27 Kasım 2019 Çarşamba

Bir İdam Mahkumunun Son Günü (Victor Hugo) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Bir İdam Mahkumunun Son Günü

Kitabın Yazarı : Victor Hugo

Kitap Hakkında Bilgi :

Konu Bir İdam Mahkumunun Son Günü ise “Bir kitap okudum ve hayatım değişti.” cümlesi, tüm mecazlardan sıyrılıp gerçek bir anlama bürünüyor. Ölümsüz yazar Victor Hugo’nun 1829 yılında kaleme aldığı roman, yazarın Paris’teki ünlü Greve Meydanı’nda gerçekleştirilen bir idama tanıklık etmesinden ilham alıyor.

Bir İdam Mahkumunun Son Günü, 19. yüzyıl Fransa’sını gerçekçi bir biçimde yansıtması bakımından tarihi ve toplumsal bir kaynak olarak değerlendiriliyor. Yazarın henüz 27 yaşındayken takma bir adla yayımladığı eser, döneminin siyasi ve sosyolojik yapısına bir eleştiri niteliği taşıyor.

Hayat ve Ölüm Arasında İnce Bir Okuma Deneyimi

Bir İdam Mahkumunun Son Günü, idamı bekleyen bir adamın dilinden yazılmış olmasıyla etkileyici bir anlatıma sahip. Romantizm akımının en güçlü temsilcisi olan Hugo, ölüm korkusu ve merhamet duygularını okuruna sarsıcı bir empati ile hissettiriyor. Eser, ölüme yaklaşan bir insanın ruh halindeki değişimleri başarılı bir şekilde ortaya koyması sayesinde aynı zamanda psikolojik bir roman olma özelliği de taşıyor.

İdamı “devrimlerin yok edemediği kaide” olarak nitelendiren Hugo, kitabının ön sözünde bu infaz yöntemi hakkındaki görüşlerini okuruna bir manifesto havasında sunuyor. Sonrasında ise romanının ön hazırlığını, kitabın konusuna dair konuşmaların yer aldığı bir tiyatro piyesiyle yapıyor. Yazar, bu kısımda topluma ve kitabına karşı eleştirilerini doğrudan halktan kişiler aracılığıyla yaparak farklı bir çalışma ortaya koyuyor.

Romanın son kısmında yazar, okurunu cinayet suçu ile tutuklanan ve mahkemede beş hafta sonra idam edileceğini öğrenen bir adamın satırlarıyla baş başa bırakıyor. Mahkum edilmeden önceki yaşamına oldukça yabancılaşan anlatıcı, okura daha çok içe dönük bir durum hikayesi anlatıyor. Romanda bu nedenle birbirinin yerini alan iki duygu ağır basıyor: Umut ve korku. Eserin ana fikrini besleyen bir diğer çarpıcı yönünü ise mahkumun son anda insanlar hakkındaki düşünceleri oluşturuyor.

Bir İdam Mahkûmunun Son Günü, dünya edebiyatının ölümsüzlerinden Victor Hugo'nun (1802-1885) yirmi altı yaşında yazdığı bir gençlik yapıtıdır. Victor Hugo'nun içerik olarak bu romandaki amacı çok yalın, çok açık: İdam cezasının hem trajik, hem de saçma yanını göstermek. Onun büyüklüğünde, onun dehasında bir yazar için böyle bir savı insani ve etik boyutlarıyla sergileyerek kanıtlamak hiç de güç değil. Ama bu romanın büyük önemi başka özelliklerinden kaynaklanıyor. Bu yapıt, birinci tekil kişi ben ile yazılan romanın ilk örneği. Daha önce böyle bir yöntem bilinmiyor. Demek ki bu özelliğiyle bir yol açıcı, bir öncü bu roman. Roman kahramanının da dediği gibi, bir tür zihinsel otopsi olan bu romanda, modern edebiyatın ilk iç monoloğu ile karşılaşıyoruz. Bir İdam Mahkûmunun Son Günü, bir yazınsal yenilik olan Samuel Beckett ve Georges Bataille'ı haber veriyor. Bu da romanın bir başka önemli özelliği. Bataille ve Beckett'i tanıdıktan sonra bu romanı daha iyi kavrıyoruz. İdam Mahkûmunun kendisine ironik bir gözle bir başkası olarak bakışı ise, Victor Hugo'nun Arthur Rimbaud'dan kırk yıl önce 'Ben Bir Başkasıdır' düşüncesini yaşamış olduğunu gösteriyor.

Kitabın Özeti :

Victor Hugo’nun idam cezasını eleştirdiği, idama mahkum edilmiş bir kimsenin yaşadığı psikolojik durumu günlük tarzında ele aldığı bir kitaptır. Önsözde "Bu kitap herhangi bir hakime yazılmıştır." yazmaktadır. Kitabın ön sözünde Victor Hugo idam cezasının insani bir tarafı olmadığını uzun uzadıya anlatmaktadır. Victor Hugo’ya göre idam bireysel bir olgu değildir. İdam öldürülen kişinin kendisiyle birlikte ailesini ve dolaylı olarak toplumun tümünü etkileyen bir olaydır.
Cinayet suçu ile yargılanan mahkûm, duruşmaya çıkarken kürek cezasına son derece adi bir ceza olarak yaklaşır. Mahkeme edildikten sonra idam cezası alır. Mahkeme, bu mahkûma beş hafta sonra idam kararı vermiştir. O anda kürek çekmek, mahkûm için son derece cazip bir ceza olarak görünmeye başlar. Ne yazık ki her şey için çok geçtir artık. Ölüm korkusu mahkûmu zehirli bir sarmaşık edasıyla sarmaya başlamıştır. İlk sıralarda halen affedileceği umudunu da taşımaktadır. Bu süre içinde bir af çıkabileceği veyahut ta idam cezasının hapis cezasına çevrilebileceği ihtimali içinde kendini oyalamaktadır.

Mahkûm idam kararı sonrasında tam beş hafta boyunca sürekli olarak ölümü düşünür. Daha ölüm gelmeden idam edilerek ölmek düşüncesi onu öldürmeye başlamıştır. Bir iç muhasebeye başlar. Mahkûm arkada bırakacağı şeyleri, yaşamın güzellikleri ve gençliğini düşünmeye başlar ve bunların kıymetini anlamaya başlar. Tüm ruhu daralmış, tüm ruhu iyice ölüm düşüncesine saplanmış, ölecek olmak korkusu benliğinin her noktasına işlemiştir. Yaşadığı her saniyede ölümü ile ilgili detayları kurgulamaktadır. Ölümünü bekleyen mahkûm ruhi olarak pek çok değişime uğramakta, hayata ve insanlığa karşı tüm duyguları da değişmektedir. Genç adam önce annesini düşünür sonra onun zaten yaşlı olduğunu söyleyip karısını düşünmeye başlar. Karısının hastalığından dolayı onun da kısa bir süre sonra öleceği yargısına varır. Sonra mahkûm, bebek yaştaki kız çocuğunu düşünmeye başlar. İşte orada “benim zavallı yavrucuğum! Onun ne suçu var ki” minvalindeki serzenişi idamın bireysel bir vaka olmadığını açık bir şekilde gözler önüne sermektedir.

Nihayet idam günü gelmiş, oluşan değişimlerden idam edileceği günün geldiğini o da anlamıştır. Gardiyanlar mahkûmu almak üzere hücresine gelirler. Korkudan titremeye başlayan mahkûm arkasında bıraktığı kızı eşi ve annesini düşünür. Adam en çok kızını düşünmekte ve onun için üzülmektedir. Çünkü kızını son kez görmesi için onu yanına getirmişler ve küçük kız babasını tanıyamayarak ona “Bilmiyor musunuz bayım? Babam öldü.” diye cevap vermiştir.

Mahkûm idam edileceği yere götürülmeden önce bir odada bekletilirken onun idamını izlemek için gelen kalabalığı görmüştür. “Ah! Sırtlan çığlıkları atan halk. Ondan kaçamayacağımı, kurtulmayacağımı, bağışlanmayacağımı kim biliyor? Beni bağışlamamaları olanaksız! Ah! Sefiller! Merdiveni çıkıyorlar galiba...”

Bu oda da idama götürtülmeden önce tutulan kişilerin duvarlara yazdığı yazıları dikkatle okur. Yazıları okudukça daha çok tedirgin olmuştur. Dışarıda toplanan halk ise idamı beklemekte kimleri bağırıp çağırıp ortalığı bir panayır yerine çevirmektedir. Pek çoğu idam sahnesini seyrederken alacağı zevki bir an önce duymak için sabırsızlık etmektedir. İnsanların bir idamı seyretmekten zevk alması ne kadar insanlık dışı bir şeydir.

“Bağlayın ellerini, çırpınmasın ölüme giderken! Saçlarını da tıraş edin, kesilen kafası güzel görünsün! Gömleğinin boynunu kesmeyi unutmayın, bıçak güzelce koparsın kafasını! Ha birde söyleyin dışarıdaki insanlara, az kaldı istedikleri vahşet gelmek üzere! Merhamet diyorum, doğadaki tüm canlılarda sınırsızca bulunan merhamet neden biz insanoğlunda yok”

“Merak ediyorum, giyotinle olmasa da insanların canını vahşice alan ve buna seyirci kalan milyonlar hala neden kana doymuyor?”

Camdaki Kız (Dr. Gülseren Budayıcıoğlu) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Camdaki Kız

Kitabın Yazarı : Dr. Gülseren Budayıcıoğlu

Kitap Hakkında Bilgi :

Dr. Gülseren Budayıcıoğlu, 2005’te Türkiye’nin ilk psikiyatri merkezi olan Madalyon Psikiyatri Merkezi’ni kurmuştur.Madalyonun İçi, Günahın Üç Rengi, Hayata Dön ve Kral Kaybederse adlı kitaplarında, muayeneye gelen danışanlarını belli bir kurgu dahilinde anlatır. Çok seyredilen İstanbullu Gelin dizisiin de yazarıdır.Psikiyatri bilimine hizmetlerini roman ve hikayeleri ile devam ettirmektedir.

“Küçükken çekilen acıların ateşi kolay sönmüyor, kolay unutulmuyor ve izlerini hayatımız boyunca üstümüzde taşıyoruz.”

Aşk yakıyor
Ayrılık kavuruyor
Aldatılmaksa hep çok acıtıyor…

Bize çocukluk acılarını tekrar yaşatacak kişileri gözünden tanır, başkasına değil, ona âşık oluruz. Hayat onu kendi ellerimizle buldurur bize.

Kaderimiz aslında doğduğumuz evlerde yazılır. Yine o evlerde yaralanır, o yaralarla büyür, sonunda o yaraların bizi götürdüğü yere gideriz. Ancak mutluluk her zaman o yolda değildir…

“Bu kitapta her zamanki gibi gerçek bir yaşam hikâyesi anlatacağım sizlere. Hep lüks içinde yaşamış ama kaderi daha baştan kötü yazılmış Camdaki Kız ile bir varoş çocuğunun aşk hikâyesi bu.”

- Dr. Gülseren Budayıcıoğlu-

Kitabın Özeti :

Nalan bir gün zorla bir psikiyatri kliniğine getirilir. Onu buraya getiren sebep birlikte yaşadığı sevgilisi Hayri’dir. Nalan psikiyatriste başından geçenleri anlatır.

Hayri, kendi halinde bir gençtir. Köyden İstanbul’a gelmiş, büyük bir şirkette çalışmaya başlamıştır. Köyden evlendiği bir kadından çocukları vardır. Şehrin renkli yaşamı, Hayri’yi de değiştirmiştir. Daha girişken ve özgüven sahibidir artık. Bu konuda Nalan’a çok şey borçludur. Nalan problemler içinde büyümüş, çok sıkıntılı bir çocukluk ve ilk gençlik devresi geçirmiştir. Bir iç mimar olan Nalan, Hayri’nin de çalıştığı şirketin sahibi zengin iş adamının oğlu Sedat ile evlenir. Her ne kadar Kayınvalidesi ve kayınpederi onu her zaman desteklese, onlarla arasında bir sorun olmasa da kocası ona hiçbir zaman sevgi, şefkat gibi duygular göstermez.

Şirkette Sedat, babası ve kardeşleri söz sahibidir. Aklı sadece en son moda şık kıyafetler giymek, en güzel yerlerde gezmek, lüks arabalar almak, arkadaşlarıyla takılmak ve babasından gizli kumar oynamak olan Sedat, Nalan’ın kendisine gösterdiği yakınlığa karşılık vermez. Sedat, işleri diğer kardeşleri gibi çekip çeviremediği, aklı bir karış havada olduğu için sürekli olarak babası tarafından aşağılanmaktadır. Bu durum Sedat'ın özgüvenini yitirmesine, kişiliğinin pasif bir hal almasına neden olmaktadır. Nalan’la evliliğinde bu etkenlerden dolayı başarısız bir eş olur. Nalan hamileliği ve bebeğini kaybetmesinin ardından ağır bir depresyona girer ve bir süre işten ayrılır.

Bir zaman sonra kayınbiraderinin desteği ile tekrar işe döner. Şoförlüğü ve korumalığını yapması için emrine şirkette çalışan Hayri verilir. Hayri’nin uzun zamandır Nalan'da gözü vardır. Hayri, onun bu ruh halini fırsat bilerek Nalan'ı elde etmek için her şeyi yapar. Zaten sevgiye, ilgiye aç olan Nalan bir süre sonra Hayri’den çok etkilenir. Bir müddet sonra Hayri ve Nalan yakınlaşırlar. Ama evliyken böyle bir ilişki yaşamayacak kadar namuslu olduğu için kocasından boşanır ve Hayri ile 7 yıl sürecek olan bir ilişkiye başlar. Nihayetinde Nalan, Sedat’tan boşanır. Hayri ile beraber yaşamaya başlarlar. İlk yedi yıl çok mutlu olurlar.

Bu arada Hayri evli ve üç çocuk babasıdır. Karısı Türkan köydeki kuma hayatına alışkın olduğu için Nalan'ı kolayca kabullenir. Nalan da çocukları babasız kalmasın diye Hayri’den boşanmasını istemez. Bir gün karısını ve çocuklarını Nalan'la tanıştırır. Türkan Nalanı çok sever, sürekli kızlarını alıp onu görmeye gider. Ona göre Nalan görgülü, terbiyeli hanım bir kadındır o yüzden bu ilişkiden hiç rahatsız olmaz. Hayri’nin eşi Hayri’nin kendilerini zor durumda bırakmayacağından öyle emindir ki, ilişkileri çatırdamadan uzunca bir süre devam eder.

Çapkın Hayri, gönlünü üçüncü bir kadına kaptırır. Yeni aşkı harbi bir Laz kadındır. Zengin bir adamın dostudur aynı zamanda. O da Hayri’ye çok bağlanır. Fakat Hayri’nin eşi ya da Nalan gibi pek dengeli ve hoşgörülü değildir. Kadınların üçü de Hayri’yi çok sevmektedir. Hayri hiçbirinden vazgeçememektedir, onlar da Hayri’den. Aynı anda üç kadını idare eden Hayri, toplumsal değerlere aykırı işlere soyunan sorumsuz bir kişidir, arızalı fikirlere sahiptir.

Nikahlı eşi yıllarca pek çok sıkıntıya göğüs germiş, evini çekip çevirmiş. Nalan ise zengin bir ailenin muazzam imkanlarından feragat etmiş, evli olduğunu bilmesine rağmen hayatını Hayri’ye adamıştır. Hayri, acı dolu yaşamında artık huzur ve mutluluk isteyen yeni aşkını daha fazla idare edemeyeceği ve başına iş açılacağının korkusuyla eşinden de Nalan’dan da ayrılma ihtiyacı duyar. Laz kızı hem Hayri’yi hem karısını sürekli tehdit eder. Hayri bir türlü bu işin içinden çıkamaz ve bir gün kendi evinin bahçesinde Laz kızı tarafından bıçaklanarak öldürülür. Hayri’nin ölümü hem kendi ailesini hem de Nalanı perişan eder. Nalan bunu öğrenince hayatının şokunu yaşar. Nalan, sıkıntılarından kurtulmak için Dr. Gülseren Budayıcıoğlu’na gelmeye başlar.

Nalan her seansa geldiğinde doktoru onda Hayri’nin kendisini terk etmesi korkusundan başka çocukluğunda yaşadığı ağır travmalar olduğunu fark eder. Uzun bir zaman sonra Nalan yaşadığı çocukluk acılarını, korkularını da anlatır. Anne ve baba dediği kişilerin aslında anneannesi ve dedesi olduğunu, annesinin kendisini doğururken öldüğünü gözyaşları içinde anlatır. Anneannesi ve dedesi onu yanlarına alıp en güzel okullarda, lüks bir hayat içinde yaşatmış ama kendi yaşadıkları acı ve utanç yüzünden asla onu sevmemiştir. Bir kez olsun başını bile okşamamışlardır. Nalan bütün bunları evlendikten sonra babası öldüğünde öğrenmiş ve yaşadığı onca acının üstüne bir de bu eklenmiştir.

Nalan doktorunun telkinleriyle eski hayatına dönmemek ve hayatında yeni bir sayfa açmak için uzun süre uğraş verir. Son olarak gittiği resim atölyesindeki hocasının hiç bilmediği görmediği babası olduğunu öğrenir. Babası ondan af diler ve çok kıymetli eserlerini ona bırakarak ortadan kaybolur. Nalan artık eski kaderine ve acılarına dur diyerek yeni bir hayata başlama kararı alır. Yaşam tarzını değiştirir ve bir işe başlar.

İnsanın Anlam Arayışı (Viktor Emil Frankl) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : İnsanın Anlam Arayışı

Kitabın Yazarı : Viktor Emil Frankl

Kitap Hakkında Bilgi :

20. yüzyılın önde gelen psikiyatrlarından Viktor Frankl, otuzun üzerinde yabancı dile çevrilen ve bütün dünyada 12 milyondan fazla satan İnsanın Anlam Arayışı'nda, kurucusu olduğu logoterapinin ilkelerini, İkinci Dünya Savaşı sırasında bir toplama kampındaki deneyimleri eşliğinde anlatmaktadır.

Okurlar, Frankl'ın tasvir ettiği toplama kampının, dünyayı daha büyük bir hapishane olarak kavramamızı sağlayacak parlak bir metafora dönüştüğünü fark edecektir. Gasset, Heidegger ve Sartre'dan aşina olduğumuz düşünceler ışığında, varoluşun çetin koşullarında "anlam"ı keşfetmemize yardım edecek süreci anlatan Frankl, "İnsanı insan yapan nedir?" sorusuna da yanıt vermeye çalışıyor...

"Gerçekten ihtiyaç duyulan şey, yaşama yönelik tutumumuzdaki temel bir değişmeydi. Yaşamdan ne beklediğimizin gerçekten önemli olmadığını, asıl önemli olan şeyin yaşamın bizden ne beklediği olduğunu öğrenmemiz ve dahası umutsuz insanlara öğretmemiz gerekiyordu. Yaşamın anlamı hakkında sorular sormayı bırakmamız, bunun yerine kendimizi yaşam tarafından her gün, her saat sorgulanan birileri olarak düşünmemiz gerekirdi. Yanıtımızın konuşma ya da meditasyondan değil, doğru eylemden ve doğru yaşam biçiminden oluşması gerekiyordu. Nihai anlamda yaşam, sorunlara doğru çözümler bulmak ve her birey için kesintisiz olarak koyduğu görevleri yerine getirme sorumluluğunu almak anlamına gelir."

Kitabın Özeti :

Kitabın ilk bölümde yazar Auschwitz toplama kampında yaşadıklarını anlatmaktadır. İkinci bölümde ise Auschwitz toplama kampında yaşadıklarından elde ettiği öğretilerle kendi kuramını oluşturduğu Logoterapi’den bahsetmektedir. Üçüncü bölümde ise insanın hayatın acı yönlerine karşı nasıl iyimser olabileceğine ilişkin düşüncelerinden bahsetmektedir.

Kitabın ilk bölümünde, yazarın toplama kampında yaşadığı deneyimleri ve bu ruhsal ve fiziksel savaşta nasıl hayatta kalmayı başardığını göstererek bize hayat hakkında önemli bir ders vererek nasıl başa çıktığını anlatır. Toplama kampına gelişiyle birlikte ailesiyle olan bütün bağlarından uzakta, kendisi gibi insanların arasındadır. Burada eskiden ne kadar iyi bir doktor olduğunun, nereden geldiğinin bir önemi yoktur. Onu diğer tutuklulardan ayıran tek şey hayatta kalmak için neler yapabileceğidir. Bu acımasız hayatta kalma savaşında onu motive eden şey hayata yüklediği anlam olmuştur.

Kamptan kimin ne zaman kurtulacağı, orada ne kadar daha tutuklu olarak yaşayacağı sorusuna kimse cevap bulamamaktadır. Bu belirsizlik de pek çok kişiyi bu mücadelede geride bırakmıştır. Bu mücadelede güçsüzlüğe, hastalığa, dinlenmeye yer yoktur. Toplama kamplarında insanlar fiziksel olarak güçsüz ve ağır koşullarda çalışamayacak bir durumdaysa bu mücadeyi baştan kaybetmişlerdi. Onlar gaz odalarında yakılarak vahşice öldürülenler, kadere boyun eğmek zorunda kalanlardandı. Bir de bu mücadelenin ilerleyen dönemlerinde kaybedenler vardı. Onlar bir gün kurtulacakları ümidiyle yaşayan ancak bu beklentilerinin acı bir şekilde gerçekleşmediğini gördükçe önce bütün ümitlerini sonrasında hayatlarını yitiren insanlardı. Ya intihar ediyorlardı, ya da krize girip günlerce yataklarından çıkmayıp kendilerini ölüme mahkum ediyorlardı.

Çok çarpıcı bir ifadeyle kamptan kurtulup geri dönenler için “Bu tutuklular, kendilerini kurtarmak için dürüst olsun olmasın her yola, her türlü acımasız güce, hırsızlığa, dostlarına ihanete başvurmaya hazırlardı. Birçok şanslı olayın ya da mucizenin yardımıyla geri dönmeyi başaran bizler biliyoruz: En iyilerimiz dönmedi.”

Hayat şartlarının bu kadar olumsuz olmasına rağmen bu mücadele nasıl yürütülebilirdi? Hayata verdiğimiz anlamla. Toplama kampında yaşadığı acılardan öğrendiklerini anlatma fırsatını bulabileceğini düşünmesi onu mücadelede güçlü kılar. Yazar, kampta doktor olarak da çalışmıştır, bu dönemde kamptan kaçma ve kamptaki hastalara yardım etmek arasında bir seçim yapmak zorunda kaldığı zaman kampta kalıp o hasta insanlara yardım etmeyi seçmiştir.

Yazarın önemli bir ifadesi de iki türlü insan ırkı olduğunu söylemesidir. ‘Soylu insan ırkı’ ve ‘soysuz insan ırkı’ diyerek ayırdığı bu iki insan topluluğun farkı sadece onurlu bir hayat ve insanlıktır. Bir insanın toplama kampında bile nasıl onurlu olabileceğini ifade etmek amacıyla bu terimleri kullanmıştır. Bunu ifade etmek için şu karşılaştırmaları yapar. Gaz odalarını icat eden de insandır, gaz odalarına duayla ve gururla yürüyen de insandır. Toplama kamplarında artan ekmeğini paylaşan gardiyanlar da insandır, şiddet uygulayan, onları aşağılarcasına davrananlar da insandır. Onurlu olan insan hiçbir şartta onurundan vazgeçmeyecektir. Yazar sefilce ölmeyi değil, gururla ölmeyi tercih edenlerdendir.

Yazar her acıya bir anlam yükler, önemli olanın bu acıları çekerken bu acılardan ne anlam çıkardığımızdır. Eğer bu acılar bize bir anlam ifade etmiyorsa, bizim hayattaki varoluşumuza ilişkin öğretide bulunamaz. Yazar acıyı hayattan çıkarmaya çalışmaz veya onu görmemezlikten gelmez. Acıda da bir anlam olması gerektiğini özellikle vurgular. Bu acılarla mücadelemizde insan oluruz veya insanlığımızı kaybederiz. Aslında acılara olan dayanıklılığımız belirler hayatımızı. İçimizdeki onurlu insan, bu acılarla mücadele etmeyi bilen ve bu acıların bir anlam için olduğunun farkında olan insandır. Bu acılarla mücadele etmeyi, bu zorlukları göğüslemeyi reddeden kişi de değerlerini kolayca hiçe sayabilir ve onurlu insan olmayı reddedebilir. Hayatla olan mücadelemizde uğruna feda ettiğimiz her şey işte bu anlamlar içindir. Eğer bu anlamlar olmazsa biz de yaşamak için bu mücadeleye sarılmazdık. Hayatlarında boşluk yaşayan insanlar, ya da hayata artık bir anlam yükleyemeyen insanlar değil midir intihara teşebbüs edenler? ‘Acı duygusu, buna ilişkin net ve kesin bir tablo oluşturduğumuz an, acı olmaktan çıkar’ sözü gibi. Nietzsche’nin ‘Yaşamak için bir nedeni olan kişi, hemen her nasıla dayanabilir’ sözü aslında bu anlatılanları en güzel ve yalın şekilde özetlemektedir.

“Yaşam, bir dişçiye gitmeye benzer. Her an daha kötüsünün henüz yaşanmadığına inanırsınız, oysa zaten yaşanmış bitmiştir.”

Tutuklular şimdi çok uzaklarda kalan eski hayatlarından kopuşa ve bir insanın yaşamını sürdürebileceği şartların çok altında olanaklara sahip bu kamplarda karşılaştıkları hem fiziksel hem de ruhsal acılara farklı evrelerde uyum sağlamaktadır. İlk evre şok tepkisini içerir. Bu psikiyatrideki ‘af yanılsamasına’ benzer. İdama mahkûm edilen tutuklu infazdan hemen önce son dakikada affedilebileceği yanılsamasına kapılır. İkinci evre duygu yitimi evresidir. Yani kişi hissetmeyi göze alamadığı coşku ve duygularını köreltir. Böylece kendisini çok gerekli ve koruyucu bir kabukla kaplar.

Yazar, tutukluları umutsuzluktan koruyan şeyin bu acılara katlanmayı ve bunu kaderleri olarak kabullenmek olduğuna da değinmiştir. Bu da yazarın kadere inandığını ve onunla barışık olduğunu bize göstermekle beraber acıların aslında bizim hayatımızın bir parçası olduğunu kabullenmemiz gerektiğini vurgulamaktadır. Yazar 1944’ ün son haftasıyla 1945 ilk günleri arasındaki ölüm oranının, önceki ölüm oranlarından çok büyük bir artış gösterdiğini şu şekilde yorumlamaktadır: ‘Bunun nedeni tutukluların çoğunun, yılbaşına kadar tekrar evlerinde olacağı yolunda safça bir umutla yaşamış olmalarıydı. Yeni yıl yaklaştıkça gelen haberler cesaret verici olmadığı için, tutuklular cesaretlerini yitirmiş ve hayal kırıklığına yenik düşmüşlerdi. Bu da direnme güçleri üzerinde tehlikeli bir etki yaratmış ve birçoğu ölmüştü.’

Kitabın ikinci bölümü’nün adı ‘Genel İlkeleriyle Logoterapi’dir. Bu bölümde yazar logoterapiden bahseder. Psikanaliz’de geçmişe yönelim varken, logoterapide geleceğe yönelim vardır. Gelecek için beklenen yeni anlamlar bu terapi yönteminin başlıca temasıdır. Kişi sorunlarını, varoluşunun anlamları üzerinden değerlendirir ve onlarla baş etmeye uğraşır. Yazar, logoterapinin psikanalizden farkını etkileyici bir şekilde bize anlatmaya çalışır: ‘Ama bana göre, ben sadece ‘savunma mekanizmalarım uğruna yaşamayacağım gibi, sadece tepki oluşumlarım uğruna ölmeye de hazır değilim. Öte yandan insan, kendi idealleri ve değerleri için yaşayabilme, hatta ölme yetisine sahiptir.’

Yazar insanların varoluşunu mutlak bir şekilde anlam arayışıyla devam ettirmek istediğini bu konuda yapılan çeşitli çalışmalarla anlatır. Logoterapinin görevinin de bu anlam arayışında insana yardım etmek olduğunu söyler. Yazar, insanın kaotik durumlar, sıkıntılar, gerilimler dolu bir hayattan kaçmasının değil uğrunda ter dökeceği, gerekirse acı çekeceği bir anlam, bir sebep, bir neden olması gerektiğini söyler.

Kitabın üçüncü ve son bölümü ‘Trajik Bir İyimserlik Tartışması’ dır. Yazar, acı, suç ve ölüme karşı insanın iyimser olabildiğini anlatır. İnsanın nasıl bu kadar negatif olaylara karşı hala hayatta kalabilme savaşına devam ettiğinin cevabını verir. İnsanın hayatında anlamsızlık olduğu sürece de ruhsal dengesinin bozulabileceğindan bahseder. Bu bölümde beni en çok etkileyen şey Freud ve kendi bakış açısını karşılaştırmasıdır. Yazar Sigmund Freud’un insanları açlığa terk ettiğinizde hepsinin farklarının kaybolacağının ve açlık güdüsüne karşı hepsinin aynı davranacağını savunmasını eleştirmiştir. Çünkü toplama kampında bu böyle olmamıştır, orada, o en acımasız şartlarda bile onurlu ve onurlu olmayan insanlar hemen fark edilebilmiştir. Ortaya çıkan şey tek tip insan değil, insanlığını kaybetmeyen ve kaybeden insanların farklılığıdır.

Pia Mater (Serkan Karaismailoğlu) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Pia Mater

Kitabın Yazarı : Serkan Karaismailoğlu

Kitap Hakkında Bilgi :

PİA MATER, bir roman ancak bildiğimiz romanlardan çok farklı. Yazarın tanımlaması ile o bir Nöro-Roman. Bir sinirbilimci olan Serkan Karaismailoğlu daha önce yayımlanmış olan Kadın Beyni Erkek Beyni ve Beyinde Ararken Bağırsakta Buldum adlı kitaplarından sonra ilk defa bir roman denemesiyle okuyucunun karşısına çıkıyor. Ancak bu kitabında da gene bilim var. Bildiğimiz roman kurgusunun içine ustalıkla yerleştirilen bu bilimsel veriler, roman kahramanlarının eşliğinde bir hikâyeye dönüşüyor.

Macera, bilim ve heyecanlı bir kitap okumak istiyorsanız PİA MATER tam size göre. Serkan Karaismailoğlu ve Nöro-Roman…

Nöro-Roman: Sinirbilimsel gerçeklerin, belli bir kurgu ve hayali karakterler eşliğinde okuyucuya sunulduğu bir roman türüdür.

Adam bir türlü anlamıyordu. Beyin üzerine onlarca kitap ve araştırma okumuştu. Bu konuda kendisini önemli bir şekilde geliştirmişti ama gene de anlayamıyordu. Nasıl olur da bir başka insanı bu kadar net içinde hissedebilirdi ki. Onu gördüğü her an, sahip olduğunu sandığı bütün organlarının aslında ne kadar bağımsız ve başına buyruk olduklarını bir kez daha algılıyordu. Yıllardır beraber yaşadığı kalbi artık başkası için atıyordu, beyni desen çoktan olay yerini terk etmişti. Kendi hücreleri bile dinlemiyordu adamı. Bir insanın hücresi neden bir başkası için kendi vücuduna ihanet ederdi ki... Ama adam bir şeyden çok emindi. Tüm hücrelerinin kendisini terk edeceğini de bilse, onu gördüğü tek bir anı bile dünyada hiçbir şeye değişmezdi.

Pia mater : Beyin ve omuriliği saran üç zardan en içteki ince zar, beyin omurilik ince zarı.

Kitabın Özeti :

“Bir afrika kabilesinde şöyle bir söz vardır: ‘köyü tarafından sevilmeyen çocuk, sonunda o sevgi sıcaklığını hissetmek için köyünü yakar.’ yani bugün dünyayı yakanlar, aslında zamanında ihtiyacı olan sevgiyi alamayan çocuklardır. Başka bir şey değil...”

Kitabın ilk yarısında beyin ve sinir sistemi ile ilgili bilgiler bulunmaktadır. Ayrıca kitaptaki kişilerin tanıtımları yapılmaktadır.

Tesla'nın ablası aldatılması sonrasında intikam düşüncesi ile yapmaması gereken bir hata yapıyor. Çocukken yaşadığı travma ile şeytanın kokusunu tanıyan kötü birinin eline teslim ediyor.

Tesla ve en yakın arkadaşı bir kavgaya karışıyor ve hayatı tamamen değişiyor. Kavgada burnu kırılan kişi bir mafyaya üyedir. Mafyanın başındaki kişi çocukluğundan beri Tesla’ya aşık birisidir. Kavga nedeni ile çocukluklarından sonra ilk kez karşı karşıya gelirler.

Tesla hayatı boyunca onu takip eden ama bir kere bile ona görünmeyen bu gizemli aşkı öğrenince çok şaşırır. Bu aşk ve ablasının ortadan kaybolması ile kendini bir karmaşanın içinde bulur.

Kendisine aşık bu adam mafyanın başı olmanın yanında ülkenin en gelişmiş teknolojisine de sahiptir. Onun yardımı ile ablasını kandırarak kaçıran adamı buluyorlar. ama Hikaye bu aşamadan sonra daha da karmaşıklaşır...

Otomatik Portakal (Anthony Burges) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Otomatik Portakal

Kitabın Yazarı : Anthony Burges

Kitap Hakkında Bilgi :

Tüm hayvanların en zekisi, iyiliğin ne demek olduğunu bilen insanoğluna sistematik bir baskı uygulayarak onu otomatik işleyen bir makine haline getirenlere kılıç kadar keskin olan kalemimle saldırmaktan başka hiçbir şey yapamıyorum...

Cockney dilinde (İngiliz argosu) bir deyiş vardır. "Uqueer as as clockwork orange". Bu deyiş, olabilecek en yüksek derecede gariplikleri barındıran kişi anlamına gelir. Bu çok sevdiğim lafı, yıllarca bir kitap başlığında kullanmayı düşünmüşümdür. Bir de tabii Malezya'da "canlı" anlamına gelen "orang" sözcüğü var. Kitabı yazmaya başladığımda, rengi ve hoş bir kokusu olan bir meyvenin kullanıldığı bu deyişin, tam da benim anlatmak istediğim duruma, Pavlov kanunlarının uygulanmasına dayalı bir hikâyeye çok iyi oturduğunu düşündüm...

-Anthony Burges-

Karabasan gibi bir gelecek atmosferi... Geceleyin sokaklara dehşet saçan, yaşamları şiddet üzerine kurulu gençler... Sosyal kehanet? Kara mizah? Özgür iradenin irdelenişi?.. Otomatik Portakal bunların hepsidir. Aynı zamanda hayranlık verici bir dilsel deneydir, çünkü Burgess antikahramanı için yeni bir dil yaratır: Yakın geleceğin argosu "nadsat"ı...

...ve Stanley Kubrick'in muhteşem film uyarlaması, yirminci yüzyılın kült eserlerinden biri olan bu romanın şöhretini pekiştirmiştir...

Otomatik Portakal kitabının orjinal adı A Clockwork Orange'dır. İngiliz yazar Anthony Burgess’ın en popüler romanıdır. 1959 yılında tümör nedeniyle 1 yıldan az ömrü kaldığını öğrenen Anthony Burgess, ölümünün ardından karısının geçimini sağlaması için kitaplar yazmaya başlar. Bir sene içinde beş kitap yazar. Otomatik Portakal kitabını da bu yıllarda yazmıştır. İşin ilginç yanı ise hastalık teşhisi yanlış çıkmıştır. Anthony Burgess  konulan bu yanlış teşhis yüzünden ölmediği gibi dünyaca tanınan bir romancı olmuştur.

Kitabın Özeti :

Onbeş yaşında bir çocuk olan Alex, Dim, Pete ve Georgie adlı dört gençten oluşan bir sokak çetesinin lideridir. Gündüzleri gayet normal bir genç gibi okuluna gitmekte, akşamları ise çetesiyle beraber çeşitli suçlar işlemektedir. İşlediği suçlardan bazıları ise bir dilenciyi öldüresiye dövmek, bir kadının evini basmak ve ülkesindeki önemli yazarlardan birinin eşine tecavüz etmek ve daha kötüsü cinayettir. Çetenin kendi aralarında kullandıkları Rusça sözcüklerden oluşan bir jargonları da vardır. Bu dile “Nadsat” demektedirler.

“Neden “iyiliğin kökenini” incelemezler, araştırmazlar?” Eğer serseriler kötülük yapıyorsa bu onların tercihidir. Ben kötülüğü yeğleyenler arasındayım.” diyen Alex kötü olmayı seçmiştir. .

Bir gece de “Otomatik Portakal” adlı bir roman yazmakta olan bir yazarın evine de girip evi dağıtırlar. Ortalığı kırıp döktükleri gibi karısının da ırzına geçerler. Başka bir sefer de yaşlı bir kadının kediler ile dolu evine girerler ve onlara direnen yaşlı kadını da öldürürler.

Bir gece barda otururlarken çetelerinin en güçlü ve iri -aynı zamanda aptal- üyesi Dim ile çok basit bir konuda tartışırlar. Alex, Dim'e çok sert davranır. Çetenin diğer üyeleri Alex liderleri olduğu için pek bir şey söylemeseler de, Dim'e gereksiz yere çıkışmasından rahatsız oldukları bellidir. Ertesi günlerde yine çete işleri yaparlarken Alex bazı şeylerin değiştiğini fark eder. Otoritesi sarsılmıştır bir kere.
 
Bir gece, Pete bir fikir ortaya atar. Kedileriyle yaşayan yaşlı ve yalnız bir kadının evine girip evindeki altın, gümüş ve antikaları çalacak, daha sonra da bunları kara borsada satacaklardır. Bunu daha önce hiç yapmadıklarından Alex pek benimsemez ama Dim'le yaşadıkları olaydan sonra pek karşı çıkmak istemez ve kabul eder. Evin önüne gittiklerinde Alex pencereden içeri girerek yaşlı kadını etkisiz hale getirmeye çalışır. Fakat önceden hazırlıklı olan kadının direnmesini önlemek o kadar da kolay olmayacaktır. Kadının kedileri Alex'in üstüne atlar, o da o arada bir vazoyla kadının kafasına vurur. Kadın ölmüştür ölmesine ama önceden polisi çağırmıştır. Polis geldiğinde çete arkadaşları Alex'i satmaya önceden hazırdır zaten. Her şeyin Alex'in fikri olduğunu, kadını onun öldürdüğünü söylerler. Böylece Alex tutuklanır ve tam on dört yıl hapis cezası alır.

Alex'in hapise girmesinin üzerinden tam iki yıl geçmiştir. Üç kişilik küçük bir hücrede altı kişi kalmaktadırlar. Bir akşam hücrelerine yeni bir mahkum getirilir. Biraz kendini beğenmiş ve geveze bir mahkumdur. Gece herkes uyuduktan sonra Alex'in yanına yatar. Alex bunu fark edip de uyanınca hep beraber bu yeni gelen mahkumu döverler, sonunda bayılır ve yere düşerek öylece kalır. Diğerleri de uykularına kaldıkları yerden devam ederler.

Sabah uyandıklarında, diğer mahkumun hala aynı yerde yatmakta olduğunu görürler. Çoktan ölmüştür. Herkes telaşla birbirini suçlamaya başlar. Sonunda, hepsi birden öldürücü darbeyi Alex'in yaptığına karar verirler. Gardiyanlar gelip de cesedi götürdüklerinde de aynı şeyi söylemeye devam ederler. Akşama doğru, içişleri bakanı ve hapishane müdürü gelirler. İçişleri bakanı hapishanelerin ne kadar dolu olduğundan, hapis cezasının mahkumlar üzerinde hiçbir etkisi olmadığından şikayet eder. Islah etme adı verilen yeni bir yöntem bulmuşlardır ve olayın olduğu hücrenin yanına ulaştıklarında Alex'i işaret ederler. Bu yöntemi ilk olarak onun üstünde deneyebileceklerini söyler. Her şey yolunda giderse Alex iki hafta içinde özgürlüğüne kavuşabilecektir. Tabii bunu seve seve kabul eder.

Suçluları Yeniden Topluma Kazandırma projesiyle “Ludavico” adlı bir laboratuvar çalışmasına tabi tutularak kişilikleri düzeltilecektir. Alex bu çalışmanın kobayı seçilmiştir. Burada herkes ona çok iyi davranmaktadır, hapiste gardiyanların yaptığı gibi kimse dövüp sövmemekte, aksine tatlı bir dille konuşmaktadır. Ona çok yeni ve güzel bir pijama takımı verirler ve küçük, temiz bir odaya götürürler. Burası artık onun odası olacaktır. Ertesi sabah ise işin iç yüzü ortaya çıkar. Onu kötü bir insan olmaktan kurtaracak, iyilik yapmasını sağlayacak denen ıslah etme yöntemi, tam bir işkencedir.

Bu çalışmanın seanslarında Alexe, şiddet dolu filmler izlettirilip, fiziki işkenceye maruz bırakılıp acılar çektirirler. En sonunda Alex aklından kötülük geçtiği anda kusacak ve acılar çekecek hale getirilir. Bu yöntemle tedavi edilen Alex artık kötülüğü düşünemeyecek hale gelmiş olur.

Ama Beethoven müziğini duyduğu anda kendisine seyrettirilen Nazi soykırım filmlerinin dehşet dolu sahnelerini yaşamaya başlar. Böylece kişiliği değişen Alex, bir kuklaya dönüşmüştür. Artık en çok sevdiği Beethoven’den ve müzikten de olmuştur. Tedavi sonrasında kayıtlara iyileşmiş olduğu yazılıp salıverilir.
Artık şiddet uygulama isteği olduğunda tuhaf bir hastalığa tutulmakta, bu yüzden de istemeden de olsa herkese iyi davranmaktadır. İlk iş olarak bir yerde kahvaltı yapar ve sonra da annesi ve babasıyla yaşadığı eski evine gider. Kapıyı açtığında annesi, babası ve bir yabancıyı kahvaltı ederken görür. Onun yokluğunda ailesi odasını bir başkasına kiralamıştır. Hayal kırıklığıyla kendi evinden çekip gider, artık evsiz de kalmıştır.

Alex şehir kütüphanesine gider. Orada eski çete günlerinde kötülük yaptığı bir yaşlı adamla karşılaşır. Adam onu tartaklamaya başlar fakat şiddet uyguladığında hastalandığından karşılık veremez. Kütüphane müdürü polisi çağırır ve bir süre sonra iki polis çıkagelir. Polislerden biri Alex'in eski çete arkadaşı Dim, diğeri ise eski düşmanlarından biridir. Alex'i alarak şehirden uzak bir ormana götürerek öldüresiye dövüp sonra da çekip giderler. Alex kendine geldiğinde yakınlardaki bir köye yürümeye başlar. Bir eve rastladığında kapıyı çalar ve yardıma ihtiyacı olduğunu söyler. Bir adam kapıyı açar ve onu içeri alır. Ona çok iyi davranır, fakat sonradan amacı anlaşılır.

Adam hükümet karşıtı bir siyasetçidir. Alex’in hikâyesini duyunca “Ludevico” yönteminin insanlık dışı bir uygulama olduğunu kanıtlamak için harekete geçer. Alex'i de hükümetin yeni yönteminin kurbanı olarak herkese göstererek prim yapma peşindedir. “Senin gibi bir delikanlıyı OTOMATİK PORTAKAL’a dönüştürenlere yaşam hakkı tanımamalıyız.” der. “Seni bir makinaya dönüştürmüşler " diyerek ona yardımcı olmaya çalışır. Ancak Alex bu kez de başka bir kesim tarafından başka bir amaçla kullanılmaktadır. Birkaç arkadaşı ile beraber Alex'i bir eve götürürler. Sonra da kapıyı kilitleyip ona şiddet dolu müzikler dinletirler. Buna dayanamayan Alex, camı açar ve aşağı atlar. Ölmemiştir, fakat birçok kemiği kırılmıştır ve oldukça kötü durumdadır.

Kaldığı hastanede onu tedavi ederler. Artık şiddete tepki vermemektedir. Eski günlerine geri dönebileceğine inanır ve yeniden bir çete kurar. Bir akşam, Alex yeni çetesiyle katkılı süt içerken, canı sıkılır ve arkadaşlarından ayrılıp yürümeye başlar. Canı çay içmek ister, oldukça sıradan insanların oturup sohbet ettiği bir mekana girer ve kendine bir çay söyler. Oturmak için yer ararken eski arkadaşı Pete ile karşılaşır. Bir bayanla oturmuş kahve içmektedir. Alex'i gördüğüne mutlu olur ve sohbet etmeye başlarlar. Pete yanındaki bayanın karısı olduğunu söyleyince Alex çok şaşırır, Pete'nin evlenebileceğini hiç düşünmemiştir. Evine döndüğünde kendisini yeni bir his karşılar, baba olmak istediğini fark eder. Tabii bunun için bir eşe ihtiyacı vardır. Alex artık büyümüştür.

Serenad (Zülfü Livaneli) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Serenad

Kitabın Yazarı : Zülfü Livaneli

Kitap Hakkında Bilgi :

Her şey, 2001 yılının Şubat ayında soğuk bir gün, İstanbul Üniversitesi'nde halkla ilişkiler görevini yürüten Maya Duran'ın (36) ABD'den gelen Alman asıllı Profesör Maximilian Wagner'i (87) karşılamasıyla başlar.

1930'lu yıllarda İstanbul Üniversitesi'nde hocalık yapmış olan profesörün isteği üzerine, Maya bir gün onu Şile'ye götürür. Böylece, katları yavaş yavaş açılan dokunaklı bir aşk hikâyesine karışmakla kalmaz, dünya tarihine ve kendi ailesine ilişkin birtakım sırları da öğrenir.

Serenad, 60 yıldır süren bir aşkı ele alırken, ister herkesin bildiği Yahudi Soykırımı olsun isterse çok az kimsenin bildiği Mavi Alay, bütün siyasi sorunlarda asıl harcananın, gürültüye gidenin hep insan olduğu gerçeğini de göz önüne seriyor.

Okurunu sımsıkı kavrayan Serenad'da Zülfü Livaneli'nin romancılığının en temel niteliklerinden biri yine başrolde: İç içe geçmiş, kaynaşmış kişisel ve toplumsal tarihlerin kusursuz dengesi.

Kitabın Özeti : 

Maya Duran, İstanbul Üniversitesi’nde Halkla İlişkiler görevini yürüten sözleşmeli bir memurdur. Eşinden boşanmıştır ve oğlunun ile birlikte yaşamaktadır. Birlikte yaşadığı oğlu Kerem ile aralarında kopuk bir ilişki vardır. Aynı zamanda oğlunun babası eski eşiyle de iletişimi yoktur.

2001 yılının Şubat ayında soğuk bir İstanbul günüdür. İstanbul Üniversitesi’ne konuk olarak gelen Alman asıllı Amerikalı Profesör Maximillian Wagner’i karşılama ve onunla ilgilenme görevi Maya’ya verilir. Maya, buna benzer karşılamaları ve misafirle ilgilenme işini pek çok defa yapmıştır. Maya için Prof. Maximillian Wagner’le tanışana dek bu sıradan bir görevdir. Maya, profesörü karşılamaya havaalanına giderken bu yaşta bir adamın neden geldiğini merak eder. Maya, elinde profesörün isminin yazılı olduğu kağıt ile beklerken, beklediğinin aksine yaşını göstermeyen gayet yakışıklı bir beyefendi kendisini beklediği kişi olarak tanıtır. Prof. Maximillian Wagner 87 yaşındadır. Daha önce İstanbul Üniversitesi’nde hocalık yapmıştır. Profesör 1939-42 yılları arasında İstanbul’da yaşamıştır. O zamanlar kaldığı Pera Palas Hotel’inde kalmak ister. Maya, Profesörü kalacağı hotele yerleştirir.

Profesörün İstanbul’da olmasından İngiliz istihbaratından Türk İstihbaratına kadar pek çok kimse memnun değildir. Öncelikle Türk istihbarat görevlileri onu izlemeye almışlardır. Takip edildiği bir gün üniversiteye geldiğinde Rektör onunla görüşmek ister. Bu talebe çok şaşıran Maya’yı bir süpriz daha bekler. Takip ettiğini düşündüğü kişiler Rektör ile birliktedir ve Maya’dan Profesör’ün her hareketini takip etmesini isterler.

Prof. Maximillian Wagner ile Şile’ye gittikleri gün Türk istihbaratçıları Maya’nın evini ziyaret edip, oğlunu kullanarak Maya’ya göz dağı vermişlerdir. Maya bu durumdan üst düzey asker olan abisi tarafından kurtarılmıştır. Daha sonrasında Maya ile iletişime geçen İngiliz istihbarat birimleri de Maya’dan Prof. Maximillian Wagner hakkında bilgi isterler. Maya ve oğlu Kerem de Prof. Maximillian Wagner ile ilgili araştırmalar yaparlar ve onun gerçekte kim olduğunu merak ederler.

Profesör ile Maya’nın ilk yakınlaşması Profesörün gitmesine az bir süre kaldığında yaptıkları Şile ziyaretinde başlar. Maya, Profesör ve Şoför Süleyman Şile’ye doğru yılın en soğuk gününde yol alırlar. Daha önce ziyaret ettiği Şile’yi yazın bile sevmeyen Maya bu gezintiye bir anlam veremez. Şile yakınlarında Profesör diğerlerinden ayrılarak deniz kenarına iner ve kemanını çalmaya başlar. Yanında üzerinde “Für Nadia (Nadia için)” yazan küçük çelenk de vardır. Çelengi denize atar ve kemanını çalmaya başlar. Ancak yaşlı adam soğuğa daha fazla dayanamaz ve soğuktan bayılır. Profesör “sutma, sutum, struma” diye sayıklar.

Prof. Maximillian Wagner, Maya ve Süleyman’ın yardımıyla yakındaki bir otele götürülür, profesör donmak üzeredir. Bu esnada araba da bozulunca Süleyman yardım çağırmaya gider. Maya, vücut sıcaklığı giderek düşen ve baygın olan Profesör’e yardım etmek için kendi vücut ısısını ona aktarmaya çalışır. Ancak Süleyman döndüğünde olanları yanlış anlar. Bu olayı üniversite yönetimine anlatan Süleyman daha sonra Maya’nın başına dert açar.

Proseför’ü hastaneye götüren Maya, arkadaşı Filiz’den yardım ister. Maya, Profesöre yapılan tetkiklerde, onun kanser olduğunu ve az ömrü kaldığını öğrenir. Profesörün 6 aylık ömrü kalmıştır. Maya, yaşlı, hüzünlü ve şimdi de kanser olduğunu öğrendiği adamın Şile’de deniz kıyısında ne işi olduğunu ve baygınken sayıkladığı ismin kime ait olduğunu çok merak eder. Maya’ya bir hayat borçlu olan Profesör, hayat hikayesini anlatmaya başlar. Anlattıkları Maya’yı derinden etkileyecektir.

Nazi Almanya’sında, Hitler döneminde bir üniversite öğretim üyesi olarak çalışan ari Alman olan Wagner, Yahudi bir genç kıza aşık olur. Bu genç kızın adı Nadia’dır. Prof. Maximillian Wagner ve Nadia evlendikten sonra Nadia “Deborah” ismini alarak Yahudi kimliğini saklamaya çalışır. Hitler’in dayattıkları, artık dayanılmaz hale gelip de Scurla Raporu ile Deborah’ın gerçek kimliğinin ortaya çıkma korkusundan dolayı Prof. Maximillian Wagner ve Deborah Paris’e gitmeye ve orada özgürce yaşamaya karar verirler. Ancak olaylar istedikleri gibi gelişmez. Prof. Maximillian Wagner’in bir anlığına Nadia’nın yanında olmadığı bir sırada Nadia’nın Yahudi geçmişi anlaşılarak, trenden indirilmiştir. Prof. Maximillian Wagner mecburen Nadia’sız Fransa’ya gelmiştir. Arkadaşları vasıtası ile Türkiye’nin türlü mesleklerden profesör kabul ettiğini öğrenir. Oradan da pek çok Yahudi arkadaşlarının bulunduğu İstanbul’a gelir.

İstanbul’a geldikten sonra Prof. Maximillian Wagner aynı zamanda hamile olan karısını Hitler’in işkencelerinden kurtarmak için pek çok yola başvurduysa da sonuç alamaz. Karısı “Struma” adlı gemiye biner. Yanında Katolik olduğunu gösteren Prof. Maximillian Wagner’in temin ettiği belgeler de vardır. Gemi arıza yapması nedeniyle İstanbul’da demir atar. Ancak gemiden kimsenin inmesine izin verilmez. Gemi iki buçuk ay İstanbul açıklarında kaldıktan sonra Ruslar tarafından havaya uçurulur. Gemideki Nadia da hayatını kaybeder. Struma olayı İngiltere, Rusya, Türkiye ve Almanya devletleri için bir kara sayfadır ve her devlet profesör olayın üzerine gider diye korkmaktadır. Bu yüzden onu takibe almışlardır.

Prof. Maximillian Wagner’in Şile sahilinde kemanla çaldığı parça Nadia için bestelediği ve evlenme teklif ederken çaldığı parçadır. Wagner bu parçayı Schubert’in Serenad’ından esinlenerek büyük aşkı Nadia’ya yazmıştır. Şile’ye gittikleri gün olan 24 Şubat ise Nadia’nın ölüm yıldönümüdür. Dinlediği bu gerçek hayat hikayesi Maya’yı derinden etkiler.

Prof. Maximillian Wagner’in Amerika’ya geri dönüşünden sonra Maya şoför Süleyman’ın anlattıklarından dolayı zor günler geçirir. İşinden istifa eder. Yaptığı yolculuk ve ziyaretlerle Prof. Maximillian Wagner’la ilgili bir çok bilgiye daha ulaşır. Ulaştıklarının en önemlisi de arşivde saklanan “SERENAD FÜR NADİA”nın orjinalidir. Maya Amerika’ya giderek elindeki notaları Prof. Maximillian Wagner’a ulaştırır. Profesörün ölmeden önce Maya’dan son bir arzusu vardır. Arzusunu belirttikten sonra da hayata gözlerini yumar. Prof. Maximillian Wagner’in vasiyeti üzeine külleri Maya tarafından Şile sahiline getirilerek, denize serpiştirilir. Bu şekilde iki sevgili Prof. Maximillian Wagner ve Nadia kavuşmuş olur.

26 Kasım 2019 Salı

Allahaısmarladık (İbrahim Naci) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Allahaısmarladık

Kitabın Yazarı : İbrahim Naci

Kitap Hakkında Bilgi :

Çanakkale Savaşı'nda bir şehidin günlüğü...

Bizzat savaşın içinde yer almış bir teğmenin acıları, hüzünleri, umutları… Kendi geriye dönememiş ama duyguları, özlemleri, hayalleri küçücük bir defterle ailesine, yurduna dönmüş. Uğruna ölüme yürüdüğü vatanına bir hatıra bırakmış.

...Yeni gelen emirde, beş günde Akbaş İskelesi'ne gidecek, oradan da vapur ile Anadolu'ya geçecekmişiz.

...Ben siperde düşmanla karşı karşıya olmalıyım. Çünkü çarpışmak, boğuşmak istiyorum. Hem ben, kendimin ne olduğunu anlayayım, hem düşman...

...Maydos [Eceabat]… Bu küçük ve şirin kasaba şimdi ne matemî bir manzara arz ediyordu. Binaların hemen hepsi düşman mermileri ile yıkılmış, yakılmıştı.

...Yanımda akşam namazı kılındı. Huşû içinde dinledim. Bu dindar seslerde öyle hoş bir ahenk vardı ki... Hikmet-i ilâhî, dinledikçe kalbime soğuk bir su serpiliyor gibi oluyor.
...Vadiye paralel giden yamaca çıktığımız zaman, solda yeni birkaç mezar nazar-ı dikkatimizi çekti. Bunların ekserisinin üzerinde hiçbir işaret yoktu. Bazılarında birer ağaç dalı, iki üç tanesinde de kırık tahtalar vardı.

...Şimdi düşünüyorum. Şehit olursam ben de mi böyle solgun yapraklı birkaç kel ağacın dibine gömülüp terk edileceğim.

...Muharebeye girdik. Milyonlarla top ve tüfek patlıyor... Şimdi birinci onbaşım yaralandı.

Allah'a ısmarladık...

Kitabın Özeti :

71. Alay, 10. Bölükten Teğmen İbrahim Naci. Hatıralarını küçük bir deftere tertemiz, arı duru bir Türkçeyle yazmıştır. Teğmen İbrahim Naci, Çanakkale’ye gidip dönmeyenlerdendir. Onu, tuttuğu günlük sayesinde tanıyoruz. Hatıralarını yazmaya 24 Mayıs 1915 Pazartesi günü başlıyor. 29 gün sonra yine bir pazartesi günü şehit düşene kadar. “Defterime acı hatıralarımı yazıyorum. Fakat bu satırları ailem okuyabilecek mi?” sözleriyle şehit olacağını adeta seziyor. Deftere yazdığı son cümle ise “Allah’a ısmarladık.” oluyor. Bütün ailesini Allah’a emanet ediyor. Kendisi dönemiyor yurduna ama defter ailesine ulaşıyor.

Şehidin hatıratını yazdığı defter 12x18 ebatlarında bir cep defteridir. Teğmen İbrahim Naci defterin başına ailesinin adresini yazıyor. Defterin 2. sayfasından 129. sayfaya kadar yazılanlar kendisine aittir. 21 Haziran 1915 Pazartesi günü 29. günde şunları yazıyor İbrahim Naci defterine: “Saat 7:00 geceden beri düşman taarruz ediyor. Şimdi gidiyoruz. Allah hayreylesin… Saat 11.00 muharebeye girdik. Milyonlarla top ve tüfek patlıyor… Şimdi birinci onbaşım yaralandı. Allah’a ısmarladık… Saat 11.15… ” Şehit olduğunda henüz 21 yaşındadır.

Daha sonraki dört sayfada Naci’nin komutanı Yüzbaşı Bedri Bey’in yazdıkları var. İbrahim Naci şehit düşünce defter Bedri Bey’e geçiyor. Bedri Bey burada Teğmen İbrahim Naci ile ilgili değerlendirmelerde bulunuyor. “Zavallı Naci! Evladım gibi sevdiğim yavrum. Defterine emanet ettiğin gizli duygularını bir peder, bir ağabey yakınlığı ile okudum. Bundan dolayı bana darılmaz ve hatalı bulmazsın değil mi?” Daha sonra savaşla ve askerlerle ilgili düşüncelerini yazıyor. Nitekim Bedri Bey son cümlesini tamamlayamadan şehit oluyor. Cümle virgül ile yarıda kalıyor.

Defter Bedri Bey’in şahadetiyle tabur imamı ve tabur kâtibinin eline geçiyor. “Bedri Bey’in Şahadetine Dair Not” bölümünde şunlar yazıyor: “Bölüğün Yüzbaşısı Bedri Efendi buraya kadar yazarak, 1 Temmuz 1915 tarihinde istirahat mahallinden sağ cenaha taburla azimet ettiği sırada, 2 Temmuz 1915’te onun da şahadeti maalesef vuku bulmuştur.” Bununla hatırat sonlandırılıyor. Günlük, girişindeki adresin varlığı dolayısıyla Teğmen İbrahim Naci’nin ailesine ulaştırılıyor.

İbrahim Naci hatıratında İstanbul’dan başlayıp Çanakkale’de şehit olmasına kadarki geçen süredeki gördüklerini, yaşadıklarını anlatıyor. Ayrıca sevk esnasında gelip geçtikleri yerleri de yazıyor. Hatırat Çanakkale Muharebesi ile ilgili bilinen birçok şeyin aksini anlatıyor. Genelde askerlerin iaşede sıkıntı çektiği, yemek bulamadığı iddia edilir. Teğmen İbrahim Naci askerlerin yemeklerinin aksatılmadığını, iaşenin mükemmel olduğunu ve askere bazen günde üç defa yemek verildiğini belirtiyor. Hatta askerin yemeklerin soğumasından şikâyet ettiği söyleniyor. Yemeklerin soğuk gelmesi ise bombardıman tehlikesinden kaynaklı. Naci’nin anlattığına göre cepheye sürekli asker ve cephane ikmali yapılıyor. Günde ortalama iki bin asker gerekli yerlere naklediliyor.

Teğmen İbrahim Naci cepheye intikal ederken gelip geçtiği yerleri de dikkatle gözlemliyor. Kasabalarda sosyal hayatın devam ettiği belirtiliyor. Hatta buralardaki birçok insanın savaşa karşı kayıtsızlığından söz ediliyor. Günlükte savaşın yıkıcı etkileri, kötülüğü mekânlar üzerinden aktarılıyor. Naci, “Ne müthiş. O güzel Çanakkale şimdi bir harabe gibiydi. Düşman birçok yerleri yakmış, yıkmış. Yıkılmayanlar da boş ve kapalı. Birkaç dükkân açıktı.” diyerek yıkımı gözler önüne getiriyor.

İyi Geceler Bay Tom (Michelle Magorian) Kitap Sınavı Yazılı Soruları ve Cevap Anahtarı

Kitabın Adı: İyi Geceler Bay Tom Kitabın Yazarı: Michelle Magorian Kitap Sınavı Soruları ve Cevap Anahtarı 1. Will'in kollarındaki morlu...