayal olmasına mani olmakla kalmaz aynı zamanda aklın saçma işlere kapılmasına da engel olur. Tembel insan yaşam kaynağı olarak düşük seviyeli bir gruba ihtiyaç duyarken çalışkan olan kendi kendine yeter.

Hayatını verimli geçiren bir insan yaşlılık geldiğinde huzurlu olur. Gençliğini iyi değerlendirmiş ve bu sebeple "keşke"lere yer bırakmamış olur.

Gençliği dinamik olarak verimli geçirmek adına büyük şahsiyetlerin hayatlarına göz atabiliriz. Başarılarına ve başarısızlıklarına sebep olan etkenler bulunarak bunlardan dersler çıkarılabilir.

Tefekkür etmeliyiz. Duralım ve içimize yönelelim. Sakin kalalım ve düşünelim. Neler yapıyoruz? Ne için dünyadayız? Bize verilen hayatta bizden beklenenler neler ve biz bu beklentileri karşılama noktasında neredeyiz?

Bu soruların cevapları bizi harekete geçirmek için bir güç olacaktır.

Tefekkür, son derece verimlidir. Boş hevesleri gerçek kararlara dönüştürür.

Yaşadığımız her günün tecrübelerinden faydalanmayı, doğru davranışlar ve alışkanlıklar edinmeyi sağlayacaktır.

Kargaşadan uzak durmak, tefekkür etmek, içimizi dinlemek, faydası olacak kitaplar okumak, notlarımızı tekrar tekrar okumak ve hangi davranışın nasıl bir tehlike yaratabileceğini somut olarak derinlemesine düşünmek akıl yürütürken bize yardımcı olacak.

Nefse hakimiyetteki başarılar küçük gayretlerle kazanılır. Her biri alışkanlığın oluşmasında kendi ölçüsünde katkı sağlar.

Zaman ipinin ucu kaçırılmayacak kadar değerlidir.

Zamanı idareli kullanmak gereklidir.

Genç çalışma isteğini verimli bir alışkanlığa dönüştürmeyi başarmışsa zihinsel olarak büyük başarılara ulaşması çok zor olmayacaktır.

Devam eden sebatkar çalışmanın getirisi muhteşem olabilir.

Her akşam ertesi günün çalışma konusunu belirlemeli, başlanan işi bitirmeli, sadece bir işle meşgul olmalı ve en önemlisi de zamanı boşa harcamamalı. Bu alışkanlık en büyük hayallerin gerçekleşmesini sağlar.

Enerjik ve zinde olabilmek için spora önem verilmelidir. Spor enerjik olmayı ve hızlı sindirimi sağlar. Zengin kan dolaşımı da istenmeyen maddelerin vücuttan atılmasını sağlar. Egzersizin sağlığa yaptığı katkının yanı sıra midenin sindirim için şart olan mide hareketliliğine de faydası çoktur.

Çalışırken kesintisiz ve dinlenmeden çalışmak kişiyi yorar. Ara vererek bilginin zihinde işlenmesine, kalıcı ve verimli olmasına imkan vermek gerekir.

Düşüncelerimiz duygularımızı da etkiler. Umutsuzluğa kapılan kişi tembelliğe meyledebilir.

"Asla umutsuzluğa kapılmayanın gücü muhteşemdir."

Sonuç olarak; en küçük eylemler sayısız kez tekrarlandığında sebepleriyle birlikte devasa sonuçlar oluşturur.

25 Kasım 2019 Pazartesi

Sırça Köşk (Sabahattin Ali) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Sırça Köşk

Kitabın Yazarı : Sabahattin Ali

Kitap Hakkında Bilgi :

1947 yılında yayımlanan Sabahattin Ali’nin birkaç kısa öyküsünden ve “büyüklere masallar” şeklinde tabir edilebilecek masallarından oluşan Sırça Köşk, dönemin devlet yönetimine ve düzenine eleştirel bir bakış sunmaktadır. Kitap, bir dönem yasaklı kitaplar arasında bulunmuştur.

Kitaptaki öykülerden ve masallardan birkaç örnek:

“Can Kurtaran” adlı öyküsünde yazar, kaderine boyun eğmiş bir kadının hikayesini anlatıyor.

“Bir akşam üzeri Anadolu köylerinden birindeki küçücük bir kulübeden canhıraş çığlıklar yükselmektedir. Doğumunu bir türlü gerçekleştiremeyen Asiye, ikindiden beri deyim yerindeyse ölümden beter doğum sancıları çekmektedir. Köyün ebesi bir şey bulamamış, komşu köyün ebesini de çağırtmıştır. Asiye'nin kocası İbrahim ise, çaresizliğin verdiği ağır başlılıkla, evin kapısı önüne çökmüş, bir haber beklemektedir. Komşu köyün ebesi içeri girdiğinden belli ise kızın çığlıkları iyice artmıştır. Sonunda iki ebe birden dışarı çıkar ve İbrahim'e doğumu gerçekleştiremediklerini, kızı şehire götürmesi gerektiğini, yoksa bebeğin de anasının da öleceğini söylerler. İbrahim de çaresiz öküz arabasının arkasına attığı döşek ve yorganın üstüne gencecik karısını da koyar ve yollara düşer. Sabaha karşı hastaneye vardığında ise ümidi iyice kırılmıştır. Çünkü alanı olmadığı halde birçok ameliyat yaptığı için daha önceden şehirdeki özel muayenehanenin sahibi, Doktor Mutena Cankurtaran tarafından şikayet edildiğinden, ameliyat yapamayacağını söyler. Ne kadar yalvarıp yakarsa, oraya verecek parası olmadığını söylese de, doktoru ikna edemez. Bunun üzerine Asiye'yi aldığı gibi Mutena Cankurtaran'a götürür. Fakat bu doktor da çok para istemektedir. Doktorla bir kağıt imza atarak Asiye'yi hemen ameliyata almalarını, öküzlerden birini satıp döneceğini söyler.
...

Döndüğünde bebeğinin öldüğünü, karısının ise iyi olduğunu öğrenir. Fakat doktor ölü bebeği çıkardığı için de ayrıca para istemektedir. İbrahim diğer öküzü, arabayı ve hatta içindeki yatak yorganı da satar ama parayı birleştiremez. Doktor Mutena Cankurtaran da Asiye'yi İbrahim'e vermez. Asiye hasta haliyle muayenehanede çalışmaya, geceleri ise pis bir döşekte yerde yatmaya başlar. İbrahim sürekli gidip gelmekte, karısını almak için elinden geleni en iyisi yapmaktadır. Fakat doktor nuh der peygamber demez. Sonunda bir gün canına tak eden İbrahim doktorun karşısına çıkar ve Asiye'nin hayrını görmesini, köyde başka kadın mı olmadığını söyler. Sinirle kapıyı çeker ve çıkıp gider. O sırada doktorun kapısına sinmiş ağlayan Asiye'yi görmemiştir bile. Asiye, gece yarısı ağlayarak hastaneden kaçar ve yalınayak köyün uzun yolunu tutar. Bir yandan ağlayıp, bir yandan İbrahim'in sözlerini tekrar etmektedir: “Bana köyde karı yok, a!" Bu sırada açılan yarasından oluk oluk kan akmaktadır. Sabaha karşı köylüler onu bulduğunda, çoktan ölmüştür.”
...

“Namuslu adam kalmamış bu dünyada iki gözlüm. Müslümandır, namazında, orucundadır, hakkımızı yemez diyorduk ama; biz onun hatırını saydıkça o, bizim tepemize bindi. Eh, artık çoçuk değiliz , yemiyoruz bu numraları, değil mi ya ? ... Bak, anlatayım sana başindan da, bana hak ver. Mektebi biteremedi peder ne kadar gayret ettiyse olmadı işte. Binbaşiydı kendisi... Süvariydi ama , avantanın yolunu bulurdu. Adanadolu’yu gezdik, dolaştık, her yerde paşa çoçuğu gibi yaklaştık. Hangi okulda olsa, imtihana yakın peder, öğreretmelerle bir konuşur , meseleyi yoluna kordu. Askerlikle ilgili olmayan hoca vcar mi? Neyse efendim, İstanbul’a naklolduk. Güya pedere lütfetmişler... Arada bizim tahsil yandı. Pederin öğretmenlere sözü geçmez oldu. İstanbul’da binbaşıya kim bakar? Paşalar bile ürketmeden sayılmıyor. Ne demiş hani : ‘’ Kim ipler Yalova Kaymakamını! ‘’ değil mi ya... iki sene üst üstte çaktık. Belgeli olduk. Hususi liseye devam edecektim, peder emekliye ayrıldı, erdesi sene de sizlere ömür. Biz de üsküdar’da, toptaşı’na yakın ahşap bir ev bıraktı. Arkasından hemşire bir bobstil koca buldu, aldı başina gitti. Biz kaldık mı valde ile... Evin masrafı var, bizim giyimimiz var ; kahveye çıkıyoruz , birkaç arkadaş saza, pilaja, gidecek oluyoruz. Babamın zamanındaki pokerlerden vazgeçtim hani kahvede birer çayına tavla tavla bile oynayamaz olduk. Pederin Malata Şube Reisliği zamanında valdeye aldığı bilezikler, siirt kilimleri, Avanos halıları birer birer yürüldü. Kocakarı dır dır eder, ‘’ oğlum, bir iş tutmayacak mısın, halimiz ne olacak? diye.” - Hakkımızı Yedirmeyiz!

Sabahattin Ali – Sırça Köşk Kitabındaki Öyküler ve Masallar

ÖYKÜLER : Portakal, Beyaz Bir Gemi, Katil osman, Böbrek, Cıgara, Millet Yutmuyor, Bahtiyar Köpek, Çilli, Dekolman, Hakkımızı Yedirmeyiz!, Cankurtaran, Çirkince, Kurtla Kuzu

MASALLAR : Bir Aşk Masalı, Devlerin Ölümü, Koyum Masalı, Sırça Köşk

Kitabın Özeti :

Sırça Köşk

Hayatta kendini uyanık sana üç arkadaş kafa kafaya verip güzel bir şehire giderler. Bu şehirde insanlar çok çalışıp didinir, belli bir kalitede standartta yaşarlar. Bu güzel şehirde nasıl çalışmadan yaşaya biliriz ve bu insanlar bizi yadırgamaz içlerine alırlar? diye düşünürler. Aralarından birinin aklına parlak bir fikir gelir. Güzel şehrin çarşısına inerler ve sürekli hayretler içinde kalmış ve şaşkın bir ifade ile Allah Allah diyerek etrafta dolanırlar. Şehirde ki insanlar meraklanıp artık sorarlar, neye şaşırıyorsunuz? Cevap olarak bu şehrin Sırça Köşk’ünün olmamasına derler.

Şehirdeki insanlar karar verir, diğer şehirlerden bir eksikleri olmadığını ve bu Sırça Köşk için her şeyi yapmalarına razı olduklarını söylerler. Bu uyanık üç arkadaşın planı tutmuştur. Yanlarında çalışacak insanlar da tutmuşlardır. Köşkü yapıp hatta üstüne kat çıkmışlardır. Köşkü sonunda bitirmişlerdir. İnsanlar Sırça Köşk’e geldiğinde sorular sorduğunda her şeye bir cevapları vardır. Bu yalan cevaplara ne yazık ki halkta inanır. Köşke yerleşen çalışmak istemeyen insanların vasıflarını bile söylüyorlardı. Döşek yamağının yamağı diyerek yaşamaya başladılar. Köşkte bu kadar insan çalışmadan her şeyi halktan temin ediyordu.

Halkın elindeki her şeyi sömüren Sırça Köşk sakinleri halkın elinde kalan artık son koyunları da kebap yapmak için ister. Gelen koyunların kellelerinden üç tanesini halka verir. Kellenin birinde beyin, birinde göz ve birinde dil yoktur. Halk bunu sorunca siz becerip yiyemezsiniz ihtiyacınız yok gibi şeyler söylerler. Artık canından bezen bir adam kelleyi Sırça Köşk’e fırlatır. Halk bir bakar ki yıkılmaz denen sağlam gördükleri Sırça Köşk’te bir delik açılır. Diğer kelleri de atarlar, sonra Sırça Köşk tuzla buz olur. Yıkıntıları da toplanır ve halk eski yaşantısına devam eder. Sırça Köşk’ün gereksiz olduğunu anlarlar.

Masalın kıssadan hisse cümlesinde der ki; “Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa,onu yıkılmaz,devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuz buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter.”

***
Cankurtaran adlı öyküsünde yazar, kaderine boyun eğmiş bir kadının hikayesini anlatıyor.

Bir akşam üzeri Anadolu köylerinden birindeki küçücük bir kulübeden canhıraş çığlıklar yükselmektedir. Doğumunu bir türlü gerçekleştiremeyen Asiye, ikindiden beri deyim yerindeyse ölümden beter doğum sancıları çekmektedir. Köyün ebesi bir çare bulamamış, komşu köyün ebesini de çağırtmıştır. Asiye'nin kocası İbrahim ise, çaresizliğin verdiği ağırbaşlılıkla, evin kapısı önüne çökmüş, bir haber beklemektedir. Komşu köyün ebesi içeri girdiğinden beri ise kızın çığlıkları iyice artmıştır. Sonunda iki ebe birden dışarı çıkar ve İbrahim'e doğumu gerçekleştiremediklerini, kızı şehire götürmesi gerektiğini, yoksa bebeğin de anasının da öleceğini söylerler.

İbrahim de çaresiz öküz arabasının arkasına attığı döşek ve yorganın üstüne gencecik karısını da koyar ve yollara düşer. Sabaha karşı hastaneye vardığında ise ümidi iyice kırılmıştır. Şehirdeki özel muayenehanenin sahibi ameliyat yapamayacağını söyler. Çünkü alanı olmadığı halde birçok ameliyat yaptığı için daha önceden Doktor Mutena Cankurtaran tarafından şikayet edildiği ssöyler. Ne kadar yalvarıp yakarsa, oraya verecek parası olmadığını söylese de, doktoru ikna edemez. Bunun üzerine Asiye'yi aldığı gibi Doktor Mutena Cankurtaran'a götürür. Fakat bu doktor da çok para istemektedir. Doktorla bir kağıt imzalayarak Asiye'yi hemen ameliyata almalarını, öküzlerden birini satıp döneceğini söyler.

Döndüğünde bebeğinin öldüğünü, karısının ise iyi olduğunu öğrenir. Fakat doktor ölü bebeği çıkardığı için de ayrıca para istemektedir. İbrahim diğer öküzü, arabayı ve hatta içindeki yatak yorganı da satar ama parayı denkleştiremez. Nitekim Doktor Mutena Cankurtaran da Asiye'yi İbrahim'e vermez. Asiye hasta haliyle muayenehanede çalışmaya, geceleri ise pis bir döşekte yerde yatmaya başlar. İbrahim sürekli gidip gelmekte, karısını almak için elinden geleni yapmaktadır. Fakat doktor Nuh der peygamber demez. Sonunda bir gün canına tak eden İbrahim doktorun karşısına çıkar ve Asiye'nin hayrını görmesini, köyde başka kadın mı olmadığını söyler. Sinirle kapıyı çeker ve çıkıp gider. O sırada doktorun kapısına sinmiş ağlayan Asiye'yi görmemiştir bile. Asiye, gece yarısı ağlayarak hastaneden kaçar ve yalınayak köyün uzun yolunu tutar. Bir yandan ağlayıp, bir yandan İbrahim'in sözlerini tekrar etmektedir: “Bana köyde karı yok, a!" Bu sırada açılan yarasından oluk oluk kan akmaktadır. Sabaha karşı köylüler onu bulduğunda, çoktan ölmüştür.

İyi Geceler Bay Tom (Michelle Magorian) Kitap Sınavı Yazılı Soruları ve Cevap Anahtarı

Kitabın Adı: İyi Geceler Bay Tom Kitabın Yazarı: Michelle Magorian Kitap Sınavı Soruları ve Cevap Anahtarı 1. Will'in kollarındaki morlu...