29 Aralık 2019 Pazar

Hasret (Canan Tan) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Hasret

Kitabın Yazarı : Canan Tan

Kitap Hakkında Bilgi :

Gittin...
Bir yemin kaldı aramızda
Yarısı senin
Yarısı benim...

Hasret, izleri Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet öncesi döneme uzanan, gerçek yaşamdan alınmış kırık bir aşkın ve ömür boyu süren hasretin öyküsü.

Müslüman bir bey oğluyla bir Rum kızının tüm engellere rağmen filizlenen sevdası, önüne çıkan ne varsa yakıp yıkacak güçte bir kora dönüşür. Ancak ayrılık kaçınılmazdır.

Lozan Antlaşması'nın öncesinde imzalanan Mübadele Sözleşmesi, bir buçuk milyona yakın insanı yerlerinden yurtlarından ederken, geride parçalanmış hayatlar, boynu bükük aşklar ve nesiller boyu sürecek hasret hikâyeleri bırakacaktır.

Tıpkı Tacettin'le Patricia'nın hikâyesi gibi...

Kitabın Özeti :

Tacettin 10 çocuklu bir aşiret ailesinin çocuklarından sadece bir tanesidir. Ailenin en küçük çocuğudur. Aynı zamanda ailede bekar kalan tek çocuktur. Liseyi bitirmiş ve devlet dairesinde çalışmaya başlamıştır. Boş zamanlarında ise iki yakın arkadaşı olan Aris ve Artin ile zaman geçirir.

Hikaye Kırşehir’in Keskin kasabasında geçer. Kasabanın özelliği Müslümanlar ile gayrimüslimler olan Rum ve Ermenilerin bir arada yaşamasıdır. Tacettin karşısına çıkan Rum güzeli Patricia’ya aşık olur. Onlarınki bir anlamda yasak aşktır. Çünkü bir müslüman ile bir gayrimüslimin bir araya gelmesi mümkün değildir. Tacettin derdini ilk olarak arkadaşları ile paylaşır. Daha sonra da cesaretini toplayıp ailesi ile paylaşır. Sonuç değişmez ve aile bu ilişkiye kesinlikle izin vermez. Tacettin aşkında vazgeçmez ve üstüne bir de Ali adında bir çocukları olur.

Tacettin ile Patricia’yı kimse ayıramaz. Fakat bir süre sonra Lazon anlaşması ile Rumlar göç etmek zorunda kalır. Patricia’da oğlu Ali'yi de alarak Yunanistan’a gitmek zorunda kalır. Tacettin aşkının ve oğlunun hasreti ile hayata tamamen küser.

Patricia ve oğlu Yunanistan’da fırıncılık yapan bir Türk’e sığınır. Bir süre sonra Türk aile de Türkiye’ye göçe zorlanır. Aile fırını Patricia’ya bırakır. Patricia Türk kimliğinin daha fazla zorluk çıkartmaması için oğlunun adını değiştirir ve Türk olduğunu oğlundan gizler.

Tacettin de hayatına devam etmek zorunda kalır. Görücü usulü olarak İhsan Bey'in kızı ile evlendirilir. Fakat kalbinden Patricia’yı bir türlü çıkartamaz.

Tacettin’i aşkından ve oğlundan ayıran savaş yıllar sonra onların tekrardan bir araya gelmesine vesile olur. İkinci Dünya Savaşı ile Patricia’nın oğlu savaşa katılır ve yaralanır. Hastane odasını paylaştığı kişi ise Tacettin’in eski arkadaşı olan Aris’dir. Aris, Tacettin’in oğlunu hemen tanır çünkü babasına çok benzemektedir. Ona tüm gerçekleri anlatır. İlk olarak kabullenemez fakat annesi Patricia’nın da doğrulaması ile babasını bulmak için yola koyulur.

Hasret (Canan Tan) Kitap Sınavı Yazılı Test Soruları ve Cevap Anahtarı için tıklayınız...

Hasret (Canan Tan) Kitap Sınavı Yazılı Test Soruları ve Cevap Anahtarı


1. Tacettin, Patricia'ya nerde aşık olmuştur? 

A) Kumarhane
B) Taverhane
C) Bakkal
D) Fırın

2. Omorfia’nın eşi kimdir?

A) David
B) Daniel
C) Dimitri
D) Dornika

3. Aşağıdakilerden hangisi Tacettin'in akrabası değildir? 

A) Ümüş Hatun
B) Fatiş Hatun
C) Hacı Ali Bey
D) Hacı Ahmet Bey

4. Tacettin ve Patricia’nın çocuğunun ismi nedir? 

A) Ahmet
B) Ali
C) Abdullah
D) Alattin

5. Patricia’nın gidişinden sonra Tacettin neye bakıp üzülüyor, hasret gideriyordu?

A) Ali'nin oyuncağı
B) Patricia'nın bir tutam saçı
C) Ailecek çekilmiş bir fotoğraf
D) Ali'nin elbisesi

6. Omorfia gittiği topraklarda ne işletiyordu? 

A) Bakkal
B) Taverhane
C) Fırın
D) Tuhafiye

7. Tacettin kim ile evlenmiştir? 

A) İlhan Bey'in kızıyla
B) İrsan Bey'in kızıyla
C) İcran Bey'in kızıyla
D) İhsan Bey 'in kızıyla

8. Tacettin ve Behire’nin çocuklarının ismi hangileridir? 

A) Doğan, Beyhan
B) Derya, Buse
C) Damla, Buğra
D) Doğan, Ayşe

9. Ali‘ye babasının yaşadığını söyleyen kişi kimdir?

A) Ares
B) Aris
C) Addison
D) Adie

10. Patricia, Tacettin‘e Ali aracılığıyla ne göndermiştir? 

A) Mektup
B) Fotoğraf
C) Yiyecek
D) Kıyafet

Cevap Anahtarı :

1-B      2-C      3-D      4-B      5-C
6-C      7-D      8-A      9-B     10-B

Hasret (Canan Tan) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili için tıklayınız...

Ölüme Fısıldayan Adam (Büşra Yılmaz) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Ölüme Fısıldayan Adam

Kitabın Yazarı : Büşra Yılmaz

Kitap Hakkında Bilgi :

"Yanmış kibrit çöplerini âdeti olduğu gibi mumların altına koyup üzerlerine erimiş mum döktü.

Sanki yanan kibrit çöpleri bizdik, mum dipleri de mezarımız... Kibrit çöpü mezarlığı, bizim gibi kırık ve kaybedenler için ne güzel bir benzetmeydi... Yana yana yaşa, yanarak öl ve öldükten sonra da yanmaya devam et. Yanmak tüm varoluşunu tanımlıyormuş gibi..."

Geçmişindeki acıların küllerinden doğmuş, zeki bir dolandırıcı...
Arı kovanına giren kelebek.
Yaşamadığı için ölmeyi bile beceremeyen, hayata küskün bir kız...
Sudan korkan balık.
Tanrı'nın birbirlerinde çare bulmaları için bir araya getirdiği iki kişi.
Peki ya, bir gün ömrü olan bir kelebek yarına aşık olursa ne olacak?

İnternet üzerinden yazdığı eserle ünlenen Büşra Yılmaz, sıkıntılı günlerde birleşen iki ayrı hayatın geçirdiği olayları anlatmaktadır. 

Kitabın Özeti :

Kitabın ana iki karakteri Yosun ve Özgür’dür. Yosun, küçük, kırılgan ve hayattaki zorluklardan bıkmıştır. Artık ölümü beklemekte olduğu ve bunun için planlar yapmakta olduğu bir sırada kaderini değiştirecek olan zil çalar. İçeriye dağınık saçlı çocuk Özgür girer. İyi işlerle uğraşmayan ve kaçış için gelen çocuğa Yosun yardım eder.

İki hayattan bıkmış insan bir evde birleşir. Zaman aktıkça birbirlerine bağlanmaya ve daha uyumlu olmaya başlarlar. Ancak bununla birlikte Özgür’ün ne hissettiği konusunda şüpheleri bulunmaktadır. Yosun onun için hala küçük bir kızdır. Yosun ise Özgür ile yaşama isteği ile dolan küçük kalbini doyuruyordu.

İlişkilerinde Özgür emir veren Yosun ise emir alan bir roldeydi. Özgür’ün de çok kolay bir hayatı olmamıştır. Geçmişte yaşadığı ilişkilerden de yıpranmıştır. Özellikle Pınar ile yaşadıklarını unutamaz bir türlü. Bir taraftan da artık toplanmak, toparlanmak ve intikam almak ister.

Yosun ile hem çok zıt hem de hep beraberlerdi. Birbirlerine çekiliyorlardı her yaşadıkları olayda. Belli bir zaman geçtikten sonra Yosun yine ölmeyi ister ancak yine Özgür engel olur. Sevdiği bir kadını daha kaybetmeye gücü yoktur belki de. Bundan sonra ikisi de birbirlerine  ölmemek konusunda söz verirler. Ancak bu söz de uçup gider.

Bir Ölünün Defteri (Halit Ziya Uşaklıgil) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Bir Ölünün Defteri

Kitabın Yazarı : Halit Ziya Uşaklıgil

Kitap Hakkında Bilgi :

Halid Ziya Uşaklıgil'in İzmir dönemi romanlarından olan Bir Ölünün Defteri, aynı zamanda Servet-i Fünun dönemi romanını müjdeleyen bir örnek olması bakımından önem taşımaktadır.

Romanda iki erkek ve bir genç kız arasındaki aşk ilişkisi ve bu durumun yarattığı trajik durum söz konusu edilmiştir.

Kitabın Özeti :

Hüsam'ın karısı ve İsmet ile Fuad adında iki oğlu vardır. Yağmurlu bir gecede Hüsam, karısı ve çocukları ile evde otururlarken yaşlı bir adam eve gelir. Yaşlı adam Hüsam’ın kendisiyle birlikte gelmesini ister. Hüsam’ı en yakın arkadaşı Vecdi’nin yanına götürür. O gece Vecdi hayata gözlerini yumar. Hüsam’a kara bir defter bırakır. Bu, Vecdi’nin çocukluktan ölümüne kadar olan hayatını yazdığı günlük niteliğinde bir defterdir. Hüsam gefteri okumaya başlar…

Vecdi ile Hüsam çocukken bir yatılı okulda kader arkadaşı olurlar. Vecdi’nin bir de halası ve halasının kendi yaşlarında Nigar adında bir kızı vardır. İleriki yıllarda hem Vecdi hem de Hüsam, Nigar’a aşık olurlar. Fakat Nigar, Vecdi’yi bir
kardeş gibi gördüğü için kalbi Hüsam’a vurulur.

Vecdi, Hüsam’a olan ve çocukluk yıllarından gelen samimi arkadaşlıktan soğur. Çünkü Hüsam artık Vecdi’yi anlamamaktadır ve Vecdi'ye fazla ilgi göstermez olmuştur. Kendisini onlardan uzaklaştırmak ister. O sırada cereyan etmekte olan Balkan Savaşlarına gönüllü doktor olarak gider ve orada sol kolunu kaybeder. En sonunda İstanbul’a tekrar döner ama kalbinde hala o aşk acısı vardır. Birgün kolu yüzünden kaptığı bir rahatsızlıktan dolayı kendisini yatakta bulur. Yağmurlu bir gecedir ve Hüsam’ı yanına çağırttırır.

O gece Vecdi, Nigar’ın aşkını kalbine gömerek hayata gözlerini kapar. Hüsam ise Vecdi’nin kendisi için ne kadar fedakarlıklarda bulunduğunun farkına o gece bir ölünün, Vecdi’nin defterini okuyarak varır…

Piraye (Canan Tan) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Piraye

Kitabın Yazarı : Canan Tan

Kitap Hakkında Bilgi :

Okudukça, dizelerin anısına dalıp kendimden geçtikçe, tehlikeli bir biçimde özdeşleşiyordum Piraye'yle.
Tiyatro sahnemde, bundan sonraki rolüm belliydi artık. Nâzım Hikmet'in Piraye'si rolünü oynamak...
Peki bana eşlik edecek oyuncu kim olacaktı?
Bunu düşünmek bile anlamsızdı; karşımda Sazım vardı ya...
Şiir Yüzlü Piraye... kendi yazdığı senaryolarda yaşıyor.
... Kim olursa olsun; evleneceğim insan, benim varlığımı yok sayarak bir başkasıyla beraberlik yaşayacak ve ben buna seryirci kalacağım ha...
Yazgıymış! İnanmıyorum yazgıya falan... Onu yaratan da, şekillendiren de bizleriz. Benim yazgım kendi çizeceğim yoldur! O yolda beraber yürümeyi kabullendiğim insanı da kimseyle paylaşamam ben...
Yazgıya bile kafa tutacak kadar yürekli... Özgürlüğe âşık!
Ancak, başkaları tarafından yerinden oynatılan kilometre taşlarının, gene başkalarınca gelişigüzel dizilmesiyle önüne serilen yolda yürümeye mecbur bırakılınca... İşler değişiyor.
... Hiç hayıflanma, o şiirsellikten uzak düştün diye. Gözlerini aç ve o günlerde göremediğin gerçeği gör artık...
Nâzım da o sevda yüklü dizelerini eliyle bir kenara itip, daha sıcak bulduğu kollara koşmamış mıydı?
Haşim'in yaptığı, onunkinden çok mu farklı?
... Kendince tanrılaştırdığın, tapınmaktan gurur duyduğun putların, gerçekte basit birer taş parçası olduğunu ne zaman kavrayacaksın?
Ama. gönlün gerilerde bir noktaya takılı kaldıysa eğer, sevinebileceğin bir gerçeklik duruyor orada.
İşte şimdi, Nâzım'm kızıl saçlı Piraye 'siyle tam olarak özdeşleştin.
Kutlu olsun.
Fırtına gibi bir yaşam öyküsünün başoyuncusu oluveriyor Piraye...

Kitabın Özeti :

Piraye’nin ismini Nazım Hikmet’in eşi Hatice Piraye’den esinlenen babası koymuştur. Piraye hiçbir zaman kendi istekleriyle hareket edememiştir. Her zaman etrafındaki kişilerin istediklerini yapmıştır. Üniversite tercihi yaparken de babasının isteğini yerine getirmiş Marmara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesini yazmıştır. Babasının tek hayali, kızının onunla birlikte muayenehanesinde diş doktoru olmasıdır.

Piraye aslında edebiyata ilgiliydi. Ablasının genç yaşta okulu bırakıp evlenmesinden dolayı bütün beklentiler Piraye’nin üzerindedir. Piraye’yi okulun ilk günü babası bırakmıştır. Çünkü babası da o üniversiteden mezundur.
Piraye’nin ilk karşılaştığı kişi kolejden arkadaşı Esin’dir. Aslında üniversite yıllarında hep birlikte dolaşacağı kişidir. Okulun ilk yılı derslerle geçer. Esin biraz uçarı, aşk ilişkilerine önem veren bir kızdır. Esin sayesinde Arif’le tanışır. Piraye, edebiyata düşkün olan Arif ile birbirlerine şiir vermeye başlarlar. Piraye ona bağlanmaktan korkmaktadır. Arif'in onu sahiplenmesinden rahatsızlık duyar ve arayı soğutur.

Bölümlerindeki Ömer adında çok aktif bir genç vardır. Bütün partiler, eğlenceler ve geziler ondan sorulmaktadır. Ömer, Piraye’ye âşıktır fakat ona söylemeye korkar. Çünkü Piraye’nin Arif’ten niçin ayrıldığını çok iyi bilmektedir. Ömer, Piraye’yi bir kızla kıskandırmaya çalışır, farklı yollar dener fakat Piraye bunların hiç birine aldırmaz. Yazın gelmesiyle, Piraye ailesiyle birlikte Çınarcık’taki yaz köşküne gider. Bir gün Piraye’nin sınıf arkadaşı Ömer, Piraye’yi görmeye Çınarcık’a gelir. Birlikte güzel vakit geçirirler. Annesi ve ablası Ömer’i Piraye’ye çok yakıştırsalar da Piraye onu yalnızca arkadaşı olarak görmektedir. Ömer en sonunda Piraye’ye olan duygularını açar. Ama Piraye ona hayır cevabını verir. Piraye birisine bağlanıp hayatının ablasınınki gibi olmasını istememektedir.

Piraye bir gün hiç ummadığı bir anda Mikrobiyoloji dersi asistanı, sınıftaki çoğu kızın ilgisini çeken Nevzat’tan bir evlilik teklifi alır. Ancak onu da reddeder.

Bu durumdan bir süre sonra üçüncü sınıfın ortalarına doğru, Piraye Diyarbakırlı, zengin bir aileye mensup, aynı bölümün beşinci sınıfında okumakta olan ve kendisinden yedi yaş büyük Haşim Ağa ile rastlaşır. Haşim yanında korumaları olan sürekli takım elbise giyen bir gençtir. Aslında Piraye’ye çok ters düşecek birisidir ama kader onların yollarını kesiştirmiştir.

Kısa bir süre sonra Haşim Ağa, Piraye’nin arkadaş grubu içine girer ve herşeyi birlikte yapmaya başlarlar. Aradan bir süre geçtikten sonra Haşim, Piraye’ye âşık olduğunu söyler ve sevgili olurlar. Piraye birisine bağlanmaktan korkarken, en ters karakter olarak gördüğü Haşim’e bağlanır. Artık bir yere giderken dahi önceden Haşim’e bildirip ondan izin aldıktan sonra gitmektedir. Piraye, Haşim’e ummadığı derecede bağlanmıştır. Onun her dediğini yapmaktadır. Artık hayatı o olmuştur.

Ardından aileler tanışır ve nişanlanırlar. Okul bittikten sonra düğün yapılır ve Diyarbakır’da Haşim’in ailesiyle birlikte konakta yaşamaya başlarlar. Planları orada bir süre kalıp istedikleri bir şehirde ayrı eve çıkmaktır. Ama bu gerçekleşmez. Piraye, Haşim’e bir yıl boyunca çocuğumuz olmayacak diye şart koşar. Haşim orda bir muayenehane açar fakat Piraye çalışmayacaktır. Önceleri sorun olmaz ama daha sonra evde oturmaktan sıkılır.

Ardından Haşim’in sekreteri olur. Birgün bir adam karısını getirir muayenehaneye fakat Haşim’in bakmasını istemez. Bunun üzerine Piraye ilgilenir. Haşim Ağa’ya dokunur ve aşağılar Piraye’yi. Ona rağmen susar Piraye. sonra o adam annesini de getirir. Ona da bakar Piraye. Birgün Hâşim’in dışarıda işi olduğunda o adam muayenehaneye gelir ve Piraye onla ilgilenir. Haşim elinde bir buket gülle muayenehaneye geldiğinde bu durumu görür ve sinirlenir.
Adam gittikten sonra Haşim, Piraye ile kavga eder. Haşim Ağa’nın karısı erkeklerin ağzına düşüyor dedirtmem ben der.

Piraye, Diyarbakır’dan gitmek ister ama bunu babasına yapamaz. Artık Haşim ile arası soğuktur ve onun karısı gibi davranmaz. Haşim yaptıklarından pişmandır ve artık her şeyi Piraye’nin istediği gibi yapar. Bir süre geçtikten sonra barışırlar ve Piraye çocuk yapmak ister. Doktora gider ama doktor umutlu konuşmaz hamile kalamazsın der. Sonunda Piraye hamile kalır. Piraye’nin hamileliği devam ederken, ayrı eve çıkarlar. Bebek kız olur ve ismini Dicle koyarlar. Artukoğlu ailesi hayal kırıklığına uğrar ve erkek çocuk için ısrar ederler. Dicle ile gerçekleştirdiği bir yaz tatili dönüşü, Piraye erkek çocuk doğurmaya karar verir. Hâşim’in ailesi ise ondan bir erkek torun beklemektedir.

Bir gün babasının yoğun bakıma alındığını duyar. Piraye İstanbul’a gider ve orda kontrole girer. Doktor bundan sonra doğuramayacağını Piraye’nin kız kısırı olduğunu söyler. Piraye, Diyarbakır’a döndüğünde doktorun söylediklerini Haşim’e anlatır. Haşim bunun önemli olmadığını kendisinin ve kızının ömür boyu yeteceğini söyler. Hâşim’in ailesi buna karşı Haşim’e bir kadın bulurlar…

Piraye, Haşim’in kuma aldığını, düğün yaptığını ve onunla köydeki evde kaldıklarını öğrenir ve boşanma kararı alır. Kuma Zühre sakat bir kız çocuk doğurur.

Piraye İstanbul’a dönmüştür. Bir akşam kasıklarında bir sancı yaşayarak doktora gider. Doktor onu tedavi eder ve kız kısırı saçmalığının olmadığını söyler. O günden sonra Piraye, yalnızca eşyalarını toplamak için Diyarbakır’a döner. Diyarbakır’a döndüklerinde, Haşim onları yemeğe çıkarır ve birlikte tatile gitmeye karar verirler. İskenderun’da geçirdikleri tatilde Piraye, Haşim’le birlikte olur.

Piraye babasının ölüm haberini alır almaz İstanbul’a kesin dönüş yapar. Tüm olanlardan sonra Piraye babasının hatırasını yaşatmak için, onun muayenehanesinde çalışır. Aylar sonra Haşim, Piraye’siz yapamayacağını anlatmaya İstanbul’a gelir ve Piraye’nin ondan bir erkek bebeğe hamile olduğunu öğrenir. Ne kadar yalvarsa da Piraye’yi yeniden beraberliğe ikna edemez. Piraye bir gün Haşim’in ölüm haberini alır. Piraye bu haberle perişan olur ve oğlunun doğmasını sabırsızlıkla beklemektedir.

Piraye (Canan Tan) Kitap Sınavı Yazılı Test Soruları ve Cevap Anahtarı için tıklayınız...

27 Aralık 2019 Cuma

Deliliğe Övgü (Roterdamlı Desiderius Erasmus) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Deliliğe Övgü

Kitabın Yazarı : Desiderius Erasmus

Kitap Hakkında Bilgi :

Delilik, çoğumuzun aklında sürekli dönüp duran sorgulayıcı bir kavramdır. Hangimiz zaman zaman bir deli olduğumuzu düşünmemişizdir ki yahut bir deli ile birlikte olduğumuzu? Delilik dediğimiz şey tüm duyguları zirvede yaşamak mıdır yoksa zirveden aklı başında insanlığa bakmak mıdır; bunu sorgulamak gerekir. İşte çağlar öncesinden Erasmus, günümüz insanının sorgulayacağı bu kavramın ipine sarılmış. Erasmus (1469-1536), Rönesans hümanizminin en büyük temsilcilerindendir.

İlk olarak 1511’de yayımlanan Deliliğe Övgü, güncelliğini zamanımıza değin koruyabilmiş başyapıtıdır. Erasmus, dostu Thomas More’u eğlendirmek için bir yolculuk sırasında yazdığını söylediği Deliliğe Övgü’de şu soruyu sorar: İnsanoğlunun tüm zincirlerinden kurtulmasını ve salt özgürlüğe ulaşmasını sağlayan delilik değil midir? Gülmece bu çerçevede gelişir ve söz kendisini övmesi için deliliğe bırakır. Delilik, yaratıcısının savunduğu her şeyi eleştirerek gençliği, hayattan zevk ve neşe almayı, baş döndüren cinselliği över. Çocuklukta, yaşlılıkta, dostlukta, aşkta ve evlilikte, savaşta ve barışta, kendisinin insanlara nasıl egemen olduğunu ve onları nasıl mutlu kıldığını gösterir. Deliliğe Övgü, yazılışından günümüze, felsefe ile gülmecenin birleştiği en yetkin eserlerden biri olma özelliğini sürekli koruyabilmiş bir kitaptır.

Desiderius Erasmus (1469-1536): Yeni Ahit'in ilk editörü, ilahiyat edebiyatının önde gelenlerinden ve Kuzey Avrupa Rönesansı'nın en önemli hümanistlerinden olan Erasmus, filolojik yöntemleri kullanarak tarihsel-eleştirel geçmiş araştırmalarının temelini attı. Eğitim alanındaki yazıları klasiklere eski dini müfredat yerine hümanist bir bakış açısıyla yönelinmesine katkıda bulundu. Kilisenin gücünün kötüye kullanılmasını eleştirirken yükselen reform taleplerini teşvik etti. Bu tutumu hem Protestan Reformu'nda hem de Katolik Karşı Reformu'nda ses buldu. Luther'in doktrinini ve papalığın sahip olduğunu iddia ettiği güçleri reddeden bağımsız duruşu nedeniyle her iki tarafın hedefi haline geldi. İngiltere'ye giderken tasarladığı ve Thomas More'un evinde yazdığı Deliliğe Övgü ile dönemin entelektüellerini eleştirdi, öğretmenler, papazlar, ilahiyatçılar, filozoflar, tüccarlar, avukatlar, hükümdarlar, azizler ve kendini zeki sayan herkesi alaycı bir dille yerdi.

Kitabın Özeti :

Rönesans'la birlikte ortaya çıkan Hümanist akımın öncülerinden ve en büyük temsilcilerinden Roterdamlı Erasmus, Deliliğe Övgü'yü 1509'da kaleme almıştır. Bu başyapıtta yaşadığı dönemin portresini çizen Erasmus, çağının tabu sayılan birçok konusuna da eleştiriler getirmiştir. Yazıldığı tarihten bu yana, asırlar geçmesine karşın hâlâ okunuyor olmasıysa, yazarın ele aldığı sorunların birçoğunun günümüzde de aynen devam etmesine bağlanır.

Küçüklüğümüzü hatırlayalım biraz. Top oynadığımız sokaklara geri dönelim bir an için de olsa. Neler hatırlıyoruz o sokaklar hakkında? Kimler gelirdi, kimler geçerdi o sokaklardan? Düşünelim biraz' Bizim mahalleden ayı oynatıcıları, değişik ilahiler söyleyen dilenciler, sabahın kör saatlerinde yollara düşmüş simitçiler, eskiciler, bakkallara sıcak ekmek yetiştirmeye çalışan sokakları delen gürültülü arabalarıyla fırıncılar geçerdi. Bir de delileri vardı bizim mahallenin. Günün her saatinde karşımıza çıkabilirlerdi, her an sokağın bir köşesinden belirme ihtimalleri vardı. Hatırlıyorum da kimileri geçerken tüm sokak derin bir sessizliğe bürünürdü; değişik bakışları, sesleri, halleri korkuturdu insanları. Kimileri geçerken ise tüm mahalleyi bir gülme alırdı. Herkesin suratına bir sırıtma otururdu. Ev işlerini yapan kadınlar, her şeylerini bırakıp pencerelere koşar, onların geçişlerini bir merasim gibi seyrettikten sonra tekrar işlerine dönerlerdi. Ama bir tanesi vardı ki onu hiç unutmam. O sokağın başından göründüğü zaman herkes kendine çeki düzen verip biraz toparlanırdı. Başımıza iş açar korkusu değildi bu toparlanmanın sebebi. Herkes iyi bilirdi ki, o deli kimseye zarar vermezdi. Bir köşede durur, tüm mahalleliye iyisiyle kötüsüyle yaptıklarını haykırıp yoluna devam ederdi. Mahalleli kendine çeki düzen verirdi; çünkü o delinin söylediği her şey doğru olurdu her zaman, içlerinde bir yalan bulunmazdı. O yüzden herkes, bir sırrının ortaya çıkmasından korktuğu için bu deliye karşı, korkuyla karışık bir saygı beslerdi.

Roterdamlı Erasmus'un Deliliğe Övgü'sünü okurken sürekli yukarıda anlattığım deli geldi aklıma. Onun delisi, hatta deliliğin ta kendisi 'Moria' da tıpkı bizim mahalleninki gibi, şehrin ortasında bir kürsüye çıkıyor ve kendini tanıttıktan sonra herkesin suratına doğruları bir bir vurmaya başlıyor. Erasmus, bu başyapıtın adını 'Deliliğe Övgü' koymuş; çünkü Moria, yani Delilik kürsüye çıktığı andan itibaren kendini dinleyenler karşısında yüceltmeye başlıyor. Ne giydiği komik kıyafetler ne de insanların onun yüzüne gülümsemeleri umrundadır. Hatta o insanların yüzlerindeki gülümsemeyi bile kendi 'tanrısal tesirlerine' bağlayarak bundan pay çıkarıyor. Kendini, dinleyenlere anlatırken öyle büyük laflar söylüyor ki, 'Bunları ancak bir deli söyler' dedirtiyor okuyana da. Hayat ışığının kendi olduğundan, dünyadaki tüm iyi şeylerin onun sayesinde gerçekleştiğinden, insanlığın ona muhtaç olduğundan bahsediyor. Bunları anlatırken yandaşlarından, insanlığa hizmetindeki yardımcılarından da bahsetmeyi unutmuyor. Yandaşlarını da 'cariyelerim' olarak tanıtıyor onu dinleyen kalabalığa: Özsaygı, Yüze Gülme, Unutma, Tembellik, Şehvet, Bunaklık, Zevku Sefa, Eski Yunan'daki içki alemlerinin unutulmaz karakteri Komos ve rüyalar tanrısı Morpheus onun bu, insanlığa hizmetindeki vazgeçemediği yardımcılarıdır. Cariyelerinden de kendisi gibi gurur duyuyordur Delilik ve bunu da yine ona has, bir cümleyle duyuruyor kalabalığa. 'Bu sadık hizmetkârlarımın yardımıyladır ki ben evrende ne varsa hepsini devletime tâbi kılar, dünyayı idare edenleri idare ederim.'

Bu nasıl deli?
Kürsüdeki Delilik, kendini tanıtmayı bitirdikten sonra insanlığa sunduğu nimetleri birer birer anlatmaya başlıyor. İlk olarak diline doladığı, özür dilerim, kendi özünden bir parça ikramda bulunduğu insanlar olarak ise çağın bilgelerini gösteriyor. Deliliği ve bilgeliği aynı çizgide gördüğünü söylediği tüm sözlerden anlayabiliyoruz. Bu bilgeler için büyük bir övgü; çünkü onları kendi 'yüksek' seviyesinde gördüğünü herkese duyuruyor; ama bir yandan o kadar iğneleyici cümleler kuruyor ki insanın kafası karışıyor. İlk olarak bir iki güzel sözle gönüllerini alıp ağızlarına bal çalıyor, sonrasında dönemine göre düşünüldüğünde çok ağır eleştiriliyor yöneltiyor. Tam 'Bu deli bizimle dalga mı geçiyor?', 'Ne yapmaya çalışıyor şimdi bu?' dediğimiz noktada ise sahnenin arkasından ona sufle veren Roterdamlı Erasmus canlanıveriyor gözümüzün önünde. Kürsüdeki Delilik'in böylesine ironik bir üslupla halka seslenmesi, en ağır eleştirileri yaparken bile o çok iyi kullandığı mizahi dilinden ödün vermemesi Erasmus'un bunları onun kulağına fısıldamasıyla gerçekleşiyor. Zaten Delilik de bu halka seslenişinde sık sık belirtiyor Erasmus'la çok iyi bir dostluklarının olduğunu. İşte, 1509 yılında Erasmus tarafından sadece birkaç günde yazılıp bugünlere kadar uzanmış olan klasik, Deliliğe Övgü bu iki iyi dostun yardımlaşmasıyla ortaya çıkmış.

Erasmus'un günümüzden çok seneler önce kaleme aldığı bu yapıt, döneminde çok ses getirmiş; çünkü o zamanın tabu olarak görülen birçok kurumuna ve meslek grubuna büyük eleştiriler yöneltilmiş kitapta. Papa, kilise, krallar, şairler, filozoflar, hukukçular ve o dönemde dokunulmaz sayılan pek çok grup Erasmus'un yönelttiği bu eleştirilerden nasibini almış. Erasmus, Deliliğe Övgü'de eleştireceği kişileri önce ironik bir üslupla toplumun gözündeki yerlerini, özelliklerini övmüş. Savaşçıların vahşi içgüdülerini, devlet adamlarının iktidar tutkularını, sanatçıların çılgınlıklarını, bilginlerin kendini beğenmişliklerini, din adamlarının da ellerinde bulundurdukları büyük gücü göklere çıkarmış. Bunların hepsinin Delilik sayesinde olduğunu, hayatın yürümesini sağlayan tüm bu grupların içinde bulunan insanların, kendinden olduğunu söylemiş. Sonrasında da eleştiri oklarını sakladığı yerden çıkarıp biraz önce övdüğü bu insanlara tek tek saplamış. Bu eleştirileri de kişisel çıkarlar veya dünyevi kaygılarla değil, tamamen çağdaşlarına 'ayna tutmak', yaşanılan dönemin bir portresini çizmek amacıyla yapmış. Bu yüzden de dönemin tabularını konu edinen yapıttaki eleştiriler, tepkiden çok Erasmus'a karşı hissedilen bir saygıya yol açmış.

Erasmus'un 'şakacı bir ifadeyle' yüzlerine vurduğu gerçekler, o dönemde eleştirdiği kurumlar ve gruplar tarafından hoşgörüyle karşılanmış. Özellikle kilise ve din adamlarına yönelttiği ağır eleştirilerin hoşgörüyle karşılanması oldukça şaşırtıyor; çünkü yapıtta en fazla konusu geçenler yine onlar. Kilisenin eleştirilere karşı takındığı sert tutum göz önüne alındığında, Erasmus'a döneminde duyulan saygı daha iyi anlaşılıyor. Kendisi de bir din adamı olan Roterdamlı Erasmus'un, çok iyi tanıdığı kurumu, yani kiliseyi tüm ayrıntılarıyla anlatması çok ilgi çekici. Bir din adamının dilinden, dönemin kilisesinin karanlıkta kalan taraflarını, tüm ayrıntılarıyla dinlemek, üstelik bunu bir delinin nutku aracılığıyla duyumsamak, yapıtı okurken ayrı bir zevk unsuruna dönüşüyor. Ayrıca, tüm anlatı boyunca metne hâkim olan bir 'karamizah' da söz konusu.

'Deliliğe' duyulan ihtiyaç
Ahmet Cemal, Deliliğe Övgü'den 'çağlar boyunca bağnazlığa karşı kaleme alınmış en yetkin düzeydeki başyapıtlardan biri' olarak söz ediyor. Ahmet Cemal'in bu yorumundan yola çıkarak, yapıtın bugüne kadar uzanmasının nedenini, her türlü düşünce bağnazlığına karşı yapılmış bir eleştiri olmasına bağlayabiliriz. Zaten, yapıtı okudukça da 1500'lü yılların başındaki Avrupa'da geçen konu ve sorunların eleştirisi üzerine kurulmuş olmasına karşın, bunların bugün de canlı bir şekilde yaşamın içinde varlığını sürdürdüğünü görüyoruz. Eğitimdeki sorunların, dindeki dogmaların, ellerinde bulundurdukları iktidar gücüyle istedikleri gibi at koşturan siyasetçilerin varlığını yok sayamayız. İşte bu başyapıt bize, insanlığın kendi başat sorunları üzerinde nasıl olduğu yerde saydığını gösteriyor. Ayrıca, kürsüye çıkıp tüm doğruları yüzümüze vuracak bir delinin ihtiyacını da hatırlatıyor.

Dere Tepe Ters (Italo Calvino) Kitabın Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Dere Tepe Ters

Kitabın Yazarı : Italo Calvino

Kitap Hakkında Bilgi :

Tepe Ters, 20. yüzyılın en önemli yazarlarından Italo Calvino'nun çocuklar için yazdığı son masallardan biri.

Savaştan dönen ve nerenin yer nerenin gök olduğunun birbirine karıştığı ormanda kaybolan Kral Clodoveo.
Kalbi hırsla, aklı ihanetle yanıp tutuşan Kraliçe Ferdibunda. Dünyayı değiştirmek isteyen masum Prenses Verbena ve iyi niyetli orman bekçisi Mirtillo.

Kim bilir, belki de bu hangisinin dal, hangisinin kök olduğu belirsiz labirent, doğaya yansıyan kötülüğün ta kendisidir... ve bu labirentten çıkmaya yalnızca masumiyet yardım edecektir.

“Ormanın böylesine geniş, böylesine içinden çıkılmaz olduğu kalmamış aklımda,” diye homurdandı Kral. O uzaklarda olduğu sırada, bitki örtüsünün aşırı derecede büyüdüğü, arapsaçına dönüp patikaları kapladığı söylenmişti.
Yaver Amalberto yerinden sıçradı: “İşte şehir orada!”
“Nerede?”
“Dalların arasından sarayın kubbesini gördüm sanki. Ama şimdi göremiyorum…”
“İyi saatte olsunlar geldi herhalde. Kuru dallardan başka bir şey göründüğü yok.”

Kitabın İtalyanca adı ‘Orman Kök Labirent’, saraya küsmüş bir ormanı, kökleri dallarına karışmış tepetaklak ağaçları ve ilerledikçe geriye yönlendiren bir labirenti işaret eder. Yani her şey ters, aynadaki akis, madalyonun diğer yüzüdür.

Kitabın Özeti :

Kral Clodoveo, şövalye yaveri Amalberto ve ordusuyla savaştan dönmektedir. Kral Clodoveo savaştan dönen ordusunun başında atını sürer, imparatorluğun başşehri Kökkafes’e doğru yol alır. Oysa kent bir türlü görünmez. İçine daldıkları ormanın sık ağaçları yolları kapamıştır. Kral'ın kendi şehrine ulaşmak için ormandan geçmesi gerekir. Ancak orman ülkesinden ayrıldığından beri daha da büyümüş ve geçilmez olmuştur. Kral bir türlü ormandan çıkamaz.

Diğer yandan “Kökkafes” şehrinde Kralın kızı Verbena da babasını beklemektedir. Ama hırslı ve gözü doymayan Kraliçe Ferdibunda, krala ihanet ediyor ve başkasını tahta çıkarmak için plan yapmaktadır. Ancak bu plan da şehrin çevresinde büyüyen ormanda kaybolmalarına yol açar. Kraliçe Feribunda şehri ele geçirme planları yapar. Şehrin içini kötülük, çevresini geçit vermez orman kaplamıştır.

“… Kraliçenin içine kasvet çökmeye başlamıştı bile. Tıpkı kendi ihanetinin yalan dolanı gibi etrafı karman çorman bir bitki örtüsünün kaplamaya başladığını görüyordu, sanki aklından geçirdikleri arapsaçı gibi şehri sarmaya başlamıştı.”

Kötülük, kökler ve dallar tarafından surların çevresine hapsedilmiş ve tabiatın muazzam labirenti karanlık yutan bir hapishaneye dönüşmüştü.

Kral ve kötü Kraliçe ile birlikte çok iyi kalpli bir prenses olan Prenses Verbena ise sadece babasına kavuşmayı arzu ediyor. Şehirden çıkıp babasını karşılamak ister.

“Ah kuş, seninle uçup bu kafesin dışına çıkabilseydim…” diye iç geçirdi Verbena.”

Prenses Verbena, şehirdeki dut ağacının etrafında döneyim derken, kendini dut ağacının köklerinin arasında kaybolmuş bulur. Yan tarafa geçeyim derken, ağacın altına, köklerin arasına girmiştir.

İyi niyetli orman bekçisi Mirtillo Prenses Verbena'ya âşıktır. Masaldaki bütün kişiler gibi o da ormanda kaybolur. Herkes ya birini ya da şehri aramaktadır. Ama orman da çok farklı ve ters bir ormandır. Toprağın üstünde yürüdüğünü zanneden köklerin arasındadır. Ağaçların dallarında olduğunu zanneden de yerdedir. Biri köklerin arasına giriyor ama havada duruyor. Diğeri dallara tırmanıyor ama kendini labirent gibi köklerle kaplı bir yerde buluyor.

Ormanda kaybolan bütün bu masal kahramanlarından ilk buluşan da en saf ve temiz kalpli olan Prenses Verbena ile Mirtillo oluyor. Bu ters dönmüş dünyadan kurtulmak ve diğerlerini de kurtarmak işini ise en saf kalpliler yapabilir.

“Ama başına ne geldiğini bilemediğinden, "Madem dalların üstünde olduğunu söylüyorsun, o halde nasıl oluyor da aşağıda duruyorsun?" demekle yetindi.
Verbena, Mirtillo'yu bir kuyuya düşmüş gibi görüyordu... Ama kuyunun dibinde gökyüzü vardı.

"Peki, sen aşağı inerken nasıl oldu da bu kadar yükseklere çıktın, halbuki ben tırmanıp durmuştum.”

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...