Elektrik elektronik eğitimi ile ilgili bilgiler, kitap özetleri, kitap sınav soruları ve eğitime dair her şey
28 Kasım 2019 Perşembe
Almarpa'nın Gizemi (Koray Avcı Çakman) Kitap Sınavı Yazılı Test Soruları ve Cevap Anahtarı
1- Kuşçunun papağanın ismi aşağıdakilerden hangisidir?
A- Albatros
B- Çiko
C- Doğan
D- Pospos
2- Kaan'ın annesinin adı nedir?
A- Sevil
B- Aylin
C- Işıl
D- Sevim
3- Kaan'ın köye gelmeden önce eski okulundaki en yakın arkadaşı kimdir?
A- Eren
B- Aylin
C- Erdem
D- Ekrem
4- Kaan'ın yolculuk yapmayı en çok sevdiği vasıta hangisidir?
A- Gemi
B- Uçak
C- Tren
D- Otobüs
5- Kaan'ın babası ve arkadaşı ortak hangi işi yapacaktır?
A- Organik tarım
B- Araba alım satımı
C- Kümes hayvancılığı
D- Marangozluk
6- Kaan ve ailesi nereye taşındılar?
A- Marmaris
B- Kuşadası
C- Köyceğiz
D- Alanya
7- Koca Yumruk lakabıyla anılan çocuğun gerçek ismi nedir?
A- Eren
B- Aylin
C- Kaan
D- Sevil
8- Hırsızlık yapan çete nerelidir?
A- Amerika
B- Almanya
C- Fransa
D- İtalya
9- Çocuklar, Kuşcu'yu neden çok seviyor?
A- Teknesi oladuğu için
B- Hikayeler anlattığı için
C- Papağanı için
D- Şeker verdiği için
10- Karetta karetta kaplumbağalar nerede yaşamaktadır?
A- Dalyan
B- Bodrum
C- Fethiye
D- Marmaris
11- Kaan'ın kardeşi kimdir?
A- Kerem
B- Arda
C- Aylin
D- Eren
12- Almarpa ne demektir?
A- Albatros - Martı - Papağan
B- Kuşçunu adı
C- Antik bir yer ismi
D- Teknenin adı
13- Kuşçu'nun teknesine gizlice kimler girmiştir?
A- Aylin ve Kerem
B- Kerem ve Kaan
C- Aylin ve Kaan
D- Kerem ve Tolga
Cevap Anahtarı :
1.B 2.C 3.A 4.C 5.A
6.C 7.B 8.C 9.B 10.A
11.B 12.A 13.C
Almarpa'nın Gizemi (Koray Avcı Çakman) Kitabının Özeti, Konusu ve Tahlili için tıklayınız...
27 Kasım 2019 Çarşamba
Beyinde Ararken Bağırsakta Buldum (Serkan Karaismailoğlu) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili
Kitabın Adı : Beyinde Ararken Bağırsakta Buldum
Kitabın Yazarı : Serkan Karaismailoğlu
Kitap Hakkında Bilgi :
Hayatınızla ilgili verdiğiniz kararların bazıları ya size ait değilse. Mesela şu an ellerinizin arasında tutmakta olduğunuz bu kitabı alıp almamakla ilgili kararınız tümüyle size ve beyninize mi ait? Eğer böyle düşünüyorsanız “mikrobiyota” ile henüz tanışmadınız demektir. Şu an, SİZ, yani yaklaşık 30 trilyon hücreden oluşan canlı, elinizde kitabın arka kapağını okurken, sadece bağırsaklarınızda yaklaşık 40 trilyon mikroorganizmanın yaşadığını biliyor musunuz? Yani sizi SİZ yapan hücrelerin sayısından daha fazla sayıda mikroorganizma içinizde yaşıyor. Üstelik bu mikroorganizmalar sayıca fazla olduğu gibi beyninizi, karakterinizi ve kararlarınızı doğrudan etkileyen kimyasallar üretebilmektedir. Kilo alma probleminden tutun davranışlarınıza kadar, hatta sıkı durun kimi kendinize eş olarak seçeceğinize bile bu mikroorganizmaların karıştığını söylesem herhalde çıldırmış olduğumu düşünürsünüz. Ama akademik olarak beyin çalışan ve sinirbilim doktorası yapmış bir kişiye bağırsaklarla ilgili bir kitap yazdıracak kadar çılgın bir konu mikrobiyota. Bu kitabı okuduktan sonra bağırsaklarınıza ve içindeki canlılara bakışınız çok ama değişecek.
Kitabın Özeti :
Kitap “Mikroskop insanın önemini gösterdi, teleskop ise önemsizliğini…” Manly P.Hall‘in sözlüyle başlar. 30 trilyon hücreden oluşan bir canlı olarak sadece
bağırsaklarımda yaklaşık 40 trilyon mikroorganizma yaşamaktadır.
Sinirbilim alanında çalışan Dr. Serkan Karaismailoğlu’nun çok ilgi çeken ilk kitabı Kadın Beyni Erkek Beyni’nden iki yıl sonra mikrobiyota ile tanıştırıyor.
Mikrobiyata üzerine farkındalık yaratmak ve düşündürmek amacıyla yazılmış olan kitabın içeriğinde pek çok güncel araştırmaya da yer verilmiştir.
Ne yersen, osun…
Bağırsaklara ikinci beyin denilmesi uzun zamandır gündemde. Bu konuya dair pek çok kitap var. Bağırsak ve beyin arasında, doğrudan etkileşim halinde olan hem sinirsel hem de hormonal birçok etkileşim yolu bulunuyor. Yazar bundan yola çıkarak şunu diyor bize: Madem bağırsakta olanlar bu kadar önemli, o zaman bağırsakta yaşayanlar da bizim için bir o kadar önemli hale gelir.
Ağzın içinden başlayıp bağırsakta son bulan bir yolculuk hikayesi...
Kitaptan bazı bölümler:
‘’Bağırsak ve beyin arasında, doğrudan etkileşim halinde olan hem sinirsel hem de hormonal birçok etkileşim yolu bulunmaktadır. Yani, bağırsakta olan bir şey beyni doğrudan etkileyecek demektir. Madem bağırsakta olanlar bu kadar önemli, o zaman bağırsakta yaşayanlar da bizim için bir anda çok önemli hale gelmektedir.’’
‘’Bağırsaklarımızda yaşayan bu minik canlılar, ödül merkezinizde doğrudan etkili olan kimyasalları salgılayabilmektedir. Ayrıca arzularınızı ve yemek yeme davranışlarınızı çok rahat etki altına alabilmektedir. Diyelim ki onların hoşuna gitmeyen bir diyet yapmaya başladınız. Hemen vagus aracılığıyla beyninize sinyaller göndererek, bırakmaya çalıştığınız yemekleri size yeniden yedirtirler. Özetle, bağırsağınız birçok noktada beyniniz üzerinde oldukça kuvvetli bir kontrole sahiptir. Çünkü yukarıda da defalarca özetlediğimiz gibi beyne doğrudan bağlanan özel yollara sahiptir. Bağırsaktan gelen uyarılar OSS ile beraber çalıştığından, daha çok limbik sistemi etkileyen iletişimler söz konusudur. Yani bağırsaklarınız, beyniniz için oldukça derin olan yapılar ile ilişki içerisindedirler. Zaten bu yüzden bağırsakların beyin üzerine etkisi çok büyüktür. Çünkü limbik sistem demek, duygularınız demektir. Sizi duygusal anlamda etkileyebilen insanların üzerinizde nasıl kuvvetli etkileri olduğunu hatırlayın lütfen. Bağırsaklarınız, dolayısıyla da burada yaşayan bu minik canlılar, sizinle limbik sistem aracılığıyla iletişim kurduklarından, onlara duygusal anlamda bağlıyız. Mesele bu kadar basit aslında.’’
‘’Yeterince sabredip mikrobiyatanızı şekillendirdiğinizde, zaten güzel görünümlü bir beden ve sağlıklı bir kalp damar sistemine sahip olacaksınız. Burada olması gerekenin tersinden gittiğiniz zaman, yani sadece kalori hesapları yaptığınızda ya da zayıflamayı hedeflediğinizde, belki kısa süreli başarılara ulaşabilirisiniz ama bu durum çok büyük ihtimalle uzun vadede size yenilgi olarak dönecektir. Çünkü mikrobiyotanızı değiştirmeden, mikrobiyotanızın koyduğu kuralları değiştiremezsiniz.’’
“‘Kim olduğunuz’, ‘nelerden hoşlandığınız’ ve ‘nasıl hissettiğiniz’ gibi, sizin için çok önemli olan meseleler, mikrobiyatanız ile doğrudan ilgilidir. Zira ne kadar çeşitli bir mikrobiyotaya sahip olursanız, sizin ve beyninizin sağlığı açısından o kadar iyi bir ortam söz konusu olacaktır.’’
Yazarla Kitap Hakkında Söyleşi :
Beyinde Ararken Bağırsakta Buldum’ ikinci kitabınız. Neden bu içerikte bir kitap hazırlamak istediniz?
Bağırsak-beyin ilişkisinin önemi yıllardır biliniyor. Ama son 3 yılda sinirbilim camiasını yakından ilgilendirecek bir konuyla tanıştık, “mikrobiyota”. Her ne kadar siz göremeseniz de, vücudunuzda bir sürü mikroorganizma yaşıyor. Mikrobiyota, bir arada yaşayan bakteri, mantar ve çeşitli mikroorganizmaların hepsini birden ifade eden genel bir terim. Şunu vurgulamak gerekir ki, akademik olarak beyin çalışan ve sinirbilim doktorası yapmış bir kişiye bağırsaklarla ilgili bir kitap yazdıracak kadar çılgın bir yer bağırsak mikrobiyotası.
Son zamanlarda bağırsaklarla ilgili birçok yayın dikkatimi çekiyor. İkinci beynimiz olarak lanse ediliyor. Siz de bağırsakların altın çağını yaşadığını söylüyorsunuz. Neden bağırsaklar bu kadar önemli?
Beyin ve bağırsağı karşılaştırdığımızda oldukça ilginç bilgilerle karşılaşırız. Sindirim sistemi ve bağırsaklar kendi sinir sistemlerini oluşturabilecek kadar sinir hücresine sahiptir ve bizden bağımsız hareket ederler. Yani siz çikolatalı keki çiğneyip yuttuktan sonra artık hiçbir şeye karışmazsınız. O kekin tüm sindirim kanalı boyunca ilerlemesi, parçalanması ve gerekli par- çaların vücuda alınması tümüyle sizden bağımsızdır. Bağırsaklar aynı zamanda beyni doğrudan etkileyen maddelerin üretildiği bir yer. Bunlardan en önemlileri beyninizin ödül merkezini etkileyip sizi mutlu eden dopamin ve serotonindir. İşte beyne benzeyen bu özelliklerinden dolayı bağırsaklara ikinci beyin deniyor.
Dopaminin yarısının beyinde yarısının da bağırsaklarda üretildiğini söylüyorsunuz ve “Önemli olan onu kullanabilmek” diyorsunuz. Yani lüks bir yaşam da depomin salgılatıyor, İskender yemek de. Mutluluk dopaminle ilgili ve bu tamamen bizim seçimlerimizle alakalı...
Bir sinirbilimci olarak size mutluluğun resmini çizemem ama formülünü verebilirim. Dopamin ve serotonin. Bunlar beynimizdeki ödül merkezini uyaran temel maddeler. Kimi insan vardır gider, çok pahalı bir rezidansın en üst iki katını satın alarak dopamini salgılar. Kimisi gider, 5 liralık çift lavaş dürüm yiyerek dopamini salgılar. Dopamin aynı dopamin. Yani mutluluk tümüyle sizinle ilgili bir kavramdır. Sahip olduklarınızla ilgili değil.
Bağırsaklarımızda 40 trilyon mikroorganizma yaşarken bizi biz yapan 30 trilyon hücre olduğunu söylüyorsunuz. Bunlar ruh halimizden yemeğe ve eş seçimine kadar etkili. Bu nasıl oluyor?
İnsan vücudunun en küçük canlı birimine hücre denir. Beynimizde 85 milyar sinir hücresi, kalbimizde 2-3 milyar kalp hücresi bulunur. Vücudumuzdaki tüm hücreleri topladığımızda ise 30 trilyon gibi bir sayıya ulaşırız. Diğer taraftan sadece kalın bağırsaklarımızda yaşayan mikroorganizma sayısı 40 trilyon. Bu durumda şu basit soruları soralım: Sevgili insan, sahip olduğunuzu düşündüğünüz bu vücut gerçekte kime ait? Size mi, yoksa onlara mı? Bu mikroorganizmalar sayıca fazla olduğu gibi beyninizi, karakterinizi ve kararlarınızı doğrudan etkileyen kimyasallar da üretebilmektedir. Bu kimyasallar aracılığıyla, kilo alma probleminden davranışlarınıza hatta sıkı durun, seçeceğiniz eşe bile karışır.
Eş seçimini nasıl oluyor da onlar belirliyor?
Eş seçimini sirke sinekleriyle yapılan bir deneyle açıklayayım. Bu sineklerin mikrobiyotası, feromonlar aracılığıyla hayvanların eş seçimini etkiliyor. Feromonu tam anlamıyla “kokusu olmayan koku” olarak tanımlayabiliriz. Yani normalde burnunuza yeni öğütülmüş bir kahve kokusu geldiğinde bilinciniz bu kokuyu algılar. Hatta canınız bir anda kahve bile çekebilir. Mevzu feromon olduğunda böyle bir durum söz konusu değildir. Yani feromon burnunuzdan girdikten sonra vücudunuzda çeşitli fizyolojik olayların gelişmesine neden olur ama siz bilinç düzeyinde bunun farkına varamazsınız. Feromonların başta eş seçimi olmak üzere davranışlarımız üzerine çok kuvvetli etkileri bulunmaktadır. Konumuza dönecek olursak, bakterilerin feromonlar üzerinden eş seçimini etkilemesi önemli bir konudur. Zira sabah yediğiniz tost, akşam eve dönerken otobüste gördüğünüz kişiden hoşlanmanıza neden olabilir.
Yapılan araştırmalarda obez kişilerin bakteri çeşitliliğinin az olduğu ortaya çıkmış. Siz de tek tip beslenme ve canınız ne çekerse onu yeme diyorsunuz, nasıl beslenelim?
Yapılan araştırmalar obez insanların mikrobiyotalarında bakteri çeşitliliğinin az olduğunu, özellikle karbonhidratlarla ilgili bakterilerin sayıca üstün olduğunu göstermişlerdir. Obeziteden uzak durmak, sağlıklı beslenme ve mikrobiyota çeşitliliği için, tek tip beslenmeden uzak durmak faydalı gibi gözükmektedir. Diğer taraftan geleneksel Türk mutfağının bize sunmuş olduğu çeşitlilik de oldukça kıymetlidir. Tüm bunlara ilaveten probiyotik ve prebiyotik gıdaların mikrobiyotamız açısından ne kadar önemli olduğu ile ilgili çok fazla araştırma bulunuyor. Şunu da özellikle vurgulayalım, sağlıklı bir beyin için düzgün beslenmeye ilaveten spor ve uyku da çok önemlidir.
Bağırsaklar ruh halimizi nasıl etkiliyor, depresyon ve bağırsak arasında bir ilişki var mı?
Bu mikroorganizmalar çok ilginç bir şekilde karakter ve ruh halimizi de etkiliyor. Örneğin bir çalışmada korkak ve cesur iki fare türü kullanılmış. Hayvanların mikrobiyotalarındaki birçok bakteri antibiyotikle öldürüldükten sonra korkak farenin bağırsağından alınan bakteriler, cesur fareye, cesurdan alınan bakteriler, korkak fareye nakledilerek çoğalmaları sağlanmış. Sonuç gerçekten de ilginç. Korkak fare cesur hale dönüşürken, cesur fare için tam tersi... Diğer taraftan depresyon ve insan bağırsağı arasında da ilişkiler söz konusu. Araştırmalar, depresyona girmiş kişilerin mikrobiyotaları fareye transfer edildiğinde farelerin bile depresyona girdiğini gösterdi. Bir başka çalışmada annelerinden ayrıldıkları için depresyona giren yavrulara bir bakteri türü olan bifidobacterium infantis verildiğinde, bu hayvanda iyileşme görülmüş.
Yediklerimizin beyne etkisinin fazla olduğunu, böylece iyi düşünebilmek, zekâ geliştirmek amacıyla da beslenmemize dikkat etmemiz gerektiğini söylüyorsunuz...
Konu mikrobiyotamız olduğunda 1000 farklı mikroorganizma türünden bahsedebiliriz. Sağlıklı bir beyin istiyorsanız bağırsaklarınızdaki bakterileri belirli bir dengede tutmanız çok önemli. Mesela Provotella için en iyi besin kaynağı karbonhidratlardır. Bifidobakteria sizin tükettiğiniz lifli gıdalardan yararlanırken, bakteroidetes besin olarak yağı kullanmayı tercih eder. Mesela siz sürekli karbonhidrat tüketirseniz zavallı bifidobakteria’lar ve bakteroidetes’lerin zalim provotella karşısında hiç şansları olmayacaktır. Yani bağırsaklarınızı yedi krallığın hüküm sürdüğü Westeros toprakları gibi düşünebilirsiniz. Çünkü hepsinin tek derdi, demir tahta oturmak. Oraya oturan, beyninize ve davranışlarınıza hükmedecektir. Tek tip beslenmeden uzak durmak bu açıdan faydalı. Geleneksel Türk mutfağının bize sunduğu çeşitlilik oldukça kıymetli. Bunlara ilaveten probiyotik ve prebiyotik gıdaların mikrobiyotamız açısından ne kadar önemli olduğuyla ilgili çok fazla araştırma bulunuyor. Şunu da unutmamak gerekir ki sağlıklı bir beyin için düzgün beslenmenin yanı sıra spor ve uyku da çok önemlidir. Habertürk
Bulantı (Jean Paul Sartre) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili
Kitabın Adı : Bulantı
Kitabın Yazarı : Jean Paul Sartre
Kitap Hakkında Bilgi :
20. yüzyılın önde gelen aydınlarından Jean-Paul Sartre, romanları, oyunları ve düşünce yazılarıyla varoluşçuluk düşüncesini olduğu kadar bütün bir yüzyılı da derinden etkilemiştir.
Bulantı, 20. yüzyılın en etkili düşünürlerinden Jean-Paul Sartre'ın ilk romanı. Bireyin kökten özgürlüğünü vurgulayan varoluşçu akımın sözcülüğünü üstlenen Sartre, adını 1938'de yayımlanan bu romanıyla duyurmuştu. Günlük biçiminde yazdığı bu kitabında, romanın kahramanı Roquentin'in dünya karşısında duyduğu tiksintiyi anlatıyordu. Bu tiksinti yalnızca dış dünyaya değil, Roquentin'in kendi bedenine de yönelikti. Kimi eleştirmenler romanı hastalıklı bir durumun, bir tür nevrotik kaçışın ifadesi olarak değerlendirdilerse de, Bulantı, yansıttığı güçlü bireyci ve toplum karşıtı düşüncelerle, sonradan Sartre'ın felsefesinin temellerini oluşturacak birçok konuya yer veren özgün bir yapıttı. "Varoluş"la yüz yüze gelen Roquentin'in geçirdiği değişimi anlatan Bulantı, varoluşçuluğun kült kitaplarından biri oldu. 20. yüzyıl roman sanatında da önemli bir yeri olan bu kitabı, Selâhattin Hilâv'ın usta işi çevirisiyle sunuyoruz.
Kitabın Özeti :
Bulantı yazarın ilk romanıdır. 1938 yılında yayınlanmış ve dünyaca ün kazanmıştır. Kitapta dünyaya karşı duyulan tiksintiden bahseder. Ayrıca kitabın başkahramanı sadece dünyadan tiksinmiyordur, kendi bedeninden de tiksiniyordur.
“Bu ülkede ne işim vardı? Bu adamlarla ne için konuşuyordum? Niçin böyle gülünç bir biçimde giyinmiştim?”
“Bütün bu adamlar, vakitlerini dertleşmekle, aynı düşüncede olduklarını anlayıp mutluluk duymakla geçiriyorlar. Aynı şeyleri hep birlikte düşünmeyi ne kadar da seviyorlar.”
Kitap Roquentin'nin günlüğünden oluşmaktadır. Roquentin 30 yaşlarında bir yazardır. Rollebon isminde Fransa tarihine ait bir karakterle ilgili bir araştırma kitabı yazmaktadır. Uzun yıllar çeşitli araştırma kitapları yazmak üzere yurtdışında dolaşmıştır. Bir süredir Paris'te bu yeni kitabı üzerinde çalışmaktadır. Küçük bir odada sınırlı parasıyla idare etmektedir.
Ancak bir süredir kendine karşı ve etrafındaki nesnelere karşı bir yabancılaşma hissetmektedir. Örneğin aynada yüzüne bakar ama yüzü kendisiyle ilişkilendirdiği, kendisini ifade eden bir görüntü değildir. Kendi yüzünü diğer herhangi bir nesne gibi algılar. Ona göre yaşamı son derece yavandır. Günler peş peşe anlamsızca birbirini kovalar. Yaşamdan şu şekilde bahseder;
"İnsan yaşadı mı başına bir şey gelmez. Dekorlar değişir, kişiler çıkar, görüntüler değişir yalnız... Başlangıçlar da yoktur; günler anlamsız bir biçimde birbirine eklenir durur. Sonu gelmez, tekdüze bir hesap çizelgesidir bu..... Yaşamak budur işte. Ama hayatınızı anlatırsanız, her şey değişir... Olayları anlatırken, onların çıkış biçimini tam tersine döndürmüyor muyuz sanki? Gerçekte hep sondan başlanır. Son oradadır, görünmez olan oradadır. Başlangıcının değerini bir kaç kelimeyle veren odur. Bunlar gelecek tutkuların ışığı ile aydınlatılmışlardır. Sonra öykü sondan başa doğru devam eder. Mutluluklar birbiri üzerine yığılır. Öykünün sonu onları çeker, her an da kendinden bir öncekini çeker. Derken son onların hepsini birden kapıp, kavrayıverir. Ben de hayatımıb anılarının, hatırlanan bir yaşantının ki gibi birbirini izlemesini ve düzenli olmalarını istemiştim. Zamanı kuyruğundan yakalamaya çalışmak gibi bir şey... Ama biz, yarının henüz orada olmadığını hep unutuyoruz."
Sartre felsefede varoluşçuluk akımının öncüsüdür. Bu akım insan olmanın fiilen deneyimlenmesini vurgular. İnkilap Kitabevi'nin Felsefe Görsel Rehberi'nde Sartre'nin varoluşçulukla ilgili düşünceleri şu şekilde açıklanmıştır;
"Sartre fiziksel madde ve bilinci birbirinden radikal bir çizgiyle ayırdı, bilinç kendi özgürlüğüyle nitelendiriliyordu. Durumumuz her ne olursa olsun, onu 'reddetmekte' -olayları farklı bir şekilde hayal etmek ya da onları değiştirmek için çabalamakta - özgürüz. Dolayısıyla, kendimizi özgürce yaratmak seçimlerimize ve eylemlerimize bağlıdır, fakat bunun gerektirdiği sorumluluğa göğüs germenin psikolojik bir bedeli vardır."
Sartre Bulantı'da Roquentin'e şunu söyletiyor;
"Bütün insanların evet bütün insanların hayranlığa değer olduklarını biliyorum. Siz de hayranlığa değersiniz, ben de. Tanrı'nın yarattıkları olmamız bakımından tabi,".
Aynı bölümde Bulantı kitabı hakkında ise şu satırlara yer verilmiş;
"İlk romanının adı olan Bulantı, Roquentin adlı kahramanın kendi özgürlüğünün gerçekliğine verdiği patolojik tepkiye ve ona aldırış etmeyen bir dünyada anlam arayışına gönderme yapar."
Yazara göre varoluşumuz üzerinde bir etkiye sahip değiliz, kendiliğimizden varolmuş durumdayız ancak varoluşumuzun hiç bir şeye bağlı olmayışı anlamsız birşey. İşte bu yazarda 'bulantı' diye tanımladığı bir duygu meydana getiriyor. Varoluşumuz aynı zamanda bizim dışımızdaki diğer varoluşlarla tanımlanıyor. Ancak bu varoluş yapılan bazı şeylerle anlam kazanabiliyor. Örneğin Roquentin, Rollebon hakkında yazarken -aslında hem Rollebon'un varlığını- hem de kendi varlığını güçlendiriyor.
"Düşüncem, ben demek. İşte kendimi bu yüzden durduramıyorum. Varım çünkü, düşünüyorum."
Yazarın şu düşüncesi çok önemlidir 'varolmak demek kütlemizin dünya üzerinde yer kaplaması demek değil, düşüncelerimiz ve verdiğimiz eserlerle varız'.
Aşık bir çifti görünce Roquentin şöyle diyor, "her biri belli bir süre için hayatının anlamını ötekinin hayatında buluyor, yakında ikisinin tek bir hayatı olacak. Ağır ve ılık bir hayat, anlamsız bir hayat. Ama bunun farkına varamayacaklar."
Kendisi de uzun yıllar kendisi gibi bir filozof olan Simoné de Beauvoir ile aşk yaşamış olan Sartre "varoluşumuzun amacını başkalarında aramamalıyız" diyor.
Roquentin daha önce nesneleri birer dekor, birer araç olarak kabul etmişken, sonra onların varlığını sorguluyor ve onların da birer 'varoluş' olduğunu hissediyor. Varlıkların birbirlerinin 'varoluşlarını' tanımlayışlarından bahsediyor, 'beyaz olmasa siyahın varlığından bahsedemezdik' gibi. Varoluşlar bir şekilde birbirlerine bağlıdır.
Kitabın Yazarı : Jean Paul Sartre
Kitap Hakkında Bilgi :
20. yüzyılın önde gelen aydınlarından Jean-Paul Sartre, romanları, oyunları ve düşünce yazılarıyla varoluşçuluk düşüncesini olduğu kadar bütün bir yüzyılı da derinden etkilemiştir.
Bulantı, 20. yüzyılın en etkili düşünürlerinden Jean-Paul Sartre'ın ilk romanı. Bireyin kökten özgürlüğünü vurgulayan varoluşçu akımın sözcülüğünü üstlenen Sartre, adını 1938'de yayımlanan bu romanıyla duyurmuştu. Günlük biçiminde yazdığı bu kitabında, romanın kahramanı Roquentin'in dünya karşısında duyduğu tiksintiyi anlatıyordu. Bu tiksinti yalnızca dış dünyaya değil, Roquentin'in kendi bedenine de yönelikti. Kimi eleştirmenler romanı hastalıklı bir durumun, bir tür nevrotik kaçışın ifadesi olarak değerlendirdilerse de, Bulantı, yansıttığı güçlü bireyci ve toplum karşıtı düşüncelerle, sonradan Sartre'ın felsefesinin temellerini oluşturacak birçok konuya yer veren özgün bir yapıttı. "Varoluş"la yüz yüze gelen Roquentin'in geçirdiği değişimi anlatan Bulantı, varoluşçuluğun kült kitaplarından biri oldu. 20. yüzyıl roman sanatında da önemli bir yeri olan bu kitabı, Selâhattin Hilâv'ın usta işi çevirisiyle sunuyoruz.
Kitabın Özeti :
Bulantı yazarın ilk romanıdır. 1938 yılında yayınlanmış ve dünyaca ün kazanmıştır. Kitapta dünyaya karşı duyulan tiksintiden bahseder. Ayrıca kitabın başkahramanı sadece dünyadan tiksinmiyordur, kendi bedeninden de tiksiniyordur.
“Bu ülkede ne işim vardı? Bu adamlarla ne için konuşuyordum? Niçin böyle gülünç bir biçimde giyinmiştim?”
“Bütün bu adamlar, vakitlerini dertleşmekle, aynı düşüncede olduklarını anlayıp mutluluk duymakla geçiriyorlar. Aynı şeyleri hep birlikte düşünmeyi ne kadar da seviyorlar.”
Kitap Roquentin'nin günlüğünden oluşmaktadır. Roquentin 30 yaşlarında bir yazardır. Rollebon isminde Fransa tarihine ait bir karakterle ilgili bir araştırma kitabı yazmaktadır. Uzun yıllar çeşitli araştırma kitapları yazmak üzere yurtdışında dolaşmıştır. Bir süredir Paris'te bu yeni kitabı üzerinde çalışmaktadır. Küçük bir odada sınırlı parasıyla idare etmektedir.
Ancak bir süredir kendine karşı ve etrafındaki nesnelere karşı bir yabancılaşma hissetmektedir. Örneğin aynada yüzüne bakar ama yüzü kendisiyle ilişkilendirdiği, kendisini ifade eden bir görüntü değildir. Kendi yüzünü diğer herhangi bir nesne gibi algılar. Ona göre yaşamı son derece yavandır. Günler peş peşe anlamsızca birbirini kovalar. Yaşamdan şu şekilde bahseder;
"İnsan yaşadı mı başına bir şey gelmez. Dekorlar değişir, kişiler çıkar, görüntüler değişir yalnız... Başlangıçlar da yoktur; günler anlamsız bir biçimde birbirine eklenir durur. Sonu gelmez, tekdüze bir hesap çizelgesidir bu..... Yaşamak budur işte. Ama hayatınızı anlatırsanız, her şey değişir... Olayları anlatırken, onların çıkış biçimini tam tersine döndürmüyor muyuz sanki? Gerçekte hep sondan başlanır. Son oradadır, görünmez olan oradadır. Başlangıcının değerini bir kaç kelimeyle veren odur. Bunlar gelecek tutkuların ışığı ile aydınlatılmışlardır. Sonra öykü sondan başa doğru devam eder. Mutluluklar birbiri üzerine yığılır. Öykünün sonu onları çeker, her an da kendinden bir öncekini çeker. Derken son onların hepsini birden kapıp, kavrayıverir. Ben de hayatımıb anılarının, hatırlanan bir yaşantının ki gibi birbirini izlemesini ve düzenli olmalarını istemiştim. Zamanı kuyruğundan yakalamaya çalışmak gibi bir şey... Ama biz, yarının henüz orada olmadığını hep unutuyoruz."
Sartre felsefede varoluşçuluk akımının öncüsüdür. Bu akım insan olmanın fiilen deneyimlenmesini vurgular. İnkilap Kitabevi'nin Felsefe Görsel Rehberi'nde Sartre'nin varoluşçulukla ilgili düşünceleri şu şekilde açıklanmıştır;
"Sartre fiziksel madde ve bilinci birbirinden radikal bir çizgiyle ayırdı, bilinç kendi özgürlüğüyle nitelendiriliyordu. Durumumuz her ne olursa olsun, onu 'reddetmekte' -olayları farklı bir şekilde hayal etmek ya da onları değiştirmek için çabalamakta - özgürüz. Dolayısıyla, kendimizi özgürce yaratmak seçimlerimize ve eylemlerimize bağlıdır, fakat bunun gerektirdiği sorumluluğa göğüs germenin psikolojik bir bedeli vardır."
Sartre Bulantı'da Roquentin'e şunu söyletiyor;
"Bütün insanların evet bütün insanların hayranlığa değer olduklarını biliyorum. Siz de hayranlığa değersiniz, ben de. Tanrı'nın yarattıkları olmamız bakımından tabi,".
Aynı bölümde Bulantı kitabı hakkında ise şu satırlara yer verilmiş;
"İlk romanının adı olan Bulantı, Roquentin adlı kahramanın kendi özgürlüğünün gerçekliğine verdiği patolojik tepkiye ve ona aldırış etmeyen bir dünyada anlam arayışına gönderme yapar."
Yazara göre varoluşumuz üzerinde bir etkiye sahip değiliz, kendiliğimizden varolmuş durumdayız ancak varoluşumuzun hiç bir şeye bağlı olmayışı anlamsız birşey. İşte bu yazarda 'bulantı' diye tanımladığı bir duygu meydana getiriyor. Varoluşumuz aynı zamanda bizim dışımızdaki diğer varoluşlarla tanımlanıyor. Ancak bu varoluş yapılan bazı şeylerle anlam kazanabiliyor. Örneğin Roquentin, Rollebon hakkında yazarken -aslında hem Rollebon'un varlığını- hem de kendi varlığını güçlendiriyor.
"Düşüncem, ben demek. İşte kendimi bu yüzden durduramıyorum. Varım çünkü, düşünüyorum."
Yazarın şu düşüncesi çok önemlidir 'varolmak demek kütlemizin dünya üzerinde yer kaplaması demek değil, düşüncelerimiz ve verdiğimiz eserlerle varız'.
Aşık bir çifti görünce Roquentin şöyle diyor, "her biri belli bir süre için hayatının anlamını ötekinin hayatında buluyor, yakında ikisinin tek bir hayatı olacak. Ağır ve ılık bir hayat, anlamsız bir hayat. Ama bunun farkına varamayacaklar."
Kendisi de uzun yıllar kendisi gibi bir filozof olan Simoné de Beauvoir ile aşk yaşamış olan Sartre "varoluşumuzun amacını başkalarında aramamalıyız" diyor.
Roquentin daha önce nesneleri birer dekor, birer araç olarak kabul etmişken, sonra onların varlığını sorguluyor ve onların da birer 'varoluş' olduğunu hissediyor. Varlıkların birbirlerinin 'varoluşlarını' tanımlayışlarından bahsediyor, 'beyaz olmasa siyahın varlığından bahsedemezdik' gibi. Varoluşlar bir şekilde birbirlerine bağlıdır.
Değirmen (Sabahattin Ali) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili
Kitabın Adı : Değirmen
Kitabın Yazarı : Sabahattin Ali
Kitap Hakkında Bilgi :
Değirmen adlı öykü kitabı Sabahattin Ali'nin ilk baskısı 1935 tarihinde yapılmış olan öykü kitabının adıdır. Yazarın yazmış olduğu ilk hikâyeleri kapsayan ve yayımladığı ilk hikâye kitabıdır. Değirmen kitabı adını yazarın 1929 yılında yazmış olduğu ilk hikâyelerinden biri olan Değirmen adlı hikâyesinden almaktadır. Ayrıca bu hikâye, kitabının içindeki ilk öykü olarak da karşımıza çıkmaktadır. Değirmen öykü kitabı üç bölümden oluşur ve üç bölümde toplamda 16 adet öykü yer almaktadır.
Kitabın Özeti :
Kitaba ismini veren Değirmen adlı öyküde bir çingenenin aşkı ve aşkı için yapabileceklerini anlatılmaktadır.
"Hiç sen bir su değirmeninin içini dolaştın mı adaşım?
Görülecek şeydir o… Yamulmuş duvarlar, tavana yakın ufacık pencereler ve kalın kalasların üstünde simsiyah bir çatı… Sonra bir sürü çarklar, kocaman taşlar, miller, sıçraya sıçraya dönen tozlu kayışlar… Ve bir köşede birbiri üstüne yığılmış buğday, mısır, çavdar, her çeşitten ekin çuvalları. Karşıda beyaz torbalara doldurulmuş unlar…
Taşların yanında, duman halinde, sıcak ve ince zerreler uçuşur. Hâlbuki döşemedeki küçük kapağı kaldırınca aşağıdan doğru sis halinde soğuk su damlaları insanın yüzüne yayılır…
Ya o seslere ne dersin adaşım, her köşeden ayrı ayrı makamlarda çıkıp da kulağa hep birlikte kocaman bir dalga halinde dolan seslere? Yukarıdaki tahta oluktan inen sular, kavak ağaçlarında esen kış rüzgârı gibi uğuldar, taşların kâh yükselen, kâh alçalan ağlamaklı sesleri kayışların tokat gibi şaklayışına karışır… Ve mütemadiyen dönen tahtadan çarklar gıcırdar, gıcırdar.
Ben çok eskiden böyle bir değirmen görmüştüm adaşım, ama bir daha görmek istemem.
Sen aşkın ne olduğunu bilir misin adaşım, sen hiç sevdin mi?"
Çingeneler, yaz gelince kafile halinde köy köy dolaşırlar. Konaklayabilecekleri ve çadırlarını kurabilecekleri bir yer ararlar. İşte, Atmaca'nın kafilesi de böyle bir yer ararken uzaklarda bir değirmen görür. Etrafındaki köylülere bakılırsa işlek bir değirmendir. Değirmene yaklaşır ve çengilerini çalmaya başlarlar. Bunu duyan köylüler kapıya toplanmaya başlar. En son da değirmenci görünür. Çingenelere biraz erzak verip ve güler yüz göstererek onları kabul ettiklerini gösterirler. Çingeneler de derhal çadırlarını kurmaya başlarlar.
Çingeneler, etrafta oldukça ilgi görmektedirler. Ağaç yapraklarından yaptıkları sepetleri kolayca satmakta, çengiciler de ta karşı köylerden düğünlere çağrılmaktadır. Bu çingeneler arasında Atmaca adında bir de civan gibi bir delikanlı vardır ki, sormayın gitsin. Yakışıklı yüzü ve heybetli vücuduyla tüm kızların ilgisini çekmesine rağmen, ne çingene kızları, ne de gezip dolaştıkları yerlerdeki kızlar Atmaca'nın ilgisini çekememektedir. Lakin Atmaca, bir sevdiği olduğundan mıdır, yoksa bir türlü kimseyi sevemediğinden midir bilinmez, klarnetini öyle bir üfler ki, dinleyenler titremelerine ve gözyaşlarına engel olamamaktadırlar. Her akşam Değirmen'in önünde bir ağaca yaslanıp klarnetini öttüren Atmaca, çingenelerle beraber değirmenci ile kızını da mest etmektedir. O çalarken değirmenci ile sakat kızı bir sedirde oturup, sessizce onu dinlerler.
Değirmencinin kızı, yıllar önce sağ kolunu değirmenin çarklarından birine kaptırmıştır. Bu nedenle çocukluğu dahil senelerce yaşıtlarının gülüp eğlenmelerini uzaktan hasretle izlemiştir. Ve şimdi ise, yavaş yavaş Atmaca ile birbirlerine aşık olmaktadırlar.
Atmaca, bir gün değirmencinin kızı ile konuşmaya karar verir, seni seviyorum der. Fakat aldığı yanıt: "Benim bir kolum yok, hep acaba benim yerime başka biriyle evlensen daha mı mutlu olurdun diye düşüneceğim. Evet, ben de seni seviyorum fakat kollarını açıp bana doladığında hissedeceğim şeyleri hayal edebiliyor musun?" olur. Atmaca yıkılmıştır. İşin doğrusu, kız haklıdır da. Günden güne sararır, solar. Çengilere katılmaz, klarnetini eline almaz olur.
En sonunda bir akşam, Atmaca klarnet çalacağını söyler ve herkesin çağrılmasını ister. Havanın kötü olduğu, yağmur yağacağı yanıtını alınca ise değirmenin içinde çalacağını söyler.
Kısa bir sürede herkes toplanır, Atmaca da klarnetine üflemeye başlar. Fakat bu kez farklıdır, değirmenin içindeki yoğun gürültüye rağmen klarnetten başka hiçbir şey duyulmamakta, dinleyenlerde ağlayacak hal bırakmamaktadır. Atmaca giderek artan bir hırsla, değirmencinin kızının gözlerinin içine baka baka çalmaya devam eder. Sonunda, klarnetini bir köşeye fırlatarak darmadağın eder ve diğer tarafta hızla dönerek çalışmaya devam eden değirmen çarklarına doğru koşmaya başlar. Çingeneler ne olacağını anlamıştır fakat, onlar bağırıp yetişmeye çalışana kadar olanlar olmuştur işte. Atmaca'nın sağ kolunun yerindeki koca boşluktan oluk oluk kan akmaktadır. Sağ kolu yerinde değildi ve oradan oluk gibi kan fışkırıyordu. Birkaç adımdan sonra sendeledi, ayaklarımızın dibine yıkıldı.
"İşte adaşım, sana seven bir Çingene’nin hikâyesi.
Çiçeklerin açtığı mevsimde, senin kollarına yaslanan ve çiçekler kadar güzel kokan bir vücutla uzak su kenarlarında oturmak ve öpüşmek, yoruluncaya kadar öpüşmek hoş şeydir…
Seni gördüğü zaman zalimce başını çeviren mağrur bir dilberin kapısı önünde ve ay ışığı altında sabaha kadar dolaşmak, bunu candan arkadaşlara ağlayarak anlatmak, -söz aramızda- gene hoş şeydir.
Fakat sevgili bir vücutta bulunmayan bir şeyi kendisinde taşımaya tahammül etmeyerek onu koparıp atabilmek, işte adaşım, yalnız bu sevmektir."
Mecburiyet (Stefan Zweig) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili
Kitabın Adı : Mecburiyet
Kitabın Yazarı : Stefan Zweig
Kitap Hakkında Bilgi :
Mecburiyet'te, ressam Ferdinand eşi Paula'yla birlikte ülkesindeki savaştan kaçarak İsviçre'nin doğasına sığınmıştır. Ne var ki hâlâ içi içini yiyor, her an o malum mektubun gelmesini bekliyordur. İsviçre'de özgürdür, ama bir türlü kendini özgür hissedemiyordur. Günlerden bir gün, ülkesinden gelen askerliğe çağrı tebligatı eline ulaştığında içinde bir mecburiyet hissi belirir. Ülkesinin girdiği bu kirli savaşta o da ölmeye "mecbur" mudur, yoksa İsviçre'de kalıp "özgür" olmaya devam etmeli midir?
Ülkesindeki savaştan kaçarak eşiyle birlikte İsviçre kırsalına sığınan Ferdinand adlı bir ressam, askerlik muayene çağrısıyla birlikte kendini içten içe dayatan “mecburiyet” duygusu karşısında direnmeye çalışır.
Stefan Zweig yine en iyi bildiği şeyi yapıyor ve çelişkilerle dolu insan ruhunu bütün ustalığıyla gözler önüne seriyor. "Mecburiyet" pasifizme dair şimdiye dek yazılmış en güçlü metinlerden biri olmanın yanında, Stefan Zweig'ın kendi hayatıyla da şaşırtıcı paralellikler içermektedir. Eser 1920 yılında basılmıştır.
Kitap Özeti :
Kitapta, askere gitme mecburiyeti arasında sıkışmış ve ülkesini terk etmiş olan ressam Ferdinand'ın hikayesini anlatıyor. Ferdinand savaş karşıtıdır. Savaş fikrinin insanı canavarlaştırdığını düşünür. Yazar Stefan Zweig de aynı düşünceye sahiptir. Hatta savaş yüzünden ülkesinin köleleştiğini düşündüğü için eşi ile birlikte intihar etmiştir.
Bu sebeple ressam Ferdinand savaş zamanı eşi Paula ile birlikte İsviçre'ye yerleşmiştir. Fakat 'asker kaçağı' olmanın yükü ve korkusundan kurtulamamıştır.
Aniden tekrar askerliğe çağırılan Ferdinand için büyük bir ikilem durumu oluşmuştur. İçindeki savaş karşıtı düşünceleri belli etmeyecektir belki ama sağlam bahaneler oluşturacaktır. Ferdinand, mecburiyeti, karısı ve sanatı arasında sıkışıp kalmıştır.
"İnsanlık adına gideceksen, inandığın bir şey uğruna gideceksen seni tutmam. Fakat canavarlar içinde bir canavar, köleler içinde bir köle olmak için gitmek istiyorsan, karşında olurum. İnsan bir amaç uğruna kendinden vazgeçebilir, fakat başkalarının çılgınca fikirleri uğruna değil..."
Hikayenin üç unsuru var. Ferdinand, karısı Paula ve yerine ulaşmadan çok öncesinde bile kendini hissettiren, beklenen mektup. "Fakat bildiği bir şey vardı:Herhangi bir çekmecede yüz binlerce kağıdın arasında bir kağıt vardı.Biliyordu. Günün birinde, herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda bu çekmece çekilecekti, bu çekmecenin açıldığının duyuyor ve biliyordu, bu mektup onu buluncaya dek dolanacak, dolanacaktı."
Sonunda korkuyla beklenen, askere çağıran mektup geldi. "Bu düşünce adeta bunaltıcı ve boğucu bir şekilde birdenbire odanın ortasına düşmüş, odadaki her şeyi, nesneleri kenara itmişti, geniş ve yapış yapıştı, başlayıp da bitiremedikleri yemeklerin üzerine çökmüştü, adeta bir sümüklüböcek gibi enselerinde sürünüyor ve ürkütüyordu."
Kitabın Yazarı : Stefan Zweig
Kitap Hakkında Bilgi :
Mecburiyet'te, ressam Ferdinand eşi Paula'yla birlikte ülkesindeki savaştan kaçarak İsviçre'nin doğasına sığınmıştır. Ne var ki hâlâ içi içini yiyor, her an o malum mektubun gelmesini bekliyordur. İsviçre'de özgürdür, ama bir türlü kendini özgür hissedemiyordur. Günlerden bir gün, ülkesinden gelen askerliğe çağrı tebligatı eline ulaştığında içinde bir mecburiyet hissi belirir. Ülkesinin girdiği bu kirli savaşta o da ölmeye "mecbur" mudur, yoksa İsviçre'de kalıp "özgür" olmaya devam etmeli midir?
Ülkesindeki savaştan kaçarak eşiyle birlikte İsviçre kırsalına sığınan Ferdinand adlı bir ressam, askerlik muayene çağrısıyla birlikte kendini içten içe dayatan “mecburiyet” duygusu karşısında direnmeye çalışır.
Stefan Zweig yine en iyi bildiği şeyi yapıyor ve çelişkilerle dolu insan ruhunu bütün ustalığıyla gözler önüne seriyor. "Mecburiyet" pasifizme dair şimdiye dek yazılmış en güçlü metinlerden biri olmanın yanında, Stefan Zweig'ın kendi hayatıyla da şaşırtıcı paralellikler içermektedir. Eser 1920 yılında basılmıştır.
Kitap Özeti :
Kitapta, askere gitme mecburiyeti arasında sıkışmış ve ülkesini terk etmiş olan ressam Ferdinand'ın hikayesini anlatıyor. Ferdinand savaş karşıtıdır. Savaş fikrinin insanı canavarlaştırdığını düşünür. Yazar Stefan Zweig de aynı düşünceye sahiptir. Hatta savaş yüzünden ülkesinin köleleştiğini düşündüğü için eşi ile birlikte intihar etmiştir.
Bu sebeple ressam Ferdinand savaş zamanı eşi Paula ile birlikte İsviçre'ye yerleşmiştir. Fakat 'asker kaçağı' olmanın yükü ve korkusundan kurtulamamıştır.
Aniden tekrar askerliğe çağırılan Ferdinand için büyük bir ikilem durumu oluşmuştur. İçindeki savaş karşıtı düşünceleri belli etmeyecektir belki ama sağlam bahaneler oluşturacaktır. Ferdinand, mecburiyeti, karısı ve sanatı arasında sıkışıp kalmıştır.
"İnsanlık adına gideceksen, inandığın bir şey uğruna gideceksen seni tutmam. Fakat canavarlar içinde bir canavar, köleler içinde bir köle olmak için gitmek istiyorsan, karşında olurum. İnsan bir amaç uğruna kendinden vazgeçebilir, fakat başkalarının çılgınca fikirleri uğruna değil..."
Hikayenin üç unsuru var. Ferdinand, karısı Paula ve yerine ulaşmadan çok öncesinde bile kendini hissettiren, beklenen mektup. "Fakat bildiği bir şey vardı:Herhangi bir çekmecede yüz binlerce kağıdın arasında bir kağıt vardı.Biliyordu. Günün birinde, herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda bu çekmece çekilecekti, bu çekmecenin açıldığının duyuyor ve biliyordu, bu mektup onu buluncaya dek dolanacak, dolanacaktı."
Sonunda korkuyla beklenen, askere çağıran mektup geldi. "Bu düşünce adeta bunaltıcı ve boğucu bir şekilde birdenbire odanın ortasına düşmüş, odadaki her şeyi, nesneleri kenara itmişti, geniş ve yapış yapıştı, başlayıp da bitiremedikleri yemeklerin üzerine çökmüştü, adeta bir sümüklüböcek gibi enselerinde sürünüyor ve ürkütüyordu."
Korku (Stefan Zweig) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili
Kitabın Adı : Korku
Kitabın Yazarı : Stefan Zweig
Kitap Hakkında Bilgi :
Rahat ve korunaklı bir yaşam süren saygın bir kadın, sekiz yıllık evliliğinden sıkılmış, burjuva dünyasının kozasından çıkarak kendini genç bir piyanistin kollarına atmıştır. Ancak bu gizli ilişkiden haberdar olan bir şantajcının ansızın zuhur etmesiyle, hayatında yeni farkına vardığı bütün güzellikleri yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalır ve kahredici bir korkunun pençesine düşer. Korku insanı bilinçdışına itilmiş utanç verici deneyimlerden, bastırılmış pişmanlıklardan özgürleştirebilecek güçte bir yapıttır. İlk kez 1925 yılında yayınlanmıştır.
Kitabın Özeti :
İrene rahat bir yaşamı olan evli ve iki çocuk sahibi genç bir kadındır. Kocası Fritz işinde çok başarılı bir avukattır. Maddi durumları çok iyi durumdadır. İrene ve ailesinin mürebbiyeleri ve hizmetçileri de vardır. İrene her gün alışveriş yerlerine gider, akşamları da davetlerde, balo ve tiyatrolarda gününü gün eden zengin bir kadındır. Lakin artık hayatını monoton bulmaktadır ve elindekiler ile yetinmeyen bir kadına dönüşmüştür. Yaşanılan yerdeki kasıntı haller, tavırlar ve insanlar arasında çok sıkılmıştır.
Bir akşam bir davet de oldukça becerikli bir piyanist olan Eduard ile tanışır. Sıkıldığı hayatında bir macera arayan İrene bu piyanist ile birlikte olmaya başlamış, piyanistin evinde buluşarak eşini aldatmıştır. Genç bir piyanist olan Eduard’ın ilgisi onu var olduğu sosyal toplumdan daha fazla etkilemiştir. Bir gün piyanist sevgilisinin evinden çıkarken bir kadın ona saldırmış ve sevgilisini elinden aldığı için İrene’ye hakaretler etmiştir. Yüzünü kalın bir duvak ile örtmüş olduğundan tanınmadığını zanneden İrene, susması için kadına para verip ardına bakmadan kaçar.
Bu olaydan sonra evliliğine ihanet eden İrene, büyük bir korkuya ve suçluluk duygusuna kapılmaya başlar. İrene zaten yaptığı bu ihanet yüzünden suçluluk duygusu içindedir. Piyanist sevgilisinden ayrılmaya karar veren İrene, bu kararını aşığına mektup yazarak bildirmiştir. Son bir görüşme için sözleşmişler ama o kadın yine onları görmüştür. Bunun üzerine piyanistin eski sevgilisi İrene’ye şantaj yapmaya başlar. Eduard ’ın sevgilisi olduğunu iddia eden bir kadın kapısında belirmiştir. İrene’ye kendisine para vermemesi halinde yaşanılanları herkese duyuracağı şantajını yapmaya başlamıştır. Bu durum bir süre sonra süreklilik arzetmeye ve İrene’nin psikolojisini ciddi anlamda bozmaya kadar ilerlemiştir.
Piyanistin eski sevgilisi olan kadın İrene’nin evine adam yollayıp, para istemeye başlar. Kadın elinde istediği para miktarı yazılı pusula olan bir adam yollamakta ve parayı bu pusulayı getiren adama vermesini istemektedir.
İrene, ilk önce kadına karşı koymayı düşünmüş ama kadınla yüz yüze gediğinde duyduğu korku ve telaş yüzünden bunu başaramamıştır. Fritz’de, İrene ile şüpheci konuşmalar yapmaktadır. Sanki bir şeyleri biliyormuş gibi konuşmaya başlamıştır. Eşinin bu şüpheci tavırları İrene’yi büyük bir korku ve gerilime doğru sürükleyip durmaktadır.
Avukta eşi Fritz, onunla iletişim kurup yardımcı olmaya çalışsa da İrene, olanları anlatamamış ve susmayı tercih etmiştir. Şantajcı kadın İrene’ye mektuplar göndermeye ve sürekli olarak İrene’den paralar istemeye devam etmektedir. Hatta bir seferinde kadın evlerine kadar gelmesine ve ev sahibi gibi rahatlıkla hareket etmesine dayanamayan İrene, yaptığı şantaj karşısında nişan yüzüğünü vermek zorunda kalmıştır. Nişan yüzüğünü de rehin olarak kadına veren İrene’nin hiç parası da kalmamıştır. Üstelik suçluluk ve korku yüzünden boğulmak üzeredir. Nişan yüzüğünü almak için kadını aramış ama kadın oradan kaybolmuştur. Akşam yemeğinde parmağındaki yüzüğü soran kocası Bay Wagner’e ise temizletmek için sarrafa verdiği yalanını söylemiştir.
En sonunda piyanist aşığının yanına kadar gidip kadının yerini öğrenmek ve nişan yüzüğünü geri almak istemiş ve olan olayları piyaniste anlatmıştır. Eduard, hiçbir zaman öyle bir kadınla birlikte olmadığını, öyle birini tanımadığını söyler.
Yaşadığı olaylardan sonra eşini aldatmadan önce esasında ne kadar mutlu ve huzurlu bir hayatının olduğunu da kavramıştır. Ama artık çok geçtir. Yaşanılan durumdan nasıl kurtulacağı yönünde sürekli fikirler üretmeye çalışan İrene, bu süre zarfında kocasının bu durumdan şüphelenmesi ve durumu öğrenme anındaki tepkisi ve sonrasını düşünmeye başlamıştır. Bir diğer yandan şu an bulunduğu ruh halinden kocasının şüphelendiğini ve anlıyor olabileceğini de göz ardı etmemiştir. Nitekim İrene bu durum içerisindeyken daha önce hiç dikkat etmediği durumları artık daha fazla görür olmuştur. O güne kadar sadece baktığı yerleri, eşyaları ve insanları artık görmeye ve algılamaya başladığının farkına varmıştır. Sekiz yıldan beri süren huzurlu ve müreffeh hayatını, güzelim çocuklarını, şen kahkahalarını, evinde duran güzel biblolarının da farkına varmıştır.
Sonraki gün artık bu işe son verme kararını alan İrene bu durumdan hiç bir sonuç almayınca çareyi eczaneye gidip zehir almakta bulur. Tam o sırada arkadan bir el kendini kavrayarak sarar. Artık intihar etmeye karar verip, eczaneye gidip ilaçları alacağı sırada kocası ile karşılaşır. Hiç bir şekilde konuşmayan çift eve kadar birlikte gelir. Bay Wagner zehiri boşaltarak şişeyi fırlatır. Tam o sırada İrene tüm yaşanılanlardan kocasının haberinin olduğunun farkına varır.
Kocası Bay Wagner ise ilk günden piyanist Eduard ile olan ilişkisini bilmektedir. Karısının, durumu itiraf etmesi ve çocuklarına tekrar annelik yapması adına yaşanılanları planladığını ve herşeyden haberinin olduğunu anlatır. Bu durum karşısında derin bir uykuya dalan İrene, yaşanılanları, psikolojisini, çocuklarını, kocasını ve eski mutlu günlerini düşler. Uyandığında ise yüzüğünün tekrar parmağından olduğunun farkına varır.
Kitabın Yazarı : Stefan Zweig
Kitap Hakkında Bilgi :
Rahat ve korunaklı bir yaşam süren saygın bir kadın, sekiz yıllık evliliğinden sıkılmış, burjuva dünyasının kozasından çıkarak kendini genç bir piyanistin kollarına atmıştır. Ancak bu gizli ilişkiden haberdar olan bir şantajcının ansızın zuhur etmesiyle, hayatında yeni farkına vardığı bütün güzellikleri yitirme tehlikesiyle karşı karşıya kalır ve kahredici bir korkunun pençesine düşer. Korku insanı bilinçdışına itilmiş utanç verici deneyimlerden, bastırılmış pişmanlıklardan özgürleştirebilecek güçte bir yapıttır. İlk kez 1925 yılında yayınlanmıştır.
Kitabın Özeti :
İrene rahat bir yaşamı olan evli ve iki çocuk sahibi genç bir kadındır. Kocası Fritz işinde çok başarılı bir avukattır. Maddi durumları çok iyi durumdadır. İrene ve ailesinin mürebbiyeleri ve hizmetçileri de vardır. İrene her gün alışveriş yerlerine gider, akşamları da davetlerde, balo ve tiyatrolarda gününü gün eden zengin bir kadındır. Lakin artık hayatını monoton bulmaktadır ve elindekiler ile yetinmeyen bir kadına dönüşmüştür. Yaşanılan yerdeki kasıntı haller, tavırlar ve insanlar arasında çok sıkılmıştır.
Bir akşam bir davet de oldukça becerikli bir piyanist olan Eduard ile tanışır. Sıkıldığı hayatında bir macera arayan İrene bu piyanist ile birlikte olmaya başlamış, piyanistin evinde buluşarak eşini aldatmıştır. Genç bir piyanist olan Eduard’ın ilgisi onu var olduğu sosyal toplumdan daha fazla etkilemiştir. Bir gün piyanist sevgilisinin evinden çıkarken bir kadın ona saldırmış ve sevgilisini elinden aldığı için İrene’ye hakaretler etmiştir. Yüzünü kalın bir duvak ile örtmüş olduğundan tanınmadığını zanneden İrene, susması için kadına para verip ardına bakmadan kaçar.
Bu olaydan sonra evliliğine ihanet eden İrene, büyük bir korkuya ve suçluluk duygusuna kapılmaya başlar. İrene zaten yaptığı bu ihanet yüzünden suçluluk duygusu içindedir. Piyanist sevgilisinden ayrılmaya karar veren İrene, bu kararını aşığına mektup yazarak bildirmiştir. Son bir görüşme için sözleşmişler ama o kadın yine onları görmüştür. Bunun üzerine piyanistin eski sevgilisi İrene’ye şantaj yapmaya başlar. Eduard ’ın sevgilisi olduğunu iddia eden bir kadın kapısında belirmiştir. İrene’ye kendisine para vermemesi halinde yaşanılanları herkese duyuracağı şantajını yapmaya başlamıştır. Bu durum bir süre sonra süreklilik arzetmeye ve İrene’nin psikolojisini ciddi anlamda bozmaya kadar ilerlemiştir.
Piyanistin eski sevgilisi olan kadın İrene’nin evine adam yollayıp, para istemeye başlar. Kadın elinde istediği para miktarı yazılı pusula olan bir adam yollamakta ve parayı bu pusulayı getiren adama vermesini istemektedir.
İrene, ilk önce kadına karşı koymayı düşünmüş ama kadınla yüz yüze gediğinde duyduğu korku ve telaş yüzünden bunu başaramamıştır. Fritz’de, İrene ile şüpheci konuşmalar yapmaktadır. Sanki bir şeyleri biliyormuş gibi konuşmaya başlamıştır. Eşinin bu şüpheci tavırları İrene’yi büyük bir korku ve gerilime doğru sürükleyip durmaktadır.
Avukta eşi Fritz, onunla iletişim kurup yardımcı olmaya çalışsa da İrene, olanları anlatamamış ve susmayı tercih etmiştir. Şantajcı kadın İrene’ye mektuplar göndermeye ve sürekli olarak İrene’den paralar istemeye devam etmektedir. Hatta bir seferinde kadın evlerine kadar gelmesine ve ev sahibi gibi rahatlıkla hareket etmesine dayanamayan İrene, yaptığı şantaj karşısında nişan yüzüğünü vermek zorunda kalmıştır. Nişan yüzüğünü de rehin olarak kadına veren İrene’nin hiç parası da kalmamıştır. Üstelik suçluluk ve korku yüzünden boğulmak üzeredir. Nişan yüzüğünü almak için kadını aramış ama kadın oradan kaybolmuştur. Akşam yemeğinde parmağındaki yüzüğü soran kocası Bay Wagner’e ise temizletmek için sarrafa verdiği yalanını söylemiştir.
En sonunda piyanist aşığının yanına kadar gidip kadının yerini öğrenmek ve nişan yüzüğünü geri almak istemiş ve olan olayları piyaniste anlatmıştır. Eduard, hiçbir zaman öyle bir kadınla birlikte olmadığını, öyle birini tanımadığını söyler.
Yaşadığı olaylardan sonra eşini aldatmadan önce esasında ne kadar mutlu ve huzurlu bir hayatının olduğunu da kavramıştır. Ama artık çok geçtir. Yaşanılan durumdan nasıl kurtulacağı yönünde sürekli fikirler üretmeye çalışan İrene, bu süre zarfında kocasının bu durumdan şüphelenmesi ve durumu öğrenme anındaki tepkisi ve sonrasını düşünmeye başlamıştır. Bir diğer yandan şu an bulunduğu ruh halinden kocasının şüphelendiğini ve anlıyor olabileceğini de göz ardı etmemiştir. Nitekim İrene bu durum içerisindeyken daha önce hiç dikkat etmediği durumları artık daha fazla görür olmuştur. O güne kadar sadece baktığı yerleri, eşyaları ve insanları artık görmeye ve algılamaya başladığının farkına varmıştır. Sekiz yıldan beri süren huzurlu ve müreffeh hayatını, güzelim çocuklarını, şen kahkahalarını, evinde duran güzel biblolarının da farkına varmıştır.
Sonraki gün artık bu işe son verme kararını alan İrene bu durumdan hiç bir sonuç almayınca çareyi eczaneye gidip zehir almakta bulur. Tam o sırada arkadan bir el kendini kavrayarak sarar. Artık intihar etmeye karar verip, eczaneye gidip ilaçları alacağı sırada kocası ile karşılaşır. Hiç bir şekilde konuşmayan çift eve kadar birlikte gelir. Bay Wagner zehiri boşaltarak şişeyi fırlatır. Tam o sırada İrene tüm yaşanılanlardan kocasının haberinin olduğunun farkına varır.
Kocası Bay Wagner ise ilk günden piyanist Eduard ile olan ilişkisini bilmektedir. Karısının, durumu itiraf etmesi ve çocuklarına tekrar annelik yapması adına yaşanılanları planladığını ve herşeyden haberinin olduğunu anlatır. Bu durum karşısında derin bir uykuya dalan İrene, yaşanılanları, psikolojisini, çocuklarını, kocasını ve eski mutlu günlerini düşler. Uyandığında ise yüzüğünün tekrar parmağından olduğunun farkına varır.
İnsan Nedir? (Mark Twain) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili
Kitabın Adı : İnsan Nedir?
Kitabın Yazarı : Mark Twain
Kitap Hakkında Bilgi :
Halley kuyruklu yıldızının dünyadan göründüğü gün doğan Mark Twain, bir kâhin edası ile bu yıldızın tekrar görüneceği gün öleceğini bildirmiştir. Nitekim, kehaneti tutmuştur da. Mark Twain'in İnsan Nedir?'i, uzun bir dinlenme süresinin ardından ve sadece belirli kişilere dağıtılmak üzere, yalnızca 250 adet basılmıştır. Elinizdeki kitap, 240. nüsha kullanılarak tercüme edildi. İnsan Nedir?'de Twain, bilinen öykücü tarzının dışına çıkıyor ve insanın kendi kendisini sorgulamasına yol açacak çarpıcı fikirleri sohbet havasında ortaya koyuyor.
Hem de Türkçe’de ilk kez.
Kitabın Özeti :
Mark Twain’in İnsan Nedir eseri, Yaşlı Adam ile Genç Adam arasında geçen insana dair bir diyalogdur. Bu diyalogda Yaşlı Adam “bilge kişi”yi, genç adam ise öğrenciyi temsil eder. Yine de ikisinin mülakatı, bir usta-mürid ilişkisinden ziyade iki dostun bir sohbeti görünümdedir. Konuşmanın dizgini doğal olarak Yaşlı Adam’ın ellerindedir. Yaşlı Adam, insana dair fikirlerini anlatmak için Genç Adam’ın düşünmesine ve doğru olan şeyi tecrübe etmesine izin verir. Bu nedenle kitaptaki diyalog birkaç bölüm halindedir. Bu bölüm araları genel olarak Genç Adam’ın bahsi geçen düşünceleri tecrübe etmesi ve deneyimlemesi için ayrılan zamanlardan ibarettir.
Yaşlı Adam, insana dair iki temel düşünceye sahiptir. Bunlardan birincisi, aklın bir makine olduğundan ibarettir. Yaşlı Adam’a göre insan, hiçbir fikrin sahibi değildir. Çünkü zihin, bütün fikirleri çevreden almıştır. Akıl, çevreden ödünç aldığı materyalleri bir araya getirerek fikir üretir. Bundan dolayı insanlar, bu fikirler üzerinde hak iddia edemezler. Akıl, bir makineden fazlası değildir. İnsan, akıl üzerinde hiçbir yetkiye sahip değildir. Tıpkı makineler gibi akıl da dışarıdan çalıştırılır. Aklın tüm düşünce ve dürtülerinin kaynağı dışarısıdır. Ayrıca aklın irade gücü de bulunmaz.
Akıl, insandan bağımsızdır. Bunun en güzel örneklerinden birisi rüyalardır. İnsan uyur ancak akıl serbestçe çalışmaya devam eder. Bir diğer örnek ise, aklın çalışmaya devam edip insanı uykusuz bırakmasıdır. Bazen insan istediği kadar uyumaya çalışsın, eğer akıl izin vermezse uyuyamaz. Aklın insana tabi olan bir hizmetçi olduğu düşüncesi, bu örneklerle çürütülür. Akıl çalışmaya karar verdiğinde onu engellemenin bir yolu yoktur. Böylesine insandan bağımsız olan ve dış güçler tarafından yönlendirilen aklın, istediğini yapması doğaldır.
Dış güçlerin etkisi altında insandan bağımsız olarak mekanik bir biçimde gelişen akıl, insanlığın zirve başarılarından sayılan sanat ve bilimi de aynı mekanik süreçlerle oluşturur. Bu nedenle bilim adamı ile sanatçının özel bir yanı yoktur. Fareler, filler ve köpekler de tıpkı bir bilim adamı ve sanatçının zihin süreçleriyle hareket eder. Bu şartlar altında üstün başarılar elde etmiş bir Shakespeare’in ya da Galileo’nun böbürlenmeye, kendilerini üstün görmeye hakları yoktur.
Yaşlı adama göre “içgüdü” kavramı anlamsız bir kavramdır. O, bu kavramı “taşlaşmış düşünce” olarak tarif eder. Dolayısıyla hayvanlar da, tıpkı insanlar gibi mekanik düşünme süreçlerine sahiptir. Bu açıdan bakıldığında düşünme, hayvanlarla insanlarda ortaktır. Yani, insanların düşünmesi özel ve üstün bir meziyet olmayıp hayvanlarda da bulunan bir özelliktir. Böylece Yaşlı Adam, insanlığı yüzyıllarca felsefe, bilim, sanat ve din sayesinde oturtulduğu o yüce tahttan indirir ve onu sıradan bir varlık yapar. Yaşlı Adam’a göre hayvanları “aptal” kabul etmek, insanların kibrine ve küstahlığına yaraşacak türden bir davranıştan başka bir şey değildir.
Yaşlı Adam’ın insana dair bir diğer temel düşüncesi, insanı bir şey yapmaya iten temel dürtünün “kendi ruhunu tatmin etme dürtüsü” olduğudur. İnsanın ilk ve en önemli amacı iç huzurunu sağlamak ve ruhsal rahatlığa ulaşmaktır. Yapılan iyiliklerin, katlanılan fedakarlıkların ve gösterilen kahramanlıkların temelinde hep bu dürtü yatar. İnsanlığın sahip olduğu tüm yüce amaçların kökeni hep bundan ibarettir. İnsanın yaptığı bütün tercihler, söz konusu ruh tatminine dayalı kârın yüksekliğine bağlıdır. Hangi seçenekte elde edilecek kâr yüksekse insan o seçeneği tercih eder. Temel kural budur. Görevler, sırf görev olduğu için değildir. Eğer yerine getirilmezse bu ihmalin insanı rahatsız edecek olmasından dolayı yapılır. Vicdan ise, insanın acı çekmeye başladığı noktada devreye girer. Eğer insanın kendisi acı çekmiyorsa, diğerlerinin acısına kayıtsız kalmaya devam eder.
İnsan Nedir kitabında Yaşlı Adam tarafından dile getirilen insana dair iki temel düşünce, Genç Adam’ın itirazlarıyla açılır, detaylandırılır, örneklendirilir ve hatta hikayelerle desteklenir. Yaşlı Adam oldukça ikna edicidir. Kitabın sonunda her şeye itiraz eden Genç Adamı da ikna etmeyi başarır zaten. Kitabın üslubu okuyucuya Platon’un diyaloglarını anımsatır. İnsan aklının makine olduğu düşüncesi, Doğu düşüncesinde de sıklıkla dile getirilir. Özellikle Zen Budizm geleneğinde bu, oldukça sıradan bir düşüncedir. Yakın zamanda ise Osho ve Krishnamurti, insanlığı bir makine gibi işleyen zihinden kurtarmak için yoğun bir çaba sarfetmişler, yıllarca bu konu üzerinde bıkmadan usanmadan konuşmalar yapıp durmuşlardır.
***
Yaşlı Adam: Bir buhar makinasını oluşturan malzemeler nelerdir?
Genç Adam: Demir, çelik, pirinç, beyaz metal, vesaire.
Y.A.: Bunlar nerede bulunur?
G.A.: Kayalarda.
Y.A.: Saf bir hâlde mi?
G.A.: Hayır maden cevherinde.
Y.A.: Bu metaller maden cevherinde bir anda mı birikmişlerdir?
G.A.: Hayır sayısız çağların sabırla verdiği emeğin ürünüdür bu.
Y.A.: Bir makinayı kayanın kendisinden yapabilir miydin?
G.A.: Evet, kırılgan ve değersiz bir tane.
Y.A.: Böyle bir makina için pek de bir şeye ihtiyacın olmazdı herhalde?
G.A.: Hayır ciddi anlamda hiçbir şeye.
Y.A.: İyi ve işe yarar bir makina yapmak için, nasıl bir süreç izlerdin?
G.A.: Dağların içinde tüneller ve oyuklar açar, demir madenini çıkarırdım; onu öğütür, eritir, dökme demir hâline getirirdim; dökme demirin bir kısmına Bessemer işlemi uygular ve bundan çelik elde ederdim. Pirincin elde edildiği birçok metal çıkarır, işler ve bir araya getirirdim.
Y.A.: Sonra?
G.A.: Elde ettiğim ürünün en kusursuzu ile iyi çalışan bir makina inşa ederdim.
Y.A.: Bu iyi çalışan makina için çok şeye ihtiyacın olur muydu?
G.A.: Ah, elbette.
Y.A.: Torna aletlerini, delgi aletlerini, planya aletlerini, baskı aletlerini, perdah aletlerini, kısacası büyük bir fabrikada bulunacak bütün becerikli aletleri çalıştırabilir miydi?
G.A.: Evet, çalıştırabilirdi.
Y.A.: Taştan yapılmış makina ne yapabilirdi?
G.A.: Bir dikiş makinasını çalıştırabilirdi muhtemelen başka da bir şey yapamazdı herhalde.
Y.A.: İnsanlar diğer makinaya hayran kalır ve onu coşkuyla överlerdi değil mi?
G.A.: Evet.
Y.A.: Fakat bunu taştan yapılmış makina için söyleyemeyiz herhalde?
G.A.: Hayır.
Y.A.: Metalden yapılmış makinanın hünerleri, taştan yapılmış makinanınkilere kıyasla çok daha fazla mı olurdu?
G.A.: Tabii ki.
Y.A.: Şahsi hünerler mi?
G.A.: Şahsi hünerler mi? Ne demek istiyorsun?
Y.A.: Bu makinanın şahsına gösterilen itibarı hak eden, makinanın kendi performansı mı olacaktır?
G.A.: Makinanın kendisinin mi? Kesinlikle hayır.
Y.A.: Neden olmasın?
G.A.: Çünkü performansı şahsi değildir; yapı yasalarının bir sonucudur. Yapmak için ayarlandığı işleri yapıyor olması, bir hüner değildir. O işleri yapıp yapmamak elinde değildir.
Y.A.: O zaman taştan yapılmış makinanın bu kadar az iş yapıyor olması da onun kendi hünersizliği değildir?
G.A.: Kesinlikle değildir. Yapım yasalarının ona izin verdiğinden ve onu zorladığından daha azını ve daha fazlasını yapmaz. Bunda şahsi hiçbir şey yoktur; o, seçim yapamaz. Bu “giderek esas konuya gelme” sürecinde varmayı düşündüğün nokta, insan ile makinanın neredeyse aynı şey olduğu ve her ikisinin performansı için de hiçbir şahsi hünerin söz konusu olmadığı mıdır?
Kitabın Yazarı Hakkında Bilgi :
Gerçek ismi Samuel Langhorne Clemens olan Mark Twain, 1835’te Florida’da doğar. Babasının ölümüyle okuldan ayrılıp bir matbaada çırak olarak çalışmaya başlar. Twain, bunun ardından ağabeyinin çıkardığı Hannibal Journal adlı yerel gazetede dizgici olarak çalışmaya başladı. Aynı gazeteye ve bir mizah dergisi olan The Carpet-Bag’e mizah yazıları yazdı. Dört yıl boyunca Missisippi nehrinde kaptanlık yaptı. Geminin dibe oturmaması için gerekli su derinliğini ölçen bir gemici terimi olan Mark Twain ismini ilk kez 1863’te mizahi bir gezi yazısında kullandı. 1867’de ilk kitabı The Celebrated Jumping Frog of Calaveras Country (Calaveras İlinin En Hızlı Sıçrayan Kurbağası) yayımlandı. En ünlü kitaplarından bir olarak sayılan Tom Sawyer’ın Maceraları’nın ardından, başyapıtı sayılan Huckleberry Finn’in Maceraları’nı yazdı. 1906’da yazmaya başladığı otobiyografisini bitiremeden öldü.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
İyi Geceler Bay Tom (Michelle Magorian) Kitap Sınavı Yazılı Soruları ve Cevap Anahtarı
Kitabın Adı: İyi Geceler Bay Tom Kitabın Yazarı: Michelle Magorian Kitap Sınavı Soruları ve Cevap Anahtarı 1. Will'in kollarındaki morlu...
-
Cep telefonu ve tablet şarj cihazlarında USB kablolarla sık sık karşılaşıyoruz ve kullanıyoruz. Aynı zamanda bu cihazlara ve bilgisayarl...
-
Kitabın Adı : Kiraz Ağacı ile Aramızdaki Mesafe Kitabın Yazarı : Paola Peretti Kitap Hakkında Bilgi : Yazarın kendi yaşam hikâyesinden esinl...