Kitabın Adı : Zamanı Ancak Sen Durdurabilirsin
Kitabın Yazarı : Terry Pratchett
Kitap Hakkında Bilgi :
“Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü…”
Sör Terry Pratchett’ın, hayal gücünün sınırlarını zorlayan “Johnny Maxwell” üçlemesinin son halkası Zamanı Ancak Sen Durdurabilirsin, gözden geçirilmiş baskısı ve Mark Beech’in resimleriyle tekrar raflara geliyor.
Pratchett’ın, zamanda yolculuk kavramını olağanüstü bir mizah ve kıvrak bir kurguyla yeni baştan yorumladığı bu enfes romanı, savaşın siviller üzerindeki acı etkilerini gözler önüne sererek, “doğru şeyi yapmanın” önemini vurguluyor.
Zamanının çok ötesinde bir anlatı sunan bu dâhiyane kitap, on iki yaş ve üzerindeki maceraperest okurlarını 1941 yılına ışınlıyor ve savaş karşıtlığı, etik seçimler, ahlaki sorunlar gibi toplumsal konular üzerine düşündürüyor, geçmişe geleceğin güzünden bakmanın nasıl bir his olduğunu birinci elden gösteriyor.
Savaşı bütün yönleriyle ele alan ve pek çok bilimkurgu filmine parmak ısırtacak bir bombardıman sahnesiyle gözler önüne seren bu sürükleyici roman; doğru yerde, doğru zamanda, en doğru kararı almanın, nihai sonuçlar üzerindeki etkilerini tartışıyor.
Tarihi yapanlar ile yazanlar üzerine uzun uzun düşündüren derinlikli metniyle, türünün en nitelikli yapıtları arasında yer alan Zamanı Ancak Sen Durdurabilirsin, insanlığın utanç tarihlerinden İkinci Dünya Savaşı’na bambaşka bir gözle bakmamızı sağlıyor.
Üstelik, yankılı kahkahalara da bir an olsun ara vermiyor!
Kitabın Özeti :
Blackbury sokaklarının yaşlı, evsiz ve azıcık da çatlak sakinlerinden
Bayan Tachyon, bir gün yerde, baygın bir şekilde bulunur. Beraberinde,
yanından hiç ayırmadığı alışveriş arabası ve birkaç da kuşku uyandırıcı
siyah torba vardır.
Bu gizemli kadın aslında öyle değerli bir şeye
sahiptir ki...
Elinde farklı zamanlara, farklı devirlere hükmedecek bir
anahtar taşıyordur!
Gözü pek kahramanımız Johnny Maxwell ve dostlarının
yolu bu kez uzaklara, bir hayli uzaklara düşer ve hep beraber, zamanda
yolculuğun en tuhaf hâliyle, bir alışveriş arabasıyla, istemeden de olsa
ta İkinci Dünya Savaşı yıllarına yollanıverirler.
Bu tekinsiz serüven
sırasında, kendilerini ve hayatı da yeniden keşfederler...
Kitaptan Bir Bölüm :
Birinci Bölüm
BOMBALARDAN SONRA
Blackbury’nin ana caddesi. Akşam saat dokuz. Hava kararmıştı. Dağınık bulutların arkasında zaman zaman dolunayın ışığı görünüyordu. Rüzgâr güneybatıdan esiyordu. Patlayan son fırtına havayı temizlemiş, parke taşlarını ıslatıp kayganlaştırmıştı. Bir polis memuru, sokakta sakin sakin, yavaşça yürüyordu.
Karartılmış pencerelerin çevresinde, ancak çok yakından bakan birinin görebileceği incecik ışık çizgileri seçiliyordu. Pencerelerin gerisinden, her şeye rağmen hayatlarını yaşayan insanların uzak sesleri geliyordu: piyano çalışması sırasında tekrar tekrar çalınan boğuk notalar, radyodan arada bir yükselen mırıltılar, kahkahalar. Bazı dükkânların vitrinlerinin önüne kum torbaları yığılmıştı. Bir dükkânın önündeki afiş, insanları “Zafer
İçin Toprak Kazmaya” çağırıyordu;* sanki zafer, bir tür şalgammış gibi.
Ufukta, Slate kasabasının olduğu yönde, kuvvetli projektörlerin ince ışıkları, bulutların arasında bombardıman uçağı arıyordu. Polis memuru köşeyi dolandı ve sessizliğin içinde gürültüyle inleyen ayak sesleriyle, bir sonraki sokakta
yürümeye başladı. İzlediği rota onu küçük kiliseye kadar götürüyor, sonra da –yani, en azından teoride– Cennet Sokağı’ndan geçiriyordu. Ama bu gece oradan geçmedi. Çünkü Cennet Sokağı artık yoktu. Dün geceden beri, yoktu. Kilisenin yanına bir kamyon park edilmişti. Kasayı örten brandanın altından ışık sızıyordu. Polis memuru kamyona vurdu.
“Buraya park edemezsiniz beyler!” dedi.
“Size bir fincan çay cezası kesiyorum, tamam mı? Sonra da bu konuyu bir daha açmayacağız!”
Branda aralandı, dışarı bir asker atladı. İçerisi çok kısa bir anlığına göründü: Turuncu ışıkla dolu sıcak bir çadır, küçük bir sobanın çevresinde oturan birkaç asker ve sigara dumanıyla ağırlaşmış hava.
Asker sırıttı.
“Kom’ser yardımcısına bi’ fincan çay ve bi’ sandviç uzatın,” dedi, kamyonun içindeki birine.
* İkinci Dünya Savaşı döneminde, İngiltere Tarım Bakanlığının hayata geçirdiği bir projeydi bu. Ekonomiye destek olmaları için halkı tarım yapmaya teşvik ediyordu. [E.N.]
Teneke fincanda bir bardak çay ve tuğla kadar kalın bir sandviç uzatıldı.
“Çok makbule geçti,” dedi komiser yardımcısı, uzatılanları alarak. Kamyona yaslandı. “Ee? Nasıl gidiyor?
Tek gümleme bile duymadım.”
“Bu seferki 25 kalibrelik,” dedi asker. “Mahzen zeminini delip geçmiş. Dün gece iyi bombalandınız he. Görmek ister misiniz?”
“Güvenli mi?”
“Tabii ki değil,” dedi asker neşeyle.
“Biz de bu yüzden burdayız, değil mi? Hadi.”
Ucunu kıstırarak sigarasını söndürdü ve izmariti kulak arkası yaptı.
“Sizin, onu korumak için burada olduğunuzu sanıyordum,” dedi komiser yardımcısı.
“Saat gecenin ikisi ve şakır şakır yağmur yağıyor,” dedi asker.
“Patlamamış bi’ bombayı kim çalar ki?”
“Evet, ama...” Komiser yardımcısı, harabeye dönmüş sokağa baktı. Kayıp düşen tuğlaların sesi duyuldu.
“Sese bakılırsa, biri şu an çalıyor...”
“Ne? Uyarı tabelaları koymuştuk!” dedi asker. “Yalnızca çay molası vermiştik ya! Hey!”
İkisinin de botları, yerlere saçılmış molozun üzerinde gıcırdadı.
“Güvenli ama, değil mi?” dedi komiser yardımcısı.
“Eh... biri üzerine pis bi’ tuğla yığını düşürürse... hayır, değil. Hey! Sen!”
Ay, bulutların arkasından çıktı. Şimdi, soluk ışığın altında –ve tabii, sokaktan geriye her ne kalmışsa onun diğer ucunda– turşu fabrikasının duvarının yanında birini seçebiliyorlardı.
Komiser yardımcısı kayarak durdu.
“Ah, olamaz!” diye fısıldadı. “Bayan Tachyon bu.”
Asker, molozun içinde bir tür... el arabası sürüklemekte olan ufak tefek kadına baktı.
“Kim bu?”
“Bu işi sessizce halledelim, tamam mı?” dedi komiser yardımcısı, askerin kolunu tutarak. Fenerini açtı ve yüzüne bir tür çılgın, dost canlısı sırıtış oturttu.
“Sen misin Bayan Tachyon?” dedi. “Benim, Komiser Yardımcısı Burke. Hava, gecenin bu saatinde dışarıda olmak için birazcık soğuk değil mi sence de? Bak, karakolda güzel, sıcacık bir koğuş var. Benimle gelirsen eminim koca bir fincan sıcak kakao da buluruz. Ne dersin?”
“Onca uyarı tabelasını okuyamıyor mu? Kafayı mı yemiş bu?” dedi asker alçak sesle. “Mahzenine bomba düşen evin tam yanında duruyor!”
“Evet... yani, hayır. O... farklıdır biraz,” dedi komiser yardımcısı. “Biraz... çatlaktır.” Sesini yükseltti.
“Olduğun yerde kal tatlım, biz gelip seni alırız! Bunca döküntünün üzerinde bir yerini yaralamanı istemeyiz, değil mi?”
“Hey, yoksa yağma mı yapıyor?” dedi asker.
“Bombalanmış evlerden bi’ şeyler yürütüyorsa kurşuna dizilebilir!”
“Kimse Bayan Tachyon’u kurşuna falan dizmeyecek,” dedi komiser yardımcısı. “Onu tanıyoruz, anlıyor musun? Geçen geceyi de koğuşta geçirdi.”
“Ne suç işledi ki?”
“Hiçbir şey. Soğuk gecelerde karakoldaki boş hücrelerden birinde kalmasına izin veriyoruz. Daha dün ona altı peni ve annemin eski botlarını verdim. Baksana kadıncağıza... Ninen yaşında... Zavallı ihtiyarcık...”
Onlar ihtiyatla yürürken, Bayan Tachyon durup dalgın dalgın baktı.
Asker, kadına yaklaştıkça, parti elbisesine benzer bir elbise ve onun da üzerine kat kat başka giysiler giymiş, püsküllü yün bere takmış, ufak tefek, kırışık bir kadın gördü. Kadın, telden yapılmış tekerlekli bir alışveriş arabası itiyordu. Arabanın üzerinde metal bir etiket vardı.
“AVM,” diye okudu asker. “O ne demek ki?”
“O tuhaf eşyaları nereden buluyor, hiç bilmiyorum,” diye mırıldandı komiser yardımcısı. Alışveriş arabası siyah torbalarla doluydu. Ama ay ışığında parıldayan başka şeyler de vardı.
“Ah! Onu nereden bulduğunu biliyorum işte,” diye mırıldandı asker.
“Turşu fabrikasından aşırmış!”
“Hah. Bu sabah kasabanın neredeyse yarısı oradaydı,” dedi komiser yardımcısı. “Birkaç kavanoz salatalık turşusunun kimseye zararı dokunmaz.”
“Evet ama bu tür şeylere izin veremeyiz. Hey, sen! Ha’mfendi! Dur da bi’ bakayım.”
Alışveriş arabasına uzandı. Ve arabadan, tamamen dişler ve parlayan gözlerden oluşmuş bir tür iblis fırladı, askerin elini tırmaladı.
“Anam! Kahretsin! Hey, yardım edin de tutayım...”
Ama komiser yardımcısı gerilemişti.
“Suçlu bu,” dedi. “Yerinde olsam uzaklaşırdım.”
Bay Tachyon bet bir sesle güldü.
“Fırtına Kuşları, uçun!” dedi.*
“Ne, muz yok mu? Sen öyle san, benim ihtiyar bebeğim!”
Arabayı hızla çevirdi ve arkasından çeke çeke, koşarak uzaklaştı.
“Hey, oraya girme!..” diye bağırdı asker.
Yaşlı kadın, arabayı bir tuğla yığınının üzerinde sürükledi. O geçtikten sonra da duvar yıkıldı. Son tuğla, çok aşağılarda bir şeye çarptı ve boing! yaptı.
Bayan Tachyon’un peşinden koşmakta olan asker ve komiser yardımcısı, adımlarının ortasında donakaldı. Ay yeniden bir bulutun arkasına girdi. Karanlıkta bir tıkırtı duyuldu. Çok uzaktan gelmişti ve biraz da boğuktu; fakat o sessizlikte iki adam da onu ta belkemiklerinde hissetti. Komiser yardımcısının havada kalmış ayağı yavaşça yere indi.
“Tıkırdamaya başlamışsa, ne kadar zamanın kalmış oluyor?” diye fısıldadı.
* Bir dönem bizde de yayınlanmış Fırtına Kuşları (Thunderbirds), gizli ajanların maceralarını anlatan bir kukla dizisiydi. [E.N.]
Ama yanında kimse yoktu. Asker, tabana kuvvet kaçıyordu. Onun arkasından komiser yardımcısı da koşmaya başladı. Fakat tam da Cennet Sokağı’nın molozlarına tırmanmaya başlamışken, arkasındaki dünya aniden heyecanla doldu...
Blackbury’nin ana caddesi. Akşam saat dokuz. Elektrikli eşya satan mağazanın vitrinindeki dokuz televizyon da aynı şeyi gösteriyordu. Dokuz televizyon, titreşen ekranlarındaki imgeleri boş havaya yansıtıyordu.
Issız kaldırımda eski bir gazete savruldu, ardından da çiçek tarhındaki saplara dolanarak durdu. Sonra rüzgâr, boş bir bira kutusunu yakaladı ve onu tıngır mıngır sürükleyerek bir kanala düşürdü.
Ana cadde, Blackbury Belediye Kurulu’nun “Yayalaştırılmış Konfor Alanı” ismini verdiği yerdi. Fakat, söz konusu konforun nasıl bir konfor olduğundan, hatta bizzat konforun ne olduğundan kimse emin değildi. Belki de bu, insanların uzun süre oturup mekânı dağıtmaması için sinsice tasarlanmış olan rahatsız banklar demekti? Ya da belki, her tür hava koşuluna dayanıklı, her sene düzenli olarak Cips Paketi mahsulü veren çiçek tarhlarıydı... Süs ağaçları değildi ama. Onlar, birkaç sene önceki orijinal proje çizimlerinde oldukça büyük ve yeşil görünüyorlardı. Ama bütçe kesintileri yüzünden kimse ağaç ekmeye dikmeye bulamamıştı.
Sokak lambalarının sodyum bazlı kalitesiz ışıkları, gecenin buz kadar soğuk görünmesine sebep oluyordu. Gazete yeniden havalandı ve ağzı açık şişman bir köpek gibi görünen sarı çöp tenekesine sarıldı. Bir süre sonra, ara sokaklardan birine bir şey düştü.
“Aah!” diye inledi kadın. “Tık tık tık! Tıkıdı tıkıdı buum! Of! Devlet... Hastanesi!..”
Bir şeyler hakkında endişelenmenin ilginç tarafı, diye düşündü Johnny Maxwell, her zaman ama her zaman, endişelenebilecek yeni şeyler çıkması...
Arkadaşı Kirsty, “Endişeli bir mizaca sahip olduğun için,” diyordu; oysa onun böyle düşünmesinin sebebi, kendisinin hiçbir şey hakkında endişelenmemesiydi. Kirsty, endişelenmek yerine öfkeleniyordu.
Ve konu ne olursa olsun, o konuda bir şeyler yapıyordu. Johnny, konunun ne olduğuna ve o konuda tam olarak ne yapacağına hemencecik karar verebiliyor olması konusunda kızı gerçekten kıskanıyordu. Mesela o günlerde Kirsty, akşamları gezegeni, hafta sonlarında ise tilkileri kurtarıyordu.
Johnny ise yalnızca endişeleniyordu. Genelde de hep aynı konularda endişeleniyordu: okul, para, televizyon izleyerek AIDS olup olunamayacağı... Vesaire.
Ama zaman zaman, bu endişelerden biri (örneğin, o haftanın şarkı listesinde kimin birinci olacağı endişesi gibi bir tanesi) hiç yoktan ortaya çıkıyor ve tüm diğerlerini geriye itiyordu.
Şu andaki endişe konusu, zihniydi.
“Aslında, hastalanmakla aynı şey değil tam olarak,”
dedi Yo-yok. Annesinin tıp ansiklopedilerini sayfa sayfa okumuştu.
“Hastalanmakla aynı şey zaten değil,” dedi Johnny.
“Eğer başına bir sürü kötü şey gelmişse, moralinin bozulması sağlıklı bir tepkidir. Yani... mantıklı, değil mi?
Ekonomi kötüye gidiyor, babam bizden uzaklaşıyor, annem bütün gün oturup sigara içiyor falan... Tam aksine, böyle bir durumda habire gülümsemek ve ‘ah, o kadar da kötü değil ya’ demek... Asıl bu kaçıkça olurdu.”
“Haklısın,” dedi, psikoloji hakkında da bir şeyler okumuş olan Yo-yok.
“Benim de ninem kafayı yedi,” dedi Bigmac. “Kadın gerç... Ahh!”
“Aaa, pardon,” dedi Yo-yok. “Yanlışlıkla ayağına basıvermişim. Ama sen de dikkat etmedin yani.”
“Aslında... hepsi yalnızca rüya işte,” dedi Johnny.
“Delice bir şey yok ortada.”
Fakat itiraf etmesi gerekirdi, rüyaları gündüz de görüyordu. Üstelik hepsi de o kadar gerçekçiydi ki, gözlerini ve kulaklarını dolduruyorlardı.
Uçaklar...
Bombalar...
Ve bir de... fosil sinek. Onu neden görüyordu ki? Kâbuslar görüyordu ve kâbusların ortasında sineği görüyordu; bir kehribar parçasının içindeki minik sineği.
Onu alabilmek için para biriktirmiş, hakkında bir fen projesi yapmıştı. Ama korkunç bile değildi ki. Yalnızca, milyonlarca sene öncesinden kalma bir sinekti işte. Sinek neden kâbusunun içindeydi?*
Hah! Peki ya öğretmenler? Neden, olmaları gerektiği gibi davranıp, dersi dinlemiyorsanız size bir şeyler fırlatmıyorlardı? Bunun yerine hepsi Johnny için endişeleniyordu. Eve notlar falan gönderiyorlardı, onu bir uzmana yönlendiriyorlardı... Gerçi uzman o kadar da kötü değildi. En azından matematik dersinden kaytarmasını sağlıyordu.
Notların biri, onu “huzursuz” olarak tanımlıyordu. Eh, bugünlerde kim huzursuz değildi ki? Notu annesine göstermemişti. İşler zaten yeterince kötüydü.
“Dedenlerde durum nasıl?” dedi Yo-yok.
“Fena değil. Zaten genelde ev işlerini dedem yapıyor. Tereyağlı ekmek konusunda da iyi. Bir de... sürpriz sürpriz konusunda.”
“O ne be?”
“Hani pazardaki, etiketleri çıkarılmış konserveler satan tezgâh var ya?”
“Evet?”
“Onlardan bir sürü alıyor. Ve konserve açılınca da... eh, yemek zorunda kalıyoruz.”
“Iyk.”
* Johnny muhtemelen Jurassic Park’tan etkilenmiş. Onlar da kehribarın içine sıkışıp kalmış bir sivrisinek sayesinde dinozorları hayata döndürüyorlardı... [E.N.]