30 Kasım 2019 Cumartesi

Deli Kurt (Hüseyin Nihal Atsız) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili

Kitabın Adı : Deli Kurt

Kitabın Yazarı : Hüseyin Nihal Atsız

Kitap Hakkında Bilgi :

"Deli Kurt", Osmanlı tarihinde Yıldırım Bayazıd'dan sonra "Şehzadeler Kavgası" diye anılan devrin tarihî bir romanıdır. Bir bakıma göre de "Bozkurtlar"da başlayan Orta Asya'daki hayat kavgasının yeni vatan Anadolu'da devamıdır. Şehzadeler arasında süren ve tafsilâtı henüz yeterince aydınlanmamış bulunan çarpışmada Yıldırım'ın oğulları hayat ve taht mücadelesinin hem kahramanca, hem şairane, hem de sefîhane bir örneğini vermişler ve birbiri ardınca hayata veda ederek meydanı içlerinden birisine bırakmışlardır. Bunlar arasında en talihsizi ve hayatı en az bilineni İsa Çelebi'dir. Deli Kurt, İsa Çelebi'nin meçhul bir oğlunun dramıdır. Bu dram daha sonraki asırlarda daha büyük bir şiddetle sürüp gidecek ve yüzlerce şehzadenin hayatına mal olacaktır. Romanda görülen parlak bakışlı, gözlerine bakılamayan kız, hayalî bir tip değildir. Zamanımızda Muğla köylerinden birinde böyle bir kız yaşamıştır ve belki de hâlâ yaşamaktadır. Roman yazarı, bu parlak ve büyülü bakışları beş yüz yıl öncesine götürmekle esere çeşni vermekten başka bir şey yapmamıştır.

Kitabın Özeti :

Atsız, Deli Kurt romanında beylikler dönemini ele almıştır. Roman 1403 yılının sonlarında başlar.

Yıldırım Bâyezid ölmüştür. Şehzadeler savaşı, bütün hızı ve acımasızlığıyla sürmektedir. Yıldınm Bayezid'in oğlu İsa Bey’in sipahisi Çakır Ağa, Beyin karısı Bala Hatunu sütannesi Satı Kadın'ın evine getirir. Bala Hatun bir oğlan doğurur. Adı Murat konur. Köylüler Murat'a Deli Kurt adını verirler. Aradan zaman geçer.

Murat büyür, evlenir, çocuklan olur. O da Çakır Ağa gibi sipahilik mesleğini seçmiştir. Bir gün Çakır Ağa ile Bizans'a gider gelirler. Murat bu arada Satı Kadın'ın köyünde gördüğü Gökçen Kız'a âşık olur. Gökçen Kız Saman’dır. Yada taşı İle yağmur yağdırmakta, bazı hastalıkları otlarla tedavi etmektedir. Deli Kurt savaşa gider. Macarlara esir düşer. Üç yıl esarette kalır. Memleketine döndükten sonra tekrar savaşa gider. Bu savaşta Evren ve Çakır Ağa şehit olurlar. Çakır'ın eşyalarını karıştırırken bazı mektuplar bulur ve kendisiyle ilgili hakikati öğrenir. Bu arada karısı bir oğlan doğurur. Murat ona İsa adını koyar. Varna Savaşı’na katılır.

Döndükten sonra Gökçen Kız'la evlenecektir. Savaş kazanılır. Padişah II. Murat, ona geçici olarak Eskişehir Sancakbeyligine bakmasını söyler. Deli Kurt büyük bir heyecanla evine döner. Bir sel baskını olmuş, bütün ailesi, Gökçen Kız, Satı Kadın boğulmuşlardır. Deli Kurt atına biner, gayesiz, amaçsız, belirsiz bir yöne doğru gider.

Roman bir trajedi ile sona ermektedir. Bu haliyle roman Yunan trajedilerini andırmaktadır. Burada romancı, Osmanlı tahtına rakip olma ihtimali bulunan şehzade soyunun yaşamaması gerektiğini düşünmüş olmalıdır.

Bu romanda Bizans da vardır. Gökçen Kız ve annesi Esen Börü diğer romanlardaki kadın tiplerine benzerler. Samanlık ağır basar. Romanda kaval vasıtasıyla Gökçen Kız'la Deli Kurt haberleşirler. Romanda esrarlı bir hava vardır. Bu, öbür romanlarda bulunmaz. Çakır Ağa’nın annesinin hayali yüzünü göstermez.

Yazar bu durumu, insanoğlunun her şeyi bilmesi gerekmez diye ifade eder. Gökçen Kız tiplemesi de bu esrarlı havanın başka bir yönüdür.

Ağustos Başağı (Sevinç Çokum) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Ağustos Başağı

Kitabın Yazarı : Sevinç Çokum

Kitap Hakkında Bilgi :

Türk öykücülüğünün zarif sesi Sevinç Çokum'dan bir Kurtuluş Savaşı romanı. Romanın mekânı, Osmanlı'nın kuruluş toprağı olan Söğüt.

Karakterler çok boyutlu ve derin: Yusuf, Esma, Kayalı Süleyman, Nafiz Bey, Selim ve dahası. Karton olmayan, sığlıktan uzak karakterler. Lirik ve konuşkan.

Cumhuriyet'in kuruluş tomurcuklarını, sırf yazılı belgelerle değil, o coğrafyada yaşamış Ali Amca, Memiş Dayı gibi gerçek kişilerden dinledikleriyle hikâye ediyor Sevinç Çokum.

Bilmediği bir coğrafya üzerine konuşmuyor anlatıcı; bildiği, tecrübe ettiği, toprağını gördüğü bir yerden ses ediyor.

"Söğüt mavi-mor tepelerin ardındadır," derken, bizi de bir maviliği, morluğu görmeye davet ediyor.

Kitabın Özeti :

Sevinç Çokum, Ağustos Başağı adlı romanında Millî Mücadele yıllarını anlatmıştır. Burada Osmanlı Devletinin kuruluş dönemine ait bazı unsurları bir motif olarak kullanmıştır. Vaka İstiklâl Harbi’nin Söğüt Cephesi’nde geçmektedir. Yazar bu mekânı özellikle seçmiştir. Bu mekân vasıtasıyla, Millî Mücadele ile Osmanlı Devleti’nin kuruluşu arasında bağ kuran yazar, bunu romanının ilk sayfasında kahramanının ağzından şöyle dile getirir:

"Osmanlı Devleti’nin beşiğidir Söğüt. Doğduğu, kök saldığı yerdir. Bilir misin, Millî Mücadele’de ilk düzenli ordu birlikleri burda kurulmuş. Yani devlet burda ikinci defa dal budak salmış. Bereketli, kutlu bir yerdir anlayacağın."

Romanda, Millî Mücadelenin Söğüt cephesi anlatılırken sık sık Osman Gazi dönemihatırlatılır. Bunlar, yeni kurulan Türk devletinin sembolü olurlar. Orhan Gazi Camii, Edebali'nin beyaz evi, türbesi, Ertuğrul Gazi Türbesi gibi mekâna ait unsurlar, Osman ve Orhan Beyler gibi tarihî şahsiyetler, Ertuğrul Gazi'yi anma törenleri gibi sembolik unsurlardır. Böylece tarihî şahsiyetler yalnız kendi devirlerinde geleceğe hükmedecek büyük bir devletin temellerini atmakla kalmazlar, altı yüz yıl sonraya da taşman, yön veren birer sembol, birer manevî kurtarıcı hâlini alırlar.

Söğüt insanı, gücünü kuvvetini Ertuğrul, Osman ve Orhan Beylerden alır. Söğüt'ün Rum bacıları İstiklâl Savaşı’nın mermi taşıyan, kağnı süren kadınları olarak yeniden dirilirler. Burada tarihî şahsiyetlerin aktif bir rol oynadıklarına da dikkat çekmek lâzımdır. Onlar uzun yıllar önce ölen insanlar olmaktan çıkmış, yaşayan, hatta savaşan şahsiyetler gibi yol ve yön gösterici olmuşlardır. Millî Mücadele âdeta onların kemiklerini sızlatmamak için yapılır ve kazanılır. Onlar, yattıkları yerden dünyayı yönetirler. Söğütlülere güç kaynağı olurlar, güç verirler.

Yazar, Söğüt Kuva-yı Milliyesi’nin kurulmasını, Söğütlülerin azmini ve metanetini, direnişini hep bu heyecanla anlatır ve işler. Olay kahramanlarından birinin adının Osman olması, ona "Kara Osman" denmesi, yazarın bağlantıyı daha sıkı bir şekilde hatırlatmakistemesinin bir sonucudur. Roman boyunca Osman Gazi'nin zamanında olduğu gibi Söğüt'ten Bursa'ya ve Bilecik'e gidilir.

Romanda bir diğer motif "Söğüdün erenleri" türküsüdür. Bu türkü de tarihî bakımdan o kadar eski olmamakla beraber, muhteva bakımından kuruluş döneminin Kumral Dede, Şeyh Edebali gibi dervişlerini hatırlatacak niteliktedir. Ayrıca kahramanların çömlekçilik, demircilik yapmaları eski millî ve geleneksel Türk sanatlarına ve mesleklerine bağlanır.

Ayşe Ana Söğüt bacılarından biridir. O, bacılar bölüğünün başında erkeklerle birlikte düşmana karşı savaşır. Kadınlarla konuşurken Osmanlı'nın ilk günlerini hatırlatır. Ayşe Ana kadınları toplar ve onlarla şöyle konuşur:

"... Şimdi düğünde bayramda değiliz. Acılı gündeyiz. Kendi ocağını tüttürmüşsün, bunun kimseye faydası yok! Memleketin ocağı tütmeli, bacılar... Bunun için de aşınızı bezinizi esirgemeyin ordudan. Yoksa iki elim yakanızdadır! Şu tüfeği boşuna vermediler bana. Yakarım billahi! Eğer kulağıma 'Söğüdün kadınları ocak başlarında pinekliyorlarmış' diye bir söz gelirse, vay halinize..."

"Osmanlının ilk günleri gibi bacılar. İşte yeniden filizlendik! Hem de aynı mekânda. Söğüt'te..."

Bu sözlerde kararlılık ve cesaret hâkimdir. Asırlar öncesinden gelen bu hâkim tavır, sanki Osman Bey zamanındaki Aybüken Ebenin, Bacıbey’in konuşmasıdır. Yazar, bu tarihten gelme izlenimini, hem sözlerinin muhtevasıyla, hem de üslubuyla vermektedir.

Romanda, üzerinde durulacak bir başka nokta, rüya motifidir. Efendi Hafız rüyasında Ertuğrul türbesindeki mumların söndüğünü ve türbenin karanlığa gömüldüğünü görmüştür. Söğüt'ün işgalini haber veren bu rüya, hem rüya motifinin kullanılmasıyla, hem de muhtevasıyla Osmanlı'nın kuruluş devrinin ilk yıllarına bağlanır.

Dağa Çıkan Kurt (Halide Edip ADIVAR) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili

Kitabın Adı : Dağa Çıkan Kurt

Kitabın Yazarı : Halide Edip ADIVAR

Kitap Hakkında Bilgi :

“Uşak’a girerken düşündüm, Anadolu’da geçen yıllarımda yüz evden otuz eve eriyerek dağılan, ölen, erkeksiz ve kimsesiz köylerde Himmet çocuğun eşlerine rastlıyor, onlara memleketin hayat tarihinde birer ışık ve iz diye bakıyordum. Hayat diye, insanlık diye Anadolu’da ne kalmışsa gayretli kadınlarıyla bu küçük gündelik kahramanların insanüstü çalışmasından kalmıştı. Bunlardan bir tanesi kafamda ve kalbimde içimi kanatan bir çivi gibi saplanmış kalmıştır...”

Dağa Çıkan Kurt, Milli Mücadele’de sahne arkasında kalan kahramanların kitabı. Bir yandan işgal ordusuyla, bir yandan da açlıkla, hastalıkla savaşan Anadolu halkının ve Kuva-yı Milliye birliklerinin serüvenleri, bu hikâyelerde Halide Edib’in cephe gerisi tanıklığıyla sunuluyor.

Kitabın Özeti :

Olay bir şairin, bir yazara Fransız kurt masalını anlatması ile başlar. Şair, yazara söz vermesine rağmen dağa çıkan kurt hakkındaki şiirini bir türlü yazara gönderemez. Yazar beklemekten bıkar ve kendini kurt hülyaları içinde bulur. Karacaaahmet mezarlığı civarında fakir ve yoksul olan küçük bir evin çocuğudur.Babasını savaşta kaybetmiştir. Annesi her akşam eve geşmesini beklemekte ve getireceği ekmeği yiyerek karnını doyurur. Fakat o akşam annesi biraz gecikir. Sonunda annesi karşıda görünür. Fakat elinde ekmek yoktur. Aç kalacağını anlar. Vakit artık geç olmuştur ve yatarlar.

Çocuk yatakta annesi ise yarı tahta yarı hasır bir yatakta yatmaktadır. Gece çocuk yatağının üstünde bir şeylerin kıpırdadığını hisseder fakat bunun annesine anlatmaz. Hafifçe gözlerini açar. Karşısında savaştan çıktığı her halinden belli olan, her yanı yara bere içinde ve ağzından kan damlayan bir kurt durmaktadır. Bu durum babasının anlattığı bir kurtmasalını anımsatır.

Bir gün ormanda bütün hayvanlar birbirine girer. Bozulmadık yuva, ezilmedik çalı, çiğnenmedik ot kalmaz. Kısacası taş taş üstünde kalmaz. Uzun süre bu böyle devam eder. Hayvanlar birbiri ile konuşmazlar ve birbirine düşmanca hareket etmeye devam ederler. Bunun böyle gitmeyeceğini anlayan ormanın en yaşlısı olan fil bir toplantı yapmak ister ve bütün hayvanların bir araya gelmesini ister. Toplantı yapılır ve toplantıda artık düşmanca tavırların bırakılacağı ve dostluk içinde yaşanması gerektiği kararına varılır.

Bu kararda şu sonuç çıkıyordu. Her hayvan kendi bölgesindehür ve serbest olarak gezebilecekti. Etçil hayvanlar bu duruma pek rıza göstermedi ama yine de boyun eğdiler. Otçul hayvanlar bu duruma çoktan razı idiler. Yine de hayvanlar arasında bir takım huzursuzluk olduğu meydandaydı. Sonunda bu huzursuzluğunun sebebinin kurt oldduğu ortaya çıktı. Topluca kurt diyarına saldırdılar. Yıkılmadık yer bırakmadılar. Kurt bu bozgun karşısında öcünü almak için dağa çıktı.

Anadolu’nun hastalık, yoksulluk, savaş ve cephelerde verdiği mücadeleler, cephe gerisinde yazarın şahit olduğu olaylar bir çok hikaye de farklı şekilde kitapta anlatılmıştır. Dağa Çıkan Kurt hikayesinde ise hayvanlar üzerinden anlatılan hikayede her hayvan bir ülkeyi temsil etmektedir. Eserdeki kurt Türkiye’dir.

Gurbet Hikayeleri (Refik Halid Karay) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Gurbet Hikayeleri

Kitabın Yazarı : Refik Halit Ka­ray

Kitap Hakkında Bilgi :

1940′da yayınlanan Gurbet Hikayeleri, Refik Halit Ka­ray‘ın Memleket Hikayeleri’nin bir devamı niteliğindedir. Mem­leket Hikayeleri‘nde memleket edebiyatını işleyen yazar, Gur­bet Hikayeleri‘nde memleket hasretini somutlaştırmıştır. Ya­bancılar arasında yaşarken edinilen yabancılaşma ve yalnızlık duygusu, ana dili kullanma hasreti bu hikayelerin temel konusunu oluşturur. Çok sade, rahat yazılmış hissi veren Refik Halit‘in bu hikayelerinde Moupassant (Klasik vaka öyküsü) tekniği kullanılmıştır.

Kitabın Özeti :

Çıban:

Hikâye, bir binbaşının dilinden anlatılmaktadır. Asker (Binbaşı), hikâyenin başında Halep çıbanının kor­kulacak bir tarafının olmadığından, hatta güzel bir bayanı da­ha da güzelleştireceğinden bahseder. Herkesin korktuğu Ha­lep çıbanından daha da korkunç bir çıban vardır: Hadramut çıbanı. Asker, başından geçen bir hadiseyi anlatmaya başlar. Bir gün, Yemen valisi ve kumandanı İzzet Paşa, onu ve yanında­kileri iki Arap emiri arasındaki kavgaya son vermek için Had­ramut hududuna gönderir.

Hadramut’a varırlar. Burası, koskoca bir çölde yer yok­muş gibi beş altı katlı binaların yapıldığı, garip bir yerdir. Yağ­mur 3-4 senede bir yağmakta, yağdığında da sel olarak gel­mektedir. Evler, âdeta bir rüzgârda toz hâline gelecekmiş gibi iğretidir. Asker, ilk geldiği gün emirin kölesi ona cibindirik içinde yatmasını söyler. Aksi hâlde Hadramut çıbanına yaka­lanabilir. Asker, çarşıda gezerken yüzünün yarısı bu çıban yüzünden yok olmuş, oyulmuş, kemikleri görünen kadınlarla karşılaşır. Çok korkar ve geceleri her yerini örterek uyur. Bir gün, alnında hafif bir kaşıntı hisseder. Bir kırmızılık vardır. Hemen, emire gider. Bir cadıya benzeyen kadın geti­rirler. Kadın, muayene ettikten sonra habis çıban olduğunu söyler. Tek bir tedavi yolu vardır. Bu uygulanmasa yüzünün yarısı ile gözünün teki bu çıbanla oyulup gidecektir. Çıban, kıvama gelince hurmalıklar altında bir döşeğe yatırılır. Cadı kadın çıbanın uç kısmına çok ince bir iğne geçirir. Bu iğneye bağlı ipi hurma ağaçlarından birine bağlar. On gün kımılda­madan yatacaktır. Hayatı bu ipliğe bağlıdır. İplik koptuğu an­da, çıban onun yüzünü ve gözünü yok edecektir. Çıbanın özünün kuruması gerekmektedir. Bu acaip tedavi süresince ip koparsa asker şakağına bir kurşun sıkarak intihar etmeye ka­rar verir. Her gün, ya yağmur yağarsa, ya kölelerden biri o uyuduğu anda başını tutmayı unutursa diye düşünerek kor­ku içinde yaşamaktadır. Kafasını robot gibi hiç oynatmamak­tadır.

Nihayet on günün sonunda cadı görünümlü kadın gelir. Özün alındığı müjdesini verir. Binbaşı, yanağında küçük bir yanığa benzeyen izi göste­rerek ‘İmparatorluk zabiti neler çeker?’ der

Eskici :

Hasan adında bir çocuk vardır ve İstanbul'da yaşamaktadır. İstanbul'da yaşarken anne ve babasını kaybetmiş, hiç yakın akrabası kalmamıştır. Yöre halkı Hasan'ı Filistin'e halasının yanına göndermeyi uygun görmüşlerdir. Hasan'ı vapura bindirip Filistin'e gönderirler. Halasının yanına giden Hasan, o yörenin diline yabancı olduğu için hiç kimseyle konuşmaz. Bir gün halasının evine ayakkabıları tamir için bir eskici gelir ve Hasan onun karşısına oturarak onu seyretmeye başlar. Daha sonra eskiciye 'çiviler ağzını acıtmıyor mu?' der. Eskici önce çocuğun Türkçe konuşmasını garipser. Daha sonra sen nerelisin diye sorar. Hasan anlatmaya başlar. Hiç durmadan konuşmaktadır. Eskiciyle beraber memleketlerinden bahsederler. Eskicinin işi bitmiş, gitme zamanı gelmiştir. Ayrılırken Hasan çok ağlar ama elinden hiçbir şey gelmez.

Köpek :

Osman memleketinden uzun süre önce ayrılır ve Lübnan'da çalışmaya başlar. Osman kimseyle konuşmayan çok yalnız biridir. Bir gün yine işe çıkmışken arkasına bir köpek takılır. Ona bakınca onunda memleketinden uzak olduğunu düşünür. Köpeğin kaderinin kendisine benzediğini düşünerek onu yanına alır. Artık her yere onunla gider olmuştur. Köpek, Osman'ın yanına geldiğinden beri kilo alır, Osman'la oynamaya onu sevmeye başlar.

Bir gün Osman'ı Lübnan'da zabitler yakalar. Yasak olarak çalıştığından dolayı onu şehir dışı etmek isterler. Ama köpeğin onunla beraber gitmesini istemezler. O zamanlar hayvanların hastalık bulaştırma tehlikesi olduğu için, onları şehir dışı etmek yasaktır. Bu nedenle Osman'ı köpeksiz şehir dışı ederler. Osman çok üzülür hatta ayrılırken köpekle bile vedalaşır. Köpek ağlamaklı olmuştur ama bir şey yapamaz. Osman'ın eski neşesi artık kalmamıştır. Kader yine ona kazığını atmıştır.

Testi:

Ömer adında bir genç Lübnan'da şoförlük yapmaktadır. Bir akşam arabasına üç bedevi biner ve ondan hemen bir doktora gitmesini isterler. Adamlardan biri nefes alırken zorluk çekmektedir. Ömer merak edip nesi olduğunu sorar. Bedevilerden yaşlıca olanı yanındakinin testisiden su içerken, testinin içine düşmüş olan bir arının boğazına kaçarak onu soktuğunu söyler.

Lübnan halkı ozamanlar hastalık bulaşır korkusuyla bardak kullanmaz, testiyle içerlerdi. Testiyle içerkende ağızdan birkaç parmak yukarıdan akıtarak içerelerdi. Bu tür olaylar orada çok sık olurdu. Adam bir ara nefes almamaya başlar. O sırada Ömer doktor yazılı bir yerde durur ve adamı içeri taşırlar. Fakat doktor birkaç saat önce hayata gözlerini yummuştur. Arı tarafından sokulan adam da aradan çok geçmeden doktorun yanında yerini alır.

Kitabın Yazarı Hakkında Bilgi :

1888'de İstanbul'da doğan Refik Halit, Ban-i Osmani serveznedarlarından, "bâlâ" rütbesine sahip  Mehmed Halid Bey'in oğludur. Vezneciler'de Şemsu'l-Maarif ve Göztepe'de Taş Mektep'te okuyan ve ayrıca özel derslerde alan Refik Halid, Mekteb-i Sultani'yi terkettiği gibi, Mekteb-i Hukuk'u da yarıda bırakıp Maliye Merkez Kalemi'ne katip olarak girdi. 1908'de katipliği bırakarak, Servet-i Fünun'da ve Tercüman-ı Hakik at'te çalışmaya başladı, bu arada kendisine ait Son Havadis adıyla bir gazete çıkardı ancak bunu on beş sayı sürdürebildi. Fecr-i Ati Topluluğu'na katıldı, Servet-i Fünun'a yazılar verdi. Kalem adındaki mizah dergisinde de "Kirpi" müstear ismiyle siyasi mizah yazıları yazdı. Sada-yı Millet'te, bilahare Cem'de Kirpi müstear ismiyle yazılar yazdı. Gazeteci Ahmet Samim'in 9 Haziran 1910'da İttihatçılarca katledilmesi üzerine İştirak adlı gazetenin Haziran 1910 tarihli nüshasının buna ilişkin yazılara ayrılmasını sağladı ve bu yüzden İttihat ve Terakkicilerce mimlendi. "Kirpi" müstear ismiyle yazdığı, İttihat ve Terakki Fırkası'nı yerden yere vuran yazılarını "Kirpinin Dedikleri" adıyla bir kitapta topladı ve bu arada Hürriyet ve İtilaf Fırkası'nın elindeki Beyoğlu Belediyesi'nde yedi ay süreyle Baş katip olarak çalıştı, Mahmud Şevket Paşa'nın katlinden hemen sonra da, yargılanmaksızın Sinop'a sürüldü (1913), bilahare Çorum, Ankara ve Bilecik'e gönderildi. Bilecik'teyken ongünlük bir izinle İstanbul'a geldiğinde Ziya Gökalp'in yardımlarıyla geri dönmedi yani sürgünlüğü son buldu (1918). Robert Kolej'de bir yıl kadar Türkçe öğretmenliği yaptı, bu arada Vakit, Tasvir-i Efkar ve Zaman gazetelerinde makaleler yayınlayan Refik Halid, Damat Ferit Paşa'nın dostluğu sayesinde, mütarekeden hemen sonra Hürriyet ve İtilaf Fırkası'na katıldı, Posta ve Telgraf Umum Müdürü olarak görevlendirildi (1919). İzmir'in işgalinden sonra Anadolu Hareketiyle İstanbul Hükumeti arasında yaşanan telgraf krizinde İstanbul Hükum etini tuttuğu için, İstanbul'un işgalcilerden kurtarılışının ardından 09.11.1922 tarihinde Beyrut'a kaçtı. Yüzellilikler listesine alınması ve ihracı konusunda baskı yapılması üzerine Suriye'nin vatandaşlığını kabuletmek zorunda kalan Refik Halid, Halep'te yayımlanan Doğruyol ve Vahdet gazetelerini yönetti, bir ara kendi adına çıkardığı gazeteyi de tepkiler yüzünden kapatmak zorunda kaldı. Af Kanunuyla, 1938'de yurda dönüp, yazmaya ve geçimini bu yoldan sağlamaya devam eden Refik Halid, 18.7.1965 tarihinde İstanbul'da öldü.

ESERLERİ:

Romanları: İstanbul'un İçyüzü, Yezidin Kızı, Çete, Sürgün, Anahtar, Bu Bizim Hayatımız, Nilgün 1-2-3, Yeraltında Dünya Var, Dişi Örümcek, Bugünün Saraylısı, İkibin Yılın Sevgilisi, İki Cisimli kadın, Kadınlar Tekkesi, Karlı Dağdaki Ateş, Dört Yapraklı Yonca, Sonuncu Kadeh.

Hikaye Kitapları: Memleket Hikâyeleri, Gurbet Hikâyeleri, Kirpinin Dedikleri, Ago Paşa'nın Hatıraları, Ay Peşinde, Sakın Aldanma İnanma Kanma, Tanıdıklarım, Guguklu Saat, Bir Avuç Saçma , Bir İçim Su, İlk Adım, Üç Nesil Üç Hayat, Minelbab İlelmihrab.

Bir Ömür Boyunca, yazarın 1922-1938 arasındaki sürgünlük yıllarını kapsayan anılarıdır. Ama anlattıkları bu yıllarla ve bu dönemin olaylarıyla sınırlı değildir. Beyoğlu'nun lokanta adabı, Sinop'taki sürgün dünyası kadar Resneli Niyazi'nin meşhur geyiğinin akıbetini de Refik Halid'in güzel ve özgün üslubundan okuruz. Bir Ömür Boyunca, yazarın ölümünden sonra yayınlanan en güzel ve önemli eseridir.

Gurbet Hikâyeleri (Refik Halit KARAY) Kitap Sınavı Soruları ve Cevap Anahtarı için tıklayınız...

Çağlayanlar (Ahmet Hikmet Müftüoğlu) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Çağlayanlar

Kitabın Yazarı : Ahmet Hikmet Müftüoğlu

Kitap Hakkında Bilgi :

Edebiyatımızdaki asıl yerini yazı hayatının ikinci devresinde yazıldığı hikayeleri ile elde edilen Ahmet Hikmet Müftüoğlu, önceleri Servet-i Fünûn topluluğu içinde yer almış, daha sonra millî edebiyat akımı etkisindeki yazılar yazmaya başlamıştır. Yerli konuları millî bir dille, sade bir üslüpla kaleme almıştır.

İkdam ve Servet-i Fünûn dergilerinde yazdığı düz yazılarda iyi bir tesir uyandırmak, gönülleri heyacanlandırmak için mübalağalı bir dil ve üslüp kullanan Ahmet Hikmet, ağır ve anlaşılması güç Servet-i Fünûn dilini işlediğini ve hayal ürünü konuları ele aldığını bizzat kendisi ifade eder. II.Meşrutiyet'ten sonra zamanın modasına uyarak o da millî edebiyat akımı doğrultusunda hareket eder. Millî duyguları güçlü bir sanatçı olan Ahmet Hikmet, 1908'den sonra başlayan Türkçülük hareketinin kurucuları arasında yer almıştır. Türk Ocağı gibi oluşumların kuruluşunda görev almıştır.

Milli şair unvanı verilen Mehmet Emin Yurdakul'un Türk şiirinde açtığı çığırı Ahmet Hikmet Müftüoğlu Çağlayanlar'da hikayeleriyle devam ettirmiştir. Yazar, bu eserdeki hikayelerinde Türk destanlarından, tarihinden, faydalanmış; Trablus, Balkan, I. Dünya Savaşlarında yaşanan olayları anlatmıştır. 

Kitabın Özeti :

Ahmet Hikmet Müftüoğlu'nun 1922′de yayınlanan Çağlayanlar adlı kitabı 18 parçadan ibarettir. Milli edebiyatımız içinde uyandırdığı milliyetçilik duygularıyla çok önemli bir yere sahiptir. Çağlayanlar hikayelerindeki kahramanların isimleri şunlardır: Alparslan Masalı, Yarayı Kanatan, Üzümcü, Sümbül Kokusu, İnci, Yakarış, Bekir ile Tekir, Ayşe Kızla Vato, Maviş .

Sümbül Kokusu

Pazar günü, Budapeşte Darülfünunu Tabiiyyat şubesinde öğrenim gören Hüseyin Arif, Macaristan'ın dar sokak larından birinin kasvetli, dar evlerinden birinde, gazete okumaktadır. Gazetede Çanakkale Savaşı'nın gidişatıyla ilgili pek çok haber vardır. İstanbul'un, Boğazlar'ın her yanının sarıldığı, ülkenin çok zor durumda olduğu yazmaktadır. Hüseyin Arif, memleketinin düştüğü bu durumdan dolayı büyük bir hüzün içindedir. Ülkenin cephane durumu çok eksiktir. Oysa düşman askerlerine her yandan yardım gelmektedir. Onların her türlü imkânı karşısında Türk askerinin yalnızca bir göğsü, bir de bazusu vardır.

İstanbul; camileriyle, mavi denizi ve göğü, mezarlıkları, surları ile gözlerinin önüne gelmektedir. Ona göre, İstanbul'un hamalları Avrupa'nın lordlarından daha asildir. Kaldığı Macar topraklarındaki sokaklara göre İstanbul'un sokakları daha nurani, daha neşelidir. İçinden bir çığlık kopar. Allah'a, vatanımı düşmana çiğnetme, diye yalvarır.

Bu hüzün içinde, memleketine ait neyi varsa hepsini koklar. Sonra pencereyi açar. Ev sahibi dört gün önce bir sümbül vermiştir. Pencereyi açınca duyduğu sümbül kokusuyla irkilir. Sümbül saksısının üzerine kapanarak ağlamaya başlar. O sırada kapı vurulur. Gelen Mehmet Siyavuş'tur. Mehmet'e sümbülü derinden koklamasını söyler. Mehmet Siyavuş da irkilir. Çünkü sümbül, İstanbul kokmaktadır.

Mart aylarında İstanbul'da iş portalarda 'bahariye kokuları' diye satılan sümbül kokusunu hatırlarlar. İkisi de Ah vatan!' derler. Vatanı kaybediyoruz.' diye ağlamaya başlarlar. İki genç, bir şey yapmaları gerektiğine karar verir. Hüseyin Arif arkadaşına; 'Yaşamak alçaklıktır. Çanakkale cephesinde ölmeliyiz.' der. Birbirlerine sarılarak ikisi de vatan için savaşmaya karar verir. İki gün içinde eşyalarını satarlar. Pasaport işlemleri için gittiklerinde görevli onlara 'Talebelerin askerlikleri ertelendi.' dediğinde, onlar büyük bir huzurla 'Biz gönüllü gidiyoruz.' cevabını verirler.

Padişahım Alınız Menekşelerimi, Veriniz Gülümü

Samime Hanım, kanepede gazeteleri okumaktadır. Yanında Ayşecik vardır. Ayşecik, Samime Hanım'in hizmetçisidir. Samime Hanım'ın kocası, Ayşecik'in de babası ve nişanlısı Trablus cephesine gittiklerinden beri koca evde birbirlerine arkadaşlık etmektedirler. Ayşecik, bu eve akrabası olan Samime Hanımın kocası Tuğrul Bey'in babasından haber alabileceği ümidiyle gelmiştir. Fakat Tuğrul Bey de kısa zaman sonra cepheye gitmiştir.

Samime Hanım ile Ayşe iki dert ortağı olmuşlardır. Her ikisi de her gün Allah'a cephedeki yakınları için yalvarmakta, evde matem havası esip durmaktadır. Samime Hanım, Ayşe'ye kocasından, Ayşe de utanarak nişanlısından bahsetmekte; böylelikle avunmaktadırlar. Ayşe, Samime Hanıma muharebeden bir haber olup olmadığını sorar. Samime Hanım, gazetedeki haberi okumaya başlar. Gazetede şunlar yazmaktadır:

'On üç zırhlıya karşı bir asker'
"Salı sabahı düşman zırhlılarından on üçü Trablus 'un şark tarafında kalan Hamidiye İstihkamı'nı dövmeğe başlamışlardır. İstihkam da on bir neferle bir çavuş vardı. Neferlerin dokuzu bir müddet sonra şehid, ikisi mecruh olmuş ve sağ kalan Mehmed Çavuş isminde bir kahraman henüz parçalanmayan birkaç topla, dünyanın hiç bir muharebesinde işitilmemiş, hiç bir memleketin tarihinde görülmemiş bir inat ve metanetle tek başına düşmana mukabele etmiş ve nihayet tunç toplarla beraber o pulat vücut da başına yağan yüzlerce gülle altında parça parça olmuştur. Böyle emsalsiz erlere malik olan millet dünyanın en büyük milletidir."

Gazetedeki haberi duyan Ayşe, haykırmaya ve ağlamaya başlar. Haberdeki Mehmet Çavuş babasıdır. Ayşe baygınlık geçirir. Samime Hanım, onu teskin etmeye çalışır. İkisi de abdestlerini alarak Allah'a secde ederler. Dakikalarca ağlayarak Allah'a dua ederler. Samime Hanım, Ayşe'ye yatmasını ve Allah'a nişanlısının yaşaması için dua etmesini söyler.

Ayşe rüyasında nişanlısı Tosun'u görür. Bir melek, onu Trablusgarb'a nişanlısının yanma götürür. Nişanlısının yanında babasıda vardır. Babası, nişanlısını götürmesini, onun yerine de savaşacağını söyler ve gider. Ayşe, Tosun'a sarılarak ağlamaya başlar. Tosun'la birlikte bir yere otururlar. Tosun, düşman kurşunu askerlerimizin bağrını delerken, buradan ayrılamayacağını söyler. Bu arada, Tosun'un her yerinden inciler akmaktadır. Ayşe incileri toplayıp padişaha vererek nişanlısının bedelini vereceğini düşünür ve sevinir. Tosun, düğmesini açtığında içinden mücevherler dökülmeye başlar. Tosun, ona:

"Benim bedelim bu çöllerin bütün kumlarıdır. Ben bitmeyince Trablus, bitmez." der. Padişaha bir demet çiçek götürmesini söyler. Ona son söylediği cümle:

"Gönlüm diyorki ben şehid olmamışsam mutlaka çiçekleri padişaha vereceksin."

Ayşe, sabah olunca hemen bahçeden çiçek toplar. Padişaha gidecektir. Dolmabahçe Sarayı'nın önünde elinde çiçeklerle duracak, padişah onu görünce Ayşe'yi yanına çağıracaktır. O da padişaha: "Alınız menekşelerimi, veriniz gülümü!" diyecektir. Bu düşüncelerle evden çıkar. Yolda birkaç bölük asker görür. İçlerinde Tosun da vardır. Onu görünce gözleri kararır ve oracığa düşüverir. Ayşe aklanmıştır. Gördüğü asker Tosun değildir. Elinde ki menekşeler de çamurun içine düşmüştür. O anda rüyada Tosun'un: "Ben şehid olmamışsam mutlaka çiçekleri padişaha vereceksin." dediğini hatırlar. Ağlayarak onun şehid olduğunu anlar.

Boğaziçi Mehtapları (Abdülhak Şinasi Hisar) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Boğaziçi Mehtapları

Kitabın Yazarı : Abdülhak Şinasi Hisar

Kitap Hakkında Bilgi :

"Bugünkü edebiyatı yakından takip edenler bu hulyayı ve onun ömrün büyük hakikatlerinin çok defa herkes için boş duran tasını zaman zaman dolduran lezzetli ve büyülü içkisini gayet iyi bilirler. Boğaziçi Mehtapları'nın bu özlü şairi bize, yaşadığımız şehrin saat ve manzaralarında bu hulyanın serin ve başdöndürücü tadını bol bol ikram etmişti. Bu yazılarda bize bu seyyal unsurla varılacak merhalelerin mucizesini ne kadar iyi göstermişti. Çünkü bu hulya denilebilir ki metodlu olan bir hulyadır. O bizim ruh dalgınlığımızın, bir firar anımızın safdil meşgalesi değildir." (Ahmet Hamdi Tanpınar - Tasviri Efkar, 15 Eylül 1941) "Abdülhak Şinasi Hisar'ın Boğaziçi Mehtapları isimli kitabı, Türk edebiyatının en mükemmel eserlerinden biridir. Abdülhak Şinasi'den başka hiçbir edibimiz bu mevzuu bu kadar derin bir hassasiyetle, başından nihayete kadar bu derece muhteşem bir şiire bürüyerek değil de, doğrudan doğruya şiir halinde yazamadı." (Nahit Sırrı Örik - Tanin, 22 Eylül 1943)

Kitabın Özeti :

Eski zamanın, politik yönünü değil, Boğaziçi'ndek i şiirli tecellisini tasvirde bu kadarla yetinemeyen Abdülhak Şinasi, Boğaziçi Yalıları ile gene o büyülü atmosferi anlatmaya devam etmiş. Sonra Eski Zaman Köşkleri ile eski İstanbul'un başka semtlerindeki şiiri; yüzlerce sahtesi arasına karımış beş on halis elması sadece pırıltı farkından tanıyıp ayıran bir kuyumcu sabrı ile, her şeyi silip yok eden zamanın insafsız pençesinden kurtarıp ölümsüzlüğe kavuşturmuştur.

Kitapta yedi bölümde yirmi sekiz yazı yer alır.

Bu başlıklar gelişigüzel değil, son derece planlı bir çalışmanın göstergesidir. Bu başlıkları Boğaziçi Medeniyeti'ni kavratmak için bir yol haritası olarak yazar. Bu başlıklar ve onların altında işlenen konular şöyle sıralanır:

Hazırlanış: Boğaziçi Medeniyeti, Mazinin Yok sullukları, Tabiat Sevgisi, Musiki İptilası
Toplanış : Bu Gecelerin Kıymeti, Saz Fasılları, Kayıklar ve Sandallar, Yan yana Gelenler ve Gelmeyenler
Musiki Faslı: Kayıklar ve Sandalların Kervanı, Saz Fasılları, Saz Sesleri, Hanende Sesleri
Sükût Faslı: Boğaziçi Cenneti, Mehtap, Yalıların Önünden Geçiş, Sessizliğin Şiiri
Aşk Faslı: Mehtapta Görülen Güzellikler, Karanlıkta Parıldayan Arzular, Şarkıların Dedikleri, Herkesin Aslanı, Söyleyen Saz
Dağılış: Fanilikler, Sönüş, Ayrılış, Unutuluş
Hatırlayış: Mazi Cenneti, Bizimle Beraber Yaşayan Hâtıralarımız, Hâtıralarımızın Zaman İçinde Devamı, Başka Dünyaların Bizden Görebilecekleri

Kitaptaki bazı bölümlerden alıntılar:

Tabiat Sevgisi Parçasından

İstanbul'da tabiatın emsalsiz güzelliği, şüphe yok ki Boğaziçi'ndedir ve İstanbul'un en güzel semti olan Boğaz'a o zaman gösterilen rağbet tabiata duyulan sevgiyi ve verilen kıymeti gösteriyordu. Theophile Gautier için olduğu gibi o zamanki hanımlar ve beyler için de tabiat var olan, görülen, sevilen bir şeydi. Bu ruhlar İnsan güzelliği kadar tabiat güzelliğini de duymasını ve sevmesini biliyorlardı. Bu insanlar daha tabiatla aralarını büsbütün açmamışlardı. Ruhları ve vücutları birbirlerinden tamamıyla ayrılmamıştı. Şehir her yanından denizlere ve dağlara, Boğaziçi de her yanından kırlara açılıyordu. Nakil vasıtalarının iptidailiği, kulübelerde oturanlardan ta saraylarda oturanlara kadar herkesi mevsimle alakalandırır, sıcak ve soğuk, rüzgâr ve kar, yağmur ve çamur herkesi meşgul ederdi. Soğuğu ve sıcağı bütün insanlar duyarlar, konakların, köşklerin odaları da mangallarla ısınırdı.

Eski evlerin hayatı insanları tabiattan şimdiki apartmanlar gibi ayırmazdı. Eve bahçeden geçilir, bahçe sulanmak için bir kuyudan su çekilir, çiçekler bahçeden evlere girer, lavanta çiçekleri temizliği duyuran kokularını yataklara dökerdi. İnsanlar ne tattıkları zevki değiştiren mevsimleri, ne de sevdikleri hayvanları düşünmemezlik edemezdi. Evin en rahat köşelerinde kediler horlardı. Daha eskiden İstanbullu ata biner, ava giderdi. Şehirde kira arabaları kadar da kiralanan binek hayvanları vardı. Boğaziçi'nde de yalılar önünde oltayla yahut da açıkta kayıkla balık tutulurdu. Boğaziçi'nin hemen kendine mahsus olan ve sularının nefis meyvelerine benzeyen balıkları vardır. Bunlar da insanla, saatler ve mevsimlerle alakalandırır. Çünkü bazıları hemen her akşam, bazıları geceleyin tutulur, ekserisinin, birbirini takip ile, aylara göre değişen ve hemen bütün seneyi kaplayan ayrı ayrı mevsimleri vardır.

Sessizliğin Şiiri Parçasından

Maziyi anlamak ve duymak için bilinmesi lazım gelen, şimdi elim izden kaçırmış olduğumuz bir nimet, bize yardım elini uzatan bir ilah vardı ki o da her günümüzü saran nefis bir sessizlikti. Sükût, gramofonlarla yenilerek, radyolarla kovularak, otomobil, otobüs, tramvay gürültüleriyle delik deşik edilerek gitgide o kadar azalmış, daralmış, ufalmış, yeni hudutlarının içinde kalmış ve bizim saatlerimizin çoğundan o kadar uzaklaşmıştır ki bazen ona rast gelince bir lezzet gibi duyuyoruz. Biraz süren sessizlik bize ilaç diye koklanan bir ruh gibi tesir ediyor ve musiki yerine geçiyor. Vaktiyle Shakespeare de tam bir sessizliğin en tatlı bir musiki makamına geçtiğini söylemekte haklıydı. Sükûta şimdi bir koruya, bir bahçeye girer gibi erişiyoruz. O zamanlarsa bu bizim tabii ve hem en daimi iklimimizdi. Sükût esas ve onun haricinde şarkı ve saz ise nadir tadılır zevklerdi. O zam anlarda bol bol kandığımız sessizliğe biz elbette şimdiki kadar acıkmış ve susamış değildik. Fakat bilakis ona pek alışkın olduğumuzdan tadını çıkarmasını daha iyi bilirdik .

Hayat mefhumunun düşünülmesi gündelik patırtılar arasında o kadar güçleşiyor ki bunu duyabilmek ve tadabilmek için şehrin gürültülerinden kurtulmuş, yıkanmış olmak lazım geliyor. Şimdi sükûttan öyle mahrum uzki geçenlerde Boğaziçi kıyılarında dolaşırken eskiden bildiğim bir ruha tekrar kavuşur gibi olmuştum. Onu birdenbire tanıyam adım. Tattığım lezzete akılerdiremiyordum. Sükût içinde kendi kulaklarımın uğultusunu işitiyordum. Meğer bu beni yavaş yavaş sarmış olan eski, rahat ve tatlı sessizlikmiş. Onun nurunda vücudumun ve ruhumun, eyvah! Ne boş patırtıların kurbanı olarak ne kadar yorgun, ne kadar yıpranmış olduğunu gördüm .

Şarkıların Dedikleri Parçasından

Boğaziçi'nde bazı yaz günleri her zamankinden daha güzel olur. Bu harikulade günlerde gök yüzü daha parlak, deniz daha berrak, dünya daha tılsımlı, hayat daha mucizeli, tabiat daha ilahî görünür. Bu müstesna günler ruhlarımızı son haddine kadar açar; fakat asla mesut etmez. Bilakis onların acı duyulan bir tadı vardır. Zira bilinmez nasıl bir yerden sırrını vermeyen bir ruh sanki bize bakar; acırmı, acımaz mı? Bilemeyiz; küçüklüğümüzü gördüğünü sanırız ve mahzun oluruz. Genişlemiş ruhumuza o günlerde hayat, bütün lezzetiyle, sanki az gelir.

Ömrümüzün tabiat kadar güzel olmadığını ve dünya kadar ebedî olmadığını daha çok duyarız. Henüz çocukken hassaslığımın daha çoğaldığı böyle günlerde, artmış bir merakla, bir çiçeğe, mesela bir sümbüle veya denizin içinde açılır kapanır bir köpüğe benzeyen bir pelteye bakarak uzun uzun daldığımı hatırlarım. İnsan o nazlı çiçeği gördükçe hep mahvolan bu güzellikler nedir ve niçindir? Veya denizde canlanmış bir köpük gibi açılan kapanan peltenin âdeta nebati hayatını gördükçe hep mahvolan bu hayatlar nedir ve niçindir, demek ihtiyacını duyardım. O ihtişamlı günlerde bütün bu sualler hep cevapsız kalırdı. Şimdi ne hatırımdaki o güzel günlere baksam güya o nazlı çiçeğin bir nida işareti gibi açılıp beklediğini ve sularda yüzen peltenin bir sual işareti gibi açılıp kapandığını görüyorum.

Mazi Cenneti Parçasından

Geçmiş bir zamanı diriltmek, kendi gençlik çağımızı tekrar etmek gibi tamamen imkânsızdır. Fakat insanın da, milletin de sağlam temelleri bu tekrar dirilmesine imkân olmayan geçmiş zamanlarıdır.

Milliyetçilik muarızları en evvel milli maziyi unutturmak isterler. Bu millete yapılabilecek en sinsi ve en şeytani hücum onun vicdanından mazisini almak, hafızasında mazisini yok etmektir. Bundan mahrum edilen bir millet en emin kuvvetini kaybetmiş olur. Bize saldıran düşman daima topraklarımıza ve ölülerimize hücum eder. Zira biz o toprak arla o ölülerin mahsulleri ve devam larıyız.

Herkesin kendi mazisine hasret çekmesi tabiidir. Zira bu en güzel hayat çağında, yirmi yaşlarında bulunduğu zamanı sevmesi ve ona tahassür etmesi demektir. Mazi en kıymetli zamanlarımızdır. Zira hatırımızda bugünlerimize kadar devam etmesiyle, en çok uzamış olan, en çok yaşamış bulunduğumuz zamanımızdır. Mazi hâle uzaklığı nispetinde sağlamdır ve biz ona hayatımızı uzattığı nispette bağlı kalırız.

Kitabın Yazarı Hakkında Bilgi :

Abdülhak Şinasi Hisar: 1883'te İstanbul'da doğdu. 3 Mayıs 1963'te İstanbul'da yaşamını yitirdi. Romancı. Türkiye'de ilk edebiyat dergilerinden 1882 -1883'te yayınlanan Hazine-i Evrak'ın yayıncısı, öykü ve eleştiri yazarı Mahmud Celaleddin Bey'in oğlu. Babası ona hayranlık duyduğu iki şair Şinasi ile Abdülhak Hamit Tarhan'ın adlarını verdi. Çocukluğu Rumelihisarı, Büyükada ve Çamlıca'daki konaklarda geçti. Mürebbiyelerinden Fransızca öğrendi. Tevfik Fikret'ten Türkçe dersleri aldı. 1905'te Mekteb -i Sultani'yi (Galatasaray Lisesi) bitirdi. 1905 -1908 arasında Paris'te Siyasal Bilgiler Yüksekokulu'nda öğrenim gördü. Jön Türk hareketine katıldı. İkinci Meşrutiyet'in ilanından sonra İstanbul'a döndü. 1909'da bir Fransız şirketine memur olarak girdi. 1924'te Reji İdaresi'nde çalışmaya başladı. Balkan Birliği Cemiyeti Genel Sekreterliği yaptı. 1945'te Uluslararası Barış Kongresi'ne katılmak üzere ABD'ye gitti. Sonra ölümüne değin sürekli İstanbul'da kaldı.

1921'den sonra "Dergâh" dergisinde "Kitaplar ve Muharrirler" başlığıyla yazdığı eleştirilerle adını duyurdu. Yarın, İleri ve Medeniyet dergilerinde şiirleri, eleştirileri yayınlandı. Cumhuriyet'ten sonra Ağaç, Türk Yurdu, Ülkü ve Varlık dergileriyle, Milliyet ve Dünya gazetelerinde yazdı. İlk romanı "Fahim Bey ve Biz" 1942 Cumhuriyet Halk Partisi yarışm asında üçüncülük ödülü aldı. Bu eser eleştirmenler tarafından "akıcı bir dil ve yetkin bir üslupla kaleme alınmış" diye değerlendirildi.

Romanlarında Rumelihisarı, Büyükada, Çamlıca üçgeninde varlıklı, gününü gün eden, sorunsuz insanların yaşamlarını yansıttı. Bu çevrelerin dışındaki yaşamı basit ve aşağı buldu. Fransız edebiyatçılardan etkilendi. Kahramanlarının hepsini dengesiz, gariplikleri olan, içine kapanık, başarısız ve hayalleriyle avunan kişiler olarak kurguladı. Olaylardan çok kahramanlarının duygu ve düşüncelerine öncelik verdi. Şiirsel bir dil ve özgün bir teknik kullandı.

Boğaziçi Mehtapları, Abdülhak Şinasi Hisar'ın ilk kitabı "Fahim Bey" ve "Biz" den iki yıl sonra yayımlanan (1943), ikinci kitabıdır. Kendi romanlarına bile bunlar birer "hatıra" der. Ama Boğaziçi Mehtapları gerçekten bir "hatıra" ya da "deneme" türünde kaleme alınmıştır.

Yer yer üslup işleyişi ile şaşırtıcı bir kalem ustalığından haber veren bu kitap, kendisinin "Boğaziçi Medeniyeti" adını verdiği, artık tarihe karışmış, kenarda köşede kalmış birkaç eski yalısının hatıralarda canlandırmaya yetmediğini, büsbütün aynı ve muhteşem bir güzellikler âleminin belki de böylesine bir ihtişamla, ancak şairin her şeyi yeniden yaratıp güzelleştiren hayalinde yaşamış bir "Binbir gece" âleminin tasviri ile doludur.

Bize Göre (Ahmet Haşim) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Bize Göre

Kitabın Yazarı : Ahmet Haşim

Kitap Hakkında Bilgi :

Ahmet Haşim "Bize Göre"de Batı medeniyetinin insanımız üzerinde bıraktığı yıkıcı etkiyi günlük hayatın ayrıntılarına işaret ederek anlatmaya çalışır.
"Bize Göre" Ahmet Haşim'in, bazen mizaha yakın anlatımıyla doğu ve batı arasında kalan bir toplumun dünyasını, bir şair gözüyle tasviridir.

Kitabın Özeti :

Ahmet Haşim, 1921′de nesir yazmaya başlamıştır. İlk nesirlerini topladığı Bize Göre ile Türk Edebiyatının en orijinal üslupçusu olarak kabul edilmiştir. Ahmet Haşim'in derli toplu, bir konu etrafında şekillenen yazılarında zarif, ince, sanatlı, işlenmiş, nükteli, şiirsel bir dil dikkati çekmektedir. Bize Göre'de 42 fıkra bulunmaktadır.

Eserden Seçmeler

GARDEN BARDA KONUŞAN İKİ ADAM

- Şu ışıklar içinde görünüp kaybolan kadınlara bak! Ne derilerindeki beyazlık insan derisi beyazlığı, ne gözlerindeki siyahlık, insan gözü siyahlığı, ne dudaklarındaki kızıllık, insan dudağı kızıllığıdır. Tabiatın eserleri hiç de bu sahne yaratıkları kadar güzel değil! Kırmızı, sarı, yeşil, siyah boyalar, renksiz etleri, çipil gözleri, soluk dudakları değişikliğe uğratarak, harap uzviyetlerden birer gençlik ve güzellik mucizesi vücuda getirmiş. Kim diyor ki kadın şimdi, eskisi gibi, yüzünü sıkı örtüler altında saklamıyor? Ya boya örtüleri? Bunların altında hakiki çehreyi hiç görmek kabil mi? Boyalar olmasa bilmem kadın ne yapardı?

- Kadın ne yapardı bilmem . Fakat boyalar olmasa bilmem ki göz nasıl boyanırdı?

Senelerden beri leylek görmüyordum. Hatta bu kanatlı yaz seyyahlarının son senelerde İstanbul'a az rağbetleri her kesin dikkatini çekmişti. Sonradan öğrendik ki Mısırlılar, bilmem ne sebepten dolayı bu saygı değer kuşları arsenikli yemlerle öldürüyorlarmış.

Geçen gün sokakta, gölgeleri mor ve keskin yapan bir Afrika güneşi aydınlığında yürürken, birden damlar tarafın dan gelen bir leylek gagası takırtısıyla durdum. Senelerden beri hasret kaldığı dost sese kavuşan kulağım, âdeta mesut ağızların geniş tebessümüyle gerilmişti.

Leylek, yaz mevsiminin kuşu değil, bizzat yazdır. Kırmızı gagasının takırtısı, ses hâline gelmiş bir sıcak temmuzdur. Bir bac a üstünden ufk a çizilen bir leylek şekli, muhayyileye neler hatırlatmaz: Maviliği içi bayıltan sonsuz, derin gök yüzü. Yeşil bir vadide gizlenmiş minareli, küçük, beyaz bir şehir. Yarasaların uçuştuğu, kavak ağaçlarının hafif hafif sallandığı yeşil bir akşam. Sıcak bir Asya gecesi: Damlarınyan duvarlarına dayanarak, gizli gizli konuşan ve doğacak bakır bir ayı bekleyen siyah zülüflü, kırmızı dudaklı, altın ve mercan gerdanlıkı kadınlar. Alçak bir gece semasına serpilmiş büyük yıldızlar. Bütün bu yıldızların içinde bir leyleğin düşünen gagası.

Muhakkak, leylek, ressam ve şairi birtakım karışık ve mevzun hayallere davet etmek üzere yaratılmış bir kuştur. İş te onun içindir ki maddeye tapan Mısır köylüsü, kendisine yaramayacak kadar güzel olan bu hayvanı öldürmek cesaretini kendinde buluyor.

SİNEMA

Boş vaktim oldukça sinemaya giderim. Yumuşak bir karanlığa gömülmüş, makinenin hışırtısını dinleyerek, vücudumun değil, ruhumun bir çetin yol üzerinde mola verdiğini hissederim. Karanlık, ölümün bir parçasıdır, onun için dinlendiricidir. Büyük dinlenme, bir karanlık denizine dalıp bir daha ışığa kavuşmamaktan başka nedir?

Sinemanın diğer bir fazileti de olgun yaşın, kafatası içinde, bir deste deve dikeni gibi sert duran acıtıcı mantığı yerine, çocuk safdilliğini ve kolayca aldanış kabiliyetini koymasıdır. Rüya alemi üzerine açılmış sihirli bir pencereyi andıran beyaz perdede koşuşan, dövüşen, düşen, kalkan şu ahmak şahısların tatsız tuhaflıklarından veyahut kovboy süvariliklerinden veya harikulade hırsızlık vakalarından, başka türlü tat almak kabil olur muydu? İnsan saflığıyla beslenen sinema edebiyatı, henüz kıymetsiz yazarın işidir.

Resmi, beyaz perde üzerinde kımıldayan şu rimel ile kirpiğin her teli bir ok gibi dikilmiş güzel kadının gözünden, damla damla akan sahte göz yaşları, zevkini ve aklı selimini şapka ve bas tonuyla birlikte vestiyere bırakmayan adamı, teessürden değil, ancak can sıkıntısından ağlatabilir.

Sinema, böyle yorm ayan m as um bir göz eğlences i k al dıkç a, yorgun baş ın m unis bir sığmağıdır. Her zevkini kaybetmiş ruhu, çocukluk tazeliğine kavuşturan bu karanlıkta, tatlı bir ninni vazifesini görür. Ben, en güzel ve en dinlendirici uykularımı sinemanın, ipek yastıklar gibi başın arkasına yığılan yumuşak karanlığına borçluyum.

ŞEHİR HARİCİ

Üç dört seneden beri uzak çiftliğinde, arılar, inekler, keçiler ve tavuklardan müteşekkil dost bir hayvan çemberi ortasında yaşayan akıllı bir dostumu ziyarete gittim .

Şehirden tam am en uzaklaşan bu dostu, ilk bakışta, tanımak müşkül oldu: Saçları vahşi bir geli me ile başını sarmış, rengi bak ır kırmızılığı almış, dişleri uzamış, lehçesinde çetin sesler belirmişti. Alnında ne hüzünden, ne neşeden eser kalmamıştı. Tabiat, dostumu kendine benzetmiş ve onu bir kaya parçasına döndürmüştü. Tabiatın insana yapacağı en büyük iyilik, şüphe yok ki vücudu böyle haşin bir zırh ve içindeki ruhu da böyle bir çelik külçesi hâline getirmektir. Şehirlerin sarı derisini kırların kızıl derisine değişmedikçe güneşin ve toprağın kardeşi olmak kabil mi?

Derler ki: Aynı ağaç ların, aynı tepelerin ve aynı göklerin sonsuz bir tek rarından başka bir şey olmayan kır aleminin saadetleri, sırf şairane bir icat eseridir. Gerçekten, yaşamak hünerindeki aczi yüzünden, şehirde mesut olamayan şair, Çukurova sınırı dışında bir cennet var olabileceğini zannetmiş ve başkalarını da buna inandırmak için asırlardan beri manzum sözün telkin kudretinden yardım dilemiştir. Bu itibarla şairin kırı, olsa olsa kolay süt, ekmek , peynir ve bal temin eden bir çiftlik olabilir.

Fakat kır, hakiki kır, sert toprakla sert insanın boğuştuğu bir âlem dir.

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...