28 Kasım 2019 Perşembe

35 Kilo Tembel Teneke (Anna Gavalda) Kitap Sınavı Yazılı Test Soruları ve Cevap Anahtarı


1- “35 Kilo Tembel Teneke” adlı kitabın yazarı aşağıdakilerden hangisidir?

A) Mine SOYSAL
B) N.H. Kleinbaum
C) Cemil SÖNMEZ 
D) Anna GAVALDA

2- Kitabın baş kahramanının adı nedir?

A) Geothe
B) Gregoire
C) Guinnes
D) Gestalt

3- Kitabın baş kahramanın unutamadığı ana sınıfı öğretmeninin adı nedir?

A) Marie
B) Mina
C) Mathilda 
D) Miyase

4- Kahramanımızın okul yaşamına da etki eden, mutsuz karakterinin temelinde yatan aşağıdakilerden hangisidir?

A) Anne babası arasındaki şiddetli geçimsizlik
B) Arkadaş çevresi
C) Zayıflığı
D) Öğretmeni

5- Kahramanımıza en çok destek olan, onu teknik liseye yönlendiren ve manen her zaman onun yanında olan Koca Leon kimdir?

A) Babası
B) Öğretmeni
C) Dedesi
D) Küçük kardeşi

6- Kahramanımızın yeteneklerini keşfeden ve ona okulu sevdiren ana sınıfı öğretmeni, mezun olurken kahramanımıza ne hediye etmişitir?

A) Yap boz
B) “Küçük Eller İçin 1000 Beceri” adlı kitap
C) Marangozluk için alet çantası
D) Kendi fotoğrafı

7- Kahramanımızın teknik okula başvuru yolu aşağıdakilerden hangisidir?

A) Dilekçe 
B) Mektup
C) E-okul
D) Otobiyografi

8- Kahramanımız yazılı sınavı nasıl başarmıştır?

A) Şansı sayesinde
B) Arkadaşlarının onu çalıştırması sayesinde
C) Annesi ve babası ile geçirdiği etüt saatleri sayesinde
D) Dedesinin manevi desteği ve onu yanında hissetmesi sayesinde

9- Kahramanımızın okul döneminde bir türlü başarılı olamadığı ancak “sınıfın soytarısı” olmaya karar verdiği ders aşağıdakilerden hangisidir?

A) Beden Eğitimi
B) Resim
C) İngilizce
D) Matematik

10- Tembel Teneke, neden değişip çalışmaya ve başarmaya karar vermiştir?

A) Anne ve babasından ödül alabilmek için
B) Koca Leon’un komadan çıkması ve ona yaşam enerjisi vermek için
C) Okul değiştirmekten bıktığı için
D) Arkadaşlarına kendini kabul ettirmek için

Cevap Anahtarı :

1-D      2-B      3-A      4-A      5-C
6-B      7-B      8-D      9-A     10-B

35 Kilo Tembel Teneke (Anna Gavalda) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili için tıklayınız...

Acımak (Stefan Zweig) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili

Kitabın Adı : Acımak

Kitabın Yazarı : Stefan Zweig

Kitap Hakkında Bilgi :

Birdenbire kapı açıldı ve içeriye serin bir hava cereyanı ile birlikte, çok güzel bir genç kız girdi. Badem biçimi koyu ela gözleri,mat bir teni vardı. Taşrada görülmeyen şık bir biçimde giyinmişti. Ve asıl önemlisi de, bu korkunç monotonluk içinde onun, yepyeni bir çehre olmasıydı. Fakat ne yazık ki güzel kız bize hiç bakmadı…

Bir tanrıydım o akşam. Fakat yükseklere kurulu tahtımdan, yaptığım işlere kayıtsız kayıtsız bakmıyordum. Kullarımın arasında tatlı, iyicil tavırlarla duruyor ve muhayyilemin gümüşi bulutları arkasından onların yüzlerini görüyordum. Solumda bir ihtiyar oturmaktaydı. Benden fışkırmakta olan o parlak iyilik ışığı buruşuk alnındaki kırışıklıkları giderip cilalamış, gözlerinin altındaki çukurlukları yok etmişti. Ölümü ondan uzaklaştırmıştım. Yarattığım mucizeden dolayı minnet içindeydi, dirilen bir kimsenin sesiyle konuşuyordu. Yanımda bir genç kız oturmaktaydı. Hastalık çekmiş, acılarına köle gibi zincirle bağlanmış, ruhunun girinti çıkıntıları içinde bocalayıp durmuştu. Fakat şimdi o da sağlık ışığının parıltıları içine gömülmüştü. Dudaklarımın soluğuyla onu kaygısız cehenneminden çekip çıkarmış, sevginin göklerine yükseltmiştim. Yüzüğü de parmağımda seher yıldızı gibi parıldıyordu. Onun karşısında başka bir genç kız görmekteydim. O da minnetle gülümsüyordu. Çünkü yüzüne ve bir ormanı andıran koyu renk, kokulu saçlarına güzellik bahşetmiştim. O saçların altında da pürüzsüz alnı görülmekteydi. Sırf orada olmamın yarattığı mucizeyle onları nimetlere, heyecanlara gark etmiştim.

Hepsinin gözlerinde benim ışığım vardı. Birbirlerine baktıkları zaman bakışlarında ışıldayan meşale bendim. Birbirleriyle konuştukları zaman sözlerinin manası bendim ve sustuğumuz zaman zihinlerini dolduran yine bendim. Saadetlerinin başlangıcı, merkezi ve sebebi de yine bendim çünkü. Birbirlerini tebrik ettikleri zaman beni tebrik ediyor, birbirlerini sevdikleri zaman sevgilerinin yaratıcısı olan beni seviyorlardı.

(…) Bir tanrıydım o akşam. Kaygının, tasanın coşkun sularını yatıştırmış, bu yüreklerden karanlıkları kovmuştum.

Kitap, Teğmen Holfmiller adlı bir askerin Kekesfelva Villa’sında tesadüfen tanıştığı Edith ile yaşadıklarını konu alır. Bu tesadüfü buluşmadan sonra Edith, Teğmen Holfmiller’in merhamet olarak adlandırdığı duyguya sımsıkı sarılır. Teğmen bu sevgi karşısında kapana yakalanmış bir fare gibi nefes almakta zorlanırken savaşa kaçmayı bir çözüm olarak gördüğü bir yola çıkar. Unuttuğu tek şey, vicdan kanarken hiçbir yere kaçamayacağı gerçeğini eski bir dostla karşılaştığında tekrar anlar.

Odak noktasına hep insanı ve insancıllığı koyan Zweig’ın psikolojik ögeleri bolca kullandığı bu eserinde, Teğmen Hofmiller’nın saygın bir ailenin felçli kızını tanıması ve onunla yakınlık kurması ile başlayan merhametle ilgili tahlillerle acıma duygusunun neleri tetikleyebileceği, ruhta nasıl izler bırakabileceği, insanı ne gibi çatışmalara sürükleyebileceği gözler önüne seriliyor. Sevgi ile acıma arasındaki ince, puslu çizginin yorumlanması esnasında yapılan olağanüstü psikolojik tahliller, okuyucuya etkileyici bir roman okumanın zevkini yaşatıyor.

Kitabın Özeti :

Teğmen Holfmiller ortanın altı bir sınıftan askerliği seçmek zorunda bırakılmıştır. Askerliğin gri yüzü ve duyguların insan yaşamı arasında ki gelgitliği onu insanlarla ilişkilerinin zayıf olmasına sebeb vermiştir. Bir gün Kekesfelva Villa’sında bir eğlenceye davet edilir. Bu karanlık villada pek çok şeyin rengi geçmişini gizlemektedir.

Teğmen burada herkesle dans eder. Yalnız evin sahibinin zayıf bacaklı kızıyla dans etmeyi unutur. Odanın içinde gözleri onu aramaktadır. Bir köşede otururken karşılaşır. Onu dansa davet eder. Birden kaçarak uzaklaşan Edith ile Teğmen böyle tanışırlar. Edith bir engellidir. Sürekli tedavi görmektedir. Doktorları cellât olarak görebilecek kadar tedavi ve doktorlardan nefret etmektedir. Babası burada dolandıracağı kadına aşık olmuştur. Ve babası hakkında tefeci vb. dedikodular halk arasında yaygındır. Bütün yaşamını, biriktirmek için harcadığı parayı ev sahibesi için harcamıştır. Bütün serveti kanserin gücü karşısında bir hiçtir. Ölüm eşini alır. O günden sonra yaşamını değiştirmiştir. Çocuğunun iyileşmesi için her yolu denemekte bir umut için her şeyini feda edebilecek güçtedir.

Teğmen bu hatasından duyduğu vicdan azabı nedeniyle Edith’i ziyaret eder. Edith bu merhametli duygularla adeta kendisini kaptırır. Teğmenle gün geçtikçe yakınlaşırlar. Teğmen’in bu zaafı vicdan azabını gün geçtikçe büyütecektir. Umutsuz vaka olan Edith, Teğmen’in bir hatasıyla durumun iyiye gittiğini söyleyiverir. Bu dönülmez hatadan geri adım atamaz.

Teğmen bu duyguların merhametten başka bir şey olmadığını söylese de Edith bu yasak aşkın farkına varır. Edith’e göre sevmek ona göre değildir. Yaşam annesinin de karşılaştığı bir şekilde, onu da süründürüp canını almaktan başka bir şey değildir. En çok sevdiği dans etmek ve ata binmek onda sadece bir silüetten ibarettir. Edith, bütün güzel şeylerin gölgesinin düşerek çürüttüğü bir insan artığı benliğe sahiptir.

Babasıysa karısını kaybettikten sonra kızının bu eriyip bitişine daha fazla dayanamayacaktır. Tedavileri bırakan ölümü ağır ağır kabul edilen Edith onun her şeyidir. Onun için her şeyi feda edebilir. Ömrünü kazanmak için adadığı servetini dahi! Teğmen Holfmiller’e kızıyla nişanlanması için para teklif eder. Holfmiller bunu kabul eder. Holfmiller sevmediği, buğday çuvalı olarak gördüğü Edith’le nişanlanır. Bu olayın tefecinin çocuğuyla evlendiğinin duyulmasıyla daha da vicdan azabını artırır. Tek düşündüğü şey intihar etmektir. Eski bildiği bir şekilde gece yarısı yastık ve yorganı yüzüne bastırarak silahla intihar edecektir. Bu şekilde hiç kimse onun öldüğünü duymayacaktır.

Teğmen Holfmiller yaşamı boyunca sevilmekten kaçan, ardında Edith’in manen bir güçle iyileşme aşamasında bırakarak intiharı seçecektir. Lakin intihar edemeyecektir. Akıl aldığı bir meslektaşı onu harbe gönderecektir. Savaşın o kirli yüzü onun için bir çözüm gibi görünmektedir. Peki ya Edith yaşamak ve sevmek onun hakkı değil midir? Tam da iyileşme aşamasında… Edith’in ayakları iyileşirken ruhunun kanaması onu nerelere sürükleyecektir?

Stefan Zweig Acımak başyapıtında son noktayı şöyle koyar:
"…insanın vicdanı hatırladığı müddetçe, hiçbir hata unutulmuş değildir."

Acımak (Reşat Nuri Güntekin) Kitap Sınavı Yazılı Soruları ve Cevapları


1) Reşat Nuri GÜNTEKİN ‘in “Acımak” adlı romanının ana fikri nedir?
Hiç kimseyi araştırıp soruşturmadan, önyargılarımızla hüküm verip mahkum etmemeliyiz.


Hayat ve iş arkadaşları başarı ve başarısızlıkta çok önemli bir faktördür.

2) Romanın ana fikri size bir yol gösterdi mi, açıklayınız?

Ön yargımız son yargımız olmayabilir; bu da bizi pişmanlığa ve mutsuzluğa götürür. Bir konu hakkında tam bilgi sahibi olmadan o konu hakkında fikir beyan etmemeliyiz.
Başarı ve başarısızlıkta çok önemli bir faktör olan hayat ve iş arkadaşlarımızı çok iyi seçmeliyiz.

3) Romanın kahramanı Zehra hangi duygudan yoksundur? Bu duygusu ne zaman değişmiştir?

Acıma ( merhamet ) duygusundan yoksundur.
Bu duygusu babasının günlüğünü okuyuncaya kadar devam etmiştir.

4) Romanın kahramanı Zehra boş vakitlerini nerede ve nasıl geçirirdi?

Kasabanın yanından geçen derenin kenarındaki söğüt ağaçlarının altında kitap okuyarak geçirirdi.

5) Romanın kahramanı Zehra hangi projeyle ilgilenirdi?

“Türbe projesi” yle ilgilenirdi.

6) Romanın kahramanı Zehra’ya babasıyla ilgili bilgi ne şekilde ulaştı?

Telgraf’la ulaştı.
7) Romanın kahramanı Zehra, arkadaşlarına kendisini nasıl tanıtmıştır?

Babasız bir çocuk olarak tanıtmıştır.

8) Romanın kahramanı Mürşit Efendi’yi neyin üzerine yatırmışlardı ve üstü neyle örtülüydü?

İnce bir şiltenin üzerine yatırmışlar ve üzerini eski bir asker battaniyesiyle örtmüşlerdi.

9) Romanın kahramanı Zehra’nın kız kardeşi kaç yaşında neden ölmüştür?

15 yaşında veremden ölmüştür.

10) 
Romanın kahramanı Mürşit Efendi, vefat edince geriye neler bıraktı?

Eski püskü çamaşırlar, yamalı çoraplar, yırtık bir seccade, küflü bir makas, birkaç kitap ve cevizden yapılmış bir kutu.

11) Romanın kahramanı Zehra’nın babasından bu kadar nefret etmesinin sebebi nedir?

Babasının annesini ve kız kardeşini öldürdüğünü sanması.

12) Romanın kahramanı Mürşit Efendi’nin ailesiyle İstanbul’a gitmesinin sebebi nedir?

Meveddet Hanım’ın hasta olması.

13) Romanın kahramanı Mürşit Efendi, Cevdet’ten ne istedi?

Kızı Zehra’yı mektebe vermesini istedi.

14) Romanın kahramanı Mürşit Efendi, Meveddet Hanım’ı nerede gördü?

Acımak (Reşat Nuri Güntekin) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Acımak

Kitabın Yazarı : Reşat Nuri Güntekin

Kitap Hakkında Bilgi :

Reşat Nuri Güntekin 1928 yılında yayınlanan bu eserinde; çalışkan başarılı fakat zaaf gösterenlere karşı acımasız olan Zehra Öğretmen ile babası Mürşit'in bakış açılarından dramatik yaşam öykülerini anlatıyor.

Yazar, cumhuriyet öncesinde yeni mezun, idealist genç bir mülkiyelinin iş ve sosyal yaşamdaki çatışmalarını ve uyumsuz ilişkilerini anlatırken, dönemin memuriyet yaşamına, köhne yapısına ait önemli ipuçları da veriyor. Şehirden kasabalara sürüklenirken, ardında birer birer ilkelerini de bırakan genç adam hatalı bir evlilikle korkunç bir sona doğru sürükleniyor.

Acı ve sefaletle dolu ortamdan tesadüfle sadece kızı Zehra'yı kurtarabiliyor. Acımak; aile içi ilişkileri ve sorumluluklarını, adeta ders verir gibi gözler önüne seriyor.

Kitabın Özeti :

Zehra, okulun baş öğretmenidir. Mesleğinin tüm görevlerini, sorumluluklarını yerine getirmektedir fakat geçmişte yaşadığı kötü olaylardan dolayı acıma duygusu nedir bilmeyen, merhametsiz bir öğretmendir. Bu yüzden bütün öğrencilerinin yaptıkları hiç bir yanlışı affetmez en ufak bir hataya bile büyük tepkiler gösterir, onları cezalandırdı.

Zehra, okula geç kalan, maddi durumları kötü olduğu için üstü başı yırtık olan öğrencileri derse almaz onları diğer öğrencilerden ayırır ve hiçbir şekilde onlara merhamet etmezdi. Maarif Müdürü olan Tevfik Bey, Zehra'yı bu özelliğinden dolayı defalarca kez uyarmış olmasına rağmen Zehra'nın davranışlarında hiç bir değişiklik görülmemiştir.

Bir gün bölgenin vekili olan Şerif Bey, Zehra'nın okulunu ziyarete gider. Şerif Bey Zehra'nın babasının sağlık durumunun hiç iyi olmadığını bu nedenle Zehra'nın mutlaka İstanbul'a gidip babasını görmesinin gerektiğini söyler. Fakat Zehra sert bir tavırla babasının olmadığını söylerek yanlarından ayrılır. Zehra yanlarından ayrılınca Tevfik Bey ve Vekil Şerif Bey Zehra hakkında konuşmaya başlarlar. Tevfik Bey, Zehra'nın çok zeki, görevini canla başla yapan bir öğretmen olduğunu fakat acıma duygusunun olmadığını acıma duygusunu öğrenmeden de tam anlamıyla bir öğretmen olamayacağını söyler.

İki gün sonra İstanbul'dan Zehra'ya babasının ölüm döşeğinde olduğunu az bir vaktinin kaldığını bildiren bir resmi bir telgraf gelir. Tevfik Bey, hemen Zehra'yı odasına çağırtır. Zehra'ya babasının ölüm döşeğinde olduğunu bildiren bir telgraf geldiğini söyler. Zehra, yine babasının olmadığını ve İstanbul'a asla gitmeyeceğini söyler. Tevfik Bey, artık Zehra'nın bu davranışlarına anlam veremez ve ondan bir açıklama yapmasını ister. Zehra artık dayanamaz ve ağlayarak herşeyi anlatmaya başlar. "Geçen gün sizden hakikati sakladım.. Babamı inkar ettim... Fakat bu büsbütün yalan sayılmaz, Mürşit Efendi üzerimde babalık haklarını kaybetmiş bir... Bir biçaredir... Biçare diyorum. Layık olduğu kelimeyi söylemeye dilim varmıyor. Belki şu saatte ölmüştür"
"Bu adam ailemizi mahvetti... Bir ben kendimi kurtarabildim.... Oda ne güçlükle... Bilemezsiniz... 8 sene evvel kaçar gibi kendimi bir kasabaya attım. İzimi kaybettirdim,kendimi unutturdum...''
"İstanbul'a gitmeyeceğim... Mürşit Efendi'yi tanımıyorum. Tanımamakta da kendimi haklı görüyorum. Madem ki öleceği varmış... Bir köşeye çekilip kendi kendine ölebilirdi."

Tevfik Bey, Zehra'nın ölüm döşeğinde olan babasına karşı bu kadar acımasız ve umursamaz davranması karşısında çok şaşırır. Ona göre böyle bir durumda sebep ne olursa olsun, yaşanmış tüm kötü şeylerin, kırgınlıkların unutulması gerekir. Tevfik Bey, kendisinin böyle düşünmesine rağmen Zehra'nın üzerine gitmez. Aradan 2-3 saat geçer. Zehra elinde bir bavulla gelir, fikrini değiştirdiğini ve İstanbul'a gitmeye karar verdiğini söyler. Zehra, İstanbul yoluna düşer. Trenin penceresine başını yaslar ve tüm yolculuk boyunca çocukluğunda yaşadığı kötü olayları düşünmeye başlar.

Teyzesi Ruhsar'ın nasıl zalim bir kocayla evlendirildiğini, her gün kocasından dayak yediğini ve sonunda kocası tarafından öldürüldüğünü defalarca kez anneannesinden dinlemiş ve bu yüzden tüm erkeklere düşman olmuş,ömrünün sonuna kadar evlenmemeye karar vermiştir. Annesi ise çapkın, sarhoş,serseri bir adamın elinde yıllarca sürünmüştür. Zehra ve ailesi komşuları Mesadet Hanım ve kardeşi Necip Bey’in çok iyiliklerini görmüşlerdir. Necip Bey, Zehra’nın babasına yanında iş vermiş fakat Mürşit Efendi bu iyiliğe karşı çok büyük tepki vermiş ve bu aileyle bir daha görüşülmesini yasaklamıştır. Ama Mürşit Efendi’den gizli gizli yine bu aileyle görüşmüşlerdir. Zehra’nın kendisinden 4 yaş büyük olan ablası Feriha ise, kendi yaşıtlarıyla oynamak yerine yetişkin kızlardan hoşlanır onlara özenir ve annesini örnek aldığı için süse oldukça düşkündür. Babası içkiye her türlü şeye para bulur ancak kızına bir çift çorap almaktan acizdir. Mürşit Efendi, Feriha’nın sokağa çıkmasını yasaklar. Feriha on dört yaşında veremden ölür. Mürşit Efendi’ye kızının cenazesini göstermezler, ablasının ölümünden onu sorumlu tutarlar. Zehra, ablasının ölümünden belli bir süre sonra babası tarafından Marabet Mektebi’ne yazdırılır. Mürşit Efendi mekteptekilere Zehra’nın hiç kimseyle görüştürülmemesini tembihler. Zehra bu okulda üç yıl okur. Zehra okuduğu sırada uzun zamandır hastalıkla boğuşan annesi ölür, anneannesine inme iner, yıllarca hastane köşelerinde sürünür, babası hapise girer. Zehra on dört yaşında bu mektepten ayrılır. Girdiği sınavı kazanır ve beş yıl okur. Zehra bu beş yılda kitaplardan başını kaldırmıyor, çevresindeki hiç kimse bile muhatap olmuyor konuşmuyordu. Kendi yaşıtları gibi değildi. Yaşlı, başlı bir insan gibiydi. Kalbi bütün sevgilere, ümitlerle, mutluluklara kapanmıştı. Zehra, bir okul gezisinde babasıyla karşılaşır. Babasının saçı sakalı birbirine karışmış, elbiseleri param parça yamalı yırtık halde görünce arkadaşlarına rezil olmaktan korkar ve babasını tanımamazlıktan gelir. Zehra, okulunu bitirince Anadolu’da bir kasabaya gider. Kendisini mesleğine adar. Zehra tüm bu yaşanılanları düşünürken uykuya dalar.

Yolculuk bitmiş, Zehra kendisine verilen adrese gelmiştir. Onu eski komşuları olan Vehbi Bey karşılar. Zehra’ya niye daha önce gelmediğini çok geç kaldığını babasının bir gün önce vefat ettiğini söyler. Zehra ve Vehbi Efendi, Mürşit Efendi’nin evine giderler. Vehbi Bey, Zehra’ya Mürşit Efendi’ye ait olan sandığı Zehra’ya teslim eder. Zehra önce sandığı açmak istemez fakat odada tek kalınca dayanamaz ve sandığı açar. Sandığın içinden eski püskü, yırtık birkaç kıyafet ve değersiz birkaç eşya çıkar. Bunların arasında Zehra’nın gözüne bir defter çarpar. Bu babasının Hatıra Defteri dir. Zehra babasının hatıra defterini okumaya başlar…

Hatıra Defterim
Mürşit Efendi hatıra defterinin ilk satırına, diplomasını almış olmanın heyecanını anlatan cümlelerle başlar. Diplomasını aldığı andan itibaren kendisine yeni bir sayfa açacak; açlığa, sefalete, yoksulluğa paydos edecektir.
"Amacım şerefli ve azimli bir memur olmak ve küçük, temiz bir aile yuvası kurmaktan ibaret….’’
Diplomasını aldıktan hemen sonra kolayca iş bulacağını sanan Mürşit Efendi,üç aydan sonra kendisine küçük bir memuriyet bulur. Maiyet Müdürü olarak Sivas’ta işe başlar. Bir mevki sahibi olmak Mürşit Efendi’yi fazlasıyla mutlu eder. Milletinin mutluluğu, huzuru için tüm gücüyle çalışacağına söz verir. Mürşit Efendi, bir akşam iş arkadaşlarının çok ısrar etmesi üzerine içkili, eğlenceli bir davete katılır. Eğlence esnasında Maarif Katibi, Mürşit Efendi’ye bu hayata içmeden katlanılamayacağını, amirlerin hakaretlerini, ev sahibi ile kira için kavga etmek, yolsuzluklar, evde karının çenesini dinlemek gibi sıkıntılara ancak içerek katlanılabileceğini söyler. Mürşit Efendi bu eğlenceden pek memnun kalmaz. Çünkü onun amacı namuslu ve şerefli bir memur olmak ve milletine hizmet etmektir. Bir daha böyle eğlencelere asla gitmeyeceğine karar verir.

Mürşit Efendi görevini en iyi şekilde yapmaya çalışır. Canla başla çalışır. İş arkadaşları onun iyi niyetli, uysal bir genç olmasından faydalanır, çoğu zaman kendi işlerini ona yaptırırlar. Hatta bu duruma o kadar çok alışmışlardı ki Mürşit Efendi işlerini yapmadığı zaman kavga eder huzursuzluk çıkarırlar. Mürşit Efendi tüm bu zorluklara karşı kurallarından asla vazgeçmez. İş arkadaşlarıyla iyi geçinmeye çalışır, onları kırmamaya özen gösterirdi. Nezaketi ve uysallığıyla dalga geçen bir arkadaşına ağzının payını verir. Bu olay büyür ve tartışmaya dönüşür. Mürşit Efendi, paşadan azar işitir. İki, üç ay sonra Mürşit Efendi yine üzücü bir olay yaşar. Çalışkan, işini düzgün yapan bir genç olduğundan dolayı kendisine uygun görülen kaymakamlık görevine, nasılsa Mürşit Efendi uslu, akıllı çocuktur sesini çıkarmaz diyerek kendisinden daha kıdemsiz ve başarısız bir genci tayin ederler. Fakat Mürşit Efendi bu olaya tahammül edemez ve çok büyük tepki gösterir. Bu olay yüzünden Mürşit Efendi’nin siciline geçimsiz diye işlem yaparlar. Mürşit Efendi artık namuslu ve gayretli bir memur olma amacından vazgeçer. Kendisine yapılan haksızlıklara ancak içerek katlanır. Mürşit Efendi’ye bir darbede kendisine çok ucuz fiyatla ev tutan Nasuhi Bey’den gelir. Mürşit Efendi’nin iş arkadaşlarından biri olan Nasuhi Bey, Mürşit Efendi’nin kaldığı eve ara sıra uğrar, içkiler içilir, şarkılar, türküler söylenirdi. Nasuhi Bey çapkın, eğlenceyi çok seven, keyfine oldukça düşkün bir insandı. Nasuhi Bey, Mürşit Efendi’nin saflığından yararlanarak, Mürşit Efendi’nin işte olduğu saatlerde bir Ermeni kadınla Mürşit Efendi’nin evinde buluşurdu. Bir arkadaşı sayesinde bu kepazeliği öğrenen Mürşit Efendi birkaç gün Nasuhi Bey’i takip ettikten sonra vaziyeti kendi gözleriyle görür ve Nasuhi Bey’i döverek yaka paça dışarı atar.

Nasuhi Bey bu olayı kendisine yediremez ve Mürşit Efendi görevini canla başla, en güzel yaptığı halde siciline ‘’geçimsiz’’ diye kayıt düşer. Mürşit Efendi havası, suyu gayet iyi olan görev yaptığı kaymakamlığı bırakıp burada daha fazla oyunlara gelmemek için arkadaşıyla görev değişikliği yaparak çok bakımsız ve ihmal edilmiş yeni ilçenin kaymakamı olur. Yeni görev yaptığı bu ilçede de tek amacı yine halkına en iyi şekilde hizmet etmektir.

"Bugün yeni memuriyetime başladım. Burası çok bakımsız kalmış, fakir ve muzdarip bir yer… Benim için aranmakla bulunmayacak bir memleket… Belki çocukca bir fikirdir, felsefe kitaplarında yeri yoktur ama ben saadeti ikiye ayırırım; başkalarından alınan Saadet, başkalarına verilen Saadet. Benim için hakiki saadet başkalarına verilen saadettir. Burası çok fakir ve muzdarip bir yer… Demek ki çok iyilik, çok hizmet edebileceğim… Bununla birlikte çok mesut olacağım."

Mürşit Efendi’nin görev yaptığı bu yeni ilçede en önemli sorun temiz içme suyunun olmamasıdır. Orada yaşayan insanlar bataklıktan su içmektedirler. Her gün bir iki çocuk bu sudan içtikleri için ölmektedirler. Mürşit Efendi artık bu duruma daha fazla tahammül edemez. Çalışanlarla birlikte kendiside gece gündüz demeden toz, toprağın içinde çalışır. Mürşit Efendi kanunlara uygun davranmadığı için daha kötü bir ilçeye gönderilir. Mürşit Efendi gönderildiği ilçede çok sıkıntılar yaşar; iftiraya uğrar, rüşvet yediği sanılır, canına bile kast edilir. Mürşit Efendi bir çok doğu illerinde görev yapar. Mürşit Efendi çok değişmiştir, artık göreve ilk başladığı yıllardaki gibi düşünmemeye başlar. Çok değişmiştir…

"Bir köşede kendimi unutturmaktan, bir parça başımı dinlemekten gayrı arzum yoktu… Genç yaşıma rağmen emekli olmuş gibiyim. Artık etliye sütlüye karışmıyorum. Başkalarına yapılan hainlik ve haksızlığın aksini kendi kalbimde duyarak isyan etmiyorum. Büyüklerle iyi geçiniyorum. Küçüklerin ihmallerine, hatalarına mümkün olduğu kadar göz yumuyorum. Kimsenin işine karışmadığım, herkesi tasdik eder gibi göründüğüm için bana taarruz eden de pek olmuyor. Hasılı renksiz,ruhsuz bir adam oldum."

Mürşit Efendi, Diyarbakır’da tahrirat müdürü olarak görev yapmaktadır. Bir gün çalıştığı yerde Fadıl Efendi adında bir mal müdürü fenalık geçirir. Mürşit Efendi’den kendisini eve bırakmasını ister. Fadıl Efendi yolda ölür. Mürşit Efendi, Fadıl Efendi’yi kucağına alarak evine götürür. Mürşit Efendi babası öldüğünden dolayı saçını başını yolan küçük kızı görünce ona karşı bir şeyler hisseder. Fadıl Efendi’nin küçük kızı olan Meveddet, Mürşit Efendi’nin kalbine bir kor gibi düşer. Mürşit Efendi sanki kendi cenazesiymiş gibi cenazenin herşeyiyle bire bir ilgilenir. Elinden geldiğince yardım etmeye çalışır. Mürşit Efendi en sonunda Makbule Hanım’dan kızı Meveddet’i ister. Makbule Hanım kızı Meveddet’e hiç sormadan hemen bu evliliği onaylar. Makbule Hanım damadına Fadıl Efendi’nin onlara çok çektirdiğini, yapmadığı hiçbir eziyetin kalmadığını anlatır. Mürşit Efendi, Makbule Hanım’ın söylediği tüm bu yalanların hepsine inanır, kaynanasını adeta bir iyilik meleğine benzetir. Makbule Hanım’da Mürşit Efendi’nin saf ve uysal olmasından yararlanarak onu avcunun içine alır. Makbule Hanım, çok kurnaz bir kadındır. Önce pahalı bir eve taşınırlar. Makbule Hanım Mürşit Efendi’ye her şeyin en iyisini, en lüksünü aldırır. Eve bir aşçı getirirler. Mürşit Efendi’nin yaptığı tüm bu iyiliklere fedakarlıklara karşılık Meveddet Hanım, onu sevmez, ona karşı çok soğuk ve uzak davranır. Kocasına karşı sürekli tavır yapıp, surat asar. Hiç bir şeyden memnun kalmaz, sürekli dert yanar. Karısının gözünde basit bir adam olmayı Mürşit Efendi kaldıramaz.

Kaynanasının dolduruşuna gelerek iş yerindekilere saygısızlık yapan Mürşit Efendi işten atılma tehlikesi geçirir. Mürşit Efendi yolsuzluk yaptığı tespit edilen ve bu nedenle işten atılacak olan bir memur hakkında olumlu rapor tutturur. Mürşit Efendi karısının gözüne girmek için yaptığı bu davranıştan dolayı hiç vicdan azabı çekmez. Meveddet Hanım, İstanbul’a taşınmak için her gün kocasına baskı yapar. Fazla para kazanamadığı için kocasını sürekli aşağılar. Mürşit Efendi karısının gözüne girmek için her türlü yolu dener, alçaldıkça alçalır. Mürşit Efendi en sonunda amacına ulaşır ve istediği olur. Artık İstanbul’da gümrük memuru olarak görev yapacaktır. Bu arada Mürşit Efendi karısı ve kaynanasının isteklerini yerine getirebilmek için çok borca girmiştir. Borçlarını ödeyebilmek için dilenci gibi herkesten para dilenir. Hakaretlere uğrar. Bir gün Diyarbakır’ın tanınmış zenginlerinden olan Abdüssamet Bey Mürşit Efendi’ye para konusunda yardımcı olur. Mürşit Efendi, Abdüssamet Bey’in iyi kalpliliğinden yüz bulur ve bir süredir beraber yaşadıkları Hafız Recep adındaki genç için iş ister. Abdüssamet Bey bu istek karşısında çok sinirlenir ve Mürşit Efendi’ye karısının ve kaynanasının arkasından çevirdiği tüm işleri ona anlatır. Namuslu, çalışkan ve işini çok iyi yapan bir memur olan kayınbabasını mahveden kişinin kaynanası olduğunu, iş bulmasını rica ettiği adamın ise kaynanasının aşığı olduğunu, Mürşit Efendi’nin tüm Diyarbakır’a rezil olduğunu, kaynanasının ve karısının onu boğazına kadar ödemeyeceği borçlara soktuğunu, kaynanasının onu her türlü pisliklere alet ettiğini İstanbul diye tutturup zorla buraya taşındıklarını fakat burada daha yoksul ve rezil olacağını, kaynanasının ve karısının kocalarını hiç düşünmeden hırsızlığa, katilliğe kadar götüreceklerini hepsini teker teker anlatır.

Mürşit Efendi tüm bu olanlara rağmen hala İstanbul’da ailesinin geçimini sağlayabilmek, karısını ve kaynanasını memnun edebilmek için çabalar. Fakat borçlarını ödeyebilmek için hırsızlık yaptığı anlaşılınca beş aylık hapse girer. Bu sırada Makbule Hanım, büyük kızı olan Ruhsar’ı zengin ve yaşlı bir adamla evlendirmiştir. Ruhsar kocasını aldattığı için kocası tarafından öldürülür. Artık karısı ve kaynanasının hakaretlerine dayanamayan Mürşit Efendi her gün içer. Karısı ve kaynanası Mürşit Efendi’nin umrunda değildir artık onu asıl endişelendiren çocuklarıdır. Anneanneleri ve anneleri onları aynı kendileri gibi yetiştiriyorlardır. Mürşit Efendi onları aç ve sefil yetiştirdiği elinden hiçbirşey gelmediği için yüreği parçalanır. Ama dünyanın en zengin adamı olsam da beni yine evlatlarıma sefil ve ahlaksız biri olarak tanıtacaklardır diye düşünür.

Makbule Hanım, çocuklara babalarını içkici, çapkın, serseri biri olarak anlatır . Zehra ve Feriha zaman geçtikçe babalarından soğur ve uzaklaşırlar. Çocuklar artık babalarına düşman gözüyle bakmaktadırlar. Bir gün Mürşit Efendi kızı Feriha’nın aşk mektuplarını yakalar. Üstelik yine bir gün kızını genç bir delikanlıyla görür. Mürşit Efendi, Feriha’nın bu hareketlerine kayıtsız kalamaz ve Feriha’nın dışarı çıkmasını yasaklar. Feriha yine de gizli gizli gezmelere, eğlencelere gitmeye devam eder. Mürşit Efendi bir gün kaybolmuş bir eşyasını ararken dolapta karısına yazılmış bir deste aşk mektubu bulur. Mürşit Efendi artık kendisine yapılanlara dayanamaz ve tek bir söz söylemeden evi terk etmeye karar verir. Tam evden çıkarken çocuklarının seslerini duyar, evi terk etme kararını verirken çocukları hiç düşünmemiştim. Onları kaynanası ve ahlaksız karısının eline bırakmaya yüreği dayanmaz tüm aşk mektuplarını yırtıp atar ve bu konuyu burada kapatır.

Mürşit Efendi’nin kişiliği artık tamamen değişmiştir. Kendini içkiye kaptırmıştır. İçkiye olan düşkünlüğü gün geçtikçe artar. Feriha, hasta ölmek üzeredir. Mürşit Efendi ona sarılıp onu koklayıp öpmek ister fakat karısı ve kaynanası buna izin vermez. Sonunda Feriha bu hastalığa dayanamaz ve ölür. Mürşit Efendi’ye kızının cenazesini bile göstermezler. Çünkü Feriha’nın ölümünden Mürşit Efendi’yi sorumlu tutarlar. Mürşit Efendi üstü başı pislik içinde yırtık pırtık elbiseleriyle sokak köşelerinde yatmaktadır. Bir gün Mürşit Efendi dilenci gibi yolda gezerken Cevdet adında eski bir iş arkadaşına rastlar. Uzun bir sohbete dalarlar. Cevdet Bey arkadaşının bu haline çok acır. Mürşit Efendi ondan kendisine bir iyilik yapmasını ister. Küçük kızı Zehra’yı kaynanasının ve annesinin elinden kurtarmak için yatılı bir okula yazdırmasını ister. Zehra Cevdet Bey’in aracılığıyla yatılı okula yazdırılır. Mürşit Efendi okuldakilere Zehra’nın hiç kimseyle görüştürülmemesini tembihler. Mürşit Efendi dört yıl sonra kızını bir okul gezisinde görür. Ona sarılmak onu doyasıya öpmek, kucaklamak ister fakat kızını utandırmamak için özlemini içine gömer ve oradan uzaklaşır. Mürşit Efendi’nin hatıra defteri burada sona erer.

Zehra, babasının hatıra defterini okuduktan sonra inanılmaz bir vicdan azabı çeker. Zehra aslında tüm bildiği şeylerin yanlış olduğunu aslında tüm suçlunun anneannesi ve annesi olduğunu öğrenir. Zehra, babasının ölüsünün olduğu odaya giderek ona sarılır ve "Benim zavallı babam beni affet." diyerek ağlamaya başlar. Zehra, birkaç gün sonra mektebine döner. Zehra artık acıma duygusu nedir öğrenmiş ve tam anlamıyla bir öğretmen olmuştur.

Acımak (Reşat Nuri Güntekin) Kitap Sınavı Test Soruları ve Cevapları için tıklayınız... 

Acımak (Reşat Nuri Güntekin) Kitap Sınavı Yazılı Soruları ve Cevapları için tıklayınız...

Vicdan Zorbalığa Karşı (Stefan Zweig) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Vicdan Zorbalığa Karşı

Kitabın Yazarı : Stefan Zweig

Kitap Hakkında Bilgi :

Vicdan Zorbalığa Karşı ya da Castellio Calvin'e, okuru Fransız Reformcu Jean Calvin'in diktatörlüğünün hüküm sürdüğü XVI. yüzyıl Cenevre'sine götürür. Calvin'in farklı görüşlere gösterdiği tahammülsüzlük, hümanist din adamı Miguel Serveto'nun resmî öğretiye ters düşen görüşleri nedeniyle ölüm cezasına çarptırılmasıyla zirveye tırmanır. Tam da bu noktada Sebastian Castellio, Calvin'in karşısında tarih sahnesindeki yerini alır.

“Hakikati aramak ve onu kendi düşündüğü gibi ifade etmek asla suç olamaz. Kimse bir inanca zorlanamaz. İnanç özgürdür.”

Bu kitap, Zweig'ın, kendi yaşamını belirleyecek nasyonal sosyalizm de dahil olmak üzere totaliter rejimlere yönelttiği bir eleştiri olarak da anlaşılabilir. Katı ideolojilerin beraberinde getirdiği tehlikelerin göz önüne serildiği, insanca yaşamak için düşünce özgürlüğünün, hoşgörünün altının çizildiği Vicdan Zorbalığa Karşı ya da Castellio Calvin'e, bu özellikleriyle evrensel nitelikte.

Kitabın Özeti :

Katolik inancına karşı tepkilerin arttığı, dinde reform hareketinin başladığı ve Protestanlığın ortaya çıktığı yıllardır. Cenevre’de vaiz Farel Katolikliğin temelini sarsmak için insanları örgütler, vaazlarıyla belli bir taraftar kitlesi oluşturur ve sonuçta başarılı olur. Katolik papazlarının otoritesi dağılmaktadır. Ancak Farel’in hesaplamadığı bir şey vardır, bundan sonra ne olacaktır. Zira Katolikliğin dağılmasının ardından büyük bir inanç boşluğunun doğması kaçınılmazdır.

İyi bir eğitim almış genç Jean Calvin, yeni bir mezhebin sistematiğinin belirlenmesi ihtiyacını ilk fark edenlerdendir ve “Institutio Christianae Religionis (Hıristiyanlık Dininin Esasları)” adlı çalışmasıyla ortaya çıkar.

Farel, Calvin’i Tanrı’nın bir lütfu olarak benimser ve Cenevre’yi Institutio’ya göre yönetmesi için Calvin’in en sadık destekleyicilerinden olur.

Cenevre meclisi, Protestanlığı desteklediği için Fransa’dan göç etmek zorunda kalan bu adamın Cenevre’ye gelmesinden hoşnut olur ve onu vaiz olarak atamaktan çekinmezler. Çünkü Institutio’yu hiç okumamışlardır ve dolayısıyla her türlü günahtan kaçınmayanların ve Calvin’in diğer kurallarına bağlılık yemini etmeyenlerin şehri terk etmek zorunda kalacaklarından habersizdirler. Institutio, kendine her türlü zevki ve lüksü yasaklamış Calvin’in sert mizacı kadar tavizsizdir.

Calvin’in kuralları ortaya çıktığında insanlar yavaş yavaş şikayet etmeye başlar, bir Fransız göçmeninin Cenevre asillerine uyguladığı tavrı kabul etmezler ve Calvin’i ülkeden gönderme kararı alırlar. Calvin Cenevre’yi terk eder.

Fakat, Farel’in korktuğu şey kendini gösterir. Reformla Katoliklik yıkılmış; ancak, yerine başka bir şey konmamıştır. Toplumda kaos çıkmak üzeredir. Önce Farel Calvin’i yeniden çağırır. Calvin ise bunu kabul etmeyeceğini kesinkes bildirir. Sonrasında Cenevre meclisi ve sonunda da tüm Cenevre halkı Institutio yazarının yeniden ülkeye gelmesi için adeta yalvarır. Calvin ikinci gelişinde, tüm Cenevre halkı sevinç içinde, fakat Calvin’in tüm katı uygulamasına boyun eğmiş şekilde Cenevre’yi teslim alır.

Calvin işe koyulur ve otoritesini derinleştirir. Kendisinden habersiz kuş uçurtmamayı talep edebilecek biri olarak, onayı olmadan kitap basılmasını da yasaklamıştır.  

“Elbette ki sansür her zaman, her diktatörlüğün doğuştan kardeşidir.”

Bu sırada genç bir teolog olan Castellio, Kitab-ı Mukaddes’in Fransızca tercümesini hazırlamıştır ve Calvin’den kitabın basımı için izin vermesini rica eder. Castellio’nun umduğunun aksine Calvin’in tepkisi sert ve aşağılayıcı olur, çünkü halihazırda bir akrabası Fransızca tercümeyi yayımlamış ve Calvin de bu kitaba bir önsöz yazmıştır. Castellio ne cüretle, Calvin’in önsöz yazarak onaylamış olduğu bir eserin üzerine yeni bir çalışma ortaya koyar! Yine de kitabı yayımlayabilir, ancak önce tercümeyi Calvin’e sunacak ve Calvin’in uygun gördüğü düzeltmeleri yapacaktır.

Castellio bunu kabul etmez ve şehirden ayrılmak zorunda kalır, hayatının bundan sonrası altı nüfuslu ailesinin geçimini sağlamaya çalışmakla ve yoksullukla geçecektir. Castellio’nun yeniden ortaya çıkması Protestanlığın ilk din cinayetinin gerçekleşmesiyle (Serveto Olayı) olacaktır.

Protestanlığa göre Hristiyanlık için tek kaynak Kitab-ı Mukaddes olmalıdır. Bu şekilde Kitab-ı Mukaddes’e ilaveten kilise geleneklerini de kaynak olarak gören Katoliklerden ayrılır. Fakat Kitab-ı Mukaddes’in de farklı yorumları bulunmaktadır ve Michael Serveto, teslis inancının Hristiyanlıkta olmadığı savıyla yeni bir düşünceyle ortaya çıkar.

Michael Serveto, koyu bir Hristiyandır, fakat araştırmaları onu Hristiyanlığın temel inanışlarını değiştirecek bir sonuca ulaştırır. “Teslis’in Yanlışlıkları Üzerine” adlı kitabın yayımlanmasının ardından kimliğini değiştirmek zorunda kalır ve Villeneuve ismini alarak Fransa’nın Vienne bölgesine yerleşir.

Serveto, eğitim ve öğrenme açısından büyük bir yeteneğe sahiptir. Vienne’e geldiğinde daha önce tıp alanında yaptığı çalışmalara yeniden yoğunlaşır ve vali vekilinin doktoru olarak görev yapmaya başlar. Ancak Serveto hayatını doktor olarak tamamlama niyetinde değildir, çünkü bildiklerini paylaşmak, insanları bilgilendirmek zorundadır. Bu amaçla düşüncelerini, bunların kıymetini bilecek açık fikirli bir teolog bilim adamına göndermek ister. Serveto’ya göre bunun için en uygun kişi Jean Calvin’dir.

Serveto’nun ilk mektubuyla çılgına dönen Calvin sert bir cevap yazar. İkili arasındaki yazışmalar çok geçmeden hakarete varır. Hatta Calvin, arkadaşı Farel’e Serveto olur da Cenevre’ye gelecek olursa onu sağ çıkarmayacağını söyler.

Serveto’nun cevabı ise Calvin’in Institutio’suna karşılık verircesine isim kullanmadan Restitutio’yu (Öze Dönüş) yayımlamak şeklinde olur. Calvin, arkadaşları üzerinden kendini gizleyerek Seveto’nun kafir olarak yargılanmasını talep ettirir. Öncelikle delil yetersizliğinden serbest bırakılan Serveto, Calvin’in davaya doğrudan müdahil olması ve türlü hileleriyle mahkum edilir.

Serveto ise özellikle doktorluk kariyeri sonrası çok sevilmektedir ve geniş bir çevre edinmiştir. Arkadaşları vasıtasıyla hapisten kaçırılır. Fakat Vienne’den kaçan Serveto şaşırtıcı biçimde ve canavarın mağarasına girercesine Cenevre’ye gelir. Bir vaaza katılan Serveto burada tanınınca hapsedilir.

Serveto hakkında hüküm henüz o yakalanmadan verilmiştir; teslisi inkar eden bu kafir, kitaplarıyla birlikte yakılacaktır. Serveto ise en temel ihtiyaçlarının bile karşılanmadığı bir hücrede tutulurken son ana kadar suçsuzluğunun ortaya çıkmasını, hatta tazminat olarak Calvin’in tüm malvarlığının kendisine verilmesini bekler. Ancak karşısına çıkan, teslis inancını kabul ederse yakılmak yerine hemen öldürülme teklifidir.

Serveto yıkılmış ve her şeyin sona erdiğini anlamıştır; fakat, inandığı şeyi inkar edemeyecek bir dindardır. Düşüncesini ifade etmesinden dolayı, değil yanacak olmak ölmek bile ona göre büyük bir haksızlıktır. Fakat, tüm Cenevre halkı -Calvin dışında- bu sapkının diri diri yakılmasını seyretmek üzere meydana toplanmıştır. Calvin ise Serveto İsa’ya yakarışlar içinde yanarken çalışma odasına gizlenmiştir.

Serveto’nun ölümü bazı vicdanları oldukça rahatsız eder. Serveto en nihayetinde kendince bir gerçeği savunmuştur. Bu hoşnutsuzluğu açık açık dile getirme cesaretini ise sadece Sebastian Castellio gösterir. Castellio başlangıçta kimliğini gizler, çünkü; “Öyle bir zaman gelir ki insanlığın en basit en açık hakikatleri insanlara ulaşabilmek için sisler arkasına saklanmaya, kılık değiştirmeye gereksinin duyar; açık duran büyük ön kapı iktidar sahibinin zabıtaları ve gümrük memurlarının gözetiminde olduğundan en insanca ve kutsal düşünceler hırsızlar gibi gizli saklı, arka kapılardan içeri sızmak zorunda kalır.”

Castellio oldukça yalın şu cümleyle Serveto’nun idamının bir cinayet olduğunu vurgular:

“Bir insanı öldürmek asla bir öğretiyi savunmak değildir; bir insanı öldürmek demektir.”

Castellio, Serveto cinayetinin ardından dinsel hoşgörü manifestosunu yayımlar. Bu manifestoya göre insanları sapkın, kafir olarak etiketlemenin yanlışlığı, farklı düşüncelere saygı duymak gerektiği şu şekilde anlatılır:

“Sapkın diye nitelenen herkesin sapkın olduğuna inanmıyorum… Bu niteleme günümüzde o kadar hakaret içerir niteliktedir ki, birileri şahsi düşmanını ortadan kaldırmak isteyecek olsa bunun en kolay yolu onu sapkınlıkla suçlamak oluyor. Çünkü insanlar bu ‘sapkın’ kelimesinden, sadece adından bile öylesine büyük bir korkuya kapılıyor ki, işitir işitmez kulaklarını tıkıyor; sadece ona değil, lehine bir söz söylemeye cesaret eden biri olsa ona da gözü kapalı zulmediyorlar.”

“Bütün hakikatler, özellikle de dini olanlar tartışılır niteliktedir ve birden çok anlamları vardır. Bu nedenle, sadece Tanrı’ya ait olan sırları, onun gizli planlarına katılmışız gibi böyle bilgiççe tartışmak haddi aşmak demektir ve aslında bir şey bilmediğimizi konular hakkında, kesin kanaatlere sahipmişiz gibi insanları kandırmak, öyle görünmek; kibirdir.”

Bütün bu tepkilerin ardından Castellio kendini açığa çıkarır ve Calvin’in iftira ve oyunlarıyla mahkum edilir. Başlangıçta mahkumiyetin hızlıca sona ereceği düşünülse de Castellio’nun sonu yavaş yavaş Serveto’ya benzeyecek olur. Castellio belki idamdan ya da diri diri yakılmaktan 48 yaşında eceliyle ölerek kurtulur.

Calvin Castellio’nun da ortadan kalkmasıyla artık tüm düşmanlarını yenmiştir. Gözlerini Calvin’le açan yeni jenerasyon Calvin’i benimsemiş mutsuz ihtiyarlar ise dünyadan göç etmiştir. Calvin ideal dünyasını kurmayı başarır. Sıkı disiplin ve çalışmanın kutsanması ile bilime geniş bir alan doğar; fakat Kalvenist düşüncenin girdiği yerlerde hoşgörü de hızla yayılır. Öyle ki “nerede Calvin’in dini kanun olmuşsa, özellikle orada Castellio’nun fikirleri hayata geçer.”

“Lakin her selden sonra olduğu gibi ,sular geri çekilmek durumundadır; bütün despotluklar kısa sürede eskir ya da soğur, bütün ideolojiler ve onların geçici zaferleri kendi zamanları içinde sona erer. Bu nedenle yalnızca düşünce özgürlüğü fikri, fikirlerin fikri, hiçbir zaman yenilmez her zaman geri döner çünkü ruh ebedidir. Dışsal olarak, geçici biçimde susturulacak olduğunda gerilere, vicdanın en derin bölgesine, hiçbir tehlikenin erişemeyeceği bir yere sığınır. Bu yüzden mukdedirlerin ağzını kapatarak özgür ruhu mağlup ettiklerini sanmaları boşunadır. Çünkü her yeni doğan insanla birlikte yeni bir vicdan doğar ve daima birileri çıkıp fikri görevini yerine getirmesi, insanlığın vazgeçilmez hakları uğruna eski kavgaya yeniden başlaması gerektiğini hatırlar ve her zaman bütün Calvin’lere karşı bir Castellio ayağa kalkar, iktidarın bütün zorbalığına karşı düşüncenin mutlak bağımsızlığını savunur.”

Dünya Hayal Kurma Günü (Habib Bektaş) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Dünya Hayal Kurma Günü

Kitabın Yazarı : Habib Bektaş

Kitap Hakkında Bilgi :

Düşle bir gün, senin olsun tüm hayallerin!

Şiirsel anlatımıyla edebiyatımızın en ince ruhlu kalemlerinden Habib Bektaş’ın yazdığı Dünya Hayal Kurma Günü, altı özel günü altı özgün öyküde buluşturan duygu yüklü bir öykü pınarı.

Esin kaynağını hayatın ta kendisinden alan öyküleriyle hem çocuk hem de yetişkin okurlarının yüreğini yaşama sevinciyle dolduran yazar, bu kitabıyla herkesi hayal kurmaya ve kendi özel gününü keşfetmeye çağırıyor.

Alabildiğine hayal kurmanın insan ruhunu ne denli coşturabileceğini gözler önüne seren Dünya Hayal Kurma Günü, kâh güldüren, kâh hüzünlendiren ama en çok da düşündüren öykü seçkisiyle yaratıcılığı kışkırtıyor.

Öyle bir gün ki… sadece senin bildiğin, sana özel! Herkesin özel bir günü vardır; unutamadığı, daima yüreğinin bir köşesinde yaşattığı. İşte bu çok özel günleri gün yüzüne çıkarıyor Dünya Hayal Kurma Günü.

Daha güzel ve anlamlı bir dünyanın hayal eden çocukların düşlerinde yeşerip serpileceğine inanan Habib Bektaş, insanı insan yapan değerlere vurgu yaptığı bu kitabında, okurlarını ters köşeye yatıracak öykülere imza atıyor. Her öykünün sonunda Bektaş’ın çocuklara yönelttiği tartışma soruları ve sınıf etkinlikleri, okuduğunu anlama ve pekiştirme sürecine katkıda bulunuyor, okurların düşünme biçimlerini çeşitlendiriyor.

Kitabın Özeti :

Kitapta, Türkiye'nin dört bir yanında çarpan altı küçük kalbin altı büyük öyküsünü anlatılıyor bizlere.

Onların sevinçlerine, kederlerine, heyecanlarına ortak kılıyor; hayal dünyalarına konuk, düşlerine arkadaş ediyor. Başkalarının hayatlarına göz kırparken duygulandırsa, hatta zaman zaman gözyaşı döktürse de umut ettirmekten ve hayal kurdurmaktan asla vazgeçirmiyor.

Okula başladığı ilk günü unutamayan küçük Tuna, hayalleri takas etme fikrini geliştiren Zeynep, evdeki huzursuzluğa dâhiyane bir çözüm önerisi getiren Özge, gülen bir babanın özlemiyle yanıp tutuşan Yakup, uzun yıllardır doğum günlerini pas geçen Filiz Öğretmen ve “Dünya Hayal Kurma Günü”nün mucidi Mustafa.

Hepsini hayata bağlayan yegâne şey hayalleriydi…
 

Zamanı Ancak Sen Durdurabilirsin - Johnny Maxwell 3. Kitap (Terry Pratchett) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Zamanı Ancak Sen Durdurabilirsin

Kitabın Yazarı : Terry Pratchett

Kitap Hakkında Bilgi :

“Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü…”

Sör Terry Pratchett’ın, hayal gücünün sınırlarını zorlayan “Johnny Maxwell” üçlemesinin son halkası Zamanı Ancak Sen Durdurabilirsin, gözden geçirilmiş baskısı ve Mark Beech’in resimleriyle tekrar raflara geliyor.

Pratchett’ın, zamanda yolculuk kavramını olağanüstü bir mizah ve kıvrak bir kurguyla yeni baştan yorumladığı bu enfes romanı, savaşın siviller üzerindeki acı etkilerini gözler önüne sererek, “doğru şeyi yapmanın” önemini vurguluyor.

Zamanının çok ötesinde bir anlatı sunan bu dâhiyane kitap, on iki yaş ve üzerindeki maceraperest okurlarını 1941 yılına ışınlıyor ve savaş karşıtlığı, etik seçimler, ahlaki sorunlar gibi toplumsal konular üzerine düşündürüyor, geçmişe geleceğin güzünden bakmanın nasıl bir his olduğunu birinci elden gösteriyor.

Savaşı bütün yönleriyle ele alan ve pek çok bilimkurgu filmine parmak ısırtacak bir bombardıman sahnesiyle gözler önüne seren bu sürükleyici roman; doğru yerde, doğru zamanda, en doğru kararı almanın, nihai sonuçlar üzerindeki etkilerini tartışıyor.

Tarihi yapanlar ile yazanlar üzerine uzun uzun düşündüren derinlikli metniyle, türünün en nitelikli yapıtları arasında yer alan Zamanı Ancak Sen Durdurabilirsin, insanlığın utanç tarihlerinden İkinci Dünya Savaşı’na bambaşka bir gözle bakmamızı sağlıyor.

Üstelik, yankılı kahkahalara da bir an olsun ara vermiyor!

Kitabın Özeti :

Blackbury sokaklarının yaşlı, evsiz ve azıcık da çatlak sakinlerinden Bayan Tachyon, bir gün yerde, baygın bir şekilde bulunur. Beraberinde, yanından hiç ayırmadığı alışveriş arabası ve birkaç da kuşku uyandırıcı siyah torba vardır.

Bu gizemli kadın aslında öyle değerli bir şeye sahiptir ki...

Elinde farklı zamanlara, farklı devirlere hükmedecek bir anahtar taşıyordur!
Gözü pek kahramanımız Johnny Maxwell ve dostlarının yolu bu kez uzaklara, bir hayli uzaklara düşer ve hep beraber, zamanda yolculuğun en tuhaf hâliyle, bir alışveriş arabasıyla, istemeden de olsa ta İkinci Dünya Savaşı yıllarına yollanıverirler.

Bu tekinsiz serüven sırasında, kendilerini ve hayatı da yeniden keşfederler...

Kitaptan Bir Bölüm :

Birinci Bölüm
BOMBALARDAN SONRA


Blackbury’nin ana caddesi. Akşam saat dokuz. Hava kararmıştı. Dağınık bulutların arkasında zaman zaman dolunayın ışığı görünüyordu. Rüzgâr güneybatıdan esiyordu. Patlayan son fırtına havayı temizlemiş, parke taşlarını ıslatıp kayganlaştırmıştı. Bir polis memuru, sokakta sakin sakin, yavaşça yürüyordu.

Karartılmış pencerelerin çevresinde, ancak çok yakından bakan birinin görebileceği incecik ışık çizgileri seçiliyordu. Pencerelerin gerisinden, her şeye rağmen hayatlarını yaşayan insanların uzak sesleri geliyordu: piyano çalışması sırasında tekrar tekrar çalınan boğuk notalar, radyodan arada bir yükselen mırıltılar, kahkahalar. Bazı dükkânların vitrinlerinin önüne kum torbaları yığılmıştı. Bir dükkânın önündeki afiş, insanları “Zafer

İçin Toprak Kazmaya” çağırıyordu;* sanki zafer, bir tür şalgammış gibi.
Ufukta, Slate kasabasının olduğu yönde, kuvvetli projektörlerin ince ışıkları, bulutların arasında bombardıman uçağı arıyordu. Polis memuru köşeyi dolandı ve sessizliğin içinde  gürültüyle inleyen ayak sesleriyle, bir sonraki sokakta
yürümeye başladı. İzlediği rota onu küçük kiliseye kadar götürüyor, sonra da –yani, en azından teoride– Cennet Sokağı’ndan geçiriyordu. Ama bu gece oradan geçmedi. Çünkü Cennet Sokağı artık yoktu. Dün geceden beri, yoktu. Kilisenin yanına bir kamyon park edilmişti. Kasayı örten brandanın altından ışık sızıyordu. Polis memuru kamyona vurdu.
“Buraya park edemezsiniz beyler!” dedi.
“Size bir fincan çay cezası kesiyorum, tamam mı? Sonra da bu konuyu bir daha açmayacağız!”

Branda aralandı, dışarı bir asker atladı. İçerisi çok kısa bir anlığına göründü: Turuncu ışıkla dolu sıcak bir çadır, küçük bir sobanın çevresinde oturan birkaç asker ve sigara dumanıyla ağırlaşmış hava.
Asker sırıttı.
“Kom’ser yardımcısına bi’ fincan çay ve bi’ sandviç uzatın,” dedi, kamyonun içindeki birine.

* İkinci Dünya Savaşı döneminde, İngiltere Tarım Bakanlığının hayata geçirdiği bir projeydi bu. Ekonomiye destek olmaları için halkı tarım yapmaya teşvik ediyordu. [E.N.]

Teneke fincanda bir bardak çay ve tuğla kadar kalın  bir sandviç uzatıldı.
“Çok makbule geçti,” dedi komiser yardımcısı, uzatılanları alarak. Kamyona yaslandı. “Ee? Nasıl gidiyor?
Tek gümleme bile duymadım.”
“Bu seferki 25 kalibrelik,” dedi asker. “Mahzen zeminini delip geçmiş. Dün gece iyi bombalandınız he. Görmek ister misiniz?”
“Güvenli mi?”
“Tabii ki değil,” dedi asker neşeyle.
“Biz de bu yüzden burdayız, değil mi? Hadi.”
Ucunu kıstırarak sigarasını söndürdü ve izmariti kulak arkası yaptı.
“Sizin, onu korumak için burada olduğunuzu sanıyordum,” dedi komiser yardımcısı.
“Saat gecenin ikisi ve şakır şakır yağmur yağıyor,” dedi asker.
“Patlamamış bi’ bombayı kim çalar ki?”
“Evet, ama...” Komiser yardımcısı, harabeye dönmüş sokağa baktı. Kayıp düşen tuğlaların sesi duyuldu.
“Sese bakılırsa, biri şu an çalıyor...”
“Ne? Uyarı tabelaları koymuştuk!” dedi asker. “Yalnızca çay molası vermiştik ya! Hey!”
İkisinin de botları, yerlere saçılmış molozun üzerinde gıcırdadı.
“Güvenli ama, değil mi?” dedi komiser yardımcısı.
“Eh... biri üzerine pis bi’ tuğla yığını düşürürse... hayır, değil. Hey! Sen!”
Ay, bulutların arkasından çıktı. Şimdi, soluk ışığın altında –ve tabii, sokaktan geriye her ne kalmışsa onun diğer ucunda– turşu fabrikasının duvarının yanında birini seçebiliyorlardı.
Komiser yardımcısı kayarak durdu.
“Ah, olamaz!” diye fısıldadı. “Bayan Tachyon bu.”
Asker, molozun içinde bir tür... el arabası sürüklemekte olan ufak tefek kadına baktı.
“Kim bu?”
“Bu işi sessizce halledelim, tamam mı?” dedi komiser yardımcısı, askerin kolunu tutarak. Fenerini açtı ve yüzüne bir tür çılgın, dost canlısı sırıtış oturttu.
“Sen misin Bayan Tachyon?” dedi. “Benim, Komiser Yardımcısı Burke. Hava, gecenin bu saatinde dışarıda olmak için birazcık soğuk değil mi sence de? Bak, karakolda güzel, sıcacık bir koğuş var. Benimle gelirsen eminim koca bir fincan sıcak kakao da buluruz. Ne dersin?”
“Onca uyarı tabelasını okuyamıyor mu? Kafayı mı yemiş bu?” dedi asker alçak sesle. “Mahzenine bomba düşen evin tam yanında duruyor!”
“Evet... yani, hayır. O... farklıdır biraz,” dedi komiser yardımcısı. “Biraz... çatlaktır.” Sesini yükseltti.
“Olduğun yerde kal tatlım, biz gelip seni alırız! Bunca döküntünün üzerinde bir yerini yaralamanı istemeyiz, değil mi?”
“Hey, yoksa yağma mı yapıyor?” dedi asker.
“Bombalanmış evlerden bi’ şeyler yürütüyorsa kurşuna dizilebilir!”
“Kimse Bayan Tachyon’u kurşuna falan dizmeyecek,” dedi komiser yardımcısı. “Onu tanıyoruz, anlıyor musun? Geçen geceyi de koğuşta geçirdi.”
“Ne suç işledi ki?”
“Hiçbir şey. Soğuk gecelerde karakoldaki boş hücrelerden birinde kalmasına izin veriyoruz. Daha dün ona altı peni ve annemin eski botlarını verdim. Baksana kadıncağıza... Ninen yaşında... Zavallı ihtiyarcık...”
Onlar ihtiyatla yürürken, Bayan Tachyon durup dalgın dalgın baktı.

Asker, kadına yaklaştıkça, parti elbisesine benzer bir elbise ve onun da üzerine kat kat başka giysiler giymiş, püsküllü yün bere takmış, ufak tefek, kırışık bir kadın gördü. Kadın, telden yapılmış tekerlekli bir alışveriş arabası itiyordu. Arabanın üzerinde metal bir etiket vardı.
“AVM,” diye okudu asker. “O ne demek ki?”
“O tuhaf eşyaları nereden buluyor, hiç bilmiyorum,” diye mırıldandı komiser yardımcısı. Alışveriş arabası siyah torbalarla doluydu. Ama ay ışığında parıldayan başka şeyler de vardı.
“Ah! Onu nereden bulduğunu biliyorum işte,” diye mırıldandı asker.
“Turşu fabrikasından aşırmış!”
“Hah. Bu sabah kasabanın neredeyse yarısı oradaydı,” dedi komiser yardımcısı. “Birkaç kavanoz salatalık turşusunun kimseye zararı dokunmaz.”
“Evet ama bu tür şeylere izin veremeyiz. Hey, sen! Ha’mfendi! Dur da bi’ bakayım.”

Alışveriş arabasına uzandı. Ve arabadan, tamamen dişler ve parlayan gözlerden oluşmuş bir tür iblis fırladı, askerin elini tırmaladı.
“Anam! Kahretsin! Hey, yardım edin de tutayım...”
Ama komiser yardımcısı gerilemişti.
“Suçlu bu,” dedi. “Yerinde olsam uzaklaşırdım.”
Bay Tachyon bet bir sesle güldü.
“Fırtına Kuşları, uçun!” dedi.*
“Ne, muz yok mu? Sen öyle san, benim ihtiyar bebeğim!”
Arabayı hızla çevirdi ve arkasından çeke çeke, koşarak uzaklaştı.
“Hey, oraya girme!..” diye bağırdı asker.

Yaşlı kadın, arabayı bir tuğla yığınının üzerinde sürükledi. O geçtikten sonra da duvar yıkıldı. Son tuğla, çok aşağılarda bir şeye çarptı ve boing! yaptı.

Bayan Tachyon’un peşinden koşmakta olan asker ve komiser yardımcısı, adımlarının ortasında donakaldı. Ay yeniden bir bulutun arkasına girdi. Karanlıkta bir tıkırtı duyuldu. Çok uzaktan gelmişti ve biraz da boğuktu; fakat o sessizlikte iki adam da onu ta belkemiklerinde hissetti. Komiser yardımcısının havada kalmış ayağı yavaşça yere indi.

“Tıkırdamaya başlamışsa, ne kadar zamanın kalmış oluyor?” diye fısıldadı.

* Bir dönem bizde de yayınlanmış Fırtına Kuşları (Thunderbirds), gizli ajanların maceralarını anlatan bir kukla dizisiydi. [E.N.]

Ama yanında kimse yoktu. Asker, tabana kuvvet kaçıyordu. Onun arkasından komiser yardımcısı da koşmaya başladı. Fakat tam da Cennet Sokağı’nın molozlarına tırmanmaya başlamışken, arkasındaki dünya aniden heyecanla doldu...

Blackbury’nin ana caddesi. Akşam saat dokuz. Elektrikli eşya satan mağazanın vitrinindeki dokuz televizyon da aynı şeyi gösteriyordu. Dokuz televizyon, titreşen ekranlarındaki imgeleri boş havaya yansıtıyordu.

Issız kaldırımda eski bir gazete savruldu, ardından da çiçek tarhındaki saplara dolanarak durdu. Sonra rüzgâr, boş bir bira kutusunu yakaladı ve onu tıngır mıngır sürükleyerek bir kanala düşürdü.

Ana cadde, Blackbury Belediye Kurulu’nun “Yayalaştırılmış Konfor Alanı” ismini verdiği yerdi. Fakat, söz konusu konforun nasıl bir konfor olduğundan, hatta bizzat konforun ne olduğundan kimse emin değildi. Belki de bu, insanların uzun süre oturup mekânı dağıtmaması için sinsice tasarlanmış olan rahatsız banklar demekti? Ya da belki, her tür hava koşuluna dayanıklı, her sene düzenli olarak Cips Paketi mahsulü veren çiçek tarhlarıydı... Süs ağaçları değildi ama. Onlar, birkaç sene önceki orijinal proje çizimlerinde oldukça büyük ve yeşil görünüyorlardı. Ama bütçe kesintileri yüzünden kimse ağaç ekmeye dikmeye bulamamıştı.

Sokak lambalarının sodyum bazlı kalitesiz ışıkları, gecenin buz kadar soğuk görünmesine sebep oluyordu. Gazete yeniden havalandı ve ağzı açık şişman bir köpek gibi görünen sarı çöp tenekesine sarıldı. Bir süre sonra, ara sokaklardan birine bir şey düştü.

“Aah!” diye inledi kadın. “Tık tık tık! Tıkıdı tıkıdı buum! Of! Devlet... Hastanesi!..”

Bir şeyler hakkında endişelenmenin ilginç tarafı, diye düşündü Johnny Maxwell, her zaman ama her zaman, endişelenebilecek yeni şeyler çıkması...

Arkadaşı Kirsty, “Endişeli bir mizaca sahip olduğun için,” diyordu; oysa onun böyle düşünmesinin sebebi, kendisinin hiçbir şey hakkında endişelenmemesiydi. Kirsty, endişelenmek yerine öfkeleniyordu.

Ve konu ne olursa olsun, o konuda bir şeyler yapıyordu. Johnny, konunun ne olduğuna ve o konuda tam olarak ne yapacağına hemencecik karar verebiliyor olması konusunda kızı gerçekten kıskanıyordu. Mesela o günlerde Kirsty, akşamları gezegeni, hafta sonlarında ise tilkileri kurtarıyordu.

Johnny ise yalnızca endişeleniyordu. Genelde de hep aynı konularda endişeleniyordu: okul, para, televizyon izleyerek AIDS olup olunamayacağı... Vesaire.
Ama zaman zaman, bu endişelerden biri (örneğin, o haftanın şarkı listesinde kimin birinci olacağı endişesi gibi bir tanesi) hiç yoktan ortaya çıkıyor ve tüm diğerlerini geriye itiyordu.

Şu andaki endişe konusu, zihniydi.
“Aslında, hastalanmakla aynı şey değil tam olarak,”
dedi Yo-yok. Annesinin tıp ansiklopedilerini sayfa sayfa okumuştu.

“Hastalanmakla aynı şey zaten değil,” dedi Johnny.
“Eğer başına bir sürü kötü şey gelmişse, moralinin bozulması sağlıklı bir tepkidir. Yani... mantıklı, değil mi?
Ekonomi kötüye gidiyor, babam bizden uzaklaşıyor, annem bütün gün oturup sigara içiyor falan... Tam aksine, böyle bir durumda habire gülümsemek ve ‘ah, o kadar da kötü değil ya’ demek... Asıl bu kaçıkça olurdu.”
“Haklısın,” dedi, psikoloji hakkında da bir şeyler okumuş olan Yo-yok.
“Benim de ninem kafayı yedi,” dedi Bigmac. “Kadın gerç... Ahh!”
“Aaa, pardon,” dedi Yo-yok. “Yanlışlıkla ayağına basıvermişim. Ama sen de dikkat etmedin yani.”
“Aslında... hepsi yalnızca rüya işte,” dedi Johnny.
“Delice bir şey yok ortada.”
Fakat itiraf etmesi gerekirdi, rüyaları gündüz de görüyordu. Üstelik hepsi de o kadar gerçekçiydi ki, gözlerini ve kulaklarını dolduruyorlardı.
Uçaklar...
Bombalar...
Ve bir de... fosil sinek. Onu neden görüyordu ki? Kâbuslar görüyordu ve kâbusların ortasında sineği görüyordu; bir kehribar parçasının içindeki minik sineği.

Onu alabilmek için para biriktirmiş, hakkında bir fen projesi yapmıştı. Ama korkunç bile değildi ki. Yalnızca, milyonlarca sene öncesinden kalma bir sinekti işte. Sinek neden kâbusunun içindeydi?*

Hah! Peki ya öğretmenler? Neden, olmaları gerektiği gibi davranıp, dersi dinlemiyorsanız size bir şeyler fırlatmıyorlardı? Bunun yerine hepsi Johnny için endişeleniyordu. Eve notlar falan gönderiyorlardı, onu bir uzmana yönlendiriyorlardı... Gerçi uzman o kadar da kötü değildi. En azından matematik dersinden kaytarmasını sağlıyordu.

Notların biri, onu “huzursuz” olarak tanımlıyordu. Eh, bugünlerde kim huzursuz değildi ki? Notu annesine göstermemişti. İşler zaten yeterince kötüydü.

“Dedenlerde durum nasıl?” dedi Yo-yok.
“Fena değil. Zaten genelde ev işlerini dedem yapıyor. Tereyağlı ekmek konusunda da iyi. Bir de... sürpriz sürpriz konusunda.”
“O ne be?”
“Hani pazardaki, etiketleri çıkarılmış konserveler satan tezgâh var ya?”
“Evet?”
“Onlardan bir sürü alıyor. Ve konserve açılınca da... eh, yemek zorunda kalıyoruz.”
“Iyk.” 

* Johnny muhtemelen Jurassic Park’tan etkilenmiş. Onlar da kehribarın içine sıkışıp kalmış bir sivrisinek sayesinde dinozorları hayata döndürüyorlardı... [E.N.]

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...