11 Nisan 2019 Perşembe

Eskicinin Oğulları (Orhan KEMAL) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili ve Kişiler


Kitabın Adı :
Eskicinin Oğulları

Kitabın Yazarı : Orhan KEMAL

Kitap Hakkında Bilgi :

1962'de yayınlanan Eskicinin Oğulları romanında bir ailenin dramı ve toplumsal şartların onlar üzerindeki etkisi anlatılmaktadır. Ailenin bu şartlara mahkûm oluş sebepleri, ezilmişlikleri sorgulanır.

Kitabın Özeti :

Topal eskici, oğulları Mehmet ve Ali ile birlikte ayakkabı tamiri yapan bir dükkân işletmektedir. Eskici, önceden zengin bir ailenin çocuğu olduğu için varlıklı bir hayat yaşamıştır, ayakkabı tamirciliğinden kazandığı para onu hiç memnun etmemektedir.

Bir gün, tam karşısına aynı işi yapan bir başka dükkân daha açılır. Dükkânın sahibi Yugoslav göçmenidir. Dükkânın açılması ile eskicinin dükkânı artık aileyi besleyemeyecek hâle gelir. Eskici, işini kaybeden, üç çocuk babası olan oğlu Mehmet'in yeniden bir iş bulması gerektiğini düşünmeye başlar. Bu fikrini küçük oğlu Ali'ye söyler. Ali, babasına çok sinirlenir. Kendi çıkarları için öz oğlunu fazlalık gibi görmesine kızar. Olgun bir kişi olan Mehmet durumu öğrenince üzülmez. Babasını haklı bularak karısıyla gitmeye karar verir. Ali de bunu duyunca ağabeyiyle evden ayrılmayı düşünür.

Eskici, oğullarının bu başkaldırısına çok içerler. Üst üste şarap içer ve sarhoş bir hâlde oğlunun evine gider ve orada ağlar. Ali, karın tokluğuna çalıştığı hâlde hakaret gördüğü babasından bıkmıştır. Dükkânda babasıyla kavga eder ve ağabeyiyle gideceğini söyler. Eskici, önce bir sürü kötü laf sayar, sonra yalnız kalacağını düşünerek ağlamaya başlar. Mahallede de eskicinin karısı, oğlu ve gelini hakkında dedikodu eder ve onların evden ayrılışını kabullenemez.

Ali, Mehmet'in evine gider. Babasının hakaretlerini anlatır. Artık dükkâna ve eve dönmeme kararını açıklar. O sırada kutlu amelesi toplayan elçi gelir. Mehmet, Ali ve Mehmet'in karısı avans alırlar. İki kardeş karar verirler. Kütlüden kazandıkları para ile seyyar bir eskici dükkânı açacaklardır. Eskici, oğluna yaptığı hakaretten pişmanlık duymaktadır. Karısını Ali'ye gönderir, dönmesi için her yolu dener. Ali dönmez. Mehmet bir ara babasının dükkânına uğradığında ağzından kütlü işine girdiklerini kaçırır. Babası önce çok öfkelenir. Sonra Mehmet'e, Ali'yi benden ayırma diye yalvarmaya başlar. Mehmet planlarını anlatır babasına. Eskici, biraz ikna olur. 

Oğullarının kazandıkları ile kendilerininkileri birleştirince 'ısmarışçı' dükkânı açabileceklerini hayal eder. Böylelikle eski zengin günlerine geri dönebilecektir. Mehmet, herkesin bu zengin olma zaafından yararlanarak onları kütlü işinde çalışma konusunda ikna eder. Anne bile çalışacaktır. Evin kızı Zeliha ikna olmaz yalnızca. Asil bir soydan gelen ailesine bunu yakıştıramamaktadır.

Aile, kötü bir kamyonla çalışmak için tarlaya doğru yol alır. Bu yolculuk esnasında Zeliha ile kamyonun şoförü Ünal arasında bir ilişki başlar. Aile, bir çadırda kalmaktadır. Sefil bir hayat vardır. Gece Zeliha ve Ünal buluşurlar. Birbirlerinden ayrılmayacaklarına söz verirler. Bu arada ailenin yiyecekleri tükenmek üzeredir. Herkes elçinin gelip avans vermesini beklemektedir. Elçi yerine Ünal gelir ve içki, yiyecek Atebrin hapı getirir. Aileye sıtma musallat olmuştur. Zeliha ve Mehmet'in çocukları ateş içinde yanmaktadır. Yine de aile pamuk toplamaya devam eder. Çünkü eski varlıklı günlerine dönebilmeleri için bu şarttır.

Eskici ile Ali yine kavga eder. Bunun üzerine eskici tarladan dükkânına geri dönmeye karar verir ve damadı gibi görmeye başladığı Ünal'a birlikte çalışmayı teklif eder. Ünal için bu çok iyi bir tekliftir. Fakat Ali ve Mehmet'ten çekinir. Herkes, Ali'yi Mehmet'in kışkırttığına inanmaktadır. Eskici Mehmet'e tokat atar, onları evlatlıktan reddettiğini söyleyerek karısı, kızı ve Ünal ile şehre döner. Tarlada ailenin yiyeceği tamamen tükenmiştir. Elçi gelince avans isterler, elçi ise az pamuk topladıkları için onlara kızar. Pamuklar tartılır ve toplanan pamuk avansın yarısını bile karşılamaz. Elçinin getirdiği usta işçiler onlara verilen tarlaya dalıp pamuk toplamaya başlarlar. Yeni gelen ailelerden birinin kızı olan Zeynep, sıtmadan harap olmuş Mehmet'in ailesine yardım eder ve Ali ile aralarında bir aşk başlar.

Eskicinin öfkesi geçmiştir. Ünal'ı bir hayvan gibi görmekte ve oğullarını özlemektedir. Bir gün Ali'nin dükkânının kapısına yığılıp kaldığını görür. Eskici onu kucaklar ve ağlamaya başlar. Mehmet, Ali'den daha kötü durumdadır. Mehmet'i hastaneye götürürler. Fakat yer bulamazlar. Eskici dükkânını satıp parayı oğullarının iyileşmesi için harcar. Gelin Zeynep, damat Ünal'ın fabrikada iş bulmasıyla roman sona erer.

Kitabın Kahramanları, Kişiler :

Eskici: Zengin bir ailenin çocuğu iken tüm malını kaybetmiş, savaş yıllarında da topal kalmış bir kişidir.

Ali: Eskicinin çok sevdiği küçük oğludur. Çalışkan, hırslı biridir.

Mehmet: Eskicinin büyük oğludur. O da çalışkan, hırslı, olgun bir kişidir.

Kitabın Yazarı Hakkında Bilgi :

1914 yılında Ceyhan'da doğan Orhan Kemal'in asıl adı Mehmet Raşit Öğütçü'dür. Babası, Adana'da kurduğu Ahali Partisi yüzünden ortaya çıkan kargaşa sebebiyle Suriye'ye kaçmıştır. Bu yüzden Orhan Kemal'in öğrenim hayatı son bulmuştur. Pamuk fabrikasında işçilik, kâtiplik yapmıştır. 1950'den sonra hayatını kaleminden kazanmaya başlamıştır. Bulgaristan ve Romanya Yazarlar Birliği'nin davetlisi olarak gittiği Sofya'da, 1970'te, beyin kanamasından ölmüştür.

Romanlarında konu ve kişi bulmakta zorluk çekmemiş, zengin bir şahıs kadrosuna ve konuya yer vermiştir. Olay ve malzemeye önem vermiştir. Doğallık ve gerçeğe uygunluk eserlerinin başlıca özelliğidir.

En önemli eserleri: Ekmek Kavgası Arkadaş Islıkları, Bereketli Topraklar Üzerinde, Mahalle Kahvesi, Tersine Dünya, Çamaşırcının Kızı, Bekçi Murtaza, Kadeh Payı, Önce Ekmek'tir.

Esir Şehrin İnsanları (Kemal Tahir) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili ve Kişiler


Kitabın Adı : Esir Şehrin İnsanları

Kitabın Yazarı : Kemal Tahir

Kitabın Konusu :

Kitabın ilk basımı 1956 yılında yapılmıştır. Yazarın Mütareke dönemi aydınlarını anlattığı "Esir Şehir" üçlemesinin ilk kitabıdır. Kısaca Birinci Dünya Savaşı sırasında İstanbul'daki sivil aydınların durumunu konu edinir. 

Kitabın Özeti :

1914 Dünya Savaşı karışıklığından iki yıl kadar sonra Kamil Bey,karısı Nermin ve kızı Ayşe ile birlikte İstanbul'a döner. Savaş yılları süresince yurt dışında mülklerinin bazılarını satarak geçindiği için bir miktar para sıkıntısı çekmektedir. İstanbul'a döneceklerini öğrenen Nermin Hanım'ın halası ve eniştesi ısrarla kendilerini köşklerinde misafir etmek isterler. Kamil Bey de kabul eder. İstanbul'a kendilerini getiren vapur Çanakkale'de durduğunda limana inen Kamil Bey İstanbul'un içinde bulunduğu acı durumu daha iyi öğrenme fırsatı bulur. Şehir yangın yeri halindedir. Küçük kız çocukları sefaletten kendilerini satmaktadır ve bulaşıcı hastalıklar giderek yayılmaktadır. Vatanın felaketine dayanamayan subay ve memurların bazıları intihar etmektedirler.

Nermin Hanım'ın halası ve eniştesi son derece büyük ve gösterişli bir köşkte oturmaktaydılar. Enişte Bey, işgal kuvvetlerinin ileri gelenleri ile işbirliği içinde olan, gönülden Padişaha bağlı, vatanseverlik duyguları gelişmemiş,her şeye sadece ticaret gözüyle bakan bir insandır. Kamil Bey'i Kerkük'deki topraklarını İngilizlere satması için ikna etmeye çalışmaktadır. Kamil Bey bu emrivakiyi kabul etmez ve en kısa zamanda kendi evine taşınmaya karar verir.

Serencebey'deki konakla, Çengelköy'deki yalı yanmış olduğundan Bağlarbaşı'nda bulunan çok uzun yıllardır bakım görmemiş köşkü tamir ettirerek orada yaşamayı planlar. Köşkün tamiri esnasında eski arkadaşı Fuat Bey'le görüşür ve onun başına gelen bir felaket neticesinde yaşamını tamamen değiştirerek bir kadiri dervişi olduğunu öğrenir. Fuat Bey İtalyan olan karısının, çocuğunu da yanına alarak başka birine kaçması yüzünden çocuğunu da kaybetmiş olmanın acısıyla derviş olmaya karar vermiştir. İki yıllık derviş Fuat Bey'le, iki yıllık yoksul Kamil Bey köşkün yeniden yapılmasında kader birliği yaparlar. Birbirlerine hayat görüşlerini anlatarak etkilerler.

16 Mart 1920'de işgal altında olan İstanbul tekrar işgal edildi. İngilizler İstanbul'u ikinci kez işgal ederken Eskişehir ve Afyonkarahisar'daki askerlerini geri çektiler. Osmanlı yanlısı olanlar sanki İstanbul'u Kuvayi Milliyeciler işgal etmişler gibi Anadoluya ateş püskürmekteydiler. Bazıları içinse son umut Anadoludaydı. Kamil Bey ömründe Yakacık'tan öteye geçmemiş bir İstanbullu olduğundan Anadolu hakkında hiç bir fikri yoktu. Anadolu'dan Mustafa Kemal ile ilgili bazı haberler geliyordu. İstanbul'da aydınlar bazı dernekler aracılığıyla Anadolu'ya yardım gönderiyorlar, subaylar gizlice Anadolu'ya kaçıyorlardı. Kamil Bey vatansever olmanın neyi gerektirdiğine hala karar verememişti. Bu dönemlerde karşısına Galatasaray Sultani'sinden sınıf arkadaşı Ahmet Bey çıktı. Ona arkadaşları İhsan'ın yedek subay olarak harbe gitmiş, beş kere yaralanmış, büyük yaralar göstermiş, esir düşmüş, kurtulup gelince küçük bir sermaye uydurup bir dergi çıkartmaya başlamış, Kuvayi Milliye'yi tuttuğu için mimlenmiş, üzerine işlemediği bir suç atılarak on yıl kürek cezasına çarptırılmış olduğunu anlattı. İhsanın karısı Nedime Hanım'ın dergiyi çıkartmaya devam ettiğini ancak çok zorluk çektiğini söyledi. İhsan Bey'le Ahmet Bey, Kamil Bey'in Nedime Hanım'a yardımcı olabileceğini düşündüler ve bunu Kamil Bey'e Ahmet Bey teklif etti. Kamil Bey'den ilk defa bir fedakarlık isteniyordu, böyle bir hizmeye evvelden beri muhtaçtı. İşi sevinerek kabul etti. Hemen İhsan Bey'i Ahmet Bey'le beraber ziyaret ettiler. İhsan güçsüz düşürüldüğü, mahpusa tıkıldığı halde büyük bir iş yapmakta olduğu belliydi. Kamil hayata girmeye başladığını ve bunun kendisi için iyi olduğunu düşünüyordu. Çıkartılan gazetenin adı Karadayı'ydı. Artık Kamil'de memleketi kavrayan,felakete karşı çıkanların yanında,arasındaydı. Elinde iyi-kötü bir savaş silahı olan bir sorumlu insandı. Nedime Hanımla tanıştı. Nedime Hanım kendisine gazete çıkarmaktan başka işlerde gördüklerini, mimli olduklarını bir çok hafiye ve sivil polisin kendilerini sık sık ziyaret ettiklerini anlattı. Önce onların dostlarını tanıması gerektiğini belirtti bunlardan en önemlisi Niyazi Ağabeydi. Kamil Bey,gazetedeki çalışma ortamını düzeltmek için evden birçok eşyayı oraya taşıttı. Antika bir Buda heykeli satarak elde ettiği parayla işe dört elle sarıldı. Gün geçtikçe Nedime Hanım'ın görüşlerinin, cesaretinin, vatan sevgisinin etkisi altında kalarak ona hayran oldu. Nedime Hanım hamileliği ilerlemiş olmasına rağmen çalışmaya devam ediyordu. Gazete ünlü yazar ve şairlerin toplanıp,memleket meseleleri ile ilgili görüştükleri, buluştukları bir yer haline geldi. Niyazi Ağabey'den biraz bahsetmek gerekirse, kendisi seferberlliğin her cephesinde çarpışmış, Yunan'a ilk kurşunu atanlar arasında olan biridir. Oğlu Rum çetelerince öldürülmüş, kızının ise ırzına geçilmiştir. Karısı Anadolu'da kaybolmuş, düşmana duyduğu kin öylesine artmış ki nerede tehlikeli bir iş sezse hizmete koşar hale gelmiştir. İhsan, Nedime, Ahmet ve Kamil Bey ona sonuna kadar güvenirdi.

Bir gün Ahmet Bey perişan bir şekilde gazeteye geldi ve acilen 50 bin liraya ihtiyacı olduğunu, bin ton cephanenin Anadoluya gönderilmek üzere zorluklarla gemiye yüklendiğini, pazarlıkta önce 11 bin lira istendiğini ancak daha sonra Rozalti isminde birinin fiyatı 50 bin liraya çıkardığını,eğer aradaki farkı bulup veremezse halkın parası olan 11 bin liranın da yanacağını anlattı. Hiç birinde metelik yoktu,borç alabilecekleri herkesi düşündüler, ama hiç umut yoktu. Kamil Bey nakliye şirketinin direktörünü tesadüfen, Enişte Bey'in evinde tanıdığını hatırladı ve son çare olarak onunda görüşmeye gitti. Direktör Fransızdı, Kamil Fransızlar'ın her çeşit vatanseverliği hoş görürü ile karşılayacağını düşündüğünü söyleyerek durumu açıkca anlattı. Direktör zaten taşıma ücretinin 11 bin lira olduğunu aradaki farkın Rozalti tarafından istenmiş olabileceğini tahmin ederek onlara yardım etmeyi kabul etti. Gemi sefere çıktıktan sonra Rozalti'nin işine son verdi.

Nedime Hanım'ın rahatsızlanarak eve gittiği bir gün Niyazi gazeteye gelerek acilen Nedime ile görüşmesi gerektiğini söyledi. Kamil, Nedime'nin rahatsız edilemeyecek kadar hasta olduğunu, ne gerekiyorsa kendisinin yapacağını, artık kendisine güvenebileceklerini söyledi. Niyazi çok önemli bazı evrakların Karadeniz postası yapan Gülcemal vapuruna teslin edilmesi gerektiğini ancak Ahmet'in bir gece evvel tutuklandığını, evrakların Nedime Hanım'da olduğunu söyleyerek sadece Nedime ile bu işi halledebileceğini anlattı. Kamil aniden aklına gelen bir yalanla Nedime'nin adada yakınlarının yanında olduğunu ve ancak kendisinin ona ulaşabileceğini söyledi. Niyazi bu durumda mecbur kalarak detayları açıklamak zorunda kaldı. Niyaziyi atlatan Kamil karışık yollardan Nedime'nin evine ulaşarak durumu anlattı. Nedime evrakları vapura kendisi teslim etmek istediğini, bu işe karışmamasının daha iyi olacağını söyledi. Kamil Nedime'yi de kendisinin güvenilir olduğuna ikna etmeyi başardı. İlk kez bu kadar büyük bir iş yapabileceği için kendini şanslı hissediyordu. Bir çok zorlukdan sonra gayet önemli belgelerle dolu kuru üzüm sandığını Tophane rıhtımında, Gülcemal vapurunun kahvecisi Ramiz Efendi'ye verirken suç üstü yakalandı.

Uzun ve yorucu sorgularda kendisine bir paşa oğlu olduğu için iyi davranıldı. Tüm suçlamaları inkar etti, belgeleri bilmediğini, Ramiz'i tanımadığını söyledi. Sorgulamayı yapan yüzbaşı Nedime Hanım'ın elebaşı olduğunu bildiklerini, kendisini uzun süredir takip ettiklerini, itiraf ederse babasının hatırı için kendisini affedeceklerini söylese de Kamil Bey kesinlikle bunu kabul etmedi,sonuna kadar Nedime Hanım'ı korumaya devam etti. Yüzbaşı arkadaşlarından birinin Nedime Hanım hakkında tüm bilgiyi verdiğini, Ararat vapurunda kaçırılan cephane işi içinde onun sorumlu olduğunu bildiklerini söyledi. Kamil Bey gemide cephane olduğunu bilmediğini, ilaç ve hastane malzemesi yüklü olduğunu sandıklarını bunun için Fransız direktöre kendisinin aracı olduğunu, Nedime Hanım'ın suçu olmadığını söyledi. Yüzbaşı Nedime'nin özellikle rahatsızlanarak adaya gittiğini evrakları teslim etmesi için Kamil'i kullandığını söyledi. Bunları ispatlamak için bir şahitleri olduğunu da belirtti. Her şeye rağmen Kamil, inkara devam etti. Şahitle yüzleştirilmesini istedi. Askerler şahidi getirdiler. Kamil içeri gelen bu perişan insanı tanıyamadı. Bu Ahmetti. Ahmet inanılmaz işkencelere maruz kalmıştı. Yüzbaşının söylediği her şeyi kabul etti.

Bütün suçun Nedime Hanım'ın olduğunu söyledi. Kamil çılgına döndü, o anda aklına gelen ilk yalanı söyleyerek, Ahmet Nedime'ye aşıktı, kendisi tutuklanınca Nedime'nin dışarda olmasına dayanamadı ve kıskançlıktan bunları uyduruyor diyerek saldırdı. Ahmet her şeyi olduğu gibi bunu da kabul etti ve o akşam hapiste intihar etti. Kamil Nedime'nin adaya gitmedi hikayesini sadece Niyazi'ye söylediği bir yalan olduğunu bildiğinden gerçek ihbarcının o olduğundan emindi. Ama yine de Ahmet'i de affedemedi. Eşinin eve gelmemesinden meraklanan Nermin, hala ve eniştesinin yardımıyla Kamili buldu ve görüştüler. Nermin Hanım, Kamil'i hiç anlayamıyordu. Kendisinin ve kızının perişan olduğunu, eniştesinin yardımcı olduğunu ve artık işbirliği yapması gerektiğini söyledi. Karısının Padişah yanlısı tutumu, kızının özlemi, Kamil'in direncini kırıyordu. Fakat kutuyu teslim ederken yakalandığı Ramiz Efendi ile yaptıkları arkadaşlık da, onun cesaretinden, karısı Fatma'nın vatanseverliğinden, tüm cahilliğine rağmen kocasını Anadolu'ya yardım etmek için yüreklendirmesinden öylesine etkilendi ki kendinden utandı ve kararından dönmedi. Son bir teklifle kendisine Roma Elçiliğinde baş katip olması ve Nedime Hanım hakkında bilgi verdikten sonra hiç bir yüzleştirmeye ve mahkemeye çıkarılmadan yurt dışına gönderilmesi teklif edilmesine rağmen kadını korumaya devam etti. Ramiz'e de Kamil aleyhinde ifade vermesi için baskılar yapıldı ama o hiç oralı olmadı. Bu arada İnönü Zaferi'nin haberi bir bayram sevinci gibi İstanbul'a ulaştı. Mahkemede Ramiz beraat etti, Kamil Bey, yedi yıl kürek cezasına mahkum oldu. Ramiz Efendi, Kamil Bey'in elini öptü ve "Yanlızca sizin elinizi öpmedim, bütün kahramanların ellerini öptüm. İnönüde ölenlerin, sakat kalanların, mahpus yatanların. İşin sonuna geldik, buradaki misafirliğiniz çok çok birkaç ay sürer, ben Anadolu'ya geçsem de Fatma Hanım mutlaka size gelir, ömrümün sonuna kadar minnetle hatırlayacağım."dedi. Ramiz Efedi çıktı. Kapı kititlendi.

Kitabın Kahramanları, Kişiler :

Kamil Bey : Abdülhamid'in en zengin vezirlerinden Selim Paşa'nın tek çocuğudur. Genç yaşta çok büyük bir mirasa konmuş ve hayatının büyük bölümünü yurt dışında geçirmiştir.

Nermin Hanım : Kamil Bey'in eşidir. O da bir Paşa kızıdır. Maddi manevi hiç bir zorlukla karşılaşmamış, bolluk içinde yaşamıştır. Ancak babası ansızın öldüğünde kumar borçlarından dolayı varlıkları yağma edilmiştir. O dönemde karşısına çıkan Kamil Bey ile evlenerek hayatını düzene sokmayı amaçlamıştır. 

Ayşe : Kamil Bey ve Nermin Hanımın tek çocuğudur. İspanyada doğmuştur ve İstanbul'a döndüklerinde altı yaşına gelmiştir. Küçük yaşına rağmen bir genç kız gibi girişken, hoş sohbet ve bilgilidir. 

Fuat Bey : Kamil Bey'den dört yaş büyük Galatasaray'da beraber okudukları bir tanıdığıdır. Mahir Paşa'nın oğludur. Bağlarbaşı'ndaki köşkün komşusudur. 

İhsan Bey ve Ahmet Bey : Kamil Bey'in Galatasaray Lise'sinden sınıf arkadaşlarıdır.

Nedime Hanım : İhsan Bey'in eşidir.

Niyazi Ağabey : İhsan Bey, Ahmet Bey ve Nedime Hanım'ın Anadolu'ya yaptıkları yardımlar için aracılık yapan en önemli yardımcıları ve güvenilir dostlarıdır. 

Ramiz Efendi : Mütareke'den sonra savaşa geri dönmemiş ve Anadolu'ya yardım etmek için çalışan bir yedek subaydır. 

Fatma Hanım : Ramiz Efendi'nin karısıdır. Eğitimsiz ancak son derece cesur ve vatansever bir kadındır.

İbrahim Efendi Konağı (Samiha Ayverdi) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili ve Kişiler


Kitabın Adı : İbrahim Efendi Konağı

Kitabın Yazarı : Samiha Ayverdi

Kitap Hakkında Bilgi :

Kitabın yazarı bu eseri için şunları söylemektedir: "Bu kitap ne bir hikâyedir ne masal ne de roman. Zamanı, mekânı, vakaları, şahısları, isimleri hatta vakalarının seyri, sırası ve detaylarının yüzde doksanı ile otantik ve yaşanmış bir devrin, gerçek ve yaşanmış bir hayat tablosudur." Samiha Ayverdi'nin İbrahim Efendi Konağı adlı eseri hem bir ailenin hem de bir devletin dramıdır. Eserdeki hikaye, görkemli bir konakla birlikte muhteşem bir devletin yıkılışıdır. Pek çok yazar İbrahim Efendi Konağı'nı yazarın en büyük eseri olarak görmektedir.

Kitabın Özeti :


İbrahim Efendi, Gediz'in ileri gelenlerinden bir tiftik tüccarının oğludur. Uzun seneler Meclis-i Maliye reisliği yapmıştır. Ailesinden büyük bir miras kalmıştır. Çok varlıklı ve geniş bir çevresi olan İbrahim Efendi lüks içinde yaşamaktadır. Kışları Şehzadebaşı'ndaki konağında; yazlan da Boğaz'da Çengelköy'deki köşkünde geçirmektedir. Geniş bir aileyi, pek çok çalışanı barındıran konak, çevrede tanınan ve herkesin hayran olduğu bir binadır. İbrahim Efendi, çocukları ile debdebeli bir yaşama sahiptir. Kardeşleri, Hilmi Bey ve Bahise Ha-nım'la birlikte iki kızı Şükriye ve Şevkiye Hanım'dan oluşan geniş bir ailesi vardır. Fakat damadı Salih Bey, onuri mirasına konmak için her yola başvurmaktadır. Para hırsı, ona her kötülüğü yaptırmaktadır. Diğer damadı Yusuf Bey ise rahat yaşayışı tercih eden Salih Bey'e göre daha iyi niyetli biridir. Bohem hayatı yaşamaktadır. Karısının huysuzluklarına katlanamadığı için en sonunda intihar eder.

İbrahim Efendi konağında aynı debdebeli hayat sürüp gitmektedir. Eğlence ve düğünlerle pek çok kişinin gelip gittiği konakta selamlık, harem ve konağın diğer bölümleri canlılık içindedir. Fakat bir gün ibrahim Efendi kalp krizi geçirir ve hayata veda eder. Konağın idaresi büyük kızı Şevkiye Hanım'a kalmıştır. Bu, işleri anlamayan, huysuz bir kadındır. Para hırsıyla yanıp tutuşan Salih Bey, İbrahim Efendi öldüğü hâlde servete dokunamadığı için konağı terk eder. Artık servete yaklaşamayacağını anladığından, usanmıştır.

Konağın gelirleri azalmaya başlar. Yeni kâhya Zaim Bey, Şevkiye Hanım'in işten anlamadığını fark ederek onu kandırır. Yönetimi eline alır. Zamanla uyanıklığı sayesinde bütün servete el koyar. Şevkiye Hanım ve Şükriye Hanım avukatlara giderler, kalan mücevherlerini de avukatlara kaptırırlar. Bir sonuç almayınca parasız kalırlar. Zaim Bey, onlara konağın çatı kısmında kalabileceklerini söyler. Çok sıkıntılı bir süreden sonra kayınbiraderleri eczacı Sedat onlara yardım eder ve Fatih'te bir ev kiralar onlar için. Bakımlarını da o üstlenir. Fakat bir süre sonra bu kira evinde Şükriye Hanım vefat eder.

Kitabın Kahramanları, Kişileri :

İbrahim Efendi: Meclis-i Maliye reisidir. 80 yaşındaki İbrahim Efendi varlıklı, nüfus sahibi bir kişidir. Geniş bir çevresi vardır. Tam bir Osmanlı aristokratıdır.
Hilmi Bey ve Bahise Hanım: İbrahim Efendi'nin kardeşleridir.
Salih Bey: İbrahim Efendi'nin damadıdır. Zengin olma hırsı gözlerini bürümüş biridir.
Yusuf Bey: İbrahim Efendi'nin diğer damadıdır. Kalender mizaçlı, hoşsohbet bir kişidir.
Şevkiye Hanım: İbrahim Efendi'nin kızıdır. Safça ve konağı idare edemeyecek bir kişidir.

Şükriye: İbrahim Efendi'nin küçük kızıdır.

Zaim Bey: Zorba, kötü niyetli bir kahyadır.

İbrahim Efendi Konağı (Samiha AYVERDİ) Kitap Sınavı Soru ve Cevapları için tıklayınız...

Sahnenin Dışındakiler (Ahmet Hamdi Tanpınar) Kitabının Özeti, Konusu,Tahlili ve Kişiler


Kitabın Adı : Sahnenin Dışındakiler

Kitabın Yazarı : Ahmet Hamdi Tanpınar

Kitap Hakkında Bilgi : 

Sahnenin Dışındakiler, Ahmet Hamdi Tanpınar'a ait, 1950 yılında tefrika edilmiş (gazetede bölüm bölüm yayımlanmış), 1973 yılında basılmış; Kurtuluş Savaşı zamanı İstanbul'unu ana kahraman aracılığıyla yansıtan, siyasi konuların fazlaca yer aldığı bir romandır.

Tanpınar, bu romanında iki uygarlık (Doğu-Batı), iki değerler sistemi arasında bocalayan Türk toplumunun ironik tablosunu ortaya koyar.

Romanın başlığı, Sahnenin Dışındakiler, İstanbul; sahnenin içi ise Kurtuluş Savaşı'nın yaşandığı Anadolu'dur.

Kitabın Özeti :

Roman, 1920 yılından itibaren başlamaktadır. Cemal, üniversite eğitimi görmek için İstanbul'a gelmiştir, yakın akrabası olan Behçet Bey'in evine gidecektir. Yolda çocukluğunu yaşadığı şehrin, altı yıl içinde çok değiştiğini fark eder. İşgal altında olan şehrin her tarafında, İngiliz, Fransız ve İtalyan askerleri vardır. 

Cemal, birçok tarihî yapının yıkılmış olduğunu görür ve çok üzülür. Mahallesini çok merak ettiği için önce oradaki evlerini görmeye karar verir. Elagöz Mehmet Efendi Mahallesi'ne geldiğinde eski günlerini hatırlar. Altı yıl öncesindeki geçmişine döner. O dönemde Vefa Lisesi'nde okumaktadır. Komşularının kızı olan Sabiha'yı içten içe sevmektedir. Sabiha, ailesindeki sorunlar nedeniyle hassas bir kızdır. Sabiha'nın babası, karısına ait tüm mirası, zevki ve eğlencesi için tüketmiş, sorumsuz bir kişidir. Dolayısıyla, babası annesinin hayatını mahvetmiştir. Sabiha, bu durumdan çok etkilenmektedir. 

O günlerde, Cemal'in hayatında önemli bir değişiklik olur. İhsan, Avrupa'dan döner. İhsanla sık sık görüşmeye başlar. İhsan'la, edebiyat, sanat ve tarihle ilgili sohbetler eder. İhsan, bir süre sonra okulda onların derslerine de girmeye başlar. Cemal, kültürü, bilgisi sebebiyle İhsan'a hayrandır. Türkçülük akımı, Osmanlı Devletinin o zamanki durumu, ülkenin geleceği gibi konularda İhsan, Cemal'in fikirlerini etkilemektedir. 

Bir süre sonra, mahallede bir gelişme daha olur. Mahallenin eski sakinlerinden Kudret Bey'in İtalya'daki konsolosluk görevine devlet son verir. Kısa süre sonra da, Kudret Bey, mahalleye döner. Kudret Bey, bundan sonra Sabiha ve Cemal'in hayatında etkin bir rol oynamaya başlar. Sabiha, bu günlerde kadın meselesi üzerinde düşünmekte ve Batılı kadınlar gibi özgür olmak istemektedir. Bu düşüncelerinde İhsan'ın rolü büyüktür. Cemal, İhsan'la Sabiha arasındaki yakınlıktan rahatsız olmaktadır. Sabiha'yı çok sevdiği İhsan'dan kıskanmaktadır. Kudret Bey bundan sonra Cemal'in yakınlık duyduğu en önemli kişi olur. Uzun uzun onun fikirlerinden bahsedilir. 

Mutsuz bir evlilik yaşamış olan Kudret Bey modern, ecnebi bir kadınla evlenmek istemektedir. Buna evlilik işleriyle uğraşan Sakine Hanım aracı olur. Fakat Kudret Bey, hüsrana uğrar, tanıştığı kadını beğenmez. 

Bu günlerde, Sabiha, yeni tanıştığı Matmazel Coroline'in kadın haklan ile ilgili fikirlerinden etkilenmektedir. Babası Süleyman, çok serbest yaşayan bir insan olmasına rağmen kızı Sabiha'yı bu yüzden sokak ortasında döver. Sabiha'nın aklından bu Batılı fikirleri atmasını ister. 

Bu arada İhsan, o dönemin en etkin siyasi oluşumlarından İttihat ve Terakki partisiyle İlişki kurar. İhsan, Sabiha ve Cemal'in fikirlerinin oturduğu yıllardır bu yıllar. Sabiha aktörlük ve tiyatro İle ilgilenmeye başlar. O esnada, Cemal'in babasının tayini Anadolu'ya çıkar. Cemal, Sabiha'dan ayrılmak zorunda kalır.

Cemal, bugünleri hatırladıktan sonra mahallesinde hep Sabiha'yı arar. Sabiha'yı altı yıldır, İstanbul'dan ayrıldığından bu yana, görmemiştir. Sabiha'dan haber alacağını umarak İhsan'ın evine gider. İhsan çok değişmiştir. İhsan'ın evinde Muhsin Bey ve birkaç kişi vardır. İttihat ve Terakki cemiyeti yanlıları ile padişah taraftarları arasında tartışma ortamının içinde bulur kendini. Cemal, İhsan'ın Millî Mücadele yanlısı olduğunu görür. Cemal, İhsan'dan beklediği yakınlığı göremez. İhsan ve Muhsin Bey, hemen ona görev verirler. Tevfik Bey'e gidecektir. Ona İhsan'ın evinde gördüklerini nakledecektir. Cemal, oradan Tevfik Beyin yalısına geçer. Tevfik Bey onu gördüğüne çok sevinir. Tevfik Bey'den Sabiha'nın hâlini öğrenir. Sabiha, Muhtar isimli acayip bir adamla evlenmiştir. Muhtar, kirli idlerle uğraşan, uçarı, ahlaksız bir insandır. Cemal, Sabiha'nın mutlu olmadığını düşünür. Ona acır. Sabiha'yı bulmaya kesin karar verir. Aynı akşam, Tevfik Bey'le Boğaz'da sal sefası yaparlar. Boğaz'da gezen düşman askerlerine kızarlar ve Tevfik Bey onları Türk musikisini dinlemek zorunda bırakır.

Ertesi gün, Cemal Tevfik Bey'in yalısından ayrılır. Sami Bey'in evine gider. Sami Bey Millî Mücadeleyi organize eden önemli kişilerdendir. Ona İhsan'ın notunu iletir. Cemal, İstanbul'a gelir gelmez bu karışık işlerin içinde bulmuştur kendini. Emrivaki görevler verilmiştir. Cemal, bu çevreden kaçmak ister. Fakat olaylar, buna engel olur. Aynı gün, İhsan'la Tepebaşı'na çıkarlar. Cemal, İstanbul'un ne kadar değiştiğini daha iyi anlar. Her yeri Ruslar sarmıştır. İhsan'la böyle bir Rus lokantasında otururlar. İhsan ona bir başka görev verir. Nasır Paşa ile ilişki kuracaktır. Onun hatıralarını yazacaktır. Cemal, bu hatıraları yazdığında devleti sömürenler, düşmanla iş birliği yapanlar büyük darbe alacaktır.

Nasır Paşa, oldukça kibar, altmış yaşına rağmen dinç bir insandır. Nasır Paşa, Cemal'e güvenir ve kâtipliğini kabul eder. Cemal, burada pek çok kişi ile tanışır. Bu arada Kudret Bey'le karşılaşır. Cemal, Kudret Bey'den Sabiha ile ilgili birçok şey öğrenir. Evlendiği kişi Muhtar'ın oldukça zengin olduğunu söyler Kudret Bey. Sabiha ile Muhtar'ı tanıştıran kişi de Kudret Bey'dir. Fakat Muhtar, şimdi bir Rus kadını ile yaşamaktadır. Aynı gün İhsan'a gelişmelerden haber verir. Gece, Madam Elekciyan'ın pansiyonuna gider. Muhlis Bey de burada kaldığı için yabancılık çekmez. Ertesi gün, akrabası Behçet Bey'in evine gider. Cemal, yolda, İstanbul'un içten içe kaynadığına şahit olur. Herkesin savaş nedeniyle zihinleri gergindir. Her an, yeni bir haber insanları sarsmaktadır. Şehrin manzarası büsbütün değişmiştir. Savaşın yenilgi ile sonuçlanması üzerine pek çok kavim İstanbul'a doluşmuştur. Bu insanlar için İstanbul bir eğlence merkezidir. Oysa asıl halk, savaş yüzünden kan ağlamaktadır.

Cemal, her zaman Sabiha'yı aramaktadır. Ancak bir süre Sabiha'yı göremez. Fakat kocası Muhtar'la karşılaşır. Muhtar'ın ve Sabiha'nın babası Süleyman Bey'in yaşantısı son derece iğrenç gelir Cemal'e. Bu arada Cemal'le Nasır Paîjii'nın ilişkileri devam etmektedir. Fakat olay gittikçe tehlikeli bir hâl alır ve yazılanlar bazı kesimleri rahatsız eder. Cemal, Nasır Paşa'nın yanına gider. Nasır Paşanın morali çok bozuklur. Cemal'le beraber geçmişine ait tüm belge ve fotoğrafları ynkar. Bir şeylerden korkar gibidir. Ertesi gün, Köprü'de Cemal'in hiç beklemediği bir olay gerçekleşir. Sabiha'yı görür. Snbiha, Cemal'in İstanbul'a geldiğini önceden öğrenmiştir. Fakat Muhtar'dan korktuğu için gelmemiştir. Sabiha, Cemal'i bulacağına söz verir ve kaçarcasına uzaklaşır.

Bir akşam, Cemal pansiyonda iken Sabiha gelir. Korku içindedir. Muhtar'in kendisinin peşinde olduğunu söyler. Sabiha'nın içkiye alışmış olduğunu ve çok değiştiğini fark eder. Sabiha, ağlamaya başlar. Hayat onu çok yıpratmıştır. Sabiha sürekli: Ah bir karar verebilsem!' demektedir. Sabah uyandığında, Sabiha çoktan gitmiştir. Bir sabah, Cemal, kapısında bir zarf görür. Üzerinde Sabiha'nın resmi vardır. Altında 'Sahneye çıkacak ilk Türk kadını' yazılıdır. Cemal, Sabiha'nın karar veremediği şeyin bu olduğunu anlar. Bu konuyu öğrenmek için, Muhlis Bey'in yanına gider. Orada, daha kötü bir haber alır. Nasır Paşa öldürülmüştür. Şüpheli olarak da İhsan tutuklanmıştır. Roman, bu karışıklık içinde kötümser bir sonla biter. 'Sahnenin Dışı' da Anadolu gibi zor durumdadır.

Kitabın Kahramanları, Kişileri :

Sabiha: Sabiha, modernleşmekte olan Türk kadınını simgeler. Eserde kadın hakları konusundaki mücadelesiyle dikkat çeker. Tiyatro ile ilgilenmektedir. Romanın sonunda sahneye çıkan ilk Türk kadını olur.

Cemal: Eserin başkahramanıdır. Üniversite öğrencisi olan bu gencin gözüyle İstanbul'un işgal yılları anlatılmaktadır. Cemal, eserin diğer önemli kahramanı Sabiha'yı sevmektedir.

Süleyman Bey:
Sabiha'nın babasıdır. Arzu ve istekleri uğruna bütün servetini ve yakınlarını feda etmiş, Rusların İstanbul'a açtığı eğlence merkezlerine dadanmış bir kahramandır.

İhsan: Avrupa'da eğitim görmüş, kültürlü ve çevresinde etkin bir insandır. Tarih öğretmenliği yapar. Asıl etkin rolü, İstanbul'da Millî Mücadeleyi planlayanlardan olmasıdır.

Diğer Kahramanlar: Nasır Paşa, Kudret Bey, Muhlis Bey, Muhtar, Tevfik Bey.


Sahnenin Dışındakiler (Ahmet Hamdi Tanpınar) Kitap Sınavı Soruları ve Cevap Anahtarı için tıklayınız...

Beş Şehir (Ahmet Hamdi TANPINAR) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı :
Beş Şehir

Kitabın Yazarı : Ahmet Hamdi TANPINAR

Kitabın Konusu :

Ahmet Hamdi TANPINAR, bu eserin konusu için: 'Hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır.' demektedir.

Kitap Hakkında Bilgi :

Tanpınar'ın en önemli denemelerinden biri olan bu kitapta beş şehir anlatılmaktadır: Ankara, Erzurum, Konya, Bursa, İstanbul.

İlk yayın tarihi 1946 olan eser; Tanpınar'ın gözlemleri ile etkileyici üslubu birleşince edebiyatımızın en değerli eserlerinden biri doğmuştur. Türk Edebiyatında en kıymetli denemelerden biridir.

Kitaptan Seçmeler

Ankara


Belki Millî Mücadele yıllarının bıraktığı bir tesirdir, belki doğrudan doğruya çelik zırhlarını giymiş ortada dolaşan bir eski zaman silahşoruna benzeyen kalesinin bir telkinidir; Ankara, bana daima dasitani ve muharip göründü. Şurası var ki şehrin vaziyeti de buna müsaittir. Daha uzaktan gözümüze çarpan şey iki yassı tepenin arasındaki geçidiyle tabii bir istihkam manzarasıdır.

Ankara, uzun tarihinin şaşırtıcı terkipleriyle doludur. Asırlar içinde uğradığı istilalar, üst üste yangınlar ve yağmalar, şehirde geçen zamanların pek az eserini bırakmıştır. Acayip bir karışıklık içinde bu tarih daima insanın gözü önündedir. Türk kültürünün kendinden evvel gelmiş medeniyetlerden kalan şeylerle bu kadar canlı surette rast gele karıştığı, haşır neşir olduğu pek az yer vardır...

Erzurum

Hiçbir yerde memleketin Birinci Cihan Harbi'nde geçir­diği tecrübenin acılığı burada olduğu kadar vuzuhla görülemezdi. Bu, eski ressamların tasvir etmekten hoşlandığı şekilde, ölümün zaferi idi. Dört yıl, bu dağlarda kurtlara insan etinden ziyafetler çekilmiş, ölüm her yana dolu dizgin saldır­mış, seçmeden avlamıştı. Uğursuz tırpan durmadan, bir saat rakkası gibi işlemiş, rast geldiği her şeyi biçmişti. Bununla beraber, nüfusu altmış binden sekiz bine inen Erzurum Millî Mücadeleye ön ayak olmuş, Ermenistan zaferini idrak etmiş, yavaş yavaş sağ kalan hemşerilerini toplamaya başlamıştı.

***

Erzurum Türk tarihine, Türk coğrafyasına 1945 metreden bakar. Şehrin macerası düşünülürse, bu yükseklik daima göz önünde tutulması gereken bir şey olur. Malazgirt Zaferinin açtığı gedikten yeni vatana giren cedlerimizin fethettikleri büyük, merkezi şehirlerden biridir.

Tarihimizin ikinci dönüm yerinde, Millî Mücadelenin ilk temeli gene Erzurum'da atılır. Her şeye rağmen hür, müstakil yaşamak iradesi, ilkin bu kartal yuvasında kanatlanır. Atatürk, Erzurum'dan işe başlar. Tıpkı ilk fatihler gibi oradan Anadolu'nun içine doğru yürür; ordan başlayarak yurdumuzu, milletimizin tarihî hakları adına yeni baştan fethederiz.

Konya

Konya, bozkırın tam çocuğudur. Onun gibi kendini gizleyen esrarlı bir güzelliği vardır.

Bozkırın kendini gizleyen esrarlı bir güzelliği vardır. Bozkır kendine bir serap çeşnisi vermekten hoşlanır. Konya'ya hangi yoldan girerseniz girin sizi bu serap vehmi karşılar. Çok arızalı bir arazinin arasından ufka daima bir ışık oyunu, bir rüya gibi takılır. Serin gölgeleri ve çeşmeleri susuzluğumuza uzaktan gülen bu rüya, yolun her dirseğinde siline kaybola büyür, genişler ve sonunda kendinizi Selçuklu Sultanlarının şehrinde bulursunuz.

***

Mevlana şairdir. Şiiri inkâr etmesine, küçük görmesine rağmen Şark'ın en büyük şairlerinden biridir. Nasıl Garp Orta Çağı, bütün azap korkusu, içtimai düzen veya düzensizliği ile rahmaniyet iştiyakı ve adalet susuzluğu ile Dante'nin eserinde toplanırsa, Müslüman Şark'ta bütün varlık hikmeti, Hakk'la Hakk olmak ihtirası ve cezbesiyle Divan-ı Kebir'dedir.

Bursa

Bu devir, haddi zatında bir mucize, bir kahramanlık ve ruhaniyet devri olduğu için, Bursa, Türk ruhunun en halis ölçülerine kendiliğinden sahiptir, denebilir. Bu hakikati gayet iyi gören ve anlayan Evliya Çelebi, Bursa'dan bahsederken "Ruhaniyetli bir şehirdir." der.

***

İster istemez sayarsınız: Gümüşlü, Muradiye, Yeşil, Nilü­fer Hatun, Geyikli Baba, Emir Sultan, Konuralp... Bunlar hakikaten bir şehrin semt ve mahalle adları; yahut tıpkı bizim gibi muayyen bir zaman içinde yaşamış birtakım insanların anıldıkları isimler midir? Hepsinin mazi dediğimiz o uzak masal ülkesinden toplanmış hususi renkleri, çok hususi aydınlıkları ve geçmiş zamana ait bütün duygularda olduğu gibi çok hasretli lezzetleri vardır...

***

Bu kuruluş asrından sonra Bursa, sevdiği ve büyük işlerde o kadar yardım ettiği erkeği tarafından unutulmuş, boş sarayının odalarında tek başına dolaşıp içlenen, gümüş kaplı küçük el aynalarında saçlarına düşmeye başlayan aklan seyrede ede ihtiyarlayan eski masal sultanlarına benzer. İlk önce Edirne'nin kendisine ortak olmasına, sonra İstanbul'un tercih edilmesine kim bilir ne kadar üzülmüş ve nasıl için için ağlamıştır.

***

Evliya Çelebi, Bursa çeşmelerinden bahsettikten sonra sözü, "Velhasıl Bursa sudan ibarettir." diyerek bitirir. Canım Evliya!

***

Şimdi Bursa'da asıl zamanın yanı başında, bizim için ondan daha başka ve daha derin olarak mevcut olan ikinci zamanı yapan şeyin ne olduğunu öğrenmiş gibiyim. Bu ses ve onun etrafı kucaklayan, her dokunduğu şeyin özünü bir ebediyette tekrarlayan akisleri, bu mevsimlerin ve düşüncelerin ezeli aynası, zamanın üç çizgisini birden veren tılsımlı bir aynadır. Sanatın aynası da bundan başka bir şey değildir.

İstanbul

Asıl İstanbul, yani surlardan beride olan minareyle camilerin şehri, Beyoğlu, Boğaziçi, Üsküdar, Erenköy tarafları, Çekmeceler, Bentler, Adalar, bir şehrin içinde âdeta başka başka coğrafyalar gibi kendi güzellikleriyle bizde ayrı ayrı duygular uyandıran, hayalimize başka türlü yaşama şekilleri ilham eden peyzajlardır.


Her İstanbullu az çok şairdir; çünkü irade ve zekâsıyla yeni şekiller yaratmasa bile, büyüye çok benzeyen bir muhayyile oyunu içinde yaşar. Ve bu, tarihten gündelik hayata, aşktan sofraya kadar genişler.

"Teşrinler geldi, lüfer mevsimi başlayacak." Yahut "Nisandayız, Boğaz sırtlarında erguvanlar açmıştır." diye düşünmek, yaşadığımız anı efsaneleştirmeye yetişir. Eski İstanbullular bu masalın içinde ve sadece onunla yaşarlardı.

Bugün mahalle kalmadı. Yalnız şehrin şurasına burasına dağılmış, eski, fakir mahalleliler var. Birbirlerinin hatrını sormak, bir kahvelerini içmek, geçmiş zamanı beraberce anmak için zaman zaman gömüldükleri köşeden çıkan, bin türlü zahmete katlanarak semt semt dolaşan ihtiyar mahalleliler...

Bugünün mahallesi artık eskiden olduğu gibi her uzvu birbirine bağlı yaşayan topluluk değildir; sadece belediye teşkilatının bir cüzü olarak mevcuttur. Zaten mahallenin yerini yavaş yavaş alt kattaki üsttekinden habersiz, ölümüne, dirimine kayıtsız, küçük bir Babil gibi, her penceresinden ayn bir radyo merkezinin nağmesi taşan apartman aldı.

Beylerbeyi'nde, Emirgan'da, Kandilli veya İstinye'de günün her saati birbirinden ayrı şeylerdir. Beykoz, Çubuklu, ağaçlarının serin gölgesinde henüz son rüyalarını üstlerinden atmaya çalışırken Yeniköy ve Büyükdere gözlerinin ta içine batan güneşle erkenden uyanırlar. Kuzguncuk'ta sular, sahil boyunca, arasına tek tük sümbül karışmış bir menekşe tarlası gibi mahmur külçelenirken, ince bir sis tabakasının büyük zambaklar gibi kestiği İstanbul minareleri kendi hayallerinden daha beyaz bir aydınlığa benzer.

Türkçenin Sırları (Nihat Sami BANARLI) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı :
Türkçenin Sırları 

Kitabın Yazarı : Nihat Sami BANARLI

Kitabın Özeti ve Değerlendirilmesi : 

Nihat Sami BANARLI'nın Türkçe'nin Sırları adlı eseri, Türk Dilinin güzelliklerini, inceliklerini ve ahengini ele aldığı yazılardan oluşmaktadır. Her biri ayrı bir başlık halinde toplam kırk üç ayrı çalışmadan meydana gelen eserdeki yazılar birbirini tamamlar nitelikte olup Türkçe'nin estetiğine dikkat çeken bir bütünlük meydana getirmiştir.

Türk Dili üzerine uzun yıllar yaptığı araştırmalarını dilimizin ses, şekil ve mûsikisi arasındaki bağlantılarını ele alan bu eser ilk basımından zamanımıza kadar ilgiyle okunmaktadır. Aşağıda kitaba ait önemli noktaların özeti sunulmuştur.

Bir Dil Konferansı başlıklı yazıda; Nihat Sami Banarlı: Dilin millet için öneminden bahsederek zaman içinde kaynağını dışarıdan alan ideolojilerin milleti tahrip etmek için dili bozmaya yöneleceğine dair kaygılarını dile getirmektedir. Bir Türk dili sevdalısı olan Banarlı "Şu fâni dünya saadetleri içinde hiçbir şey aziz Türk çocuklarına Türk Dilini öğretmek kadar güzel hizmet değildir." diyerek dilimizi öğretmenin önemine işaret ederek bu vazifenin yalnızca Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenlere ait bir vazife olmadığına dikkat çeker, diğer öğretmenlerin ve anne babaların bu konuda sorumluluk almaları gerektiğini vurgular. Türk Dilindeki kelimelerdeki nağme güzelliğine dikkat çeken Banarlı, Türkçe'nin ideal bir şiir dil oluşundan da bahseder. Türkçe'nin bir imparatorluk dili olduğunu belirten yazarımız, "Türkçe hüküm sürdüğü toprakların neresinde güzel bir ses bulmuşsa onu kendi bünyesine almıştır." der. Öz Türkçecilik adına halkın benimsediği bu tür kelimeleri değiştirmenin yanlışlığına işaret eden yazar şöyle demektedir: "Böyle bir tarih boyunca işlene yontula güzelleşmiş halk şiirine, aile harimine, millî vicdana yerleşmiş kelimeleri sevmemiz, anlamamız ve korumamız tabiidir. Böyle kelimeler dillerde, efsanenin Nisan yağmurundan düşen damlaları sedef içinde saklayıp işledikten sonra iri ve parlak inciler haline koyması gibi zamanla ve sabırla işlenmişlerdir. Bu halis incileri birtakım encik boncukla değiştirmek en azından incideki kıymeti anlamamaktadır."Yanı sıra yazar Türk toplumundaki uzun hece kavramından bahsedip,atalarımızın eski zamanlarda iletişim zor olduğundan kısa ama uzun heceli kelimeler kullandığına;bu yüzden de günümüzdeki eski eserlerin çoğunda bu kavramın olduğundan bahsetmiştir.

İmparatorluk Dilleri başlıklı yazı,
"Her halk kendi ikliminin lisanını söyler" şeklindeki Yahya Kemal'e ait cümleyle başlamaktadır. Türkçe'yi sevmenin ve anlamının önce Türk milletini sevmek ve milletimizin tarih boyunca emek verip meydana getirdiği her millî eseri sevmek, anlamak gereği ifade edilerek bir dilin imparatorluk dili olması için sahip olması gerekli şartlar aktarılır. Yazar; Türkçe'nin de bir imparatorluk dili olduğuna işaret eder. Türkçe'nin hüküm sürdüğü imparatorluk içinde kullanılan ve halk tarafından benimsenen kelimeleri değiştirmemek gerektiğini vurgulayarak bunun yanlışlığına temas eder: "Bir dilin doğuşunda, karakterinde, ananesinde ve dehasında başka dillerden derlenmiş kelimeleri millîleştirme hayatı ve kudreti varsa artık o dili öz dil yapmaya kalkmak, dili kendi tabiatından ve dehasından uzaklaştırmaktır ki, bunu ancak cehaletin ve dalâletin elleri yapar. Hakikat şudur ki Türk milleti gibi asırlarca hatta çağlarca dünya sathında konuşmuş büyük ve fatih bir milletin dili öz dil olamaz imparatorluk dili olur." Türkçe'yi Yahya Kemal'in eserlerinde kullandığı dil olarak tanımlayan yazarımız görüşlerini şu şekilde dile getirir: "Türk dili Kendi Gök Kubbemiz kitabını meydana getiren muhteşem şiirlerin söylendiği lisandır. Bir dil Açık Deniz gibi, Sülaymaniye'de Bayram Sabahı gibi Bir Tepeden, Itrî, Vuslat ve Erenköyü'nde Bahar gibi şiirler söyleyebiliyorsa bu dil hatta dünya ölçüsünde büyük lisan demektir. Kendi Gök Kubbemiz bir semboldür. Türkçe ona benzer ve onun ayarında İstiklal Marşı gibi Çanakkale Şehitleri gibi Bülbül vb. gibi Ahmet Haşim'in Piyalesi'nde musikîleşen şiirler gibi, Orhan Seyfi'nin Peri Kızıyla Çoban Hikâyesi gibi Faruk Nafiz'in Han Duvarları gibi daha nice şiirler söylenmiştir. Bir milleti ebediyen ayakta tutabilecek kudretteki bu müstesna şiirler biliyoruz milletimizi çürütmek isteyenlerin kâbusudur."

Bir Dil Nasıl Güzelleşir başlıklı yazıda: "Dilleri dil yapanlar birtakım alaylı hatta âlim dilciler değil milletlerdir; milletlerin dile bir güzellik ve bir güzel ses vermek için yaratılmış kadın erkek ve adsız evlâtlarıdır. Bir de milletlerin dillerini seven anlayan ve ilâhî bir güzellikte kullanan büyük şairlerdir." diyen Banarlı, eserindeki bu başlık altında daha çok şairlerin Türk Dilini şiirleriyle güzelleştirdiklerinin altını çizer. Fransız şiirinden örneklerle düşüncelerini pekiştiren yazar şiirlerdeki halkın benimsediği dili kullanmanın avantajına dikkat çeker.

Bahar ve Türkçe başlıklı yazıda; Türkçe'nin yaşadığı ideolojik sıkıntılardan uzaklaşarak onu bir bahar sabahının ümit verici güzelliği içinde bir bahar güneşi kadar beyaz ve berrak bir duyguyla hatırlamak istediğini ifade ederek Türkçe'ye hizmet edenleri yâd eder. Tarihteki en büyük Türk Dili âşıklarından olan Ali Şir Nevâî'nin Türkçe'nin üstünlüğü ile ilgili tespitlerine atıflarda bulunarak Türkçe kelimelerin Nevâî zamanında birer bahar gülü olduğunu söyleyerek Nevâî'nin şu sözlerine yer verir: "Bu âlemin gül bahçelerine girdim. Gülleri feleğin güneşinden daha parlaktı. Her yanında göz görmedik el değmedik daha neler ve neler vardı. Ama bu mahzenin yılanı kan dökücü ve bu güllerin dikeni sayısızdı. Bunları görünce düşündüm ve dedim ki: Demek bizim Türk şairleri bu korkulu ve dikenli yollardan çekindikleri için Türkçe'yi bırakıp gitmişler. Ben Türkçe'nin fezasında tabiatımın atını koşturdum; hayalimin kuşunu kanatlandırdım. Vicdanım bu hazineden nihayetsiz kıymetli taşlar la'ller, inciler aldı; gönlüm bu gül bahçesinin türlü çiçeklerinden uçsuz bucaksız güzel kokular kokladı." Türkçe'nin güzellikleriyle söylenmiş her söz ve şiiri birer gül demetine benzeten Banarlı, Fuzuli'nin Leyla ve Mecnun'unu bu güllerden biri olarak vasıflandırır.

Beyaz Lisan başlıklı yazıda; Türkçe'nin Servet-i Fünûn ve Fecr-i Âtî dönemindeki seyrinden bahsedilir. Abdülhak Hamîd, Tevfik Fikret, Ömer Seyfettin, Mehmet Emin Yurdakul, Yahya Kemal, Ahmet Haşim ve Faruk Nafiz'den Türkçe'nin hakiki sanatkârları olarak bahsedilir.Ömer Seyfettin'in asıl Türkçe'yi bu lisanlardan uyanışla başlattığına dikkat çeker,ve Seyfettin'in bu lisana 'Beyaz Lisan' adını verdiği söylenir.

Altın Yumurtlayan Tavuk başlıklı yazıda; yazıya başlık olan hikâye aktarılarak "Yirminci asır Türkçe'si başlangıçta milletimize altın gibi kıymetli ve güzel kelimeler kazandıran tılsımlı bir talih kuşuydu. Günümüz dilcileri onu boğazladılar. Hikâye budur. Bugün Türkçe'mizi her bakımdan huzursuzluk ve yoksulluk içinde bırakanların kelime diye yaydıkları bu müzahrefat, onların hoyratça boğazladıkları altın yumurtlayan tavuğun kursağında bulduklarıdır. Gerçek Türkçecilik milletin zevkine ve sevgisine yedire yedire işlenen millî kelimeler ve söyleyişler anlayışıdır." denilerek konu atıfta bulunulan hikâye ile özdeşleştirilir.

Benim Dünyam başlıklı yazıda;
Türk Halk zevkinin bir kelimeyi Türkçeleştirirken ona verdiği ahenk ve sihirli söyleyişe dikkat çekilir Giyim ve kuşamlarda kullanılan elbiselerin isimlerinden bahsedilerek bunların salt bir nesne adı olmaktan çok elbisenin işlevi ile Türk zevkini çağrıştırıcı bir mânâ zenginliği taşımasının önemine temas edilerek şöyle denilir: "Son yıllarda şehir kızlarımızın giydiği kaba, iri makine dikişli, soluk renkli dar Amerikan pantolonlarının zevksizliği yanında yörük kızı Ayşe'nin hâlâ çok güzel ve çok millî bir hava ile dalgalanan zarif şalvarını ondan da yani gömlekten de cana yakın bulurdum."

Kelimelerin İzdivacı başlıklı yazıda: izdivaçta olması gereken uyumdan örneklerle söz edilerek bunun zorluğundan bahsedilir. Ancak ikiz ruhlarla bunun mümkün olduğundan bahisle Türk Dilindeki kelimelerin izdivacının böyle sihirli bir izdivaç olduğu söylenir. Türk halkının kudretli lisan zevki ile renkli ve ışıklı terkiplerin bu şekilde oluştuğunu bahsederek bunlar nur topu gibi yeni ve millî bir izdivacın evlâtları olarak vasıflandırılır: Akarsu, anadili, anayol, akağa, bindallı, bozkır, cankurtaran, çamsakızı, yanardağ, demiryolu, ateşböceği, kuş dili, ebemkuşağı, karakalem, karayel, hanımeli, yavruağzı, gülkurusu, camgöbeği, gece mavisi, su yeşili, nar kırmızısı örnekleri verilir. Kelimelerin izdivacı bazen insanların izdivacından doğan güzel yavrulara ad olur, diyen Banarlı, bu tür isimlere şunları örnek olarak verir: Gülnur, Gülşah, Gülten, Güldalı, Gülderen, Gönlügül, Ayşegül, Yazgülü.. Ayrıca bunların Türkçe'nin gelişmesinde önemli yeri olduğu anlatılır.

Güzel Evin Hikâyesi başlıklı yazıda;
Ev kelimesinin öztürkçe oluşundan bahsedilerek kelimenin Türk Dil tarihi içindeki seyrinden bahsedilmiştir.Genel olarak bu bölümde de halkın kabul ettiği dile sahip çıkma tavsiye edilir: "Bizim dil konusunda yapacağımız iş kelime fethinden hatta kelime idhalinden korkmamaktır. Şu şartla ki İngilizlerin, Fransızların bilhassa büyük Türk halkının yaptığı gibi derhal millî damgamızı vurabilelim. Onları Türkçe'nin sesiyle ve kendi estetiğimizle millîleştirelim.Çünkü ortak medeniyetler içinde milletlerin en büyük zaferi işte bunu yapmak, bunu yapabilmektir."Ayrıca Türk milletinin böyle önemli kelimeleri her şeye karşın koruduğundan bahsedilmiştir.

10 Nisan 2019 Çarşamba

Fatih Harbiye (Peyami Safa) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili ve Kişiler



Kitabın Adı : Fatih-Harbiye

Kitabın Yazarı : Peyami Safa

Fatih-Harbiye; 1931 yılında yayımlanan, kültürel çatışma olgusunu ele alan "sosyal roman” olarak değerlendirebileceğimiz Peyami Safa eseridir.

Kitabın Özeti :

Neriman'la Şinasi çocukluk arkadaşlarıdır. Tanıdıkları ilk karşıt cins birbirleridir. İlk başta ikisi de birbirlerini seviyorlardı. Okula beraber gidip geliyorlardı. Üniversite de bile beraberdiler. Neriman'ın babası Faiz Bey'dir ve Şinasi'yi de çok sevmektedir. Bazı geceler Faiz Bey'in evinde saz çalarlar ve sohbet ederlerdi. Herkese bir gün Şinasi ile Neriman'ın evleneceğini düşünüyordu.

Giderek Neriman Şinasi'den soğumaya başladı. Neriman oturduğu mevki olan Fatih'i, sevmemektedir. Çünkü Fatih, doğuyu, gelişmemişliği ve eskiyi temsil ediyordu. Oturduğu mahalle çok eskiydi ve evler de virane gibiydi. Bir gün Macit denilen yakışıklı, zengin ve kibar birisiyle tanışır. Macit Harbiye'de oturuyordu. Harbiye, gelişmişliği ve batıyı simgeliyordu. Macit ile bir kaç sefer Şinasi'den habersiz buluşurlar. Bir gün Macit Neriman'a balo davetiyesi verir ve baloya davet eder. Nerman baloya gitmeyi çok istemektedir. Ama gitmesi için babasının iznini almak zorundadır. Tam babasına söyleyecekken babası ona Şinasi ile evlenmesini teklif eder. Hemen reddetmez ve 2-3 ay mühlet ister. Ve bolaya Şinasi ile gitmesi koşuluyla da izin alır. Elbise için vitrinleri gezmeye çıktığında dayısının kızlarına uğrar. Çünkü dayısının kızları bu işlerde oldukça deneyimlilerdir. Eve gittiğinde bir kadının ağlamaktan harap olduğunu görür ve nedenini sorar. Nedeni kızının intiharıdır. Kızı Rus gitariste aşık olmuştur. İkisi de başta çok mutlulardır ve birbirlerini çok sevmektelerdir. Ancak çok sefil bir hayat sürmektedirler. Buda kıza tak etmiştir. Günün birinde zengin bir adamla tanışan kız genci terk eder ve adamla yaşamaya başlar. Artık balolara gidebilmekte ve her istediğini yapabilmektedir. Ancak gerçek mutluluğu bulamamaktadır. Tahsil görmüş bir kız olduğundan hakiki güzelliği aramaktadır. Musiki, mutalaa ve samimiyet; Rus gencinde bunları bulabiliyordu ancak zengin adamda bunları bulamamaktadır.

Sonunda, gence dönmeye karar verir ve aramaya başlar. Büyük uğraşlar sonucu bulur ama genç kabul etmez. Kız bunun verdiği üzüntü ile evine gider ve tabanca ile kendini öldürür.

Hikayeden çok etkilenen Neriman evden izin alarak ayrılır. Kendi evine gelir ve babasına artık baloya gitmek istemediğini ve Şinasi ile evlenmeyi kabul ettiğini söyler..

Romanın Yapı Unsurları:

a) Olay örgüsü: "Fatih-Harbiye" romanında Neriman'ın geleneksel yaşam tarzı ile modern yaşam tarzı arasında bocalaması çevresinde gelişenler olay örgüsünü oluşturur. Neriman'ın Şinasi ile arasının günden güne bozulması, Macit ile karşılaşması, Macit'in onu baloya davet etmesi hep bu çatışmanın etrafında birleşen olay parçalarıdır.

b) Kişiler: "Fatih-Harbiye" romanında Şinasi ve Macit, Neriman ile ilişkileri boyutunda tanıtılırlar. Şinasi, geleneksel yaşam tarzının; Macit, modern yaşam tarzının temsilcisi durumundadır.

c) Mekân: "Fatih-Harbiye" romanında, Fatih ve Harbiye (Beyoğlu) aynı zamanda birer yaşam tarzının temsilcisi durumundadır. Fatih, Doğu'ya özgü, geleneksel; Harbiye, Batı'ya özgü, modern yaşam tarzının mekânlarıdır.

ç) Zaman: "Fatih-Harbiye" romanında zaman, geçmişe yapılan geri dönüşler hariç, Neriman'ın Batıya özgü modern yaşam tarzına özenip Beyoğlu'na gitmesi ve bu çerçevede Macit ile tanışması ile başlar. Dayısının kızlarından dinlediği Rus kızının hikâyesinden sonra kendi hayatına dönüşü ile sona erer. Olayların yaşandığı zaman dilimi, yaklaşık bir aylık arayış dönemidir.

d) Anlatıcı ve Bakış Açısı: "Fatih-Harbiye", Hâkim (İlahi) Bakış Açısı ile kaleme alınmış bir romandır.

Roman İle İlgili Kavramlar :


a) Anlatıcının Tutumu:
"Fatih-Harbiye" romanında da anlatıcı, yozlaşmış bir yaşam tarzını eleştirel bir tutumla ele alır.

b) Konu: "Fatih-Harbiye" romanında konu, Neriman'ın iki farklı mekân çevresinde başından geçen olaylardır.

c) Tema: "Fatih-Harbiye" romanında tema, Neriman'ın yaşadıkları çevresinde işlenen Doğu-Batı çatışmasıdır.

ç) Çatışma: "Fatih-Harbiye" romanında iki farklı yaşam tarzı arasındaki çatışma, bir genç kızın yaşadıkları çevresinde işlenmektedir.

d) Karakter: "Fatih-Harbiye" romanında Neriman, yanlış batılılaşan, kendi değerlerinden uzaklaşan bir genç kızdır. Doğu'yu değerlendirme tarzı, olaylara bakışı ve kendi şahsına ait özellikler onu bir karakter hâline getirir.

e) Tip: "Fatih-Harbiye" romanındaki Macit, romandaki işlevi bakımından Batılı züppe tipinin ortak özelliklerini göstermektedir.

Fatih Harbiye (Peyami Safa) Kitap Sınavı Soruları ve Cevap anahtarı için tıklayınız...

Fatih Harbiye (Peyami Safa) Kitap Sınavı Soruları ve Cevap Anahtarı 2 için tıklayınız...

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...