24 Ekim 2019 Perşembe

Kesilerek Öldürülen Kadın, Üç Elma ve Zenci Reyhan Öyküsü - Binbir Gece Masalları


Masalın Adı : Kesilerek Öldürülen Kadın, Üç Elma ve Zenci Reyhan Öyküsü

Masalın Yazarı : Binbir Gece Masalları

Şehrazat sözünü şöyle sürdürmüş: Gecelerden bir gece, Halife Harun Reşit, veziri Cafer-ül Barmaki'ye, "Bu gece birlikte kılık değiştirerek seninle kente inmek istiyorum, bakalım vali ve öteki yöneticiler neler yapıyorlar. Bana şikâyet olunanlar hakkında işten el çektirme kararındayım!" demiş. Cafer de, "İşittik ve itaat ettik!" yanıtını vermiş. Ve Halife, Cafer ve cellat Mesrur kılık değiştirip indikleri Bağ­dat'ta, caddeler boyunca yürümeye başlamışlar, küçük bir sokaktan geçerken, epeyce yaşlanmış bir ihtiyar görmüşler, başında bir balık ağı ve bir küfe, elinde bir baston bulunuyor ve titreyerek şu dizeleri okuyormuş:

Bana dediler ki: 'Ey bilge kişi! Bilginle, insanlar arasında gece parlayan ay gibisin!' Onlara; 'Ne olur beni böylesi süitlerden esirgeyin! Bahtın yazısından gayrı hiçbir bilim yoktur!' dedim. Çünkü ben, bunca bilgim, okuduğum bunca elyazması kitap ve kullandığım bunca hokkaya karşın, bir gün için bile Bahtın kudretine karşı denge kurmayı beceremiyorum! Benden yana bahse girenler pey akçelerini yitirmekten başka sonuca ulaşamazlar! Gerçekte, fakir kadar, fakirin durumu kadar ve fakirin ekmeği ve yaşamı kadar üzücü şey var mıdır? Fakir her zaman acınır bir haldedir. Yaşamak için ne kadar çok derde katlanır! Mevsim yazsa, elden ayaktan kesilir! Mevsim kışsa, küllükten başka ısınacak aracı yoktur. Yürürken bir an dursa, onu kovalamak için köpekler saldırır! Sefildir! Hakaret ve alay konusudur! Eyvah ki! Ondan daha sefili yoktur. İnsanlara şikayetini haykırmak ve sefaletini göstermek için bir türlü karar veremiyorsa, şikayet edebileceği kişi bulamamasından dır. Fakirin yaşamı böyleyse, onun için mezarda olmak yeğdir!

Bu şikâyet dolu sözleri işitince. Halife, Cafer'e, "Bu zavallı adamın görünüşü ve okuduğu dizeler büyük bir sefaleti vurguluyor" demiş. Sonra da ihtiyara yaklaşıp, "Ey şeyh, senin mesleğin nedir?" diye sormuş. İhtiyar, "Balıkçılık, efendim! Ama çok ihtiyar ve fakirim! Başımda bir de aile var! Öğleden bu saate kadar evden çıktım, dolaşıyorum Allah henüz çocuklarımı besleyecek ekmeği sağlamadı! Kendimden ve yaşantımdan bıktım, ölümden başka bir şey dilemiyorum gayri!" diye yanıt vermiş.

Bunu duyan Halife, "Benimle ırma­ğa doğru gelip kıyıdan, benim adıma, ağını Dicle'ye atabilir misin? Şansımı denemek istiyorum da! Ve sudan ne çıkarırsan, bunu senden satın alacak ve yüz dinar ödeyeceğim." Bu sözleri duyan ihtiyar çok sevinmiş ve "Teklifinizi kabul ediyorum ve başımla bir tutuyorum" demiş.

Ve balıkçı, onlarla birlikte, Dicle'ye doğru gitmiş ve ağını atıp beklemiş, sonra ağı çekmiş ve dışarı çıkarmış. İhtiyar balıkçı ağda, ağzı kapalı, kaldırılmayacak kadar ağır bir sandık bulmuş. Halife de, denedikten sonra, onun ne denli ağır olduğunu anlamış. Ancak, balıkçıya hemen yüz dinar ödemekte gecikmemiş, balıkçı ferahlayarak parayı alıp gitmiş.

Bunun üzerine Cafer ile Mesrur sandıkla meşgul olmuş; ve onu saraya kadar taşımışlar. Halife meşaleleri yaktırmış ve Cafer ile Mesrur sandığa yaklaşıp onu kırmışlar. İçinden palmiye yapraklan arasında kırmızı yünden örülmüş bir küfe bulmuşlar, küfenin ağzındaki ipliği çözmüşler ve içinde bir halı bulunduğunu, halıyı kaldırınca da altında büyük bir kadın başörtüsü olduğunu görmüşler, örtüyü kaldırınca, altında saf gümüş kadar beyaz, öldürülüp parçalara ayrılmış bir genç kadın cesedi bulmuşlar.

Bunu görünce, Halife'nin gözlerinden yaşlar dökülmüş, sonra dönüp kızgınlıkla, Cafer'e, "Ey vezir denen köpek! Gördüğün gibi, benim saltanat sürdüğüm ülkede, cinayetler işleniyor ve kurbanlar suya atılıyor! Yarın kıyamet gününde bu kanın hesabını ben verece­ğim, vicdanım bu kadar ağır yükü nasıl kaldırır? Bunun için suçluyu bulup cezasını vermem, onu öldürmem gerek! Sana gelince Cafer, Beni Abbas halifelerinden gelen varlığım üzerine yemin ederim ki, öcünü almak istediğim şu kadının katilini bulup huzuruma getirmezsen, sarayımın kapısında seni ve Barmaki ailesinden kırk yeğenini asacağım!" diye haykırmış.

Gazaba gelen Halife'ye Cafer, "Bana üç günlük bir süre bağışlayın!" demiş. Halife de, "Bağışladım!" diye yanıt vermiş. Bunun üzerine Cafer, saraydan, keder dolu çıkmış, kentte yü­rürken, "Bu genç kadını öldüren kişiyi nasıl öğrenir ve Halife'nin huzuruna getirmek üzere nerede bulurum? Öte yandan katil yerine öldürülmek üzere bir başkasını tutup getirirsem, vicdanım bunu nasıl kaldırır? Ne yapsam acaba?" diye kendi kendine söyleniyormuş.

Böylece Cafer evine ulaşmış ve verilen sürenin üç gününü, umudu kırık orada geçirmiş. Dördüncü gün Halife onu çağırtmış. Elleri arasında başını yere değdirerek selamlayınca Halife ona "Genç kadı­nın katili nerede?" diye sormuş. Cafer, "Tüm kentin içinde, görünmeyen ve gizli olan bir katili nasıl bulabilirim, bilmiyorum" diye yanıt vermiş. Halife, buna çok kızmış ve Cafer'in saray kapısına asılmasını ve tellalların bunu, bütün kente ve yöresine, "Halife'nin veziri Cafer-ül Barmaki'nin ve yakınlarından kırık kişinin saray kapı­sında asılması gösterisinde bulunmak isteyenler evinden dışarı uğ­rasın!" şeklinde duyurmasını emretmiş. Ve tüm Bağdat halkı, Cafer ile yeğenlerinin idamında bulunmak üzere sokaklardan saraya doğru akın etmeye başlamışlar ama olayın nedenini kimse bilmiyormuş. Cafer ve Barmaki'ler yaptıkları iyilikleri ve cömertlikleri dolayısıyla çok sevildikleri için, herkes üzüntü içindeymiş ve yakınıp duruyormuş.

İdam sehpası dikilip mahkumlar altına dizilince, Halife'nin idamın yerine getirilmesi izni verdiği işitilmiş. Birdenbire, tüm halkın ağladığı bir sırada, çok fakir giyimli, yakışıklı bir delikanlı aceleyle halkı yarmış ve kendini Cafer'in ayaklarına atmış ve ona, "Ey efendim, ey soyluların en soylusu, ey fakirlerin sığınağı! Sana teslim olmaya geldim. Çünkü o kadını öldürüp doğrayan ve sandığa koyup Dicle'de bulduğunuz hale koyan benim! Şimdi de siz beni öldürün! Adalet yerini bulsun!" demiş,

Cafer, genç adamın sözlerini duyunca, kendi adına çok sevinmiş ama genç adam adına çok üzülmüş. Dolayısıyla daha ayrıntılı açıklamalar yapmasını istemiş ama bu sırada halkı yarıp, saygın bir ihtiyar, aceleyle yanına yaklaşmış, onları selamlayıp, "Ey vezir, bu genç adamın söylediklerine inanma! Çünkü genç kadının ölü­münden, benden başka sorumlu yoktur! Ve sadece ben bunun cezasını çekmeliyim!" demiş. Ama genç adam, "Ey vezir! Bu ihtiyar saç­malıyor ve ne dediğini bilmiyor. Onu öldürenin ben olduğumu tekrarlıyorum. Aynı tarzda öldürülmek de bana düşer!" demiş.

Bunun üzerine yaşlı adam, "Çocuğum! Sen daha gençsin ve yaşamı sevmelisin! Bense, yaşlıyım, bu dünyaya doymuşum. Senin yerine vezirin ve yeğenlerinin kanının bedelini ödemeliyim! Onun için katilin ben olduğumu tekrarlıyorum. Ve ceza bana verilmelidir!" demiş. Bunun üzerine Cafer, muhafızların kumandanının rızasıyla, kendileriyle birlikte genç adamın ve ihtiyarın Halife'nin huzuruna çıkarılmasını sağlamış. Ve ona, "Emir-ül Müminin! İşte genç kadı­nın katili huzurunuzda!" demiş. Halife, "Hani nerede?" diye sormuş. Cafer, "Bu genç adam katilin kendisi olduğunu iddia ediyor ve teyit ediyor ama ihtiyar onu yalanlıyor ve cinayeti kendisinin işledi­ ğini söylüyor' demiş. Bunun üzerine Halife, ihtiyar adama ve delikanlıya bakmış ve onlara, "İkinizden hanginiz genç kadını öldürdü?" diye sorumuş.

Genç adam, 'Ben öldürdüm!" diye yanıt vermiş, şeyh de, "Hayır! O benim işte!" diyerek araya girmiş. Bunun üzerine Halife daha fazla bir şey sormadan, Cafer'e, "İkisini de al götür! İdam et!" emrini vermiş. Ama Cafer, "Eğer sadece bir tek katil varsa, ikincisini öldürmek büyük bir adaletsizlik olur!" demiş. Bunun üzerine genç adam, "Gökleri bulunduğu yükseklikte kuran ve dünyayı bulunduğu genişlikte yaratan Yüce Tanrı adına yemin ederim ki, genç kadını öldüren ben kulunuzum! İşte kanıtları da burada!" demiş.

Ve sadece Halife ile Cafer ve Mesrur'un bildiği şekilde ölünün sandığa sokuluş düzenini anlatmış. Böylece Halife genç adamın suçluluğuna inanmış ve çok büyük bir şaşkınlığa düşmüş ve genç adama, "Ama niçin onu öldürdün? Hiç zorlanmadığın halde gelip bunu neden itiraf ettin? Ve karşılığında kendinin de cezalandırılmasını neden istedin?" diye sormuş. Bunun üzerine genç adam şu öyküyü anlatmış: Bil ki, ey Emir-ül Müminin! Genç kadın, kayınbabam olan bu ihtiyar şeyhin kızı ve benim kanımdı. Daha çok genç ve bakire iken onunla evlendim. Allah, ondan, bana üç erkek evlat bağışladı. Ve beni her zaman sevmeye ve hizmetimde bulunmaya gayret gösterdi ve ben, onda kusur olabilecek hiçbir şey bulmadan ömrümü sürdü­rüyordum. Ama bu ayın başında, ağır şekilde hastalandı, hemen en bilgili hekimleri çağırdım. Allah'ın izniyle onu hemen iyileştirdiler. Ve ben, onun hastalanmasının başından beri onunla aynı yatağa girmemiştim, iyileşince onunla yatmak arzusu duydum ama ilkin yıkanmasını istiyordum.

Ama o, bana hamama girmeden önce, yerine getirilmesini istediğim bir arzum var!" dedi. Ben de, "Neymiş o arzu?" diye sordum. Bana, "Kokusunu duymak ve bir parçasını koparıp yemek için bir elma olsun isterdim!" dedi. Ben de isterse bedeli bin altın dinar olsun, satın almak üzere hemen kente gittim. Tüm meyvecileri dolaştım, fakat hiç elma yoktu! Canım çok sıkılmış olarak eve döndüm, karımı görmeye göze alamadım ve bütün geceyi nasıl olur da bir elma bulabilirim? düşüncesiyle geçirdim. Ertesi gün şafak vakti, evden çıktım ve bahçelere doğru yollandım, her birini tüm ağaçları gözeterek ziyaret ettim, bir sonuç alamadım. Ama yolumun üzerinde yaşlı bir bahçe bakıcısına rastladım. Elma bulma konusundaki endişelerimi ona açıkladım. Bana, "Çocuğum, bu mevsimde buralarda elma bulman çok zordur. Ancak Basra'da Emir-ül Müminin'in bahçesinde bulabilirsin. Ama orada da, bunu sağlamak oldukça zordur çünkü bakıcı elmaları Halife'nin ihtiyacı için dikkatle saklamaktadır" dedi.

Bunu duyunca, karımın yanma döndüm ve ona durumu anlattım ama ona karşı duyduğum sevgi, beni hemen geziye çıkıp onun isteğini yerine getirmeye zorladı. Yola koyuldum, gece gündüz on beş gün yol alarak Basra'ya gidip geldim fakat bahtım bana gülmüş ve karımın yanına, Basra'daki bahçenin bakıcısına üç altın dinar ödeyerek sağladığım üç elmayla dönmüştüm. İyice keyifli, eşimin yanına dönmüş ve üç elmayı sunmuştum ama o bunları görünce hiçbir sevinç alameti göstermedi ve önem vermeksizin elmaları yanına bir yerlere koydu. Bununla birlikte, benim yokluğumda karımın yeniden ateşinin yükseldiğini ve onu etkisinde tuttuğunu gördüm. Karım on gün daha hasta yattı, ben de bu süre için bir an bile başucundan ayrılmadım. Fakat Tanrı'ya şükrolsun, bu sürenin sonunda sağlığını toparladı, bunun üzerine çı­kıp dükkanıma gidebildim ve alış verişe koyuldum.

Böylece, dükkanımda otururken, öğleye doğru elinde tuttuğu elmayla oynayarak yoldan geçen bir zenci gördüm. Bunu görünce ça­ğırıp ona, "Hey! Dostum! Bana, bu elmayı nereden aldığını söyler misin? Ben de gidip almak istiyorum" dedim. Bu sözlerime gülerek zenci, "Bunu sevgilim bana verdi! Epeydir onu görmemiştim, ziyaretine gittiğimde onu rahatsız buldum, yanıbaşında üç elma vardı sorunca, bana 'Düşünsene, sevgilim! Budala, boynuzlu kocam, bunları satın almak için Basra'ya kadar gitti ve üç altın dinar ödeyerek bunları aldı!' dedi; sonra da elimde gördüğün şu elmayı bana verdi !" dedi.

Zencinin bu sözleri üzerine, Ey Emir-ül Müminin! Dünya gö­zümde karardı, hemen dükkanımı kapattım, hiddetimin şiddetinden aklımı yitirmişçesine yol alarak eve döndüm. Yatağın üzerine baktım, gerçekten elmanın biri yoktu. Bunun üzerine eşime, "Üçüncü elma nerede?" diye sordum. Bana, "Hiç bilmiyorum, farkında bile değilim" dedi. Böylece zencinin sözleri doğrulanmış oluyordu. Bunun üzerine bir bıçak bularak ve dizlerimi karnına bastırarak, bı­çak darbeleriyle onu doğradım, başını ve organlarını kestim, sonra hepsini aceleyle bir küfeye koydum ve üstünü bir örtü ve bir halıyla örttüm, bir sandığa koyup çiviledim. Sandığı katırıma yükledim ve hemen atmak üzere Dicle'ye gittim ve de bunu kendi ellerimle yapmak istedim!

Böylece, ey Emir-ül Müminin! Cinayetimin cezası olarak senden ölümümü tezleştirmeni yalvarıyorum, ben de aynı tarzda öleyim, zira Kıyamet Günü'nde bunun hesabını verememekten korkarım! Onu kimse görmezden Dicle'ye attıktan sonra eve döndüm. Orada büyük oğlumu ağlarken buldum ve annesinin ölümünü bilmedi­ğinden emin olmakla birlikte yine de ona, "Niye ağlıyorsun?" diye sordum. Bana, "Annemin elmalarından birini aldım ve arkadaşlarımla oynamak için sokağa indiğimde, yanımdan iri kıyım bir zencinin geçtiğini gördüm, zenci elimdeki elmayı kaptı ve bana, 'Bu elma nereden geldi?' diye sordu. Ona, 'Babam getirdi onu. Gidip üç altın dinar verip Basra'dan annem için, diğer iki benzeriyle satın aldı' dedim. Bu sözlerime karşın zenci bana elmayı geri vermedi, beni tokatladı ve elmayı alıp gitti. Şimdi annem elma yüzünden beni döver diye korkuyorum!" şeklinde yanıt verdi. Çocuğun sözlerini duyunca, zencinin kayınpederimin kızı hakkında yalan sözler söylediğini ve onu haksız yere öldürdüğümü anladım. Bunun üzerine sel gibi gözyaşı döktüm, sonra da kayınbabamı, yanımda gördüğünüz bu saygın şeyhi görmeye gittim. Bu acıklı öyküyü ona anlattım.

Bunları duyunca yanıma oturdu, o da ağlamaya başladı, İkimiz birlikte ağlamayı gece yarısına kadar sürdürdük. Sonra da beş gün süreyle matem tuttuk. Bugüne kadar da karımın ölümü üzerine ağlayıp inleyip durduk.

Ey, Emir-ül Müminin! Atalarının kutsal anısı uğruna, benim cezamı hemen vermeni ve bu cinayetin kefaretini ödetmeni senden yalvararak diliyorum! demiş. Bu öyküyü duyunca, Halife çok sarsılmış ve "Vallahi! Bu hain zenciden başkasını öldürtmek istemem!" diye haykırmış.

Fakat, anlatısının bu noktasında, Şekrazat, gün doğduğunu görmüş ve yavaşça sesini kesmiş.

On Dokuzuncu Gece Gelince Söze başlamış:

Ey bahtıgüzel şahım, işittim ki. Halife, genç adamın geçerli özrü bulunduğunu kabul ederek, zenciden başkasını öldürtmemeye yemin etmiş, sonra da Cafer'e dönerek ona "Bu olaya neden olan bu hain zenciyi huzuruma getir! Eğer onu bulamazsan, onun yerine seni öldürtürüm!" demiş. Ve Cafer ağlayarak huzurdan çıkmış ve kendi kendine, "Onun huzuruna zenciyi nasıl getirebilirim? Ölümden ilk kurtuluşum, bir testinin düşüp de kırılmaması kabilinden bir şanstı. Ama şimdi? Bununla birlikte, ilk kez beni kurtarmış olan isterse ikinci kez de kurtarır! Bana gelince, Vallahi, eve gidip hiç kıpırdamadan kapanacak, bana verilen üç günlük süreyi boşuna araştırmalar yaparak geçirmektense, Yüce Tanrı'nın iradesine bağlanacağım" diye konuşmuş.

Ve, gerçekten, Cafer, verilen üç gün süreyi evinden hiç kıpırdamadan geçirmiş. Ve, dördüncü gün, kadıyı çağırtmış, onun önünde vasiyetini yapmış, ağlayarak çocuklarına veda etmiş. Sonra, kendisine şayet zenci bulunamamışsa, onu öldürtmeye daima hazır bulunduğunu bildiren Halife'nin ulağı gelmiş. Ve Cafer, daha da fazla ağ­lamaya başlamış, çocukları da onunla birlikte ağlamışlar. Sonra en küçük kızını son bir kez öpmek üzere kucağına alınış, çünkü onu tüm çocuklarından çok severmiş, onu bağrına basmış, çocuğu terk etmek zorunda olduğunu düşünerek bolca gözyaşı dökmüş.

Fakat birdenbire, onu bağrına basarken, kız çocuğunun cebindeki yuvarlak bir şeyin varlığını duymuş ve ona, "Cebinde ne var?" diye sormuş. Kız da ona, "Bir elma, babacığım! Zenci kölemiz Reyhan onu bana verdi. Dört gündür yanımda taşıyorum. Ama, bu elma Reyhan'a iki dinar ödedikten sonra benim oldu" demiş.

Zenci ve elma üzerine kızının bu sözlerini duyunca, Cafer bü­yük bir sevince kapılmış ve "Ey Kurtarıcı Tanrım!" diye haykırmış. Sonra emir verip zenci Reyhan'ı yanına çağırtmış. Ve Reyhan gelince, ona, "Bu elma nereden geldi?" diye sormuş.

Zenci, "Efendim, beş gün önce kentte yürürken, bir sokakçığa girdim, orada çocukları oynarken gördüm, içlerinden biri elinde bu elmayı tutuyordu. İmrendim ve elinden kaptım, o zaman çocuk ağladı ve bana 'Annemindir o. Annem de hastadır. Canı elma çekmişti, babam da bunu aramak için Basra'ya gitti ve diğer iki elmayla birlikte üç dinar ödeyerek alıp getirdi. Ben, oynamak için birini aldım' dedi. Sonra da ağlamasını sürdürdü. Ama ben onun gözyaşlarına aldırmadan bu elmayı alıp eve getirdim ve iki dinar karşılığında küçük hanıma verdim" diye yanıt vermiş.

Bu öyküyü işitince, Cafer, bütün bu dertlerin ve de genç kadının ölü­münün kendi kölesi Reyhan'ın hatasıyla ortaya çıkmasından dolayı büyük bir şaşkınlığa uğramış. Ve onun hemen zindana atılmasını emretmiş. Ve sonra, kesin bir ölümden böylesine kurtulmuş olmasından dolayı mutluluk duyarak şu şiiri okumuş:

Eğer felaketler kölen yüzünden başına gelmişse, kendini bu köleden kurtarmayı nasıl hiç düşünmezsin? Bilmez misin ki zenciler hızla ürer, oysa ruhun tektir ve yerini dolduramazsın! Sonra düşüncesini değiştirmiş ve zenciyi alıp onu Halife'nin huzuruna çıkarmış ve ona öyküyü anlattırmış. Halife Harun Reşit duyduklarına öylesine şaşırmış ki, bu öykü­nün insanoğullarına ibret oluşturması için yazılıp arşivlere konması­nı emretmiş.

Ama Cafer, ona, "Ey Emir-ül Müminin, bu öyküye pek o kadar takılma, çünkü bu öykü, 'Vezir Nureddin ile kardeşi Şemseddin'in öyküsüyle denklik sağlamaktan çok uzaktır" demiş. O zaman Halife, "İşittiğimiz öyküden daha şaşırtıcı olduğunu iddia ettiğin bu öykü nedir?" diye haykırmış. Cafer, Ey Emir-ül Mü­ minin, düşüncesizce davranışından ötürü kölem Reyhan'ı bağışlamanız koşuluyla bunu size anlatırım" demiş. Halife de, "Öyle olsun! Kanını sana bağışladım' demiş. ....devamı Vezir Nureddin, Kardeşi Vezir Şemseddin ve Hasan Bedreddin Öyküsü

İkinci Genç Kız Emine'nin Öyküsü - Binbir Gece Masalları


Masalın Adı : İkinci Genç Kız Emine'nin Öyküsü

Masalın Yazarı : Binbir Gece Masalları

Halife'nin bu sözleri üzerine, genç Emine, ortaya çıkmış ve sö­ze başlamış:

Ey Emir-ül Müminin! Kızkardeşim Zübeyde'nin ana-babamız üzerine söylediklerini tekrar etmeyeceğim. Şu kadarını bilmelisiniz ki, babamız öldüğünde ben ve beş kardeşten en küçüğümüz Fehime, annemizle birlikte yalnız yaşamaya gittik. Kızkardeşimiz Zübeyde ve diğer ikisi de gidip anneleriyle oturdular. Bir süre sonra annem beni, kentin ve zamanın en zengin adamı olan bir ihtiyarla evlendirdi. Böylece, bir yıl sonra, yaşlı kocam öldü. Tanrı'nın rahmetine kavuştu. Ve bana, şeriat hükümlerine göre miras payı olarak, yirmi dört bin dinar bıraktı,

Böylece ben de, acele olarak her biri bin dinardan, on görkemli urba ısmarladım. Ve de hiçbir şeyden yoksun kalmadım. Günlerden bir gün, keyfimce oturup dinlenirken, bir yaşlı kadın beni ziyarete geldi. Bu ihtiyarı daha önce hiç görmemiştim, iğ­renç bir kadındı bu. Yüzü bir ihtiyarın kıçı kadar çirkindi, çökmüş sümüklü bir burnu. yolunmuş kaşları, şehvet düşkünü yaşlı gözleri, kırık dişleri ve eğri bir boynu vardı.

Sanki şair şu dizelerle onu anlatmıştı: Şu uğursuz ihtiyar! Eğer İblis ona rastlasaydı, ondan tüm hileleri, hiç konuşmasa da, sadece sessiz duruşuyla öğrenirdi! Bir Örümcek ağına takılmış bin inatçı katın, örümcek ağını zedelemeden, çekip kurtarabilirdi! Ne denli kaba ve iğrenç olursa olsun, yapamayacağı kötülük yoktur.

Benim himayemde olan yetim bir genç kız var! Bu gece onun düğün gecesidir. Tanrı'nın sana mü­ kafatım vereceğini ve iyiliğini ödüllendireceğini umarak senden, burada hiç kimseyi tanımadığı, Yüce Tanrı'dan başka dayanağı olmadığı için son derece mahzun ve alçakgönüllü olan bu zavallı kızın düğününde bulunarak onur katmanı rica etmeye geldim" dedi.

Bu sözleri söyledikten sonra, ihtiyar kadın, ağlamaya ve ayaklarımı öpmeye başladı. Ve ben, onun ne denli hayın olabileceğini bilmediğimden, ona acıdım ve "İşittik ve itaat ettik!" dedim. Bunun üzerine bana, "Şimdi ben izninle gidiyorum sen de, bu arada, hazırlan ve giyin, ben akşama doğru gelip seni alırım" dedi. Sonra elimi öpüp uzaklaştı. Bunun üzerine, kalktım, hamama gittim ve kokular sülündüm, sonra on yeni giysimden en güzelini seçerek giydim, sonra da değerli incilerden yapılmış gerdanlığımı, bileziklerimi, salkım küpelerimi ve tüm mücevherlerimi taktım. Gözüme sürmeler çektikten sonra, yaldızlı mavi ipekten başörtümü büründüm, nakışlı kemerimi ku­şandım, yüzüme peçemi taktım.

Tam o sırada ihtiyar yeniden gelerek bana, "Efendim, ev şimdiden, kentin en asil kadınları olan güveyin yakınlarıyla doldu. Senin mutlaka teşrif edeceğini onlara söyledim, çok mutlandılar, şimdi hepsi seni sabırsızlıkla bekliyorlar" dedi. Bunun üzerine, ben, yanıma birkaç kölemi de alarak, hep birlikte yola koyulduk ve sonunda geniş, iyice sulanmış ve serin bir rüzgarın esmekte olduğu bir sokağa ulaştık. Kemerlerle desteklenmiş bir kubbeye açılan önü mermerli büyük bir kapı gördük.

Ev, abide gibiydi ve tüm olarak kaymak taşından yapılmıştı. Bu kapıdan, içerde tavanı göklere kadar yükselmiş gibi görünen bir saray gördük. Bunun üzerine içeri girdik. Ve sarayın kapısına ulaştığımızda, ihtiyar kadın kapıyı çaldı, kapı açıldı. İçeri girdik ve halı ve duvar kaplamalarıyla örtülü bir koridora girdik. Tavana renkli lambalar asılmış ve yakılmıştı, koridor boyunca da tutuşturulmuş meşaleler görülüyordu. Duvarlara, altın ve gümüşten yapılmış eşyalar, mücevherler ve değerli madenlerden silahlar da asılmıştı. Koridoru geçtik, oradan öylesine harika bir salona girdik ki, anlatılması mümkün değil! Tüm ipekli kumaşların asılı bulunduğu bu salonun ortasında, narin incilerle ve değerli taşlarla zenginleştirilmiş ve üzeri saten bir cibinlikle örtülü kaymak taşından yapılmış bir yatak vardı.

Bizi görünce, yatağın içinden ay yüzlü bir genç kız çıktı bana, "Merhaba! Ehlen ve sehlen! Ey hemşire gelmenle bize büyük bir onur verdin! Anastina! Bizim için tatlı bir teselli ve gururlanacak bir varlıksın?" dedi. Sonra da benim onuruma şairin şu dizelerini okudu. Şu yapıların taşları, sevimli misafirimizin ziyaretini öğreneydiler, mutlu olurlardı, birbirine bu güzel haberi vermek için yarışırlardı, adımlarının izi üzerine eğilirlerdi! Kendi dillerince, 'Enlen ve sehlen! Cömertlik ve büyüklükle dolu kişilere!" diye haykırırlardı.

Sonra oturup bana, "Ey kardeşim! Sana, bir gün seni bir düğünde görmüş olan bir erkek kardeşim olduğunu söylemeliyim. Bu çok yakışıklı ve benden de güzel ve alımlı bir genç adamdır. Ve o geceden beri, seni, sevgi dolu ve ateşli bir yürekle sevmiş. Bu ihtiyar kadına bir miktar para vererek sana yollayan ve bir vesileyle buraya getirten odur. Bunu, benim evimde seninle karşılaşmak için yaptı, çünkü kardeşim, Tanrı'nın ve Peygamberi'nin kutsadığı bu yıl içinde seninle evlenmekten başka bir şey düşünmüyor. Ve meşru olan şeyleri yapmakta da utanılacak bir şey yoktur" dedi.

Onun bu sözlerini işitince ve bu yerde tanınıp değerlendirildiğimi görünce genç kıza, "Duyduk ve itaat ettik!" dedim. Bunu duyunca sevinç dolu, ellerim birbirine çırptı ve aya benzer bir genç adam içeri girdi, tıpkı şairin söylediği gibi bir görünümü vardı. Güzellikte öyle bir dereceye ulaşmıştı ki, gerçekten Tanrı'nın çabalarına yaraşır bir eser olmuştu! Gerçekten onu işleyen kuyumcunun övünmesi gereken bir mücevher olmuştu! Güzelliğin ta kendisi olan bir mükemmeliyete, bir bütünlüğe ulaşmıştı. Böyle olunca, onu her görenin çılgınca aşık olmasına hiç şaşırma! Güzelliği gözleri kamaştırır, çünkü yüz çizgilerine sinmiştir bu güzellik. Ben de, onunki gibi başka bir güzellik olmadığına yemin ederim! Onu görünce, yüreğim ona eğilim duydu. Delikanlı yaklaştı ve kızkardeşinin yanına oturdu, bunu izleyerek dört tanıkla kadı çıkageldi. Selam verdiler ve oturdular, sonra kadı bu genç adamla olan sözleşmemi yazdı, tanıklar sözleşmeye mühür bastılar, sonra hepsi ayrıldılar. Bunun üzerine genç adam bana yaklaştı ve bana, "Gecemiz, kutsal bir gece olsun!" dedi. Sonra da, "Hanımım, bir koşul ileri sürmek isterdim!" dedi. Ben de ona, "Efendim, buyurun konuşun! Nedir bu koşul?" diye sordum.

Ayağa kalktı, Kutsal Kitabı alıp getirdi ve bana, "Benden başka hiç kimseyi seçmeyeceğine ve bir başkası­ na asla eğilim duymayacağına Kuran'a el basarak yemin etmelisin!" dedi. Ben de, ona istediği gibi bu koşula bağlı olarak yemin verdim. Bunun üzerine sonsuz bir sevince kapıldı ve kollarını boynuma sardı, aşkının adeta iç organlarıma ve yüreğimin etine saplandığım duydum. Bunu izleyerek köleler sofra serdiler, doyuncaya kadar yiyip iç­tik. Sonra, gece geldi elimi tutup benimle birlikte yatağa uzandı, bütün geceyi sabaha kadar, birbirimizin kollarında geçirdik. Bu durumda bir ay yaşadık, mutluluk ve neşe içinde...

Bu sürenin sonunda, çarşıya pazara gidip bir miktar kumaş almak üzere izin istedim. Bana bu izni verdi. Bunun üzerine giysilerimle donanıp o günden sonra evimizde kalan ihtiyar kadını da birlikte götürerek çarşıya indim. İhtiyar kadının kumaşlarının niteliğini övdüğü ve de çoktan beri tanıdığı bir ipekçi genç tacirin dükkânı önünde durdum. Kadın şunu da ekledi: "Bu gence, babasının ölümü üzerine pek çok para ve mal kaldı!" Sonra tacire dönerek, ona, "Kumaşları­nın içinde en iyi, en pahalı olanları göster! Bu güzel genç hanıma layık olsunlar!" dedi. O da, "İşittik ve itaat ettik!" dedi. Sonra ihtiyar kadın, kumaşları açıp bize göstermekle uğraştığı sırada bana, onun övgüsünü yapmayı ve niteliklerini belirtmeyi sürdürdü ve ben ona, "Bana söylediğin bu nitelik ve övgülerden bana ne? Bizim maksadımız buraya gelip ihtiyacımız olan kumaşları almak ve evimize dönmek değil mi?" diye yanıt verdim. İstediğimiz kumaşı seçtiğimizde, tacire bedelini sunduk. Ama o paraya dokunmayı reddetti ve bize, "Bugün sizden hiçbir para kabul etmiyorum dükkânıma gelip bize verdiğiniz zevk ve onur uğrunda bir hediye olarak kabul edin bunu" dedi.

Bunu duyunca, ihtiyar kadına, para kabul etmek istemiyorsa, kumaşını kendisine iade et!" dedim. Dükkâncı ise, "Vallahi! Sizlerden hiçbir şey alamam! Benim hediyem olsun bu! Karşılığında ey güzel genç kadın, bana bir tek, bir tek öpücük ver! Bu öpücüğü dükkânımdaki tüm malların bedelinden daha yüksek sayarım" dedi. İhtiyar kadın da ona gülerek, "Ey yakışıklı genç adam! Bu öpücüğü, böylesine değer biçilemez bir şey olarak düşünmeniz budalaca bir şey!" dedi; sonra da bana dönerek, "Kızım, bu genç tacirin ne dediğini duydun! Sakin ol, onun senden alacağı bir öpücükte canını sıkacak bir şey olmaz ve de karşılığında, arzuna göre tüm bu değerli kumaşlardan istediklerini seçebilirsin!" dedi. Bunu duyunca ona, "Kocama yeminle bağlı olduğumu bilmiyor musun, sen?" diye yanıt verdim.

Bana, "Bırak seni öpsün, ama, sen konuşma ve karşılık verme, böylece seni kimse kusurlu bulamaz. Ve dahası, paran yanında kalır, kumaşları da alırsın." Yaşlı kadın, beni bu davranışa ısındırmak ve başımı torbaya sokmaya razı olmam, bu teklifi kabul etmem için konuştu durdu. Sonunda gözlerimi kapatarak, yoldan geçenlerin olacağı görmemesi için peçemin ucunu yarı açarak yanağımı uzattım. Genç adam başını peçemden içeri soktu ve ağzını yanağıma yaklaştırıp beni öptü. Fakat, aynı zamanda, yanağımı ısırdı ve etime işleyen bir ısırık izi bıraktı!

Acı ve heyecandan bayılmışım. Yeniden kendime geldiğim zaman, bana çok üzülmüş gibi görü­nen yaşlı kadının kucağında uzanmış buldum kendimi... Dükkâna gelince, kapanmış ve genç tacir gözden kaybolmuştu. Kendime geldiğimi gören kadın, bana, "Daha büyük bir felaketten bizi koruduğu için Tanrıya şükürler olsun!" dedi. Sonra da, "Şimdi, eve gitmemiz gerek! Sen, rahatsızlanmış gibi davran, ben de sana yanağına süreceğin bir ilaç getireceğim, hemen iyi olacaksın!" dedi. Bunu duyunca ayağa kalkmakta gecikmedim eve dönünce olacakları düşünüp korku içinde yürüdüm.

Eve yaklaştıkça korkum artıyordu. Oraya ulaşınca, odama çekildim ve hastaymış gibi davrandım. Osırada kocam geldi, canı çok sıkkındı, bana, "Hanımım, çarşı ya çıktığında başına ne kötülük geldi?" diye sordu ona, "Önemli bir şey değil. Sağlığım yerinde çok şükür!" dedim. Bana dikkatle baktı ve "Fakat yanağındaki bu yara izi ne? En tatlı ve en ince yerinde?" diye sordu. "Senin izninle evden çıkıp şu kumaşları almaya gittiğimde, odun yüklü bir deve, tıkanık bir sokakta beni sıkıştırdı ve peçemi yırtıp gördüğün gibi yanağımı ısırdı.

Ah, şu Bağdat'ın tıkanık sokakları!" dedim. Bunu duyunca müthiş kızdı ve bana, "Yarından tezi yok, Vali'ye gidip develerden ve odunculardan şikâyetçi olaca­ğım; Vali bir tekini bırakmaksızın hepsini astıracaktır!" dedi. Bunu duyunca acımayla dolarak, ona, "Allah seni korusun! Ve böylesine bir günaha sokmasın! Zaten bütün hata benim! Çünkü bindiğim eşek birden ürküp dört nala koşmaya başlamıştı, yere düştüm ve orada bulunan bir odun parçası yüzümü sıyırdı ve yanağımı yaraladı!" dedim.

Bunu duyunca, "Yarın, Cafer-ül Barmaki'ye gideceğim ve bu öyküyü ona anlatacağım, o da bu kentin tüm eşekçilerini öldürtecek!" diye haykırdı. Bu sözleri işitince "Yani sen, benim yü­ zümden herkesi öldürtecek misin?" diye bağırdım. "Oysa, bütün bunlar sadece Tanrı'nın iradesi ve hükmettiği kader dolayısıyla ba­şıma geldi!" dedim.

Bu sözlerimi duyunca, kocam artık hiddetini gemleyemedi ve "Hain kadın! Yeter bu yalanlar! Suçunun cezasını çekmelisin!" diye haykırdı ve beni en acımasız sözlerle hırpaladı ve ayağıyla yeri tepti ve de yüksek sesle birilerine seslendi. Bunun üzerine kapı açıldı ve korkunç görünüşlü yedi zenci çıkageldi, beni yatağımdan aldılar ve evin avlusuna attılar. Bunun üzerine kocam, zencilerden birine, beni omuzlarımdan tutup üzerime oturmasını, bir di­ğerine dizlerime oturup ayaklarımı tutmasını emretti.

O sırada bir elinde pala tutan bir üçüncü zenci geldi ve, "Efendim, palayı vurup onu ikiye ayırayım mı?" diye sordu. Bir başka zenci, "Her birimiz etinden birer büyük parça alalım ve yem olarak Dicle Nehri'nin balıklarına atalım! Çünkü yeminine ve dostluğa ihanet eden herkese bu ceza verilir" diye ekledi. Ve söylediklerini desteklemek üzere şu dizeleri okudu: Sevdiğimin bedenini paylaşan bir ortak bulunduğunu fark etsem ruhum isyan eder ve bu yitik aşk uğruna yerinden sokulurdu! Ben de ruhuma, 'Ey ruhum, bizim için soylulukla ölmek yeğdir! Çünkü bir düşmanla aşkı paylaşmakta hiçbir mutluluk yoktur!' derdim. Bunu duyan kocam, elinde palası bekleyen zenciye, "Ey yiğit Saat! Uçur bu hainin kafasını!" dedi. Ve Saat palayı kaldırdı! Kocam onu durdurarak, bana, "Sen şimdi, yüksek sesle iman tazele! Sonra da, giysi ve eşyalarını toparlayarak vasiyetini yap çünkü yaşamının sonuna geldin!" dedi.

Bunu duyunca, ona, "Ey Yüce Tanrı'nın kulu! Ben de senden iman tazelememe ve vasiyetimi yapmama izin vermeni rica ediyorum!" dedim. Sonra başımı göğe doğru kaldırarak iman tazeledim ve sonra başımı önüme eğerek içinde bulunduğum sefil ve utanılacak durumu düşündüm, gözlerim yaşardı ve ağlayarak şu dizeleri okudum: İçimdeki tutkuyu siz alevlendirdiniz, ama kendi yüreğinizi soğuttunuz! Uzun geceler boyunca gözlerimin uyanık ve hayran kalmasını öğrettiniz, sizse uyuyup aldırmadınız! Ama ben! Ben sizi gözüm ile gönlümün arasında bir yere oturttum! Söyleyin nasıl yüreğim sizi unutsun, gözlerim uğrunuzda ağlamayı kessin? Bana tükenmez bir vefayla bağlanacağıma yemin ettirmiştiniz ama sevgimi kazanır kazanmaz benden yüz çevirdiniz! Ve şimdi, bu yüreğe hiç acımıyorsunuz ve derdimi anlamak istemiyorsunuz! Sanki benim felaketimi hazırlamak ve gençliğimi kahretmek için doğmuşsunuz! Dostlarım, size yalvarıyorum ölünce, mezar taşıma, 'Burada büyük bir suçlu yatıyor: Sevmek suçunu işleyen!' diye yazın! Böylece aşk acısını tatmış bir ziyaretçi, kabrime bakarken, bir merhametli bakış fırlatır! Bu dizeleri okuduktan sonra, hâlâ ağlıyordum. Söylediklerimi işitince ve gözyaşlarımı görünce, kocam, daha fazla kızdı ve tahrik oldu, o da bana şu dizeleri okudu:

Gönlümün sevdiğinden yüz çevirdiysem, ne sıkıldığımdan, ne bıktığımdandır! Terk edilmeyi gerektiren bir suç işi ediğindendir! Ortak tutkumuzu bir başkasıyla paylaşmak istedin, oysa benim yüreğim, duygularım ve aklım böylesine bir ortaklığa razı olamazdı.

Bu dizeleri okuyup bitirince, onu yumuşatmak için yeniden ağ­lamaya koyuldum ve kendi kendime, "Onu yumuşatıp gönlünü alçaltacağım. Ve de kendi koşullarımı yumuşatacağım. Belki de beni öldürmekten vazgeçer ve tüm mücevherlerimi alarak beni bağışlar" diye düşündüm ve ona tüm inceliğimle şu dizeleri okuyarak yalvarmaya başladım: Gerçekte adil olmayı isteseydin, beni öldürmeyeceğine inanır, buna yemin ederdim! Ama kaçınılmaz ayrılığa karar verenlerin, adil olmayı hiç bilemeyeceğini herkes bilir! Aşkın getirdiği tüm ağırlıkları bana çektirdin sen, oysa omuzlarım ince bir gömleğin, hatta daha da hafif bir giysinin ağırlığına bile zor dayanırdı! Böyleyken, beni şaşırtan ölümüm olmayacaktır asla! Sadece, senden koptuktan sonra da bedenimin seni isteyeceğini bilmeme şaşıyorum! Bu dizeleri okuyup bitirince, ağladım. Bunu duyunca bana baktı, beni şiddetle itti ve beni çok incitti, sonra da şu dizeleri okudu: Benimkine hiç benzemeyen bir dostluktan söz ediyorsun ve tüm terk edişini bana duyurmuş bulunuyorsun! Biz böyle mi idik? Ama seni yüzüstü bırakacağım, senin beni yüzüstü bıraktığın ve arzumu aşağıladığın gibi! Ve tanıklık ettiğin aynı sabırla sabredip yaşama katlanacağım! Madem ki sen bir başkasına eğilim duydun, ben de bir başkası için özlem duyacağım! Ve sonsuza kadar, aramızdaki kopukluğun nedeni ben değil, sadece sen olacaksın!

Bu dizeleri okuyup bitirince, zenciyi çağırdı ve ona, "İkiye böl onu! Bizim için değeri yok artık!" dedi. Zenci bana doğru ilerlediği sırada, artık öleceğimi kesinlikle biliyordum ve yaşamımdan umudumu kesmiştim, artık kaderimi Yü­ce Tanrı'nın ellerine terk etmekten başka bir şey düşünmüyordum. Ve tam bu sırada, yaşlı kadının içeri girdiğini, genç adamın ayakları­na kapandığını ve onu öperek, "Yavrum, sütannen olarak, seni yetiş­tirmiş bir kişi olarak, senden bu genç kadını bağışlamanı rica ediyorum, çünkü böylesi bir cezaya layık olacak bir suç işlememiştir, korkarım ki laneti üzerine düşmesin!" dedi. Sonra da yaşlı kadın ağlamaya başladı ve kocamı razı etmek için dualarla onu sıkıştırmayı sürdürdü; sonunda kocam, "Peki, senin hatırına, onu bağışlıyorum! Ama yine de geri kalan ömrü boyunca üzerinde görülecek bir işaret bırakmam gerekiyor!" dedi.

Bu sözler üzerine, emir verdiği zenciler, hemen giysilerimi üzerimden sıyırdılar, beni hemen hemen çırılçıplak bir hale getirdiler. Bunun üzerine kocam eline bükülgen bir ayva ağacı dalı aldı ve beni yere yıkarak tüm bedenimi, özellikle sırtımı, göğsümü ve yanıbaşlarımı sopalamaya koyuldu, bunu öylesine bir hiddet ve şiddetle yaptı ki, bu darbelerden kurtulup yaşayacağıma umudumu tüm olarak yitirdikten sonra bayılmışım. O zaman vurmaktan vazgeçerek, beni, yerde, öylece uzanmış ve kölelere akşam oluncaya kadar o halde bı­rakmalarını emrederek, bırakıp gitmiş. Onlar da ortalık kararınca beni eski evime götürmüşler ve oraya cansız bir varlık gibi atıvermişler. Çünkü efendilerinin emri böyleymiş. Yeniden kendime geldiğim zaman, ağır yara berelerimden dolayı bir süre yerimden kıpırdayamadım, sonra çeşitli ilaçlarla kendimi iyileştirmeye çalıştım ancak darbelerin izleri ve yara yerleri bedenimde ve etimde kaldı, sanki kamçılarla ya da alıcı kuşların gagalarıyla oyulmuş gibi... Ve hepiniz bu izleri gördünüz. Dört aylık bir bakımdan sonra, iyileştim, sonra da bu şiddete maruz kaldığım saray tarafına gidip bir göz atmak istedim fakat yalnız burası değil, tüm cadde baştanbaşa yıkılmıştı ve tüm bu harika binaların bulunduğu yerde, kentin çöplerinin toplandığı bir süprüntü yığınından başka şey görünmüyordu.

Tüm aramalarıma karşın, kocamdan hiçbir haber almam mümkün olmadı. İşte bunun üzerine daima bakire bir genç kalmış olan küçük kızkardeşim Fehime'nin yanına geldim ve ikimiz birlikte aynı babadan olma kardeşimiz Zübeyde'yi ziyaret ettik. Hani size köpeğe dönüşen iki kardeşiyle ilgili öyküyü anlatan kardeşimize... Adet olmuş selamlaşmalardan sonra, o bana kendi öyküsünü anlattı, ben de ona kendi öykümü. Kardeşim Zübeyde bana, "Kardeşim, bu dünyada hiç kimse bahtının getireceği felaketlerden kaçınamaz! Ama, Tanrı'ya şükürler olsun ki, biz ikimiz de hâlâ hayattayız! Bundan böyle gel, birlikte yaşayalım! Ve de özellikle evlilik sözünü asla ağzımıza almayalım! Hatta bunun anılarını bile belleğimizden silelim!" dedi, Ve böylece küçük kızkardeşimiz Fehime bizimle birlikte kaldı. Evde vekilharçhğı yapan odur. Her gün alışveriş için çarşıya iner ve gerekli her şeyi alır, ben özellikle kapıyla ilgilenirim, çalınınca açar ve çağrılıları içeri alırım, ablamız Zübeyde'ye gelince, evin düzeninden o sorumludur.

Kızkardeşimiz Fehime, bir yığın şeyle yüklü hamalı eve getirip dinlenmesi için onu bir an için içeriye aldığımız güne kadar erkeksiz, çok mutlu bir yaşam sürdürdük. Aynı şekilde bize öykülerini anlatan üç kalenderin eve girmesi sonra da üç tacir görünümü altında sizin gelmeniz izledi... Daha sonra olanları biliyorsunuz ve sonra da nasıl huzurunuza getirildiğimizi... Benim öyküm de böyle! dedi. Bunu duyan Halife, son derece hayran kaldı ve...

Ama, anlatısının tam bu noktasında, Şehrazat, günün belirdiğini görmüş ve. yavaşça anlatmayı kesmiş.

On Sekizinci Gece Gelince

Şehrazat öyküsünü şöyle sürdürmüş: İşitim ki, ey bahtıgüzel şahım, orada, küçük kardeşleri Fehime ve iki kara köpek ve üç kalenderle birlikte bulunan Zübeyde ile Emine'nin öykülerini işitince Halife Harun Reşit, çok hayret etmiş ve üç kalenderinkiyle birlikte bu iki öykünün, özenli ve güzel bir yazıyla kalemdeki kâtipler tarafından yazıl masını, sonra da el yazmalarının arşivine kaldırılmasını emretmiş. Sonra dönüp Zübeyde adlı genç kıza, "Ve şimdi, ey asaletli hanım, kızkardeşlerini iki kara köpeğe dönüştüren ifriteden sonraları hiçbir haber almadın mı?" diye sormuş.

Zübeyde, "Emir-ül Müminin! Onunla ilişki kurmam zor değil! Çünkü bana saçından bir tutam verdi ve 'Bana ihtiyaç duyarsan, bu saçlardan birini yakman yeterli! Ne denli uzakta bulunursam bulunayım, hatta Kaf Dağı'nın ötesinde de olsam, hemen yanında olurum' dedi" demiş. Bunu duyan Halife, ona, "Öyleyse bana bu saçları getir!" demiş.

Zübeyde ona saçları vermiş; Halife birini alıp yakmış. Yanan saçın kokusu henüz duyulmuşken, tüm sarayda bir sarsıntı işitilmiş ve de bir titreme... Ve birdenbire, ecinniye, bir genç kız kılığında, zengin bir giyimle ortaya çıkmış. Müslüman olduğu için, Halife'ye, "Allah'ın selamı üzerine olsun, ey Tanrı'nın Naibi!" demekten geri durmamış. Halife de, onu, "Sen de Tanrı'dan barış, hayır ve merhamet bul!" diye yanıtlamış.

Bunu duyan kız, "Ey Emir-ül Müminin! Senin arzun üzerinde benim ortaya çıkmamı isteyen bu genç kız, bana büyük bir hizmette bulundu ve uç veren tohumlar ekti! Bundan dolayı, onun için ne yapsam, bana ettiği iyiliğin karşılığını yeterince karşılamış sayılmam. Kız kardeşlerine gelince, onları köpeğe dönüştürdüm, eğer onları öldürmediysem, bunu sadece kızkardeşleri ne büyük bir üzüntü olur diye yapmadım. Şimdi, şayet, sen, ey Emir-ül Müminin onların kurtarılmasını istiyorsan; bunu sana ve kızkardeşleri ne duyduğum saygı uğruna yaparım! Ve, zaten, kendimin de Müslüman olduğumu hiç unutmadığım için!" demiş.

Halife de, ona, "Doğru! Senin onları kurtarmanı istiyorum. Bundan sonra, bedeni darbelerle zedelenmiş genç kızın davasına bakarız, eğer öyküsünün gerçek olduğunu anlarsam, onu savunur ve onu böylesine haksız olarak cezalandırmış bulunandan öç alırım!' demiş.

Bunu duyan ifrite, "Ey Emir-ül Müminin, ben, bir an içinde genç Emine'ye böyle davranan kişiyi sana gösterebilir, onu ortadan kaldırır ve servetine el koyarım! Çünkü şunu bil ki, insanoğulları içinde sana en yakın olan biridir, o!" demiş. Sonra, ifrite, bir tas su almış ve üzerine sihirli sözler okumuş, sonra da bu suyu köpeklerin üzerine serpmiş; "Çabucak eski insan kılığınıza dönün!" demiş. O saatte iki köpek, iki güzel genç kız olmuş. Bunu izleyerek ecinni kız, Halifeden yana dönerek, ona, "Genç Emine'ye bütün bu kötü davranışlarda bulunan kişi, sizin öz oğlunuz El-Emin'dir" demiş. Sonra da ona öyküyü yeniden anlatmış; bu kez Halife, kesinlikle insan olmayan, ecinni olan birinin ağzından duyduğu öyküyle durumun doğruluğunu saptayabilmiş.

Bu duruma Halife çok şaşırmış; ve "Tanrı'ya şükürler olsun ki bu iki köpek benim aracılığımla kurtuldu!' demiş. Sonra oğlu El-Emin'i huzuruna çağırtarak ondan açıklama istemiş ve El-Emin de ona gerçeği anlatarak yanıt vermiş. Bunun üzerine Halife, kadıları ve tanıkları, üç hükümdarın oğlu olan üç kalenderi, daha önce büyü­lenmiş olan iki kızkardeşiyle üç genç kızın bulunduğu salonda bir araya getirmiş. Ve orada, kadılar ve tanıklarla oğlu El-Emin'i genç Emine ile yeniden evlendirmiş, sonra da genç Zübeyde'yi bir hükümdar oğlu olan birinci kalenderle, öteki iki genç kadını da yine hükümdar oğullan olan diğer iki kalenderle evlendirmiş ve kendisi de beş kızkardeşin en genciyle, çarşı alışverişlerini yapan hoş ve tatlı Fehime ile evlilik sözleşmesini hazırlatmış. Ve her bir evli çift için bir saray yaptırtmış ve hepsine mutlulukla yaşamaları için büyük servetler bağışlamış. Ve kendisi de, gece gelir gelmez, genç Fehime'nin kollarında yatmak üzere acele etmiş ve o geceyi onunla en hoş biçimde geçirmiş. "Fakat," diye sözünü sürdürmüş Şehrazat, Şehriyar'a seslenerek, "Ey bahtıgüzel şahım, bu öykünün, bundan sonra anlatacağımın yanında asla fazla şaşırtıcı olduğuna inanmayın" demiş. ...devamı Kesilerek Öldürülen Kadın, Üç Elma ve Zenci Reyhan Öyküsü

Birinci Genç Kız Zübeyde'nin Öyküsü - Binbir Gece Masalları


Masalın Adı : Birinci Genç Kız Zübeyde'nin Öyküsü

Masalın Yazarı : Binbir Gece Masalları

Ey İnananların Sultanı! Bilesiniz ki, benim adım Zübeyde'dir. Size kapıyı açan kızkardeşimin adı Emine ve en küçük kızkardeşimin adı da Fehime'dir. Hepimiz de aynı babadan, ancak ayrı ayrı annelerden doğduk. Bu iki dişi köpeğe gelince, benim ana-baba bir kızkardeşlerimdir.

Babamız öldüğü zaman, aramızda eşit şekilde paylaştığımız beş bin dinar bıraktı. Kızkardeşlerim Emine ile Fehime kendi anneleriyle birlikte oturmak üzere bizden ayrıldılar. Benimle diğer iki kızkardeşim, birlikte kaldı ve ben, üçümüzün en genciydim ama di­ğer annelerden olma kızkardeşlerim, Emine ve Fehime'den daha büyüktüm. Babamın ölümünden kısa bir süre sonra, ablalarım evlenmeye hazırlandılar ve her biri birer erkekle evlendi ve bir süre daha benimle kalıp aynı evde birlikte oturdular. Ama kocaları hemen bir iş gezisine çıkmak için hazırlandılar ve karılarından, mal satın almak için biner dinar istediler, karılarını da birlikte alıp beni yapayalnız bırakarak hep birlikte yola çıktılar. Benden ayrılmalarından sonra dört yıl geçti. Bu süre içinde kızkardeşlerimin kocaları iflas etmiş ve tüm mal varlıklarını yitirmişler, karılarını yabancı ülkelerde kendi başlarına bırakıp çekip gitmişlerdi.

Kızkardeşlerim her türlü sefalete katlanmış ve benim yanıma zavallı dilenciler halinde dönmüşlerdi. Bu iki dilenciyi görünce, onların kişiliğinde kızkardeşlerimi tanı­yamadım ve "Nasıl oldu da, kardeşlerim, bu hale düştünüz?" diye sordum. Bana, "Kardeşim, konuşmanın şimdi hiçbir yararı yok, çünkü kalem, Tanrı'nın takdirini yerine getirmek için oynamıştı" dediler. Bu sözleri duyunca yüreğim onlara karşı acımayla doldu ve onları hamama yolladım ve her birini güzel, yeni giysilerle donattım ve onlara, "Kardeşlerim, siz benim büyüklerimsiniz, ben küçüğüm! Sizleri anam babam gibi görüyorum! Zaten, size olduğu gibi, bana düşen miras da, Tanrı tarafından kutsanmış ve hatırı sayılır miktarda çoğalmıştır. Onun meyvesini benimle birlikte yersiniz, yaşantı­mız saygın ve onurlu geçer, bundan böyle hep birlikte oluruz!" dedim.

Ve, gerçekten, onlara her türlü yakınlığı gösterdim ve benimle birlikte tam bir yıl yaşadılar. Benim servetim onların oldu. Fakat bir gün, bana, "Aslında, evlenmek bizim için daha hayırlıdır, artık yalnız dayanamıyoruz, böylece sabrımız tükendi" dediler. Bunun üzerine onlara, "Kardeşlerim, evlilikte iyi hiçbir şey bulamazsınız, çünkü bugünlerde, gerçekten namuslu ve iyi bir erkek bulmak zordur! Zaten bir evlenme deneyi geçirmediniz mi? Bunda ne bulduğunuzu unuttunuz mu?" dedim, Ama benim söylediklerimi dinlemediler ve de benim rızam olmaksızın evlenmek istediler. Bunun üzerine kendi paramla onları evlendirdim ve kendilerine gerekli çeyizi sağladım. Sonra kocalarıyla birlikte ayrıldılar. Ancak, ayrılmalarından pek fazla bir zaman geçmeden, kocaları onları aldattı ve kendilerine verdiğim her şeyi alıp karılarını yüzüstü bıraktılar. Bunun üzerine tekrar çırılçıplak, benim yanıma döndüler. Benden özürler dilediler ve "Bizi ayıplama, kardeşim! Senin, içimizde, yaşça en küçük olduğun doğrudur, ama hepimizden akıllısın! Sana bir daha evlilik sözünü ağzımıza almayacağımıza söz veriyoruz!" dediler. Bunun üzerine onlara, "Hoş geldiniz kardeşlerim! Benim için dünyada sizden değerli varlık yoktur!" dedim ve onları kucakladım ve öncekinden de fazla cömertlik gösterdim. Bu durumda tam bir yıl yaşadık, bu sürenin sonunda mal dolu bir gemi donatmayı ve ticaret yapmak üzere Basra'ya gitmeyi dü­şündüm.

Bu maksatla, bir gemi hazırladım ve onu mal ve eşyayla ve de gemiyle yolculukta ihtiyaç duyulabilecek her şeyle doldurdum, kızkardeşlerime, "Kardeşlerim, dönüşüme kadar, yolculuğum süresince evimde kalmayı mı yeğlersiniz, yoksa benimle gelmeyi mi istersiniz?" diye sordum. Bana, "Seninle geliriz, çünkü senin yokluğuna dayanamayız!" diye yanıt verdiler. Ancak, yola çıkmadan önce paramı ikiye böldüm, yarısını yanı­ma aldım, öteki yarısını da, kendi kendime, "Ola ki geminin başına bir felaket gelir, ama hayatımızı kurtarırız. Bu durumda, dönüşümüzde, tabii eğer dönebilirsek, bize yararlı olabilecek bir şeyler kalmış olur" diyerek sakladım. Gece gündüz ara vermeden yolculuğu sürdürdük fakat, aksilik buya, kaptan yolu kaybetti. Akıntı bizi dış denizlere sürükledi ve yöneldiğimiz denizden bambaşka bir denize girdik. Ve on gün dinmeyen kuvvetli bir rüzgar bizi sürükledi. Bu sırada, uzaktan belli belirsiz bir kent gördük ve kaptana, "Üzerine doğru gittiğimiz bu kentin adı ne acaba?" diye sorduk. Bize, "Vallahi! Hiç bilmiyorum. Bu kenti hiç görmedim ve tüm yaşamımda bu denizde de seyretmedim. Ama, önemli olan, artık çok şükür tehlike dışında olmamızdır. Size bu kente girip malınızı depo etmekten başka yapacak şey kalmıyor. Ve de satmak istiyorsanız, satmanızı size öneririm" diye yanıt verdi. Bir saat sonra, bize yaklaşıp, "Kente çıkmakta acele edin! Orada Allah neler yaparmış, görün de şaşın! Ve de sizi koruması için, kutsal adını dilinizden düşürmeyin!" dedi, Bunu izleyerek kent üzerine yürüdük ve oraya ancak ulaşmış­ tık ki büyük bir şaşkınlığa uğradık. Bu kentte bütün oturanların kara taşlara dönüşmüş olduğunu gördük. Ama ancak oturanlar taşlaş­mıştı, çünkü tüm çarşılarda ve tüm ticaret yerlerinde malları oldu­ğu gibi bulduk ve altın ve elmastan yapılmış tüm eşyanın olduğu gibi durduklarını gördük. Bunu görünce, çok sevindik ve birbirimize, "Muhakkak ki bütün bunların nedeni çok hayret verici olmalıdır" dedik. Bunun üzerine birbirimizden ayrıldık ve her birimiz kentin bir başka semtine gitti, her birimiz gayret edip kendi adımıza altın, gümüş ya da değerli kumaş olarak taşıyabildiği kadar eşyayı toplamaya başladı. Bana gelince, ben, hisara çıktım, oradaki hükümdar sarayını buldum. Som altından yapılmış büyük kapısından girdim ve büyük kadife örtüyü kaldırarak, içerdeki tüm mobilyaların ve eşyanın hepsinin altın veya gümüşten yapılmış bulunduğunu gördüm.

Avluda ve tüm salonlarda, muhafızlar ya da mabeyinciler, ayakta ya da oturur halde, ama hepsi yaşarken taşlaşmış durumdaydı. Mabeyinciler, subaylar ve vezirlerle dolu sonuncu salonda, insanın aklını karış­tıracak kadar zenginlikte ve ihtişamda giysilere bürünmüş hükümdarın taşlaşmış halde tahtında oturmakta olduğunu gördüm. Yöresinde, yine taşlaşmış, ellerinde yalın kılıçlarıyla, ipek giysilerine bürünmüş elli köle vardı. Hükümdarın tahtına inciler ve değerli taşlar kakılmıştı ve her bir inci bir yıldız gibi parlıyordu. Ve, gerçekte, bunlara bakarken aklımı yitirir gibi oldum. Ama yürümeye devam ettim ve harem salonuna ulaştım ve burayı daha da harika buldum, burada her şey pencere kafeslerine varıncaya kadar altından idi ve duvarlar ipek kaplamayla kaplanmış­ tı, kapı ve pencereler üzerinde, kadife ve satenden perdeler vardı. Ve sonunda, taşlaşmış kadınlar arasında, değerli inciler serpiştirilmiş bir giysiye bürünmüş ve başında her türlü değerli taşlarla zenginleştirilmiş tacı ve boynunda gerdanlıklar ve titizlikle işlenmiş altın zincirlerle hanım sultamn kendisini gördüm, ama o da siyah bir taşa dönüşmüştü.

Oradan, yürümemi sürdürdüm ve açık bir kapı buldum, iki kanadı da saf gümüşten yapılmıştı ve içinde, yedi basamaklı somaki mermerden bir merdiven gördüm. Bu merdiveni çıktım, yukarıya ulaşınca, sırmayla örülmüş halılarla kaplı, tüm beyaz mermerden büyük bir salon buldum, bu salonun ortasında, altından büyük me­şaleler arasında, zümrüt ve firuze serpiştirilmiş altın bir seki ve bu seki üstünde, inciler ve değerli taşlarla, değerli kumaşlar ve gergef işleriyle kaplanmış kaymak taşından bir yatak gördüm. Fonda, parlayan bir ışık vardı, yaklaştım ve bu ışığın, bir tabureye yerleştirilmiş deve kuşu yumurtası iriliğinde ve traş edilmiş yüzleriyle aydınlatan bir elmastan kaynaklandığını anladım, bu elmas mükemmelli­ğin ta kendisiydi ve ışığı tek başına salonu aydınlatıyordu. Bununla birlikte burada yanan meşaleler de vardı, ama bunlar bu elmasın parıltısı karşısında âdeta utanıyorlardı. Ve, ben, kendi kendime, "Eğer bu meşaleler yanıyorsa, birisi onları yaktığı içindir" dedim. Bunun üzerine yürümeyi sürdürdüm ve başka salonlara girdim, her gördüğümle şaşkınlığa uğruyor ve canlı bir varlığa rastlamaya çabalıyordum. Ve öylesine meşguldüm ki, kendimi, gezide olduğumu, gemimi ve kızkardeşlerimi unutmuştum.

Ve bu harika yerde gezerken gece bastırdı, bunun üzerine saraydan çıkmak istedim ama yolumu şaşırdım, artık yolumu bulamıyor dönüp dolaşıyor, kendimi kaymak taşından yapılmış yatağın, iri elmasın ve yanan altın meşalelerin olduğu salonda buluyordum. Bunun üzerine yatağa oturdum, gümüş ve incilerle işlenmiş mavi satenden yorgana bürü­nüyor;,çok hoş bir yazıyla yazılmış, kırmızı ve başka renklerle süslenmiş, altın yaldızlı kutsal kitabımız Kuran'ı ele alıyor, kendimi kutsamak ve Tanrı'ya şükretmek için bazı ayetleri okumaya başlı­ yor ve kendimi suçluyor, Tanrı takdis edesi Peygamber'in sözleri üzerinde düşünüyordum. Sonra uyumak üzere uzandım ve uyumaya çalıştım ama bir türlü başaramadım.

Uykusuzluk, geceyarısına kadar beni uyanık tuttu. O sırada, Kuran okuyan bir ses duydum; hoş, tatlı ve gönül ok­şayıcı bir sesti bu... Bunun üzerine acele yerimden kalktım, bu sesin geldiği yöne doğru yürüdüm. Sonunda kapısı açık olan bir odaya geldim, kapıdan yavaşça içeri girdim, araştırmalarım sırasında beni aydınlatan meşaleyi dışarıda bırakarak, çevreyi gözden geçirdim, buranın bir mabet olduğunu gördüm, ortalık, asılı bulunan yeşil camdan lambalarla aydınlanıyordu. Ortasında doğuya doğru yayılmış bir seccade vardı, bu seccadenin üstünde de, dikkatle ve yüksek sesle ve de kaidelerine uygun olarak Kuran okuyan çok yakışıklı bir genç oturuyordu. Bunu görünce çok şaşırdım, bu genç adam nasıl olmuş da, kentin uğradığı felaketten kendini tek başına kurtarabilmişti? Bunun üzerine ilerleyip ona yaklaştım ve selam verdim; dönüp bana baktı ve selamımı iade etti.

Ona, "Tanrı'nın kitabından okuduğun kutsal ayetlerin yüzü suyu hürmetine, sorularımı yanıtlamanı senden rica ediyorum" dedim. Bunu duyunca huzurlu ve tatlı bir gülümsemeyle güldü ve bana 'Ama, ey kadın, ilkin sen bana kim olduğunu ve bu mabede giriş nedenini açıkla! Ben de sırası gelince soracaklarını yanıtlayayım!" dedi. Bunun üzerine ona öykümü anlattım, çok şaşırdı o zaman ben de ona kentin bu olağanüstü durumunun nedenini sordum. Bana, "Biraz bekle!" dedi, gidip kutsal kitabı kapattı ve satenden bir mahfazaya soktu; sonra da yanına oturmamı istedi. Oturdum ve yüzüne dikkatle bakmaya başladım. Onun tıpkı dolunay gibi, nitelikten yana mükemmel ve cana yakın olduğunu, görünüşünün hayranlık uyandırıcı, endamlı ve ince olduğunu gördüm, yanakları kristal gibi, yüzü taze hurma renginde idi. Şair sanki şu dizeleri onun için yazmıştı: Yıldız-okuyan geceyi gözlüyordu! Ve birdenbire, gözlerinin önünde. büyüleyici bir çocuğun narinliği belirdi! Ve düşündü: Bu, Zühal'in kendisidir, aynı adlı yıldızı bir kuyruklu yıldız sandıran saçılmış siyah saçları olan! Yanaklarının açık kira, pembeliğine gelince, Merih'tir onu yaymaya gayret gösteren! Gözlerinin delici ışıkları ise, yedi yıldızlı okçu burcunun oklarıdır bunlar! Ama ona bu harika kavrayışı veren Utarit'tir. Zühre'yse ona altın değerini kazandırmıştır. Yıldızları gözleyen, artık ne düşüneceğini bilemedi ve şaşkınlığa düştü! Bunu gören yıldız ona doğru eğildi ve güldü. Ona böyle bakarken, bakışı, beni, en şiddetli anlamda belaya, onu o güne kadar tanımamış olmanın en ateşli yerinmelerine yöneltti ve yüreğimde kızıl korlar tutuşturdu.

Ona, "Ey efendim, ey sultanım! Şimdi sizden dilediğimi bana anlatınız!" dedim. O da bana, 'Duyduk ve itaat ettik" dedi ve şunları anlattı: Bilin ki, ey onurlu hanım, bu kent benim babamın kentiydi. Tüm yakınları ve uyrukları, burada oturuyorlardı. Babam, tahtın üzerinde oturduğunu gördüğünüz taşa dönüşmüş hükümdardır. Yine taşlaşmış olarak gördüğünüz sultan, benim annemdir. Babam ve annem, müthiş Nardon'a tapan dindarlardı. Ateş, ışık, gölge ve ısı üzerine yemin etmiş ve ant içmişlerdi! Uzun bir süre, babam çocuk sahibi olamamıştı; ancak ömrünün sonuna doğru, yaşlılığının meyvesi olarak ben doğdum.

Babam beni büyük ilgi göstererek büyüttü, ben de gittikçe büyüyordum. İşte gerçek mutluluk için seçilişim bu sıraya rastlar. Gerçekten, sarayda, nezdimizde, yaşça epeyce ilerde bir ihtiyar kadın yaşıyordu. Bu kadın, Tanrı'ya ve Peygamberi'ne inanan bir Müslümandı. Ama dinini gizli tutuyordu, dış görünüşüyle annem ve babamla uyumlu davranışta bulunur görünüyordu. Ve babam ona karşı büyük bir güven duyuyordu, çünkü onda dürüstlük ve bağlılık buluyordu. Ona cömert davranıyor ve armağanlar sunuyordu. Onun kendi dininden ve kendi inancından yana olduğuna kesinlikle inanıyordu. Bundan dolayı, yaşamımı sürdürürken, beni ona emanet etti ve ona, "Al onu iyice yetiştir!

Ona, dinimizin kurallarını öğret, yüksek bir eğitim sağla! Gerekli her türlü ilgiyi göster" dedi. Ve yaşlı kadın beni korumasına aldı;ama, bana, temizlik görevlerinden ve abdestin faziletlerinden başlayarak ibadette geçen kutsal dualara kadar, islam dini ve Peygamberin dilinde Kuran okumayı ve tefsir etmeyi öğretti. Eğitimimi tüm olarak tamamlayınca, bana, "Yavrum, bunları babandan dikkatle gizlemen gerek! Ve de kesinlikle sırrını saklamalısın! Yoksa seni öldürür"' dedi. Ve ben, gerçekten, bu sırrı sakladım. Eğitimimi tamamlayışımdan sonra, çok vakit geçmeden bu saygın yaşlı kadın öldü, ölmeden önce de son nasihatlarını yaptı. Ben, Tanrı'ya ve Peygamberine inanmamı bir giz olarak saklamaya devam ettim. Ama kentte oturanlar, inançsızlıklarını, isyanlarını ve karanlıklarını koyulaştırmaktan başka bir şey yapmıyorlardı. Ancak, bir gün, her zamanki davranışlarını sürdürürken, görünmeyen bir müezzinin yüksek sesi duyuldu. Bu gök gürültüsü kadar yüksek ses, yakındakiler kadar uzaktakilerin de kulağına erişecek şekilde: "Ey bu kentte oturanlar! Ate­şe ve Nardon'a tapınmayı bırakın, Tek ve Kudretli Tanrı'ya tapı­nın!" diyordu. Bu sesi duyan kesitte oturanlar, büyük bir dehşete kapıldılar, kentin hükümdarı olan babamın çevresine toplandılar ve ona, "İşitti­ ğimiz bu korkutucu ses nedir? Hâlâ bu sesin etkisiyle titriyoruz" diye sordular. Babam onlara, "Bu sesten korkmayın ve dehşete kapılmayın! Eski inancınıza sımsıkı sarılın!" dedi.

Ve bunun üzerine, yürekleri babamın sözlerine doğru eğilim gösterdi; ve asla ateşe tapınmaktaki alışkanlıklarından ve ona sıkı­ca bağlanmaktan vazgeçmediler. Ve bir yıl daha hatalı kör inançları­na bağlı kaldılar, ta ilk sesi duymalarının yıl dönümüne kadar! Ve de bir yıl sonra aynı ses, ikinci kez duyuldu sonra bir yıl daha geçti ve her yıl tekrarlanan ses üçüncü kez duyuldu. Ama onlar, hatalı inançlarını ve bunun gereklerini terk etmeye yanaşmadılar. Ve sonunda, bir sabah, şafak vakti, felaket ve bela üzerlerine gökten ağarak geldi ve kara taşa dönüştüler ve kendileriyle birlikte atları, katırları, develeri ve sürü hayvanları da taşa dönüştü. Tüm uyruklardan, bir başıma ben, bu felaketten kurtuldum, Ve işte, o günden beri burada oturup dua ediyorum, oruç tutuyorum ve Kuran okuyorum. Fakat ey saygı değer ve güzel hanım, içinde bulunduğum yalnızlıktan, bana insanca ilgi gösterecek yöremde kimse olmamasından bıktım. Bu sözleri duyunca, ona, "Ey her türlü nitelikten nasibi olan genç adam! Benimle Bağdat kentine gelebilir misin? Orada din ve fı­kıhtan yana derinleşmiş bilginler ve saygın şeyhler bulacaksın! Ve onların dostluklarıyla, bilgide ve ilahi adaletin öğrenilmesinde daha ileri gidersin. Ve ben oldukça hatırlı bir kimse olmama karşın, senin kölen ve zevkinin hizmetçisi olurum.

Aslında ben, yöremde bulunanların efendisiyim ve emrime bağlı erkekler, hizmetçiler ve genç çocuklar var! Burada da kıyıda mal yüklü bir gemim var. Ama talih bizi bu kıyıya attı ve bu kenti tanıttı ve de bu serüvene sürükledi ve talih bizi birleştirmek istedi" dedim, Sonra da, ona, bizimle birlikte gelme arzuları ilham edecek sözler söylemeye devam ettim, bana olumlu yanıt verinceye kadar...

Anlatısının bu noktasında, Şehrazat, şafağın söktüğünü görmüş; ve âdeti olduğu üzre, yavaşça sözünü kesmiş.

On Yedinci Gece Gelince Sözünü sürdürmüş:

İşittim ki, ey bahtı güzel hükümdarım, Zübeyde adlı genç kız, genç adama ilgi duymaktan ve ona olumlu yanıt alıncaya kadar kendisini izleme arzuları ilham etmekten vazgeçmemiş. İkisi de uyku üzerlerine çökünceye kadar konuşup durmuşlar. Bunun üzerine genç Zübeyde, o gece, genç adamın ayakları dibinde yatıp uyumuş. Duyduğu sevinç ve mutluluğa bir türlü inanamayarak... Bundan sonra Zübeyde, Halife Harun Reşit'e, Cafer'e ve üç kalendere, öyküsünü anlatmayı sürdürmüş. Sabahleyin şafak sökünce yıkandık, tüm hazineleri açtık, taşı­mada ağırlığı olmayan ve de çok değerli olan her şeyi aldık, kaleden kente doğru indik, kölelerime ve uzun süredir beni arayan kaptana kavuştuk. Beni görünce çok sevindiler ve ortalıkta görünmememin nedenini sordular. O zaman onlara gördüklerimi ve genç adamın öyküsünü ve de kent halkının taşa dönüşmesinin nedenini tüm ayrıntı­ larıyla anlattım.

Anlattıklarıma çok şaştılar. Kızkardeşlerime gelince, beni bu yakışıklı genç adamla gördükleri anda kıskançlığa kapıldılar ve beni çekemediler, içleri kinle doldu ve bana karşı gizlice ihanet planları kurmaya başladılar. Tam bu sırada, hepimiz birlikte gemiye bindik, çok mutluydum ve mutluluğum genç adama duyduğum sevgiyle artıyordu. Bekledik ki rüzgar uygun essin, yelkenleri gerelim ve yola çıkalım! Kızkardeşlerime gelince, bize yoldaşlık etmeyi sürdürüyorlardı ve bir gün özel olarak bana, "Kardeşimiz, bu genç adamı ne yapmayı düşünüyorsun?" diye sordular.

Ben de onlara, "Niyetim onunla evlenmektir" diye yanıt verdim. Sonra ona doğru döndüm, ona yaklaştım ve açıkladım: "Efendim, arzum senin olmaktır. Benden beni reddetmemeni rica ederim!" dedim. O da bana, "işittik ve itaat ettik!" diye yanıt verdi. Bu sözler üzerine kızkardeşimlerime döndüm ve onlara, "Tüm varlığımla bu genç adama sahip olmakla yetineceğim, zenginlik adına neyim varsa şu andan başlayarak sizindir" dedim.

Bana, "Senin iradene uyarız!" dediler. Ama yüreklerinde bana karşı ihanet ve kötülük saklıyorlardı. Uygun bir rüzgârla yolculuğumuza devam ettik, korkulu sulardan çıktık, güvenli sulara ulaştık. Bu sularda da birkaç gün seyrettik ve Basra kentine oldukça yaklaştık ve uzaktan evlerin belirmeye başladığını gördük. Fakat, gece yaklaştığından, durduk ve hemencecik hepimiz uyuduk, Fakat, uyku sırasında, iki kızkardeşim yataklarından çıkmış­lar beni, genç adamı ve tüm tavlaları denize atmışlardı. Yüzme bilmediği için genç adam boğuldu, onun kurbanlara katılması Tanrı'nın takdiri idi. Bana gelince, benim nasibim de kurtulanlar arasına katılmakmış.

Bundan dolayı, denize düşünce, Tanrı 'nın sağladığı bir tahta parçası üzerine ata biner gibi oturdum ve bu sayede ve de dalgaların sürüklemesiyle uzak bir adanın kıyısına ulaştım. Orada giysilerimi kuruttum, tüm geceyi geçirdim ve kendime bir yol aradım ve üzerinde âdemoğlunun ayak izleri olan bir yol buldum. Kıyı­ da başlayan bu yol, adanın ortalarında uzanıyordu. Giysilerimin kuruduğunu görünce, bu yolu izledim ve adanın öbür kıyısına ulaşıncaya kadar yürümeyi sürdürdüm, buradan Basra uzakta, görünü­yordu. Birden bire bana doğru gelen bir karayılan gördüm, onun ardından da iri ve büyük bir yılan onu öldürmek için kovalıyordu.

Karayılan kaçışı dolayısıyla öylesine yorgun ve dermansız düşmüş­ tü ki, dilini ağzından dışarı çıkmıştı. Bunu gören ben ona acıdım, iri bir kaya yakalayarak, öteki yılanın başına attım, onu ezip o anda öldürdüm. Fakat karayılan da iki kanat açtı ve göğe ağıp kayboldu. Bunu görünce şaşırıp kaldım. Ama, ben de yorgunluktan bitkin hale geldiğimden, oracığa oturdum; sonra da uzanıp bir saat kadar uyudum. Uyanınca, ayak ucumda, ayaklarımı ovup beni okşayan güzel bir zenci kız gördüm. Bunu görünce şiddetle ayağımı geri çektim ve çok utandım, çünkü güzel zenci kızın benden ne istediğini bilmiyordum! Ona, "Sen kimsin ve ne istiyorsun?" diye sordum. Bana, "Düşmanımı öldürerek bana büyük bir iyilik yapmış olan sana ulaşmak için acele geldim. Ben senin o iri yılandan kurtardığın karayılanım. Ve ben bir ecinniyeyim. Bu yılan da bir ecinni idi. Ve sadece sen, onun elinden beni kurtardın. Ben de, kurtulur kurtulmaz, rüzgara uyup uçtum ve acele iki kızkardeşinin seni denize attığı gemiye doğru gittim. İki kızkardeşini sihirle iki kara köpeğe dönüştürdüm ve buraya sana getirdim" dedi. Dönüp arkamdaki ağaca bağlanmış olan iki dişi köpeğe baktım. Sonra ecinniye, "Daha sonra da, gemide bulunan tüm zenginliği Bağdat'taki evine taşıdım ve gemiyi batırdım. Genç adama gelince, boğuldu, ölüme karşı bir şey yapamam çünkü ancak Tanrı'nın gücü sonsuzdur." dedi. Bu sözler üzerine beni kollarına aldı, kızkardeşlerim olan iki köpeği süzdü ve onları da kucakladı ve hepimizi birden, uçarak taşı­yıp bizi sağ salim Bağdat'ta, daha önce gördüğünüz evimin taracasına indirdi. Evimi gezip gemiden getirilen, düzgün bir şekilde sıralanmış tüm servetimi ve mal varlığımı buldum. Hiçbir mal kaybolmamış veya hasar görmemişti.

Sonra ecinniye bana, "Hazreti Süleyman'ın yüzüğü üzerindeki kutsal yazıt üzerine, bu iki köpeğin her birini, her gün, üç yüz kez kamçıyla dövmek üzere yemin etmeni istiyorum. Bu emri bir gün hile yerine getirmezsen, koşup gelecek seni de onların kılığına sokaca­ğım!" dedi. Ve ben, ona, "İşittik ve itaat ettik!" demek zorunda kaldım. Ve o günden beri, Ey Emir-ül Müminin! Onları kamçılayıp duruyorum, sonra da acıyıp boyunlarına sarılıyor ve onları öpüyorum!

Benim öyküm budur işte! Ey Emir-ül Müminin, kızkardeşim Emine'nin öyküsü, benimkinden çok daha şaşırtıcıdır, demiş. Bu öyküyü duyan Halife Harun Reşit hayranlığın en üst derecesine ulaşmış. Ama merakını doyurmak için de açıkça acele etmiş. Ve bir gece önce, ona kapıyı açan genç Emine'ye dönerek, "Sen, ey zarif kız! Bedenindeki bu darbe izlerinin nedenini anlatır mısın?" diye sormuş. ....devamı İkinci Genç Kız Emine'nin Öyküsü

23 Ekim 2019 Çarşamba

Üçüncü Kalenderin Öyküsü - Binbir Gece Masalları


Masalın Adı : Üçüncü Kalenderin Öyküsü

Masalın Yazarı : Binbir Gece Masalları

Ey zaferle dolu asil kadın! Benim öykümün şu iki arkadaşımınkiler kadar şaşırtıcı olduğunu sanmayın! Çünkü onlardan çok daha fazla şaşırtıcıdır. Eğer bu arkadaşlarıma felaketler sadece baht ve talih yüzünden gelmişse, benimki bambaşka nedenlerden gelmiştir. Benim kazınmış sakalımın ve kör olan gözümün nedeni, kendi kusurumdandır. Bahtsızlığı ben, kendim üzerime çektim ve yüreğimi dert ve kederle doldurdum.

İşte benim öyküm: Ben şehzade bir şahım. Babama Kaasip derlerdi. Ben de onun oğluyum. Şah babam ölünce, saltanat bana kaldı. Hükmettim, adaletle ülkemi yönettim ve halkıma hizmet ettim. Ancak deniz yolculuğuna karşı büyük bir tutkum vardı. Bundan mahrum da kalmadım. Çünkü başkentim deniz kıyısındaydı ve bu geniş kıyılarda ülkeme ait savaş ve savunma için tahkim edilmiş adalar vardı. Bir gün gidip bütün bu adaları ziyaret etmek istedim. Bu maksatla on gemi hazırlattım ve bunları bir ay yetecek kadar ihtiyaç malzemesiyle donattıktan sonra yola koyulduk. Ziyaret yolculuğu yirmi gün sürdü, bu sürenin sonunda, gecelerden bir gece, aykırı rüzgarların azgınlıkla üzerimize geldiğini gördük. Bu böylece şafak sökünceye kadar sürdü, bu sırada rüzgar biraz sakinleşti­ğinden ve deniz yatıştığından, gün doğarken, biraz kalabileceğimiz bir küçük ada gördük karaya çıktık. Yemek maksadıyla bir şeyler pişirdik, yiyip içtik, fırtınanın dinmesini beklemek üzere iki gün orada kaldık, sonra yeniden yola koyulduk. Yolculuk yirmi gün daha sürdü, bu sürenin sonunda yolumuzu kaybettiğimizi fark ettik, içinde yüzdüğümüz suların hem bizim, hem de kaptanımızın bilmediği sular olduğunu anladık.

Aslında kaptan, zaten bu sularda hiç seyretmemişti. O zaman direğe bir gözcü çıkardık ve ona, "Denizi dikkatle gözetle!" buyruğunu verdik, Gözcü direğe çıktı, sonra indi, bize ve kaptana, "Sağımda, suyun üzerinde balıklar gördüm ve uzakta denizin ortasında bazen beyaz, bazen siyah görünen bir başka şey daha gördüm" dedi. Gözcünün bu sözleri üzerine kaptan korkuya kapıldı. Başındaki sarığı yere çaldı, sakallarını yoldu ve bize, "Felaketimizi hepinize duyuruyorum. Bir can bile sağ selamet kurtulamayacak!" dedi. Sonra ağlamaya başladı, biz de, onunla birlikte, akıbetimizi düşünerek ağlamaya başladık. Sonra ben kaptana sordum: 'Ey kaptan, gözcü­nün sözünün anlamını bize açıklar mısın?" diye... O da, "Efendim, rüzgarın bize aykırı estiği gün, yolumuzu yitirmiştik. On beş gündür de bir türlü bulamadık. Bizi doğru yola sokacak uygun rüzgar da bir türlü esmedi. Bilin ki, bu siyah beyaz cismin ve yakınında yü­zen balıkların anlamı, yarın Mıknatıs Dağ denilen karakayalardan oluşmuş bir adaya yaklaşmış olacağız demektir. Sular bizi ister istemez bu adaya doğru sürükleyecek ve gemimiz bin parça olacak, çünkü Yüce Tanrı, bu dağa gizli bir güç bağışlamış. Demir olarak ne varsa kendine çekiyor! Geminin tüm çivileri sökülüp uçarak dağa doğ­ru gidince, gemimiz parçalanacak ve batacaktır. Allah bilir, yıllardır batan gemilerden bu dağda toplanan demirin miktarını!.. Bir de, denizden bakılınca görülür bu dağın tepesinde on sütün üzerinde duran sarı bakırdan yapılmış bir kubbe, bu kubbenin üstünde de bakırdan bir ata binmiş bir süvari vardır. Bu süvarinin elinde bakır bir mızrak, göğsünde de, üzerinde baştan başa hiç bilinmeyen ve tılsımlı isimler yazılı kurşundan bir levha bulunmaktadır.

Böylece, ey şahım, bilin ki, bu süvari bu atın üstünde bulundukça, alt taraftan geçen gemiler parçalanacak ve tüm yolcular sonsuza dek kaybolacaklar, gemilerin tüm demirleri de dağa yapışık olarak kalacaktır. Bu süvari bu atın üzerinden aşağı atılmadıkça, hiçbir kurtuluş olanağı yoktur!" diye yanıt verdi,

Bu sözleri duyunca, hanımım, kaptan sel gibi gözyaşı dökerek ağlamaya başladı. Biz de kurtuluş olanağı olmaksızın öleceğimizden emin olduk ve her birimiz dostlarına veda etmeye başladı. Ve, gerçekten, daha sabah olur olmaz, bu siyah taşlardan oluş­muş mıknatıs dağına doğru tüm olarak yaklaştık, sular bizi zorla o yana doğru sürüklüyorlardı. Sonra, on gemimizin hepsi dağın kenarına yaklaşınca, ansızın gemilerin binlerce çivisi sökülerek uçuşmaya başladı ve gidip dağa yapıştı; gemilerimiz yarıldı ve biz hepimiz suya düştük.

Bu durumda, bütün gün, denizin kudretine tabi olduk; kimimiz kurtulduk, kimimiz boğuldu ama çoğunluk boğulmuştu. Kurtulanlar, birbirini kaybedip ayrı düştüler, çünkü müthiş dalgalar ve rüzgarlar onları çeşitli yörelere dağıtmıştı. Bana gelince, hanımım, Yüce Tanrı, beni başka dertlere, bü­yük acılara ve büyük felaketlere uğratmak için kullardı. Gemiden sökülen tahtalardan birine sarıldım ve dalgalarla rüzgar beni bu mıknatıs dağın eteğinde kıyıya attı.

Orada takınırken, dağın tepesine çıkan bir yol gördüm; kıyılar oyularak merdiven şekline sokulmak suretiyle oluşturulmuştu bu yol... Ve birdenbire, Yüce Tanrı'nın adını andım, ve...

Anlatısının bu noktasında, Şehrazat, sabahın ışıldadığını görmüş ve yavaşça anlatısını kesmiş,

Ve On Beşinci Gece Gelince Söze başlamış:

İşittim ki, ey bahtı güzel hükümdarım, üçüncü kalender, öteki arkadaşları bağdaş kurup kol kavuşturarak oturur, ellerinde yalın kılıçlarıyla yedi zenci köle onları gözetirken, evin genç hanımına hitap ederek sözünü sürdürmüş: Allah'ın adını andım, yakararak; kendimi duaların kutsal havasına kaptırdım; sonra elimden geldiğince, kayalıklara ve oyuğa yaklaştım, Allah'ın emriyle rüzgar da artık yatıştığından bu dağa çıkmayı başardım.

Kurtuluşumdan dolayı çok seviniyordum artık kubbenin olduğu yere ulaşmaktan başka yapacak iş yoktu, sonunda ulaş­ tım ve türbenin içine girdim. Orada dizüstü gelerek, ibadetimi bitirdim ve Tanrı'ya kurtuluşumdan dolayı şükürler ettim. Tam o sırada, yorgunluk beni öylesine sardı ki, yere uzandım ve orada uyuyakaldım. Uyurken bana bir sesin, "Ey Kaasip'in oğlu! Uykudan uyandığında, ayağının altındaki toprağı kaz, orada bakırdan bir yay ve üzerinde bir tılsım yazılı gümüş oklar bulacaksın. Bu yayı al, bununla kubbenin üzerinde duran süvariyi vur, böylece bu müthiş beladan kurtararak insanlara huzur sağlamış olacaksın! Sü­variyi vurunca, denize düşecek, yay da elinden toprağa düşecek. O zaman yayı al ve düştüğü yerde toprağa göm!

Bu sırada deniz kaynamaya ve senin bulunduğun tepeye ulaşıncaya kadar taşıp yükselmeye başlayacak. O sırada denizde bir kayık göreceksin, kayıkta bu bakırdan süvariye benzeyen bir başka adam olacak ellerinde küreklerle sana gelecek. Sakın korkma! Onunla birlikte kayığa bin! Ama Tanrı'nın kutsal adını ağzına almamaya dikkat et! Hem de çok dikkat et! Bunu ne olursa olsun, sakın yapma! Bir kez kayığa binince, bu adam seni alıp on gün gezdirecek, bu sürenin sonunda Selamet Denizi'ne ulaşacaksın. Bu denize ulaşınca, orada seni kendi ülkene kadar götürecek birilerini bulursun. Ama, bütün bunlann bir tek koşulu yerine getirmene bağlı olarak gerçekleşeceğini unutma: Tanrı 'nın adını kesinlikle ağzına almayacaksın!

O anda, hanımım, uykumdan uyandım ve cesaretimi toplayarak sesin emrine uyup yay ve okları gömülü oldukları yerden çıkardım ve bunlarla süvariyi devirdim. Süvari denize, yay da ayak ucuma düştü, yayı hemen oracığa gömdüm. Bu sırada deniz kaynamaya ve kabarmaya başladı. Sonunda bulunduğum dağa kadar yükseldi. Birkaç saniye sonra, denizde, benim bulunduğum yana doğru yol alan bir kayık gördüm; ve Yüce Tanrı'ya şükürler ettim.

Kayık yanı­ma iyice yaklaşınca, içinde bakırdan bir adam olduğunu, göğsüne takılı gümüş bir levhada da isimler ve tılsımlar yazılı bulunduğunu gördüm. Bunun üzerine, hiçbir sözcük telaffuz etmeden, kayığa bindim. Bakır adam beni, bir gün, iki gün, üç gün; sonra da on gün tamamlayıncaya kadar kayıkla gezdirdi. O zaman uzaktan adaların belirdiğini gördüm, kurtulmuştum. Neşenin doruğunda mutlu ve coş­kulu, heyecan ve Tanrı'ya minnetle dolu olduğum bir sırada Allah'ın adını andım ve onu ululayarak, "Allahu ekber! Allahu ekber" diye haykırdım.

Ama, daha bu kutsal sözler ağzımdan çıkar çıkmaz, bakır adam beni yakaladı ve kayıktan denize fırlattı, sonra uzaklaşıp gözden kayboldu. İyi yüzme bildiğimden bütün gün, gece oluncaya kadar yüzdüm, artık kollarımda derman kalmamıştı; kollarım bitkin, omuzlarım yorgun, kendimi tükenmiş hissettim. Ölümün yaklaştığını görerek iman tazeledim ve kendimi ölüme hazırladım. Fakat, tam o anda, dalgaların hepsinden daha güçlü bir dalga, uzaktan dev bir kale gibi yükselip geldi ve beni sürükleyip öylesine savurdu ki, kendimi daha önce gördüğüm adalardan birinin kıyısında buldum. Demek Tanrı böyle istemişti.

Bunun üzerine kıyıya çıktım, giysilerimden sıkarak suyu çıkarttim, kurusunlar diye kaya üzerine serdim ve bütün gece uyudum. Uyanınca, kuruyan giysilerimi giydim; ne yana gideceğimi kestirmek üzere ayağa kalktım ve önümde, uzanan verimli bir vadi gördüm, burada dönüp dolanırken, denizle kuşatılmış küçük bir adada olduğumu anladım. Kendi kendime, "Ne felaket! Bir dertten kurtulduğum her seferinde, daha beter bir derde düşüyorum!" dedim.

Şiddetle ölümü arzuladım. Böylesine kederli düşüncelere daldığım sırada, denizden, içinde birilerinin bulunduğu bir kayığın yaklaştığım gördüm. Başıma yine cansıkıcı bir olayın gelmesinden korkarak kalktım ve bir ağaca tırmandım, onları gözleyerek bekledim. Kayı­ğın kıyıya yaklaştığını ve içinden ellerinde birer kürekle on kölenin çıktığım gördüm, adanın ortasına kadar ilerlediler ve orada toprağı kazmaya başladılar ve bir kapak bulasıya kadar kazmayı sürdürüp, bu kapağı kaldırıp altında bulunan bir kapıyı ortaya çıkardılar. Bunu yaptıktan sonra, yeniden kayığa döndüler, oradan birçok eşya alarak omuzlarında taşıdılar, ekmek, un, bal, yağ, koyun etiyle dolu torbalar ve bir evde oturanın ihtiyaç duyacağı daha birçok şeyler,.. Ve köleler, kayıktan yeraltı yolunun kapısına, kapıdan kayığa gidip gelerek, tüm eşyayı taşıdılar. Bundan sonra, güzel urbalar ve iyi bi­çilip dikilmiş giysiler taşıdılar kollarında... O sırada kayıktan köleler arasında çıkıp ilerleyen saygın bir ihtiyar gördüm, çok yaşlıydı ve yılların kahrı ve zamanın verdiği eziyetle zayıflamıştı. Öylesine ki, artık ona insan bile denemezdi. Bu ihtiyar şaşırtıcı güzellikte bir oğlan çocuğunun elinden tutuyordu.

Çocuk, ince ve kolay eğrilir bir dal kadar narin, saf güzelliğin inceliğinde ve mükemmel bir varlık örneği ve emsali olarak öyle büyüleyici bir büyüye sahipti ki, benim de yüreğimi büyüledi ve etimin titrediğini hissettim. Kapı­nın yanına kadar ilerlediler ve buradan aşağı indiler, gözümün gö­rüş alanından çıktılar ama birkaç dakika sonra, genç çocuk hariç, hepsi yeniden yukarı çıktılar, kayığa döndüler ve binerek denizde uzaklaştılar.

Tamamıyla gözden kaybolduklarını görünce, ağaçtan inerek toprakla kapladıkları yere gittim. Yeniden toprağı kazmaya başladım ve bir kapı buluncaya kadar bu çabamı sürdürdüm. Bu kapı bir değirmen taşı büyüklüğünde ve tahtadandı. Tanrı'nın yardımıyla kapıyı kaydırdım, altında kemerli bir merdiven gördüm, bu taş merdivenden indim, çok şaşırmama karşın, bittiği yere ulaştım. Orada geniş bir salon gördüm, çok değerli halılarla döşenmiş ve ipek ve kadife kumaşlardan perdelerle donatılmıştı, alçak bir divanda, yanan mumlar ve çiçekli vazolar, meyve ve tatlılarla dolu tabaklar arasında genç bir delikanlı oturuyor ve elindeki yelpazeyle serinleniyordu. Beni görünce, büyük bir korkuya kapıldı ama ben ona en uyumlu sesimle, "Barış seninle olsun!" deyince, bana, güven duyarak, "Barış seninle olsun! Tanrı seni korusun ve kutsasın!" diye yanıt verdi. Ona, "Efendim, sükûnet payın olsun! Ben görünüşüm belli etmese de, bir hükümdar çocuğuyum ve de bir hükümdarım. Allah beni, ölüme terk etmek üzere birilerinin bıraktığı bu yeraltı mevkiinden kurtarmak için sana yöneltti. Ben de seni kurtarmaya geldim. Sen benim dostum olacaksın, zira seni görmem bile aklımı başımdan aldı" dedim. Genç çocuk, dudaklarının bir gülümsemesiyle bu sözlerime güldü ve beni, divanda yanına oturmaya davet etti ve bana, "Efendim, ben burada ölmek için değil, aksine ölümden kaçınmak için bulunuyorum.

Bilin ki, ben, tüm dünyada zenginliği ve hazinelerinin kalitesiyle çok tanınmış büyük bir mücevhercinin oğluyum, babamın ünü, yeryüzünün şahları ve emirlerine satmak üzere uzaklara yolladığı kervanlar yoluyla tüm ülkelere yayılmıştır. Ömrünün epeyce gecikmiş bir döneminde benim doğuşumla babam, gaipten haber veren üstatlardan, çocuklarının ana babalarından önce öleceğini öğ­renmiş ve babam, o gün, doğumumdan duyduğu sevinci ve Allah'ın iradesiyle dokuz ay süreyle karnında taşıdıktan sonra beni doğuran annemin kutlamalarına karşın büyük bir üzüntüye kapılmış özellikle, yıldızlara bakarak talihimi okuyan ve ona, 'Bu senin oğlun Kaasîp adlı bir hükümdarın oğlu olan bir hükümdar tararından öldürü­lecek; bu da Mıknatıslı Dağ'ın bakır şövalyesinin denize atılmasından kırk gün sonra olacak!' diyen bilimadamlarını dinledikten sonra mücevherci babam çok üzülmüş, bana özen göstermiş ve on beş yaşıma ulaşıncaya kadar büyük bir dikkatle büyütmüştü.

Tam bu sı­rada, süvarinin denize atılmış bulunduğunu öğrenerek annem ile birlikte öylesine ağladı ve üzüldü ki vücudu zayıfladı, rengi değişti, yılların ve dertlerin yıprattığı yaşlı bir adam haline geldi. İşte bunun üzerine beni bu yeraltı mevkiine getirdi, zaten doğduğumdan beri adamlar tutarak, on beş yaşımda, bakır süvariyi devirdikten sonra beni öldürecek hükümdarın arayışlarından kaçırmak için bu yeri hazırlatmıştı. Babamla ben, eminiz ki, Kaasip'in oğlu, bu bilinmeyen adada gelip beni bulamayacaktır. Bu mevkiide kalışımın nedeni de budur" dedi.

Bunu duyunca, kendi kendime, "Nasıl oluyor da yıldızları okuduklarını söyleyen kişiler bu denli yanılabiliyorlar! Zira Allah da biliyor ya! Bu genç çocuk benim yüreğimin alevidir, onu öldürmektense kendimi öldürmeyi yeğlerim!" dedim. Sonra da ona, "Çocuğum! kadiri mutlak olan Tanrı, senin gibi bir çiçeğin dalından koparılmasını asla istemez. Ben de burada seni savunmak üzere bulunuyorum ve tüm ömrümce burada kalacağım" dedim. O da bana, "Kırk günün sonunda babam yeniden gelerek beni buradan alacak zira, bu süre geçtikten sonra artık tehlike kalmayacak" dedi. Ona, "Vallahi, yavrum, bu kırk gün seninle birlikte kalacağım ve sonra da, seni, benimle, hükmettiğim ülkeye gelmene izin vermesi için babandan ricada bulunacağım.

Orada benim dostum ve tahtımın varisi olursun!" dedim. Bunun üzerine mücevhercinin oğlu genç çocuk, bana kibar sözlerle teşekkür etti, ben de onun ne denli zarafetle davrandığını ve onun bana karşı ve benim de ona karşı ne çok eğilim duyduğumuzu anladım; ve dostça konuşmaya, yüz davetliye bir yıl yetecek bolluktaki çeşitli leziz yiyeceklerden yemeye başladık. Yemeği bitirdikten sonra, yüreğimde, bu çocuğun büyüsüyle ne çok hayranlık uyandığı­nı fark ettim.

Sabahın yaklaşmasıyla uyandım ve yıkandım, genç çocuğa da içi kokulu suyla dolu bakır leğeni getirdim, o da yıkandı ve ben yiyecek bir şeyler hazırladım, oturup birlikte yedik sonra da konuşarak, daha sonra da oyunlar oynayarak, gülüşerek akşamı ettik; dolayısıyla sofrayı serdik, içi pirinç badem, kuru üzüm, hindistan cevizi, karanfil tanesi ve karabiberle doldurulmuş koyun yedik, tatlı ve taze su iç­tik, karpuz, kavun, yağın, balın esirgenmediği, bademle tarçının bol bol kullanıldığı tatlı ve hafif saç inceliğinde teller haline sokulmuş hamur işleri yedik. Böylece kırkıncı güne kadar zevk ve huzur içinde yaşadık. O gün sonuncu gün olduğundan ve mücevherci geleceğinden, genç çocuk büyük bir banyo yapmak, gusül aptesti almak istedi, bü­yük kazanda su kaynattım, odunu ateşledim; sonra da sıcak suyu bü­yük bir leğene boşalttım suyu tatlı ve hoş bir hale sokmak için so­ğuk su ekledim, genç çocuk leğenin içine girdi; onu kendi ellerimle yıkadım, ovuşturdum, masaj yaptım ve kokular sürdüm, sonra da yatağa götürdüm, üstünü örterek yatırdım; başını kenarı gümüşle işlenmiş bir ipek kumaşla sardım, lezzetli bir şerbet içirdim, sonra da uyudu.

Uyandığı zaman, bir şeyler yemek istedi, en iri ve en güzel bir karpuz seçtim. Onu bir tepsiye, tepsiyi de halı üzerine koydum ve çocuğun başı üzerindeki duvarda asılı büyük bıçağı almak için yata­ğın üzerine çıktım. Genç çocuk benimle eğlenmek için, birdenbire ayağımı gıdıklamaya başladı bu davranışından öyle huylandım ki, istemeden üzerine düştüm ve elimde bulunan bıçak yüreğine saplandı, o anda oluverdi. Bunu görünce, hanımım, yüzümü yırtmaya, haykırmaya ve inlemeye başladım ve de giysilerimi yırttım, umutsuzluk ve gözyaşları içinde kendimi yere attım. Ama benim genç dostum ölmüştü ve bahtının çizdiği sonuç yerine gelmişti, âdeta yıldıza bakanların sözlerini yalan çıkarmamak için... Bakışlarımı ve ellerimi Yüce Tanrı'ya doğru uzatarak, "Ey Evrenin Sahibi! Bir cinayet işledimse, cezalandırılmaya hazırım" dedim. O anda, ölümle karşılaşmak için cesaretle doluydum. Fakat efendim, bizim dileklerimiz, ister iyilik, ister kötülük için olsun, yerine gelmez, Bu durumda, bu mevkiin görünüşüne daha fazla dayanamadı-ğımdan ve mücevhercinin, oğlunu almak üzere kırkıncı günün sonunda geleceğini bildiğimden, merdiveni tırmandım, dışarı çıktım ve kapağı kapattım, önceki gibi toprakla örtüm.

Dışan çıkınca kendi kendime, 'Olup biteceği mutlaka görmeliyim; ama gizlenmem de gerekir, yoksa on köle beni yakalayarak en feci bîr ölümle kıyıma uğratırlar" dedim. Bunun üzerine kapağın yö­resindeki büyük bir ağacın üzerine çıktım, oturup bakınmaya başladım. Bir saat sonra, denizde ihtiyar ile on kölesini taşıyan teknenin yaklaşmakta olduğunu gördüm, hepsi kıyıya çıktı ve telaşla bulunduğum ağacın altına geldiler ama toprağın yeni kapanmış olduğunu fark ettiler ve büyük bir korkuya kapıldılar, ihtiyar ruhunun çö­ker gibi olduğunu hissetti ama köleler toprağı kazdılar, kapağı kaldınp aşağıya indiler. Bunu gören ihtiyar yüksek sesle oğluna seslenmeye başladı, genç çocuk yanıt vermedi her yanı aradılar, onu yüre­ği bıçakla yarılmış yatağın üzerinde uzanmış buldular. Bunu gören ihtiyar, ruhunun çekildiğini duydu ve bayıldı köleler de sızlanmaya ve dertlenmeye başladılar sonra, ihtiyarı, omuzlarına alarak merdivenden dışarı çıkardılar, sonra da genç çocuğun ölüsünü...

Yeri kazıp kefenledikleri çocuğu gömdüler. Sonra ihtiyatta kalan tüm zenginlikleri ve yiyecekleri gemiye taşıdılar ve denize açılıp uzaklaştılar. Bunun üzerine, mutsuz bir halde, ağaçtan indim ve bu felaketi düşünerek boyuna ağladım ve çaresizlik içinde, tüm adayı bütün gün ve bütün gece dolaştım. Böylece birkaç gün geçti sonunda denizin gittikçe alçaldığını ve uzaklaştığını ve adayla karşısındaki karanın arasındaki alanın tümüyle kuruduğunu gördüm. Sonunda beni bu belalı adanın görünüşünden kurtarmak isteyen Tanrı'ya şükürler ettim ve kumda yürüyerek Öteki kıyıya ulaştım; sonra da sağlam toprağa ayak bastım ve Tanrı'nın adını anarak, yürümeye koyuldum.

Birdenbire, uzaktan büyük bir kızıl ateşin belirdiğini gördüm ve bir koyunu kızartmakta olan insan varlıkları bulacağımı düşünerek bu kızıl ateşe doğru yollandım ama, daha yakına yaklaşınca, bu kızıl ateşin, batan güneşin ışıklarıyla tutuşan sarı bakırdan bir saray olduğunu gördüm. Tamamıyla sarı bakırdan yapılmış olan bu büyük sarayı görünce şaşkınlığın sınırına ulaştım ve yapılışındaki sağlamlığı izlerken, birdenbire sarayın büyük kapısından, Yaradanına kurban olunacak kadar endamlı ve güzel yüzlü on gencin çıktığını gördüm ama onlara eşlik eden saygın bir ihtiyarın dışında, bu on gencin onunun da sol gözlerinin kör olduğunu fark ettim. Bunu görünce, kendi kendime, "Allah! Allah! Ne garip rastlantı! Nasıl oluyor da hepsinin sol gözü kör on genç böylesine bir araya gelebiliyor?" dedim.

Ben bu düşüncelere dalmışken, on genç adam yaklaşarak, bana, "Selamün aleyküm!" dediler. Onlara selamlarını iade ettim ve de başından sonuna kadar kendi öykümü anlattım, burada, hanımım, onu ikinci kez anlatmayı gereksiz görürüm. Sözlerimi işitince, çok şaşırdılar ve bana, "Efendim, buyurun buraya girin! Geniş bir yürekle ve cömertçe karşılanacaksınız!" dediler. Onlarla birlikte saraya girdim, birçok salonlar geçtik, hepsinde de saten kumaşlar asılı idi. Sonunda, geniş ve diğerlerinden daha güzel, büyük bir salona eriştik, bu büyük salonun ortasında şilteler üzerine serilmiş on halı vardı ve bu on şahane şiltenin ortasında, altında şilte bulunmayan ama diğer onu kadar güzel olan on birinci bir halı daha vardı. İhtiyar bu on birinci halının üzerine oturdu, on genç adam da kendi yerlerine ve bana, "Efendim, salonun ortasındaki yükseltiye oturun ve burada göreceğiniz şey ne olursa olsun, bize soru sormayın!" dediler. Bu konuşmanın üzerinden birkaç dakika geçmeden, ihtiyar ayağa kalktı ve dışarı çıktı, sonra birkaç kez, her seferinde yiyecek içecek taşıyarak, geri döndü hepsi yiyip içtiler, ben de onlara katıldım.

Bundan sonra, ihtiyar, geride ne kalmışsa topladı ve geri dö­nüp oturdu. Bunun üzerine gençler ona, "Görevlerimizi yerine getirmek için gerekli şeyleri getirmeden, nasıl oluyor da önümüzde otıırabiliyorsun?" diye sordular. İhtiyarda, hiç konuşmadan, ayağa kalkıp on kez dışarı çıktı ve her defasında, başının üzerinde kumaşla sarılı bir leğen, elinde bir fenerle dönüp her leğen ve feneri genç adamların her birinin önüne koydu. Ama bana hiçbir şey vermedi bu yüzden aykırı düşüncelere kapıldım. Ama, kumaşları kaldırdıklarında, her bir leğende kül ve kömür tozu ve sürme bulunduğunu gördüm. Sonra, gençler külü alıp başlarından aşağı döktüler, kömür tozunu yüzlerine sürdüler ve sürmeyi sağ gözlerine çektiler, sonra da sızlanıp ağlamaya başladılar ve "Yaptığımız kötülükler ve hatalar dolayı­sıyla bize ancak bu yaraşır" dediler.

Gün doğması yaklaşıncaya kadar hep böyle sızlanmayı sürdürdüler. Sonra ihtiyarın getirdiği baş­ka kaplardaki suyla yıkandılar, yeni giysiler kuşandılar ve önceki gibi oldular. Ben, bütün bunları görünce, çok büyük bir şaşkınlığa düştüm bana verilen emre uyarak hiçbir şey sormadım. Ve ertesi gece, yine ilk geceki gibi davrandılar; üçüncü gece de, dördüncü gece de... Ben artık daha fazla dilimi tutamadım ve "Ey efendilerim, lütfen bana, sol gözünüzün nasıl kör olduğunu anlatın, beni aydınlatın. Sonra da başınıza döktüğünüz, yüzünüze ve gözünüze sürdüğünüz kül, kö­mür tozu ve sürmeden söz edin! Yoksa, vallahi, beni içine düşürdü­ğünüz bu şaşkınlığa katlanmaktansa, ölmeği yeğ tutarım" dedim. O zaman hepsi birden, "Ey bahtsız kişi! Ne soruyorsun sen? Bu senin felaketin demektir!" diye haykırdılar. Ben de, "Bu şaşkınlığı sürdürmektense felakete razıyım" dedim. O zaman bana, "Sol gözünden çekini" dediler. Ben de, "Sol gözüme gerek yok, böyle şaşkınlığım süreçekse!" dedim.

Bunun üzerine bana, "Bahtın neyse o olacak! Bizim başımıza gelen senin de başına gelecek! Ama sakın şikâyet etme! Çünkü hata işliyorsun! Ve de gözünün kaybından sonra, buraya geri de dönemezsin, zaten on kişiyiz, on birinci kişiye burada asla yer yok!" dediler. Bu sözler üzerine, ihtiyar canlı bir koyun getirdi; boğazı kesilip derisi yüzüldü ve temizlendi. Sonra bana, "Seni bu deriye sararak dikeceğiz bu bakır sarayın taraçasına bırakılacaksın. Ruk adındaki bir fili kaldırabilecek güçte büyük bir akbaba seni sahici bir koyun sanıp pençesine alacak ve bulutlara kadar uçuracak, sonra insanoğ­lunun erişmesi olanaksız olan yüksek bir dağın tepesine, seni, yutmak için götürecek. Sen, vereceğimiz şu bıçakla, koyunun derisinin ek yerlerini kesersin, oradan dipdiri çıkarsın! O zaman insan eti yemeyen korkunç Ruk, seni yemeyecek ve gözden kaybolacaktır!

Bundan sonra, sen, bizim saraydan on kez daha büyük, bin kez daha şahane bir saraya rastlayıncaya kadar yürürsün. Bu sarayın tüm duvarları altın kaplamadır ve bu duvarlara büyük değerli taşlar, özellikle zümrüt ve inciler kakılmıştır. Açık kapıdan içeri girersin, vaktiyle bizim girdiğimiz gibi ve göreceğin şeyi orada görürsün! Bize gelince, biz orada sol gözlerimizi yitirdik, layık olduğumuz cezaya da katlanıyoruz ve her gece, ne yaptığımızı gördüğün şekilde suçumuzun kefaretini ödüyoruz. Kısacası bizim öykümüz budur zira, ayrıntılara girecek olursak, koskoca bir kitabın sayfalarını doldurmak gerekirdi! Sana gelince, bahtının gereği ne ise o olsun!" dediler.

Bu sözleri duyunca, kararımı vermiş bulunduğumdan, bana bı­çağı verdiler, beni koyun derisine sokup ek yerlerini diktiler ve sarayın taraçasına bıraktılar; sonra da uzaklaştılar ve birdenbire korkunç bir kuş tararından kaldırılıp uçurulduğumu hissettim. Dağın tepesinde yere bırakıldığımı anlar anlamaz da, bıçakla koyun derisini yardım ve ürkütmek için, "Kış, kış!" diye haykırarak ortaya çıktım, korkunç Ruk, ağır ağır uçtu, ardından bakarak, onun, büyük beyaz bir kuş olduğunu gördüm.

Bunun üzerine yürümeye başladım, sabırsızlık ateşiyle acele ilerleyerek bir saraya ulaştım. Bu sarayı görünce, on genç adamın tanımlamalarına karşın, şaşkınlığın sınırına dayanırcasına şaşırdım, çünkü sözle tammlanamayacak kadar şahaneydi. İçinden geçerek girdiğim büyük altın kapı, doksan dokuz adet sarısabır ve sandal ağaçlarından yapılmış kapıyla çevrelenmişti. Salonlarının kapıları, altın ve elmas kakılmış abanozdandı, bütün bu kapılar karanın ve denizin tüm zenginliklerinin toplandığını gördüğüm salonlara, bahçelere açılıyordu. Girdiğim ilk salonda, kendimi kırk genç kızın arasında buldum. Bu kızlar öyle şaşırtıcı bir güzellikte idiler ki, bunlardan daha güzellerini düşlemek mümkün olmadığı gibi, insan gözünün bunlardan birini diğerinden üstün görmesi de mümkün değildi. Öylesine hayranlık duydum ki, başımın döndüğünü hissederek kendimi zor tuttum. Bunun üzerine hepsi de ayağa kalkıp bana yaklaştı ve bana "Evimiz sizin evinizdir, yeriniz gözümüz üzerine, başımız üzerindedir!" dediler ve beni yanlarına oturmaya çağırdılar, bir peykeye oturttular ve hepsi de yöremde, yere, halıların üzerine oturdular ve bana, "Ey efendimiz!" Bizler senin kölelerin, malınız! Sen bizim efendimiz ve başımızın tacısın!" dediler.

Sonra hepsi birden bana hizmette bulunmaya koyuldular: birisi sıcak su ve havlular getiriyor ve ayaklarımı yıkıyor; öteki ellerime altın bir ibrikten kokulu sular döküyor; bir üçüncüsü, sırtıma kemeri altın ve gümüş tellerle işlenmiş sırf ipekten bir giysi giydiriyor; bir dördüncüsü çiçek kokularıyla hazırlanmış nefis bir içkiyle dolu bir bardak sunuyor; biri gözlerimin içine bakıyor; bir diğeri yüzüme gülüyor; bir başkası da göz kırpıyordu. Biri şiirler okurken; bir diğeri önümde kollarını açıyor; bir başkası da kalçalarının üstünde vücudunu kıvırıyor; biri bana "Ah!" derken; diğeri "Uh!" diyor; bir başkası bana, "Gözbebeğim!" derken; bir diğeri "Ruhum benim!" diyor; biri "Canım!" derken, öteki "Ciğer köşem!" diyor, bir başkası ise "Yü­ reğimin ateşi!" diye sesleniyordu. Sonra hepsi yanıma yaklaştı, beni ovuşturmaya ve okşamaya başladılar ve bana "Ey çağrılımız! Bize öykünü anlat! Çünkü biz burada, çoktandır hiçbir erkek yüzü görmeden yapayalnız yaşıyoruz. Şimdi mutluluğumuz tamamlandı" dediler.

O zaman, daha da sakinleşerek onlara öykümün sadece bir bölümünü anlattım. Anlattıklarım bitince gece yaklaşmıştı. O zaman akıl almayacak kadar çok mum getirdiler; salon, göz kamaştıran bir güneşin aydınlatabileceği kadar aydınlandı. Sonra sofrayı kurdular, en nefis yemekleri ve en başdöndüriicü içkileri getirdiler, çalgılanyla zevkli melodiler çalarak en büyüleyici seslerle şarkı söylediler; ben yemek yemeye devam ederken, birileri de kalkıp raks etti. Bütün bu şenliklerden sonra, bana, "Ey sevgili! Şimdi elle tutulur zevklerin tadılması ve yatma zamanıdır, içimizden günlünün çektiğini seç! Bizi gücendirmekten korkma! Çünkü her birimiz, nasıl olsa, birer gece senin olacağız, biz kırk kızkardeşiz, her birimiz sırası gelince, seninle oynaşmaya başlayacak" dediler. O zaman, ben, hanımım, bu kızkardeşlerden hangisini seçeceğimi bilemedim. Çünkü hepsi de aynı derecede arzu uyandırıyordu. Bunun üzerine, gözlerimi kapadım, kollarımı uzattım ve birini yakaladım ve gözlerimi yeniden açtım. Ama yeniden hemen kapadım, çünkü güzelliğinden gözlerim kamaşmıştı. Seçtiğim kız, bana elini uzattı ve beni yatağına götürdü.

Bütün geceyi onunla geçirdim. Ve ben aynı şekilde, hanımım, her gece kızkardeşlerden biriyle işi sürdürdüm. Bu böylece bir yıl devam etti, gevşeyerek, açılıp saçılarak... Ve her geceden sonra, sabahları, bir gece sonra birlikte yatacağım genç kız yanıma geliyor, beni hamama götürüyor ve tüm bedenimi yıkıyor, vücudumu şiddetle ovuş­ turuyor ve Tanrı'nın kullarına bağışladığı tüm kokularla beni kokuya boğuyordu.

Böylece yılın sonuna geldik. Sonuncu günün sabahında, tüm genç kızların yatağıma koşuştuklarını gördüm, hepsi gözyaşları dö­küyor ve üzüntüden saçlarını savurarak sızlanıyorlardı, sonunda bana, "Bil ki ey gözümüzün nuru, seni terk etmek zorundayız. Tıpkı senden öncekileri terk ettiğimiz gibi. Ve de sen en çapkınları olduğu kadar, en nazikleriydin hepsinin! İşte bu nedenledir ki, biz sensiz asla yaşayamayız!" dediler.

Ben de onlara, "Peki ama, niye beni terk etmek zorundasınız? Çünkü, ben, hiç de sizinle geçirdiğim yaşantının neşesini kaybetmek istemiyorum!" dedim. Beni, "Bil ki, biz tek bir hükümdarın kızıyız, fakat analarımız ayrıdır. Ergenliğe ulaşalıdan beri bu sarayda yaşıyoruz ve her yıl gidip babamızı ve analarımızı ziyaret etmek üzere kırk gün ortadan yok oluyoruz. Ve işte, bugün, o gündür" diye yanıtladılar. Ben de onlarat "Fakat, ey nefis yaratıklar! Ben pekâlâ siz dönünceye kadar, Allah'a şükrederek, burada kalabilirim!" dedim. Bana, "Dilediğin olsun! İşte sarayın tüm kapılarını açan bütün anahtarlar! Bu saray senin evindir, sen onun efendisisin! Ama, bahçenin dibindeki bakır kapıyı sakın açmayasın! Yoksa bizi bir daha göremezsin, başına da büyük bir felaket gelir! Bundan dolayı sakın bakır kapıyı açma!" dediler.

Bu sözler üzerine, hepsi gelip boynuma sarıldılar ve birbiri ardından beni öptüler, ağlayarak ve "Allah seninle birlikte olsun!" diyerek ayrıldılar. O zaman ben, hanımım, anahtarları elimde tutarak salondan çıktım ve bu sarayın her köşesini ziyaret etmeye başladım. Zaten kızların kollarıyla ruhum ve bedenim öylesine zincirlenmişti ki, sarayı gezecek vakit bulamamıştım. Böylece ilk anahtarla ilk kapıyı aç­tım. Kapıyı açınca, büyük meyve ağaçlarıyla dolu bir bahçe gördüm bu ağaçlar, tüm dünyada benzerlerini görmediğim kadar büyük ve güzel ağaçlardı, küçük kanallardan akan sular tüm ağaçları suluyor, bu ağaçların meyvelerini irilikten ve güzellikten yana şaşırtıcı kılı­yordu.

Bu meyvelerden, özellikle muzlardan, asil bir Arabın parmaklarına benzer hurmalardan, narlardan, elmalardan ve şeftalilerden yedim. Yemekten doyunca, Tanrı'ya verdiği nimetlerden dolayı şükrettim ve ikinci anahtarla ikinci kapıyı açtım. Bu kapıyı açtığımda, gözlerim ve burnum, küçük kanalların suladığı büyülü güzellikteki çiçeklerle dolu büyük bir bahçe gördü ve kokladı. Bu bahçede, ülkenin emirlerinin bahçelerinde yetişen tüm çiçekler, yaseminler, nergisler, güller, menekşeler, sümbüller, laleler, karanfiller, düğün çiçekleri ve bütün zamanların tüm çiçekleri vardı. Bu çiçeklerin kokusunu içime çektikten sonra, bir yasemin kopardım ve burnumu içine daldırdım ve derin derin kokladım ve de Yüce Tanrı'ya, insanları böyle sevindirdiği için şükrettim.

Bunu izleyerek üçüncü kapıyı açtım, kulaklarım her türden ve her renkten bütün kuşların sesleriyle büyülendi. Bu kuşların tümü, sarısabır ve sandal ağaçlarının çubuk tahtalarından yapılmış bir kafese kapatılmışlardı, bu kuşların içeceği su, yeşimden ve ince, alacalı akikten yapılmış küçük fincan altlıklarında, yemleri de altından küçük taslarda bulunuyordu. Kafesin dibinde taranmış ve sulandı­rılmış kum vardı, kuşlar hallerinden mutlu, Tanrı'ya şükrediyor gibi ötüşüyorlardı. Akşam oluncaya kadar onları dinledim, sonra gidip yattım. Ama ertesi gün, acele kalktım ve dördüncü anahtarla dördüncü kapıyı açtım. Ve, hanımım, orada öyle şeyler gördüm ki, insanoğlu rüyasında bile asla göremez. Büyük bir avlunun ortasında, harika bir çabayla oluşturulmuş bir kubbe gördüm, bu kubbeden üzerindeki altın ve gümüş kakmalı kırk abanoz kapıya çıkan somaki mermer döşenmiş merdivenlere geçiliyor, kanatları açık olan bu kapıların her birinden geniş birer salona giriliyordu, her salon ayrı bir hazine içeriyor ve her hazine benim saltanat sürdüğüm ülkenin değerinden fazla değer taşıyordu. İlk salonda dizilmiş irili ufaklı inci kümeleri vardı, ama irileri ufaklarından fazla idi ve bu incilerin her biri bir güvercin yumurtasından büyük ve tüm aydınlanma halindeki ay kadar parlaktı. Ama ikinci salon zenginlikten yana birincisini geçiyordu; tepesine kadar elmaslar, kızıl yakutlar, mavi yakutlar, lallerle doluydu.

Üçüncü salonda ise sadece zümrüt vardı; dördüncüsünde doğal altın parçaları; beşincisinde dünyadaki her türden altın sikkeleri; altıncısında saf gümüş; yedincisinde çeşitli ülkelerin gümüş sikkeleri vardı. Öteki salonlarda yeryüzünün ve denizlerin bağrında oluşan tüm değerli taşlar, yakutlar, firuzeler, yemen taşları, her renkten akikler, yeşim vazolar, kolyeler, bilezikler, emirlerin ve şahların saraylarında kullanılan her türlü mücevherle doluydu. Ve ben, hanımım, ellerimi ve gözlerimi yukarı doğru çevirdim ve Yüce Tanrı'ya tüm bu güzel şeyleri bağışlamış olmasından dolayı şükrettim. Böylece her gün bir veya iki ya da üç kapıyı açarak ziyaretlerimi sürdürdüm, kırk gün dolasıya kadar...

Nihayet elimde bakırdan yapılmış olan sonuncu kapıyı açacak sonuncu anahtardan başkası kalmadı. Kırk genç kızı düşündüm, onları düşünmek bile bana en büyük mutluluğu veriyordu. Ama melun şeytan, boyna bu bakır kapının anahtarını aklıma getiriyor ve beni müthiş tahrik ediyordu, bu baştan çıkarma, irademden daha kuvvetli idi.

Sonunda bakır kapıyı açtım. Ama gözlerim hiçbir şey görmedi, sadece burnum çok ağır, duygularıma düş­man bir koku duydu ve o anda ve o saatte bayıldım ve kendiliğinden kapanan kapının dışında yere düştüm. Yeniden kendime gelince, şeytanın esinlediği kararımda ısrar ettim ve kapıyı yeniden açtım, bu kez kokuyu daha zayıf olarak duydum.

Bunun üzerine içeri girdim ve kendimi baştanbaşa safranlar serpilmiş, akamber ve günlükle kokulandırılmış mumlarla yanarken o ağır kokuyu çıkaran kokulu yağlar içeren altın ve gümüş şahane lambaların aydınlattığı geniş bir salonda buldum. Ve, bu altın meşalelerin ve lambaların arasında, alnında beyaz bir yıldız bulunan, akıllara durgunluk verecek güzellikte siyah bir at gördüm, sol arka ayağı ve sol ön ayağı baştan aşağı beyazdı, yem teknesi susam ve arpa kırıntılarıyla, yalağı gülsuyuyla kokulandırılmış taze suyla doluydu. Ve ben, hanımım, atlara karşı büyük tutkum olduğundan ve ülkemin en ünlü ata bineni olarak tanındığımdan, bu atın bana tam uyacağım düşündüm, atı dizgininden tuttum, bahçeye çıkardım ve üzerine bindim; ama hiç kıpırdamadı. O zaman boynuna altın zincirle vurdum. Ve birdenbire, hanımım, at, o ana kadar görmediğim iki kara kanat açtı, böğründen korkunç bir şekilde kişnedi, toynağıyla üç kez yeri dövdü ve benimle birlikte göğe doğru uçmaya başladı.

O sırada, hanımım, dünya gözümün önünde döndü, ama baldırlarımı sıkıştırarak iyi bir binici gibi davrandım ve sonunda at alçaldı ve on kör genci bulduğu bakır sarayın taraçası üzerine kondu. Ve tam o sırada, öyle şiddetli şaha kalktı ve öyle aceleyle silkindi ki, yere devrildim, bana yaklaştı ve kanadını yüzüme doğru alçalttı ve ucuyla sol gözüme vurdu ve beni iflah olmaz biçimde kör bıraktı. Sonra göklere ağdı ve uçarak kayboldu. Ve ben, elimi yiten gözüme götürdüm ve kendi kendime sızlanarak ve acıyla elimi silkeleyerek taraça boyunca yürüdüm! Ve birdenbire on gencin yaklaştığını gördüm; beni görünce, "Bizi dinlemek istemedin. İşte uğursuz kararının sonucu!.. Seni yanımıza da alamayız. Çünkü zaten on kişiyiz. Ama, şu ve şu yolları izlersen, Bağdat'a ulaşabilirsin! Orada ünü bize kadar ulaşan Emir-ül Müminin Harun Reşit'i görürsün. Bahtın onun ellerindedir" dediler.

Oradan ayrıldım, başıma gelecek başka felakete katlanamayacağımdan, sakalımı kazıyıp kalender giysilerine bürünüp gece gündüz yolculuk ettim ve Barış Kenti Bağdat'a gelinceye kadar yolculu­ğa devam ettim. Burada şu iki kör dostumu gördüm. Selam vererek burada bir garip olduğumu söyledim onlara... Onlar da "Bizler de garibiz burada!" dediler. Ve işte bu mübarek eve ulaşmamız böyle oldu, efendim, demiş: Ve işte benim gözümü yitirmemin ve sakalımı kazımamın öykü­sü böyledir, diye eklemiş, Bu olağanüstü öyküyü duyan genç ev sahibesi, üçüncü kalendere, "Peki öyleyse, selam ver ve git, seni bağışlıyorum" demiş.

Ama üçüncü kalender, "Gidemem ben, vallahi!" Geri kalanların da öykülerini duymak isterim!" diye yanıt vermiş. O zaman genç kız Halife'ye, Cafer'e ve Mesrur'a dönmüş ve onlara, "Siz de bana öykülerinizi anlatın!" demiş. Bunun üzerine Cafer yaklaşmış ve eve girerken, kapıya bakan genç kıza söylemiş olduğu öyküyü anlatmış. Cafer'in sözlerini de işittikten sonra, genç kız hepsine birden, "Hepinizi bağışlıyorum, birileri ve diğerlerini... Ama buradan çabuk ayrılın!" demiş. Hepsi çıkıp sokağa ulaşmışlar. O zaman Halife, kalenderlere, "Arkadaşlar, şimdi nereye gideceksiniz?" diye sormuş. Onlar da, "Nereye gidebileceğimizi bilmiyoruz" diye yanıt vermişler.

Halife onlara, "Gelin geceyi bizde geçirin!"; Cafer'e de, "Bunları senin evine götür, yarın sabah da bana getir! Bakalım ne yapabiliriz?" demiş. Cafer de Halife'nin emirlerini yerine getirmekte kusur etmemiş. Halife sarayına dönmüş, fakat o gece uykusunun hiç tadı tuzu olmamış, sabahleyin uyanmış ve tahtına oturmuş ve imparatorluğunun tüm başta gelenlerini çağırmış. Bunlarla işini görüp hepsi uzaklaştıktan sonra, Cafer'e dönüp ona, "Bana üç genç kızı, iki dişi köpe­ği ve üç kalenderi getir!" demiş. Cafer oradan hemen ayrılıp hepsini getirerek Halife' nin ellerine teslim etmiş, genç kızlar başlarını pe­çeyle örtmüşler ve Halife'nin önüne gelmişler.

Bunun üzerine Cafer, onlara, "Size kötülük yapmayacağız; çünkü bizi tanımadan bağış­ladınız ve bize iyi davrandınız. Ve işte şimdi de siz, Abbas Hanedanının beşinci torunu Harun Reşid'in elindesiniz. Ona, kendiniz hakkındaki gerçek öyküleri anlatın!" demiş. Genç kızlar Müminlerin Emiri adına görüşen Cafer'in bu sözlerini duydukları zaman, içlerinden en büyükleri ilerlemiş ve "Ey Emir-ül Müminin! Bana ait olan öykü, öylesine şaşırtıcıdır ki, eğer iğnenin ucuyla gözün köşesine yazılsaydı, onu saygıyla okuyan için ders oluştururdu" demiş. Anlatısının bu noktasında, Şehrazat, sabahın belirdiğini görmüş ve anlatmaktan vazgeçmiş. Ama On Altıncı Gece Gelince Söze başlayarak: Ey bahtıgüzel şahım, işittim ki, genç kızların büyüğü Emir-ül Müminin'in huzurunda saygı duruşunda bulunduktan sonra şu öyküyü anlatmış: .....devamı Birinci Genç Kız Zübeyde'nin Öyküsü

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...