31 Ağustos 2019 Cumartesi

Halkın Bilim Tarihi (Clifford D. Conner) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Halkın Bilim Tarihi

Kitabın Yazarı : Clifford D. Conner

Kitap Hakkında Bilgi :

"Cliff Conner'ın Halkın Bilim Tarihi, bilim tarihine fikir tazeleyen, keyifli, yeni bir bakış sunuyor. Böyle bir eserle daha önce hiç karşılaşmadım; bu kitap tarihe seçkinci önyargılardan arınmış bir bakış açısıyla yaklaşıyor ve yaratıcı bir üslupla sıradan insanların, çalışan insanların bilimin gelişiminde oynadığı rolü anlatıyor. Yeni tarihsel verileri, bizleri şaşırtarak, gelenekselliğin saraylarında bir heyecan dalgası yaratarak sunuyor." Howard Zinn Hepimiz Okul Kitaplarından öğrendiğimiz bilim tarihine aşinayız: Galileo'nun dünyanın evrenin merkezi olmadığını kanıtlamak için teleskopu nasıl kullandığını. Newton'un ağaçtan düşen elma sayesinde yer çekiminini nasıl keşfettiğini, Einstein'ın basit bir denklemle zaman ve uzamın gizemlerini nasıl çözdüğünü biliyoruz. Bu geleneksel cesaret öyküsü, Büyük Fikirleri olan birkaç Büyük Adamı tüm insanlığın karşısında öne çıkarır ve bilimi tamamıyla bunlara borçlu olduğumuzu salıklar. Oysa Bilim her zaman kolektif bir çabanın ürünü olmuştur. Halkın Bilim Tarihinde ise dikkatler, sonunda, avcı-top-layıcılara, köylü çiftçilere, denizcilere, madencilere, demircilere, halk şifacılarına ve günlük yaşam mücadelesinde var olma çabası içerisinde sürekli doğa ile yüzleşen sıradan insanlara yönelmiştir. Tıp bilimi, okuryazar olmayan antik çağ insanının bitkilerin iyileştirici özelliklerini keşfetmesiyle başlamıştır. Kimya ve metalürji antik çağlarda yaşamış madencilerin, demircilerin ve çömlekçilerin çalışmalarıyla ortaya çıkmış; jeoloji ve arkeoloji de yine madenlerde doğmuştur. Matematik varoluşunu ve, büyük ölçüde, gelişimini binlerce yıl boyunca arazi etütçülerine, tüccarlara, muhasebecilere ve tamircilere borçlu olmuştur. Bilimsel Devrime damgasını vuran ampirik (deneysel) yöntem de, bu yöntemin faydalandığı çok sayıdaki bilimsel veriler de Avrupalı zanaatkarların atölyelerinden doğmuştur.
(Tanıtım Bülteninden)

Kitabın Özeti :

Halkın Bilim Tarihi, bilimi, muhtemelen bir dizi bilimsel dehanın ortaya koyduğu fikirler yumağı olarak gören anlayışın ne kadar hatalı olduğunu geçmişten günümüze bilimin gelişimini anlatarak ortaya koyan bir eser. Bilim bir grup dehanın düşünsel süreçlerinin sonucu olarak değil, çiftçilerin, ebelerin, gözlükçülerin, denizcilerin, madencilerin, makinecilerin, tüccarların (vesaire) karşılaştıkları sorunlar karşısında ürettikleri pratik çözümlerin bir sonucu olarak doğmuştur. Zanaatkarları değersiz gören hatalı anlayış Yunan’da vardı ve beden gücü ile yapılan işler değersiz görülüyordu. El ile yapılan bir işten ortaya bilim çıkamazdı. Bilim ancak düşünsel süreçlerin bir ürünü olabilirdi. Kitapta bu anlayışın yanlışlığı ile ilgili onlarca örnek var.

Örneğin Yunan Mucizesi, Halkın Bilimi anlayışıyla örtüşmez; çünkü Tales ya da Pisagor – ve hepsinden üstün olan Eflatun ve Aristo – gibi, bireysel dehaları yüceltir ve bilimin oluşturulmasındaki tüm saygınlığı onlara atfeder. Yunan mucizesi gerçekçi bir yaklaşım değildir. Aristo gibi önemli bir otorite de “matematiksel bilim dalları Mısır’ da bulunmuştur.” demişti. Eflatun, sadece “aritmetik ve hesaplama ve geometri ve astronominin” icadını değil, ayrıca “harf kullanımının” keşfedilmesini de Mısırlıların bilgeliğine mal etmişti. Ya politika?

Belki Yunan kültüründeki politik düşüncenin en iyi örneği Eflatun’un Devlet’idir. MÖ dördüncü yüzyılın sonlarında yaşamış olan düşünür Krantor şöyle yazmıştı: “Çağdaşları Eflatun’la devleti onun icat etmediğini, Mısırlı kurumlardan kopya çektiğini söyleyerek alay ediyorlardı.

Halktan doğan bilim zamanla akademi tarafından sahiplenilmiştir ve zanaatkarlar yok sayılmışlardır. Özellikle Rönesans sonrası. Günümüzde ise bilim ve sanayi evliliği bilime yön vermektedir. Kitapta bunun yol açtığı sorunlardan bahsediliyor. Halkın Bilim Tarihi, yani bilimi ortaya çıkaran sıradan halkın yaptıklarına bazı örnekler ve kitaptan bazı alıntılar :

Bugün hastalıklarda kullanılan ilaçların dörtte biri bitkilerden üretilmektedir; bunların çoğu “geleneksel tedaviler ve yerli insanların sahip olduğu halk bilimi üzerine yapılan çalışmalarla keşfedilmiştir. Etnobotanikçiler “etnik yerlilerin kendi doğal çevrelerindeki bitkilerle, yüzden fazla nesil boyunca deneyler yapmış olduklarını ve biyoaktif olanları tanımlamış olduklarını” belirtmektedirler. Örneğin, Samoa şifacılarının (ki çoğu kadındır) sahip oldu ğu botanik bilgi “göz alıcıdır: Tipik bir şifacı 200’den fazla bitkiyi isimleriyle tanıyabilir, 180’den fazla hastalık kategorisini bilebilir ve lOO’den fazla şifa kombinasyonu oluşturabilir.

“Avrupalı doktorlar Kızılderililerin dünyanın en karmaşık ilaç yapım bilgisine sahip olduklarını fark etmişlerdi.” Onaltıncı yüzyılda Seville’de yaşamış bir  doktor olan Nicholas Monardes onları “Hint adalarından getirdikleri, bütün şeyler ilaç yapım ve kullanım sanatına hizmet etti; onların bu getirdikleri olmasaydı bir sürü hastalığın ilacını hala bulamamış ve tedavi edemiyor olacaktık” diyerek övüyordu.

“İngiliz Hipokrat” olarak anılan onyedinciyüzyıl doktorlarından Thomas Sydenham akademik botanik bilim için şunu demiştir: “Saçmalık ! Efendim, ben Covent Garden’da yaşayan ve botanikten daha iyi anlayan bir kadın biliyorum.” “ve anatomiye gelirsek, ” diye eklemişti, “benim kasabım bile bir eklemi mükemmel bir şekilde ögelerine ayırabilir.”

Büyük tarihi öneme sahip bir kalp ilacı olan yüksükotunun keşfi onsekizinci yüzyılda yaşamış bir İngiliz doktora, William Withering’e mal edilir. Oysa Withering, 1785’de buluşlarını aktardığı yayınında, “Yüksükotuna dikkatini ilk kez çeken kişinin” bir halk şifacısı olduğunu belirtmektedir.

Matbaayı Johann Gutenberg icat etmemiştir. Matbaa Çin’de icat edilmiştir. Vücuttaki kan dolaşımını Wil liam Harvey keşfetmemiştir. Bu da, Çin’de keşfedilmiş, ya da daha doğru bir deyişle, her zaman varolduğu kabul edilmiştir. Hareketin Birinci Yasası’nı keşfeden ilk kişi lsaac Newton değildir. O da Çin’de keşfedilmiştir.

Avrupa’nın tarım devriminde Çin’den gelen kulaklı sabanlardan daha önemli herhangi başka bir unsur yoktu.

Manyetik pusula Çin’de, MÖ dördüncü yüzyıla kadar çoktan keşfedilmişti. Çinli gemicilerin bu aleti kullandığına dair belgelenmiş kanıtlar MS 1 17 yıllarına dayanırken, Avrupalıların kullanımına ilişkin karşılaştırılabilir kanıtlar bundan ancak yetmiş yıl sonrasında ortaya çıkmıştır.

Teleskobun icadı genellikle Galileo’ya mal edilse de, Galileo’nun kendisi bunun doğru olmadığını biliyordu. “Aslında biliyoruz ki, ” demişti Galileo: Teleskobu icat eden Hollandalı, basit bir gözlük yapımcısıydı ve elinde farklı türlerde cam parçaları tutarken, tesadüfen aynı anda bunların ikisinin içinden bakmıştı; biri içbükey, diğeri dışbükeydi ve herbiri gözden farklı uzaklıklarda konumlanmıştı. Bu şekilde ortaya çıkan sonucu gözlemledi ve aleti keşfetti.

Bilimsel Devrimle ilgili çoğu anlatı “büyük düşünürler” öyküsünün versiyonlarından ibaret olmayı sürdürmüştür; buna karşın bu yaklaşıma meydan okunmamış da değildir. Halkın Bilim Tarihi de bu meydan okumalardan biridir.

Bilimin! amaca hizmet uğruna nasıl zararlar verebileceği üzerine :

Eflatun, tüm barbarların doğaları itibarı ile düşman olduklarını söyledi; onlara savaş açmak, hatta onları köleleştirmek ya da köklerini kazımak gerekirdi. Aristo da, tüm barbarların doğaları itibarı ile köle olduklarını söyledi; özellikle Asyalılar; özgür olmalarına olanak tanıyan özelliklere sahip değildiler ve onlara köle muamelesi yapmak gerekirdi.

Charles Darwin, köleliğin önde gelen karşıtlarındandı; ama yine de, Afrikalıları ve Avustralyalı Aborjinleri, beyazlar ve şempanzeler arasında bir yere yerleştiren, insan ırklarının hiyerarşik olarak dizilmesi kavramına da sıcak bakıyordu. Tlıe Descent of Man (İnsanın Türeyişi) adlı kitabında, insanlar ve maymunlar arasındaki mesafeyi “bir Zenci ya da Avustralyalı ile goril arasındaki” mesafe olarak tanımlamıştı.

Evrimci doktorlar ve bilim adamları genetik olarak yetersiz olanların kısırlaştırılması gibi temel Nazi politikalarının hayata geçirilmesinde istekle yer alıyordu. 1 939 Eylül’ünde savaşın patlak vermesinden önce bile, genetik sağlığı mahkemelerindeki duruşmalara, hükmü karara bağlamak için katılan doktorlar, 400.000 kadar zihinsel özrü ve hastalı ğı olan insanın, epilepsi hastalarının ve hatta alkoliklerin kısırlaştırılmasını emrettiler. Bunun ardından, akıl hastanelerinde “aç bırakarak ölüme terk etme” gibi “merhametli ölüm” şekilleri sıradanlaştı. Ocak 1940 ve Eylül 1942 arasında 70.723 akıl hastası gaz odalarına gönderildi; bunlar “hayatları yaşamaya değmez” bulunan insanlardan oluşan listelerden ülkenin tanınmış dokuz psikiyatrist ve önde gelen otuzdokuz doktor tarafından seçiliyordu.

Dr. Ishii yaklaşık üçbin insan üzerinde “enfeksiyon şekillerini ve bir salgın oluşturmak için gerekli ölümcül bakteri miktarını belirlemek için” deneyler yaptı. “Diğer deney kurbanları balistik deneme amaçlı vuruldu, donarak ölümü araştırmak için donmaya terk edildi, elektrik verilerek öldürüldü, canlı kaynatıldı, öldürücü seviyede radyasyona maruz bırakıldı ve canlıyken bedenlerinde deneyler yapıldı.” Anestezi uygulanmadan canlı bedenler üzerinde yapılan deneylerin zalimliği hayal edilebilenin ötesindedir. Dr. Ishii’nin deneklerinin çoğu Çinli, bir kısmı da Amerikalı ve İngiliz savaş tutsaklarıydı. Ancak savaş sona erdiğinde, “Amerikan Hükümeti bu vahşeti bir sır olarak saklamayı tercih etti.” çünkü Dr. Ishii ve ekibi savaş suçlusu olarak yargılanmamak için araştırma sonuçlarını Amerikan yetkilileriyle takas etmişti.

Bilimin kaynağı olarak görülen dehaların aslında son bitmek üzere olan resme son noktayı koydukları üzerine :

Keşiflerin sık sık eş zamanlı olarak birbirlerinin peşi sıra ortaya çıkması, bilimsel fikirlerin bağımsız tarihsel faktörler olmadığını gösterir. Bunun pek çok örneği vardır; ama en iyi bilinen ikisi Newton ve Leibniz’in birbirlerinden bağımsız olarak diferansiyel ve entegrasyon hesaplamasını bulmaları, Darwin ve Wallace’ın da doğal seleksiyonla biyolojik evrimi formüle etmesidir. Bir çok keşifte olduğu gibi, bu iki olayda da; Büyük Fikir “havada asılı durmakta” ve tüm belirtileriyle zaten artık görünür hale gelmiş ve illa ki biri tarafından fark edilmeyi beklemektedir. Eğer sıra dışı bir birey bulmacanın son parçasını bulmasa, çok geçmeden bir başkası kesin bulacaktır. Bu nedenle, genel olarak Newton’un fikirlerinin göklere çıkarılması tarihin anlaşılmasına bir katkı sağlamaz; açıklama gerektiren özel bir zaman ve özel bir yerde o fikirlerin ortaya çıkmış olmasıdır.

Nasıl oldu da bu fikirler “havada asılı” hale geldiler? Newton’un yerçekimi kuramı neden, örneğin ondördüncü yüzyılda Çin’ de değil de, onyedinci yüzyılın ikinci yarısında İngiltere’de ortaya çıktı. İşte bu, Boris Hessen’ın “Newton’un Principia (İlkeler) ‘ sının Sosyal ve Ekonomik Kökleri” başlıklı ufuk açıcı makalesinde yanıtlamaya çalıştığı sorudur. Principia (İlkeler) ya da Mathematical Principles of Natura/ Philosophy (Doğa Felsefesinin Matematiksel İlkeleri)’de Newton nesnelerin yere düşmesini sağlayan kuvvetin aynı zamanda ayın ve gezegenlerin yörüngelerini de kontrol ettiğini sergilemişti. Matematik ve optik alanlarında bir dizi başka büyük yeniliğin de ona atfedilmesine karşın, dünyadaki yerçekiminin ve gökyüzündeki hareketin “Newtoncu sentezi” kesinlikle en önemli başarısıdır.

Geleneksel olarak Bacon gerçek bilginin ve doğaya “gerçek hakimiyetin ” zanaatkarların atölyelerinde bulunabileceğini fark eden ilk kişi olmasıyla takdir görür; ama o aslında bu şekilde düşünmeye başlamış ilk modern felsefecilerin sadece bir tanesiydi. Yaklaşık 1450’de, Alman filozof Cusalı Nicolas’ın yazdığı bir kitap hatiplerin bilgili olduğunu reddederek, “bilgeliğin sokaklarda ve pazar yerinde, sıradan tartma ve ölçme işlemlerinin yapıldığı yerlerde bulunabileceğini” iddia etti.

Okul Sıkıntısı (Daniel Pennac) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Okul Sıkıntısı

Kitabın Yazarı : Daniel Pennac

Kitap Hakkında Bilgi :

Daniel Pennac ismini daha çok polisiye romanlarla kendini duyurmuş bir yazardır. Okul Sıkıntısı, tembel bir öğrenci olan Daniel Pennac'ın kendi deneyimlerinden ve yaşadıklarından yola çıkarak kaleme aldığı otobiyografik bir roman. Günümüz Fransız edebiyatının en başarılı kalemlerinden biri olan Pennac, okulu, bir öğrencinin, hem de kötü bir öğrencinin bakış açısından ele alarak yeniden yorumluyor; başarısızlığın yarattığı hüsran duygusunun, "anlamamanın acısı"nın kırıklarla dolu karnelerin ve üzgün anne babaların kıskacındaki bu evreni son derece sıcak ve mizah dolu bir yaklaşımla aktarıyor. Eğitim ve okullar konusundaki yaklaşımıyla bilindik tabuları yıkan Okul Sıkıntısı, Fransa'da Renaudot Ödülü'nü kazandı.

Kitabın Özeti :

Daniel Pennah'ın Fransızcadan çevrilen eseri Okul Sıkıntısı kendi yaşam öyküsü üzerinden bir okul resmi çıkartarak yaşadığı dönemin okul koşullarını, sosyo-kültürel ve pedagojik olarak irdelerken aynı zamanda da günümüzdeki okul hayatına da bir vurgu yapmaktadır. Çünkü yazar bir dönemlerin tembel öğrencisi konumundayken daha sonra ilerleyen zamanlarda bir dönemin öğretmeni konumundadır. Değişen sosyal roller karşısında kişinin aldığı statülerin nelere etki ettiğini bu statülerin getirisinin ne olduğunu Okul Sıkıntısı isimli eserde görebilirsiniz.

Pennac Okul Sıkıntısı”na Cibuti Çöplüğü ile başlar. Bu yer ismini romanda sık sık görebilirsiniz. Pennac babasının asker olması dolayısıyla çocukluğu Afrika ve Güneydoğu Asya'daki garnizonlarda geçti. Cibuti de işte Afrika'da bir Fransız kolonisi olan 1977'de bağımsızlığına kavuşan küçük bir Afrika ülkesi. Yazar yer isimlerini belirgin bir biçimde kullanarak Paris Cibuti arası bir karşılaştırma yaparak ara ara burada yaşanan olaylara göndermelerde bulunur. Çünkü insan yaşadığı yerden ayrı değildir. Yazar da büyüdüğü yerlerle daha sonra yaşadığı yeri karşılaştırarak dönüşümlü olarak okuyucuya sunar.

Yazar eserin ilk bölümlerinde kendi öğrencilik hayatının ne kadar kötü olduğunu ve ailesinin bu durumda ne kadar da kötü bir duruma düştüğünü ironik bir biçimde dile getirir:

”Yani, ben kötü bir öğrenciydim. Çocukluğumda her akşam eve dönüşte okul da peşimden gelirdi. Karnem öğretmenlerimin uyarı ve eleştirileriyle dolu olurdu. Sınıf sonuncusu değilsem, sondan bir önceki olurdum”” cümleleriyle yazarın kendisiyle barışık ve kendisi hakkında espri yapıp bunu yadırgamayan biri olduğunu da görebiliriz.

Okul Sıkıntısı en çok bir öğretmen kitabıdır. Bu yüzden bu eserin öğretmenler tarafından okunup değerlendirilmesi onlara farklı bir tecrübe yaşatabilir. Eğitim hayatının öğrenci üzerindeki etkisi, öğrencinin yaşadığı güçlükler, öğretmenlerin öğrencilerin tüm olumsuzluklara rağmen karşılaştıkları güçlüklere çözüm önerileri sunmak, bu kitapta cevapları bulunabilecek konulardır.

Daniel Pennac pedagojik olarak çok yeterli biri midir sorusunu akla getiren eser cevabını da içinde taşıması bakımından önemlidir. Öğretmen yetersiz olsa bile gayretiyle bu eksikliğini tamamlayabilir. Öğrencilere göre eğitim modeli geliştirmek, onların kapasitesine göre dersin işlenişini sürdürmek her eğitimcinin yapamadığı bir işlevsel görevdir. Pennac kendi öğrencilerine ki öğrencilerinin çoğunluğu diğer okullardan atılmış, sorunlu kişilerdir metinler ezberleterek dil ve gramer kurallarını öğretmeye çalışmıştır. Bu da romanın diğer edebi türlerle zenginleşmesini sağlamıştır. Kimi zaman Rousseau'nun Emile'sine göndermelerde bulunmuş kimi zaman La Fontaine'den bir fabl ile eserini zenginleştirmiştir.

Küçük Ağaç’ın Eğitimi (Forrest Carter) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Küçük Ağaç’ın Eğitimi

Kitabın Yazarı : Forrest Carter

Kitap Hakkında Bilgi :


Küçük Ağaç’ın Eğitimi, MEB’in önerdiği kitaplardandır.

Küçük Ağaç’ın Eğitimi küçükken kızılderili adetlerine göre yetişmiş yazarın kendi eğitim sürecini anılarla ve hikayelerle anlattığı içten bir kitap. Küçük Ağaç yazarın kendisi ve ona verilen isim bu. Biz bu anıları okurken kızılderililerin insanın ruhunu okşayan kimi geleneklerini ve beyaz adam tarafından nasıl hor görüldüklerini öğreniyoruz. Küçük Ağaç’ın Eğitimi 1997’de sinemaya da uyarlanmıştır.

Kitabın Özeti :

Annesi ve babası ölünce bir kızılderili olan büyük annesi ve büyükbabası tarafından büyütülen Küçük Ağaç’ın eğitimi nasıl gerçekleştiğini az çok tahmin edebiliyoruz. Bu doğayla tam anlamıyla kaynaşmış bir insanın eğitimi olacaktır. Küçük Ağaç öğrendiği her şeyi görerek ve uygulayarak öğrenecektir. Çünkü bir sınıfta değildir, öğretmeni doğadır. Büyükbabası ona sadece hayatta karşısına çıkacak konuları öğretirken, büyük annesi daha çok ruhsal gelişimi için uğraşacaktır.

Küçük Ağaç annesi ve babası öldüğünde 5-6 yaşlarındayken büyükbabası ve büyük annesinin yanına gider. Kızılderililerin arasında öğrendiği ilk şey gidişattır. Gidişat kızılderili anlayışının ve dolayısıyla Küçük Ağaç’ın eğitiminin temelidir. Gidişatı anlamak gerekir büyükbabasına göre.

Gidişat nedir? “En iyiyi isteme. Hayattan ihtiyacın kadar al. Eğer en iyi geyiği avlarsan, zayıf olan geyik yeterince yavru veremez. Kaplanlar bunu bilirler. İhtiyacından fazlasını alan tek şey arıdır. O da ayılar ve başka hayvanlar tarafından soyulur. Dünya da böyledir.”

Büyükbabası kaçak olarak ormanda viski yaparak geçimini sağlar. Küçük Ağaç ona viskileri taşımasında yardım eder. Sattıkları viskilerden belli bir pay alır. Böylece Küçük Ağaç para kazanmayı ve kullanmayı çok erkenden öğrenir. Kendi kendine alış veriş yapar, bazen de dolandırılır. Bunlar onun için bir derstir. Bilmediği konular hakkında konuşmaz büyükbaba. “Bana öyle geliyor ki…” der. Bildiği konuları da yerinde ve zamanında öğretir. Küçük Ağaç’ın unutmayacağı şekilde.

Küçük Ağaç’ın Eğitimi yaparak yaşayarak öğrenme üzerine kuruludur.

Büyük annesi Küçük Ağaç’a ve büyükbabasına her hafta kütüphaneden aldıkları Shakespeare’i ve Napolyon ile ilgili kitapları okur. Daha birçok kitabı tabii. Günlük sözlükten 5 kelime öğrenmek ve bunları cümle içinde kullanmak zorundadır Küçük Ağaç. Karpuz diker. Fasulye, bezelye, bamya gibi sebzelerin ekim zamanlarını bilir. Ne zaman olgunlaştıklarını bilir. Bir keresinde sevdiği bir elmanın tohumlarını dere boyunca diker. Küçük Ağaç’ın eğitimindeki en önemli nokta, eğitiminin gerçek hayatta işe yaramasıdır.

Kızılderililerin kendine has değerleri vardır. Mesela bir kızılderili birine hediye vermek isterse, hediyeyi onun bulacağı bir yere bırakır. Teşekkür istemez, beklentisi olmaz. İçinden geçtiği için yapar. Yalandan bir hediyeyi sunmaz, yarım gönülle bir şeyi teklif etmez. Sonra kızılderililer ağlamazlar. Beyaz adam kızılderililerin çocuklarını, annelerini, babalarını ve kardeşlerini öldürdüklerinde kızılderililer ölülerini araçlara koymazlar. Baba oğlunun ölüsünü kucağına alır, büyük kardeş küçük kardeşi. Beyazların arasından ölülerini taşıyarak geçerler. Kimi beyazlar çok etkilenir bu sahneden ve çok ağlarlar. Ama kızılderililer ağlamaz.

Daha sonra Küçük Ağaç büyük annesi ve büyükbabasının yanından alınır uygunsuz şartlarda büyümemesi gerektiği için. Sonuçta büyükbaba kaçak viski yapımından dolayı bir kez içeri girmiştir. Gittiği okula uymakta çok zorlanır Küçük Ağaç. Pink Floyd’un Another Brick On The Wall şarkısıyla itiraz edilecek bir yatılı okuldur burası. Bir keresinde derste öğretmen hayvan fotoğrafları gösterirken birbirinin üstüne çıkmış iki geyik gösterir. Bu hayvanların ne olduklarını ve ne yaptıklarını sorar. Çocuklar bunların geyik olduğunu ve oynadıklarını söyler. Küçük Ağaç ise onların eşleştiklerini, üstteki geyiğin bir erkek, alttakinin ise bir dişi geyik olduğunu söyler. Ağaçların yeşilliği de eşleşme zamanında olduklarını gösteriyor der. Bunun üzerine öğretmenler döverler Küçük Ağaç’ı iyice. Ama Küçük Ağaç ağlamaz bir kızılderili olarak. Beden aklını uykuya bırakıp ruh aklı ile dayağı görür. Sonra pes eder müdür ve ona oda hapsi verir. En kötüsü de bunca olaydan sonra bile Küçük Ağaç neden cezalandırıldığını öğrenebilmiş değildir.

Başarısızlığın Olmadığı Okul (William Glasser) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Başarısızlığın Olmadığı Okul

Kitabın Yazarı : William Glasser

Düşünmeye önem verir, ezberi vurgulamazsak, esasen ilgiyi arttırırsak, eğitimin potansiyeli ne olur? Beyinlerimizin en önemli kullanımı olan düşünmenin, eğitimin ana görüşünü nasıl belirlediğini inceleyelim.

Karşılaştığımız sosyal ve teknik sorunları çözmek için daha fazla düşünmek gerekmektedir, ancak ırk ayrımcılığı sorununu çözmeden insanı Ay’a gönderdik gibi görünmektedir.

Sosyal sorunların çözümüne götüren düşünce tarzı zor olmasına rağmen, teknik sorunların çözümünüe götüren düşünce tarzından daha az öğretilmektedir.

Okullarda toplumsal sorumluluk öğretilen, yaşam koşullarında hem kişisel hem de toplumsal sorunları çözmekte birbirlerine yardım etmeyi öğrenen çocuklar, toplumun büyük sorunlarını çözmeye yardım etmekte ya da en azından bunlarla uğraşmakta daha iyi olurlar.

Eğitim sisteminde daha çok öğrencinin birbirleriyle ilgilenmesini sağlamalıyız, bu onlar için yeterince önemli gibi gözükmektedir; böylece düşünmeyi, sorunları çözmeyi ve toplumsal olarak sorumluluk sahibi olmayı öğrenmeye çalışacaklardır.

Sosyal Bilimleri Açın (Gulbenkian Komisyonu) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Sosyal Bilimleri Açın

Kitabın Yazarı : Gulbenkian Komisyonu

Kitap Hakkında Bilgi :

Sosyal Bilimleri Açın, adından da belli olacağı gibi Sosyal bilimlerin ortaya çıkışını, gelişim sürecini ve günümüzde sosyal bilimlerin nasıl bir hal almasını gerektiğini anlatan bir komisyonun raporudur. Lizbon merkezli bu komisyonda on bilim adamı bir araya gelerek iki yılda kitabı hazırlamışlardır. Raporun sonunda sosyal bilimleri daha öteye götürmek için bazı ipuçlarına yer verilmiştir.

Kitabın Özeti :

Kitabın girişinde sosyal bilimler tanımı ve işlevi ortaya konuyor. Kitaba göre coğrafya, psikoloji ve hukuk hiçbir zaman sosyal bilimlerin asli unsuru olmamıştır. Kitapta doğa bilimleri ve sosyal bilimler dışında insani bilimler konusunda da tespitler yer almaktadır.

Doğa bilimleri ile sosyal bilimlerin tarihte ivme kazanmasını neyle ilgiliydi? Kitaptaki şu tespitler pozitif bilimlerin neden daha fazla maddi destek bulduğunu ve sosyal bilimlerin hangi zamanlarda ivme gösterdiğini gösteriyor.

“Doğa bilimleri kendilerine bir tür özerk kurumsal hayat oluşturmak için üniversitenin canlanmasını beklememişlerdi. Daha erken harekete geçebilmeleri ise, hemen yararlanılabilecek pratik sonuçlar elde etme vaatlerinin sosyal ve siyasal destek bulmalarını kolaylaştırmasıyla açıklanabilir. Onyedinci ve onsekizinci yüzyıllarda kraliyet akademilerinin çoğalması ve Napoleon’un büyük okullar (grandes écoles) kurması yöneticilerin doğa bilimlerine destek olma isteklerinin ürünleridir. Doğa bilimcileri, belki de bu yüzden, çalışmalarını sürdürmek için üniversitelere ihtiyaç duymadılar.

Ondokuzuncu yüzyıl boyunca üniversiteleri canlandırmak için en çok çaba harcayanlar doğa bilimcileri değil, üniversiteyi akademik çalışmaları için devlet desteği sağlamak amacıyla kullanan tarihçiler, klasik dilciler ve ulusal edebiyat uzmanlarıydı. Doğa bilimcilerini filizlenen üniversite yapılarına çekenler de, doğa bilimlerinin olumlu izleniminden yararlanmak isteyen bu akademisyenlerdi. Ama bunun sonucu üniversitenin, o tarihten sonra artık birbirlerinden çok farklı şekilde tanımlanan ve kimine göre birbirlerine zıt öğrenme yolları olan sanatlarla (insan bilimleri) bilimler arasında süregelen gerilimin başlıca alanı haline gelmesi oldu.”

“Birçok ülkede, en azından Büyük Britanya ve Fransa’da bu tartışmanın biraz netleşmesini Fransız Devrimi’yle gündeme gelen kültürel altüst oluş dayattı. Siyasal ve sosyal dönüşüm yönündeki baskılar öylesine ivme ve meşruiyet kazanmıştı ki, artık bunları, sosyal hayatın sözde doğal düzeni türünden teoriler geliştirerek önlemek mümkün değildi. Tersine pek çok kişi çözümün, “halk” egemenliğinin hızla norm haline geldiği bir dünyada, önlenemez görünen sosyal değişmeyi, kuşkusuz çapını sınırlı tutma umuduyla, örgütlemek ve rasyonelleştirmekten geçtiğini savunuyordu. Ama eğer sosyal değişim örgütlenecek ve rasyonelleştirilecek idiyse, daha önce onu incelemek ve değişmeye yön veren kuralları anlamak gerekiyordu. Sonradan sosyal bilimler adını verdiğimiz çalışmaların üniversitede yeri olması bir yana, bunlara ciddi bir sosyal ihtiyaç vardı. Üstelik, yeni bir sosyal düzenin istikrarlı biçimde kurulmasına çalışılacaksa, söz konusu bilimin olabildiğince kesin (ya da “pozitif’) olmasında yarar vardı. Bu amaçla ondokuzuncu yüzyılın ilk yarısında modern sosyal bilimin temellerini atmaya girişenler, özellikle Büyük Britanya ve Fransa’da, taklit edilecek model olarak gözlerini Newton fiziğine çevirdiler.”

Sosyal Bilimleri Açın kitabındaki diğer önemli tartışma konusu da bilimin evsenselliği. Batı egemenliğinin dünya üzerindeki siyasal egemenliği azalınca dünyadan farklı seslerin yükselmeye başlaması oldu. Batı dünyaya kendi burjuva ve eril paradigmasını evrensellik olarak anlattı. Günümüzde bu anlayış yıkılmaya başlamıştır. Bu aslında bir güçlü olanın evrensellik iddiasıdır. Batı’nın ahlaki ilerleme iddiaları cihan harpleri sonucunda çökse de 1945’te yitirdiği güveni kazanmıştı.

“Batılı düşüncelerin kültürel evrenselliğini hedef alan meydan okumanın yeniden ciddiye alınması için, 1945’ten sonra Batı’nın siyasal egemenliğinin önemli ölçüde sarsılmasını ve 1970’lerde Doğu Asya’nın iktisadi faaliyette çok güçlü bir yeni odak olarak ortaya çıkmasını beklemek gerekecekti. Üstelik artık bu meydan okuma yalnız, kendilerini sosyal bilim analizlerinin dışında bırakılmış hissedenlerden değil,

Batılı sosyal bilimin kendi içinden de gelmekteydi. Eskiden sadece küçük bir azınlık içinde varolan Batı’nın kendi kendisiyle ilgili kuşkular, artık daha geniş kesimleri etkisi altına almıştı. Demek ki, sosyal bilimlerin tarihsel gelişme içinde edindikleri kültürel yerel görüşlülük meselesi, dünyadaki güç dağılımının değişmeye başladığı bir bağlamda öne çıktı. Bu mesele, Batı’nın dünya arenasında kurduğu ve uzun süre tartışılmayan siyasal ve iktisadi egemenliğinin yitişini, uygarlık alanında temsil ediyordu.”

“Ve bugün artık, bilginin farklı alanlarının mutlaka birbirleriyle çelişmesi gerekmediğini öneren bir anlayışa doğru yol almaktayız. Tuhaf olanı, bütün alanlarda meydana gelen anlayış değişikliklerinin, sosyal bilimlerin geleneksel görüşünden uzaklaşmak yerine, ona yaklaşmakta olmasıdır. Bu durumda, iki kültür kavramının aşılmakta olduğunu söyleyebilir miyiz? Bunu söylemek için daha çok erken. Bugün için söyleyebileceğimiz sadece, doğa bilimleri, sosyal bilimler ve insan bilimleri şeklindeki üçlü bölünmenin, artık eskiden olduğu gibi apaçık bir doğru olarak görülmediğidir. Aynı şekilde, artık sosyal bilimlerin doğa ve insan bilimlerinin oluşturduğu iki hasım klan arasında parçalanmış zavallı bir akraba konumunda olmadığını; tersine, belki de onları barıştırabilme gücüne sosyal bilimlerin sahip olduğunu söylemek mümkündür.”

Öyleyse bugün yapılması gereken doğa bilimleri ile sosyal bilimleri uzlaştırmaktır. Bunun için Gulbenkian Komisyonu’nun, Sosyal Bilimleri Açın raporundaki önerilerden bazıları şunlar:

“Profesörlerin birden çok bölüme atanması zorunluluğunun getirilmesi. Bugün norm, profesörlerin tek bir bölüme, normal olarak lisansüstü derecelerini aldıkları kendi bölümlerine atanmalarıdır. Zaman zaman, bazı profesörler ikinci bir bölümde “misafir profesör” olabiliyorlar ki, bu da genellikle özel bir izin gerektiriyor. Çoğu zaman bu ayrıcalık, söz konusu profesöre sırf kibarlık olsun diye sağlanır ve “ikinci” ya da “ikincil” bölümün hayatına aktif olarak katılması pek istenmez. Biz ise bu durumu tümüyle tersine çevirmek niyetindeyiz.

Bizim öngördüğümüz üniversite yapısında herkes iki bölüme atanacaktır; bunlardan birincisi araştırmacının lisansüstü derecesini aldığı, ikincisi de ilgilendiği ya da anlamlı bir düzeyde araştırma yürüttüğü bölüm olacaktır. Bu tabii, inanılmaz sayıda bileşimi mümkün kılacaktır. Ayrıca, hiç bir bölümün bu sisteme engel olamaması için, her bölümde öğretim üyelerinin en az % 25’inin diplomasını o disiplinin dışında bir disiplinden almış olması şartını getiriyoruz. Eğer profesörler atandıkları her iki bölümde de tam yetkiye sahip olurlarsa, bu basit idari önlem sayesinde, her iki bölümde de entelektüel tartışma, önerilen ders programı, akla yatkın ya da meşru sayılan bakış açıları gibi şeylerin hepsi değişecektir.”

Üniversitelerin içinde veya onlarla işbirliği yapan ve aciliyeti olan belirli temalar etrafında bir yıl süreyle çalışmak üzere bilim adamlarını bir araya getiren kurumların yaygınlaştırılması. Şüphesiz bu tür yapılar bugün de mevcuttur, ama sayıları çok azdır. Bu konuda örnek oluşturabilecek bir kurum, 1970’ten bu yana Bielefeld Üniversitesi’nde (Almanya) bu tür çalışmalar yürüten ZiF’tir (Zentrum für interdisiplinare Forschung - Disiplinler Arası Araştırmalar Merkezi). Son yıllarda ele alınan konulardan bazıları, beden ve ruh, sosyolojik ve biyolojik değişme modelleri, ütopyalardır. Buradaki en can alıcı husus, bir yıl için oluşturulan araştırma gruplarının önceden çok iyi hazırlanması ve katılacaklara, verimli bir bilgi alışverişini mümkün kılacak tutarlı bir grup oluşturmalarına dikkat edilerek ama, disiplinler, coğrafya, kültür/dil bölgesi ve cins yönünden geniş bir tabandan devşirilmesidir.

Üniversite yapıları içinde, geleneksel disiplin sınırlarını aşan, belirli entelektüel hedefleri ve belirli bir zaman dilimi için (örneğin beş yıl) kendi fonları bulunan birleşik araştırma programlarının oluşturulması.

Sosyal Bilimleri Açın, doğal veya beşeri bilimlerle bir şekilde ilişkisi olan kişilerin keyif alacağı bir kitap.

Bilim Kilisesi: Özgür Bir Toplumda Bilim (Paul Feyerabend) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Bilim Kilisesi: Özgür Bir Toplumda Bilim

Kitabın Yazarı : Paul Feyerabend

Kitabın Özeti :

“Yönteme Karşı” adlı temel eserinden sonra aldığı eleştirileri yanıtladığı ve özgür bir toplumda bilim adamının rolünün ne olacağına dair fikirlerini belirttiği “Özgür Bir Toplumda Bilim” adlı eseriyle Feyerabend, eğitime karşı bir tutum sergilediği gibi, bilim adamı ya da akademisyenin ancak kişinin bakış açısını zenginleştirecek biri olması gerektiğini de belirtiyor.

Standartlar geleneklerin katılımcıları tarafından benimsendiklerinde nesnel kusursuzluk ölçüleri haline gelirler. Yani gelenekler, standartlar tarafından yönlendirilirler; ama belirli bir nesnel evrensel standart yoktur. Özgür bir toplum, zaten alınmış kararları onaylamak için değil, henüz alınmamış kararlar almak için bir araya gelir. Feyerabend gelenekler üzerine şu yargılarda bulunuyor.

Gelenekler ne iyidirler ne de kötüdürler, yalnızca vardırlar. Akılsallık da geleneğin bir yönüdür ancak.

Bir gelenek ancak başka geleneklerle kıyaslandığında ve dışarıdan bakıldığında arzu edilen ya da edilmeyen özellikler kazanır.

Her geleneğin taraftar kazanmasının yolları vardır.

Karar vermenin genel iki yolu olan “açık” ve “yönlendirilmiş alışveriş”ten yönlendirilmiş alışveriş, modern toplumlarda baskın olanı olduğu gibi, açık alışveriş ise ancak özgür bir toplumu savunanların başvuracağı bir etkileşim biçimi olabilir. Akılsal tartışma, yönlendirilmiş alışverişin özel bir biçimidir. Akılsallık üzerine temellendirilmiş bir toplum özgür değildir, aydınların oyunu oynanır.

Açık alış veriş de ise varılmış kesin bir sonuç yoktur, alışveriş ilerledikçe benimsenen ve değişen bir gelenek oluşmaya başlar ve bütün geleneklere aynı ölçüde bir saygı biçiminde kendini gösterir.

Özgür bir toplum, bütün geleneklerin eşit haklara, eğitime ve öteki güç odaklarına ulaşma imkânları açısından eşitliğe sahip oldukları bir toplumdur ve böyle bir toplum karşılıklı bir koruma içinde ayakta kalır ve dayatmasız bir demokrasiyle yürür. Böyle bir toplumda yönlendirilmiş değil, açık bir tartışma hüküm sürer.

“Bütün yöntemlerin sınırları vardır ve belirli bir yöntem yoktur. Bazı olgular tutarsız bir betimlemeyle açıklanabilir; tutarsızlık anlamsız ve yararsız olan değildir.” Bazı yaklaşımların veya yaşam tarzlarının bilimsel olmadığı gerekçesiyle yasaklanması, engellenmesi gerektiğini söyleyen hâkim otoritenin sözcüsü olan aydınlar, akademisyenler, bilimin de ancak bir gelenek olduğu ve mutlak olmadığını kabul etmeyerek, köleci, dogmatik bir eğitime devam etmektedirler.

Akılcı olduklarını her seferinde belirten aydınlar ve liberaller, bütün demokrasi propagandası ve bilim savunusundan sonra bile demokrasiden anladıkları şey, kendi adalet ve bilimsel kıstaslarına uyulması ölçüsünde geçerlidir. Eşitlikten anladıkları şey, kendi geleneklerine uyulması eşitliğidir, herkesin kendi istediği geleneksel yaşamını sürdürmesi değil. Feyerabend, Marksistlerin de uzun yıllar hem kendi bilimin üstünlüğü dedikleri bilim dinlerini tehlikeye atmadıklarını, hem de batılı olmayan geleneklerin dostları pozuna bürünebildiklerini söyler.

Öznellik izleniminin bulunmayışı nesnelliğin değil, bir dikkatsizliğin kanıtı olabilir ancak, batılı sömürgeciler yıllarca kral adına değil de bilim adına tahakküm kurdu. Batılının bilimsel eğitim olarak adlandırdığı şey, kendi geleneğini dayatmak ve bu kabul görmediğinde yeniden fiziksel şiddet uygulayan baskı aygıtlarına geri dönmektir. “Eğitimle çözeceğiz ve eğitimle çözülmeyecek mesele yok” dedikleri halde bütün bu eğitimi de mahkeme, polis, cezaevleri vb. ile koruyarak özgürlüğü savunmak durumunda kalmışlardır. Uzman olarak adlandırılan kişiler, tamamen başka geleneklerin etkisi ve aracılığıyla bilimsel yargılarda bulunurlar.

Ayrıca birçok konudaki bilim adamı, bilim adamı olarak yetiştirilmiş kişi değil, dışarıdan kişiler olmuşlardır.(Einstein, Bohr, Born vs.)

Demokratik kararların olması, o bilimden yararlanacak kişilerin eliyle gerçekleşeceği için, sadece bütün gelenekler içinde bir gelenek olan bilimin özel otoritesini de çözündürecektir. Bilimin nesnel, akılcı yansız vb. olduğunu söyleyenin yine bilimin kendisi olması bir yana, topluma bunu kabul ettirişinin en büyük nedeni de bunu sunarken ki otoritesi ve baskısıdır. Bilimin sınırları, devlet ve hâkim ideoloji tarafından belirlenir.

Öğrenciler öğretmenlerini, hasta doktoru vb. denetlediklerinde ancak bilim yutturmacasından kurtulabiliriz.

Bilim elde ettiği sonuçlar nedeniyle kabul edilir değildir, bilimi yeğlenir kılan şey, bilimi insanlara dayatan ideolojinin toplum üzerindeki belirleyici etkisidir. Politik, kurumsal, askeri vb. yollarla… Feyerabend, bu nedenle bilimin devletten ayrılması ve bütün geleneklerin eşit derecede gelişmesi için zemin hazırlanması gerektiğini söylüyor. Geleneksel normlar ve istemler, akılsallık teorilerine başvurularak değil, araştırmalarla sınanmalıdır.

Kropotkin, Marx, Engels, Lévi-Strauss gibi devrimciler bile geleneklerin eşitliğini savunurlarken aynı zamanda bilime ayrıcalık atfettiler.

Politik değil, bilgibilimsel bir anarşiyi savunduğunu söyleyen Feyerabend, kendisini buna yönelten şeyin, aydınların eğitimle işledikleri cinayetten yakayı nasıl kurtardıklarını merak ettiğinden dolayı olduğunu söylüyor. Aynı yaşamı paylaşmadığımız ve sorunlarını bilmediğimiz insanların sorunlarını çözecek çözümlere sahip olduğunu söylemenin, kendini beğenmişlik ve budalalık olduğunu da ekliyor. Buradan yola çıktığını söyleyen Feyerabend, birbirleriyle çalıştıklarını söylediği dört modern putu (hakikat, dürüstlük, akılsallık ve bilim) yeniden gözden geçirmeye karar verdiğini ve gücün, hangi gelenekten yana olursa olsun bir tanrı oluvereceğini, lakin tekbir geleneğin otoritesine boyun eğmeyecek olanları, özgür bir toplum inşa etmeye davet ediyor.

Çocuk Davamız (Kazım Karabekir) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Çocuk Davamız

Kitabın Yazarı : Kazım Karabekir

Kitabın Özeti :

“Cihan Harbinde muhtelif cephelerdeki yardımlarım daha geniş ölçüde oldu. Çünkü harp sahalarında çabuk ve büyük komuta mevkilerine geçmiştim. Her gittiğim yerde mektepleri dahi dolaşmak ve bakımsız çocuklara mümkün olan yardımı temin etmekten büyük haz duyuyordum. Suret-i umumiyede çocuk topluluğu mekteplerimizin sıhhi durumları ile ve hele iaşeleriyle yakından ilgilendiyordum. Yer yer vilayetlerin açtığı yetim yurtlarını ziyaretle yiyecek hususundaki eksikliklerine ordumdan yardım ettiriyordum. Diyarbakır, Tekirdağ, Erzurum yetim yurtlarını burada sayabilirim. Fakat asıl küçük yaşımdan beri idealim olan bir çocuklar kasabası kurmak ve burada bakımsız çocuklardan bakımlı bir çocuk ordusu teşkilini fiiliyat sahasına çıkarmaya ve kendimin de bu arada bir mürebbi ve muallim gibi çalışmaklığıma Mütareke’de Erzurum’da muvaffak oldum.”

“Çocuk Davası benim en zevkli bir uğraşma mevzuumdur. Bu davayı ele almış ve fiiliyatla bu davanın hal tarzını bulmuş olduğumdan ilgili zatlarla ve matbuatla temaslarımda ve hususi, resmi toplantılarda bu dava üzerinde durmuşumdur. Bu alanda yaptıklarım, yazdıklarım ve söylediklerim bir hayli yekûn tutar.”

Çocuk Davamız kitabı, Kâzım Karabekir’in çocuk, aile ve eğitim hakkındaki görüşlerini yansıtır.

Birinci Dünya Savaşı sonrası Anadolu’da sefalet içindeki kimsesiz çocuklar için oluşturduğu kurumları ve onların eğitimine verdiği önemi gösterir.

Bu kitap içindeki birçok mektup ve gazete haberleriyle içinde yaşadığımız coğrafyanın toplumsal yapısı hakkında bir belgesel niteliğindedir.

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...