5 Ağustos 2017 Cumartesi

Başarılı Eğitim Sistemleri Neyi Doğru Yapıyor? Güney Kore ve Finlandiya Eğitim Modelleri


Bundan 50 yıl önce Güney Kore ve Finlandiya berbat eğitim sistemlerine sahipti. Finlandiya, ekonomik olarak Avrupa’nın üvey evladı muamelesi görme riski yaşıyordu. Güney Kore ise iç savaştan harap olmuş durumdaydı. Ancak son yarım yüzyılda hem Güney Kore hem de Finlandiya, okullarında büyük bir dönüşüm gerçekleştirdi ve şimdi her iki ülke de sonuçların tadını çıkarıyor. Peki biz, bu iki başarılı, ama birbirine taban tabana zıt iki eğitim modelinden ne öğrenebiliriz? İşte, Güney Kore ve Finlandiya’nın eğitimde doğru yaptığı şeylere genel bir bakış.

Kore Modeli: Dayanıklılık ve çok, çok, çok çalışma

Uzun yıllardır, Asya’nın bazı bölgelerinde, sosyoekonomik merdivenin basamaklarını başarıyla tırmanmanın ve güvenli bir iş bulmanın tek yolu bir sınava girmekti, diyor Ulusal Eğitim ve Ekonomi Merkezi’nin CEO’su Marc Tucker. Bu sınavlar kapsamlı bir bilgi hakimiyeti gerektiriyordu ve bu sınavlara girmek çok yorucu bir geçiş ayini gibiydi. Bugün Konfüçyüs’ün öğretilerini sürdüren ülkelerin pek çoğunda, hala sınav kültürüyle desteklenen türde bir eğitim başarısına saygı duyuluyor.

Bu ülkeler arasında Güney Kore en başarılı ülke olarak diğerlerinden ayrılarak öne çıkıyor. Ülkedeki okur yazarlık oranı yüzde 100. Ayrıca Kore, uluslararası karşılaştırmalı başarı testlerinde (PISA) en ön sıralarda yer alıyor. Buna eleştirel düşünme ve analiz testleri de dahil. Ama bu başarının bir de bedeli var: Öğrenciler başarmak için muazzam ve acımasız bir baskı altında yaşıyor. Yetenek fazla dikkate alınmıyor, çünkü ülke kültürü çok çalışmaya ve çalışkanlığa her şeyden daha fazla inanıyor. Başarısızlık için hiçbir bahane kabul edilmiyor. Çocuklar yıl boyunca hem okulda hem de özel öğretmenlerle ders yapıyor. “Eğer çok çalışırsanız, yeterince zeki olabilirsiniz” inancı hakim.

“Koreliler temel olarak harika bir geleceğe sahip olmak için bu zorlu dönemi atlatmalıyım diye düşünüyor” diyor PISA eğitim direktörü ve OECD eğitim danışmanı Andreas Schleicher. “Bu bir, kısa dönem mutsuzluk ve uzun dönem mutluluk durumu.” Bu sadece ailelerin çocuklarına baskı yapması değil. Kültür, geleneksel olarak uyumlu olmayı ve düzeni kutsadığı için diğer öğrencilerden gelen baskı da performans beklentilerini yükseltebilir. “Bu toplum davranışı, erken çocukluk dönemi eğitiminde bile kendini gösteriyor” diyor Georgia Üniversitesi okul öncesi eğitim profesörü Joe Tobin. Diğer Asya ülkelerinde olduğu gibi Kore’de de sınıfların sayısı oldukça kalabalık. Ancak Kore’de hedef, bir öğretmenin sınıfa bir topluluk gibi önderlik etmesi ve akran ilişkilerinin gelişmesi. Oysa başka ülkelerde öğretmenler öğrencilerle bireysel ilişkiler içinde olmayı hedef edindiği için, akran ilişkilerinin gelişimi göz ardı edilebiliyor.

“Sanırım çocuklarımızı eğitmenin daha iyi ya da daha kötü yolları olduğu çok açık. Eğer ortalama bir Amerikan eğitimi ile ortalama bir Kore eğitimi arasında seçim yapmak zorunda kalsam, istemeden de olsa Kore modelini seçerdim. Gerçek şu ki, modern dünyada çocuklar nasıl öğrenmek, nasıl çalışmak ve başarısızlıktan sonra nasıl yoluna devam etmek gerektiğini öğrenmek zorunda. Ve Kore modeli tam da bunları öğretiyor” diyor The Smartest Kids in the World (Dünyanın En Zeki Çocukları) kitabının yazarı Amanda Ripley.

Finlandiya Modeli: Müfredat dışı seçim, içsel motivasyon

Finlandiya’da okul toplumun merkezinde yer alıyor. Okul sadece eğitim hizmeti değil, sosyal hizmetler de sunuyor. Eğitimin amacı kişilik yaratmak.

Finlandiya kültürü, içsel motivasyona ve bireysel ilginin peşinden gitmeye değer veriyor. Finlandiya eğitim sisteminde nispeten daha kısa ve okul tarafından finanse edilen müfredat dışı etkinliklerle zenginleştirilmiş bir okul günü geçiriliyor. Tek istisna, okullar tarafından değil, ilçeler tarafından finanse edilen spor. Finliler, en önemli öğrenmenin sınıf dışında gerçekleştiğine inanıyor. Lisedeki öğrencilerin aldığı derslerin 3′te biri seçmeli. Hangi yeterlik sınavına gireceklerine bile kendileri karar veriyor.

Finlandiyalı eğitimci ve yazar Pasi Sahlberge göre tüm bunlar, Avrupa’nın baskısı ve ülkenin tarihsel geçmişi arasında sıkışmış durumda kalan bu gençlerde tek başına motivasyon bir işe yaramıyor. “Finliler Finlandiya dışında pek varlık gösteremezler. Bu da insanların eğitimi daha ciddiye almasını sağlıyor. Örneğin kimse bizim konuştuğumuz komik dili konuşmuyor. Finlandiya çift dillidir ve her öğrenci hem Fince hem de İsveççe öğrenir. Ve başarılı olmak isteyen her Finli mutlaka başka bir dil daha öğrenmelidir. Bu dil genellikle İngilizcedir. Bunun dışında Almanca, Fransızca, Rusça ve daha pek çok dili de öğrenir. En küçük çocuk bile kendilerinden başka kimsenin Fince konuşmadığını anlar. Eğer hayatta farklı şeyler yapmak istiyorlarsa, dil öğrenmek zorundalar.”diye ekliyor.

Finliler ile Güney Koreliler temel bir ortak noktası bulunuyor: Öğretmenlere ve akademik başarılarına gösterilen derin saygı. Finlandiya’da eğitim programı başvurularının sadece 10′da 1′i kabul ediliyor. 1970′lerde öğretmen okullarının yüzde 80′inin kapatılmasından sonra geriye sadece en iyi üniversite eğitim programları kaldı. Bu da ülkedeki öğretmenlerin statüsünü yükseltti. Finlandiya’da öğretmenler bir yılda 600 saat ders veriyor. Kalan zamanlarını mesleki gelişime, iş arkadaşlarıyla, öğrencileriyle ve ailelerle bir araya gelmeye ayırıyorlar. Öğretmenlerin yıllık zorunlu çalışma saati Türkiye’de 1808 saat olarak hesaplanmıştır.(OECD Bir Bakışta Eğitim 2011 Raporu, sayfa: 428)

Sonuç olarak dünyanın başarılı eğitim kültürlerinde, öğrencilerin başarılarından sistem sorumludur. Yani sadece aile, sadece öğrenci ya da sadece öğretmen değil. Sistemi, o ülkenin kültürü yaratır.

Kaynak: ideas.ted.com/2014/09/04/what-the-best-education-systems-are-doing-right/

Matematiksel

Bir Malın Değeri Nedir? Alalım mı, Kiralayalım mı? Zengin Koca Arayan Kıza J.P. Morgan Ceo'sunun Verdiği Cevap



Dünyanın en büyük finans şirketlerinden J.P. Morgan’ın CEO’su James Dimon, zengin koca avcısı bir kızın attığı elektronik postaya bakın nasıl cevap veriyor.


Önce kızın J.P. Morgan’a yolladığı elektronik postaya bir göz atalım:

“Sayın Morgan, size karşı dürüst olacağım. Bu yıl 25 yaşına giriyorum. Çok güzelim, iyi bir stilim var ve kaliteli şeyleri severim. Yıllık geliri en az 500 bin dolar veya daha fazla olan bir adamla evlenmek istiyorum.

Açgözlü olduğumu düşünebilirsiniz, fakat New York’ta yıllık geliri 1 milyon dolar olan insanlar maalesef orta sınıf sayılıyor. Çok şey istemiyorum.

Sizin sitenizde yıllık geliri 500 bin dolar veya daha fazla olan birileri var mı? Hepiniz evli misiniz? Bu konuları merak ediyor ve sormak istiyorum, sizin gibi zengin insanlarla evlenmek için ne yapmam gerek?

Bugüne kadar birlikte olduğum erkekler arasında en zengini yılda 250 bin dolar kazanıyordu. Central Park’ın batı yakasında, yüksek bütçeli rezidanslarda yaşamak isteyen biri için yıllık 250 bin dolar yeterli değil.

Size alçak gönüllülükle soruyorum;

1) Zengin bekârlar nerede takılır? (Lütfen bar, restoran, spor salonu, kulüp vs. gibi mekânların isimlerini ve adreslerini yazar mısınız?) 

2) Hangi yaş kategorisine odaklanmalıyım? 

3) Çoğu zenginin eşleri neden ortalama güzellikte? Birkaç kızla tanıştım; güzel veya ilgi çekici değiller ama zengin erkeklerle evlenebilmişler.

4) Kimin karınız, kimin yalnızca sevgiliniz olabileceğine nasıl karar veriyorsunuz? Benim hedefim evlenmek. Zengin bir adamla evlenebilmek için ne yapmalıyım?”

Saygılarımla

Bayan Güzel

İŞTE DIMON’UN KIZA YANITI

“Sevgili Bayan Güzel, yazınızı büyük bir ilgiyle okudum. Tahmin ediyorum ki sizin gibi aynı soruları soran pek çok genç kız vardır.

Lütfen profesyonel bir yatırımcı olarak durumunuzu analiz etmeme izin verin. Benim yıllık gelirim 500 bin doların üzerinde, sizin kriterlerinize uyuyor, bu sebeple zamanınızı boş yere çalmadığımı umut ediyorum.

Bir işadamı gözünden bakarsak, sizinle evlenmek kötü bir fikir. Nedeni ise çok basit, lütfen açıklamama izin verin. 

Detayları bir kenara bırakırsak, yapmaya çalıştığınız şey ‘güzellik’ ile ‘para’ ikilisini takas etmek: A kişisi güzelliği sağlar, B kişisi de bunun için ödeme yapar, gayet adil.

Fakat burada ölümcül bir problem var; sizin güzelliğiniz kaybolacak ama benim param iyi bir sebep olmadıkça tükenmeyecek.

Aslına bakarsanız, benim gelirim yıldan yıla artabilir, ancak siz yıldan yıla güzelleşemezsiniz. Bu sebeple, ekonomik açıdan bakarsak, ben değer kazanan bir varlıkken siz değer kaybeden bir varlıksınız. Hem de sıradan bir değer kaybı değil, katlanarak artan bir değer kaybı.

Eğer güzellik sizin tek varlığınızsa, değeriniz 10 yıl sonra çok daha düşük olacak.

Wall Street’te kullandığımız bir terimden yola çıkarsak, sizin için ‘takas pozisyonu’ diyebiliriz, ‘satın al ve bekle’ değil. 

Sizi satın almak iyi bir fikir değil, bu sebeple kiralamayı tercih ederim. Çünkü alışveriş değeri düşen bir şeyi uzun süre elde tutmak hiç de akıllıca değildir. Şüphesiz; aynı şey sizin istediğiniz evlilik için de geçerli.

Bu yazdıklarım size zalimce geliyorsa bir de şöyle düşünün; tüm paramı kaybetseydim, beni terk etmez miydiniz? Aynı şekilde güzelliğinizi kaybettiğinizde, benim de çıkış yolunu bulmam gerekmez mi?

Yıllık geliri 500 bin doların üstünde olan insanlar aptal değil; sizinle yalnızca çıkarız ama evlenmeyiz. Size, zengin bir adamla evlenme fikrini unutmanızı öneririm.

Bu arada, yılda 500 bin dolar kazanan o zengin siz olabilirsiniz. Zira o kadar parayı kazanmak, zengin bir aptal bulabilme ihtimalinizden daha yüksek.”

CEO J.P. Morgan

1 Ağustos 2017 Salı

Çocuğumuzu Sadece Başarı Odaklı mı Yetiştirmeliyiz? Başarı mı, Mutluluk mu?


Üniversite sınavlarında Türkiye 56.sı olmuş, Boğaziçi’ni birincilikle, Harvard’ı 4.00 ortalamayla bitirmiş, üstüne de Cambridge’de doktora yapmış Özgür Bolat tüm bu başarıların ardından şaşırtıcı şekilde bunların önemsiz olduğuna kanaat getirmiş ve şunları söylüyor:

“Ben Türkiye’deki insan yetiştirme modelini hem ailelerde hem de okullarda değiştirmek isteyen biriyim. Var gücümle bunun için uğraşıyorum. Dünyanın en saygın araştırma şirketi Gallup’a göre dünyanın mutsuzlukta sondan üçüncü ülkesiyiz. Şu anda 10’dan fazla ülkede savaş var. Biz o ülkelerden bile daha mutsuzuz.

Ailem, akrabalar, komşular, herkes, “Özgür, yine birinci olmuş!” deyince, babamı mutlu görünce, benim bilinçaltıma şöyle bir şey yerleşti: İnsanlar, beni birinci olduğum için, başarılı olduğum için kabul ediyor ve seviyor. Babam da…

Ben de başarımla kabul göreceğimi düşündüm. Ve o andan itibaren de sürekli başarılı olmak için uğraşıp durdum. Sanki sadece başarılı olursam onların gözünde değerli olacaktım.

İşe yarayan nedir biliyor musunuz? Tek başınıza kaldığınızda, huzur ve hissedebilmek. Var olan durumu olduğu gibi kabul etmek.

Şimdi ki aklım olsa o okullara gireceğim diye kendimi parçalamazdım. Çok bir şey ifade etmiyor aslında. Dünyanın en depresif öğrencileri Harvard’da. Neden? Çünkü hepsi başarı odaklı. Oraya giriyor ama aynı anda depresyona da giriyor.

Sizin için hangisi önemli?




Harun Bey, milyon dolarlık bir şirketi yöneten çok başarılı bir genel müdür. Günde 12 saat çalışıyor. Stresli ve yoğun bir hayatı var.

Her ne kadar ailesi ile vakit geçirememekten şikayetçi olsa da kendisini ‘mutlu’ bir birey olarak tanımlıyor.

Başarı, güç ve mevkii onu mutlu ediyor.

Emre Bey, yıllardır babasından kalma dükkanı işletiyor. Ailesi onun için o kadar değerli ki haftasonu asla çalışmıyor ve akşam 19.00’da mutlaka evde oluyor.

İşini büyütme motivasyonu da çok az.

Fazlasını ne yapacağım, ben böyle çok mutluyum, diyor.

Ne oluyor da başarı ve güç Harun Bey’i mutlu ederken, Emre Bey’i mutlu etmiyor?

AİLE ETKENİ

Bu soruyu yanıtlamak için 1950’lere gitmemiz gerekiyor.

1950’lerde Harvard Üniversitesi profesörlerinden David McClelland, başarı ve güç motivasyonu yüksek olan kişiler ile düşük olanları karşılaştırıyor. Çok ilginç bir şey keşfediyor.

Başarı ve güç motivasyonları yüksek olan kişilerin aileleri, onları (çoğunlukla farkında olmadan) sürekli yargılamış. Ödül ve övgü ile çok fazla beklenti yüklemiş. Koşullu sevgi sunmuş.

Bu durumda çocuk da ailesinden kabul/onay görmek için sürekli kazanmak ve başarmak zorunda hissetmiş. Güç ve başarı motivasyonu oluşmuş.

KOŞULSUZ SEVGİ

Ama ailelerinde koşulsuz sevgi gören çocuklar, kendilerini ispatlamak zorunda hissetmemiş. Zaten oldukları gibi kabul/onay görmüşler.

Başarı ve güç motivasyonları oluşmamış.

Yani, onay görmeyen çocukta başarı motivasyonu oluşmuş, onay görende oluşmamış.

Buradan da anlıyoruz ki koşullu sevgiyle büyüyen çocuklar, başarıyı ve gücü onay görme mekanizması olarak kullanıyor.

MUTLULUK NEDİR?

Peki, mutluluk ne zaman devreye giriyor?

Bir şey onay görme şansınızı ne kadar arttırıyorsa, o şey sizi o kadar mutlu ediyor.

Koşullu sevgiyle büyüyen Harun Bey başarı, güç ve mevkii sayesinde kabul gördüğünü düşünüyor ve sürekli bunları kazanmak için çalışıyor. Bu süreç de onu mutlu ediyor.

Bunlar sayesinde egosunu koruyor, ama Emre Bey onay görmek için bunlara ihtiyaç duymuyor.

Sonuç olarak başarı çoğunlukla, onay görme ihtiyacı yüksek olan kişilere mutluluk getiriyor.

(Bu arada başarı motivasyonu ile başarılı olmak farklı şeyler. Koşulsuz sevgi ile büyümüş ve başarı motivasyonunuz düşük olabilir ama başarılı olabilirsiniz. Bunu başka yazıda irdeleyeceğim.)

OSCAR ÖDÜLLERİ

Bu yapıyı Oscar ödüllerinde de gözlemleyebiliriz.

Oscar kazanan kişiler, adaylara göre 4 yıl daha fazla yaşıyor.

Neden?

Çünkü Oscar ödülü, güç motivasyonu çok yüksek olan oyuncuların egoları için ömür boyu sürecek bir koruma kalkanı sunuyor. Onay eşittir mutluluk. Mutluluk eşittir uzun yaşam.

(Ünlü insanların çoğunun güç motivasyonu, yani onay görme ihtiyacı çok yüksektir. Ödül de bu bağlamda mükemmel bir onay mekanizmasıdır.)

Peki, başarı motivasyonu düşük insanları ne mutlu ediyor?

MUTLULUK VE BAŞARI

Bunun yanıtını da mutluluk üzerine araştırma yapan Prof. Ed Diener’in son araştırmasından öğreniyoruz.

Prof. Diener, ‘ortalama mutlu’ insanlar ile ‘çok mutlu’ insanlar arasındaki farka bakıyor.

Beklenenin aksine, ‘ortalama mutlu’ insanlar, ‘çok mutlu’ insanlara göre çok daha fazla para kazanmış, daha iyi işlerde çalışıyor, ve okul notları daha iyiymiş. Yani toplumsal normlara göre daha başarılı.

‘Çok mutlu’ insanlar da ‘ortalama mutlu’ insanlara göre daha kaliteli ilişkiler yaşıyormuş ve daha çok gönüllü işler yapıyormuş.

Fark çok açık. ‘Ortalama mutlu’ insan kabul görmek için başarılı olma ihtiyacı duyuyor ve daha çok çalışıyor ve para kazanıyor.

‘Çok mutlu’ insan bu ihtiyacı duymuyor. Zaten kabul görüyor. Zamanını diğer insanlar için harcıyor. Mutluluğa, hem de en fazlasına, doğal yollardan ulaşıyor.

SONUÇ

Sonuç olarak; başarı ve güç motivasyonu zannettiğimiz gibi çok sağlıklı bir süreç değil. Çocuğunuzun başarı motivasyonu (buna kabaca hırs diyebiliriz) yüksek ise kendinize bakmanızda yarar var. Çocuklar koşulsuz sevgi ile hem başarılı hem de mutlu olabilir.

Mutluluk da kişiden kişiye değişen bir duygu. Sürdürülebilir bir mutluluk istiyorsanız, onay görmenizi sağlayacak şeylerin (para, başarı, mevkii, güç, seks gibi) peşinden koşmaktansa, onay görme ihtiyacınızı azaltın ya da sadece siz olduğunuz için onay görmeye bakın.

25 Temmuz 2017 Salı

İTÜ Rektörüne Göre Dijital Dönüşümle Beraber En Çok Kazandıracak Geleceğin Meslekleri


İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Rektörü Prof. Dr. Mehmet Karaca, geleceğin mesleklerinin toplumsal dönüşümü gerçekleştireceğini belirterek, "Dijital dönüşümle birlikte günümüzde bildiğimiz birçok meslek miadını dolduracak. Onların yerine, Robot Mühendisliği, 3D Yazıcı Mühendisliği, Giyilebilir Teknoloji Tasarımcılığı gibi meslekler hayatımıza yön verecek." dedi.

İTÜ Rektörü Karaca, gazetelerin eğitim muhabirleri ile yaptığı sohbet toplantısında gelişen teknolojiyle birlikte günümüz mesleklerinin dönüşüm geçireceğini anlattı.

Gençlerin gelecekte bu alanlara yönelmesinin ülke kalkınmasına katkı sağlayacağının belirten Karaca, söz konusu mesleklerin maddi getirisinin de iyi olacağına dikkati çekti.

İŞTE GELECEĞİN MESLEKLERİ

Üniversite sınavları sonrasında meslek seçiminde bulunacak gençlere tavsiyelerde bulunan Karaca, geleceğin mesleklerini şöyle sıraladı:

"Dijital dönüşümle birlikte günümüzde bildiğimiz birçok meslek miadını dolduracak. Onların yerine Endüstriyel Veri Bilimciliği, Robot Koordinatörlüğü, IT/ IoT Çözüm Mimarlığı, Endüstriyel Bilgisayar Mühendisliği, Bulut Hesaplama Uzmanlığı, Veri Güvenliği Uzmanlığı, Şebeke Geliştirme Mühendisi, 3D Yazıcı Mühendisliği, Endüstriyel Kullanıcı Arayüzü Tasarımcılığı, Giyilebilir Teknoloji Tasarımcılığı meslekleri öne çıkarak hayatımıza yön verecek. Bu meslekler arasında özellikle veri ve veri işlemenin geleceğin meslekleri arasında öne çıktığını söyleyebilirim. Veri bilimcilerin görevi veriyi çıkarıp hazırlamak, gelişmiş analizler yürütmek ve elde edilen sonuçları ürün ve üretim sürecini geliştirmek için kullanmaktır. Veri güvenliği uzmanlarının temel göreviyse bozukluk veya kötü niyetli saldırıların neden olabileceği kayıpları önlemektir. Özellikle her verinin işleneceği gelecekte veri uzmanlarına ve veri bilimcilere büyük işler düşecek. Bu sektörler iyi bir de kazanç kapısı olacak."

İTÜ olarak lisans, lisansüstü ve doktora olmak üzere birçok programı geleceğin mesleklerine göre şekillendirdiklerine dikkat çeken Karaca, Siber Fiziksel Güvenlik ve Kriptografik Mühendislik, Bilgi Güvenliği Mühendisliği ve Kriptografi Bulut Bilişim ve Mimari Tasarımda Bilişim gibi programların bunların başında geldiğini vurguladı.

Karaca, "Dijital Dönüşüm"e geçilmesiyle birlikte hızlı bir toplumsal dönüşüm yaşanacağını, bu değişimin yalnızca mesleki alanlarda sınırlı kalmayacağını ifade etti.

9 teknolojik ilerlemenin geleceğin sanayi üretimini şekillendireceğini belirten Karaca, “Akıllı robotlar, siber güvenlik, nesnelerin interneti, bulut çözümleri gibi alanlardaki ilerlemeler önemli. Üretimden Ar-Ge’ye bu gelişmeleri takip eden ülkelerin kalkınacaktır." ifadelerini kullandı.
"TÜRKİYE GELECEKTE TEKNOLOJİYE YÖN VEREN ÜLKELER ARASINDA OLABİLİR"

Türkiye’nin jeopolitik konumunun lojistik avantajını ortaya çıkardığını ifade eden Karaca, şunları kaydetti:

"Türkiye, üretim birim maliyetlerinin düşük olması nedeniyle de küresel pazarda tercih edilen bir ülke konumunda bulunuyor. Türkiye’nin mevcut şartlarını koruması ve geliştirmesi kaydıyla, gelecekte teknolojiye yön veren ülkeler arasında olabilir. Bahsettiğim 'Dijital Dönüşüm'ün avantajları arasında, yüksek verimliliğin sağlanması, sistemlerin izlenerek hataların önceden tespit edilmesi, üretimdeki esnekliğin artırılarak maliyetlerin düşürülmesi bulunuyor. Eğer Türkiye var olan konumunu iyi değerlendirip uygun rekabet ortamı sağlayabilirse geleceğin önemli ülkeleri arasında yerini alabilir. Bunun için de farkındalık eğitimlerinin artırılması ve doğru yönlendirmenin yapılması çok önemli."

İTÜ ULUSLARARASI SIRALAMALARDA İLK 100'DE

İTÜ'nün 26 bölümünün ilgili akreditasyon kurumları olan ABET, NAAB, IFLA ve IMO tarafından uluslararası tam tanınırlık/akreditasyon aldığını ifade eden Karaca, "İTÜ bu özelliğiyle dünyada ilk sıralarda yer alıyor. QS World Ranking by Subject, Times Higher Education (THE) ve ODTÜ Enformatik Enstitüsü bünyesindeki University Ranking By Academic Performance (URAP) gibi ulusal ve uluslararası derecelendirme kuruluşlarının yaptığı sıralamalarda bölümler bazında ilk 100’de yer alıyoruz." diye konuştu.

İTÜ Girişimcilik Ekosistemini lisans öğrencileri ile tanıştıran ilk üniversite olduğunu bildiren Rektör Karaca, İTÜ Çekirdek Kuluçka Merkezi ve İTÜ GİNOVA Merkezindeki uygulamalar ile öğrencilerine fikirden şirketleşmeye giden süreçte her türlü desteği sunduklarını kaydetti.

İTÜ Arı Teknokent'te düzenlenen toplantıya rektörü yardımcıları Prof. Dr. Tayfun Kındap, Prof. Dr. Telem Gök Sadıkoğlu, Prof. Dr. Ali Fuat Aydın ve Arı Teknokent Genel Müdürü Kenan Çolpan katıldı.  (23 Temmuz 2017)

22 Temmuz 2017 Cumartesi

Köy Ağasının 19 Atı 3 Oğlu Arasında Nasıl Paylaşılır?


Zengin bir köy ağası vefat eder. Köy ağasının vasiyeti açılır.

Ağa büyük oğluna mallarının yarısını (1/2) , ortanca oğluna dörtte birini (1/4)  ve küçük oğluna beşte birini (1/5)  bırakmıştır.

Ağanın bütün malları paylaşılır. Ancak ortada paylaşılmamış 19 tane de “at” vardır. 

19’u ne ikiye, ne üçe, ne dörde, ne de beşe bölmek mümkün değildir. 

Aralarında anlaşmazlık çıkar. Bir türlü atları paylaşamazlar.

Köyün en akıllı adamına gidip akıl danışırlar. 

Adam da onlara yardımcı olabileceğini söyler. 

Der ki:

-“Benim de bir atım var. Alın bunu size veriyorum. Oldu mu size 20 at?

Büyük çocuğa yarısını veririr. 

- "Al bakalım sana 10 tane at." der.

Ortanca çocuğa dörtte birini verir.

-"Al bakalım sana 5 tane at." der.

Küçük çocuğa dörtte birini verir.

-"Al bakalım sana 4 tane at." der.

Dağıtılan atlardan sonra bir tane at artar. On, beş daha onbeş. Dört daha ondokuz.

-"Verin bakalım şu bizim geriye kalan atı." der.

Anlaşmazlık çözülmüş olur.

Anneanne ve Babaanneden Emeğin Önemini Anlatan Güzel Bir Ders - Bisiklet


Bisiklet


Ben ilk girişimcilik dersimi anneanne-babaanne ikilisinden aldım.

Hikayeye bakın şimdi, süper.

Yaz tatili, 6-7 yaşlarındayım. 1972 diyelim, o zamanlar Türkiye müthiş gelişmiş.

Nereden biliyorum? Tatil köyü diye bir şey yok, ama tatil kasabası var: Demirci.

Benim hem anne, hem baba tarafım Demircili. Yaz tatillerinde bizi Demirci’ye götürüyorlar; açık büfe, her türlü içecek dahil, “all inclusive”!

Akrabalarda her türlü animasyon gani, süper güler yüz, 0-80 yaş çocuk ücretsiz. Ne ararsan var.

Bir iki hafta geçti, anneannem:

“Şerif, hayatta en çok ne istiyorsun?”

“Bisiklet” dedim. Belki alır diye de içimden geçirdim.

“Kolay o.”

“Nasıl anneanne?”

“Ben sana bir dua öğreteceğim, Fatiha.”

“?”

“Onu oku, Allah’a ne istiyorsan söyle, senin iş olur.”

Ben sadece yutkunabildim. Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz. Düşünsenize şişedeki cini ümüğünden ele geçirmişsiniz, sadece bisiklet değil ne istersen verir artık.

Salona girdim. … Anneannem söyledi, ben konsantre meyve suyu gibi dikkatle tekrarladım. Öğrendim.

“Oku bakalım, iste isteyeceğini.”

“Arada duvar olmasın anneanne.” deyip fırladım odadan.

Hemen solumdaki mutfakta bulunan tel dolaptaki vişne reçelinin önünde mola bile vermeden geçtim, zorlanarak açtım balkonu, demir parmaklıklara dayandım, koruklara sarkmadan kaldırdım küçük yumuk ellerimi yukarı, diktim gözlerimi gökyüzüne:

“Allah’ım, bu vitesli Belde Pololar var ya, onlardan lazım bir tane, bal rengi.” dedim ve çaktım Fatiha’yı. Akşam babamı bekliyorum, geldi.

“Baba bana bir şey aldın mı?”

“Yoo…”

“Hiç mi bir şey almadın?”

“Yoo…”

“Allah Allah!”

Hızla mutfağa bir koşu.

“Anneanne bisiklet falan yok.”

“Kaç Fatiha okudun sen?”

“Bir.”

“Bir taneyle olur mu hiç? Yatarken yedi tane oku!”

Bu sefer daha gergin bir diyalog oldu:

“Allah’ım o bisiklet işi vardı ya, hani göndermedin altı Fatiha için. Belde Polo olacak, vitesli, bal rengi…”

Ben yatarken yedi+bir okudum risk falan olmasın diye, yine bisiklet yok. Ben anneannemin gazıyla yine okuyorum, birkaç gün sonra babaannem gördü bahçede:

“Ne yapıyorsun havuzun başında?

“Dua ediyorum babaanne.”

“Ne duası?”

“Fatiha okuyorum, Allah bisiklet verecek de…”

“Kim öğretti sana bunu?”

“Anneannem.”

Babaannem merdivenden alt bahçeye doğru yürürken:

“Tövbe tövbe ‘el ham’ okumaya Allah bisiklet mi verirmiş? Batıl inanca bak.” dedi.

“Babaanne vermez mi?”

“Oğlum inandın mı anneannene! Fatiha okumayla Allah bisiklet mi verir hiç?”

“Nasıl verir babaanne?”

“Üç Guluvallahi, bir Elham!”

“Babaanne bu Guluvallahi dediğin ne?”

“Kolay o, ben sana öğretirim.”

Oturduk hinnap ağacının dibine. … Ben duayı hemen öğrendim. Fakat sonuç değişmedi. Oku, oku bisiklet yok.

Birkaç gün sonra anneannem saçımı sıvazladı, yüzünde koca bir gülümseme.

“Vermiyor değil mi?”

“Vermiyor anneanne.”

“Şükret Allah’a vermiyor, bir verse ne yapardın.”

“Niye anneanne?”

Çünkü o dönem benim gözümde Allah, Zorro gibi. En umulmadık anda çıkar, fakir fukaraya yardımcı olur, garibanın elinden tutar. Zagor da öyle ama onun yüzü belli. Zorro’da maske var. Kim olduğu da net değil. Benim tadım biraz kaçtı.

Anneannem dizine oturttu beni, uzun uzun anlattı, emekten, çabalamadan bahsetti. Ben aklımda bisiklet olduğu için pek bir şey anlamadım.

Yıllar yılları kovaladı, bana çaktırmadan işbirliği yapıp duaları öğreten anneanne ve babaanneyi kaybettik.

Ben büyüdüm, bir gün kitapta Henry Ford’un oğlunun bıraktığı intihar mektubunu gördüm:

“Baba hayal edip de ulaşamadığım hiçbir şey olmadı. Ne varsa önceden hazırlamışsın, hiçbirinde benim emeğim yok. Mutsuzluktan mahvoldum. Gidiyorum…”

Gözümden şıpır şıpır yaşlar geldi. Anneanneyi o gün anladım. Sonra adım adım farkettim ki Zorro da neymiş, asıl kahramanlar anneanne ve babaanneymiş. Allah söylemek istediklerini bu tontonlar aracılığıyla söylemiş bana.

İyi ki hayal ettiklerinize bedavadan ulaşmıyorsunuz.

Ahmet Şerif İzgören

Anneanne ve Babaanneden Emeğin Önemini Anlatan Güzel Bir Ders - Pirinç Tanesi

Pirinç Tanesi

Ben beş yaşında idim. Babaannem rahmetli pirinç ayıklıyordu. Bir tane yere düştü. Babaannem eğildi aramaya başladı. Sağa bakıyor sola bakıyor bulmaya çalışıyor…. Çocukluk işte ‘aman babaanne’ dedim. ‘Bir pirinç tanesi için bu kadar caba harcamaya yorulmaya değer mi?’

Rahmetli ilk defa sertleşti bana karşı öfkeyle doğruldu…

‘Sen oturduğun yerden ahkâm kesiyorsun ‘ dedi. ‘Hiç pirinç üretilirken gördün mü? İnsanlar ne kadar zorluk çekiyorlar. Bir pirinç tanesinde kaç insanin göz nuru alın teri emeği çilesi var biliyor musun?’

Utancımdan kıpkırmızı olmuştum.

Aradan yıllar geçti. Hukuk Fakültesinde öğrenciyim.

Alain’in proposlarini okuyorum. Birden irkildim.

Babaannemi hatırladım. Alain bir insan yerde bir iğne görüp de eğilip almazsa bütün uygarlığa karşı ihanet etmiş olur diyordu.

İlave ediyordu. Bir iğnenin üretiminde binlerce insanın alın teri göz nuru el emeği vardır diyordu.

On dokuz yıl evveldi. Stockholm’e gitmiştim. Bir otele indim. Geceydi. Sabahleyin traş olmak için lavaboya gittiğimde aynanın yanında ilginç bir not gördüm.

Lütfen diyordu traştan sonra jiletinizi çöpe atmayın. Yanda bir kutu varoraya bırakın.Bir tek jiletle dahi olsa İsveç çelik sanayisine yardımcı olun.

Doğrusu hayretler içinde kaldım. Çocukluğumdan beri çelik eşya denince akla İsveç çeliği gelir. Birçok eşya üzerinde ‘İsveç çeliğinden yapılmıştır’ diye yazardı.
İşte o ülke kullanılmış bir tek ufacık jiletin bile çöpe gitmesini istemiyor ona sahip çıkıyorgelen turistlere rica yollu uyarıda bulunuyordu.

İsviçre’de zaman zaman belli periyotlarda radyolar televizyonlar bir haberi duyurur.

Şu tarihte su saatte adamlarımız gelecek. Siz lütfen hazırlığınızı yapın. Okumadığınız ilgilenmediğiniz kullanmadığınız ne kadar kitapdergi gazete varsa kâğıtambalajkutu varsa velev kibir ilaç prospektüsü dahi olsa kapının önüne koyun. İsviçre’nin kalkınmasına yardımcı olun.

Fazla ağaç ziyanına engel olun.

Japonlar son derece sade basit yalın mütevazı yaşayan insanlardır. Evlerini mobilya ile eşya ile dolduranlar Japonlara göre ruhen tekamül edememiş hayatın manasını anlayamamış zavallı kimselerdir. Böyleleri ile zavallı evini mezat salonuna çevirmiş diye eğlenirler. Bir insanın gösteriş için eşyanın esiri olması ne kadar acıdır.

Vaktiyle Japon ekonomisi bir darboğazdan geçiyor. İç borçlar dış borçlar gırtlağı aşıyor. Zamanın başbakanı meclisi toplar.

Kürsüye çıkar. Durumu olanca açıklığı ve tehlikeleri ile anlatır ve şu andan itibaren der Tanrı şahidim olsun ki Japonların iç ve dış borçları son kuruşuna kadar ödenmeden pirinçten başka bir şey yemeyeceğim. Şu üstümdeki elbiseden başka elbise giymeyeceğim.

Dediklerini yapar en üstten en alta bir israftan kaçınma kampanyası açılır. Japonya bütün borçlarını öder. Bu durumun toplumun bütün kesimlerini tek istisna olmadan kapsadığını söylemeye gerek yok.

Geçenlerde Japon imparatorunun sarayını gördüm. Yarabbim ne kadar sade ne kadar mütevazı ne kadar gösterişten uzak.

Gerekmediği halde elektriği yakmakla Suyu kapamadan boş yere akıtmakta Gece çamurlu ayakkabılarımızı temizlemeden yatmakla Yemek yediğimiz kapları yıkamadan bırakmakla biz de zalimler sınıfına geçmiyor muyuz?

Hayat çok ince akıl almaz incelikte ipliklerle örülmüştür.

Her şey o kadar birbirine bağlıdır ki İlkokul okuma kitabımızdaki bir sözü hiç unutmadım.

Bir mıh bir nalı kurtarır.
Bir nal bir atı,bir at bir komutanı,
bir komutan bir orduyu,
bir ordu bir ülkeyi kurtarır diyordu . . .

Maddi durumumuz ne olursa olsun ister zengin olalım ister fakir hepimiz çok dikkatli olmak zorundayız.

Bunda parayı da, maddiyatı da aşan büyük bir edep ve incelik vardır…

Gönül Sohbetleri Cilt V ”Çocuk ve Eğitim”. Adlı kitabından alıntıdır.

İyi Geceler Bay Tom (Michelle Magorian) Kitap Sınavı Yazılı Soruları ve Cevap Anahtarı

Kitabın Adı: İyi Geceler Bay Tom Kitabın Yazarı: Michelle Magorian Kitap Sınavı Soruları ve Cevap Anahtarı 1. Will'in kollarındaki morlu...