11 Nisan 2019 Perşembe

Beş Şehir (Ahmet Hamdi TANPINAR) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı :
Beş Şehir

Kitabın Yazarı : Ahmet Hamdi TANPINAR

Kitabın Konusu :

Ahmet Hamdi TANPINAR, bu eserin konusu için: 'Hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır.' demektedir.

Kitap Hakkında Bilgi :

Tanpınar'ın en önemli denemelerinden biri olan bu kitapta beş şehir anlatılmaktadır: Ankara, Erzurum, Konya, Bursa, İstanbul.

İlk yayın tarihi 1946 olan eser; Tanpınar'ın gözlemleri ile etkileyici üslubu birleşince edebiyatımızın en değerli eserlerinden biri doğmuştur. Türk Edebiyatında en kıymetli denemelerden biridir.

Kitaptan Seçmeler

Ankara


Belki Millî Mücadele yıllarının bıraktığı bir tesirdir, belki doğrudan doğruya çelik zırhlarını giymiş ortada dolaşan bir eski zaman silahşoruna benzeyen kalesinin bir telkinidir; Ankara, bana daima dasitani ve muharip göründü. Şurası var ki şehrin vaziyeti de buna müsaittir. Daha uzaktan gözümüze çarpan şey iki yassı tepenin arasındaki geçidiyle tabii bir istihkam manzarasıdır.

Ankara, uzun tarihinin şaşırtıcı terkipleriyle doludur. Asırlar içinde uğradığı istilalar, üst üste yangınlar ve yağmalar, şehirde geçen zamanların pek az eserini bırakmıştır. Acayip bir karışıklık içinde bu tarih daima insanın gözü önündedir. Türk kültürünün kendinden evvel gelmiş medeniyetlerden kalan şeylerle bu kadar canlı surette rast gele karıştığı, haşır neşir olduğu pek az yer vardır...

Erzurum

Hiçbir yerde memleketin Birinci Cihan Harbi'nde geçir­diği tecrübenin acılığı burada olduğu kadar vuzuhla görülemezdi. Bu, eski ressamların tasvir etmekten hoşlandığı şekilde, ölümün zaferi idi. Dört yıl, bu dağlarda kurtlara insan etinden ziyafetler çekilmiş, ölüm her yana dolu dizgin saldır­mış, seçmeden avlamıştı. Uğursuz tırpan durmadan, bir saat rakkası gibi işlemiş, rast geldiği her şeyi biçmişti. Bununla beraber, nüfusu altmış binden sekiz bine inen Erzurum Millî Mücadeleye ön ayak olmuş, Ermenistan zaferini idrak etmiş, yavaş yavaş sağ kalan hemşerilerini toplamaya başlamıştı.

***

Erzurum Türk tarihine, Türk coğrafyasına 1945 metreden bakar. Şehrin macerası düşünülürse, bu yükseklik daima göz önünde tutulması gereken bir şey olur. Malazgirt Zaferinin açtığı gedikten yeni vatana giren cedlerimizin fethettikleri büyük, merkezi şehirlerden biridir.

Tarihimizin ikinci dönüm yerinde, Millî Mücadelenin ilk temeli gene Erzurum'da atılır. Her şeye rağmen hür, müstakil yaşamak iradesi, ilkin bu kartal yuvasında kanatlanır. Atatürk, Erzurum'dan işe başlar. Tıpkı ilk fatihler gibi oradan Anadolu'nun içine doğru yürür; ordan başlayarak yurdumuzu, milletimizin tarihî hakları adına yeni baştan fethederiz.

Konya

Konya, bozkırın tam çocuğudur. Onun gibi kendini gizleyen esrarlı bir güzelliği vardır.

Bozkırın kendini gizleyen esrarlı bir güzelliği vardır. Bozkır kendine bir serap çeşnisi vermekten hoşlanır. Konya'ya hangi yoldan girerseniz girin sizi bu serap vehmi karşılar. Çok arızalı bir arazinin arasından ufka daima bir ışık oyunu, bir rüya gibi takılır. Serin gölgeleri ve çeşmeleri susuzluğumuza uzaktan gülen bu rüya, yolun her dirseğinde siline kaybola büyür, genişler ve sonunda kendinizi Selçuklu Sultanlarının şehrinde bulursunuz.

***

Mevlana şairdir. Şiiri inkâr etmesine, küçük görmesine rağmen Şark'ın en büyük şairlerinden biridir. Nasıl Garp Orta Çağı, bütün azap korkusu, içtimai düzen veya düzensizliği ile rahmaniyet iştiyakı ve adalet susuzluğu ile Dante'nin eserinde toplanırsa, Müslüman Şark'ta bütün varlık hikmeti, Hakk'la Hakk olmak ihtirası ve cezbesiyle Divan-ı Kebir'dedir.

Bursa

Bu devir, haddi zatında bir mucize, bir kahramanlık ve ruhaniyet devri olduğu için, Bursa, Türk ruhunun en halis ölçülerine kendiliğinden sahiptir, denebilir. Bu hakikati gayet iyi gören ve anlayan Evliya Çelebi, Bursa'dan bahsederken "Ruhaniyetli bir şehirdir." der.

***

İster istemez sayarsınız: Gümüşlü, Muradiye, Yeşil, Nilü­fer Hatun, Geyikli Baba, Emir Sultan, Konuralp... Bunlar hakikaten bir şehrin semt ve mahalle adları; yahut tıpkı bizim gibi muayyen bir zaman içinde yaşamış birtakım insanların anıldıkları isimler midir? Hepsinin mazi dediğimiz o uzak masal ülkesinden toplanmış hususi renkleri, çok hususi aydınlıkları ve geçmiş zamana ait bütün duygularda olduğu gibi çok hasretli lezzetleri vardır...

***

Bu kuruluş asrından sonra Bursa, sevdiği ve büyük işlerde o kadar yardım ettiği erkeği tarafından unutulmuş, boş sarayının odalarında tek başına dolaşıp içlenen, gümüş kaplı küçük el aynalarında saçlarına düşmeye başlayan aklan seyrede ede ihtiyarlayan eski masal sultanlarına benzer. İlk önce Edirne'nin kendisine ortak olmasına, sonra İstanbul'un tercih edilmesine kim bilir ne kadar üzülmüş ve nasıl için için ağlamıştır.

***

Evliya Çelebi, Bursa çeşmelerinden bahsettikten sonra sözü, "Velhasıl Bursa sudan ibarettir." diyerek bitirir. Canım Evliya!

***

Şimdi Bursa'da asıl zamanın yanı başında, bizim için ondan daha başka ve daha derin olarak mevcut olan ikinci zamanı yapan şeyin ne olduğunu öğrenmiş gibiyim. Bu ses ve onun etrafı kucaklayan, her dokunduğu şeyin özünü bir ebediyette tekrarlayan akisleri, bu mevsimlerin ve düşüncelerin ezeli aynası, zamanın üç çizgisini birden veren tılsımlı bir aynadır. Sanatın aynası da bundan başka bir şey değildir.

İstanbul

Asıl İstanbul, yani surlardan beride olan minareyle camilerin şehri, Beyoğlu, Boğaziçi, Üsküdar, Erenköy tarafları, Çekmeceler, Bentler, Adalar, bir şehrin içinde âdeta başka başka coğrafyalar gibi kendi güzellikleriyle bizde ayrı ayrı duygular uyandıran, hayalimize başka türlü yaşama şekilleri ilham eden peyzajlardır.


Her İstanbullu az çok şairdir; çünkü irade ve zekâsıyla yeni şekiller yaratmasa bile, büyüye çok benzeyen bir muhayyile oyunu içinde yaşar. Ve bu, tarihten gündelik hayata, aşktan sofraya kadar genişler.

"Teşrinler geldi, lüfer mevsimi başlayacak." Yahut "Nisandayız, Boğaz sırtlarında erguvanlar açmıştır." diye düşünmek, yaşadığımız anı efsaneleştirmeye yetişir. Eski İstanbullular bu masalın içinde ve sadece onunla yaşarlardı.

Bugün mahalle kalmadı. Yalnız şehrin şurasına burasına dağılmış, eski, fakir mahalleliler var. Birbirlerinin hatrını sormak, bir kahvelerini içmek, geçmiş zamanı beraberce anmak için zaman zaman gömüldükleri köşeden çıkan, bin türlü zahmete katlanarak semt semt dolaşan ihtiyar mahalleliler...

Bugünün mahallesi artık eskiden olduğu gibi her uzvu birbirine bağlı yaşayan topluluk değildir; sadece belediye teşkilatının bir cüzü olarak mevcuttur. Zaten mahallenin yerini yavaş yavaş alt kattaki üsttekinden habersiz, ölümüne, dirimine kayıtsız, küçük bir Babil gibi, her penceresinden ayn bir radyo merkezinin nağmesi taşan apartman aldı.

Beylerbeyi'nde, Emirgan'da, Kandilli veya İstinye'de günün her saati birbirinden ayrı şeylerdir. Beykoz, Çubuklu, ağaçlarının serin gölgesinde henüz son rüyalarını üstlerinden atmaya çalışırken Yeniköy ve Büyükdere gözlerinin ta içine batan güneşle erkenden uyanırlar. Kuzguncuk'ta sular, sahil boyunca, arasına tek tük sümbül karışmış bir menekşe tarlası gibi mahmur külçelenirken, ince bir sis tabakasının büyük zambaklar gibi kestiği İstanbul minareleri kendi hayallerinden daha beyaz bir aydınlığa benzer.

Türkçenin Sırları (Nihat Sami BANARLI) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı :
Türkçenin Sırları 

Kitabın Yazarı : Nihat Sami BANARLI

Kitabın Özeti ve Değerlendirilmesi : 

Nihat Sami BANARLI'nın Türkçe'nin Sırları adlı eseri, Türk Dilinin güzelliklerini, inceliklerini ve ahengini ele aldığı yazılardan oluşmaktadır. Her biri ayrı bir başlık halinde toplam kırk üç ayrı çalışmadan meydana gelen eserdeki yazılar birbirini tamamlar nitelikte olup Türkçe'nin estetiğine dikkat çeken bir bütünlük meydana getirmiştir.

Türk Dili üzerine uzun yıllar yaptığı araştırmalarını dilimizin ses, şekil ve mûsikisi arasındaki bağlantılarını ele alan bu eser ilk basımından zamanımıza kadar ilgiyle okunmaktadır. Aşağıda kitaba ait önemli noktaların özeti sunulmuştur.

Bir Dil Konferansı başlıklı yazıda; Nihat Sami Banarlı: Dilin millet için öneminden bahsederek zaman içinde kaynağını dışarıdan alan ideolojilerin milleti tahrip etmek için dili bozmaya yöneleceğine dair kaygılarını dile getirmektedir. Bir Türk dili sevdalısı olan Banarlı "Şu fâni dünya saadetleri içinde hiçbir şey aziz Türk çocuklarına Türk Dilini öğretmek kadar güzel hizmet değildir." diyerek dilimizi öğretmenin önemine işaret ederek bu vazifenin yalnızca Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenlere ait bir vazife olmadığına dikkat çeker, diğer öğretmenlerin ve anne babaların bu konuda sorumluluk almaları gerektiğini vurgular. Türk Dilindeki kelimelerdeki nağme güzelliğine dikkat çeken Banarlı, Türkçe'nin ideal bir şiir dil oluşundan da bahseder. Türkçe'nin bir imparatorluk dili olduğunu belirten yazarımız, "Türkçe hüküm sürdüğü toprakların neresinde güzel bir ses bulmuşsa onu kendi bünyesine almıştır." der. Öz Türkçecilik adına halkın benimsediği bu tür kelimeleri değiştirmenin yanlışlığına işaret eden yazar şöyle demektedir: "Böyle bir tarih boyunca işlene yontula güzelleşmiş halk şiirine, aile harimine, millî vicdana yerleşmiş kelimeleri sevmemiz, anlamamız ve korumamız tabiidir. Böyle kelimeler dillerde, efsanenin Nisan yağmurundan düşen damlaları sedef içinde saklayıp işledikten sonra iri ve parlak inciler haline koyması gibi zamanla ve sabırla işlenmişlerdir. Bu halis incileri birtakım encik boncukla değiştirmek en azından incideki kıymeti anlamamaktadır."Yanı sıra yazar Türk toplumundaki uzun hece kavramından bahsedip,atalarımızın eski zamanlarda iletişim zor olduğundan kısa ama uzun heceli kelimeler kullandığına;bu yüzden de günümüzdeki eski eserlerin çoğunda bu kavramın olduğundan bahsetmiştir.

İmparatorluk Dilleri başlıklı yazı,
"Her halk kendi ikliminin lisanını söyler" şeklindeki Yahya Kemal'e ait cümleyle başlamaktadır. Türkçe'yi sevmenin ve anlamının önce Türk milletini sevmek ve milletimizin tarih boyunca emek verip meydana getirdiği her millî eseri sevmek, anlamak gereği ifade edilerek bir dilin imparatorluk dili olması için sahip olması gerekli şartlar aktarılır. Yazar; Türkçe'nin de bir imparatorluk dili olduğuna işaret eder. Türkçe'nin hüküm sürdüğü imparatorluk içinde kullanılan ve halk tarafından benimsenen kelimeleri değiştirmemek gerektiğini vurgulayarak bunun yanlışlığına temas eder: "Bir dilin doğuşunda, karakterinde, ananesinde ve dehasında başka dillerden derlenmiş kelimeleri millîleştirme hayatı ve kudreti varsa artık o dili öz dil yapmaya kalkmak, dili kendi tabiatından ve dehasından uzaklaştırmaktır ki, bunu ancak cehaletin ve dalâletin elleri yapar. Hakikat şudur ki Türk milleti gibi asırlarca hatta çağlarca dünya sathında konuşmuş büyük ve fatih bir milletin dili öz dil olamaz imparatorluk dili olur." Türkçe'yi Yahya Kemal'in eserlerinde kullandığı dil olarak tanımlayan yazarımız görüşlerini şu şekilde dile getirir: "Türk dili Kendi Gök Kubbemiz kitabını meydana getiren muhteşem şiirlerin söylendiği lisandır. Bir dil Açık Deniz gibi, Sülaymaniye'de Bayram Sabahı gibi Bir Tepeden, Itrî, Vuslat ve Erenköyü'nde Bahar gibi şiirler söyleyebiliyorsa bu dil hatta dünya ölçüsünde büyük lisan demektir. Kendi Gök Kubbemiz bir semboldür. Türkçe ona benzer ve onun ayarında İstiklal Marşı gibi Çanakkale Şehitleri gibi Bülbül vb. gibi Ahmet Haşim'in Piyalesi'nde musikîleşen şiirler gibi, Orhan Seyfi'nin Peri Kızıyla Çoban Hikâyesi gibi Faruk Nafiz'in Han Duvarları gibi daha nice şiirler söylenmiştir. Bir milleti ebediyen ayakta tutabilecek kudretteki bu müstesna şiirler biliyoruz milletimizi çürütmek isteyenlerin kâbusudur."

Bir Dil Nasıl Güzelleşir başlıklı yazıda: "Dilleri dil yapanlar birtakım alaylı hatta âlim dilciler değil milletlerdir; milletlerin dile bir güzellik ve bir güzel ses vermek için yaratılmış kadın erkek ve adsız evlâtlarıdır. Bir de milletlerin dillerini seven anlayan ve ilâhî bir güzellikte kullanan büyük şairlerdir." diyen Banarlı, eserindeki bu başlık altında daha çok şairlerin Türk Dilini şiirleriyle güzelleştirdiklerinin altını çizer. Fransız şiirinden örneklerle düşüncelerini pekiştiren yazar şiirlerdeki halkın benimsediği dili kullanmanın avantajına dikkat çeker.

Bahar ve Türkçe başlıklı yazıda; Türkçe'nin yaşadığı ideolojik sıkıntılardan uzaklaşarak onu bir bahar sabahının ümit verici güzelliği içinde bir bahar güneşi kadar beyaz ve berrak bir duyguyla hatırlamak istediğini ifade ederek Türkçe'ye hizmet edenleri yâd eder. Tarihteki en büyük Türk Dili âşıklarından olan Ali Şir Nevâî'nin Türkçe'nin üstünlüğü ile ilgili tespitlerine atıflarda bulunarak Türkçe kelimelerin Nevâî zamanında birer bahar gülü olduğunu söyleyerek Nevâî'nin şu sözlerine yer verir: "Bu âlemin gül bahçelerine girdim. Gülleri feleğin güneşinden daha parlaktı. Her yanında göz görmedik el değmedik daha neler ve neler vardı. Ama bu mahzenin yılanı kan dökücü ve bu güllerin dikeni sayısızdı. Bunları görünce düşündüm ve dedim ki: Demek bizim Türk şairleri bu korkulu ve dikenli yollardan çekindikleri için Türkçe'yi bırakıp gitmişler. Ben Türkçe'nin fezasında tabiatımın atını koşturdum; hayalimin kuşunu kanatlandırdım. Vicdanım bu hazineden nihayetsiz kıymetli taşlar la'ller, inciler aldı; gönlüm bu gül bahçesinin türlü çiçeklerinden uçsuz bucaksız güzel kokular kokladı." Türkçe'nin güzellikleriyle söylenmiş her söz ve şiiri birer gül demetine benzeten Banarlı, Fuzuli'nin Leyla ve Mecnun'unu bu güllerden biri olarak vasıflandırır.

Beyaz Lisan başlıklı yazıda; Türkçe'nin Servet-i Fünûn ve Fecr-i Âtî dönemindeki seyrinden bahsedilir. Abdülhak Hamîd, Tevfik Fikret, Ömer Seyfettin, Mehmet Emin Yurdakul, Yahya Kemal, Ahmet Haşim ve Faruk Nafiz'den Türkçe'nin hakiki sanatkârları olarak bahsedilir.Ömer Seyfettin'in asıl Türkçe'yi bu lisanlardan uyanışla başlattığına dikkat çeker,ve Seyfettin'in bu lisana 'Beyaz Lisan' adını verdiği söylenir.

Altın Yumurtlayan Tavuk başlıklı yazıda; yazıya başlık olan hikâye aktarılarak "Yirminci asır Türkçe'si başlangıçta milletimize altın gibi kıymetli ve güzel kelimeler kazandıran tılsımlı bir talih kuşuydu. Günümüz dilcileri onu boğazladılar. Hikâye budur. Bugün Türkçe'mizi her bakımdan huzursuzluk ve yoksulluk içinde bırakanların kelime diye yaydıkları bu müzahrefat, onların hoyratça boğazladıkları altın yumurtlayan tavuğun kursağında bulduklarıdır. Gerçek Türkçecilik milletin zevkine ve sevgisine yedire yedire işlenen millî kelimeler ve söyleyişler anlayışıdır." denilerek konu atıfta bulunulan hikâye ile özdeşleştirilir.

Benim Dünyam başlıklı yazıda;
Türk Halk zevkinin bir kelimeyi Türkçeleştirirken ona verdiği ahenk ve sihirli söyleyişe dikkat çekilir Giyim ve kuşamlarda kullanılan elbiselerin isimlerinden bahsedilerek bunların salt bir nesne adı olmaktan çok elbisenin işlevi ile Türk zevkini çağrıştırıcı bir mânâ zenginliği taşımasının önemine temas edilerek şöyle denilir: "Son yıllarda şehir kızlarımızın giydiği kaba, iri makine dikişli, soluk renkli dar Amerikan pantolonlarının zevksizliği yanında yörük kızı Ayşe'nin hâlâ çok güzel ve çok millî bir hava ile dalgalanan zarif şalvarını ondan da yani gömlekten de cana yakın bulurdum."

Kelimelerin İzdivacı başlıklı yazıda: izdivaçta olması gereken uyumdan örneklerle söz edilerek bunun zorluğundan bahsedilir. Ancak ikiz ruhlarla bunun mümkün olduğundan bahisle Türk Dilindeki kelimelerin izdivacının böyle sihirli bir izdivaç olduğu söylenir. Türk halkının kudretli lisan zevki ile renkli ve ışıklı terkiplerin bu şekilde oluştuğunu bahsederek bunlar nur topu gibi yeni ve millî bir izdivacın evlâtları olarak vasıflandırılır: Akarsu, anadili, anayol, akağa, bindallı, bozkır, cankurtaran, çamsakızı, yanardağ, demiryolu, ateşböceği, kuş dili, ebemkuşağı, karakalem, karayel, hanımeli, yavruağzı, gülkurusu, camgöbeği, gece mavisi, su yeşili, nar kırmızısı örnekleri verilir. Kelimelerin izdivacı bazen insanların izdivacından doğan güzel yavrulara ad olur, diyen Banarlı, bu tür isimlere şunları örnek olarak verir: Gülnur, Gülşah, Gülten, Güldalı, Gülderen, Gönlügül, Ayşegül, Yazgülü.. Ayrıca bunların Türkçe'nin gelişmesinde önemli yeri olduğu anlatılır.

Güzel Evin Hikâyesi başlıklı yazıda;
Ev kelimesinin öztürkçe oluşundan bahsedilerek kelimenin Türk Dil tarihi içindeki seyrinden bahsedilmiştir.Genel olarak bu bölümde de halkın kabul ettiği dile sahip çıkma tavsiye edilir: "Bizim dil konusunda yapacağımız iş kelime fethinden hatta kelime idhalinden korkmamaktır. Şu şartla ki İngilizlerin, Fransızların bilhassa büyük Türk halkının yaptığı gibi derhal millî damgamızı vurabilelim. Onları Türkçe'nin sesiyle ve kendi estetiğimizle millîleştirelim.Çünkü ortak medeniyetler içinde milletlerin en büyük zaferi işte bunu yapmak, bunu yapabilmektir."Ayrıca Türk milletinin böyle önemli kelimeleri her şeye karşın koruduğundan bahsedilmiştir.

10 Nisan 2019 Çarşamba

Fatih Harbiye (Peyami Safa) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili ve Kişiler



Kitabın Adı : Fatih-Harbiye

Kitabın Yazarı : Peyami Safa

Fatih-Harbiye; 1931 yılında yayımlanan, kültürel çatışma olgusunu ele alan "sosyal roman” olarak değerlendirebileceğimiz Peyami Safa eseridir.

Kitabın Özeti :

Neriman'la Şinasi çocukluk arkadaşlarıdır. Tanıdıkları ilk karşıt cins birbirleridir. İlk başta ikisi de birbirlerini seviyorlardı. Okula beraber gidip geliyorlardı. Üniversite de bile beraberdiler. Neriman'ın babası Faiz Bey'dir ve Şinasi'yi de çok sevmektedir. Bazı geceler Faiz Bey'in evinde saz çalarlar ve sohbet ederlerdi. Herkese bir gün Şinasi ile Neriman'ın evleneceğini düşünüyordu.

Giderek Neriman Şinasi'den soğumaya başladı. Neriman oturduğu mevki olan Fatih'i, sevmemektedir. Çünkü Fatih, doğuyu, gelişmemişliği ve eskiyi temsil ediyordu. Oturduğu mahalle çok eskiydi ve evler de virane gibiydi. Bir gün Macit denilen yakışıklı, zengin ve kibar birisiyle tanışır. Macit Harbiye'de oturuyordu. Harbiye, gelişmişliği ve batıyı simgeliyordu. Macit ile bir kaç sefer Şinasi'den habersiz buluşurlar. Bir gün Macit Neriman'a balo davetiyesi verir ve baloya davet eder. Nerman baloya gitmeyi çok istemektedir. Ama gitmesi için babasının iznini almak zorundadır. Tam babasına söyleyecekken babası ona Şinasi ile evlenmesini teklif eder. Hemen reddetmez ve 2-3 ay mühlet ister. Ve bolaya Şinasi ile gitmesi koşuluyla da izin alır. Elbise için vitrinleri gezmeye çıktığında dayısının kızlarına uğrar. Çünkü dayısının kızları bu işlerde oldukça deneyimlilerdir. Eve gittiğinde bir kadının ağlamaktan harap olduğunu görür ve nedenini sorar. Nedeni kızının intiharıdır. Kızı Rus gitariste aşık olmuştur. İkisi de başta çok mutlulardır ve birbirlerini çok sevmektelerdir. Ancak çok sefil bir hayat sürmektedirler. Buda kıza tak etmiştir. Günün birinde zengin bir adamla tanışan kız genci terk eder ve adamla yaşamaya başlar. Artık balolara gidebilmekte ve her istediğini yapabilmektedir. Ancak gerçek mutluluğu bulamamaktadır. Tahsil görmüş bir kız olduğundan hakiki güzelliği aramaktadır. Musiki, mutalaa ve samimiyet; Rus gencinde bunları bulabiliyordu ancak zengin adamda bunları bulamamaktadır.

Sonunda, gence dönmeye karar verir ve aramaya başlar. Büyük uğraşlar sonucu bulur ama genç kabul etmez. Kız bunun verdiği üzüntü ile evine gider ve tabanca ile kendini öldürür.

Hikayeden çok etkilenen Neriman evden izin alarak ayrılır. Kendi evine gelir ve babasına artık baloya gitmek istemediğini ve Şinasi ile evlenmeyi kabul ettiğini söyler..

Romanın Yapı Unsurları:

a) Olay örgüsü: "Fatih-Harbiye" romanında Neriman'ın geleneksel yaşam tarzı ile modern yaşam tarzı arasında bocalaması çevresinde gelişenler olay örgüsünü oluşturur. Neriman'ın Şinasi ile arasının günden güne bozulması, Macit ile karşılaşması, Macit'in onu baloya davet etmesi hep bu çatışmanın etrafında birleşen olay parçalarıdır.

b) Kişiler: "Fatih-Harbiye" romanında Şinasi ve Macit, Neriman ile ilişkileri boyutunda tanıtılırlar. Şinasi, geleneksel yaşam tarzının; Macit, modern yaşam tarzının temsilcisi durumundadır.

c) Mekân: "Fatih-Harbiye" romanında, Fatih ve Harbiye (Beyoğlu) aynı zamanda birer yaşam tarzının temsilcisi durumundadır. Fatih, Doğu'ya özgü, geleneksel; Harbiye, Batı'ya özgü, modern yaşam tarzının mekânlarıdır.

ç) Zaman: "Fatih-Harbiye" romanında zaman, geçmişe yapılan geri dönüşler hariç, Neriman'ın Batıya özgü modern yaşam tarzına özenip Beyoğlu'na gitmesi ve bu çerçevede Macit ile tanışması ile başlar. Dayısının kızlarından dinlediği Rus kızının hikâyesinden sonra kendi hayatına dönüşü ile sona erer. Olayların yaşandığı zaman dilimi, yaklaşık bir aylık arayış dönemidir.

d) Anlatıcı ve Bakış Açısı: "Fatih-Harbiye", Hâkim (İlahi) Bakış Açısı ile kaleme alınmış bir romandır.

Roman İle İlgili Kavramlar :


a) Anlatıcının Tutumu:
"Fatih-Harbiye" romanında da anlatıcı, yozlaşmış bir yaşam tarzını eleştirel bir tutumla ele alır.

b) Konu: "Fatih-Harbiye" romanında konu, Neriman'ın iki farklı mekân çevresinde başından geçen olaylardır.

c) Tema: "Fatih-Harbiye" romanında tema, Neriman'ın yaşadıkları çevresinde işlenen Doğu-Batı çatışmasıdır.

ç) Çatışma: "Fatih-Harbiye" romanında iki farklı yaşam tarzı arasındaki çatışma, bir genç kızın yaşadıkları çevresinde işlenmektedir.

d) Karakter: "Fatih-Harbiye" romanında Neriman, yanlış batılılaşan, kendi değerlerinden uzaklaşan bir genç kızdır. Doğu'yu değerlendirme tarzı, olaylara bakışı ve kendi şahsına ait özellikler onu bir karakter hâline getirir.

e) Tip: "Fatih-Harbiye" romanındaki Macit, romandaki işlevi bakımından Batılı züppe tipinin ortak özelliklerini göstermektedir.

Fatih Harbiye (Peyami Safa) Kitap Sınavı Soruları ve Cevap anahtarı için tıklayınız...

Fatih Harbiye (Peyami Safa) Kitap Sınavı Soruları ve Cevap Anahtarı 2 için tıklayınız...

Ayaşlı ve Kiracıları (Memduh Şevket Esendal) Kitabının Özeti, Konnusu, Tahlili ve Kişiler


Kitabın Adı : Ayaşlı ve Kiracıları

Kitabın Yazarı : Memduh Şevket Esendal

Kitabın Konusu :

Memduh Şevket Esendal'ın Ayaşlı ve Kiracıları (1934) romanı, Cumhuriyet sonrası Ankara'sında bir apartman katının dokuz odasında oturanların günlük yaşamlarından ve birbirleriyle olan ilişkilerinden kesitler verir.

Ankara'nın kuruluş yıllarında, yıkılan bir düzenden yeni bir toplum düzenine geçmenin sarsıntıları arasında bocalayan "küçük insanlar"ın yaşantılarını duru ve yalın bir dille anlatmaya çalışır.

Kitabın Özeti :

Ayaşlı İbrahim Efendi, eşkıyalık, zaptiye çavuşluğu, arzuhalcilik, hancılık yapmış, şaşılacak derecede çeşitli kılıklara girip çıkmış bir adamdır. Yeni yapılmış dokuz odalı büyük bir apartman dairesini uygun fiyatla kiralar. Bu dairenin her odasını ayrı bir aileye kiraya verir.

Aileler, genellikle orta halli kimselerdir. Birini de kendisine ve üvey kızına ayırır. Olaylar bu apartmanda geçer. Köy ağası Ayaşlı İbrahim, banka memuru, şoför, doktor, simsar, emekli, hizmetçi hepsi bir dairededir.

Her odasında toplumun çeşitli tabakalarından evli, bekar, kadın, erkek, yaşlı, genç bir sürü insan oturur. Apartmanın katının dokuz odasına karşılık banyosu, tuvaleti ile mutfağı ortaklaşa kullanılır. Ayaşlının kiracıları bu yüzden, içli dışlı yaşamak, günlük yaşamın kurallarına uymak zorunluluğu duyarlar.

Kiracılar zamanla değişik nedenlerle evden teker teker ayrılırlar. Evde mal sahibi ile yakınları kalır. Fakat Ayaşlı İbrahim Efendi de bir gün hastalanarak ölür. Geriye kalan kızı da başka yere taşınır.

Kitaptaki Olayların ve Şahısların Değerlendirilmesi :

Halide: Kimsesiz, esmerce soluk benizli bir kızdır.

Faika: 18 yaşlarında şımarık kızın tekidir. Ufacık tefecik birşeydir.

Şoför Fuat: Faika'nın kocasıdır. Kısa boylu, karısı gibi ufak tefek, açıkgöz ve birazda çapkın birisidir.

Hasan Bey: Gayet dürüst ve samimi bir dosttur. Yazarın abisinin arkadaşıdır.

Ayaşlı: Asıl adı ibrahim'dir. Yazarın ev sahibidir ve de Faika'nın üvey babasıdır.

Şefik Bey: Orta boylu, şişmanca ve temizliğine dikkat etmeyen birisidir. Arnavut bir baba ve Lübnanlı Arap bir anadan dünyaya gelmiştir.

İffet Hanım ve Kocası: Sürekli tartışan bir çifttir.

Turan Hanım ve Kocası: Bu çift ise kumar hastasıdırlar. Sürekli evlerine birilerini alıp kumar oynarlar.

Fahri: Yazarın en samimi arkadaşıdır ve doktordur.

Selime: Hasan Bey'in kızıdır daha sonra ise yazarla evlenmiştir.

Suyu Arayan Adam (Şevket Süreyya Aydemir) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Suyu Arayan Adam

Kitabın Yazarı : Şevket Süreyya Aydemir

Kitap Hakkında Bilgi :

Biyografik romanlarıyla ve sıradışı yaşamıyla ünlenen yazar Şevket Süreyya Aydemir ve onun kendini ararken Türkiye'nin dününü, bugününü ve yarınını anlattığı,1959'da tamamlanan otobiyografik eseri...

Şevket Süreyya Aydemir, Suyu Arayan Adam isimli eserinde, çocukluğundan itibaren hayat hikâyesini ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır. Eser birçok açıdan dikkati çekmiş ve çok okunmuştur. Eserin okunmasında hem kullanılan dil ve üslup hem de yazarın hayat hikayesinin çok renkli olması etkili olmuştur.

Yazar, eseri çok samimi ve duru bir Türkçe ile kaleme alır. Edirne'de dünyaya gelen yazar, hayatının değişik dönemlerinde farklı siyasi görüşleri benimser, Soğuk Savaş döneminde İdealleri uğruna yolculuklar yapar, yargılanır, hapis yatar, devlet kademelerinde görevler yapar ve sonunda emekli olur. İşte yazar bütün bu yaşadıklarını, hayallerini, düşüncelerini ve seyahatlerini çok başarılı bir şekilde anlattığı için eser çok okunmuştur.

Eserden bazı bölümler şöyledir: Ergenekon, Şu Bilinmeyen Anadolu, Kızıl Elma, Rus Ovası ve Rus Mistiği, Çin Asrı, İnkılabın Emrinde, Toprağa Dönüş ...

Konulardan da anlaşılacağı gibi yazar yaşadıklarını anlatırken çeşitli dönemlerde peşine düştüğü ideoloji ve ideallerini de anlatmıştır.

Şevket Süreyya 1897 Türk-Yunan Savaşı sırasında Edirne'de doğar. Ailesi Deliorman'dan göç etmiştir. Babası üstün niteliklerine rağmen okuma yazma bilmez. Annesi ise ona din, masal, destan kitapları okur, mahallenin kadınlarına dua öğretir.

SUYU ARAYAN ADAM

Babam beni önce mahalledeki mektebe daha sonra ise Askeri Rüştiye'ye yazdırır. 31 Mart 1908'de bir asker ayaklanması çıktığı haberi Edirne'de bomba gibi patladı. 1911'de Trablusgarp- Bingazi ile Ege Adaları da elden çıktı. İsyanlar ise, her tarafa yayıldı. 1912'de çıkan Balkan savaşının getirdiği çöküntü yaşandı. Baskınlar, yağmalar, toptan öldürmeler birbirini izliyordu. Edirne kalesi düşmüş, ağabeyim şehit olmuştu. Bütün bu karışıklık içinde yeni bir anlayış doğmaktaydı. Türkçülük hareketi bunlardan biriydi. Bu milletin vatanı Türk milletinin yaşadığı her yerdi ve adı Turan'dı

Bu yeni düşünce akımı bizi mağlubiyetin getirdiği aşağılık duygusundan kurtarıyor, bize yeni ufuklar açıyordu. Bu ses bir yeni Ergenekon'du. Anam ve ağabeylerim ölmüştü. Babam ise çalışma gücünü kaybetmişti. 21 Temmuz 1914'te seferberlik ilan edildi. 2 Ekim 1914'te ise Almanlar'ın yanında savaşa girildi. 1915 senesinde kendimi zorla askere yazdırdım. O sırada ancak 18 yaşındaydım. Beni Kafkas cephesine verdiler. Cepheye vardığımız günlerde ordu, Karadeniz'den İran sınırına kadar, her taraftan geri çekilme halindeydi. Savaşın başında bu cephede bulunan kuvvetli, canlı bir ordu, o zaman henüz 35 yaşında olan Harbiye Nazırı ve Başkumandan Vekili Enver Paşa'nın; adına Sarıkamış Hareketi denilen delice macerasıyla, birkaç gün içinde tamamen mahvolmuştu.

Sarıkamış faciası 90. 000 kişilik bir orduyu tamamen yutmuştu. Bu yolsuz, izsiz dağlarda, kar tipileri ve fırtınalar arasında olduğu yerde donan binlerce askerin hikayesi anlatılırdı.

1917'de Rusya'da bir ihtilal çıkar ve Rus Çarı tahttan indirilir. Rus askerleri silahları bırakıp barış yapar. Çarın ordusu dağılmıştır. Fakat onun yerini Ermeni birlikleri alır. I. Dünya Savaşı içindeki Türk-Ermeni boğuşması ve hesaplaşması insanlık tarihinin unutulması gereken bir sayfasıdır.

Balkan savaşından sonra arkasından ağladığımız imparatorluk, köhnemişti ve hiçbir zaman bizim olmamıştı. Halbuki yeni Turan bizim olacaktı ...

Ben ne olacaktım? Ben bir Aydemir olacaktım. Fakat bir gün tam en kuwetli olduğumuzu sandığımız bir zamanda, Enver Paşa'dan gelen emirle bütün hayallerimiz çöktü. Bu bir ateşkes emriydi. Savaş bitmişti ve yenilmiştik.

Edirne de İstanbul gibi işgal altındaydı. O sırada Azerbeycan hükümeti hoca istiyordu. Görev aldığım şehir Nuha ( Şeki ) Azerbeycan'ın kuzeybatısında, Kafkas dağlarının eteklerindeydi. Buradaki insanlara Turan hakkındaki fikirlerimi anlatıyordum. Fakat her geçen gün ümitsizliğe kapılmaya başlamıştım. Turan bir illüzyon, bir ütopyaydı. Turan hiçbir zaman ulaşılamayacak hayali bir ülkünün adı mıydı?

1920 tarihinde kızıllar Azerbeycan'a aktılar. 1 Eylül 1920'de başlayan kurultay günlerinde Bakü ortaçağ Asya'sındaki büyük şehirlerden birinin alacalı görüntüsünü yaşıyordu. Araplar, Hintliler, İranlılar, Afganlar, Moğollar, Özbekler, Kırgızlar ..... ve niceleri. Her yerde her köşede esir, mazlum milletlerin kurtuluşu ilan ediliyordu. Şark uykusundan uyanıyordu. Bu davanın öncüleri arasında ben de vardım. Bir gün Batum'da ilk rastladığım bir Türk kızıyla evlendim. Daha sonra da Komünist Partisine girdim.

Moskova'ya üniversitede okumaya üç arkadaş gittik: Nazım Hikmet, Va-Nu ve ben. Moskova yolculuğumuz sırasında ihtilal denilen bilinmeyeni yakından görüyorduk Bir yıkılış olmuştu, çöküntü tamdı.

1923 sonunda eski bir vapurla İstanbul'a dönüyordum.. Halbuki sonra ne oldu? Şüpheler, hayal kırıklıkları, pişmanlıklar ... İstanbul'u ne kadar yadırgadım. Kendimi ne kadar yabancı buldum .... İstanbul bana yarı sömürge bir şehir gibi geliyordu. Gündüzleri bir ilkokulda hocalık yapıyordum. Dr. Şefik Hüsnü ile Sadrettin Celal'in çıkardığı Aydınlık dergisinde de yazılar yazıyordum. Tam bu sırada Ankara'dan gelen bir emirle dergimiz kapanldı. Birkaç gün sonra tutuklandım. İstiklal Mahkemesinde yargılanarak, on yıl hapse mahkum oldum. 1,5 yıl yattıktan sonra cezam affedildi. Dünyada artık özgür ülkeler devri başlıyordu.

Her ülke kendi düzenini kendi içindeki şartlara göre kuracakn. İhtilaller devri bitmişti. Türkiye de kendi gelişmesini kendi iradesiyle sağlayacaktı. İkinci defa tutuklandım. Bu sefer mahkemenin benim için istediği ceza idamdı. Dava aylarca sürdü. Sonunda beraat ettim.

Anadolu'da çalışmak amacıyla Ankara'ya gittim. Maarif Vekaletinde Yüksek Teknik Öğretim Umum Müdürü'ne muavinlik yapacaktım. Ayrıca ekonomik bir araştırma raporu hazırladım. Raporun konusu bir tedavül bankasının kurulmasıyla ilgiliydi.

Ankara gece gündüz çalışıyordu. Ben de inkılap rüzgarına kapılmıştım. Çankaya'daki basit bağ köşkünde genç ve dinamik bir insan yaşıyordu. Ondan taşan dinamizm bu kıraç ve harap ülkeye durmadan yayılıyordu. Kazmalar, küreklerle dağlar deliniyor, tüneller açılıyordu. Ele geçen bir parça demir, bir parça çimentoyla okullar, hastaneler yapılıyordu.

1929 patlayan dünya ekonomik krizi liberal kalkınma umudunu tamamen durdurdu. Ekonomik durgunlaşma ve fakirleşme başlamıştı. Bu duruma dur demek amacıyla 1923 İzmir İktisat Kongresi yapıldı. Dünyanın bölündüğü zıt kutuplar arasındaki çatışma gittikçe derinleşiyordu. Batı ve doğu her gün biraz daha birbirinden ayrılıyordu.İnkılap ve KadroI isimli eserimi bastırdım. Ayrıca birkaç arkadaş KadroI adını verdiğimiz bir dergi yayınlamaya başladık.

1933'te Almanya'da iktidara gelen Naziler, ırkçı bir ruhu Alman milletine aşılamaya çalışıyordu. İkinci Dünya Savaşı biz ona katılmasak da bütün dünyayı olduğu gibi memleketimizin de kaderini belirleyecek yeni bir çağın görünümüydü.


Türkiye; tarihinin en büyük şanslarından biri, olarak bu harbi militarist ve hayalperest olmayan bir hükümetin idaresinde geçirdi. Savaştan sonra ise tek partili rejimden çok partili döneme geçildi.1950 seçimlerinden sonra ise, vekiller heyeti kararıyla işimden ayrıldım. Artık bir emekliydim.

Hikayem bir yangınla başlamıştı. Ama şimdi serin bir su başındayım. Ağaçların gölgelediği, çiçeklerin açtığı, kuşların ötüştüğü bir su başında. Hatta şimdi bana öyle geliyor ki bütün ömrüm boyunca aradığım su belki de buydu ... Bu su, bazen masum bir hayal, bazen bir gençlik rüyası, bazen ideal, bazen aşk şeklinde beni arkasından koşturdu. Bazen onu kaybettim. Bazen buldum sandım. Ama onu her zaman aradım. Bu arayışta aldanışlarım da inanışlarım kadar güzeldi ...

Bir Çocuk Ruhunun İlk Dokuları

Bizim mahallemiz bir muhacir mahallesiydi. Kırım'dan, Dobruca'dan, Tuna kıyılarından, zaman zaman harple, katliamlar içinde kopup gelen göçmen selelerinin artıkları, yüz elli iki yüz yıldan beri hemen daima yenilen ordular ve daima gerileyen sınırlarla beraber adım adım çekilerek buralara kadar sürülmüşlerdi.

Bir zaman bir imparatorluğun, o geniş Osmanlı Devletinin başşehri olan Edirne, şimdi artık bir sınır kalesiydi. Şehrin kenarını çeviren bağlık tepelerde yer yer tabyalar, istihkâmlar sıralanıyordu. Eski İmparatorluğun yeni sınırları ise, şehrin kuzey ufkunda görülen alçak dağlar üzerinde doğudan Batıya uzanıp gidiyordu.

Hâlbuki, Edirne bir devlete başşehir olduğu zamanlar, buralarda oturup dünyanın yarısına; Almanya'dan İran içine, Hint Denizi'ne, Polonya'dan, Ukrayna'dan Habeşistan'a kadar hükmetmiş olan padişahların saray harabeleri, bizim kenar mahallemizin hemen karşısında, şimdi kurumaya yüz tutmuş bir nehrin iki eliyle kucakladığı yeşillik kenarında yatıyordu.

Bizim göçmen mahallemizin, her biri bir başka yerden göçüp gelen her ailenin, konup göçtüğü yerlere ait ayrı bir hikâyesi vardı. Sınırların ötesinden sızan yeni göçmenlerle mahallenin halkı gün geçtikçe artardı. Bu yeni gelenler yuvalarını, topraklarını doğdukları yerlerde bıraktıktan sonra, zahire, kap kaçak, yorgan döşek namına ve alabilirse iri öküzlerin çektiği ağır arabalara atarlar, yollara dökülürlerdi. Kadınlarla çocuklar bu yüklerin üstüne bindirilirdi.

Bu perişan kafileler, eski İstila ordularını Balkanlar'dan, Tuna'dan ve daha ötede yerleşip, bakraçlar sarkan bu gıcırtılı arabalarla, asırlarca süren bir egemenliğin ellerinde kalan bu hazin artıklarını geriye doğru taşıyorlardı.

Zaten yakın olan sınırlardan bu yana geçmekle, muhacir kâfirlerinin kenar mahallemizi çeviren çayırlığa çökmesi bir olurdu. O çayırlar ki vaktiyle, bu dönenlerin dedelerinin uzak ülkelere, Balkanlar'a, Tuna'ya ve daha ötelere yayılmak için yola çıkarken toplandıkları, saflarını düzdükleri, geçitlerini gösterdikleri meydanlardı.

Kenar mahallemizin sokaklarında zaman zaman:
- Çocuklar! Muhacirler gelmiş, diye sesler dolaşırdı. Mahallenin çocukları hep birden çayırlığa koşardık. Bu çayırlık, belki yüz, yüz elli yıldan beri göçmenler için bir konak yeri olmuştu. Burada arabalar halka halka dizilirdi. Öküzler, mandalar bunların etrafına çökerlerdi. Uçları araba kanatlarına tutturulmuş kilimlerden, çarşaflardan odacıklar kurulurdu. Yataklar serilirdi. Ateşlerde tencereler kaynardı.

Yeni gelen göçmenlerin çocuklarıyla bizim kenar mahallenin küçükleri arasında hemen arkadaşlık başlardı. Çünkü yeni gelenlerin söyledikleri kasaba, köy isimlerini biz daha önce işitmiş olurduk. Hatta aramızdan onlarla hemşehri, komşu çıkanlar da bulunurdu. Çünkü bizim de ailelerimiz vaktiyle oralardan kopmuştu. Onların geçtiği yollardan geçmişti. Şimdi onların konakladıkları bu çayırda konaklamışlardı.

Yeni gelen göçmenlerin, hemen ertesi gün, kimisi hükümete başvurur, kimisi hanlarda, kahvelerde, eski gelen hemşehrilerinin dağıldıkları, yerleştikleri köyleri, kasabaları soruştururlardı. Ondan sonra kafilenin çözülüşü başlardı. Birkısmı yakın yerlere dağılırdı. Birkısmı yeniden yollara düzülürdü. Arta kalanlar kenar mahallenin bir ucuna yerleşerek mahalleyi genişletirdi. Bu yerleşme için, kırlardan kara çalı, böğürtlen, yahut güvem dikeni, bataklıklardan saz demetleri taşınırdı. Sonra etrafı çitle çevrilen bir avlunun ortasına, üstü sazla örtülü küçük bir kerpiç, hatta çit kulübe yaparlardı.

Böylelikle daha birkaç gün geçmeden mahallede yeni bir baca tüterdi. Onun da dumanı mahallenin dumanlarına karışırdı. O evin de çocukları mahalle çocuklarının aralarına girerlerdi.

Ben de bir göçmen çocuğuydum. Bu göçün hikâyesi Tuna kıyılarında başlar, bu kenar mahallede biterdi. Hikâye oldukça basitti. Fakat işin üzerinden, o zaman otuz yıl kadar geçtiği hâlde, babamın gönlünde bu hatıra hâlâ tazeliğini muhafaza ederdi:
O tarihten otuz yıl kadar evvel, 1877'de Ruslar Tuna'yı geçince, Deliormanda sarsılmıştı. Biz Deliorman'danmışız. Babam kalabalık bir ailenin çocuğu imiş. Bu aile, gece kapılar kapanınca, etrafı çevrilmiş bir küçük kaleye dönen bir çiftlikte yaşıyormuş. Evler, ahırlar, samanlıklar büyük bir avlunun etrafına diziliymiş. Köpekler gece çiftliği beklermiş. Sabahın alaca karanlığında hayat başlarken, avlunun içi öküzler, inekler, kazlar, davarlarla dolarmış. Ona göre de geniş toprakları varmış.

Fakat Tuna'da harp patlayıp da Tuna'yı aşan Kazaklar bu toprakların sınırlarında gözükünce bu çiftlik de boşalmış. Kazakların atları, göçmenlerin öküz arabalarından daha çe-vikmiş. Bir gün, kaçan kafile baskına uğrar ve parçalanır. Benim çocukluğumdaki gibi buralara kadar ulaşabilen göçmenler, kenar mahallemizin yanında arabalarını çözdükleri zaman babamın kırk kişiyi aşan ailesinden, arabadaki ihtiyar anasından başka yanında kimse kalmamış. Kaybolanların izleri ve akıbetleri hiçbir zaman belli olmadı.

Anamın göç hikâyesi biraz daha kısaydı. Onun babaları, Batı Trakya'nın, Bulgaristan'a kalan dağlık bölgesinde, bir köyde yaşıyorlarmış. Oralar elimizden çıkınca, bölgenin bütün Türkleri gibi onlar da yavaş yavaş yurtlarını bırakmışlar.

Sonraları çeşitli akrabalık bağları ile bağlandığımız ailelerin de hikâyeleri bizimkilere karıştı. Mesela bu ailelerden biri, Bulgaristan'ı ikiye ayıran Balkanlar'ın bir geçidinde yaşıyormuş. Tuna'yı aşan Ruslar daha buraya gelmeden, köyde yaşayan Bulgarlar isyan etmişler. Kilisede çanlar çalınmış. Önceden ve gizlice hazırlanan teşkilat derhâl meydana çıkmış. Neferler, çavuşlar, zabitler peyda olmuş. İsyancılar önce karakolu basmışlar. Kuleye kendi bayraklarını çekmişler. Köyün yağması kolay olmuş. Kadınlara dokunmamışlar ama ileri gelen insanları birer birer temizlemişler.

Bu hikâyeyi bize anlatan kadın akrabamız, kendi babasının, başı kesilirken zahmet çekmesin diye, kürkünün yakasını nasıl kıvırarak kendini almaya gelen isyancılara nasıl teslim olduğunu anlatırdı. İsyancılar o arada çok insan temizlemişler. Fakat bir Türk askeri kolu, köyü bir aralık kurtarınca, arta kalanların göçü başlamış, göç kollan hücumlar, baskınlarla sapa yollara dökülmüşler. Nihayet sağ kalanlar, uzun maceralardan sonra bu mahallenin kenarına varmışlar. Kaldı ki kim bilir nerelerden ve ne zamanlardan beri akıp gelen bu kopuk göçmenin, bu sınır kenarına yerleşmekle sonu gelmiş sayılmıyordu. Burası sadece bir konak yeriydi. Yeni harpler, yeni yenilgiler, yeni göçler olacaktı.

Mahallede herkes bir gün olup buradan da göçüleceğine inanıyor, o günü bekliyordu. Hoca hanım denilen bir yaşlı kadın vardı ki bizim mahalleye başka bir mahalleden misafir gelirdi. Fakat gelince de her evde istediği kadar kalırdı. Onun mahallede bulunduğu zamanlar gece toplantıları daha kalabalık olurdu. O herkesi tanırdı. Her şeyi bilirdi. Yarı sofu, yarı meczup, yarı derviş bir kadındı:
- Müslümanların evveli Şam, ahiri Şam, derdi.
Bu sözleri dinleyenler, yakında Şam'a kadar göçüleceğine inanırlardı.
- Edirne, sudan, İstanbul ateşten batacak, derdi.
Buna da herkes inanırdı. Hatta Osmanlı Devletinin sonunu da haber verirdi:
- İnneke Hamidün Mecid, derdi. Bunu da şöyle tefsir ederdi:
- Bu devletin son padişahı Sultan Hamid olacak. Sonra bir Mecid gelecek ama, o artık padişah sayılmayacak.

Bizim bu kenar mahallemizin yerinde şimdi hemen hemen yeller esmektedir. Harpler, göçler ve ihmaller sonunda boşalan ve enkazı yıkıcılar tarafından taşınan evlerimizle bahçelerimizin yerini şimdi baldıranlar, dikenler, sert, pis kokulu mürver ağaçlan ve bir mezarlık ıssızlığı almıştır.

Hoca hanımın şom ağzı ne vakit kapanmıştır bilmiyorum. Ama memleketin batı sınırı, Edirne'nin âdeta son evlerine kadar sokulduktan sonra şimdi oralarda baykuşlar, kendilerine tüneyecek, istedikleri kadar harabe bulabilmektedirler. Edirne'yi her istikamette saran ve saatlerce süren bakımlı bağların yerini, şimdi bir bozkır çıplaklığı örtmüştür. Mamur konakların yıkıntıları arasında davar sürüleri dolaşır. Vaktiyle uçtan uca uzanan kışlaların çökmüş damlan altında, dizi dizi kof pencere delikleri ruha korku verirler. Bu harabeler ortasında tüneyen bir avuç insanın üstünde ise, dünyanın en güzel kubbeleri ve en ince minareleri hazin bir tezat içinde yükselirler.

Ayin yaklaştıkça, tekke halkının gidiş gelişleri artardı. Bunların her birini uzaktan birer birer tanırdım. Fakat beni en çok ilgilendiren bahçıvan dedeydi. Dede belki altmış, belki yetmiş yaşlanndaydı. Haydariyesi, temiz Mevlevi kıyafeti içinde mübarek bir yüzü vardı. Onu daha yakından görebilmek için, bazen konak bahçesini çeviren taflanlarla menekşe güllerinin arasına saklanır, gözetlerdim.

Dede bahçede daima yapacak bir şeyler bulurdu. Tarhları kabartırdı. Gülleri, karanfilleri temizlerdi. Fideler dikerdi. Çiçekleri sulardı.

Bana, Dede daima bir şeyler okuyor gibi gelirdi. Belki ilahîler, belki dualar. Namaz vakti gelince, asma çardağına asılı hasır seccadesini indirir, havuzun kenarına sererdi. Namazdan sonra ellerini Allah'a açarak uzun, derin yakarışlara dalardı.

Ona baktıkça gözlerimin önüne kendi babam gelirdi. Babam da hizmetinde bulunduğu konağın bahçesinde böyle çalışırdı. Onların yüzleri gibi herhalde ruhları da birbirlerine benzerdi. Babamın da toprağı işler, tarhları çapalarken, dilinden dualar düşmezdi. O da yaseminlerle mor salkımların sardığı çardağın gölgesinde namazlarını kılardı. Sonra ellerini Allah'a açıp başını göğsüne eğdiği zaman, onun da yakarışları, duaları, uzun bir kendinden geçiş hâlini alırdı. Onun da yüzünde tıpkı bahçıvan Mevlevi Dedesi'nde olduğu gibi, imanın ve ümidin mübarek sükûnu vardı.

Babama da bahçıvan derlerdi. Bahçıvan Mehmet Ağa denildiği zaman, sakin, kemalli, inanılan ve sayılan bir insan hatra gelirdi. Bahçıvanlık onun sanatı değil, dini gibiydi. Bunu evimizin halkı için de sanki bir din hâline getirmişti.

Babam da bahçıvan Dede gibi çiçeklerin arasında gömüldüğü zaman kendinden geçerdi. Onlarla sanki konuşurdu. Biraz da kendi eseri olan bu yaratıkları, sanki çocukları gibi kendinden birer parça sayardı. Tıpkı çocuklarında olduğu gibi, cins cins çiçeklerde de ayrı ayrı tabiatlar, ayrı ayrı arzular seçerdi. Onların heveslerine, saadetlerine yetişmeye çalışırdı.

Ona en çok üzüntü veren şey, çiçekleri koparmaktı:
- İnsan gibi, çiçeğin de sonuna kadar yaşamak hakkıdır! derdi.

Ergenekon

Balkan Harbi'nin getirdiği çöküntü tamdı. Bu sefer Osmanlı Avrupa'sı vilayetlerindeki Türkler, hatta göç etmeye bile vakit bulamamıştır. Baskınlar, yağmalar ve toptan öldürmeler içinde amansız bir tasfiye başladı. Ve bu tasfiye kesin oldu.

Umumi bozgundan bir süre sonra, Avrupa Türkiyesi'nin üç noktasında, hâlâ döğüşen üç kale, belki harb tarihinin en son kale savaşlarını yaparak birer birer düştüler. Edirne kalesi bunlardan biriydi. Büyük ağabeyim biraz önce ölmüştü. Küçüğü bu kaleye kapanan orduda subaydı. Biz çocukları istanbul'a gönderdiler. İstanbul limanı, yabancı gemileriyle tıklım tıklım doluydu.

Düvel-i muazzama bu sefer de kılıcını teraziye koydu ve gene Osmanlı Devletinin aleyhine koydu. Harp başlarken:
- Harbin neticesi ne olursa olsun Balkanlar'da statüko

bozulmayacaktır, demişlerdi ama, harbin sonunda bu statüko, kesin olarak ve ebediyen hem de bizim aleyhimize bozuldu.

Bütün bunlar o zaman ve hele yeni yetişen ve ilk gençlik çağlarını yaşayan Türk çocukları için beklenmedik şeylerdi. Ben de bu çocuklardan biriydim. Bizler, bu netice için hazırlanmamıştık. Biz birtakım adı belirsiz hayal dağlan ardından doğacak, başka türlü sabahların rüyasını görüyorduk. Biz, fetihler, zaferler, genişlemeler, şanlar ve nihayet bir cihangirlik için hazırlanıyorduk.

Hâlbuki soğuk ve kara bir hakikatle işte karşı karşıya idik. Bu hakikati anlamaktaysa hafiften zorluk çekiyorduk. Demek ki bizim bilmediğimiz, anlamadığımız bir şeyler vardı. Ve şimdi bu çıplak hakikate alışmak, gerçekleri olduğu gibi bilmek ve görmek lazım geliyordu. O güne kadar demek ki bir hayal âleminde yaşamıştık. Bütün inandığımız şeyler demek ki bir vehimdi. Bu İmparatorluk aslında belki çoktan ölmüştü. Biz onu belki de sadece, vehmimizle yaşatmıştık. Şu kaybolan Osmanlı Afrikası, belki hiçbir zaman bizim olmamıştı. Şu Osmanlı Avrupası, belki çoktan beri artık bizim sayılamazdı. Girit, Şark-ı Rumeli, Tuna eyaletleri olan Bosna-Hersek, demek ki çoktan bizim için artık tarihe karışmıştı.

Ya Asya Türkiyesi? Fakat onun üstünde de Türk, Arap, Kürt, Ermeni gibi ayrılıklar yok muydu? Bütün şu Arabistan'a biz, nasıl "Bizim!" diyebilirdik ki, oralarda, asırlardan beri israf edilen kanımızdan başka bizim olan hiçbir şey yoktu. Hele padişah, hele sabun köpüğü gibi sönmüş, gitmişti.

Ya Anadolu? Devletin bütün topraklan içinde belki tek temel olan; fakat bu devleti idare edenlerin hiç bilmedikleri hiç benimsemedikleri bir yer varsa o da Anadolu'ydu. Hatta benim büyüdüğüm sınır şehrinde bile Anadolu'yu, yalnız Amıdolu'nun gönderdiği askerlerden tanırlardı. Bu askerler şehir sokaklarının alışamadıkları kalabalığına karışmaktan korkarak, mahcup, ürkek, cuma günleri büyük camilerin avlularına dolarlardı. Ortalığı yaygaraya boğan kebapçıların, börekçilerin sesleri arasından:
- Dördüncü ordudan vâ mı? Sivaslı vâ mı? Angaralı vâ mı, diye bağıra bağıra hemşehri ararlardı. Biz çocuklar onların etrafını sarar eğlenirdik. Gülüşürdük. Rumeli'nde, Anadolu deyince akla, daima bu ürkek askerlerle, kıtlık, fakirlik eşkiyalık gelirdi.

Hayır, Anadolu, Rumeli çocuklarının hayallerini dolduracak bir yer değildi. Bizim hayalimiz, o günlere kadar, Tu-na'da, Kafkasya'da, Afrika'da, Hint kapılarında dolaşmıştı. Bizim kafalarımızda yaşattığımız rüya, bir cihan hâkimiyetiydi. Her birimiz bir cihangir olacaktık. İskender gibi, Yavuz gibi, Napolyon gibi.

Fakat ne çare ki artık, her şey bitmişti. Ordular çökmüş, sınırlar çözülmüştü. Saray bir hiçti. İhtilalin o kadar gürültüyle getirildiği şeylerden ortada, bir hayal kırıklığından başka bir şey kalmamıştı. Bu görülmemiş hayal kırıklığıyla, maneviyat bozukluğu içinde memleket, son dakikalarını yaşıyor gibiydi. Çocukluğumda bize misafir gelen şom ağızlı hoca hanımın dediği şeyler, galiba doğru çıkıyordu: Evveli Şam, ahiri Şam!

Şu Bilinmeyen Anadolu

Haydarpaşa istasyonundan tren, öğle sonlarına doğru hareket edecekti. Dört yüzden fazla subay namzedi (subay adayı) idik. Kafkasya, Irak, Filistin Hicaz cephelerinde vazife almıştık. Dağılış noktalarına vardıkça her birimiz kendi cephemizin yolunu tutacaktı.

İstasyonda pek az uğurlayıcı vardı. Bunlar, bazı yaşlı, terbiyeli erkekler, temiz yüzlü İstanbullu anneler, o zamanlar henüz açılmamış, erkekleşmemiş İstanbullu kızlardı. Herkese kendi oğulları gibi yakınlık gösteren, kendi çocuklarıymış gibi nasihatlerde bulunan bu mübarek bakışlı babaların, amcaların çoğu, belki de eski, emekli askerlerdi. Gidilecek yerlerin ve harbin ne olduğunu hiç şüphesiz biliyorlardı. Bu gidenlerden çoğunun geri dönmeyeceğini ve şimdi bu uğurlayışın, onlardan birçoğu için, çocuklarını son görüş olacağını da herhalde arılıyorlardı. Fakat ne bir şikâyet sesi ne taşkın bir hıçkırık.

Bilakis herkes bu ayrılışa âdeta mesut bir gün yıllardan beri beklenen, yıllardan beri hazırlanılan bir sevinç günü havası vermek için elinden geleni yapıyordu.
Fakat bütün bu insanlarda, az sonra birden sel gibi coşacak, seller gibi çağlayacak gözyaşlarına diledikleri gibi mecra verebilmek için trenin bir an önce kalkmasını ve kendilerini evlerinin gizli köşelerine bir an önce atabilmeyi bekleyen bir sabırsızlık hâli, her şeye rağmen seziliyordu.

Tren ilk düdüğünü çalınca, geldiğinden beri istasyonun bir direği dibine çöküp, bastonunu kucağında tutan ve boyuna bir şeyler okuyup üzerimize üfleyen bir ihtiyar, zorlukla ayağa kalkabildi. Daha ziyade bir mahalle imamına benziyordu. İstasyon adamlarının anlattıklarına göre, onun bu gidenlerin arasına hiç kimsesi yoktu. Fakat Hakk'tan ümidini kesmeyen nurlu bir yüzü vardı, tren ikinci düdüğünü çalınca ellerini kaldırdı. Herkes ona uydu. Yanık tesirli bir sesi vardı. Duasını bitirdiği zaman, elini öpen her çocuğun boynuna sarılıyordu:
- Torunum siz yaştaydı oğul. Adı Selahattirîdi. Bağdat'tan iki mektubu geldi, sonra haber kesildi. Kayıp diyorlar ama, Allah'tan ümit kesilmez ki oğul. Çukur Tekke şeyhinin torunu Selahattin diye sorun. Allah için soruşturun.

Kiminin alnından öpüyor, kiminin arkasını okşuyor:
- Haydi yavrularım, haydi arslanlarım, diye ağlıyor, inliyordu.
İstanbul banliyösünün köşkleri, konaklan, bahçeleri, bağlan yahut sırtlarını yeşil yamaçlara vermiş köyleri pek çabuk arkada kaldılar. Sonra tren gecenin bağrına daldı.
Sabah açılırken, kompartımanın büzüldüğüm köşesinde ben de gözlerimi açtım. Tren bir bozkırın ortasında ilerliyordu. Bu bozkır, benim şimdiye kadar gördüğüm, alıştığım topraklara hiç benzemiyordu. Yol ilerledikçe çıplaklık da artıyordu. Kel tepeler, çiğ bir güneş altında yanan kıraç, çorak kırlar alabildiğine uzanıp gidiyordu. Tek bir yeşil dal görünmüyordu. Tren bile steplere daldıkça çevikliğinden bir şeyler kaybediyor gibiydi. Yorgun, şikâyetli bir didinme içinde yol almaya çalışıyordu.

Yaylaya girildikçe trenin hareketi büsbütün ağırlaştı. İstanbul'dan yüklediği kömürü de tükenmişti. Artık şurada burada bulunabilen artıklar, istasyonlara istif edilen söğüt, kavak odunlanyla yol almaya çalışıyordu. Yokuşlarda, rampalarda takati kesilince ikide bir duruyordu. O zaman vagonlardan inen çocuklar tek başlarına, yahut ikişer üçer kişilik gruplar hâlinde demir yolunun sağında solunda sıra sıra uzanıyor, yürüyüp gidiyorlardı.

Demek ki Anadolu buydu. Anadolu gerçeğinin artık karşısında bulunuyorduk. Fakat ne var ki bu gördüğüm Anadolu, benim mektepte öğrendiğim, yahut şiirlerde okuduğum, mektep şarkılarından haykırdığım Anadolu'ya hiç benzemiyordu. Çağlayan sular, öten bülbüller, altın başaklar, altı üstü birbirinden zengin ve dünyanın hazinesi olan Anadolu her hâlde burası olmasa gerekti. Burası, dünya kabuğunun, çoktan ölmüş bir parçasıydı ki, yakan güneş, kavuran soğuk altında, kumları, kireçleri şerha şerha ufalanarak her gün biraz daha çölleşiyordu.

Köy denilen şey, bozkırın boşluklarından kaybolmuş birtakım kovuklardı. Ara sıra rastlanan küçük istasyon kulübelerinin önlerinde kımıldaşan insanlar, bu çorak toprakların yürüyen parçaları gibiydi.

Orta Anadolu yaylası aşılıp da güneyde Toroslar göründüğü zaman, tren, yolcularının birkısmını Ulukışla istasyonunda boşalttı. 0 zaman doğuda Kafkas cephesinin yolu güneyde Ulukışla'dan geçerdi. Arap cephelerine gidecek olanlar güneye doğru yollarına devam ettiler.

Ben trenden inip Anadolu toprağına ilk ayağımı basınca, etrafıma uzun uzun bakındım. Burası, birkaç toprak kulübesi olan kıraç, tozlu, kasvetli bir yerdi. Fakat, Kayseri'yi Sivas'ı aşıp, Erzincan, Erzurum ilerisine, Rus, Acem sınırlarına varan yollar buradan başlıyordu. Bozuk düzen birtakım izlerden ibaret bu yolların uzandığı istikametlerde ne bir karış demiryolu, ne de motorlu bir vasıta vardı.

Uzun ve sonu belirsiz yolların artık başında bulunuyordum. İçimde önce, hayal kırıklığına benzeyen duygular canlandı. Kendimi yalnız, terkedilmiş hissediyordum. Bir toprak damın köşesine yerleştirdiği tahta masasının başında çalışan menzil kumandanının emrinde, yeni gelen subay namzetlerini, ne barındıracak yer ne de onları daha ileri menzillere sevk edecek vasıta vardı. Bunun üzerine kafile daha o gün parçalandı. Üçer beşer kişilik grupların kimisi akşam serinliği yollara döküldü. Yürünecek yol belki de bin kilometre kadardı. Ben de iki arkadaşımla beraber yola düzüldüm. Dizlerimizin takati kesilince ilk geceyi, kırların sessizliği içinde yarı uyur yarı uyanık geçirdik. Sabahleyin güneşin görünmesiyle sıcağın çökmesi bir oldu.

Ulukışla ile Kayseri arası, o zaman bizim gibi yaya yolcular için bir haftalık yoldu. Bu yolda hep çıplak sırtlar, yahut tuzlu bozkırlar halindedir. Erciyes Dağı görününce de bataklıklar başlar. Etraflarında birkaç bakımsız zerdali bahçesi ve birkaç kısır bağ bulunan kasabacıklar sahrada kaybolmuş vahalar gibidirler.


Toprağa Dönüş

Şimdi artık bir emekliyim.

Hayatın başka bir safhasını yaşıyorum. Bu safhada insan, nihayet kendisi ile baş başa kalır. Tanrının, onun için hazırladığı en çetin imtihanı yaşar. En son ve en azgın hasmı ile karşılaşır. Bu hasım, yıllar boyunca geriye itilen, yıllar boyunca pusuda bekleyen kendi içimiz, kendi iç varlığımızdır.

Bu çetin bir savaştır. Büyük bir hesaplaşmadır. Bu hesaplaşmada biz, ya birden silahlarımızı terk ederek, yeis (ümitsizliğin, kötümserliğin çukuruna düşer ve hayat dışı kalırız.

Yahut da içimizin çamurları, bizim son müsamaha duygularımızı da yiyerek bizi, yalnız kin ve gaylarıyla yaşayan bir cemiyet düşmanı hâline kor. Veyahut da varlığımızı bir vehim, hayatı bir illüzyon sayarak kendi kendimizi inkâr ederiz. Bu suretle de kendimizle beraber külli varlığın bize intikal eden emanetini de değersizleştiririz.

Hâlbuki Tanrı bize hayatı, bütün tezatlarıyla vermiştir. Nasibimiz, bu tezatları çözmekten ziyade, onlarla beraber yaşamak olsa gerektir. O hâlde, hayata küsmeden, hayata düşman olmadan ve onu İnkâr etmeden ona bağlı kalarak yaşamak, hatta onu süslemek ve güzelleştirmek niçin mümkün olmasın? Böyle olunca da hayat kavgası, yurt fikri, millet fikri ve insanlık mefkuresi içine niçin yerleşmeyelim?

Çünkü biz, hiçbir zaman kopmuş birer varlık değiliz. Üstünde yaşadığımız toprağın ve içinde geliştiğimiz toplumun birer parçasıyız. Bunlar öyle bir kap teşkil ederler ki bizim hayat nizamımıza şekil verirler. Bu nizam, bir taraftan insanla toprak, diğer taraftan insanla insan arasındaki sonu gelmez savaşın bir mahsulüdür. Bu savaş ebeddir ve ebedi olarak devam edecektir. Tanrının bize biçtiği kader, bu savaştan ürkmeden ve ondan kaçmadan onun içine yerleşmektir. İrademizin ve ruhumuzun hürriyetini kaybetmeden bunu başarabilirsek o zaman, bir ermiş, bir târik-i dünya olmadan da Tanrı bizi kendi katına ulaştırabilir. Bu suretle biz, her birimiz ondan bir parça olmanın ululuğunu bulmuş olur ve sanki ona ulaşırız.

Hayat hikâyemin son sayfalarını yazarken, onun dalgalı akışını safha safha bir daha düşündüm; inişleri, yokuşları, geçitleri ve dönemeçleriyle garip bir yaşantı. Bazen sükûn, bazen tehlike anları içinde uzayıp giden garip bir yol. Ümitleri, aşkları veya yenilgileriyle bazen renkli bazen hiçlikten ibaret bir hikâye. Bu hikâyede, bilinmeyen bir el yolumuzu çizmiştir. Ümit oyalamıştır. Fikir sürüklemiş, tehlike yolumuzu süslemiştir. Aşklarımız ise, bütün bunların üstünde, bütün hayatımız boyunca, yaşantımıza değer ve mana vermiştir. Öyle ki ben şimdi başımı çevirip arkama baktığım zaman, bütün bunlar bir arada ve hepsi birden, bana her halkası ayrı ayrı yaşanmaya değer bir ömrün, derin hazzını veriyor. Son hükmüm şudur: Eğer yeniden dünyaya gelseydim, gene kendi hayatımı yaşardım.

Şimdi, size anlattığım bu hayat hikâyeme bir isim bulmak lazım? Buldum: Suyu Arayan Adam.

Hikâyem bir yangınla başlamıştı. Ama şimdi serin bir su başındayım. Ağaçların gölgelediği, çiçeklerin açtığı, kuşların ötüştüğü bir su başında. Hattâ şimdi bana öyle geliyor ki bütün ömrüm boyunca aradığım su, belki de buydu. Bu su, bazen masum bir hayal, bazen bir gençlik rüyası, bazen ideal, bazen aşk şeklinde beni arkasından koşturdu.

Bazen onu kaybettim. Bazen buldum, sandım. Ama onu her zaman aradım. Bu arayışta aldanışlarım da inanışlarım kadar güzeldi.

Şimdi kitabımın son satırlarını bağlıyorum:
Çiftlik bendinin şelaleciğinde Kayaş Çayı'nın suları çağıl çağıl akıyor. Yeşil salkım söğütlerin sulara değen dalları, akıntıların yumuşak dalgacıkları içinde yıkanıyorlar.
Ada, bir güneş seli içinde. Toprak ana, göğsünün kudretlerini, çimen şeklinde, ağaç, çiçek şeklinde yeryüzüne sermiş. Sular onun memelerinden, Tanrı'nın bereketi gibi fışkırıyor. Çiçekler ve ağaçlar ondan hayat şerbetini ve güneşten renklerini emiyorlar.
Her tarafta oluşun, hareketin, derin, canlı ahengi var. Suların çağıltısına kuşların cıvıltısı karışıyor. Bu bir musikidir. Bana öyle geliyor ki bu musiki, bahçeleri, vahaları, dağları aşarak her şeyi, hepimizi içine alacaktır. Yerleri, gökleri dolduracaktır. Sanki âlem, bu musikinin ahengine uyarak, bir renk, nağme ve ziya cümbüşü içinde çalkalanacaktır. Kâinat ebedi raksına, sanki bu musiki içinde devam edecektir.
Epiktetos haklı:

"Allah'ın bize verdiği en büyük nimet, malik olduğumuz hâlde, malik olduğumuzu bilmediğimiz kuvvetleri, bir gün kendimizde bulmak kudretidir."
Ve gene onun dediği gibi. "Huzurun bir pahası var."

Evet onu ödemek lazım. Benim ödediğim paha, hayatımın hepsidir. Ama bundan üzgün değilim. Ödediğim bedel, ulaştığım kaynak için çok değildir. Çünkü bu kaynağın başında ben, yıllar yılı kaybettiğim en değerli şeyi, yani kendimi buldum.

"Bir adam vardı. Suyu arıyordu. Toprağı üç kulaç, beş kulaç kazdı. Suyu bulamadı.
On kulaç, on beş kulaç kazdı. Gene suyu bulamadı.

Sonra yerin derinliklerinde kara kaya tabakalarına rastları. Yeise düştü gücü sona erdi ve suyu bulmaktan ümidini kesti.
Fakat bir ses ona:
- Daha derinlere in, daha derinlere, dedi.
Daha derinlere indi ve suyu buldu."

Çankaya (Falih Rıfkı ATAY) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili ve Kişiler


Kitabın Adı : Çankaya

Kitabın Yazarı : Falih Rıfkı Atay

KİTABIN KONUSU :

Atatürk'ün doğumundan ölümüne kadar olan hayatı, harp zamanında düşmana ve Cumhuriyet zamanında yaptığı inkılaplarla gericilere karşı verdiği savaşı anlatmaktadır.

Çankaya, Falih Rıfkı Atay'ın 1961 yılında kitaplaştırılan hatıra (anı) türündeki eseridir.

KİTABIN ÖZETİ :


Atatürk, 1881 yılında ahşap bir evde doğmuştur. Annesi Zübeyde Hanım, babası ise önce gümrük muhafaza memurluğu sonra kerestecilik yapan Ali Rıza Efendi'dir. Naciye isimli bir kızkardeşi vardır; fakat Naciye çocukken vefat etmiştir. Babası da 1887 yılında vefat etmiştir.

Atatürk ilk eğitimine mahalle mektebinde başlamış daha sonra Şemsi Efendi okuluna geçmiştir. Bu okulda hocadan dayak yemesinden dolayı kaçmıştır. Bir müddet dayısını çiftliğinde çalışmış sonra halasının desteğiyle okula yeniden başlamıştır. Zübeyde Hanım'ın gitmesini hiç istemediği halde kendi çabasıyla askeri okula yazılmıştır. Lise hayatında çok başarılı olmuştur ve "Kemal" adını burada almıştır. Manastır Askeri İdadisinden sonra İstanbul'a gitmek istediği halde bir subayın tavsiyesiyle Manastır Pangaltı Harp Okuluna gitmeyi tercih etmiştir.

1904 yılında Harp Akademisinide bitirerek kurmay yüzbaşı diplomasıyla göreve başlamıştır.

En büyük isteği Selanik'i tekrar görebilmekti ve umutluydu fakat Şam'a tayin edilmişti. Bu birlik halkı soymakla görevli bir süvari birliğiydi ama Atatürk bu soygunların hiçbirinden kendine pay almamıştır ve bu hırsızlığa karşı koymaya calışmıştır. Daha da kötüsü bu durum heryerde bu şekildeydi.

Vatanperver duyduları ağır basan Atatürk, okuduğu kitaplarla İttihat veTerakki Cemiyetine yaklaşarak gelecekte vereceği büyük savaş için kendini yetiştirmeye başlamıştır. Şeriat kanunlarını isteyen, bu yolda kan döken isyancıları bastırmada Hareket Ordusu'nda görev almış ve başarılı da olmuştur.

Çıkan isyanların bastırılmasından sonra Enver Paşa'nın yüzünden sürüklendiğimiz 1.Dünya Harbinde birçok cephede düşmanla çarpıştı. Balkan Savaşında, Çanakkale'deki birçok direnişte komutanlık yaptı.Trablusgarp cephesine gönderildi ama devletin acizliği nedeniyle bu toprakları bırakıp geri döndü. Veliaht Vahdettin'e Almanya seyehatinde yaverlik yaptı ve geleceğin padişahından bazı imtiyazlar alarak vatanın selamete ulaşmasında önemli adımlar atmak için çaba harcadı.

Kuvettli ama kabiliyetsiz müttefikimiz Almanya'nın aldığı yenilgilerden dolayı bizde savaşı kaybetmiş sayılıyorduk.İmzalanan Mondros ve Sevr mütarekeleriyle vatan düşmanın acımasız ellerine bırakıldı.Silahımızı yetmedi istedikleri topraklarımızı aldılar.Büyük Türk, bu yenilgiyi İstanbul'dakiler gibi kabullenip elini kolunu bağlayarak beklememekte kararlı idi.

Yunan gavurun 16 Mayısta İzmir'e çıkmasıyla Atatürk de 19 Mayısta Samsun'a çıktı. Amacı direniş için gerekli kuvvetleri toplamaktı ama satılmış İstanbul Hukümeti, İngilizlerin talimatıyla Atatürk'ü görevden aldı. Bunun üzerine o da orduan istifa etti. Doğuda Kazım Karabekir Paşa'nın desteğiyle harekete geçti. Birçok ilde toplantılar düzenledi. Milleti uyandırdı ve gerekenleri yapmaya başladı.

İngilizlerin, İstanbul'u işgaliyle hukümete duyulmayan güven tamamen sona erdi.Bu arada Kuvayi Milliye birlikleri Antep,Maraş ve Urfa'da düşmana dişini göstermekteydi ama alınan kesin ve kalıcı bir zafer yoktu.Bu sebeple Atatürk bu çete kuvvetlerini toplayarak düzenli orduya geçmek istiyordu.Zaten bu çeteci birliklerin bazı yararlarının yanında birçok zararları vardı.Bu çeteler halkı soyuyor,adam öldürüyorlardı.Afyon'da aldıkları yenilgi bu olaylara son verdi ve düzenli orduya geçildi.

Düzenli orduya geçmiştik ama ordu başına geçirilecek komutanlar ve askerler binbir zorluklarla toplanabildi.Tüm zorluklara, yokluklara hatta duyulan güvensizliğe rağmen düşman Akdeniz'e döküldü.Düşman dökülmüştü ama şimdi çok daha zor olan savaş başlamıştı. İnkilaplar dönemi ve Türkiye Cumhuriyeti.

İlk iş olarak saltanat kaldırıldı. Gericilerin hatta, Atatürk'ün ilk destekleyicisi Kazım Karabekir'in tüm uğraşlarına rağmen halifelik kaldırıldı. Ayrıca hilafetin kaldırılmasına zorluk çıkaran kesimler, yani yobazlar yapılan tüm yeniliklerde yine köstek olmuşlardır. Ama Atatürk'ün azmi ve kararlılığı karşısında dayanamamışlardır. Ankara'nın başkent yapılmasını, şapka kanunu, Latin harflerinin kabulünü, Tevhid-I Tedrisat Kanununu, Medeni Kanunun kabulünü, kadılnlara verilen eşitlik hakkını ve soyadı kanununu zor da olsa halka benimsetmiştir. Başkenti Ankara yapmıştır ve Ankara'nın yenileştirilmesinde çok çaba harcamıştır. Hükümette çok partili sisteme geçiş için denemeler yapmıştır. Ama alınan sonuçlar zamanın daha erken olduğunu göstermiştir. Herkese soyadı verilmesine önayak olmuştur. Ülkenin her yerinde eğitim seferberliği başlatmıştır. Bu devrimleri hayatı pahasına yapmıştır. İzmir'de yapılan süikast girişimi de bunun en iyi göstergesidir.

Atatürk yapacağı işleri, vediği davetlerde anlatırdı. Bu davetleri sabaha kadar sürerdi, ancak o çok kısa bir uykunun ardından yapacağı işleri düşünürdü. Davet masasından sohbet ve onu hazin sona götürecek rakısı hiç eksik olmazdı. Fakat içmesini bilirdi, hiçbir zaman şuurunu kaybedecek şekilde içmemiştir. Diğer hobileri; bilardo oynamak, köpeği Fox, Florya'da yüzmek, alaturka musiki dinlemek, dostlarıyla sohbet etmek ve Savarona yatıyla gezmekti. Ayrıca giyimde, evinin döşenmesinde ve temizlik konusunda çok titizdi. En büyük dertleri ise; Hatay sorunu, dil sorunu ve eğitim konuları idi. Türk kadınına verdiği değer çok büyüktü. O, her zaman Türk milleti ve Türkiye için çalıştı. Son zamanlarında bazı kişler İsmet Paşa ile arasını açmıştı. Ama O, her zaman İsmet İnönü'yü çok sevmiş ve güvenmiştir.

Atatürk'ün şaşılacak bir hafızası vardı. Fakat son zamanlarda hafızası iyice zayıflamıştı ve asabileşmeye başlamıştı. Bunun sebebi ise, hastalıktan başka birşey değildi. Karaciğerlerinde su toplanıyordu. Hastalığında gezmek için alınan Savarona yatında dinlenmekte idi. Fakat bir sabah çok ağırlaşmıştı ve son olarak "Saat kaç?" diyerek ebedi uykuya çekilmiştir. Saat dokuzu beş geçiyor ve Türk milletinin gözlerinde yaşlar dinmiyordu.

KİTABIN ANA FİKRİ :


Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk'ün attığı tohumlarla ve bir çok zorluklar aşılarak kurulmuş, onu geliştirmek, gericilerin karşısında durmak ve yeniliklerin arkasında olmak bizim en önemli görevimizdir.

KİTAPTAKİ OLAYLAR VE KİŞİLERİN TAHLİLİ :

FALİH RIFKI ATAY: Atatürk ile bir gezide tanışan ve daha sonra varlığıyla ve yazılarıyla daima Atatürk'ün yanında olan bir gazetecidir.

İSMET İNÖNÜ: Savaştan önce tanışan ve sonra Atatürk'ün yanında olan değerli bir komutan ve devlet adamıdır.

FEVZİ ÇAKMAK: Savaşta ve Cumhuriyet döneminde Atatürk'ün yanında olan ayrıca mareşal rütbesi alan büyük bir komutandır.

KAZIM KARABEKİR: Atatürk'e ilk yardım elini uzatan, vatanperver, hilafetçi büyük bir komutandır.

Zeytindağı (Falih Rıfkı ATAY) Kitabın Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : 
Zeytindağı

Kitabın Yazarı : Falih Rıfkı Atay

KİTABIN KONUSU :

Kitapta Osmanlı saltanatının son günlerinden Türkiye Cumhuriyetinin ilk günlerine kadarki bir zaman dilimi anlatılmaktadır. Yazar bir görev sebebiyle Cemal Paşa'nın karargahına yani Zeytindağı'na gitmiştir. Burada yaşamış olduğu olayları ve anılarını bulunduğu tarihin önemli olaylarını da içine alacak şekilde anlatmıştır.

KİTABIN ÖZETİ :

Kitabın ismi; Cemal Paşa'nın karargahının (4. Karargah) bulunduğu Kudüs'e yakın bir dağın isminden gelmektedir.

Birinci Dünya Harbi patlak verdiğinde Falih Rıfkı yedek subay olarak orduya alınır ve Cemal Paşa'nın karargahına tayin olur. Cemal Paşa ile ilişkileri de burada gelişir.

Kitabın ilk kısımlarında İttihat ve Terakki'den söz edilmiştir. İttihat ve Terakki içerisinde Cemal Paşa, Talat Paşa ve Enver Paşa en önemli simalardır. Cemal Paşa yenilikçiliği ile tanınmaktadır. Enver ve Talat Paşa'lar ise muhafazakar bir kişilik sergilemektedir. Enver Paşa'nın Turancılık fikirleri güçlüdür. Falih Rıfkı, Enver Paşa'nın bu fikirlerini benimsememekte ve Enver Paşa'yı diktatör olarak nitelemektedir. Türkiye'nin kurtuluşunun Enver Paşa gibilerden kurtulmakla mümkün olduğu düşüncesindedir. İttihat ve Terakki kendi içerisinde bölünmüş bir yapı sergilemektedir. Bir birlik ve beraberlik söz konusu değildir. Her liderin bir grubu vardır. Falih Rıfkı da Cemal Paşanın adamı damgasını taşımaktadır. Falih Rıfkı, İttihat ve Terakkinin bu yönünü yani fikir birliğinin bulunmayışını eleştirmektedir. Çünkü yaşanılan buhrandan kurtuluş ancak birlik ve beraberlikle mümkündür. Buna rağmen bilinçsiz yaklaşımlar, kişisel hesaplaşmalar İttihat ve Terakkiyi kendi kendisiyle uğraşan bir duruma düşürmüştür.

Falih Rıfkı, Cemal Paşa ile beraber çalışmaya başladıktan sonra, olayları daha açık ve net bir şekilde görebilmektedir. Bir dönem, bir İmparatorluk yok olmaktadır. Yazar bunu sezinleyebilmektedir. Suriye, Filistin ve Hicaz'da yaşamış oldukları bir devrin çöküşünü gözler önüne sermektedir.

Falih Rıfkı Osmanlı'nın bir kukla devlet olduğunu söylemektedir. Örneğin şöyle bir olay anlatılmakta; "Mahmut Şevket Paşa'yı öldüren Kavaklı Mustafa, memleketten kaçmaya muvaffak olmuştu. Bir Rus vapuruna binmişti. Fakat Osmanlının Rus sancağı taşıyan bir vapurdan bir kişiyi almaya hakkı yoktu. Bunun üzerine bir Osmanlı hükümeti görevlisi, Kavaklı Mustafa'yı gemiden kaçırır ve boğdurur. Bu olayı haber alan Ruslar, Kavaklı Mustafa'yı kaçıran zatı görevden aldırır ve bundan böyle devlet hizmetinde kullanılmamasını isterler ve istedikleri de olur."

Osmanlı, ümmetçilik fikri sebebiyle neredeyse üç kıtada egemen olmuştu. Bu coğrafyanın büyük bir kısmını Arapların yaşadıkları ülkeler kapsamaktaydı. Kudüs, Şam, Filistin, Hicaz gibi. Osmanlı sadece coğrafyada büyüyebilmişti. Çünkü, bu kazanılan toprakların hiçbirinin kültürlerine, dillerine, ticaretlerine ve maddiyatlarına egemen olunamamıştı. Hatta Osmanlı, Arapları Türkleştireceğine oradaki Türkler Araplaşmıştı.

"Bu kıtaları ne sömürgeleştirmiş, ne de vatanlaştırmıştık."

Osmanlı İmparatorluğu buralarda, ücretsiz tarla ve sokak bekçisi idi. Eğer, medrese ve şuursuzluk devam etmiş olsaydı, Araplığın Anadolu içlerine kadar gireceğine şüphe yoktu. Osmanlı Emperyalizmi şu ana fikir üstünde kurulmuş bir hayal idi. " Türk milleti kendi başına devlet yapamaz! "

Osmanlı, Arap topraklarını alarak oraları bir bakıma imar ediyordu. Çünkü, Arap şeyhleri arasındaki kanlı savaşlar sonucunda Arap halkı mağdur oluyor ve maddi olarak da çöküntüye uğruyordu. Osmanlı geldiğinde ise bu şeyhleri uzlaştırıp sükuneti sağlıyor ve onlara belirli imtiyazlar veriyordu. Bir bakıma Osmanlı onlar için bir kurtuluş gibiydi. Buna rağmen Osmanlının güçsüz duruma düşmesini fırsat bilip hemen İngilizlerle, Fransızlarla anlaşmışlar ve Osmanlı' yı arkadan vurmuşlardır. Osmanlı' ya karşı görünüşte bağımlı olan Araplar her zaman kendi halifeliklerini istiyordu. Müslüman Araplar arasında Arap Halifeliği hükümeti peşinde olanlar vardı ve 1. Dünya savaşı çıktığında bu düşüncelerini gerçekleştirmek için ve İngilizlerin vereceklerini vaadettikleri imtiyazlardan dolayı Osmanlı' ya ihanet etmişlerdi.

Osmanlının Araplara vermiş olduğu haklar, onların küçük bir anlaşmazlıkta bile isyan etmelerini sağlıyordu. Cemal Paşa zamanında çıkmış olan bir kanun ile komutanlara eğer vatan müdafaası için zaruri görülürse idam hükümlerini yerine getirmesi yetkisi verilmişti. Yani isyanlar artık kanla bastırılıyordu.

Cemal Paşanın bir amacı da Suriye' yi Osmanlılaştırmaktır. Bu düşüncesini gerçekleştirmek için Suriye' de modern okullar açtırmıştır. Bunun yanında bir de hicret eden Ermenileri, Suriye içlerine dağıtarak güçlenen Araplılığa karşı bir teminat olarak kullanıyordu. Hatta Ermenileri güçlendirmek için ev ve toprak bile verilmiştir.

Falih Rıfkı Atay, Arapları anlatırken din sömürüsü konusuna da değinmiştir. Falih Rıfkı' ya göre din sömürüsü bütün dinler için geçerlidir. "Medine dini mallaştırmış ve maddeleştirmiş bir Asya pazarıdır. Kudüs dini oyunlaştırmış bir Garp tiyatrosudur". Araplar çok fakirdir. Kendi ülkelerinde; ata topraklarında hizmetçi konumuna düşmüşlerdir. Filistin ikiye ayrılmıştır. Eski Filistin Arapların,yani hizmetçilerin; yeni Filistin ise tüm güzelliği ve ihtişamıyla Yahudilerin. Din satışa sunulmaktadır. Hac dönemlerinde Araplar da Yahudiler de büyük kazanç elde etmek peşindedir.

Osmanlı Devletinin Almanlarla beraber savaşa girmesinin en büyük nedeni İttihat ve Terakki yöneticilerinden Enver Paşa' nın Alman hayranı olmasından kaynaklanıyordu.

Birinci Dünya harbi sonucunda Tuna yukarısındaki iki İmparatorluk, Akdeniz kıyısındaki bir İmparatorluk ve Tuna kenarındaki bir krallık devrilmek üzereydi.

Suriye ve Filistin' de Almanların durduramadığı İngiliz seli yine bir Türk, fakat bu sefer öz bir kumandan, Mustafa Kemal tarafından Halep aşağısında tutulmuştur. Mustafa Kemal' in orada seçtiği savunma hattı, Milli Misak' taki Türkiye sınırıdır.

Cemal Paşa' nın yerine, Suriye' de silahlı kuvvetlerin başına geçen Alman Fon Falkenhein bozgunu durduramadı ve Kudüs İngilizlerin eline geçti.

Artık yalnız Anadolu ve İstanbul düşünülür. İmparatorluğa ve onun rüyalarına "Allahaısmarladık! " denir.

Artık Şam' dan ayrılmak zamanı gelmiştir. Cemal Paşa İstanbul' da istifa edecektir.

Cemal Paşa harap Anadolu topraklarını gördükçe

- "Keşke vazifem buralarda olsaydı, keşke o altın sağanağı ve enerji fırtınası, bu durgun, boş ve terkedilmiş vatan parçası üstünden geçseydi. Anadolu hepimize hınç ve güvensizlikle bakıyordu. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya şimdi kendimiz pişmanlığımızı getiriyoruz. Kumar oynadık ve kaybettik" diye düşünmektedir.

Cemal Paşaya sorulan :

- Paşam bu harbe niçin girdik? sorusuna cevap ilginçtir.

- Aylık vermemek için! Hazine tamtakırdı. Para bulabilmek için ya bir tarafa boyun eğmeli, ya öbür tarafla birleşmeli idik.

İlim, İhtisas ve tecrübe sahibi Mustafa Kemal, vatan ve istiklal düşüncesiyle milletin nesi var nesi yoksa yüzde kırkını vatan savunması için vermesi gerektiği düşüncesindedir.

Sakarya, Dumlupınar, İzmir ve Lozan, hepsi böyle ödenmiştir.

Mustafa Kemal büyük harbe girmek karşıtı idi: Çünkü O kafa ve sanat adamı idi.

Mustafa Kemal Kurtuluş Harbini bırakmak fikrinde asla bulunmadı : Çünkü O vatan adamı idi.

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...