13 Nisan 2019 Cumartesi

Sokrates'in Savunması (Platon, Eflatun) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı :
Sokrates'in Savunması

Kitabın Yazarı : Platon (Eflatun)

Kitap Hakkında Bilgi :

Yunan filozof Platon (Eflatun) tarafından yazılmıştır. Sokrates'in bir grup Atinalı bazı kişiler tarafından şehrin tanrılarına inanmayışı  ve gençlerin ahlakını bozması nedeniyle suçlanmasını anlatmaktadır. Atina demokrasisi tarafından yargılanması ve cezalandırılması konu alınmıştır. Ancak suçlayanların kim olduğu tam olarak bilinmemekte; ama suçlayanların başında Meletos'un olduğu düşünülmektedir. 

Euthyphron adlı eserin devamı niteliğindedir. Kitap, Euthyphron ve Kriton ile birlikte bir üçleme oluşturur. Euthyphron mahkeme öncesini, Sokrates'in Savunması mahkeme sürecini, Kriton mahkeme sonrasını anlatır.

Ünlü komedi yazarı Aristophanes de Sokrates'i Sofistlerle (Şüphecilerle ) aynı kabul etmiştir. Sokrates'in kötü, yalancı bir insan olduğu, her şeye karıştığı, eğriyi doğru diye gösterdiği gibi suçlamalar ortaya çıkmıştır.

Aristophenes, eserine Sokrates'in öğrencilere para karşılığında ders verdiğini, öğrencilerin aklını karıştırdığını yazmaktadır. Oysa Sokrates'in kimseye verecek bilgisi yoktur.

Kitabın Özeti :

Bir gün, Sokrates'in bir arkadaşı halka Sokrates'ten daha bilgili kimsenin olup olmadığını sormuştur. Tanrı sözcüsü Sokrates'ten daha bilgili kimse olmadığını söylemiştir. Sokrates bu olanlardan sonra bilgili bir insan olmadığı hâlde Tanrı'nın neden böyle söylediğini düşünüp durmuştur. Sürekli kendinden daha bilgili birisini arar. Sonunda görür ki hiç kimse bilgili değildir. Yalnız kendisinin ayrıcalığı, bilgili olmadığını bilmesidir.

Sokrates daha bilgiliyi arama sürecinde çok düşman kazanmıştır. Çünkü pek çok kişinin gerçekte bilgisiz olduklarını ortaya çıkarmıştır. Önce sokratesin savunması adamlarının bilgisizliğini ortaya çıkarmıştır. Sonra şairlere gitmiş, onların şiirlerini yalnız içgüdü ile yazdıklarını göstermiştir. Sanat sahiplerinin de aynı kusuru taşıdıklarını, bilmedikleri şeylerden dem vurduklarını ispatlamıştır. Sokrates aslında asıl bilgiye sahip olanın Tanrı olduğunu düşünmektedir. Bu süreçte, Sokrates kafasını meşgul eden soruların cevabını ararken çevresinde olan bitenlerin farkına varmamıştır. Etrafındaki pek çok kişi, onun gençleri doğru yoldan ayırdığını, tanrıların yerine yeni tanrılar koyduğunu söylemektedir. Bu söylentiler onu mahkemeye sürükler. Sokrates, mahkûm olursa suçlandığı gibi tanrıtanımaz olduğu için değil üzerine kin çektiği içindir. Bu gelişmeler karşısında, Sokrates çok soğukkanlıdır. Ölmek veya mahkûm olmak onun umrunda değildir, o sadece doğruların peşindedir. Tehlike karşısında yılmamak, korkmamak onun prensibidir. Ona göre insanların en çok korktuğu şey olan ölüm aslında kaçınılacak bir şey değildir. O sadece kötülük yapmaktan korkar.

Sokrates, ideallerinden dönmemekte kararlıdır. O, asla Tanrı dışında kimseye boyun eğmez. Hakkında atılan iftiralar hep asılsızdır. Sokrates'in sürekli öğrencileri olmadığı gibi malı mülkü de yoktur. O dünya hayatına önem vermeyen bilge birisidir. Yargıçları yumuşatmak amacıyla asla mahkemeye ailesini ve çocuklarını getirmez. Karan, tamamıyla yargıçların iradeleri elinde olan Tanrı'ya bırakır.

Sokrates, mahkemece suçlu görülür. O bunu beklemektedir ve hemen hiç tepki göstermez. O, herkesten farklı bir kişidir. İnsanların geneli gibi makama, mevkiye, dünya hayatına hiç önem vermemiştir ki şimdi üzülsün, insanlara, hep ahlakı, erdemi öğütlemiştir. Böyle bir insana ancak sokratesin savunmasıin hesabına çalıştığı için ödül verilmelidir. Mahkeme, para cezası vermez; çünkü parası yoktur. Sürgün etmez; çünkü sürgüne gittiği yerlerde yine halkı yönlendirecektir. Sonunda ölüm cezası verilir. 0, ölüm cezasına rağmen başkaları gibi ağlayıp sızlamamıştır. Yaptığı hiçbir şeyden dolayı pişmanlık duymaz. Platon'a göre Sokrates'in öldürülmesi İçin oy kullananlar çok acı çekecektir. Kurtulması için oy kullananlar ise gerçek birer yargıçtır.

Sokrates'e göre ölüm bir ceza değildir. Sadece bir yolculuktur. Ayrıca öteki dünyada soru sormak yüzünden mahkûm edilme tehlikesi de yoktur. Sokrates, Atinalılardan son bir şey diler: Çocukları erdemden, doğruluktan ayrılırsa kendisinin Atinalılara gösterdiği gibi onlara yol göstersinler. Çocukları kendilerine fazla değer verir ve bu dünyada bir hiç olduklarını unuturlarsa onları azarlamalarını ister Atinalılardan.

Sokrates, idam esnasında ölüme giderken yargıçlar da hayata giderler. Ancak Platon'a göre, bunların hangisinin daha güzel ve doğru olduğunu ancak Tanrı bilir.

Kelile ve Dimne (Beydaba) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı :
Kelile ve Dimne

Kitabın Adı : 
Beydaba

Kitap Hakkında Bilgi :

Kelile ve Dinme M.Ö. 1 yüzyıl civarında yaşadığı düşünülen Beydeba tarafından kaleme alınmış fabl tarzında hikâyeler barındıran bir hikâye kitabıdır.

Beydeba'nın yaşadığı zaman hakkında birçok ihtilaf bulunmakta ise de kitabın Depşelem isimli bir Hint hükümdarı zamanında yazıldığı düşünülmektedir. Zira eserin hükümdara sunulduğu ve hükümdara bir tür nasihat niteliğinde olduğu öne sürülmüştür.

Fabl türünün ilk ve en önemli örneklerinden olan Kelile ve Dimne'deki hikâyeler siyasetten erdeme kadar birçok farklı konuyu ele almıştır.

Eser, adını ilk bölümündeki bir hikâyenin kahramanı olan iki çakaldan almıştır; "doğrunun ve dürüstlüğün" simgesi "Kelile" ile "yanlışın ve yalanın" simgesi "Dimne".

Sanskritçe yazılmış olan eser ilk önce Pehlevice'ye, sonra Pehlevice'den Arapça'ya ve daha sonraları Arapça'dan Farsça'ya çevrilmiştir. Batı dillerine olan tercümeleri bu son Farsça çeviriden yapılmıştır. Edebi otoritelerce, Ezop ve La Fontaine fabllarının, Kelile ve Dimne`den ilham alınarak yazıldığı öne sürülür.

Hükümdarlar için hazırlanmış olan ahlakla ilgili bir Hint masal kitabıdır. Kelile ve Dimne ismi masalın iki baş kahramanı, yani iki çakal olan Kalilag ve Damnag'dan adını almıştır. Bu masal kitabı öncelikle Sanskritçe'den Pehleviceye ve Pehleviceden Arapçaya tercüme edilmiştir. Ardından Batı dillerine de çevrilen eser, hem Doğuda hem Batıda büyük bir rağbet görmüştür.

Hikâyeler Bin bir Gece Masalları'nda olduğu gibi iç içe girmiş çerçeve hikayelerden oluşur. Pança-Tantra beş bölümle bir girişten müteşekkildir. Her bölümde bir çerçeve hikaye, onun içinde de hikâyecikler, manzum hikmetler vardır. Hikâyenin yazılış gayesi, Mehapur hükümdarının tembel üç şehzadesini adam etmektir.

Kelile ve Dimne bölümleri:

I. Bölüm: Dostluğun bozuluşu. Kahramanlar: Kral Aslan, müşaviri boğa ve nedimleri iki çakal. Doğu dillerine çevrilirken esere bu çakalların adı verilmiş: "Kelile ve Dimne"
II. Bölüm: Nasıl dost kazanılacağı hakkında
III. Bölüm: Savaş ve barış
IV. Bölüm: Kazandıklarımızın kaybı
V. Bölüm: Tedbirsizlik hakkında

Kelile ve Dimne'den Hikâye Örnekleri :

Vaktin birinde Hindistan ülkesinde Debşelem Şah adında bir hükümdar yaşardı. Halkı ve ülkesi için çalışmayı çok severdi. Gecesini gündüzüne katardı. Bu yüzden ülkesi geliştikçe gelişmişti. Halkı da oldukça mutluydu. Debleşem'in ilginç bir özelliği vardı. Çok çalışmanın yanı sıra eğlenceden de çok hoşlanırdı.

Günlerden bir gün, bir eğlence kurdurdu. Yediler, içtiler. Sofrada kuş sütü bile vardı. Çalgıcılar türlü şarkılar çaldılar, söylediler. Padişah eğlence bittikten sonra bazı bilgin ve düşünürleri huzuruna çağırttı. Onlarla söyleşmek istedi.

Konu cömertliğin yararlarıydı. Bilginler ve düşünürler eli açık olmak gerektiğini savundular. Bu konuda çok ileri gittiler. O denli övdüler ki cömerdi, padişah Debşelem heyecanlandı, bütün hazinelerinin kapısını açtırdı. Ne varsa hazinesinde halka dağıttı. Yoksullar zengin oldu. Zenginler daha da zenginleştiler. Ülkede bir tek yoksul kalmadı.

Padişah Debşelem o gece bir rüya gördü. Düşünde nur yüzlü bir ihtiyar Debşelem'e şöyle diyordu:

- Ey yüce padişah, hazineni Allah yolunda halka dağıttın. Bundan Allah çok hoşnut kaldı. Ve seni ödüllendirecek. Sabah kalkar kalkmaz atına bin. Doğuya doğru git. Orada seni bir hazine bekliyor. Dünyanın bütün hazinelerinden daha büyük bir armağandır bu sana.

Debşelem Şah sabah uyanır uyanmaz yola düştü. Doğuya doğru yol almaya başladı. Günlerce at sürdü. Sonunda yüce bir dağa kavuştu. Dağın eteğinde karanlık mı karanlık bir mağara gördü. Önünde güleç yüzlü, ak sakallı bir ihtiyar oturuyordu. Debşelem, ihtiyarın yanına gitti. Hâlini hatırını sordu. Gönlünü sevindirdi. İhtiyar da padişaha derin, anlamlı sözler söyledi. Tatlı bir söyleşi başladı aralarında. Debşelem Şah, hazineyi unutmuştu. Ayrılmak üzereyken yaşlı bilge, padişaha seslendi:

- Padişahım bu mağaranın çevresinde eşsiz bir hazine gizli. Benim dünya malında gözüm yok. Adamlarınıza emredin, hazineyi buldurun. Debşelem, ihtiyar bilgenin bu sözleri üzerine rüyasını anlattı. İhtiyar bilgenin sözünü ettiği hazine, Debşelem'e düşünde vadedilen hazineydi. Derhâl adamlarına haber gönderdi. Geldiler, aramaya başladılar gömüyü. Dört bir yandan kazıya başlandı. Günlerce sürdü kazı. Sonuçta altın, gümüş ve türlü mücevherlerden oluşan eşsiz bir hazine ortaya çıkarıldı.

En çok mücevher, mahzendeydi. Mahzende ayrıca değerli taşlarla süslü bir sandık da bulunmuştu. Sandığın çelikten bir kilidi vardı. Usta bir çilingir getirildi. Sandık açıldı. Mahfaza içinde bir hokka çıktı. Hokkayı padişah Debşelem'e verdiler. Padişah hokkayı açtı. içinden beyaz renkte ipek bir levha çıktı. Levhada İbranice yazılar vardı. Padişah, İbranice bilmiyordu. Yazıda neler olduğunu ancak bir çevirmen bulunduktan sonra anlayabildiler. Tercüman levhadaki yazının anlamını şöyle özetledi:

"Ben, hükümdar Hoşing Cihandar'ım. Bu hazineyi Hindistanlı büyük hükümdar Debşelem Ray için gömdürdüm. Ona hazineye sahip olacağı düşünde bildirilecek. Hazineyle birlikte ona bir de vasiyet bırakıyorum. Bu öğütleri dikkatle okusun. Mücevherlere kalbini bağlamasın. Dünyada her şey gelip geçicidir. Üzerinde fena damgası olan hiçbir şeye bağlanmamak gerekir. Bir gün insanı bırakır gider. O bizi bırakmadan biz kalbimizden onu söküp atmalıyız. Bu vasiyetteki gerçeklere bağlanananlar dünya durdukça saygıyla anılırlar."

. Vasiyetname on dört bölümden oluşuyordu. Debşelem ve çevresindekiler çevirmenin okuduklarını ilgiyle dinliyorlardı. Tercüman okumayı sürdürdü. Padişah Debşelem ilgiyle dinliyordu. Vasiyet, dinleyenleri çok etkilemişti. Yazıyı çeviren adam, bu öğütlerin bir eki olduğunu söyledi. Onu da dilimize çevir, dediler. Tercüman vasiyetin ekini de okudu:

- Bu öğütleri daha iyi anlatmak için on dört tane öykü vardı. Eğer hükümdar Debşelem onları da öğrenmek istiyorsa, Serendip Dağı'na gitmelidir. Debşelem Şah: Çok ilginç, dedi. Derin bir düşünceye daldı. Öğütler kendisini çok etkilemişti. Mağaradan çıkan hazinenin hepsini halka dağıttı. Kendisine hiçbir şey kalmamıştı. Serendip Dağı'nı düşünüyordu. Levhada yazılanların ne anlama geldiğini tam olarak kavramayı çok istiyordu. O hikâyeler. Onları mutlaka öğrenmeliydi. Yola çıkmak istediğini açıkladı. Bu konuda vezirlerinin düşüncelerini öğrenmek istedi. Onları çağırttı. Düşüncelerini sordu. Vezirler, bu konuda karar verebilmek için bir gün süre istediler. Padişah izin verdi.

Ertesi gün vezirler tekrar huzura geldiler. Başvezir söz aldı. Padişahım, dedi, vasiyetteki öğütleri daha iyi anlamak güzel bir şey, bunun için de Serendip Dağı'na yolculuk yapmanız gerekecek. Çileli bir yolculuk olacak bu. Doğrusu gönlümüz razı değil.
Vezir konuşurken padişahın zihninde hep Serendip Dağı vardı. O öyküleri öğrenmek istiyordu. Başvezir ilginç bir öneride bulundu:

- Eğer uygun görürseniz, İki Güvercin hikâyesini size anlatayım. Konuyla ilgisi olduğunu sanıyorum.

Padişah, vezire öyküyü anlatması için izin verdi. Başvezir İki Güvercin hikâyesini anlatmaya başladı.

Ayı İle Dost Olan Bahçıvan

Zamanın evvelinde, mekânın bir yerinde yalnız mı yalnız, mutsuz mu mutsuz bir bahçıvan yaşarmış. Hayatta kimi kimsesi yokmuş adamcağızın. Bütün ömrünü, bağı bahçesi için harcamış gitmiş. Günün birinde yalnızlık tak etmiş canına. Gitmiş sabah erkenden bahçesine. İki elinin arasına almış başını, düşmüş yalnızlıktan kurtulma tasasına.

"Şimdiye dek bütün gücümü, enerjimi bu bahçeye harcadım. Çeşit çeşit meyveler, çiçekler yetiştirdim. Yalancı bir cennet yaptım bağımı. Fakat ne oldu sonunda? Mutsuzluğuma çare oldu mu bu güllük gülistanlık bahçe?" diyerek tasalı tasalı düşünmüş.

"Olmaz!" demiş içinden bir ses, "Yalnızlık çekilmez, cennette bile!" bahçıvanı almış bir tasa. Mutlaka bu yalnızlıktan kurtulacak. Kötü dahi olsa beraberlikle bölecek yalnızlığını. Ne yapmalı, ne etmeli, bilmem ki nereye gitmeli, diye düşünürken bakışları, karşıda yükselen yüce dağa çevrilmiş ansızın. Nasıl olduğunu bilmeden, kendisini dağa doğru giderken bulmuş. "Nasıl olsa sonuçta beni yalnızlıktan kurtaracak bir eş bulurum." ümidiyle yola koyulmuş. Bir de dönüp bakmış ki arkasına bağı bahçesi görünmüyor. Dağın eteklerine vardığında bahçıvan, içindeki yalnızlık daha da artmış.

Bir süre ara vermiş yolculuğuna, yanında getirdiği azık torbasını çözüp sofrasını yapmış, karnını doyurmaya koyulmuş. Derken, çok geçmemiş aradan, sevimli bir ayı görünmüş ağaçların arasından. Tıpış tıpış gelip adamın sofrasına kurulmuş. Bahçıvanın dili tutulmuş. Ne diyeceğini şaşırmış. Ayı ile birlikte paylaşmış azığını. Bir müddet sessizce oturmuşlar. Bahçıvan kalkıp gidecek olmuş. Ayı, konuşmuş:

- Nereden geliyor, nereye gidiyorsun?
Şaşırmış adam "Ayı konuşur mu?" diye zihninden geçen düşünceyi bir tarafa itip:
- Uzaktan geliyorum, dağa gidiyorum, demiş.
- Ne yapacaksın dağda?
"Allah Allah, sorgu meleği sanki!" diye düşünmüş adam, ayı için:
- Yıllardır yalnız yaşadım. Artık canıma tak etti. Bir arkadaş bulmaya gidiyorum, demiş.
Ayının yarasına parmak basmış sanki, hop oturmuş hop kalkmış hayvancağız. Bahçıvan bakmış, ayının gözünden yaşlar süzülüyor.
- Yahu niye ağlıyorsun, diye sormuş.
- Benim de, demiş ayı, derdim aynı. Ben de yalnızım, ovada bir arkadaş bulurum ümidiyle ben de dağdan geliyordum. Adam düşünceye dalmış bir zaman, sonra aklına ilginç bir fikir gelmiş:
-Ne dersin, bizi kader buluşturdu galiba, gel arkadaş olalım. Ayı da sevinçle kabul etmiş bu öneriyi. Ve birlikte dönmüşler bahçıvanın çiftliğine. Günler yel gibi akıp giderken. Bahçıvanın mutluluğu bir ölçüde de olsa yerine gelmişken. Hiç olmaz bir şey olmuş. Bahçıvan uyuduğu zaman, ayı, üzerine konan sinekleri kovalarmış. Yine bir gün bu işi yaparken bakmış ki sinekler bir türlü kaçmıyor. Yerden kaptığı bir kayayı, bahçıvanın sinek üşüşen alnına indirivermiş.
Ayı ne yaptığını bilir mi? Adamcağız böylece göçüp gitmiş öteki dünyaya. Kehle, bu hikâye ile arkadaşına hainlerle kurulacak dostlukların sonunda zararlı olacağını anlatmak istemişti. Kurnaz çakal Dimne, bunu anlamıştı.
-Yani dedi Kelile'ye sen de çok safsın. Ben, efendime kötülük etmek ister miyim hiç?
- Bak Dimne, dedi Kelile; beni kandıramazsın. Alnımda enayi yazıyor mu bir bak bakalım. Aldanıyor görünebilirim, fakat asla kolay kolay oyuna gelmem. Tıpkı akıllı tacir gibi.
- Akıllı tacir mi, o da kim, diye sordu Dimne.
Kelile, anlaşılan yeni bir masal daha anlatacaktı arkadaşına.
- Dinle, dedi Kelile, iyi dinle, sana kurnaz bir tacirin öyküsünü anlatacağım.
Sabırlı Yılan
Vaktiyle bir yılan yaşlanmış, kurbağa avlayamaz olmuştu. Öteden beri kurbağa dışında bir şey yemeyen hayvan, açlıktan neredeyse ölecek bir duruma gelmişti. Kurbağa eti ve kurbağa kanı. Bundan başka hiçbir şey yılanın iştahını çekmiyordu. Günlerce düşündü taşındı. Bir çare bulmak için açlığına, bin bir türlü plan kurdu aklınca. Sonunda kurnaz kurnaz gülümsedi. Aklına ilginç bir fikir gelmişti. "En çıkar yol bu." diye düşündü. Kalkıp kurbağalar padişahının huzuruna vardı. Önce yılanı görünce ürktü padişah.
- Korkmayınız efendim, dedi yılan, benden size zarar gelmez. Kurbağaların hükümdarı şaşırdı.
Nasıl olurdu, ezeli düşmanıydı yılan onların.
- Ben, dedi, artık yaşlandım, geri kalan ömrümü size hizmet ederek geçirmek istiyorum.
Herkes şaşkınlık içindeydi.

Yılan:
- Hayret ettiniz farkındayım. Fakat size öykümü anlatınca bana hak vereceksiniz.
Günün birinde bir kurbağanın peşine düşmüştüm. Amansız bir şekilde izlerken, kaybettim onu. Dervişin evine girmişti. Ben de arkasından içeri daldım. Ağzıma yumuşak bir şey dokundu. Hemen ısırdım meğer dervişin küçük çocuğunun ayağı olmasın mı! Adam beni farketti. Kaçmaya çalışırken etkili bir tılsım yaparak yakaladı. "Sana." dedi "Aklını başına getirecek bir ceza vereceğim. Bundan böyle, kurbağalara binek olarak hizmet edeceksin. Eğer kaytarırsan, tekrar sihir yaparak yakalar, bu kez öldürürüm seni." Ben de bunun üzerine derhâl buraya geldim. Artık emrinizdeyim. Nereye isterseniz oraya taşırım sizi.

Yılanın bu kurnaz öyküsüne kurbağalar kandı. Zavallı padişah, bundan böyle nereye giderse yılanla gider oldu. Bir anda çabucak gezmeleri çok sevindirmişti onları. Yılan bir şey yemiyordu bu sırada. İyice zayıflamıştı. Padişah:
-Yahu açlıktan ölecek bir duruma geldin. Niçin bir şey yemiyorsun, diye sordu.
Yılan kendisini açındırarak:
-Efendimiz, dedi, kurbağadan başka bir şey yiyemem ben. Dervişe, sizin hizmetinizde olacağıma dair söz verdim. Bu durumda kurbağa da avlayamıyorum. Yapacağım bir şey yok.
Kurbağaların padişahı yılana acıdı:
- Ölmek üzerek olan kurbağaları sana vereceğim, dedi. Ve o günden sonra sadece ölmek üzere olanları değil, sağlıklı kurbağalardan da birer ikişer armağan etmeye başladı yılana.

Sokakta (Bahaettin ÖZKİŞİ) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili ve Kişiler


Kitabın Adı : Sokakta

Kitabın Yazarı : Bahattin Özkişi

Kitabın Hakkında Bilgi :

Bahattin Özkişi'nin 1975 yılında yayınlanmış romandır. Konusunu son yüz elli yılın toplumsal yaşamından almıştır. Bir sokak çerçevesinde insanlardaki değişim ve aldatılmış insanlığın dramı ele alınmıştır.

Eser, 1975 yılında Peyami Safa Roman Yarışması'nda Başarı Ödülü almıştır.

Sokakta romanında, manevi değerleri hiçe sayan materyalizmin ülkeyi istilası anlatılmaktadır. Cin ve şeytanlar gibi fantastik öğelerin bulunduğu romanda millî değerler ve inançların yok oluşu mühim bir yer tutar.

Kitabın Özeti :

Şehrin geleneklere en bağlı ve sessiz mahallelerinden birinde yaşlı bir kadın öldürülmüştür. Ölünün yaşlı vücudu yirmi yerinden yaralanmıştır. Polis tarafından katil olarak görülen, ölen yaşlı kadının küçük oğlu ise katilin "ONLAR" olduğunu söylemektedir. Bu sırada olayla ilgilenmesi için bir komiser tayin edilir.

Komiser, bu mahallede yetişmiş, bir süredir Uzakta olan ve katil zanlısı olarak görülen adamın çocukluk arkadaşıdır. Arkadaşının kendi annesini öldürmediğinden emindir. Bu mahallede böyle bir cinayetin olduğuna da inanamamaktadır. Soruşturmayı başlatır. Önce suçlu olarak görülen arkadaşı ile görüşür. Oldukça esrarengiz biri olan bu arkadaşı, ısrarla işin bir insan tarafından yapılmadığını, cinayeti "ONLAR"in işlediğini söylemektedir. Dürüst, hiçbir kötülüğün değiştiremediği bu adamın katil olamayacağından emindir komiser.

Komiser, arkadaşını temize çıkarmak ve suçluyu bulmak için eski sokağına ve cinayet yerine gider. Niyeti herkesle konuşmaktır. Sokakta pek çok şey değişmiştir. Eskiden çok güzel bir kadın olan ninenin evine gider önce. Kızı Gülüm, onun çocukluk aşkıdır. Onun veremden öldüğünü öğrenir. Geçmişini özlemle hatırlar komiser. Sonra hemen yanındaki cinayet işlenen eve gider. Yanma bir doktor da tayin edilmiştir. Etrafı araştırırlar. Doktor, cesetteki yaraların insan eli tarafından açıldığına inanamamaktadır. Odada müthiş bir fakirlik ve sessizlik vardır. Kulakları önce bir vınlama ile dolar. İncecik ve metalsi bir ses, "Onu biz öldürdük." der. Metalsi ses, kendilerinin Allah'a secde etmediği için onunla bir savaşa giren cin ve şeytan grubu olduğunu söyler.

Katil olduğu sanılan komiserin çocukluk arkadaşı akıl hastanesine yatırılmıştır. Komiser, onu ziyarete gider. Arkadaşı, sokağı çok özlemiştir. Komisere, onlar'la bir savaş içinde olduğunu söyler. Sokakta değişim başladığından beri savaşı tek başına göğüslediğini anlatır. Ateşten yaratılmış ve insanlardan önce dünyanın hâkimi olan kibirli yaratıklar, şeytanlarla savaşmaktadır. Arkadaşı, Batı medeniyetinin onların maşası olduğuna inanmaktadır. İnsanlığı, bu medeniyet para ve madde ile yoldan çıkarmaktadır. Doktoru da ona geçmişini anlattırarak onu iyileştirebileceğini düşünmektedir. Oysa arkadaşı hepsinden hikmet sahibidir.

Sonraki günler, komiser cinayet aletini aramakla meşgul olur. Mahallede yaşlı kadının evine gider önce. 0, asla cinayeti arkadaşının işlemediğini söylemektedir. O da yaşlı kadını ONLAR'ın öldürdüğüne inanmaktadır. Arkadaşı, komisere içini döker. Komiser, bilgi almak için bu sefer konağın sahibi Küçük Bey'e gider. Küçük Bey, tam bir materyalisttir ve sokaktaki değişimi kabullenmeyen tek kişi olduğu için katil zanlısını hiç sevmemektedir. Küçük Bey, komisere katil zanlısının suçlu olmadığını itiraf eder. Çünkü onu, cinayetin işlendiği saatlerde türbede ibadet ederken görmüştür. Bir dilekçe imzalar ve komiserin arkadaşı temize çıkar.

Komiser, arkadaşı temize çıktığı için mutludur; fakat şimdi asıl katili bulmak zorundadır. Mahalle bakkalını sorgular önce. Ondan ölen kadının, canı gibi sakladığı bir şey olduğunu öğrenir. Bunun bir ipucu olduğunu düşünür. Morgda cesedi inceler ve o koynunda sakladığı şeyin yerinde olmadığını görür. Demek ki biri onu almak için cinayeti işlemiştir. Bundan haberdar olabilecek tek kişi kadının büyük oğlu olabilir. Yanına bir yardımcı alarak onun evine gider. Katilin onun olduğunu söyleyince adam, yanındaki yardımcısıyla birlikte komiseri vurur. Yanındaki adam ölür. Komiser ancak kırk beş gün sonra gözlerini açar. Komiser, iyileştikten sonra hastanede çocukluk arkadaşını ziyarete gider. Doktordan arkadaşının, vurulmasını önceden hissettiğini öğrenir. Bunun ve benzer şeylerin cinler vasıtasıyla kolaylıkla öğrenilebileceğini anlatır arkadaşı. Arkadaşı, cin ve şeytanların işi olan bu cinayetin aydınlanması için hastaneden ayrılır. Komiser, arkadaşı ve doktor iş birliği ile savaşı kazanmaya azmederler. Birlikte kaldıkları bu günlerde arkadaşı huşu içinde gece ve gündüz namaz kılmakta ve Allah'a yakarmaktadır.

Komiser, araştırma için Küçük Bey'in evine gider. Küçük Bey, dadısının tuhaf ölümünden bahseder. Bu ölüm ile son ölen yaşlı kadının ölümü arasında bir bağlantı vardır. Dadı, ona verilen ifrit kılı yüzünden ölmüştür. Bu kılı ona kral olan büyücü babası vermiştir. Büyülü kıl, onun istediğini yerine getirmesini sağlamaya yarar. Bu olayı Küçük Bey'e anlattığı günün sabahında odasında ölü bulunur. Biri, büyülü ifrit kılını alıp onu öldürmüştür. Komisere göre iki cinayet arasında bir bağlantı vardır.

Savaş başlamıştır. Komiser, sonuca iyice yaklaşmaktadır. İşin içinde cinlerin olduğu anlaşılmıştır. Aynı gün, Küçük Bey de evinde ölü bulunur. Daha sonraki günler, Küçük Bey'in odasını araştırır. Evde şeytana tapma ayininin düzenlendiği gizli bir yer bulur. Bir mabud vardır! Heykelin gözleri ışıl ışıl yanmakta ve çok korkunç bir ses çıkarmaktadır. Annesini öldüren oğlan ve bir kadın bu şeytanın köleleridir. Doktor ve komiser saklandıkları yerden, büyük oğul ile yanındaki kadının şeytana tapma ayinini ve şeytanın onlardan istediği kötülükleri seyrederler. Polisler, onları tutuklarlar. Şeytanın dostluğu yine insanı darağacına götürmüştür.

Komiseri tanıyan bir genç ondan bu hikâyeyi dinler. Esrarengiz ve gizemleri çözülmeyen bu hikâyeyi öğrenmek için yaşayanları araştırmaya başlar. Komiser, ona her şeyi anlatmaz ve ısrarla bir noktadan sonra konuşmaz. Komiserin çocukluk arkadaşı ise ölmüştür. Cinayeti işleyen ağabeyi de hapiste öldürülmüştür. Genç, artık bu hikâyenin bir sonu olmadığına inanmıştır.

Kitabın Kahramanları, Kişileri :

Onlar: 
Kötülüğü simgeleyen ve eserde sokaktan başlayarak bütün dünyanın aldığı korkunç durumun nedeni olarak gösterilen, ateşten yaratılmış cin ve şeytan mahlukatı.

Komiser:
 Romanda, sözü geçen mahallede yetişmiş, eğitim için bir süre buradan ayrılmış, devleti temsil eden bir kişi. Daha sonra ahlaki ve millî değerlere, geçmişindeki bağlara inanır.

Çocukluk arkadaşı:
 Romanda ismi verilmeyen, önce katil olarak görülen bu kişi sokağın değişmeyen yüzünü temsil eder. Sokaktan hiç ayrılmamış, değerlerinden asla taviz vermemiş, gerçeği görebilen, inançlı, insani değerleri bozulmamış, Batı medeniyetinin kötülük getirdiğini düşünen bir kişidir. Etrafındakilerce deli olarak görülür.

Küçük Bey: Sokaktaki konağın beyidir. Mürebbiyelerin elinde büyümüş, inanmayan, dinî değerleri olmayan, materyalist biridir. Mahalledeki türbeye ve komiserin çocukluk arkadaşına hiç katlanamaz. Onu düşman gibi görür. Romanda şeytan ve cinlerin elindeki maşalardan biri olarak anlatılır.

Katil: Komiserin çocukluk arkadaşının ağabeysidir. Kötülüğün simgesi ve şeytanların kölesidir. Kendi annesini şeytana kurban etme gerekçesiyle öldürür.

Sokakta (Bahaettin ÖZKİŞİ) Kitap Sınavı Soruları ve Cevap Anahtarı için tıklayınız...

Boğaziçi Şıngır Mıngır (Salah Birsel) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Boğaziçi Şıngır Mıngır

Kitabın Yazarı : Salah Birsel

Kitap Hakkında Bilgi :
Kitap boğazda yaşanan tarihi olayları ve tarihi eserleri konu edinmiştir. Bilgilendirmeye yönelik bir eserdir. Turistlere rehber niteliği taşır. İstanbul'un benzeri olmayan bir şehir olduğunu anlıyoruz. Kitapta İstanbul'un Tarihi eserleri hakkında hiçbir yerde rastlanamayacak önemli bilgilere rastlanmaktadır.

Eserden Bazı Bölümler:


Göksu Şemsiyeleri

Yeniden 1900 yılındayız. Ağustos ve cuma. Başka bir gün gelseydik bu kalabalığı bulamazdık. Dere boyu sandallarla hınca hınç. Çayırlar adam almıyor. Üsküdar'dan, Karaköy'den, Haliç ve Boğaz iskelelerinden uçup gelenler bir seccadelik yer kapmak için birbirini çiğniyor. Paşa ve vezir hanımları için böyle bir zorunluluk yok. Onlar Arap halayıklarının yardımıyla kendileri için düzenlenen köşeye yürümek inceliğinde bulunsalar yetişir. Derenin yukarısında 'Tahtırevan' denilen kafesli bir set de vardır. Kimi zengin karıları da burada konak tutar. Bunlar biraz da sazende ve hanendeleri dinlemek için buraya gelirler. Çünkü okuyucu ve çalgıcıların hünerlerini sergiledikleri yer bu dolaydadır. Ne ki, derenin solundaki Baruthane çayırı da bağrında birçok hanende ve sazende banndırmıştır. 1890 eylülünde Sabah gazetesindeki bir ilan burada incesaz bulunduğunu ve ünlü okuyucu Musevi kızı Sare Hanım'in 'teganni' ettiğini yazar.

Kimi kadınlar da sandallarından dışarı çıkmaz, akşamı orada bulmayı yeğlerler. Dere boyundaki gölgeliği Küçüksu çayırında bulmaya pek olanak yoktur. Bu yüzden herkes dere içini yeğler. Halk, ağaçlar altında serdiği seccadelerin ya da hasırların üstünde oturur. Yatar, kalkar, yemeğini yer, suyunu içer, namazını kılar, yine yatar, yine kalkar. Erkekler dere boyunca volta atmaktan da geri kalmazlar. Kadınların da çayır boyunda gezindikleri olur ama bir iki gidiş gelişten fazlasına çıkmazlar. Göksu'ya doğrudan doğruya arabalarla gelen hanımlar da vardır. Bunlar talika, koçu arabası ya da kupalara binerler.

İshak Kuşu Garip Garip Öter


İshakağa Çeşrnesi'ne "On Çeşmeler" adı da verilir. Kimileri ise "İshakağa Çeşmeleri" demeyi yeğler. İshakağa'nın Beykoz'da başka çeşmeleri de vardır. Bunlardan biri de Beykoz çayırının ortasındadır. Büyük Çeşme'den 4 yıl sonra yapılmıştır. Doğu ve batı yüzlerinde birer musluk yer almıştır. Bunun suyu da gürül gürül akar. Gümrükçü'nün kondurduğu üçüncü çeşme de Yalıköy'dedir ki "Yalıköy Çeşmesi" diye ünlenmiştir. 

Tophane kâtiplerinden halk ozanı Aşık Razı bu çeşmeleri gördükten sonra şöyle demiştir: Öter İshak kuşu bak garip garip

Şimdi hazır ola geçelim. Tokat Kasrı'na doğru adımlarımızı sayacağız ki topu bin adımı geçmez. Yolumuz hep aynı düzlüğü sürdüren ve iki yakasında tepeler bulunan bir koyaktan geçmektedir. Tepeler ağaçlarla pıtrak. İsterseniz, bir ormanın içinden geçtiğini düşünebilirsiniz. Ama yanılmaca yok. 1673 yılındayız. Aylardan da temmuz.
Tokat Kasrı, koyağın bitiminde, kendisini sürekli gölgeler içinde tutan ağaçların ortasındadır. Burada Hindistan'dan getirilmiş bir kestane ağacı göklere sala verir ki gövdesini üç adam güçlükle sarar. Ağaç baştan başa daldır. En üstteki dalların görünmesine de olanak yoktur.

Kasrı, Fatih Sultan Mehmet yaptırtmıştır. Sadrazam Mahmut Paşa, Anadolu'daki Tokat Kalesi'ni ele geçirdiği gün Fatih buradaki koruda avlanıyordur. Sevinçli muştuyu alınca şu buyruğu savurmuştur:

"Tez şurada bir hadikai irennüma bina edin ve adına Tokat Bahçesi deyin, etrafına da avlanan hayvanların muhafazası için Tokat suruna benzer bir çit çekin." O yıl, burada bir köşk de yapılmıştır ki adına Tokat Kasrı denilmiştir.

1 Ağustos 1673 günü Fransız paşatoru Mösyö Nointel buradan da (Tokat Kasrı) şeref almaya gelmiştir. Bostancıbaşı kendisine köşkü gezdirmiş; ama kapalı olan bir odayı gösterememiştir. Ekselans hazretleri, daha sonra, bahçede ve koruda da ömrünü artırmış ve seyirlik devşirmeye gelen Türklerle karşılaşmıştır. Türkler kuzu çevirdiklerinden paşatora da tahta bir çanak içinde bir but sunmuşlardır. Elçi de inceliğini göstermek için ikramı geri çevirmiştir. Ama gerek kuzuya, gerekse kuzuyla birlikte yenen pilava öylesine ağzı sulanmıştır ki ertesi gün, daha sabah açılmadan, yine Tarabya'dan sandalla yola çıkarak, adamlarıyla buraya gelmiştir. Yanlarında yemek, kap kaçak getirdikleri için Türklerin bir gün önceki yemek safasını, onlar da o gün sürmüşlerdir. Elçi, dinlenmek üzere, sonra yine kasra gelmiş ve duvarlarda bir gün önce göremediği levhalarla karşılaşmıştır. Bu levhalardan birinde:

Ağaçlar altın olsa inciler yaprak İnsanın gözün doyurmaz illa toprak ikiliği yazmaktadır ki elçiye, her zamanki gibi eşlik eden Antoine Galland, kendisine bunun "yalnızlık içinde güzellik olmayacağı" anlamına geldiğini döktürmüştür. Elçi, öteki levhada neler dendiğini öğrenmek isteyince de Galland, onun da dünyaya geldiği vakit herkesin sevindiğini, bizimse gülmemiz gerektiğini şavullayan bir dörtlük olduğunu söylemiştir ki o dörtlük işte şu anda sizin de karşmızdadır:

Fikr et ey dil ki doğduğun vakit Halk handan idi ve sen giryan Ana say et ki öldüğün vakit Halk giryan ola ve sen handan.

Gençlerle Başbaşa (Ord. Prof. Dr. Ali Fuat BAŞGİL) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Gençlerle Başbaşa

Kitabın Yazarı : Ord. Prof. Dr. Ali Fuat BAŞGİL

Kitap Hakkında Bilgi :

Ali Fuat Başgil, bir ilim adamı olmasına rağmen onun en çok okunan eseri "Gençlerle Baş Başa" isimli kitabı olmuştur. Yazar bu eserinde "babacan ve sevecen" bir üslup yakalamış ve gençlere öğütler vermiştir. Bu öğütler daha çok onun yaşadıkları tecrübelerden oluşmaktadır.

Üslup olarak Yusuf Has Hacip ve Ali Şir Nevai gibi eski Türk bilgelerini hatırlatan Başgil, kendini milletine karşı sorumlu hissetmiş ve gençlerin iyi yetişmesi, hatalardan mümkün olduğu kadar korunması için yılların birikiminden yararlanarak böylesine güzel bir eser ortaya koymuştur.

Eser 7 bölümden oluşur. Bunlar sırasıyla;
Muvaffak Olma Yolunun Tehlikeleri ve Düşmanları
Muvaffak Olmanın Şartları
Terbiyenin Ruh ve Karakter Üzerindeki Tesiri
Muvaffakiyet (Başarı)
Verimli Çalışma
Çalışma Hayatının Kanunları
Muvaffak (Başarılı) Olmanın Kanunları.
Gençlerle Başbaşa'dan

Muvaffak Olma Yolunun Tehlikeleri ve Düşmanları

Yetişme ve muvaffak olma yolunun genç yolcusu! Bil ki tuttuğun yolda birçok tehlikeli geçitlerin ve yol kesen düşmanların vardır. Gerçi bunlara yalnız sen değil, hayat yolunun her yolcusu rastlayabilir. Fakat bu düşmanlar, senin gibi hayatın henüz eşiğindeki tecrübesiz masumlara musallat olmayı (sataşmayı) çok sever. Senin bunlarla pençeleşecek ve bu düşmanları alt edecek silahın yok değildir. Elverir ki sen bu silahları kullanabilesin. Kullanmayı bilmez de bir defa alt olursan, bir daha belini kolayca doğrultamazsm. Müsaade et, et de sana, evvela yolunu bekleyen düşmanları ve rastlayacağın tehlikeleri göstereyim.

1-Muvaffakiyetin ilk düşmanı tembelliktir.


Muvaffak olma yolunda senin ilk büyük düşmanın tembelliktir. Burada sana tembelliği tarif edecek değilim. Onu sen, ben, hepimiz az çok tanırız. Zira, öteden beri denilegeldiği gibi "İnsan tembel bir hayvandır." Yalnız ben sana şunu söyleyeceğim ki tembellik insan karşısına çıkıp da mertçe savaşan bir düşman değildir. Bilakis, eski peri hikâyelerindeki kahramanlar gibi şekilden şekle girecek ve bin bir hile kullanarak alt etmeye çalışan bir namerttir (korkaktır). Tehlikenin büyüklüğü de buradan gelmektedir.

Tembelliğin yerine, adamına ve çağına göre girmediği kalıp yoktur. Herkesin mizacına göre tavır alır ve konuşur. Dilimizde aldığı çeşitli isimler de onun bu sinsiliğini gösterir. Tembelliğin adı havaîliktir. Bir adı gevşeklik, bir adı hoppalık ve züppelik, bir adı uyuşukluk, üşengeçlik, keyfine düşkünlük, tenseverliktir. Tembellik herkesin karşısına her zaman aynı kılıkta çıkmaz. O mesleksiz aktör gibi daima rol değiştirir. Bazen samimi ve iyiliği sever bir dost tavrı alır. Bazen en meşru (kanuna uygun) bir mazeret kılığına girer; hasta olur, yorgun düşer ve herkesi hâline açındırır. Bazen tatlı bir dille konuşur ve gönül çeler. Onun kandırıcı bir felsefesi ve safsata ilmeklerinden örülmüş bir edebiyatı vardır. 

Tembelliğin kitabından sana bazı parçalar okuyayım da dinle:
- Adam sen de. Çalışanlar ne olmuş sanki?
- Üzme kendini şu ölümlü dünyada çalışmak yıpranmaktır.
- Hayat dediğin bir şanstır.
- Şansın varsa, her şeyin var demektir.
- Şansın yoksa kendini parçalasan da bir şey olamazsın.
- Zaten suyu getiren de testiyi kıran da bir.
- Sen testiyi kır, suyu başkaları getirsin de afiyetle iç.
- Hem bir işin olacağı varsa sırt üstü yatsan da olur, olacağı yoksa yırtınsan da olmaz.
- Hele dursun bakalım, şimdi şöyle yaslan da yarın sabah yaparsın.
- Hem sana çalışmak yaramıyor; iştahın kaçıyor, neşen sönüyor.
- Huy bu ya, ben bütün sene kitabı, defteri koltuğumda gezmekten; hele kütüphane köşelerinde pineklemekten hoşlanmıyorum.
- İmtihanlara şöyle yirmi gün kala kafayı vurur, dersleri hazırlar ve imtihanları mis gibi geçerim.
- Nedense benim yalnız imtihan üstü zihnime bir açıklık geliyor; sene içinde sanki uykudayım.
- Hem de hacet (lüzumu var) muvaffak olanın ve olmayanın gideceği yer mezarlık değil mi?
- Dünyaya insan bir defa gelir; hayattan kâm almaya (zevkini çıkarmaya) bak.

Tembelliğin kitabında daha neler ve ne yaveler (boş sözler) var. Bildiğin şeylerle başını ağrıtmayayım. Yalnız şunu söyleyeyim ki eğer tembel isen ve tembelliğin uzvi (bedene ait) bir hastalıktan ileri gelmiyor da ruhi bir gevşeklik, uyuşuk, üşengeçlik, hoppalık ve havaîlik (önemsememek) şeklinde ise iradeni kullanmak suretiyle muvaffakiyetin bu düşmanını yenebilirsin. Eğer bedeni bir arızan varsa bunun ilacını hekimler bilir.

2-Muvaffakiyetin bir diğer düşmanı kötü arkadaştır.

Genç dostum! Gittiğin yolda ikinci bir tehlikeli düşmanın da kötü arkadaştır. Arkadaşın kötüsü, emin ol ki bir gencin başına gelebilecek kötülüklerin en kötüsüdür. Ve her kötülük gibi o da sinsi ve maskelidir. Hem maskesini gayet maharetle (ustalıkla) vurunur. Dost ağzı kullanır. Seni esirger ve yardımına koşar görünür. Seni kendisine imrendirmek için yapmadığı şaklabanlık kalmaz. Tembellik senin içindedir ve sana senin ağzınla konuşur. Arkadaşın kötüsü ise sana kendi ağzını kullanır ve seni tembellikten daha çabuk kendine bağlar. Zaten tembelliğin işi asma, hoppalığa ve züppeliğe düşme şekli ekseriya kötü arkadaş telkinleri (aşılamaları) ile başlar. Ve zaman ile itiyat (alışkanlık) hâlini alarak içimizde yerleşir. Kötü arkadaşın yaman felsefesi vardır. Sana her fırsatta gerek sözleriyle ve gerek hâl ve tavrıyla telkin ve tekrar eder:

- Gençliğini yaşa, kardeşim, bu gençlik her zaman ele geçmez. Sana öğüt verenler vaktiyle günlerini yaşayıp da şimdi senin güzel gençliğini kıskananlardır, aldırma eğlenmeye bak. Daha neler demez ki.

Arkadaşın kötüsü çalışanlardan rahatsız olur, muvaffak o lanları hiç belli etmeden kıskanır, muvaffak olmayı küçümsemek ve alaya almak suretiyle intikam alır. Seni kendine benzetmek ve kendi düştüğü çukura sürüklemek için başvuracak çare arar. Sözleri ile ve yaşayış tarzı ile manevi enerjini kırar ve sende haince bir ruhi gevşeklik yaratır. Sözün kısası, inan ki kötü arkadaş bir gencin hayatında rastlayacağı en büyük bahtı karalıktır. Hele tembellikle arkadaşın kötüsü birleşir de yakana ikisi birden yapışırsa, her biri bir ömre yeten bu iki şerir (kötülük işleyen) düşmandan kendini kurtarma çok güç olur.

Sözlerime kulak ver; arkadaş olacağın kimsede arayacağın şartlar; çalışkanlık, dürüstlük ve iyilikseverlik olsun. Bu meziyetlerle (üstün özelliklerle) bezenmiş olan bir insan, diğer bütün iyi vasıfları (özellikleri) da haiz (sahip) demektir. Bunu unutma ve bu şartı bulamadığın kimse ile sakın arkadaş olma.

Çalışma Hayatının ve Umumiyetle Muvaffak Olmanın Kanunları

Çalışma hayatının umumî kanunları:


Okuyucum! Her işin ve mesleğin kendi bünyesine mahsusu çalışma ve işleme usul ve kaideleri vardır ve bunu meslek sahipleri bilir. Bir de fizik ve fikri her nevi iş ve çalışma hayatının ve umumiyetle muvaffak olmanın, düşünen aklın ve şaşmaz kanunları hâlinde, birtakım umumi ve rasyonel (akılcı) düsturları (ilkeleri) vardır ki ben burada bunlardan benim bildiğim kadarını hülasa edeceğim:

Çalışmak için müsait gün ve saat bekleme. Bil ki her gün ve her saat çalışmanın en müsait zamanıdır.

Çalışmak için müsait yer ve köşe arama. Bil ki her yer ve her köşe çalışmanın en müsait yeridir.

Bir günde ve bir zamanda yapman lazım gelen bir işi (bir dersi, bir vazifeyi) ertesi güne bırakma. Zira her günün derdi gibi işi de kendine yeter.

Bir zamanda yalnız tek bir iş yap, yalnız bir ders, bir kitap, hatta bir fasıl üzerinde çalış.
Ta ki dikkatin ve kuvvetin yayılıp zayıflamasın. Bir zamanda birden fazla iş yapayım diyen, hiçbirini tam ve temiz yapamaz. Dünyaca tanınmış olan büyük İslam mütefekkiri İmam-ı Gazali'ye "İhya-i Ulûm (İlimlerin Yeniden Canlandırılması) adlı muazzam eserini nasıl bir çalışma ile vücuda getirdiğini sormuşlar: Bir zamanda yalnız bir fasıl, bir bahis, bir mesele üzerinde çalıştım, demiş.

Başladığın bir işi, bir dersi, bir kitabı, bir vazifeyi yapıp bitirmeden başka bir işe, derse, kitaba ve vazifeye başlama. Yarıda kalan iş, başlanmamış demektir.

Bir günün işini, dersini, vazifesini bitirdikten sonra ertesi gün ne iş yapacağına karar ver. Yahut, hiç olmazsa çalışmaya başlamadan evvel, hangi iş, ders, kitap üzerinde çalışacağını düşünüp kararlaştır ve çalışmaya bu kararla otur.

Bir işe başlamadan, bir dersi öğrenmeye, bir kitabı okumaya oturmadan evvel düşün ve çalışman için lazım olan şeyleri yanında ve elinin altında bulundur. Ta ki, ikide bir kalem, kâğıt aramaya kalkıp da dikkatin dağılmasın.

Çalışmaya oturduğun zaman tıpkı ateş hattında düşmanı gözetleyen bir asker gibi uyanık ol ve dikkat kesil. Ve bütün ruhi ve bedenî kuvvetinle kendine işe ver.
Bir işe başlamadan evvel o işi, dersi, vazifeyi, kitabı en kısa bir zamanda, en kolay ve en temiz bir surette nasıl yapmak, nasıl öğrenip etüt etmek mümkün olduğunu iyice düşünüp hesapla.

Genç arkadaşım. Yukarıda sıraladığım düsturları okuyup unutasın diye değil; kulağına küpe yapasın ve ileride beni anla diye yazdım. Senden beklediğim, beni hayırla anmandır.

Gazoz Ağacı (Sabahattin Kudret Aksal) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili ve Kişiler


Kitabın Adı :
Gazoz Ağacı

Kitabın Yazarı : Sabahattin Kudret Aksal

Kitap Hakkında Bilgi :

Gazoz Ağacı kitabı 1954 yılında yayınlanmıştır. Sait Faik Hikaye Ödülü'nü almıştır. Sabahattin Kudret Aksal'in hikayeleri Sait Faik Abasıyanık Hikayelerini hatırlatır. Avare insanların anlık yaşamları, aile içindeki sarsıntılar, yakınların ölümü, ihaneti, çocukluğunda ve ilerleyen yaşamında gözlemlediği olaylar hikayelerinin konusunu oluşturur. Gazoz Ağacı'nda da benzer konuları işlemiştir. 

Gazoz Ağacı isimli hikâye kitabında yer alan bazı hikâyelerin isimleri şunlardır: Bir Dostluk, Hayriye Hanım, Bizim Olan Sokaklar, Çekirdek, Gazoz Ağacı

Kitabın Özeti :

Hikâyenin başında, mahalle ve mahalle yaşantısının kısa bir görünümü verilmektedir. Mahalle, denize yakın bir yerdedir. Mahallenin bakkalı, kokusu, türlü türlü renkleriyle çocukları kendine çekmektedir. Eski, tahta evlerin oluşturduğu dar sokaklarda çocuklar gündüzleri birdirbir, geceleri saklambaç oynamaktadır. Bazen bu saklambaca gençler de katılmaktadır.

Bakkalın yanı başında da Hacı Emin'in kahvesi bulunmaktadır. Yaz ve kış mevsimlerinde çok kalabalık olan bu kahvede, işsiz gençler maça kızı, pişpirik, kaptıkaçtı oynamaktadır. Kahvehane, özellikle akşamlan kalabalıklaşır, gündüzleri sadece birkaç genç bulunur. Bu mahalledeki kadınlar da akşam beşe doğru yanlarında yiyeceklerle sahile inerler. Kadınlar hep beraber deniz kıyısında eğlenirler. Bu hikaye bir gencin bir kıza ilgi duyması veya birilerinin evlenmesi hadisesidir. Dedikodu, tüm mahalleye hemen yayılıverir.

Saim de kahvenin karşısındaki pembe evin kızına âşık olmuştur. Haber, hemen mahallede yayılmıştır. Saim, artık kızı görebilmek için günün her vakti kahvededir. Saim, kızı seyretmekten başka bir şeyle ilgilenemez olduğu için sürekli oyunlarda yenilmektedir. Her yenildiğinde karşısındaki gazoz aldığı için en sonunda adı "Gazoz Ağacı"na çıkmıştır. Saim'in içi aşkla dolu olduğundan bu lakabı umursamamaktadır.

Bir gün yolda kızla karşılaşır. Heyecanlanır, dili tutulur. Ona sadece: "Nereye?" diye sorabilmiştir. Kız da yıllardan beri onu tanıyormuş gibi "Eve." diye cevap vermiştir. Saİm'İn aylardan beri içi yanmaktadır. Heyecanlansa da kıza duygularını anlatmalıdır. Kıza, onu sevdiğini söyleyiverir. Kıza, onunla evlenmek istediğini anlatır.

Saim, bu olaydan sonra çok değişmiştir. O hovarda genç, un fabrikasında çalışmaya başlamıştır. Tek istediği şey, kızla beraber mahalleden kaçmak, küçük bir odacık tutup yaşamaktır. Düzenli bir hayatı istemektedir. Sabahları işe gittiği, eşinin ona yemek hazırladığı günleri hayal etmektedir.

Bir gün, Saim bu düşüncelerini gerçekleştirir. Kızı da yanına alarak şehrin bir başka ucunda bir apartmanın çatısında bir odalık bir eve taşınır.

Artık, sabahlan erken kalkmakta, işine gitmektedir. Eşi Melahat'la düzenli bir hayata başlamıştır. Akşamları, işin yorgunluğunu karısının onu evde beklediğini düşününce atmaktadır. Eviyle ilgili her şey onu çok mutlu etmektedir. Karısı, o eve gelir gelmez ona sıcacık yemekler hazırlamaktadır. Karısına gününün nasıl geçtiğini sormaktadır her akşam. Karısı Melahat hiçbir yeri bilmediği için bütün gün kocasını evde beklemekten başka bir sey yanmamaktadır.

Yine böyle bir gün, akşam Melahat evde kocasını beklemektedir. Saim, eşinin ona hazırladığı sıcak yemekleri yer. Melahat, Saim'in sigara içmesini bekler. Sonra Saim, Melahat'ın canının sıkıldığını düşünerek onu gezmeye götürür. Saim'le Melahat ışıklı, aydınlık, kalabalık bir caddeye çıkarlar. Bir mağazada mankenin üzerinde gördüğü elbiseye dalar, gider. Melahat, mahalleden ayrılırken böyle kıyafetleri olacağını hayal ermiştir. Oysa kocası, onun vitrindeki kıyafete bakmasına bile tahammül edememektedir. Kocasının hastalık için sakladığı 30 lira ile ona elbise almasını İster. Saim, sinirlenir. Birlikte sinemaya giderler. Melahat, çok mutsuzlaşmıştır. Sinemada sessiz sessiz ağlar. Evlerine gidene kadar tek kelime konuşmazlar. Saim de o mahallede içini titreten kızın yanında, eşi olarak bulunduğunu düşünür. Ona olan aşkının zayıfladığını hisseder. Artık hiç heyacan duymamaktadır. Aynı sebeplerden dolayı edilen kavgalarla süren, Melahat'in canı sıkılarak Saim'i beklediği günler geçer. Melahat çok sıkılmaktadır. Küçücük evin işi sabah erkenden biter. Ondan sonra yapacak hiçbir şey bulamaz. Mahallede hiç kimseyi tanımamaktadır. Saim de yalnız dışarıya çıkmasına izin vermemektedir.

Bir gün, Melahat.değişik bir şey yaşar. Dış kapıyı açtığında karşısında bir genç görür. Genç, alt kattaki terzinin çırağıdır, sigara içmek için onların kapısını önüne gelmiştir. Genç, ondan sigara içtiğini ustasına söylememesini rica eder. Saim'e bu olayı söylemez. Çırak her gün kapıya gelmekte, sohbet etmektedir. Böylece Melahat da sıkılmaktan kurtulmaktadır. Melahat, çocukla bir konuşmasında kocasının olduğunu söyler. Çocuk çok üzülür. Melahat da çocuğun üzülmemesi için "O sadece geceleri gelir." der. O anda, Melahat memleketini bu genç için değil de Saim için terk ettiğine üzülür. Bu genç, onu daha mutlu edecektir. Ona kocasının almadığı elbiseleri alacaktır. Saim, ona hayallerindeki hiçbir şeyi vermemistir. Günler geçtikçe, çırak artık Melahat'in evine gelmeye, onunla sohbet etmeye başlar. Çocuk ona 'abla' diye hitap etmekte; fakat onu sevdiğini söylemektedir. Çocuk, ona bir miktar parasının olduğunu, onunla kaçabileceğini söyler. Melahat buna güler. Kocası da aynı şeyi söyleyerek onu buraya getirmiştir. Aynı şeyleri yaşayacak olduktan sonra bu çocukla kaçması anlamsızdır. Fakat artık Saim'i hiç sevmediğini anlamıştır. Kocasına bir mektup bile bırakmadan onu terk etmek düşüncesi, onu mutlu etmektedir. Çocukla bu kaçışı, günlerce konuşurlar fakat kesinleştirmezler. Saim'le hayatları da aynı şekilde sürüp gitmektedir.

Saim, karısındaki değişiklikleri az da olsa fark etmektedir. Bir gün yolda mahalleden dostu Osman'la karşılaşır. Osman, ona kahvede yeni bir oyun oynadıklarından bahseder. Bir sene geçmesine rağmen Saim mahalleyi, kahveyi, oradaki yaşamını çok özlemiştir. Bir kız için o yaşamı terk ettiğine inanamaz. Osman'ın mahalleye davetini kabul eder, onunla gider.

Akşam yemeklerini her günkü gibi ısıtan Melahat, Saim'i merak eder. Gece yarısı olmuştur, Saim hâlâ gelmemiştir. Evlendiklerinden beri ilk defa eve geç gelecektir. Yarı umursamaz, yarı merak hâlinde uyuyakalır. Sabah olduğunda, kocasının hâlâ gelmediğini görür. Akşam Saim aynı vakitte gelir. Melahat'a hiçbir açıklama yapma ihtiyacı duymaz. Melahat ona kızarak gece neden gelmediğini sorar. Saim eski mahalle kahvesine gittiğini, geceyi de evinde geçirdiğini söyler. Melahat, çok üzülür. Anlar ki Saim artık ondan sıkılmıştır. Aynı şekilde yemeklerini yer ve uyurlar. Saim, zamanla bu kaçamaklarını artırır. Haftada birkaç gün üst üste eve gelmemeye başlar. Yine böyle eve gelmediği bir günün sonunda, eve gelir. Kapıyı Melahat açmaz. Eşyalarını da alarak gitmiştir. Saim sadece "Niye gitti acaba?" diye sorar kendi kendine. Gece yanında bir boşluk hisseder, o kadar. Aradan üç dört gün geçtikten sonra Melahat gelmeyince evi boşaltır, eski mahallesine döner.

Ertesi baharın son günlerinde, Saim ve arkadaşları Sirkeci'de yerler, içerler, eğlenirler. Saat 10'a doğru Beyoğlu'na çıkarlar. Işıklar yanan bir kokteyl salonuna girerken arkadaşı, Saim'e: "Bak seninki." der. Melahat yanında bir adamla yanlarından geçer. Saim: "Ne yapalım yahu, benimkiyse benimki." diyerek umursamaz. Melahat ise onları görmemiştir bile. Yanlarından güzel bir koku bırakarak geçip gitmiştir.

Kitabın Kahramanları, Kişileri :

Saim: Hikâyenin başkahramanıdır. İstanbul'un kenar mahallerinde yaşayan, hovarda bir gençtir. Sorumluluk duygusundan yoksun, annesinin emekli maaşıyla geçinen, işsiz, kahvede oyun oynamaktan başka bir şeyle ilgilenmeyen bir kişidir.

Melahat: Saim'in âşık olduğu genç kız. Aynı mahallede, sıradan bir hayat sürmektedir. Basit, sade, evinde kocasını beklemekten başka hiçbir işle meşgul olmayan bir kadındır.

Terzi Çırağı: 17 yaşlarında, Melahat'a âşık olan bir gençtir.

11 Nisan 2019 Perşembe

Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz (Aziz Nesin) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz

Kitabın Yazarı : Aziz Nesin

Kitap Hakkında Bilgi :

Aziz Nesin'in bu eseri, toplumun ve bürokrasinin çarpık taraflarını iğneleyici bir üslupla ortaya koymaktadır. Bu roman 1977'de yayınlanmıştır. Kimliği olmadığı için devlet onun yaşadığına inanmaz. Böyle bir kahramanın başından geçen olaylar komik bir dille işlenir.

Kitabın Konusu :

Yazar romanı Yaşar isimli bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının kendi ülkesinde yaşadığı,dönemin sosyal - siyasal yapısının – özellikle bürokrasideki kargaşanın içinde başından geçenleri traji-komik bir şekilde ele alarak kurgulamıştır. Kahramanın devlet dairelerinde yaşadığı yanlışlıklar ve sürüp giden bir bürokrasi çemberi içinde nasıl zor durumda kaldığı anlatılmaktadır.

Yaşar Yaşamaz ‘ın adından da anlaşıldığı gibi hükümet tarafından onun çıkarları söz konusu olduğunda yaşamadığı, değilken ise yaşadığı iddia edilmektedir. Deyimin tam anlamıyla kimlik bunalımına düşen bu insan hapishanedeyken işin kurdu olur.

Kitabın Özeti :

Yaşar Yaşamaz devlet okuluna kayıt olabilmek için o güne kadar çıkarılmamış olan nüfus kağıdını çıkartmak için babasıyla birlikte nüfus müdürlüğüne gider. Kayıtlarda babasının kaydedilmiş olan doğum tarihi doğru olarak geçirilmiştir. Yani 1897’de doğan babasının 1911’de -yine doğru olarak- Yaşar’ın annesiyle evlendiği kaydedilmiştir. Ancak aynı kütükte Yaşar’ın 1896’da yani babasından bir yıl önce doğduğu ve 1935’te Çanakkale Savaşı’nda şehit olduğu yazmaktadır.

Henüz 12 yaşında olan Yaşar kayıtlardaki yanlışlık yüzünden yaşamıyor görünmekte, bu yüzden ona nüfus kağıdı verilmemektedir. Durumu düzeltmeye çalışan Yaşar’ın babası Reşit oğlunu devlet okuluna göndermek adına aylarca nüfus müdürlüğünün kapısını aşındırır. Yalnız hiçbir sonuç elde edemez. Yaşayan Yaşar yaşamıyor sayılmaktadır. Böyle olunca baba da,oğul da duruma gönülsüz olarak boyun eğer.

Okuma yazmayı mahalle mektebinde öğrenen Yaşar’ın, mahalle mektebinde okuyan ayrıca aile dostlarının kızı olan Anşe’yle de küçük yaşlarda başlayan saf bir sevdası vardır. Kaderine boyun eğen Yaşar az çok varlıklı babasının tarlasında,bostanında çalışmakta, ona yardım edip acısını dindirmeye çalışmaktadır. Yaşıtları askere gidip terhis bile olmuştur. Ama Yaşar’a asker yoklaması dahi yapılmamıştır. Anşe’yi istemeye gittikleri bir gün iki jandarma Yaşar’ı alıp karakola götürürler. Asker kaçağı olarak görünen Yaşar aslında bu duruma sevinmektedir. Çünkü askerlik yaparsa yaşadığı resmen kanıtlanacak ve Anşe’ye resmi nikah kıyabilecektir. Askere alınan Yaşar canla başla çalışıp, hiçbir emre itaatsizlik etmeden askerliğini yapmaktadır. Düşüncesi komutanların gözüne girip onların bu derdine yardımcı olmalarını sağlamaktır. Kendi devreleri terhis olup giderken Yaşar terhis olamamıştır. Fazladan askerlik yaparken komutanı ona bu durumu kayıtlarda Dersim’de 1935’te şehit düştüğünün yazdığını bu yüzden terhis edemediklerini söylemektedir. Neyseki komutanı onun eline askerliğini yaptığını bildiren bir belge verir.

Kasabasına dönen Yaşar Anşe’nin babasından,babasının öldüğünü öğrenir. Hayattaki tek kimsesini kaybeden Yaşar’ın önüne bu kez babasını vergi ve şahsi borçları çıkar. Tek varisi olduğu mirası alabilmek için borçla harçla babasının borçlarını ödemiştir. Nasıl olsa babasından iyi bir miras kalacaktır. Borçlarını ödemek için gittiği devlet dairelerinde işleri çarçabuk hallolmuştur. Nasıl olsa devlet kazanacaktır. Sıra mirası almaya gelince işler karışır.

Babasının oğlu olduğu kanıtlanamadığı için karşısına bin bir zorluk çıkar, açılan mahkemeden sonra zorla da olsa mirası hak ettiğini kanıtlar. Ancak bu kez de alacağı için o numara senin,bu devlet dairesi benim; o mühür senin,bu sıra benim dolaşan Yaşar devlet dairelerindeki yavaşlık yüzünden mirası alamaz. Alması gereken son mühür için dairenin müdürünü arar. Müdür futbol maçı için stadyumdadır. Bağıra çağıra müdürü arayan Yaşar’ı bir polis yanlış anlar. Onun polis müdürünü aradığını sanır. Anlattıklarından onun deli olduğunu sanan polis müdürü onu dövdürür. Küfür etmeye başlayan Yaşar’ı yakalayıp tımarhaneye kapatırlar. Bir müddet sonra doktorlar onun deli olmadığını anlasalar da onu salamazlar. Onu orada hem hademe olarak bedavadan çalıştırırlar,hem de onun oradan taburcu olması için yaşadığının belgelenmesi gerekmektedir. Yaşar en sonunda hastaneden kaçar.

Parasız ve işsiz kalan Yaşar köyden eski bir tanıdığının bir parti başkanı olduğunu öğrenir. Onun yanına bin bir zorlukla gider ve ondan iş talep eder. Hademelik gibi bir iş için diplomasının gerekli olduğunu söyleyen Satı Bey adındaki bu eski tanıdık ona bir kart verir. Bu kartta Satı Bey’in imzası ve Yaşar’ın işe alınmasını yazan bir not vardır. Yaşar İstanbul’da bir müzede bekçilik, hademelik bir gibi iş bulmak için Anşe’yle vedalaşıp İstanbul yollarına düşer. Bir hemşerisinin yanına onun sayesinde bir otele yerleşir. Günlerce müzenin yollarını aşındırır. Ancak kartı gösterip işe alacak müdürle (bilgi yelpazesi.net) bir türlü görüşemez. Müdür tatildedir, hastadır, izinlidir diye Yaşar’la görüştürülmez. Bir gün müdürle görüşme fırsatı bulur ancak kart ceketin cebinde gide gele hem yırtılmış hem de yazıları silinmiştir. Bu yüzden Yaşar’ın müze hayalleri suya gömülür.

Kahrolan Yaşar çaresiz kalmıştır. Anşe’nin İstanbul’a kaçmasını ister ve ona zengin bir evde hizmetçilik işi bulur. Anşe Güher Hanım adında Boğaziçi’nde yaşayan bir hanımın yanında çalışmaya başlar. Çok iyi kazanan Anşe bir an önce Yaşar’la resmi nikahla evlenme isteğindedir. Yaşar çaresizlikten Anşe’den para alır ve bir ortak bulup manav açar. Yalnız ortağı bir gece dükkanı boşaltıp kaçar. Yaşar hak talep edemez hatta ortağının vergi borcunu da öder. Bunca acıya dayanamayan Yaşar intihar etmeye kalkar; ancak parasız ölünmüyordur da. Bu sırada Anşe Yaşar’dan hamile kalır ve Güher Hanım’ın konağına bir erkek lazımdır. Yaşar Anşe’nin sayesinde konakta iş bulur. Ev sahibi bir süre sonra onun nüfus kağıdının olmadığını öğrenince onu işten çıkarır.

Yine sokakta kalan Yaşar kendine bir ev bulur. Yaşlı bir ev sahibi vardır. O da karısıyla mahkemelik olmuştur. Adamın sözde memlekette üç çocuğu daha vardır. Karısı nüfustaki bu yanlışlık yüzünden kocasının ona ihanet ettiğini zanneder. Adamın kalbi mahkemelere savcılıklara dayanamamış ve adam ölmüştür. Karısı Yaşar’ı evden çıkarır ve Yaşar yine sokakta kalır. Kendine bir han odası bulur,bu sırada Anşe’nin karnı iyice büyüdüğü için Anşe konaktan atılır. Sonra Anşe de ona acıyan bir kadının evinde kalmaya başlar.

Kahramanımız para kazanmak için kendine yeni bir sektör bulmuştur. Zengin arabalarının altına kendini atıp onlardan para koparacaktır. Ancak bir gün pahalı bir arabanın değil de bir dolmuşun altında kalan Yaşar haftalarca hastanede yatar. Böyle bir zamanda Anşe bir erkek çocuğu dünyaya getirir. Anşe’nin babası kızını ve Yaşar’ı affeder ve kasabaya geri dönmelerini ister. Hastaneden çıkan Yaşar Anşe’si ve oğlu Hayati’yle kasabasına geri döner. İçgüveyi olarak Anşe’nin evine yerleşir.

Oğlunun nüfus kağıdını çıkarmak için yine aynı nüfus müdürlüğüne gider. Ölü bir adamın çocuğu olmaz iddiasıyla oğluna nüfus kağıdı verilmez. Oğlunun da aynı kaderi paylaştığını gören Yaşar o güne kadar yapmadığı bir şeyi yapar: yaşadığı zorluklar yüzünden ve o anki siniriyle devlete düzene öyle bir küfretmeye başlar ki bu yüzden hapse atılır. Hapse atıldığı günkü hali çok toy ve garibandır. Koğuş arkadaşları ona acırlar. Yaşar her akşam başından geçenleri tatlı anlatımıyla onlara anlatır.

Mahkumlar her akşam onun yeni bir hikayesini dinlemeyi öyle çok severler ki bu yüzden onun eline birkaç kuruş bile tutuştururlar. Sonraları Yaşar’ın gözü açılır. Hapishanede zengin olmanın yollarını bulur. Usulsüz işler yapmaya başlar. Hatta hapishaneye eroin bile sokar. O ustası olmuştur bozuk düzenin. Geçimini en kolay yoldan sağlamaya başlamıştır. Eski püskü elbiselerle geldiği o koğuştan, hapishane müdürünün dahi giyemeyeceği şık elbiselerle çıkmıştır. Yaşar Yaşamaz da artık bu bozuk düzenin çark dişlerinden biri olup çıkar.

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...