3 Aralık 2019 Salı

Felsefe-i Zenan (Ahmet Mithat Efendi) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Felsefe-i Zenan

Kitabın Yazarı : Ahmet Mithat Efendi

Kitap Hakkında Bilgi :

Felsefe-i Zenan (Kadınların Felsefesi), tarihimizde ilk olarak açıkça kadın haklarının savunulduğu edebi eserimiz olma özelliğinin yanı sıra, edebiyatımızda mektuplaşma tarzına sahip ilk eserimiz olması açısından da önemli.

Kitabın Özeti :

Fazıla hanımın evlatlıkları Akile ve Zekiye, annelerinin verdiği mükemmel eğitimle yetişmiş, özgürlüklerinden ödün vermemek için evlenmeyi bile reddeden iki genç kızdır. Muhsin Paşa Halep'e vali olur. Kendi çocuklarını eğitmek istediğinden Zekiye'ye Halep'e gelmesini teklif eder. Zekiye biraz düşündükten sonra teklifi kabul eder ve mektuplaşmalar burada başlar.

Çok geçmeden Zekiye Hanım, Muhsin Paşa'nın katibi Sıtkı Efendi'yle yakınlaşmaya başlar. Bu olayı mektuplarında bahseden Zekiye Hanım'dan şüphelenmeye başlarlar ve nihayetinde Sıtkı Efendi'yle evlenir. Bu olayı öğrenen Akile Hanım kendini kaybeder. Mektuplaşmalar dört aylığına kesilir. Akile Hanım hayırlı olsun gibisinden mektup yazıp gönderir.

Bir gün iki adam Akile Hanım'ın kapısına gelirler. Zekiye'nin hasta olduğunu kendisini son bir defa görmek istediğini söylerler. Akile Hanım biraz düşündükten sonra kabul eder ve Halep'e doğru yola çıkar. Konağa vardığında ise Zekiye çoktan ölmüştür.

Kocası Sıtkı Efendi çok güzel bir cariye olan Mah-i Taban ile kendisini aldatmıştır. Bu olayı Zekiye Hanım öğrenmiş ve çok üzülmüştür. Çok geçmeden Sıtkı Efendi, Zekiye'ye şiddet uygulamaya başlamıştır. Daha fazla dayanamayan Zekiye hastalanmış çok geçmeden vefat etmiştir.

Akile Hanım olup bitenleri Muhsin Paşa'nın kızından öğrenmiştir. Kız, Akile Hanımı çok sevmiş ve onla kalmasını ısrar etmiştir. Akile Hanım kabul etmemiş ve kendi küçük evinde mutlu mesut yaşamaya devam etmiştir.

Geçmişe Yolculuk (Stefan Zweig) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Geçmişe Yolculuk

Kitabın Yazarı : Stefan Zweig

Kitap Hakkında Bilgi :

Kozasında kalmak için ne kadar uğraşsa da, bir an gelir kozanın gözyaşlarının çapraşık dokusu çözülür ve yaşlar yükseklerden en uzak derinliklere akar, ürkek kalbe büyük bir güçle düşer. Genç adam için bu hayli geç olmuştu…

Usta yazar Stefan Zweig’dan insan ruhunu açmazlarıyla ortaya seren bir öykü Geçmişe Yolculuk. Genç bir adamın özgürlük, yükselme arzusu, aşk ve görev arasında yaşadığı çatışmaları okurken insan denen varlığı oluşturan dürtülerin gücüne de tanık olacaksınız.

Kitabın Özeti :

Savaşın mahvettiği, araya mesafelerin girdiği ama tutkudan hiçbir şeyin götürmediği bir adam Ludwig.

Birbirlerine tutkulu aşkla bağlanan iki insanın iki yıl sürecek bir ayrılığın savaş nedeniyle dokuz yıl sürmesiyle aşk heyecanını yitiriyor. Zaman her ikisini de bambaşka arzulara yönlendirse de yaşanmamış o tutkulu aşk hayatlarının peşini bırakmayıp zamanın arkasından usul usul bedenlerinde yaşıyor.

Savaşın bir anda bitmesiyle o tutkulu aşkın gerçek duygularına dönüşü başlıyor. Ludwig o ana kadar hayat ona ne getirdiyse onu yaşamıştı. Şimdi savaşın bitmesi onu gerçek tutkularına ulaşmasını fısıldıyordu.

Ama aşk, bir cenin gibi bedenin karanlıklarında acıyla dönüp durmaktan kurtulduğu, nefes ve dudak aracılığıyla kendini zikir ve itiraf edebildiği zaman gerçek aşktı. Bu duygu çok ısrarcı olursa, bir an gelir ilmek ilmek dokunmuş tırtıl yuvasını deler, yükseklerden en derinlere doğru yuvarlanır ve ürkmüş yüreğe var gücüyle çarpardı.

Savaşın yıktığı hayaller ve ulaşılmayı bekleyen bir hayat. Kısacık bir kitabın konusu, kapağı kapattığında içine çekebilecek ve uzun bir süre düşündürecek nitelikte.

Acaba Ludwig, geçmişine dönüp aynı tutkuyu aynı aşkı hissedelicek miydi? Geçmişe yolculuk yapıp ve aradan dokuz yılın geçmesiyle aynı hisleri karşısında bulabilecekler miydi?

Bu Ülke (Cemil Meriç) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Bu Ülke

Kitabın Yazarı : Cemil Meriç

Kitap Hakkında Bilgi :

Bu ülke, Cemil Meriç'in "aynı kaynaktan fışkırdılar" dediği eserler dizisinin önemli bir halkası. "Bir çağın, daha doğrusu bir ülkenin vicdanı olmak, idrakimize vurulan zincirleri kırmak, yalanları yok etmek, Türk insanını Türk insanından ayıran bütün duvarları yıkmak" isteği Cemil Meriç'in düşünme ve yazma çabasına her zaman yön vermiştir. Elinizdeki kitap bu isteğin belki de en fazla berraklaştığı eseri: "Bu sayfalarda, hayatımın bütünü, yani bütün sevgilerim, bütün kinlerim, bütün tecrübelerim var. Bana öyle geliyor ki, hayat denen mülakata bu kitabı yazmak için geldim: etimin eti, kemiğimin kemiği." Bu özgün fikir adamının sürekli etrafında, içinde dolandığı Doğu-Batı sorunu yanında, özellikle sol-sağ kutuplaşmasına ve kalıplaşmasına ilişkin önemli tesbitlerini ve aforizmalarını içeriyor Bu Ülke. İlk baskısı 1974 yılında yapılmıştır. Cemil Meriç’in gözlem ve tecrübelerine dayanarak Türkiye’yi siyasi ve edebi açıdan ele alarak yazmış olduğu denemelerden oluşan kitabıdır.

Kitabın Özeti :

Bir Avuç Duman
Düşünce bir köprü, kıldan ince, kılıçtan keskin… Kalabalıklar geçemez üzerinden. Ülkeler asırlarca habersiz yaşamış birbirinden. Ne Asya Avrupa’yı tanımış, ne Avrupa Asya’yı. El Biruni boşuna anlatmış Hint’i çağdaşlarına. Kıt’alar kapalı birbirine. Yalnız Kıt’alar mı?

Aynı mahalledeki insanlar birbirlerine yabancı. Her ev meçhule giden bir kompartıman.Kompartımandakiler tesadüfün bir araya topladığı üç beş yolcu. Ne Marx’ın annesi oğlunu anlayabilmiş; ne Cromwell, Milton’u. Saint-Simon Ebediyete giden yol tımarhaneden geçer diyor. Tehlikeli bir durak, tımarhane. Birçok yolcular cinnette karar kıldı: Nietzsche, Hölderlin. Comte, ömrü boyunca huysuz bir aşık gibi dalaştı cinnetle. Ayrılan birleşen, tekrar ayrılan bir çifttiler. Ve Rubaçof zindanının duvarında sesler duydu, kelimeleşen sesler. Bir avuç kelime kıtaları birbirinden ayırır, yer sarsıntısı gibi. Uçurumlara köprü atan cümlelerde var.

Bir ırmağa benziyor zaman. Hayretten dona kalmış. Perdede hep aynı gölgeler. Karagöz’ün repertuvarı tarihinkinden daha zengin. Juvenal’i öfke şairleştirmiş, öfke yani isyan. Şark’ta fert değil, sokak isyan eder. Sorumsuz ve şuursuz bir bir ayaklanış. Hikmet, hamakatle vuslatı hayatın tabii cilvesi saymaktan ibaret.
Batılı için tekamül bir başkalaşma, bir kişileşme. Sürünün tarihi yok. Ama tarihin yaratıcısı o. Sürünün önüne geçmek, sürüden ayrılmak mı? Aradaki mesafe uzayınca, evet!

Coşmak lazım, diyor Saint-Simon, yaşamak lazım. Hem zirvelerde, hem uçurumlarda yaşamak. Dizginleri gerilen at şahlanır, ama kanatlanmaz.
Tecrübe, harem ağalarının silahı. Büyüklerin bu koltuk değneğine ihtiyacı var mı? İsa tecrübesiz. Saint-Just tecrübesiz olduğu için ulu. Tecrübe, bayalığa alışmak ve bayağılaşmak. İnsanları eskisi kadar sevmemek. İnsanları ve eşyayı. Galiba ölmek de bu.

SAĞ VE SOL
İdeolojik iki kavram. Herkesin dilinde nerdeyse bütün siyasal ve toplumsal çatışmaların temeli. Gerçekten ne anlama geldiklerini ve ya nerden türediklerini bilipte kullanan kaç kişi var? Birde Meriç ten dinleyelim o zaman. Çılgın sevgilerin ve şuursuz kinlerin emzirdiği iki ifrit. Toplum yapımızla herhangi bir ilgisi olmayan iki yabancı. Sol’un halk vicdanında yarattığı tedailer: casusluk, darağaçları, Moskova; Sağ’ın müphem, sevimsiz, sinsi bir iki hayal. Hristiyan Avrupa’nın bu habis kelimelerinden bize ne? Bu maskeli haydutları hafızalarımızdan kovmak ve kendi gerçeğimizi kendi kelimelerimizle anlayıp anlatmak…. Sol Latince de kötü, uğursuz, berbat demek. Sağ kibar ve imtiyazlı. Bütün semavi dinlerde böyle değil mi? Nezleye yakalanır gibi ideolojilere yakalanıyoruz. İdeolojilere ve kelimelere.

SEN BİR AZ-GELİŞMİŞSİN
Bana dayanılmaz acılar yaştan meselelerden biri de hep bize yapıştırılan kimlik ve ya adına ne derseniz deyin onunla yaşamaya çalışmak olmuştur. Bu gerek ferdi gerekse toplumsal olsun bizde o kadar gerçek ve değiştirilemez görünür ki eninde sonunda bize bunu yapıştıran kişi ye sarılmaktan başka bir şey gelmiyor elimizden. Halbuki başkalarının değil bizim kendimizin ne olduğunu, neyimizin eksik neyimizin fazla olduğunu bilmesi heyhat! Daha güzel olmaz mıydı? Alın size Meriç'in gözüyle bir misal. Zaferler sonrası gelen bozgunlar mazimizden utanmaya sebebiyet verdi. Sonra utanç unutkanlığa bıraktı yerini. Ve Avrupalı dostlar! "sen bir az-gelişmişsin" dedi. Ve bizim aydınlarımız gururla benimsedi ve taktı "nişan-ı zişan". Kıtaları ipek bir kumas gibi keser biçerdik. Kelleler damlardı kılıcımızdan. Bir biz vardık cihanda, bir de küffar. Zafer sabahlarını kovalayan bozgun akşamları. İhtiyar dev, mazideki ihtişamından utanır oldu. Sonra utanç, unutkanlığa bıraktı yerini, "Ben Avrupalıyım" demeğe başladı, "Asya bir cüzzamlılar diyarıdır." Avrupalı dostları, acıyarak baktılar ihtiyara, ve kulağına: "Hayır delikanlı", diye fısıldadılar, "sen bir az gelişmişsin." Ve Hıristiyan Batı'nın göğsümüze iliştirdiği bu idam yaftasını, bir "nisân-i zîşân" gibi gururla benimsedi aydınlarımız.

Bir de cumhuriyette verdiler bize bir isim. Neymiş çağdaşlaşmak gerekmiş. Bakın ne diyor Meriç: Hem aynı çağda muhtelif çağlar vardır. Çağdaşlaşmak neden Hristiyan Batı'nın putlarına perestiş olsun?

KİTAP
Toplum olarak okumuyoruz. Okumuyoruz ama her meseleye dair bir şeyler biliyoruz. Daha doğrusu bildiğimizi sanıyoruz. Hatta bazen kör kütük cahilliğimizden olacak kendimize olan güvenimiz sayesinde eğer karşıdaki ya tam bilgili ya da bizim gibi bilgisiz değil de tam aradaysa onu da kendi inandığımız düşüncelere inandırabiliyoruz. Kitaplara para harcamak. Boşa harcanan paralar gibi geliyor bize. Bakın Meriç ne diyor kitap sevene kitap delisi diyoruz. Ama at yarışı oynayan günümüz için türlü şans oyunları oynayanlar- kimseye at delisi dediğimiz yok. Kitap yüzünden yoksulluğa düşen yok ama at yüzünden iflas eden bir sürü.

İnsanların temel ihtiyaçları dışında kalan diğer şeylere harcadıkları para kitaplara ayırdıklarının kaç mislidir. Hayatı anlamadan geçip gidiyoruz. Olgunlaşmak kalbin daha hassas, kanın daha sıcak, zekânın daha işle, ruhun daha huzurlu olması demek. Bunun içinde okumak öğrenmek tecrübe etmek gerek. Biz olgunlaşmayı zaman la kendiliğinden olabilecek bir şeymiş gibi algılıyoruz. Şimdi ismini hatırlamıyorum ama ünlü bir yazarın dediği gibi dostlarım salt zaman insanları olgunlaştırmaz ancak armutları olgunlaştırır.

İSLAMİYET VE DEMOKRASİ
Kimilerine göre yan yana gelmesi bile imkânsız iki kavram. Özünde bir biri ile çatışan çok az kavram vardır kanımca. Kavramlara anlam yükleyen kullanıcılar yok mu? Her şeyin sebebi onlar. Ne desek boş sözü iyisi mi yine Meriç’e bırakalım. İslamiyet’in devlet telakkisine bir göz atalım. İnsanlar doğuştan eşittirler: kullukta, fanilikte eşitlik. Ama menfi bir eşitlik bu. Sonra iman sayesinde yeni bir eşitlik kazanırlar, kardeş olurlar. Rabbin lütuflarından aynı ölçüde faydalanacaklardır: hukuki ve müspet bir eşitlik. Kulun bütün haysiyeti: mümin oluşunda. Kul, mümin olunca hukuki bir hüviyet kazanır, dilenciyi halifeye eşit kılan bir hüviyet. Demek ki İslamiyet’in temel mefhumu: eşitlik. Bu bir amaç değil, bir hak. Hürriyet, eşitliğin başka bir adı ve ya görünüşü. Sınıf kabul etmeyen, imtiyaz tanımayan bir dinde kimin kime karşı hürriyeti? Fikir hürriyetini, insanın insana saldırtan bir tecavüz silahı olarak değil , bir ikaz, bir irşat vasıtası olarak kabul etmiştir. Bu anlamda İslamiyet demokrasinin ta kendisidir. Ama Batı'nınkinden çok başka bir ruh ikliminde gelişe, çok başka umdelere dayanan bir demokrasi.

Bir Avuç Duman
Düşünce bir köprü, kıldan ince, kılıçtan keskin, kalabalıklar geçemez üzerinden. Ülkeler asırlarca habersiz yaşamış birbirinden. Ne Asya Avrupa' yı tanımış, ne Avrupa Asya'yı. El Biruni boşuna anlatmış Hint’i çağdaşlarına. Kıtalar kapalı birbirine. Yalnız Kıtalar mı? Aynı mahalledeki insanlar birbirlerine yabancı. Her ev meçhule giden bir kompartıman. Kompartımandakiler tesadüfün bir araya topladığı üç beş yolcu. Ne Marx'ın annesi oğlunu anlayabilmiş; ne Cromwell, Milton'u. Saint-Simon Ebediyete giden yol tımarhaneden geçer diyor. Tehlikeli bir durak, tımarhane. Birçok yolcular cinnette karar kıldı: Nietzsche, Hölderlin. Comte, ömrü boyunca huysuz bir aşık gibi dalaştı cinnetle. Ayrılan birleşen, tekrar ayrılan bir çifttiler. Ve Rubaçof zindanının duvarında sesler duydu, kelimeleşen sesler. Bir avuç kelime kıtaları birbirinden ayırır, yer sarsıntısı gibi. Uçurumlara köprü atan cümlelerde var.

Bir ırmağa benziyor zaman. Hayretten dona kalmış. Perdede hep aynı gölgeler. Karagöz’ün repertuvarı tarihinkinden daha zengin. Juvenal'i öfke şiirleştirmiş, öfke yani isyan. Şark’ta fert değil, sokak isyan eder. Sorumsuz ve şuursuz bir bir ayaklanış. Hikmet, hamakatla vuslatı hayatın tabii cilvesi saymaktan ibaret. Batılı için tekamül bir başkalaşma, bir kişileşme. Sürünün tarihi yok. Ama tarihin yaratıcısı o. Sürünün önüne geçmek, sürüden ayrılmak mı? Aradaki mesafe uzayınca, evet!

Coşmak lazım, diyor Saint-Simon, yaşamak lazım. Hem zirvelerde, hem uçurumlarda yaşamak. Dizginleri gerilen at şahlanır, ama kanatlanmaz.
Tecrübe, harem ağalarının silahı. Büyüklerin bu koltuk değneğine ihtiyacı var mı? İsa tecrübesiz. Saint-Just tecrübesiz olduğu için ulu. Tecrübe, bayalığa alışmak ve bayağılaşmak. İnsanları eskisi kadar sevmemek. İnsanları ve eşyayı. Galiba ölmek de bu.

Bu Ülke (Cemil Meriç) Kitap Sınavı Yazılı Test Soruları ve Cevap Anahtarı için tıklayınız...

Siyasetname (Nizamülmülk) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Siyasetname

Kitabın Yazarı : Nizamülmülk

Kitap Hakkında Bilgi :

Her şeyin kanlı ve kirli bir iktidar imgesinde odaklandığı modern zamanların en netameli kavramlarından biridir siyaset. Modern siyasetin doğası, egemen olma ve sahiplik güdüsünü aşırı biçimde kışkırtır.

Böyle bir dönemde "bilgelik sanatı" olarak siyasetin esaslı metinlerinden biri, ünlü Selçuklu veziri Nizamülmülk’ün olan Siyasetnamesi daha da çok önem kazanıyor. Alp Arslan ve Melik Şah’ın saltanat devirlerinde devlet idaresinin zirvesinde bulunan Nizamülmülk, bir tür anayasa sayılabilecek bu eserle yüzyıllar öncesinden sesleniyor.

Selçuklu veziri olarak otuz yıl boyunca devlet yönetiminde söz sahibi oldu, görüşleriyle sultanların kararlarını etkiledi. Siyasi bir suikasta kurban gitmesinden kısa bir süre önce hükümdarlık sanatı konusunda düşüncelerini kaleme aldı. Melikşah'ın devlet yönetimi hakkında kapsamlı bir rapor istemesi üzerine yazılan Siyasetname, Nizamü'l-Mülk'ün devlet adamı olarak deneyimlerini aktardığı bir el kitabı olmasının yanı sıra, edebi değeriyle de yüzyıllardır dikkati çeken bir eserdir. Bu yapıt, sadece onun fikirlerini anlamak için değil, aynı zamanda döneminin özelliklerini de yansıtması itibariyle hala tarihçiler ve siyaset bilimciler için önemli bir kaynaktır. Orijinal dili Farsça olup, 51 bölümden (fasıldan) oluşmaktadır.

Kitabın Özeti :

Nizamü’l-Mülk yönetimin gerekliliği konusunda, Siyasetname’nin daha birinci bölümüne başlarken devletin gerekliliği ve padişahın konumu hakkında şu tespitlerde bulunmaktadır: “Allah her asır ve zamanda halkın içinden birini seçerek onu padişahlık sanatlarıyla (becerileriyle) övülmüş ve süslenmiş kılar. Dünya işlerinden ve kullarının huzurundan onu sorumlu kılar; fesat, karışıklık ve fitneyi ortadan kaldırır. Onun haşmet ve heybetini insanların gönüllerinde ve gözlerinde genişletince, ondan emin olarak devletin devamını isterler.” Bu bağlamda, Nizamü’l Mülk’e göre yönetim, Allah tarafından yöneticiye verilen ve her dönem için gerekli olan bir olgudur.

Devleti, hükümdarın mülkü olarak tanımlayan Nizamü’l-Mülk, devletin görevleriyle ilgili olarak hükümdarlara ilk olarak şu tavsiyede bulunur: “Kanallar açmak, belli başlı ırmaklara yataklar kazmak, büyük sulardan geçiş için köprüler yapmak, köyleri ve tarım alanlarını mamur kılmak, surlar inşa etmek, yeni şehirler kurmak gibi cihanın imarı ile ilgili şeyler yapsın; güzel oturulacak yerler vücuda getirsin; ana yollar üzerinde ribâtlar, ilim talipleri için medreseler yapılmasını emretsin; tâ ki, adı daima kalsın; bu işlerin sevabı öteki dünyada onu bulsun, reâya daima (hayır) dualar etsin”.

Bürokrasi konusunda ise Büyük Vezir, genel yaklaşım olarak bürokrasiyi dizginlenmesi gereken bir güç olarak görmekte ve bürokrasinin halka yönelik baskıcı tutumunu bir sorun olarak algılamaktadır. Dördüncü bölümün (fasılın) sonunda, padişahın bürokrasiyi sıkı sıkıya denetlemesi gerektiğini şu sözlerle ifade eder: “Binaenaleyh padişah her daim memurların ne yapıp eylediklerinden haberdar olup tuttukları yolları, törenlerini, yörelerini iyi bellese, bir kanunsuzlukları yahut haddi aşmaları durumunda bir dem görevde tutmayıp derhal azletse ve işledikleri cürüm mesabesinde, diğerlerine gözdağı vermek için, onları cezalandırsa gerektir.”

Siyasetname Nizamü’l- Mülk’ün tabiriyle, “Hem nasihat, hem hikmet, hem destan, hem Kur’an tefsiri, hem peygamber sözleri, hem peygamber kıssası, hem geçmiş adil padişahların maceralarıdır. Bizden evvelkilerden haber verirken kalanlardan meyveler devşirir. Uzun olmasına uzun, lakin özlüdür ve adil hükümdarlara yaraşır yazılmıştır”. Nizamü’l- Mülk devlet teşkilatında idari, mali ve askeri alanlarda aldığı tedbirler ve düzenlemeler sayesinde Büyük Selçuklu Devleti’ni ortaçağın en sağlam teşkilatlı devleti haline getirdiği gibi, kurduğu bu kurumlarında bir takım değişikliklerle diğer Türk devletlerine model olmasını sağlamıştır.

Siyasetname’den bazı özet alıntılar :

– Sultan, bütün tutumlarında ortayolu izlemelidir. Padişahın dengesiz ve ölçüsüz hareket etmesi, onun halk nezdindeki saygı ve yüceliğini zedeler.

– Sultan ilimle ve ilim adamlarıyla dost olmalı ve onlarla düşüp kalkmalıdır.

– Sultan, istişare ve görüş alışverişine değer vermeli ve acele karar almamalıdır. Çünkü padişah için sağlam görüş, güçlü bir ordudan daha iyidir.

– Vergi memurları ve vezirden kölelere kadar her kademedeki görevlileri soruşturmalı ve sıkıca denetlemelidir. Eğer işini savsaklayan ve halka zulüm eden devlet görevlisine rastlarsa, derhal işine son vermelidir.

– Ülke ve devlet işlerinde iyi düşünerek, danışarak karar almalıdır.

– Alimlerle meşveret yapmalı ve onların tavsiyelerini dikkate almalıdır.

– Üst makamlara kadar yükselen devlet ileri gelenleri, bir hata işledikleri zaman önce uyarılmalı, eğer etkili olmazsa cezalandırılmalıdır.

– Kadıların âlim ve zahit olmalarına önem verilmeli, zalimler asla bu görevlere getirilmemelidir. Bunlara devlet bütçesinden gündelik veya aylık olarak ödenek verilmeli ve bu şekilde halktan rüşvet almalarının önüne geçilmelidir.

Altın Işık (Ziya Gökalp) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Altın Işık

Kitabın Yazarı : Ziya Gökalp

Kitap Hakkında Bilgi :

Ziya Gökalp, "Altın Işık" kitabında topladığı halk masallarında, çocuklara iyi bir karakter aşılamaya çalışır. Edebiyatı bir eğitim aracı olarak gördüğü için, çocuklara Türk kültürünün küçük yaşlarda verilmesi gerektiğini savunur.

"Tembel Ahmet ile Küçük Şehzade"de çalışkanlık ve dürüstlüğün önemini; "Keloğlan ile Kuğular"da eninde sonunda haklı olanın kazanacağını vurgular. "Pekmezci Anne"de sabrın; "Keşiş"; "Ne Gördün?" de iyi kalpliliğin yararlarını anlatır. "Aslan Basat"ta Oğuz ilinin Tepegözden kurtulması ile Kurtuluş Savaşı; Aslan Basatın kahramanlığı ile de Türk kahramanları ve Atatürk arasında ilişki kurar.

Ziya Gökalp, yazdığı bu masallarla hem kültürel kaynakların nasıl değerlendirilebileceğini gösterir hem de çocukların ulusal kültür değerleriyle nasıl yetiştirilmesi gerektiğini ortaya koyar.

Kitaptaki on iki metinden yedisi manzum, dördü düzyazı ve biri sahne oyunu biçimindedir. Gökalp’ın ulusal Türk düşüncesini yeniden kurmanın, ancak halk yazım dil ve anlatım özelliklerini belirlemekle mümkün olacağı düşüncesidir.

Türkçeyi en güzel şekilde kullanan yazarlardan biri de Ziya Gökalp’tir.

Ziya Gökalp, tarih bilincini yerleştirmek ve kültürümüzü sevdirmek için planladığı bu eserinde, Türkçeyi en sade şekilde kullanarak bir masal şenliği sunuyor. Bu kitapta masallarımızın tatlı dilini ve anlatımını bulacaksınız.

Kitabın Özeti :

Tembel Ahmet:
Bir Padişah’ın aşk yüzünden delirmiş bir oğlu ile üç kızı vardı. Kızlarını evlendirecekti. Teker teker sordu. Büyük ve ortan­ca kız “Siz kimi münasip görürseniz” dediler. Küçük kız ise “Bir genç ile evlenmek isterim” deyince, kızdı ve onu memleketin en tembeli olan “Tembel Ahmet’ ile evlendirdi. Oğlanın tembelliği bir gün kızın iyice tepesini attırınca, başladı odunla kovalamaya. Oğlan evden kaçtı, gitti çalışmaya. Her gün kazancını getirip ka­pıdan veriyor, karısının korkusundan içeri giremiyordu. Bir gün bir kervanda iş bulup, yola çıktı. Yolda bir kuyunun başında su için durdular. Tembel Ahmet kuyuya inip yukarıya su veriyordu. Bu esnada bir kapı görüp içinden girdi. İleride bir köşk, köşkün içinde mahzun mahzun oturan, hapsedilmiş bir kız vardı. Kızı dönüşte kurtarmak üzere anlaştı. Kız ona parmağındaki yüzüğü çıkarıp verdi. Tembel Ahmet, yukarıdaki bahçeden de heybesini nar ile doldurdu. Sonra heybesini eski bir arkadaşı ile evine gön­derdi. Annesi ve karısı narı kesince içinden mücevher çıktı. Bütün narlar öyleydi. Gelin kaynana mücevherleri satıp, çok güzel bir saray yaptırdılar. Padişah, kılık değiştirip bu saraya geldi. Bura­daki adamların hiç birini tanımayamadı.

Kervan sahibi Tembel Ahmet’e bir tepsi verip, Musul Kralına götürmesini söyledi. Kral, Tembel Ahmet’in parmağındaki yüzü­ğün, dört yıldır kayıp kızma ait olduğunu görünce gerçeği öğren­di. Tembel Ahmet'in yanına asker vererek kızını kurtarmasını söyledi. Tembel Ahmet kızı kurtarıp babasının yanına getirdi. Meğer kız, Tembel Ahmet’in kayınbiraderinin nişanlısı imiş. Onu da yanına alıp memleketine Kervanı biraz geride bırakıp, evine geldi. Baktı ki evi bir sa­ray olmuş. Üstünü değiştirip, saraya gitti. Padişah’a durumu bir bir anlattı. Kızı alıp saraya getirince aşk yüzünden delirmiş olan şehzade iyileşti. Düğün dernek oldu, herkes mutlu mesut yaşadı.

Kuğular:
Bir padişahın Nilüfer isimli bir kızı vardı. Hanımı ölünce, bilmeden büyücü bir kadınla evlendi. Kadın kızın yüzüne vücu­duna çıkmaz, siyah bir boya sürdü. Kız çok çirkin oldu. Babası bile yüzüne bakmaz oldu. Büyücü kadın bununla yetinmeyip, kızın on bir erkek kardeşini de kuğu haline soktu. Kuğular saray­dan uçup gittiler. Kardeşleri var diye her zulme katlanan Nilüfer, saraydan ayrılıp yollara düştü. Gide gide bir göl kıyısına geldi, Baktı gölde kuğular yüzüyorlar. Kuğular Nilüfer’i tanıyıp, ona sokuldular. Gece olunca da hepsi eski hallerine döndüler. Kız o zaman bütün kardeşlerini tanıdı. Sabah olunca kardeşler tekrar Kuğu haline döndüler. Aylarca, karşı göl ile diğer göl arasında gidip geldiler. Bir gün rüyasında yaşlı bir kadın Nilüfer’e, “Bir süt golü bulunduğunu, bu gölde yıkanırsa eski haline dönebileceğini söyle­di ” Kız, kardeşlerine rüyasını anlattı. Kızı süt gölüne götürdüler. Yıkanınca eskisinden daha güzel oldu.

Yine bir gece aynı yaşlı kadın rüyasına girerek, “Kardeşlerinin de eski haline dönmesini istiyorsan, mezarlıklardaki ayrık otlarından on bir gömlek örmeli, bu gömlekler bitinceye kadar en ufak bir kelime ko­nuşmamalısın” dedi. Kız başladı gömlekleri örmeye. Bir gün o ülkenin padişahının oğlu gezerken Nilüfer’i görüp, güzelliğine vuruldu. Kız hiç konuşmuyordu. Saraya getirip, kırk gün kırk gece düğün yaptılar. Kız yine susuyor ve durmadan gömlek örü­yordu. Kızın büyücü olduğuna hükmedip, asılmasına karar verdi­ler. Cellat hazırlık yaparken dahi kız son gömleğin son ilmiklerini atıyordu. Nihayet bitirdi. Bu arada on bir kuğu gelip etrafına dizildiler. Kız gömlekleri birer birer onlara giydirince, on bir tane genç babayiğit delikanlı ortaya çıktı. Kız padişaha durumu anlattı. Babaları durumdan haberdar edilince, gelip evlatlarını bağrına bastı. Kız ile diğer ülkenin padişahının oğlu ile kırk gün kırk gece düğün yaptılar.

Keşiş Ne Gördün?
Yoksul bir kadının iplik eğirip satarak geçinen üç kızı vardı. O gün en küçük kız iplikleri pazarda beş kuruşa sattı. Dört kuruşa bir tavuk, bir kuruşa da bir mum aldı. Ablaları ona çok kızdılar. Bu arada tavuk ellerinden kaçtı, küçük kız da peşinden koştu. Tavuk kaçtı, kız koştu, nihayet tavuk bir kapıdan içeri girdi. Kız da arkasından. Bir de ne görsün, bağlar, yeşillikler, cennet gibi bir yer. Az ilerde üç çadır. Biri elmaslı, biri incili, biri zümrütlü. Kim­secikler yok. Kız, sağı solu temizledi, yemekleri yaptı, sofraları dizdi, sonra da bir köşeye saklandı.

Üç şehzade geldiler, çadırda düzeni görünce, bir diğerinin yaptığını zannettiler. Sabah oldu yine gittiler. Kız yine aynı işleri yapıp saklandı. Birkaç gün böyle geçinde, şehzadeler bu işleri yabancı birisinin yaptığını anladılar. Nöbet tuttular. En sonunda küçük oğlan kızı yakaladı. Onunla anlaşınca, kendi çadırında sakladı.

Bir gün baba padişah başka ülkelere savaş ilan etti. Bu ne­denle oğullarını da çağırdı. Küçük şehzade, kız uyurken bir mek­tup bırakıp ayrıldı. Kız uyanıp mektubu okuyunca, hemen peşle­rinden gitti. Yolda, rast geldiği bir keşişe mücevherlerini vererek, elbisesini aldı. Keşiş kılığına girerek yoluna devam etti.
Sonra da şehzadelere kavuştu. Küçük şehzadenin içi yanı­yordu. Keşişe sual etti. Keşiş ona güzel cevaplar verince, onu yanına aldı. Birlikte ülkelerine vardılar. Küçük şehzade keşişe bir antikacı dükkânı açtı. Her gün yanına gelip gidiyordu.
Sonra, harp olmadan barış sağlanınca, padişah oğullarını ev­lendirmek için her birine bir vezirinin kızını aldı. Küçük şehzade gelip, keşişe haber verdi. Kız düğüne, keşişin kız kardeşi diye katıldı. Lakin bütün gözler, kızın üzerinde idi. Vezirin çirkin kızı diye, bu kızı gelin odasına koydular. Şehzade geldi, kızı çok be­ğendi. Sabahleyin şehzade keşişin dükkânına gelince, parmağında kendi verdiği yüzükleri gördü. Kız her şeyi anlatınca, saraydaki vezirin kızını evine gönderdiler. Kırk gün kırk gece düğün yaptı­lar…

Pekmezci Anne:
Bir tüccarın tek bir kızı vardı. Hacca gideceği için kızını kim­lere bırakacağını düşünüyordu. Kız, ona “benim ve dadımın bir yıllık yiyeceği ile bizi kapat, sen gelene kadar idare ederiz” deyince aklına yattı ve öyle yaptı.

Padişahın oğlu, kızı duymuştu. Bir gün kocakarı kılığına gi­rerek bir şişe pekmez alıp pencerenin önüne geldi. Komşunun damına çıkarak, ona pekmez sarkıttı. Bir de mani söyledi. Bu hal böyle günlerce devam etti. Her gün hem pekmez satıyor, hem de mani söylüyordu. Kız bu pekmezci anneyi çok sevmişti.

Aradan aylar geçmiş, hacca gidenlerin dönüşü yaklaşmıştı. Akçiçek’in babası, hacdan döndüğünde kapısının çok güzel süslendiğini görünce, hem sevindi hem de şaşırdı. İkinci gün ise padişah saraya çağırtıp, kızını isteyince mutluluğu daha da arttı. Kız, saraya pekmezci anne ile gitmişti. Bir ara kadın kayboldu. Şehzade ortaya çıktı. Kız ağlıyor ve pekmezci anneyi istiyordu. Şehzade kendisi olduğunu açıklayınca, çok sevindi. Kırk gün, kırk gece düğün yaptılar.

Yılan Bey’le Peltan Bey:
Bir padişahın hiç çocuğu olmuyormuş. Bir gün, “olsun da yı­lan olsun” demiş. Bir müddet sonra hanımı gebe kalmış. Doğum günü gelince, hangi ebe yaklaştıysa ölüyormuş. Bütün ebeler saklanmışlar. Padişah imamı çağırıp mutlaka bir ebe bulmasını emredince, imam konuyu karısına açmış. Karısı merak etmemesi­ni söylemiş ve hiç sevmediği üvey kızını saraya ebe olarak gö­türmeyi planlamış. Kız her şeyin farkındaymış. Annesinin meza­rına gidip, ağlayarak vedalaşmış. Mezardan annesinin sesini duymuş: “Hiç ağlama, bir kazan süt iste. Yılan o sütü içecek, karnı doyacak, seni de sokmayacaktır” diyormuş.

Kız bunları yapmış, kadın doğurmuş. Kız hediyelerle evine dönmüş. Aradan yıllar geçmiş. Yılan çocuk büyüyünce, okuma yazma öğrenme zamanı gelmiş. Hangi hoca ders vermeye geldiy­se, sokup öldürüyormuş. Padişah yine imamı çağırmış. İmam yine karısına söylemiş, karısı yine üvey kızını bu iş için gönderip ondan kurtulmayı planlamış. Kız yine annesi ile vedalaşmak için mezarına gelmiş, ağlamış. Mezardan annesinin sesi gelmiş: “Annesi, korkma yılan sana dokunmaz” demiş. Kız saraya gelmiş. Yılan Bey’e üç ayda okuma yazma öğretmiş. Kucağı hediyelerle dolu olarak evine dönmüş.

Bir müddet sonra padişah oğlunu evlendirmeye kalkışmış. Kimi koynuna soktularsa, sokup öldürmüş. Sıra yine bizim kıza gelmiş. Annesinin mezarına gitmiş, annesi, ona kırk kat giyinme­sini söylemiş. Kız da öyle yapmış. Yılan Bey’le gerdek gecesi, kız da soyunmuş. Yılan kırk kat derisini soyunca ortaya babayiğit bir delikanlı çıkmış. Üvey anne kıskançlıktan çatlamış.

Bir müddet sonra savaş çıkmış. Padişah oğlunun kendi yeri­ne orduya kumandanlık yapmasını istemiş. Kocası savaşta iken, üvey anne Ayşe’yi kandırıp, bir ırmağa sokmuş, sonra da arka­sından tekme ile dibe itelemiş. Elbiseleri ile mücevherlerini de alıp kaçmış. Ayşe, yüzerek kıyıya çıkmış. Çırılçıplak olduğu için bir mezarın kenarına saklanmış, yorgunluktan uyumuş. Yandaki bir mezarın kapağı açılmış, içinden çıkan bir adam, Ayşe’yi kucakla­yıp aşağı indirmiş. Orada beş altı çocuk varmış. Peltan Bey isimli bu kişi, esir düşmüş bir padişah oğlu imiş. Aradan aylar geçmiş. Ayşe Kız, Peltan Bey’den hamile kalmış. Peltan Bey onu babasının memleketine göndermiş. Onun verdiği akıllarla, Peltan Bey’e yapılan büyüler bozulmuş. Esareti bitince, memleketine geri dön­müş. Ayşe ile Peltan Bey’in iki çocukları daha olmuş.

Yılan Bey, savaştan sonra ülkesine dönmüş, eşini bulamayın­ca, demir asa, demir çarık yollara düşmüş. Yedi yıl sonra Peltan Bey’in sarayına gelerek ona misafir olmuş. Yılan Bey’le Peltan Bey birbirlerinin çok sevmişler. Sonra Peltan Bey, misafirini eşine göstermiş. Birbirini gören eski eşler hemen oracıkta bayılmışlar. Sonra Peltan Bey’e durumu anlatmışlar. Peltan Bey, fedakârlık yapmaya hazır olduğunu söylemişse de, Ayşe çocukları için Yılan Bey’e hayır demiş. Yılan Bey, üzüntüsünden tekrar yılan haline girmiş ve bir delikten süzülerek gitmiş. Ayşe, her zaman ağlaya­rak Yılan Bey’in mutlu olması için dua etmiş.

Kolsuz Hanım: (Manzum hikâye)
Bir padişahın Ay ve Yıldız isimli iki çocuğu vardır. Bir gün ka­rısı ölür. Zorunlu olarak evlenir. Aradan yıllar geçer. Padişah hacca gitmeye karar verir. O gidince, yeni karısı adamın ismi Yıldız olan oğlu­nu kandırmak için plan yapar. Oğlan razı gelmeyince, onu hap­settirir. Ay, kardeşini merak eder. Yaşlı bir ihtiyar zindanda hapis olduğunu söyleyince, gizlice zindana girer ve onu bulur. Tam kaçacaklarken, üvey anne adamları ile birlikte yollarını keser. Ay kızın iki kolunu birden kestirir. Şehzade Yıldız ise delirir. Sonra da kızı bir sandığa koydurup, denize attırır. Denizde bir şehzade onu bulur. Durumu öğrenince intikam için harekete geçer. Bu arada Ay Hanım’a sevdalanır, evlenirler. Zaman içinde iki de çocukları olur.

Öbür tarafta, padişah bir türlü hacdan gelmemiş. Şehzade Yıldız iyileşmemiş, üvey anne de fırsattan istifade devranını sür­dürmektedir. Üvey anne bununla yetinmez, düşmanlığı devam ettirir. Öyle ki, gün gelir Kolsuz Hanım’ın ve çocuklarının cellada dahi verilmesini ister. Lakin cellat, bunların haline acıyarak, gömleklerini alır, bir av hayvanının kanı ile sular ve öldür­düm diyerek saraya geri döner. Anne ve yavrular dağ başında tek başlarına kalmışlardır. Biraz sonra acıkırlar ve dua ederler. Önle­rine yemekler gelir. Dua ederler, yanlarında bir pınar olur. Dua ederler, yatacak köşkleri olur. Dua ederler Kolsuz Hanım’ın kolla­rı yerine gelir… Köşkünün kapısına yazar: “Burada her derdin şifası bulunur.”

Padişah hicazdan gelir. Bakar oğlu, kızı yok. Karısı bir sürü yalanla onu oyalar. Padişah oğlunu arar, buldurur. İyileşmesi için “Her derde şifa dağıtan” köşke getirir. Üvey analık da, çocuğu ol­madığı için köşke gelmiştir. Kızı görünce vazgeçip, gitmek ister. Fakat, kızı “burası mahkeme yeridir”diyerek, bırakmaz.
Her şey anlaşılır. Üvey anneyi kovarlar. Sonra hep birlikte, mesut yaşarlar. …
Aslında, bu hikâyede Milli Kurtuluş Savaşımız anlatılmak­tadır.

Küçük Hemşire (Manzum Hikâye)
Bir padişahın iki veziri varmış. Birinin üç oğlu, diğerinin üç kızı varmış. Üç oğlana “üç aslanlar”, üç kıza da “üç ceylanlar” der­miş. Bir gün, peri sazını bulması için babalarından üç aslanları göndermelerini ister. Erkek çocukların babası, pek keyiflenmiştir. Kızların babası vezir ise, üzgün bir şekilde evine gelir ve durumu kızlarına anlatır. Büyük ve ortanca kızları, erkek kılığına girerek, peri sazını getirmek için yola düşerler. Ancak, babalarının kendi­lerini sınamak için yaptığı eylemlerde başarısızlığa uğrarlar. En son küçük kız şansını dener ve babasının yaptığı sınavı kazana­rak, peri sazını getirmek için yollara düşer. Kıpçak eline varınca, yaşlı bir kadının evine misafir olur. Ona yüz altın vererek, saraya kapı görevlisi olarak girer. Genç Hakan henüz evlenmemiştir. Kızı görünce, bileklerindeki bilezik izlerinden cinsiyetini anlar, o an ismi Ali diye tanıtılan bu kızı Aliye olarak hayal etmeye başlar. Derdini annesine açar. Annesi, kız mı, erkek mi olduğunu anla­mak için, diğer üç erkekle yarıştırmasını söyler. Bu üç erkek, “üç aslan “lardır.

Sırası ile yağız ata binme, demir yayı çekme ve zincirli ayıyı yenme yarışları yapılır. Ceylan kız bütün yarışlarda birinci olur. Sihirli sazı alarak baba yurduna döner ve sazı babasına verir. Babası sevinçle saraya gider. Padişah kızları küçük görmekle yap­tığı hatayı anlar. Kızı çağırtıp herkesin huzurunda tahtına oturt­ur. Kız, “ben yetkili isem, seçim yapılsın, millet meclisi oluşsun, meclis beni seçerse, başkan olmayı kabul ederim” dedi. Seçimler yapıldı. Meclis açıldı. Meclis, kızı başkan seçti.

Kıpçak Hanı tahtını bırakmış, aşkının peşinden gelmişti. Ali­ye onu görünce yüreğinin sesini dinleyip, onunla evlendi.

Alparslan Malazgirt Muharebesi (Manzum Piyes):
Malazgirt Zaferi keyifli bir şekilde anlatılırken, Türklüğün ve İslamiyetin birbirinden ayrılmayacağı çok güzel mısralarla dile getiriliyor.
“İslamiyet bir kızdır, bekçisi Türk bir arslan!
Elinde dal kılıcı, bekler onu her zaman! “

Nar Tanesi Yahut Düzme Keloğlan: 
Vaktiyle büyük bir padişah ve onun da Gülsün Sultan adlı bir kızı vardı. Gülsün Sultanı başka bir padişahın oğluna verdiler. Şehzade ile Gülsün Sultan, şehzadenin memleketine giderken yolda durdular ve şehzade yerde bir nar tanesi gördü, aldı ağzına attı. Gülsün Sultan bu hareketinden sonra nazik biri olmadığını söyleyerek evlenmekten vazgeçti ve kendi ülkesine geri döndü.

Şehzade bu duruma çok içerlediğinden hem Gülsün Sultan’dan öç almak hem de ona bir şekilde kavuşmak için bir plan yapmıştı. Onların sarayına Keloğlan kılığında bir bahçıvan olarak işe girdi. Gülleri çok sevdiğini bildiğinden her gün bahçesine güller ekti Sultanın. Keloğlan bahçedeki kulübede her gün türküler söylüyor, Sultan da bunları dinliyordu. En sonunda bir gün bahçıvanın kendisine âşık olduğunu anladı ve o da aşkını itiraf etti. Birlikte saraydan kaçtılar. Yolda giderken Keloğlan Gülsün Sultana yolda bulduğu tarak, peştamal ve kirli bir tası alıp bohçasına koymasını, gidecekleri yerlerde bunları bulamayacaklarını söyledi. Gülsün Sultan da tiksinerek de olsa alıp bohçasına koydu, yürüye yürüye şehzadenin yurduna geldiler. Sarayın yakınlarında bir kulübeye yerleştiler. Şehzade arada bir kulübeye Keloğlan kılığında gidiyordu. Bir gün Şehzade saraya giderek başka biriyle evlenmek istediğini, derhal hazırlık yapılmasını emretti. Daha sonra Keloğlan olarak kulübeye gitti ve Gülsün’e saraya gitmesini, hazırlıklarda yardım etmesini, para kazanmasını söyledi. Bir de oradaki kumaşlardan bir parça aşırmasını, doğacak bebeğine elbise yapmasını söyledi. Gülsün saraya gittiğinde şehzade yardımcı kadınların aranmasını emretmiş, kumaşlardan birinin çalındığını söylemişti. Aramalarda parça Gülsün’den çıktı ve bin türlü hakaret işiterek kulübesine kaçtı gitti. Keloğlan Gülsün’ü bir gün hamama gönderdi, çünkü sarayın bütün kadınları orada olacaktı. Şehzade onlara hamamdaki kadınlara bir bilmece sormasını, kim bilirse o kadınla evleneceğini söylemişti. Bilmeceyi Gülsün bildi, şehzade onunla evleneceğini söyledi ve düğün için hazırlamalarını emretti. Şehzadenin odasına çıktıklarında Gülsün karşısında yeni kocası ve eski kocasının aynı kişi olduğunu görünce çok sevindi. O günden sonra mutlu yaşadılar.

Keloğlan: 
Fakir bir babanın üç oğlu vardı. Büyük oğlunu okutmuş, küçük oğluna ileride dükkânını bırakmayı düşünmüş fakat ortanca oğluna verecek bir şeyi kalmamıştı. Ortanca oğluna isim dahi koymamış, onu her daim Keloğlan diye çağırmışlardı. Küçük yaşından itibaren çalışıp parasını kazanan Keloğlan on iki yaşına kadar çok sıkıntılar çektiğinden artık dayanamayarak büyük adam olma arzusuyla uzaklara gitmeye karar verir ve yollara düşer.

Yolda kendisi gibi büyük işler peşinde yola koyulmuş üç kişiye rast geldi ve dört arkadaş olarak yollarına hep beraber devam ettiler. Hep birlikte dağları aştılar, dereleri geçtiler ve uzun yollar sonunda karşılarında büyük bir kule gördüler. Kuleye yaklaştıklarında bir Dev Karısının orada oturduğunu gördüler. Devlerin Kanununda Dev Karısının memesinden süt emenler onun evlatları olurmuş ve Dev Karısı onları yiyemezmiş. Bunu bilen Keloğlan arkadaşlarına da anlatır ve hep birlikte Dev Karısının memelerinden süt içerler. Dev Karısı da artık onları evlat bilir ve onları o gece misafir eder. Fakat Dev Karısı kanunlarını yok sayarak gece çocukları yemeyi planlıyordu. Onların uyumasını bekledi ve yemek için odalarına gitti. Fakat Dev Karısının planını anlayan Keloğlan tüm gece uyumadı. Dev Karısı neden uyumadığını sorduğunda bir şeyler yemeden uyuyamayacağını söyleyerek sürekli onu kuleden uzak yerlere gönderip bir şeyler getirmesini, ancak öyle uyuyacağını söyledi. Dev Karısı da gece boyunca Keloğlan ne isterse gitti getirdi bu böyle sabaha kadar sürdü. Sabah olduğunda Dev Karısı tekrar bir şey getirmeye gittiğinde Keloğlan arkadaşlarıyla Kule’nin tepesine çıktılar. Dev Karısı Kuleyi yıkmak istedi fakat Keloğlan kendi isteğiyle indi ve ona bir oyun oynayarak kaçıp gittiler. Daha sonra çocukların peşine düşen Dev Karısı onları ırmakta buldu ve yakalamak istedi. Keloğlan yine ona bir oyun oynadı ve ırmaktan geçmeye çalışırken Dev Karısı dibi boyladı. Keloğlan Dev Karısının gözlerini ve kulaklarını keserek Padişaha götürdü. Padişah da Dev Karısının ölümüne karşılık onun tüm hazinesini çocuklara verdi. Dört arkadaş bu hazinelerle istediklerine ulaşmış oldular.

Altın Işık (Ziya Gökalp) Kitap Sınavı Yazılı Test Soruları ve Cevap Anahtarı için tıklayınız...

Ganga (Gülten Dayıoğlu) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Ganga

Kitabın Yazarı : Gülten Dayıoğlu

Kitap Hakkında Bilgi :

Ganj nehrinin yatağında insan küllerinden oluşma olağanüstü nitelikler içeren gizemli bir yaşam ortamı vardır. Burada yaşayan balıklarda zamanla hem insanca hem de insanüstü özellikler belirir.

Kitabın Özeti :

İşçi barınaklarında bir kadın yaşlı bir işçi kadının yardımıyla doğum yapar. Doğan bebek ürkü verici bir görünümdedir. Bu yüzden bebeği biliciye götürürler. Bilici bebeğe bakar ve bebeğin Kutsal Ganj’a bırakılması gerektiğini söyler. Eğer kutsal Ganj nehri onu sularında boğup öldürmezse bebek ilerde çok hayırlı bir insan olacaktır. Ama tam tersi olursa bebek ileride tekin biri olmayacaktır. Çocuğu nehre bir tekneyle bırakırlar. Gel zaman git zaman o tekne bir kıyıya vurur. Kıyıda ölümü bekleyen bir nine bebeği görür ve sahiplenir. Nine bebeğin adını Ganga koyar. Onu büyütüp yetiştirir.

Bu çocuğun gözleri ve kulağı bir balığınkine benzemektedir. Bu sebeplen nine çocuğa hep şapka takar ki dikkat çekmesin. Çocuk 7 yaşına gelince nehirde turna balığı denen bir balık onunla zihinsel iletişime geçer. Ganga'ya dünyaya bir görev için gönderildiğini söyler. Çocuğa üst düzeyde bir zekaya sahip olduğunu anlatır. DVe diğer buluşmalarında da çocuğa zihinsel iletişim yeteneğini kullanıp kendine beyin kardeşleri edinmesi görevini verir. Bu balık Ganjlıların soyundan geldiğini ve Ganjlıların hedefinin insana dönüşüp insanlara rahat bir hayat sunmak olduğunu detaylarıyla anlatır. Bundan kısa bir süre sonra Ganga’nın ninesi hakkı rahmetine kavuşur ve ölür.

Bilici, nineye söz verdiği üzere Ganga’ya sahip çıkar. Onu ibadethaneye alır. İbadethanenin hizmetine sunar ki hayırsever bir hacı onu evlat edinsin. Ganga hizmet amaçlı Ganj nehrine giderken sakat bir kadın ve onun oğluna yardım eder. Yardım ettiği insanlar çok varlıklı insanlardır. Teşekkür etme amaçlı onu bir şekilde evlat edinirler. Ganga yeni hayatına başlamıştır artık. Bu arada sürekli insanlarla zihinsel iletişim kurmaya çalışıyordu ama başaramıyordu. Çünkü henüz daha çok acemiydi. Kısa bir sürede ilk anne babasına alışır ve kaynaşır. Annesi, Ganga’yı akıl testine götürür. Ganga’da olağanüstü bir beyin olduğu anlaşılır. Bunun üstüne aile Ganga’yı özel derslere gönderir. Ganga kısa bir sürede çok şey öğrenir.

Bir gün bilgisayarla çalışırken görüp katıldığı bi yarışmada birinci olur. Tüm dünyayı başarısıyla etkiler. Çocuk yaşta iken Hindistan’ın onuru konumuna gelir. Bir çok televizyon programına çıkar ve bir çok üniversitede konfrensa katılır. Hatta Amerika devlet başkanı onu ve ailesini Beyaz Saray'da ağırlar. Bu sırada Ganga birçok beyin kardeşi edinir. Hatta o kadar çok edinir ki 2 milyonu aşkın sayıya ulaşırlar. Bu durum emperyalist devletleri çok kızdırır. Çünkü bu insanlar kıt akıllı insanlara eşitliği öğretip gözlerini açmaya çalışıyordu. Kısa bir süre içinde bu insanların zihinsel iletişim gerçekleştirdiği belirlenip iletişim kanallarını kesmek için katmanlardan birini vurmayı hedeflerler. Bu arada Ganjlıların düşmanı olan hayaletler Ganga’yı ellerine geçirir. Ona her şeyden haberleri olduklarını söyleyip Ganjlıların kötü olduklarını anlatırlar. Ondan Ganjlılar insana dönüşürse onlara savaş ilan edeceklerini Ganjlılara bildirmesini isterler. Ganga'yı Ganj nehrinin yakınlarına bırakırlar.

Ganja yaklaşamazlar çünkü Ganjlıların onlara karşı salgıladığı reaksiyonlar onları öldürebilecek güçtedir. Ganga turna balığını bulur ve turna balığına durumu anlatır. Eğer Ganga görevini bırakmazsa Ganga’yı öldüreceklerini söylemişlerdi hayaletler. Bunun için turna balığı Ganga’ya suda nefes alabilme özelliği verir ve diğer balıkların yanına giderler. Orada planı anlatırlar. Ganga planı duyunca içi rahatlar. İnsanların, diğer üstün zekalı insanların birbiriyle olan zihinsel iletişimini koparabilmek için katmana atacakları bombadan korkan hayaletler belirli bir mağaraya sığınacaktır. Ganjlılar bunu ve sığınacakları mağarayı bildiklerinden onların bulunduğu mağarayı reaksiyonlarıyla kuşatıp onları orda hapsedecekler. Ve hayaletler artık insanları etkileri altına alıp kendi aralarındaki çirkin rekabet yüzünden onlara zarar veremeyeceklerdi. Tüm bunlar olurken Ganga ise balığa dönüşmüş bir şekilde deniz yoluyla ailesine döner.

Hayaletler Ganga’yı kaçırdığından bu yana kimse Ganga’dan haber alamamıştı. Bu yüzden Ganga’nın dönüşü tüm dünyada coşku ile karşılanmıştı. Ancak Ganga başından geçenleri kimseye anlatmaz. Kesinlikle hatırlamadığını belirterek insanlardan özür dilemekle yetinir. Ganga dünyayı kurtarmış bir konumda ortaya çıkınca artık sadece bir Hindistan vatandaşı değil bir dünya vatandaşı olarak görülür. Ve her tarafa beyin kardeşleriyle işbirliği içinde iyiyi, doğruyu, güzeli, eşitliği, adaleti, barışı, kısaca güzel olan her şeyi dünyaya yayar.

2 Aralık 2019 Pazartesi

Ütopya ve Modern Dünya (Alper Gürkan) Kitabının Özeti, konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Ütopya ve Modern Dünya

Kitabın Yazarı : Alper Gürkan

Kitap Hakkında Bilgi :

Gerçeklik, sefalete erdiğinde düşlere sığınan Batılı zihin, kurguladığı ideal toplum ve devlet düşüyle yaşadığı sefaleti dönüştürmeyi dener. Böylece ütopya, düşle gerçeğin çatışmasından doğan, gerçeklikten kaçışın, dünya cenneti arayışının süreği olur. Ancak bu denklem, sondan başa doğru gidilerek kurulursa ideal toplum ve devlet tasarıları tahlil edilerek ütopik bilincin varoluş sebebine yani sefil gerçekliğe ulaşılır. Hangi ideal tasarılar, hangi sefil gerçekliklerin sonuçlarıdır? Ütopya ve Modern Dünya, bu sorunsalı merkeze alıyor.

Batı’da düşle gerçek çatışmasından ütopya doğuyor da aynı çatışma, İslâm dünyasında neden Batı’daki gibi sonuçlanmıyor? Öte yandan ütopik bilinçle ütopyaların ideolojilere, moderniteye, modernitenin gelişimine etkisi olmuş mudur? Günümüz dünyası ütopyalardan nasıl etkilenmiştir? Ütopya ve Modern Dünya’da bu soruların cevapları aranıyor: Gerçeklikten ütopyaya, ütopyadan gerçekliğe uzanan iki farklı okuma/düşünme biçimiyle analizler yapılarak günümüz dünyasıyla ütopya arasındaki bağlantılar inceleniyor.

Kitabın Özeti :

Kitap giriş yazısı, ütopyanın tarihsel ve kavramsal olarak incelendiği beş bölüm yazısı ve sonuç bölümünden oluşuyor. Ütopya ve Modern Dünya, günümüz sinemasının teknolojik gelişmeler ışığında füturist akımlarla birlikte konu edindiği; hâlen aktüelliğini koruyan ütopya kavramına ilişkin yerli literatürde tanım ve anlamlandırma sorununu çözme gayreti açısından yol gösterici bir çalışma. Yazar, öncelikle ideal toplum tasavvurları (Platon ve Farabi vb.) ile Thomas Moore ile başlayan modern ütopyacılık arasında net bir ayrıma gidiyor. Bu farklılığı ontolojik ve epistemolojik açıdan temellendiriyor. Hâliyle bir form olarak yalnızca edebiyat minvalinden anlaşılan ütopyaya karşılık, kavramın felsefe ve siyaset bilimi açısından izahını sunuyor. Yazara göre ütopyayı vareden şey, ütopik bilinçtir. Ütopik bilinç: “Kişilerin kendi hayatlarına dair hayalleriyle toplumsal hayata dair hayallerinden doğurmuştur.” Bu bakımdan ütopya, yaşanan gerçekliği aşan ve idealize eden bir tutumdan beslenir. Ütopya üreticisi olarak failin varoluşsal kimliği, ütopik bilincini, hammaddeye yaklaşımı da nesne olarak ütopyayı ve epistemolojik alanı belirler. Hâliyle yazarın ontolojik durumu ütopik metne doğrudan tesir edecektir. Bu vasfıyla bir köken olarak felsefe ve ütopya arasında doğrudan bir ilişki kurulmuş olur. Yazar ütopyacıyı “Belirli bir tarihsel ve toplumsal durumun sunduğu gerçekliğe karşı, onu aşarak veya onu yeniden üreterek ütopyasını tasarlayan kimse” olarak tanımlar. Bu sebepledir belirli bir gerçeklik algısından hareket eder.

Ütopya ve Modern Dünya’nın en temel meselelerinden biri de Platoncu ideal devletin modern ütopyaları ayırt etme noktasında bir metadoloji teklif etmesidir. Yazar nezdinde bu toplumsal tasavvur, yalnızca bilinç düzeyinde zikredilebilir. Bu da “ütopik bilinç” olarak adlandırılır. Platonik ideal devletin bânisi olan Platon ile modern ütopyanın bânisi olan Thomas Moore arasında “gerçeklik değerlendirmeleri bakımından” kökten farklılıklar bulunduğu vurgulanır. Kısaca Platon’da gerçek, tümel ve ahlakî hassasiyetle “mutlak”a yönelen hakikat olgusunu terennüm etmek ise de Thomas Moore nezdinde bu durum, yalnızca “olgusal gerçek”e tekabül eder. Gerçeklik algılaması hususundaki bu temel kırılma için Rönesans dönemi işaret edilir.

Kitabın birinci bölümünde: Ütopya, ütopyacılık ve ütopik bilinç kavramlarını açıklar. Bu bölümde Ernst Bloch’un umut ilkesinden hareket eder. Ütopik bilinç, umut ilkesiyle mayalanır ve insanoğlunun umut ettiği varoluşsal koşulları göstermeyi hedefler. Bu bakımdan umut, gerçek ve ideal arasındaki gerilimden doğar. Ütopya ise bu tasarımların “nesnesi sıfatıyla oluşur.” Bu ilkesellik dâhilinde Thomas Moore’dan beri ütopya, bir yazım kategorisine de delalet eder ve bu tabir, moderniteyle birlikte kurgulanan, hayalî ülkeler için kullanılır. Modern öncesi döneme ait dini vaatlerin nesnesi “cennet ve Tanrının krallığı” tasavvurları ise ütopya olgusu içine dâhil edilmez: Zira onu genişletecek, aşındıracaktır. Ütopya ve Modern Dünya’da ütopya, en genel anlamıyla “ütopik bilincin modern tarihli bir nesnesi” olarak ele alınmaktadır. Modern dünyanın kökeni olarak takdim edilen “Rönesans” ile beraber insanoğlunda yapay doğa üretimi ve doğaya hükmetme arzusu doğmuştur. Bu nitelendirme bize göstermektedir ki ütopyacı, gerçekliği, olduğu gibi kabul etmez ve yeni bir gerçeklik üretme hedefine yönelir. Bu cihetten hareketle ütopyaların geleceğe dönük eserler olduğu ve toplumsal bir hedef barındırdığı, hâliyle siyasal ve ideolojik olanla irtibatı gözlemlenebilir. Bu da ütopik bilinci, sosyolojik nesne ve toplumsal fenomen olarak ele almanın koşullarını doğurur. Ütopik bilinç, Levitas’ta sosyolojik minvalde temellendirilir. Bu temellendirmenin hareket kaynağı da Aristo’nun insanı sosyalliği ile tanımlamasıdır. “Modern dünyanın kuruluşunda moderniteyi bir kök ideoloji” olarak tanımlayan yazara göre, ideal toplum tasavvuru ihtiva eden Rönesans öncesi metinler, Horkheimer’dan hareketle nesnel akıl üzerinden tanımlandığı gibi modern ütopyalar, öznel akıl üzerinden tanımlanır. Öznel akıl temelde; insan tekini esas alan, merkeze insanı koyan, faydacı bir akıldır. Bunun hilafına nesnel akıl, özneyi de kapsayarak bütünlüğe yönelen, yalnız birey zihninde değil insanlar arası münasebette, toplumsal kurumlarda ve doğada mevcut olan bir kuvvettir. Yazar, Horkheimer üzerinden temellendirdiği tasnifini Descartes felsefesiyle destekler. Ve Descartes’i öznel aklı tahkim eden özne ve nesneyi ayırarak parça-bütün ilişkisini bozan hümanist bir idrak olarak tanımlar. Bu manasıyla Descartesci felsefî yaklaşım, hem modern dünyanın hem de onun kanatları altında teşekkül eden modern ütopyalar, felsefî karakterini biçimlendirmiştir. Bu yönüyle modern ütopya ve modern dünya, nesnel akıldan hareketle anlamlandırılacak makrokozmik Tanrısal düzen kavrayışına yabancılaşmıştır. Geleneksel dönem ve modern dönem şu üç madde dâhilinde tefrik edilmektedir: Modernliğin rasyonalitesi, öznelleşme, insan merkezlilik ve sekülerleşme.

Kitabın ikinci bölümünde, geleneksel dünyadan modern dünyaya geçiş, üçüncü bölümde ise ütopyanın aklî temelleri inceleniyor. Tanrı merkezli dünya okuması, yerini kaba tarifle, insan merkezli okumaya terk etmiştir. Geleneksel felsefede, metafizik ve teolojiyle biçimlenen ontoloji ve epistemoloji, modern dünyada değişmiştir. Mannheim’dan hareketle yeni bir tarihsel durum ve çağın ruhu oluşmuştur.

Belli bir döneme ait fikirler o döneme özgü koşullarla beraber incelenir. Bu da tekrar göstermektedir ki modern dünya anlaşılmadan modern ütopyalar kavranamaz. Bütün bir ontolojik ve epistemolojik değişimin sosyolojik manada bir ürünü olan ütopya, bu gelişmelerin toplamından hareketle anlamlandırılmaktadır. Bu köken hareketler kitapta; coğrafî keşifler, Rönesans bilimselliği, Akdeniz ticaretinde canlanma ve yeni sınıf burjuvazi, kapitalist gelişme, öznenin doğuşu, Descartesci Kartezyen felsefe, hümanizm, sekülarizm-protestanlık-libarel değerler, feodalizmin yıkılışı, doğanın matematikle kavranması, mutlak bilgiden izahî bilgiye geçiş ve en nihayetinde epistemoloji ve ontolojide ana belirleyici kuvvet olan nesnel akıldan öznel akla geçiş ve aydınlanmacı aklın doğuşu biçimde sıralanır. Yazar, bu bölümde, öznel aklın hükümranlığının tenkidini Shayegan ve S. Nasr üzerinden yapar. Tanrı kaynaklı ve Tanrı’ya yönelen geleneksel bilgi, yerini aklın ürünü olan, doğa yasalarının matematikle keşfedilmesinin amaçlandığı modern bilgiye bırakır. Öyle bir vasatta ideal toplum tasavvurlarıyla modern ütopyaların bağdaştırılması mümkün değildir. Platon’dan iktibas edecek olursak: “Tanrının değil bir faninin yönettiği ne kadar devlet varsa insanlara felaketten ve acıdan kurtuluş yoktur.” Bu söz, modern dönemdeki gibi ilahî-dünyevî ayrımının yapılmadığını da gösterir. Platon’dan hareketle bu bağlamın işlenmesiyle yazar, İslâm siyaset felsefesini de modern ütopyacılıktan ayırmış olur.

Dördüncü bölümde ütopyanın amacı, ideoloji ve ütopya başlıkları incelenmektedir. Yazar bu bölümde; Niçe, Marx ve Mannheim’ın görüşlerinden istifade eder. Ütopyacılık siyasî bir saikle, akıl merkezli, kent-devlet tasarımında bulunur. Mannheim için ütopya: Mevcut düzeni değiştirmek isteyenlerin toplumsal dünyayı kavrama biçimidir. Haliyle Niçe için egemenlerin idealleri, Marx içinse egemen sınıfın söylemleri gerçeklikle çatışır. Bu göstermektedir ki ütopik nesnenin hammaddesi olan gerçekliğe ütopik bilinç, siyasal amaçlar dahilinde yönelir. Bu siyasal cihet bizi, ütopya ve ideoloji arasındaki ilişkiyi sorgulamaya iter. Yazara göre ütopya ve ideolojizmin varoluşsal zemini aynıdır. Modern ütopya, ideoloji kavramının menşei, doğuşu ve mahiyetiyle evrim süreçleri ele alınmaksızın anlamlandırılamaz. İdeoloji metaforunun ontolojik ve epistemolojik dayanakları kitapta rasyonel ve öznel zihnin ürünü olarak işlenir. Siyasal bir ortamda gerçeklik kavrayışı ideolojinin bir yorumu olarak şekillendiği üzere oluşan şeye toplumsal gerçeklik denir. Ve bu gerçeklik, ütopyanın nesnesini oluşturur. Nitekim ütopyacılığın miladı olan Thomas Moore’un eseri, o dönem İngiltere’sinin zımnen bir kritiği hükmündedir. Beşinci bölümde ise modern dünyanın gerçekliği ve ütopya tartışılır. Yine Mannheim’dan hareketle ideoloji, mevcut gerçekliğe dair hâkim söylem, ütopya ise bunu aşma cehdi gösteren aşkın bir eğilim olarak vasıflandırılır. Mevcut gerçeklik algılamasının kök ideolojisi modernliktir. Modern dünyanın belli başlı vasıfları Thomas Moore’un ütopyasında şu başlıklar dâhilinde gözlemlenebilir: Akla güven vardır (bu akıl, öznel bir akıldır), esas olan Hristiyanlık değil dinî hoşgörüdür, nüfus kontrolü mevcuttur, şehirlerde standart bir düzen hâkimdir, gün programlanmıştır ayrıntılı biçimde belirlenmiştir, insan gelecekte değil bu dünyada mutlu olmalıdır, dinî metinlerdeki klasik cennet tasvirine kayıtsızdır, Orta Çağ’ın belirgin niteliği savaşçılığa karşıdır, uhrevî bir mutluluk değil dünyevî bir mutluluk esas alınır. Thomas Moore’un eserinin muhtevası göstermektedir ki Moore, burjuvazinin sözlülüğüne soyunmuş olup feodalizme itiraz üretmiştir: Modern dünyanın hâkim başlıkları bireyselleşme, liberalleşme, Protestanlaşma ve kapitalistleşme eğilimleri birer arketip olarak metne sinmiştir. Bu durumda ütopya, işlev olarak hâkim ideolojiyi tenkit eder ve yeni bir ideolojik görüşün hedeflerini sıralar. Yazar, Jameson’dan istifade ederek ütopyacılığın bu işlevlerini destekler. Tekrar Mannheim’a dönecek olursak ütopya, toplumu değiştirme potansiyeli olan metinler olarak takdim edilir. Ve bu durum, Rönesans’ın sunî bir doğa üretme hedefinden bağımsız düşünülemez. Sonuç olarak modern dünyada ütopik metinlerin ideolojiyle mündemiç olduğu, statik olanı aşma ve reddetme arzusunu ideolojik bir amaç dâhilinde taşıdığı söylenmektedir.

İyi Geceler Bay Tom (Michelle Magorian) Kitap Sınavı Yazılı Soruları ve Cevap Anahtarı

Kitabın Adı: İyi Geceler Bay Tom Kitabın Yazarı: Michelle Magorian Kitap Sınavı Soruları ve Cevap Anahtarı 1. Will'in kollarındaki morlu...