27 Kasım 2019 Çarşamba

Korku (Stefan Zweig) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili

Kitabın Adı : Korku

Kitabın Yazarı : Stefan Zweig

Kitap Hakkında Bilgi :

Rahat ve korunaklı bir yaşam süren saygın bir kadın, sekiz yıllık evliliğinden sıkılmış, burjuva dünyasının kozasından çıkarak kendini genç bir piyanistin kollarına atmıştır. Ancak bu gizli ilişkiden haberdar olan bir şantajcının ansızın zuhur etmesiyle, hayatında yeni farkına vardığı bütün güzellikleri yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalır ve kahredici bir korkunun pençesine düşer. Korku insanı bilinçdışına itilmiş utanç verici deneyimlerden, bastırılmış pişmanlıklardan özgürleştirebilecek güçte bir yapıttır. İlk kez 1925 yılında yayınlanmıştır.

Kitabın Özeti :

İrene rahat bir yaşamı olan evli ve iki çocuk sahibi genç bir kadındır. Kocası Fritz işinde çok başarılı bir avukattır. Maddi durumları çok iyi durumdadır. İrene ve ailesinin mürebbiyeleri ve hizmetçileri de vardır. İrene her gün alışveriş yerlerine gider, akşamları da davetlerde, balo ve tiyatrolarda gününü gün eden zengin bir kadındır. Lakin artık hayatını monoton bulmaktadır ve elindekiler ile yetinmeyen bir kadına dönüşmüştür. Yaşanılan yerdeki kasıntı haller, tavırlar ve insanlar arasında çok sıkılmıştır.

Bir akşam bir davet de oldukça becerikli bir piyanist olan Eduard ile tanışır. Sıkıldığı hayatında bir macera arayan İrene bu piyanist ile birlikte olmaya başlamış, piyanistin evinde buluşarak eşini aldatmıştır. Genç bir piyanist olan Eduard’ın ilgisi onu var olduğu sosyal toplumdan daha fazla etkilemiştir. Bir gün piyanist sevgilisinin evinden çıkarken bir kadın ona saldırmış ve sevgilisini elinden aldığı için İrene’ye hakaretler etmiştir. Yüzünü kalın bir duvak ile örtmüş olduğundan tanınmadığını zanneden İrene, susması için kadına para verip ardına bakmadan kaçar.

Bu olaydan sonra evliliğine ihanet eden İrene, büyük bir korkuya ve suçluluk duygusuna kapılmaya başlar. İrene zaten yaptığı bu ihanet yüzünden suçluluk duygusu içindedir. Piyanist sevgilisinden ayrılmaya karar veren İrene, bu kararını aşığına mektup yazarak bildirmiştir. Son bir görüşme için sözleşmişler ama o kadın yine onları görmüştür. Bunun üzerine piyanistin eski sevgilisi İrene’ye şantaj yapmaya başlar. Eduard ’ın sevgilisi olduğunu iddia eden bir kadın kapısında belirmiştir. İrene’ye kendisine para vermemesi halinde yaşanılanları herkese duyuracağı şantajını yapmaya başlamıştır. Bu durum bir süre sonra süreklilik arzetmeye ve İrene’nin psikolojisini ciddi anlamda bozmaya kadar ilerlemiştir.

Piyanistin eski sevgilisi olan kadın İrene’nin evine adam yollayıp, para istemeye başlar. Kadın elinde istediği para miktarı yazılı pusula olan bir adam yollamakta ve parayı bu pusulayı getiren adama vermesini istemektedir.

İrene, ilk önce kadına karşı koymayı düşünmüş ama kadınla yüz yüze gediğinde duyduğu korku ve telaş yüzünden bunu başaramamıştır. Fritz’de, İrene ile şüpheci konuşmalar yapmaktadır. Sanki bir şeyleri biliyormuş gibi konuşmaya başlamıştır. Eşinin bu şüpheci tavırları İrene’yi büyük bir korku ve gerilime doğru sürükleyip durmaktadır.

Avukta eşi Fritz, onunla iletişim kurup yardımcı olmaya çalışsa da İrene, olanları anlatamamış ve susmayı tercih etmiştir. Şantajcı kadın İrene’ye mektuplar göndermeye ve sürekli olarak İrene’den paralar istemeye devam etmektedir. Hatta bir seferinde kadın evlerine kadar gelmesine ve ev sahibi gibi rahatlıkla hareket etmesine dayanamayan İrene, yaptığı şantaj karşısında nişan yüzüğünü vermek zorunda kalmıştır. Nişan yüzüğünü de rehin olarak kadına veren İrene’nin hiç parası da kalmamıştır. Üstelik suçluluk ve korku yüzünden boğulmak üzeredir. Nişan yüzüğünü almak için kadını aramış ama kadın oradan kaybolmuştur. Akşam yemeğinde parmağındaki yüzüğü soran kocası Bay Wagner’e ise temizletmek için sarrafa verdiği yalanını söylemiştir.

En sonunda piyanist aşığının yanına kadar gidip kadının yerini öğrenmek ve nişan yüzüğünü geri almak istemiş ve olan olayları piyaniste anlatmıştır. Eduard, hiçbir zaman öyle bir kadınla birlikte olmadığını, öyle birini tanımadığını söyler.
Yaşadığı olaylardan sonra eşini aldatmadan önce esasında ne kadar mutlu ve huzurlu bir hayatının olduğunu da kavramıştır. Ama artık çok geçtir. Yaşanılan durumdan nasıl kurtulacağı yönünde sürekli fikirler üretmeye çalışan İrene, bu süre zarfında kocasının bu durumdan şüphelenmesi ve durumu öğrenme anındaki tepkisi ve sonrasını düşünmeye başlamıştır. Bir diğer yandan şu an bulunduğu ruh halinden kocasının şüphelendiğini ve anlıyor olabileceğini de göz ardı etmemiştir. Nitekim İrene bu durum içerisindeyken daha önce hiç dikkat etmediği durumları artık daha fazla görür olmuştur. O güne kadar sadece baktığı yerleri, eşyaları ve insanları artık görmeye ve algılamaya başladığının farkına varmıştır. Sekiz yıldan beri süren huzurlu ve müreffeh hayatını, güzelim çocuklarını, şen kahkahalarını, evinde duran güzel biblolarının da farkına varmıştır.

Sonraki gün artık bu işe son verme kararını alan İrene bu durumdan hiç bir sonuç almayınca çareyi eczaneye gidip zehir almakta bulur. Tam o sırada arkadan bir el kendini kavrayarak sarar. Artık intihar etmeye karar verip, eczaneye gidip ilaçları alacağı sırada kocası ile karşılaşır. Hiç bir şekilde konuşmayan çift eve kadar birlikte gelir. Bay Wagner zehiri boşaltarak şişeyi fırlatır. Tam o sırada İrene tüm yaşanılanlardan kocasının haberinin olduğunun farkına varır.

Kocası Bay Wagner ise ilk günden piyanist Eduard ile olan ilişkisini bilmektedir. Karısının, durumu itiraf etmesi ve çocuklarına tekrar annelik yapması adına yaşanılanları planladığını ve herşeyden haberinin olduğunu anlatır. Bu durum karşısında derin bir uykuya dalan İrene, yaşanılanları, psikolojisini, çocuklarını, kocasını ve eski mutlu günlerini düşler. Uyandığında ise yüzüğünün tekrar parmağından olduğunun farkına varır.

İnsan Nedir? (Mark Twain) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : İnsan Nedir?

Kitabın Yazarı : Mark Twain

Kitap Hakkında Bilgi :

Halley kuyruklu yıldızının dünyadan göründüğü gün doğan Mark Twain, bir kâhin edası ile bu yıldızın tekrar görüneceği gün öleceğini bildirmiştir. Nitekim, kehaneti tutmuştur da. Mark Twain'in İnsan Nedir?'i, uzun bir dinlenme süresinin ardından ve sadece belirli kişilere dağıtılmak üzere, yalnızca 250 adet basılmıştır. Elinizdeki kitap, 240. nüsha kullanılarak tercüme edildi. İnsan Nedir?'de Twain, bilinen öykücü tarzının dışına çıkıyor ve insanın kendi kendisini sorgulamasına yol açacak çarpıcı fikirleri sohbet havasında ortaya koyuyor.
Hem de Türkçe’de ilk kez.

Kitabın Özeti :

Mark Twain’in İnsan Nedir eseri, Yaşlı Adam ile Genç Adam arasında geçen insana dair bir diyalogdur. Bu diyalogda Yaşlı Adam “bilge kişi”yi, genç adam ise öğrenciyi temsil eder. Yine de ikisinin mülakatı, bir usta-mürid ilişkisinden ziyade iki dostun bir sohbeti görünümdedir. Konuşmanın dizgini doğal olarak Yaşlı Adam’ın ellerindedir. Yaşlı Adam, insana dair fikirlerini anlatmak için Genç Adam’ın düşünmesine ve doğru olan şeyi tecrübe etmesine izin verir. Bu nedenle kitaptaki diyalog birkaç bölüm halindedir. Bu bölüm araları genel olarak Genç Adam’ın bahsi geçen düşünceleri tecrübe etmesi ve deneyimlemesi için ayrılan zamanlardan ibarettir.

Yaşlı Adam, insana dair iki temel düşünceye sahiptir. Bunlardan birincisi, aklın bir makine olduğundan ibarettir. Yaşlı Adam’a göre insan, hiçbir fikrin sahibi değildir. Çünkü zihin, bütün fikirleri çevreden almıştır. Akıl, çevreden ödünç aldığı materyalleri bir araya getirerek fikir üretir. Bundan dolayı insanlar, bu fikirler üzerinde hak iddia edemezler. Akıl, bir makineden fazlası değildir. İnsan, akıl üzerinde hiçbir yetkiye sahip değildir. Tıpkı makineler gibi akıl da dışarıdan çalıştırılır. Aklın tüm düşünce ve dürtülerinin kaynağı dışarısıdır. Ayrıca aklın irade gücü de bulunmaz.

Akıl, insandan bağımsızdır. Bunun en güzel örneklerinden birisi rüyalardır. İnsan uyur ancak akıl serbestçe çalışmaya devam eder. Bir diğer örnek ise, aklın çalışmaya devam edip insanı uykusuz bırakmasıdır. Bazen insan istediği kadar uyumaya çalışsın, eğer akıl izin vermezse uyuyamaz. Aklın insana tabi olan bir hizmetçi olduğu düşüncesi, bu örneklerle çürütülür. Akıl çalışmaya karar verdiğinde onu engellemenin bir yolu yoktur. Böylesine insandan bağımsız olan ve dış güçler tarafından yönlendirilen aklın, istediğini yapması doğaldır.

Dış güçlerin etkisi altında insandan bağımsız olarak mekanik bir biçimde gelişen akıl, insanlığın zirve başarılarından sayılan sanat ve bilimi de aynı mekanik süreçlerle oluşturur. Bu nedenle bilim adamı ile sanatçının özel bir yanı yoktur. Fareler, filler ve köpekler de tıpkı bir bilim adamı ve sanatçının zihin süreçleriyle hareket eder. Bu şartlar altında üstün başarılar elde etmiş bir Shakespeare’in ya da Galileo’nun böbürlenmeye, kendilerini üstün görmeye hakları yoktur.

Yaşlı adama göre “içgüdü” kavramı anlamsız bir kavramdır. O, bu kavramı “taşlaşmış düşünce” olarak tarif eder. Dolayısıyla hayvanlar da, tıpkı insanlar gibi mekanik düşünme süreçlerine sahiptir. Bu açıdan bakıldığında düşünme, hayvanlarla insanlarda ortaktır. Yani, insanların düşünmesi özel ve üstün bir meziyet olmayıp hayvanlarda da bulunan bir özelliktir. Böylece Yaşlı Adam, insanlığı yüzyıllarca felsefe, bilim, sanat ve din sayesinde oturtulduğu o yüce tahttan indirir ve onu sıradan bir varlık yapar. Yaşlı Adam’a göre hayvanları “aptal” kabul etmek, insanların kibrine ve küstahlığına yaraşacak türden bir davranıştan başka bir şey değildir.

Yaşlı Adam’ın insana dair bir diğer temel düşüncesi, insanı bir şey yapmaya iten temel dürtünün “kendi ruhunu tatmin etme dürtüsü” olduğudur. İnsanın ilk ve en önemli amacı iç huzurunu sağlamak ve ruhsal rahatlığa ulaşmaktır. Yapılan iyiliklerin, katlanılan fedakarlıkların ve gösterilen kahramanlıkların temelinde hep bu dürtü yatar. İnsanlığın sahip olduğu tüm yüce amaçların kökeni hep bundan ibarettir. İnsanın yaptığı bütün tercihler, söz konusu ruh tatminine dayalı kârın yüksekliğine bağlıdır. Hangi seçenekte elde edilecek kâr yüksekse insan o seçeneği tercih eder. Temel kural budur. Görevler, sırf görev olduğu için değildir. Eğer yerine getirilmezse bu ihmalin insanı rahatsız edecek olmasından dolayı yapılır. Vicdan ise, insanın acı çekmeye başladığı noktada devreye girer. Eğer insanın kendisi acı çekmiyorsa, diğerlerinin acısına kayıtsız kalmaya devam eder.

İnsan Nedir kitabında Yaşlı Adam tarafından dile getirilen insana dair iki temel düşünce, Genç Adam’ın itirazlarıyla açılır, detaylandırılır, örneklendirilir ve hatta hikayelerle desteklenir. Yaşlı Adam oldukça ikna edicidir. Kitabın sonunda her şeye itiraz eden Genç Adamı da ikna etmeyi başarır zaten. Kitabın üslubu okuyucuya Platon’un diyaloglarını anımsatır. İnsan aklının makine olduğu düşüncesi, Doğu düşüncesinde de sıklıkla dile getirilir. Özellikle Zen Budizm geleneğinde bu, oldukça sıradan bir düşüncedir. Yakın zamanda ise Osho ve Krishnamurti, insanlığı bir makine gibi işleyen zihinden kurtarmak için yoğun bir çaba sarfetmişler, yıllarca bu konu üzerinde bıkmadan usanmadan konuşmalar yapıp durmuşlardır.

***
Yaşlı Adam: Bir buhar makinasını oluşturan malzemeler nelerdir?

Genç Adam: Demir, çelik, pirinç, beyaz metal, vesaire.

Y.A.: Bunlar nerede bulunur?

G.A.: Kayalarda.

Y.A.: Saf bir hâlde mi?

G.A.: Hayır maden cevherinde.

Y.A.: Bu metaller maden cevherinde bir anda mı birikmişlerdir?

G.A.: Hayır sayısız çağların sabırla verdiği emeğin ürünüdür bu.

Y.A.: Bir makinayı kayanın kendisinden yapabilir miydin?

G.A.: Evet, kırılgan ve değersiz bir tane.

Y.A.: Böyle bir makina için pek de bir şeye ihtiyacın olmazdı herhalde?

G.A.: Hayır ciddi anlamda hiçbir şeye.

Y.A.: İyi ve işe yarar bir makina yapmak için, nasıl bir süreç izlerdin?

G.A.: Dağların içinde tüneller ve oyuklar açar, demir madenini çıkarırdım; onu öğütür, eritir, dökme demir hâline getirirdim; dökme demirin bir kısmına Bessemer işlemi uygular ve bundan çelik elde ederdim. Pirincin elde edildiği birçok metal çıkarır, işler ve bir araya getirirdim.

Y.A.: Sonra?

G.A.: Elde ettiğim ürünün en kusursuzu ile iyi çalışan bir makina inşa ederdim.

Y.A.: Bu iyi çalışan makina için çok şeye ihtiyacın olur muydu?

G.A.: Ah, elbette.

Y.A.: Torna aletlerini, delgi aletlerini, planya aletlerini, baskı aletlerini, perdah aletlerini, kısacası büyük bir fabrikada bulunacak bütün becerikli aletleri çalıştırabilir miydi?

G.A.: Evet, çalıştırabilirdi.

Y.A.: Taştan yapılmış makina ne yapabilirdi?

G.A.: Bir dikiş makinasını çalıştırabilirdi muhtemelen başka da bir şey yapamazdı herhalde.

Y.A.: İnsanlar diğer makinaya hayran kalır ve onu coşkuyla överlerdi değil mi?

G.A.: Evet.

Y.A.: Fakat bunu taştan yapılmış makina için söyleyemeyiz herhalde?

G.A.: Hayır.

Y.A.: Metalden yapılmış makinanın hünerleri, taştan yapılmış makinanınkilere kıyasla çok daha fazla mı olurdu?

G.A.: Tabii ki.

Y.A.: Şahsi hünerler mi?

G.A.: Şahsi hünerler mi? Ne demek istiyorsun?

Y.A.: Bu makinanın şahsına gösterilen itibarı hak eden, makinanın kendi performansı mı olacaktır?

G.A.: Makinanın kendisinin mi? Kesinlikle hayır.

Y.A.: Neden olmasın?

G.A.: Çünkü performansı şahsi değildir; yapı yasalarının bir sonucudur. Yapmak için ayarlandığı işleri yapıyor olması, bir hüner değildir. O işleri yapıp yapmamak elinde değildir.

Y.A.: O zaman taştan yapılmış makinanın bu kadar az iş yapıyor olması da onun kendi hünersizliği değildir?

G.A.: Kesinlikle değildir. Yapım yasalarının ona izin verdiğinden ve onu zorladığından daha azını ve daha fazlasını yapmaz. Bunda şahsi hiçbir şey yoktur; o, seçim yapamaz. Bu “giderek esas konuya gelme” sürecinde varmayı düşündüğün nokta, insan ile makinanın neredeyse aynı şey olduğu ve her ikisinin performansı için de hiçbir şahsi hünerin söz konusu olmadığı mıdır?

Kitabın Yazarı Hakkında Bilgi :

Gerçek ismi Samuel Langhorne Clemens olan Mark Twain, 1835’te Florida’da doğar. Babasının ölümüyle okuldan ayrılıp bir matbaada çırak olarak çalışmaya başlar. Twain, bunun ardından ağabeyinin çıkardığı Hannibal Journal adlı yerel gazetede dizgici olarak çalışmaya başladı. Aynı gazeteye ve bir mizah dergisi olan The Carpet-Bag’e mizah yazıları yazdı. Dört yıl boyunca Missisippi nehrinde kaptanlık yaptı. Geminin dibe oturmaması için gerekli su derinliğini ölçen bir gemici terimi olan Mark Twain ismini ilk kez 1863’te mizahi bir gezi yazısında kullandı. 1867’de ilk kitabı The Celebrated Jumping Frog of Calaveras Country (Calaveras İlinin En Hızlı Sıçrayan Kurbağası) yayımlandı. En ünlü kitaplarından bir olarak sayılan Tom Sawyer’ın Maceraları’nın ardından, başyapıtı sayılan Huckleberry Finn’in Maceraları’nı yazdı. 1906’da yazmaya başladığı otobiyografisini bitiremeden öldü.

Antikacı Dükkanı (Charles Dickens) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Antikacı Dükkanı

Kitabın Yazarı : Charles Dickens

Kitap Hakkında Bilgi :

Toplumsal altüst oluş ve değişim dönemlerinde insanın dramı daha bir derinleşir. Dickens manifaktürden fabrikaya geçiş, emeğin sömürülmesine dayanan sermayenin yoğunlaşması döneminin romancısı. Antikacı Dükkanı'nda tüm toplumsal sınıfların tipik temsilcilerini işleyerek, onların maddi yaşamlarındaki değişmelerle tinsel direnmeleri ve çatışkılarını dile getiriyor. Başka bir deyişle altyapı ile üstyapıyı birlikte irdeleyerek yeni insanın önünü açıyor.

Kitabın Özeti :

Olay 19. yüzyıl başlarında İngiltere’de geçmektedir. Nelly küçük öksüz bir kız çocuğudur. Bir akşam eve giderken yolunu kaybeder. Yolda yaşlı bir adama rastlamasıyla olaylar başlar. Nelly dedesi ile yaşlı adamı tanıştırır. Fred, Nelly’nin abisidir. Fred kız kardeşinin parasının peşindedir. Danicel Quilp ve Dick Swiveller, Fred’in yanında olup parayı nasıl alırız diye uğraşan kötü niyetli kişilerdir. Kit ise antikacı dükkanında çalışan çıraktır.

Danicel Quilp karısı Bn. Quilp’e çok eziyet ediyor kötü davranıyordu. Bir gün Quilp yazıhanesinde iken küçük Nelly bir mektup getirir ve bu mektup Quilp’i sıkıntıya sokar. Mektupta Nelly dedesinin öleceğini yazmaktadır. Quilp mektupta yazan yazının doğru olup olmadığını sorar. Nelly’nin mektupta yazanlardan haberi yoktur. Quilp, Nelly’nin dedesi öleceği için onunla evlenmek ister. Nelly’e evlenme teklif eder fakat Nelly bunu kabul etmez.

Mektupta yazan yazının doğru olup olmadığını öğrenmek için Nelly’i eve götürüp karısının aracılığı ile kızın ağzından laf almaya çalışır. Mektupta yazanlar doğrudur. Richard ve Dick Swiveller paranın Fred’e kalması için planlar kurar. Planları Nelly’i herhangi biriyle evlendirmek ve böylece paranın tek varisi Fred yapmaktır. Bu sırada Quilp yaşlı adamı kandırarak olup bitenleri Kit’den öğrendiğini söyler. Yaşlı adamın Kit’e olan güveni çok sarsılmıştır. Kit olanlardan habersiz Nelly’nin evini gözetler. Kit evine gittikten sonra Nelly telaşlı bir şekilde Kit’in evine gelir. Dedesinin onu bir daha görmek istemediğini söyleyerek haftalığını verir. Bu arada Quilp yanındaki hukuk adamıyla yavaş yavaş evi ve eşyaları ele geçirmeye başlamıştır. Fakat yaşlı adamın hastalığı birden iyileşmeye yüz tutar ve derken iyileşir.

Quilp eşyaları satmış ve yaşlı adama iki gün mühlet vermiştir. Yaşlı adam ertesi gün sabah erkenden Quilp ve hukuk arkadaşı uyurken Nelly’i alıp evi terk eder. Quilp uyanıp evi terk ettiklerini anlayınca çok sinirlenir. Evi Kit’in gözetlediğini fark eder ve ona yaşlı adamla Nelly’nin nereye gittiklerini sorar. Kit ona nereye gittiklerini bilmediğini söyler.

Yaşlı adam ve Nelly başka bir şehre giderken yol kısaldıkça yorulmaya başlamışlardı. Biraz ilerledikten sonra bir kasabaya varırlar. Kasabada panayır vardır. Panayırda eğlendikten sonra yine yola devam ederler. Yolda ilerlerken kenara çekilmiş at arabası ve yanında bir kadın görürler. Kadın çay içmektedir ve bunları da davet eder. Beraber çay içer ve yemek yerler. Biraz sohbet ettikten sonra kadın Nelly’e iş teklifinde bulunur fakat Nelly dedesi tek kalacağından dolayı işi kabul etmez. Kadın düşünür ve ikisini birden işe almaya karar verir. Nelly kadının bal mumu heykel galerisinde çalışacaktır. Kadın kasaba kasaba dolaşıp heykelleri tanıtmaktadır. Bir kasabaya varırlar ve heykelleri tanıtmaya başlarlar. Nelly oraya kadınla beraber yerleşir. Kasabada herkes Nelly ve dedesini çok sevmiştir.

Bir gün Nelly eski kilisenin oralarda dolaşırken yaşlı bir adamla tanışır. Yaşlı adam kilisenin hem bahçıvanı hem de koruyucusudur. Adamla sohbet ettikten sonra güzel bir arkadaşlık kurarlar. Derken Nelly’nin dedesi ölür. Kit, Nelly’e çok büyük yardımlar etmeye başlar. Zaman geçtikçe Nelly dedesinin ölümünü unutup, kilisenin bahçıvanı yaşlı adamla görüşmeye başlar. Yaşlı adamda onunla kendi torunuymuş gibi çok iyi ilgileniyordu.

Bir gün Nelly kötü bir şekilde hastalandı. Yaşlı adam ve Nelly’nin arkadaşları yanından bir türlü ayrılmazlar. Nelly’nin durumu git gide kötüleşiyordu. Kasabada duyan herkes yaşlı adamın evine onu ziyarete geliyorlardı. Nelly o kasabada herkesin sevdiği bir kızdır. Ani bir şekilde ölümü kasabada ki herkesi üzmüştür. Nelly toprağa verildikten sonra insanlar dedesine kavuştuğu için bir yandan da sevinmişlerdi.

Aradan zaman geçtikten sonra Kit evlendi ve çocukları oldu. Kit karısıyla birlikte çocuklarını yanına toplayarak iyi kalpli Nelly’nin hikayesini anlatırdı. Çocuklar bu hikayeyi dinledikleri zaman babalarından daha uzun anlatmalarını isterdi. Böylece iyi kalpli Nelly’nin hikayesi o kasabadaki herkesten tarafından çocuklarına anlatılmaya başladı.

Bir İdam Mahkumunun Son Günü (Victor Hugo) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Bir İdam Mahkumunun Son Günü

Kitabın Yazarı : Victor Hugo

Kitap Hakkında Bilgi :

Konu Bir İdam Mahkumunun Son Günü ise “Bir kitap okudum ve hayatım değişti.” cümlesi, tüm mecazlardan sıyrılıp gerçek bir anlama bürünüyor. Ölümsüz yazar Victor Hugo’nun 1829 yılında kaleme aldığı roman, yazarın Paris’teki ünlü Greve Meydanı’nda gerçekleştirilen bir idama tanıklık etmesinden ilham alıyor.

Bir İdam Mahkumunun Son Günü, 19. yüzyıl Fransa’sını gerçekçi bir biçimde yansıtması bakımından tarihi ve toplumsal bir kaynak olarak değerlendiriliyor. Yazarın henüz 27 yaşındayken takma bir adla yayımladığı eser, döneminin siyasi ve sosyolojik yapısına bir eleştiri niteliği taşıyor.

Hayat ve Ölüm Arasında İnce Bir Okuma Deneyimi

Bir İdam Mahkumunun Son Günü, idamı bekleyen bir adamın dilinden yazılmış olmasıyla etkileyici bir anlatıma sahip. Romantizm akımının en güçlü temsilcisi olan Hugo, ölüm korkusu ve merhamet duygularını okuruna sarsıcı bir empati ile hissettiriyor. Eser, ölüme yaklaşan bir insanın ruh halindeki değişimleri başarılı bir şekilde ortaya koyması sayesinde aynı zamanda psikolojik bir roman olma özelliği de taşıyor.

İdamı “devrimlerin yok edemediği kaide” olarak nitelendiren Hugo, kitabının ön sözünde bu infaz yöntemi hakkındaki görüşlerini okuruna bir manifesto havasında sunuyor. Sonrasında ise romanının ön hazırlığını, kitabın konusuna dair konuşmaların yer aldığı bir tiyatro piyesiyle yapıyor. Yazar, bu kısımda topluma ve kitabına karşı eleştirilerini doğrudan halktan kişiler aracılığıyla yaparak farklı bir çalışma ortaya koyuyor.

Romanın son kısmında yazar, okurunu cinayet suçu ile tutuklanan ve mahkemede beş hafta sonra idam edileceğini öğrenen bir adamın satırlarıyla baş başa bırakıyor. Mahkum edilmeden önceki yaşamına oldukça yabancılaşan anlatıcı, okura daha çok içe dönük bir durum hikayesi anlatıyor. Romanda bu nedenle birbirinin yerini alan iki duygu ağır basıyor: Umut ve korku. Eserin ana fikrini besleyen bir diğer çarpıcı yönünü ise mahkumun son anda insanlar hakkındaki düşünceleri oluşturuyor.

Bir İdam Mahkûmunun Son Günü, dünya edebiyatının ölümsüzlerinden Victor Hugo'nun (1802-1885) yirmi altı yaşında yazdığı bir gençlik yapıtıdır. Victor Hugo'nun içerik olarak bu romandaki amacı çok yalın, çok açık: İdam cezasının hem trajik, hem de saçma yanını göstermek. Onun büyüklüğünde, onun dehasında bir yazar için böyle bir savı insani ve etik boyutlarıyla sergileyerek kanıtlamak hiç de güç değil. Ama bu romanın büyük önemi başka özelliklerinden kaynaklanıyor. Bu yapıt, birinci tekil kişi ben ile yazılan romanın ilk örneği. Daha önce böyle bir yöntem bilinmiyor. Demek ki bu özelliğiyle bir yol açıcı, bir öncü bu roman. Roman kahramanının da dediği gibi, bir tür zihinsel otopsi olan bu romanda, modern edebiyatın ilk iç monoloğu ile karşılaşıyoruz. Bir İdam Mahkûmunun Son Günü, bir yazınsal yenilik olan Samuel Beckett ve Georges Bataille'ı haber veriyor. Bu da romanın bir başka önemli özelliği. Bataille ve Beckett'i tanıdıktan sonra bu romanı daha iyi kavrıyoruz. İdam Mahkûmunun kendisine ironik bir gözle bir başkası olarak bakışı ise, Victor Hugo'nun Arthur Rimbaud'dan kırk yıl önce 'Ben Bir Başkasıdır' düşüncesini yaşamış olduğunu gösteriyor.

Kitabın Özeti :

Victor Hugo’nun idam cezasını eleştirdiği, idama mahkum edilmiş bir kimsenin yaşadığı psikolojik durumu günlük tarzında ele aldığı bir kitaptır. Önsözde "Bu kitap herhangi bir hakime yazılmıştır." yazmaktadır. Kitabın ön sözünde Victor Hugo idam cezasının insani bir tarafı olmadığını uzun uzadıya anlatmaktadır. Victor Hugo’ya göre idam bireysel bir olgu değildir. İdam öldürülen kişinin kendisiyle birlikte ailesini ve dolaylı olarak toplumun tümünü etkileyen bir olaydır.
Cinayet suçu ile yargılanan mahkûm, duruşmaya çıkarken kürek cezasına son derece adi bir ceza olarak yaklaşır. Mahkeme edildikten sonra idam cezası alır. Mahkeme, bu mahkûma beş hafta sonra idam kararı vermiştir. O anda kürek çekmek, mahkûm için son derece cazip bir ceza olarak görünmeye başlar. Ne yazık ki her şey için çok geçtir artık. Ölüm korkusu mahkûmu zehirli bir sarmaşık edasıyla sarmaya başlamıştır. İlk sıralarda halen affedileceği umudunu da taşımaktadır. Bu süre içinde bir af çıkabileceği veyahut ta idam cezasının hapis cezasına çevrilebileceği ihtimali içinde kendini oyalamaktadır.

Mahkûm idam kararı sonrasında tam beş hafta boyunca sürekli olarak ölümü düşünür. Daha ölüm gelmeden idam edilerek ölmek düşüncesi onu öldürmeye başlamıştır. Bir iç muhasebeye başlar. Mahkûm arkada bırakacağı şeyleri, yaşamın güzellikleri ve gençliğini düşünmeye başlar ve bunların kıymetini anlamaya başlar. Tüm ruhu daralmış, tüm ruhu iyice ölüm düşüncesine saplanmış, ölecek olmak korkusu benliğinin her noktasına işlemiştir. Yaşadığı her saniyede ölümü ile ilgili detayları kurgulamaktadır. Ölümünü bekleyen mahkûm ruhi olarak pek çok değişime uğramakta, hayata ve insanlığa karşı tüm duyguları da değişmektedir. Genç adam önce annesini düşünür sonra onun zaten yaşlı olduğunu söyleyip karısını düşünmeye başlar. Karısının hastalığından dolayı onun da kısa bir süre sonra öleceği yargısına varır. Sonra mahkûm, bebek yaştaki kız çocuğunu düşünmeye başlar. İşte orada “benim zavallı yavrucuğum! Onun ne suçu var ki” minvalindeki serzenişi idamın bireysel bir vaka olmadığını açık bir şekilde gözler önüne sermektedir.

Nihayet idam günü gelmiş, oluşan değişimlerden idam edileceği günün geldiğini o da anlamıştır. Gardiyanlar mahkûmu almak üzere hücresine gelirler. Korkudan titremeye başlayan mahkûm arkasında bıraktığı kızı eşi ve annesini düşünür. Adam en çok kızını düşünmekte ve onun için üzülmektedir. Çünkü kızını son kez görmesi için onu yanına getirmişler ve küçük kız babasını tanıyamayarak ona “Bilmiyor musunuz bayım? Babam öldü.” diye cevap vermiştir.

Mahkûm idam edileceği yere götürülmeden önce bir odada bekletilirken onun idamını izlemek için gelen kalabalığı görmüştür. “Ah! Sırtlan çığlıkları atan halk. Ondan kaçamayacağımı, kurtulmayacağımı, bağışlanmayacağımı kim biliyor? Beni bağışlamamaları olanaksız! Ah! Sefiller! Merdiveni çıkıyorlar galiba...”

Bu oda da idama götürtülmeden önce tutulan kişilerin duvarlara yazdığı yazıları dikkatle okur. Yazıları okudukça daha çok tedirgin olmuştur. Dışarıda toplanan halk ise idamı beklemekte kimleri bağırıp çağırıp ortalığı bir panayır yerine çevirmektedir. Pek çoğu idam sahnesini seyrederken alacağı zevki bir an önce duymak için sabırsızlık etmektedir. İnsanların bir idamı seyretmekten zevk alması ne kadar insanlık dışı bir şeydir.

“Bağlayın ellerini, çırpınmasın ölüme giderken! Saçlarını da tıraş edin, kesilen kafası güzel görünsün! Gömleğinin boynunu kesmeyi unutmayın, bıçak güzelce koparsın kafasını! Ha birde söyleyin dışarıdaki insanlara, az kaldı istedikleri vahşet gelmek üzere! Merhamet diyorum, doğadaki tüm canlılarda sınırsızca bulunan merhamet neden biz insanoğlunda yok”

“Merak ediyorum, giyotinle olmasa da insanların canını vahşice alan ve buna seyirci kalan milyonlar hala neden kana doymuyor?”

Camdaki Kız (Dr. Gülseren Budayıcıoğlu) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Camdaki Kız

Kitabın Yazarı : Dr. Gülseren Budayıcıoğlu

Kitap Hakkında Bilgi :

Dr. Gülseren Budayıcıoğlu, 2005’te Türkiye’nin ilk psikiyatri merkezi olan Madalyon Psikiyatri Merkezi’ni kurmuştur.Madalyonun İçi, Günahın Üç Rengi, Hayata Dön ve Kral Kaybederse adlı kitaplarında, muayeneye gelen danışanlarını belli bir kurgu dahilinde anlatır. Çok seyredilen İstanbullu Gelin dizisiin de yazarıdır.Psikiyatri bilimine hizmetlerini roman ve hikayeleri ile devam ettirmektedir.

“Küçükken çekilen acıların ateşi kolay sönmüyor, kolay unutulmuyor ve izlerini hayatımız boyunca üstümüzde taşıyoruz.”

Aşk yakıyor
Ayrılık kavuruyor
Aldatılmaksa hep çok acıtıyor…

Bize çocukluk acılarını tekrar yaşatacak kişileri gözünden tanır, başkasına değil, ona âşık oluruz. Hayat onu kendi ellerimizle buldurur bize.

Kaderimiz aslında doğduğumuz evlerde yazılır. Yine o evlerde yaralanır, o yaralarla büyür, sonunda o yaraların bizi götürdüğü yere gideriz. Ancak mutluluk her zaman o yolda değildir…

“Bu kitapta her zamanki gibi gerçek bir yaşam hikâyesi anlatacağım sizlere. Hep lüks içinde yaşamış ama kaderi daha baştan kötü yazılmış Camdaki Kız ile bir varoş çocuğunun aşk hikâyesi bu.”

- Dr. Gülseren Budayıcıoğlu-

Kitabın Özeti :

Nalan bir gün zorla bir psikiyatri kliniğine getirilir. Onu buraya getiren sebep birlikte yaşadığı sevgilisi Hayri’dir. Nalan psikiyatriste başından geçenleri anlatır.

Hayri, kendi halinde bir gençtir. Köyden İstanbul’a gelmiş, büyük bir şirkette çalışmaya başlamıştır. Köyden evlendiği bir kadından çocukları vardır. Şehrin renkli yaşamı, Hayri’yi de değiştirmiştir. Daha girişken ve özgüven sahibidir artık. Bu konuda Nalan’a çok şey borçludur. Nalan problemler içinde büyümüş, çok sıkıntılı bir çocukluk ve ilk gençlik devresi geçirmiştir. Bir iç mimar olan Nalan, Hayri’nin de çalıştığı şirketin sahibi zengin iş adamının oğlu Sedat ile evlenir. Her ne kadar Kayınvalidesi ve kayınpederi onu her zaman desteklese, onlarla arasında bir sorun olmasa da kocası ona hiçbir zaman sevgi, şefkat gibi duygular göstermez.

Şirkette Sedat, babası ve kardeşleri söz sahibidir. Aklı sadece en son moda şık kıyafetler giymek, en güzel yerlerde gezmek, lüks arabalar almak, arkadaşlarıyla takılmak ve babasından gizli kumar oynamak olan Sedat, Nalan’ın kendisine gösterdiği yakınlığa karşılık vermez. Sedat, işleri diğer kardeşleri gibi çekip çeviremediği, aklı bir karış havada olduğu için sürekli olarak babası tarafından aşağılanmaktadır. Bu durum Sedat'ın özgüvenini yitirmesine, kişiliğinin pasif bir hal almasına neden olmaktadır. Nalan’la evliliğinde bu etkenlerden dolayı başarısız bir eş olur. Nalan hamileliği ve bebeğini kaybetmesinin ardından ağır bir depresyona girer ve bir süre işten ayrılır.

Bir zaman sonra kayınbiraderinin desteği ile tekrar işe döner. Şoförlüğü ve korumalığını yapması için emrine şirkette çalışan Hayri verilir. Hayri’nin uzun zamandır Nalan'da gözü vardır. Hayri, onun bu ruh halini fırsat bilerek Nalan'ı elde etmek için her şeyi yapar. Zaten sevgiye, ilgiye aç olan Nalan bir süre sonra Hayri’den çok etkilenir. Bir müddet sonra Hayri ve Nalan yakınlaşırlar. Ama evliyken böyle bir ilişki yaşamayacak kadar namuslu olduğu için kocasından boşanır ve Hayri ile 7 yıl sürecek olan bir ilişkiye başlar. Nihayetinde Nalan, Sedat’tan boşanır. Hayri ile beraber yaşamaya başlarlar. İlk yedi yıl çok mutlu olurlar.

Bu arada Hayri evli ve üç çocuk babasıdır. Karısı Türkan köydeki kuma hayatına alışkın olduğu için Nalan'ı kolayca kabullenir. Nalan da çocukları babasız kalmasın diye Hayri’den boşanmasını istemez. Bir gün karısını ve çocuklarını Nalan'la tanıştırır. Türkan Nalanı çok sever, sürekli kızlarını alıp onu görmeye gider. Ona göre Nalan görgülü, terbiyeli hanım bir kadındır o yüzden bu ilişkiden hiç rahatsız olmaz. Hayri’nin eşi Hayri’nin kendilerini zor durumda bırakmayacağından öyle emindir ki, ilişkileri çatırdamadan uzunca bir süre devam eder.

Çapkın Hayri, gönlünü üçüncü bir kadına kaptırır. Yeni aşkı harbi bir Laz kadındır. Zengin bir adamın dostudur aynı zamanda. O da Hayri’ye çok bağlanır. Fakat Hayri’nin eşi ya da Nalan gibi pek dengeli ve hoşgörülü değildir. Kadınların üçü de Hayri’yi çok sevmektedir. Hayri hiçbirinden vazgeçememektedir, onlar da Hayri’den. Aynı anda üç kadını idare eden Hayri, toplumsal değerlere aykırı işlere soyunan sorumsuz bir kişidir, arızalı fikirlere sahiptir.

Nikahlı eşi yıllarca pek çok sıkıntıya göğüs germiş, evini çekip çevirmiş. Nalan ise zengin bir ailenin muazzam imkanlarından feragat etmiş, evli olduğunu bilmesine rağmen hayatını Hayri’ye adamıştır. Hayri, acı dolu yaşamında artık huzur ve mutluluk isteyen yeni aşkını daha fazla idare edemeyeceği ve başına iş açılacağının korkusuyla eşinden de Nalan’dan da ayrılma ihtiyacı duyar. Laz kızı hem Hayri’yi hem karısını sürekli tehdit eder. Hayri bir türlü bu işin içinden çıkamaz ve bir gün kendi evinin bahçesinde Laz kızı tarafından bıçaklanarak öldürülür. Hayri’nin ölümü hem kendi ailesini hem de Nalanı perişan eder. Nalan bunu öğrenince hayatının şokunu yaşar. Nalan, sıkıntılarından kurtulmak için Dr. Gülseren Budayıcıoğlu’na gelmeye başlar.

Nalan her seansa geldiğinde doktoru onda Hayri’nin kendisini terk etmesi korkusundan başka çocukluğunda yaşadığı ağır travmalar olduğunu fark eder. Uzun bir zaman sonra Nalan yaşadığı çocukluk acılarını, korkularını da anlatır. Anne ve baba dediği kişilerin aslında anneannesi ve dedesi olduğunu, annesinin kendisini doğururken öldüğünü gözyaşları içinde anlatır. Anneannesi ve dedesi onu yanlarına alıp en güzel okullarda, lüks bir hayat içinde yaşatmış ama kendi yaşadıkları acı ve utanç yüzünden asla onu sevmemiştir. Bir kez olsun başını bile okşamamışlardır. Nalan bütün bunları evlendikten sonra babası öldüğünde öğrenmiş ve yaşadığı onca acının üstüne bir de bu eklenmiştir.

Nalan doktorunun telkinleriyle eski hayatına dönmemek ve hayatında yeni bir sayfa açmak için uzun süre uğraş verir. Son olarak gittiği resim atölyesindeki hocasının hiç bilmediği görmediği babası olduğunu öğrenir. Babası ondan af diler ve çok kıymetli eserlerini ona bırakarak ortadan kaybolur. Nalan artık eski kaderine ve acılarına dur diyerek yeni bir hayata başlama kararı alır. Yaşam tarzını değiştirir ve bir işe başlar.

İnsanın Anlam Arayışı (Viktor Emil Frankl) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : İnsanın Anlam Arayışı

Kitabın Yazarı : Viktor Emil Frankl

Kitap Hakkında Bilgi :

20. yüzyılın önde gelen psikiyatrlarından Viktor Frankl, otuzun üzerinde yabancı dile çevrilen ve bütün dünyada 12 milyondan fazla satan İnsanın Anlam Arayışı'nda, kurucusu olduğu logoterapinin ilkelerini, İkinci Dünya Savaşı sırasında bir toplama kampındaki deneyimleri eşliğinde anlatmaktadır.

Okurlar, Frankl'ın tasvir ettiği toplama kampının, dünyayı daha büyük bir hapishane olarak kavramamızı sağlayacak parlak bir metafora dönüştüğünü fark edecektir. Gasset, Heidegger ve Sartre'dan aşina olduğumuz düşünceler ışığında, varoluşun çetin koşullarında "anlam"ı keşfetmemize yardım edecek süreci anlatan Frankl, "İnsanı insan yapan nedir?" sorusuna da yanıt vermeye çalışıyor...

"Gerçekten ihtiyaç duyulan şey, yaşama yönelik tutumumuzdaki temel bir değişmeydi. Yaşamdan ne beklediğimizin gerçekten önemli olmadığını, asıl önemli olan şeyin yaşamın bizden ne beklediği olduğunu öğrenmemiz ve dahası umutsuz insanlara öğretmemiz gerekiyordu. Yaşamın anlamı hakkında sorular sormayı bırakmamız, bunun yerine kendimizi yaşam tarafından her gün, her saat sorgulanan birileri olarak düşünmemiz gerekirdi. Yanıtımızın konuşma ya da meditasyondan değil, doğru eylemden ve doğru yaşam biçiminden oluşması gerekiyordu. Nihai anlamda yaşam, sorunlara doğru çözümler bulmak ve her birey için kesintisiz olarak koyduğu görevleri yerine getirme sorumluluğunu almak anlamına gelir."

Kitabın Özeti :

Kitabın ilk bölümde yazar Auschwitz toplama kampında yaşadıklarını anlatmaktadır. İkinci bölümde ise Auschwitz toplama kampında yaşadıklarından elde ettiği öğretilerle kendi kuramını oluşturduğu Logoterapi’den bahsetmektedir. Üçüncü bölümde ise insanın hayatın acı yönlerine karşı nasıl iyimser olabileceğine ilişkin düşüncelerinden bahsetmektedir.

Kitabın ilk bölümünde, yazarın toplama kampında yaşadığı deneyimleri ve bu ruhsal ve fiziksel savaşta nasıl hayatta kalmayı başardığını göstererek bize hayat hakkında önemli bir ders vererek nasıl başa çıktığını anlatır. Toplama kampına gelişiyle birlikte ailesiyle olan bütün bağlarından uzakta, kendisi gibi insanların arasındadır. Burada eskiden ne kadar iyi bir doktor olduğunun, nereden geldiğinin bir önemi yoktur. Onu diğer tutuklulardan ayıran tek şey hayatta kalmak için neler yapabileceğidir. Bu acımasız hayatta kalma savaşında onu motive eden şey hayata yüklediği anlam olmuştur.

Kamptan kimin ne zaman kurtulacağı, orada ne kadar daha tutuklu olarak yaşayacağı sorusuna kimse cevap bulamamaktadır. Bu belirsizlik de pek çok kişiyi bu mücadelede geride bırakmıştır. Bu mücadelede güçsüzlüğe, hastalığa, dinlenmeye yer yoktur. Toplama kamplarında insanlar fiziksel olarak güçsüz ve ağır koşullarda çalışamayacak bir durumdaysa bu mücadeyi baştan kaybetmişlerdi. Onlar gaz odalarında yakılarak vahşice öldürülenler, kadere boyun eğmek zorunda kalanlardandı. Bir de bu mücadelenin ilerleyen dönemlerinde kaybedenler vardı. Onlar bir gün kurtulacakları ümidiyle yaşayan ancak bu beklentilerinin acı bir şekilde gerçekleşmediğini gördükçe önce bütün ümitlerini sonrasında hayatlarını yitiren insanlardı. Ya intihar ediyorlardı, ya da krize girip günlerce yataklarından çıkmayıp kendilerini ölüme mahkum ediyorlardı.

Çok çarpıcı bir ifadeyle kamptan kurtulup geri dönenler için “Bu tutuklular, kendilerini kurtarmak için dürüst olsun olmasın her yola, her türlü acımasız güce, hırsızlığa, dostlarına ihanete başvurmaya hazırlardı. Birçok şanslı olayın ya da mucizenin yardımıyla geri dönmeyi başaran bizler biliyoruz: En iyilerimiz dönmedi.”

Hayat şartlarının bu kadar olumsuz olmasına rağmen bu mücadele nasıl yürütülebilirdi? Hayata verdiğimiz anlamla. Toplama kampında yaşadığı acılardan öğrendiklerini anlatma fırsatını bulabileceğini düşünmesi onu mücadelede güçlü kılar. Yazar, kampta doktor olarak da çalışmıştır, bu dönemde kamptan kaçma ve kamptaki hastalara yardım etmek arasında bir seçim yapmak zorunda kaldığı zaman kampta kalıp o hasta insanlara yardım etmeyi seçmiştir.

Yazarın önemli bir ifadesi de iki türlü insan ırkı olduğunu söylemesidir. ‘Soylu insan ırkı’ ve ‘soysuz insan ırkı’ diyerek ayırdığı bu iki insan topluluğun farkı sadece onurlu bir hayat ve insanlıktır. Bir insanın toplama kampında bile nasıl onurlu olabileceğini ifade etmek amacıyla bu terimleri kullanmıştır. Bunu ifade etmek için şu karşılaştırmaları yapar. Gaz odalarını icat eden de insandır, gaz odalarına duayla ve gururla yürüyen de insandır. Toplama kamplarında artan ekmeğini paylaşan gardiyanlar da insandır, şiddet uygulayan, onları aşağılarcasına davrananlar da insandır. Onurlu olan insan hiçbir şartta onurundan vazgeçmeyecektir. Yazar sefilce ölmeyi değil, gururla ölmeyi tercih edenlerdendir.

Yazar her acıya bir anlam yükler, önemli olanın bu acıları çekerken bu acılardan ne anlam çıkardığımızdır. Eğer bu acılar bize bir anlam ifade etmiyorsa, bizim hayattaki varoluşumuza ilişkin öğretide bulunamaz. Yazar acıyı hayattan çıkarmaya çalışmaz veya onu görmemezlikten gelmez. Acıda da bir anlam olması gerektiğini özellikle vurgular. Bu acılarla mücadelemizde insan oluruz veya insanlığımızı kaybederiz. Aslında acılara olan dayanıklılığımız belirler hayatımızı. İçimizdeki onurlu insan, bu acılarla mücadele etmeyi bilen ve bu acıların bir anlam için olduğunun farkında olan insandır. Bu acılarla mücadele etmeyi, bu zorlukları göğüslemeyi reddeden kişi de değerlerini kolayca hiçe sayabilir ve onurlu insan olmayı reddedebilir. Hayatla olan mücadelemizde uğruna feda ettiğimiz her şey işte bu anlamlar içindir. Eğer bu anlamlar olmazsa biz de yaşamak için bu mücadeleye sarılmazdık. Hayatlarında boşluk yaşayan insanlar, ya da hayata artık bir anlam yükleyemeyen insanlar değil midir intihara teşebbüs edenler? ‘Acı duygusu, buna ilişkin net ve kesin bir tablo oluşturduğumuz an, acı olmaktan çıkar’ sözü gibi. Nietzsche’nin ‘Yaşamak için bir nedeni olan kişi, hemen her nasıla dayanabilir’ sözü aslında bu anlatılanları en güzel ve yalın şekilde özetlemektedir.

“Yaşam, bir dişçiye gitmeye benzer. Her an daha kötüsünün henüz yaşanmadığına inanırsınız, oysa zaten yaşanmış bitmiştir.”

Tutuklular şimdi çok uzaklarda kalan eski hayatlarından kopuşa ve bir insanın yaşamını sürdürebileceği şartların çok altında olanaklara sahip bu kamplarda karşılaştıkları hem fiziksel hem de ruhsal acılara farklı evrelerde uyum sağlamaktadır. İlk evre şok tepkisini içerir. Bu psikiyatrideki ‘af yanılsamasına’ benzer. İdama mahkûm edilen tutuklu infazdan hemen önce son dakikada affedilebileceği yanılsamasına kapılır. İkinci evre duygu yitimi evresidir. Yani kişi hissetmeyi göze alamadığı coşku ve duygularını köreltir. Böylece kendisini çok gerekli ve koruyucu bir kabukla kaplar.

Yazar, tutukluları umutsuzluktan koruyan şeyin bu acılara katlanmayı ve bunu kaderleri olarak kabullenmek olduğuna da değinmiştir. Bu da yazarın kadere inandığını ve onunla barışık olduğunu bize göstermekle beraber acıların aslında bizim hayatımızın bir parçası olduğunu kabullenmemiz gerektiğini vurgulamaktadır. Yazar 1944’ ün son haftasıyla 1945 ilk günleri arasındaki ölüm oranının, önceki ölüm oranlarından çok büyük bir artış gösterdiğini şu şekilde yorumlamaktadır: ‘Bunun nedeni tutukluların çoğunun, yılbaşına kadar tekrar evlerinde olacağı yolunda safça bir umutla yaşamış olmalarıydı. Yeni yıl yaklaştıkça gelen haberler cesaret verici olmadığı için, tutuklular cesaretlerini yitirmiş ve hayal kırıklığına yenik düşmüşlerdi. Bu da direnme güçleri üzerinde tehlikeli bir etki yaratmış ve birçoğu ölmüştü.’

Kitabın ikinci bölümü’nün adı ‘Genel İlkeleriyle Logoterapi’dir. Bu bölümde yazar logoterapiden bahseder. Psikanaliz’de geçmişe yönelim varken, logoterapide geleceğe yönelim vardır. Gelecek için beklenen yeni anlamlar bu terapi yönteminin başlıca temasıdır. Kişi sorunlarını, varoluşunun anlamları üzerinden değerlendirir ve onlarla baş etmeye uğraşır. Yazar, logoterapinin psikanalizden farkını etkileyici bir şekilde bize anlatmaya çalışır: ‘Ama bana göre, ben sadece ‘savunma mekanizmalarım uğruna yaşamayacağım gibi, sadece tepki oluşumlarım uğruna ölmeye de hazır değilim. Öte yandan insan, kendi idealleri ve değerleri için yaşayabilme, hatta ölme yetisine sahiptir.’

Yazar insanların varoluşunu mutlak bir şekilde anlam arayışıyla devam ettirmek istediğini bu konuda yapılan çeşitli çalışmalarla anlatır. Logoterapinin görevinin de bu anlam arayışında insana yardım etmek olduğunu söyler. Yazar, insanın kaotik durumlar, sıkıntılar, gerilimler dolu bir hayattan kaçmasının değil uğrunda ter dökeceği, gerekirse acı çekeceği bir anlam, bir sebep, bir neden olması gerektiğini söyler.

Kitabın üçüncü ve son bölümü ‘Trajik Bir İyimserlik Tartışması’ dır. Yazar, acı, suç ve ölüme karşı insanın iyimser olabildiğini anlatır. İnsanın nasıl bu kadar negatif olaylara karşı hala hayatta kalabilme savaşına devam ettiğinin cevabını verir. İnsanın hayatında anlamsızlık olduğu sürece de ruhsal dengesinin bozulabileceğindan bahseder. Bu bölümde beni en çok etkileyen şey Freud ve kendi bakış açısını karşılaştırmasıdır. Yazar Sigmund Freud’un insanları açlığa terk ettiğinizde hepsinin farklarının kaybolacağının ve açlık güdüsüne karşı hepsinin aynı davranacağını savunmasını eleştirmiştir. Çünkü toplama kampında bu böyle olmamıştır, orada, o en acımasız şartlarda bile onurlu ve onurlu olmayan insanlar hemen fark edilebilmiştir. Ortaya çıkan şey tek tip insan değil, insanlığını kaybetmeyen ve kaybeden insanların farklılığıdır.

Pia Mater (Serkan Karaismailoğlu) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Pia Mater

Kitabın Yazarı : Serkan Karaismailoğlu

Kitap Hakkında Bilgi :

PİA MATER, bir roman ancak bildiğimiz romanlardan çok farklı. Yazarın tanımlaması ile o bir Nöro-Roman. Bir sinirbilimci olan Serkan Karaismailoğlu daha önce yayımlanmış olan Kadın Beyni Erkek Beyni ve Beyinde Ararken Bağırsakta Buldum adlı kitaplarından sonra ilk defa bir roman denemesiyle okuyucunun karşısına çıkıyor. Ancak bu kitabında da gene bilim var. Bildiğimiz roman kurgusunun içine ustalıkla yerleştirilen bu bilimsel veriler, roman kahramanlarının eşliğinde bir hikâyeye dönüşüyor.

Macera, bilim ve heyecanlı bir kitap okumak istiyorsanız PİA MATER tam size göre. Serkan Karaismailoğlu ve Nöro-Roman…

Nöro-Roman: Sinirbilimsel gerçeklerin, belli bir kurgu ve hayali karakterler eşliğinde okuyucuya sunulduğu bir roman türüdür.

Adam bir türlü anlamıyordu. Beyin üzerine onlarca kitap ve araştırma okumuştu. Bu konuda kendisini önemli bir şekilde geliştirmişti ama gene de anlayamıyordu. Nasıl olur da bir başka insanı bu kadar net içinde hissedebilirdi ki. Onu gördüğü her an, sahip olduğunu sandığı bütün organlarının aslında ne kadar bağımsız ve başına buyruk olduklarını bir kez daha algılıyordu. Yıllardır beraber yaşadığı kalbi artık başkası için atıyordu, beyni desen çoktan olay yerini terk etmişti. Kendi hücreleri bile dinlemiyordu adamı. Bir insanın hücresi neden bir başkası için kendi vücuduna ihanet ederdi ki... Ama adam bir şeyden çok emindi. Tüm hücrelerinin kendisini terk edeceğini de bilse, onu gördüğü tek bir anı bile dünyada hiçbir şeye değişmezdi.

Pia mater : Beyin ve omuriliği saran üç zardan en içteki ince zar, beyin omurilik ince zarı.

Kitabın Özeti :

“Bir afrika kabilesinde şöyle bir söz vardır: ‘köyü tarafından sevilmeyen çocuk, sonunda o sevgi sıcaklığını hissetmek için köyünü yakar.’ yani bugün dünyayı yakanlar, aslında zamanında ihtiyacı olan sevgiyi alamayan çocuklardır. Başka bir şey değil...”

Kitabın ilk yarısında beyin ve sinir sistemi ile ilgili bilgiler bulunmaktadır. Ayrıca kitaptaki kişilerin tanıtımları yapılmaktadır.

Tesla'nın ablası aldatılması sonrasında intikam düşüncesi ile yapmaması gereken bir hata yapıyor. Çocukken yaşadığı travma ile şeytanın kokusunu tanıyan kötü birinin eline teslim ediyor.

Tesla ve en yakın arkadaşı bir kavgaya karışıyor ve hayatı tamamen değişiyor. Kavgada burnu kırılan kişi bir mafyaya üyedir. Mafyanın başındaki kişi çocukluğundan beri Tesla’ya aşık birisidir. Kavga nedeni ile çocukluklarından sonra ilk kez karşı karşıya gelirler.

Tesla hayatı boyunca onu takip eden ama bir kere bile ona görünmeyen bu gizemli aşkı öğrenince çok şaşırır. Bu aşk ve ablasının ortadan kaybolması ile kendini bir karmaşanın içinde bulur.

Kendisine aşık bu adam mafyanın başı olmanın yanında ülkenin en gelişmiş teknolojisine de sahiptir. Onun yardımı ile ablasını kandırarak kaçıran adamı buluyorlar. ama Hikaye bu aşamadan sonra daha da karmaşıklaşır...

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...