23 Ağustos 2019 Cuma

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Külah


Hikayenin Adı : Külah

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

MISTIK, katmerli bir göçmendi. Bulgaristan'da doğmuş, büyüyüp bira
z aklı başına gelince hemen, sınırın on dakika ötesine kapağı atmıştı. "Türkiye değil mi? Sınırı geçer geçmez Bağdat'a kadar hepsi aynı!" diyordu. Az zamanda Babyak'taki Türkçe bilmez Pomakların akıl hocası oldu. Bulgaristan'da kalan akrabalarıyla mektuplaşmaya gerek yoktu. Onlarla, Bulgar sınır karakolundaki nöbetçinin süngüsü altında, küçük bir hediye karşılığında, saatlerce oturup konuşabilirdi. Kurnazlığı sayesinde, memleketinden çıkmadan göçmen olmuştu. Hatta içtiği "Karasu" bile doğduğu kasabadan geçiyordu. Fakat bir gün Babyak bölgesinde "sınır düzenlemesi" yapıldı. Yerleştiği köy yine Bulgarlara kalınca, yuvasını bozmaya mecbur oldu. Bu sefer sınır kenarının içerilere eşit olmadığını anladı. Nevrekop'a kadar indi. Dört beş sene geçmeden Balkan Harbi patladı. Hemen annesiyle İstanbul'a kaçtı. Dimetoka'nın övgüsüyle kulakları dolmuştu. Kalktı, oraya gitti. Bir köye yerleşti.

İçinden, "Artık biz ölünceye kadar savaş olmaz!" diyordu. Köyünün kahvesinde 1. Dünya Savaşı'nın haberlerine inanamadı. Fakat...

"Vay anasını! Yalan be!" diye haykırdı.
"Sınır düzeltilecek!" deniyordu. Gerçekten bu sınır düzeltildi. Mıstık'ın göçmen gibi yerleştiği köy yine Bulgarlara geçti. Bereket versin ihtiyar annesi ölmüştü. Gamsız bir serseri tasasızlığı ile, tek başına Ergene Köprüsü'nü aşarken "İlki de Şam, sonuncusu da Şam" dedi. Bu kadar kısa bir zaman içinde, "birbiri üstüne dört defa göçmen olmak" onun yerleşmek heveslerini söndürmüştü. Gözünü yumdu. Anadolu'ya atıldı. Aldatılabilecek milyonlarca saf adamlar arasında kalınca, Şam'ı falan unuttu. Şehir şehir, kasaba kasaba dolaşmaya, ticaret etmeye başladı. Önüne gelene külah giydiriyordu. En kârlı bulduğu ticaret, hayvan alım satımı idi. Bir kasabadan alınan atın, yahut eşeğin pahası, en yakın kasabaya götürülünce değişiveriyordu. Bu pahayı, Mıstık, kurnazlığı sayesinde değiştiriyordu. Kırmızı kuşağında, Rumeli'ndeki tabancasının yerine sokulu kara kılıflı makas, her hayvanın değerine yüzde altmış ilave ederdi. En miskin bir beygiri alınca tırnaklarını temizler, yağlar; yelesini, kuyruğunu Batı tarzında keser, düzeltirdi. Sonra, torbasındaki o kimseye göstermediği, kimseye ismini söylemediği siyah ottan bir tutam yedirince zavallı hayvanı yirmi dört saat şaha kaldırır, gözlerini parlatır, azgın bir ejderha haline sokardı. Lakin at pazarlarında sürekli karşısına çıkan bir rakibi vardı. Onun alacağı hayvanı artırır, en kâr bırakacak fırsatları elinden kapardı. Herkesin "Molla" diye çağırdığı bu herifin ismini bilmiyordu. Yerden yapılı, çember sakallı, kalın çatık kaşlı, kırk beşlik bir softaydı. Küçük siyah gözleri hep önüne bakar, ince beyaz sarıklı kalıpsız fesinin altında tıraşlı kafası, geniş ensesi terden pırıl pırıl parlardı. Mıstığın beğenmeyip bıraktığı en miskin, en hasta, en ihtiyar hayvanları bile alıyor, bir gün içinde gençleştiriyor, kuyruğunu, yelesini kesmeden, şeklini değiştiriyor, gözlerini parlatıyor, şahlandırıyordu.

Mıstık, henüz geldiği kasabanın hanından girerken yine bu herifi gördü. Yeni bir zarara uğramış gibi birdenbire canı sıkıldı. Ama bozuntuya vermedi.

"Merhaba Molla!" dedi.
"Merhaba..." Şimdiye kadar hiç konuşmamışlardı.
"Hayvan almaya mı geldin?"
"Sana ne?"
...
"Neye geldimse geldim."

Mıstık, kirli zayıf elini seyrek sarı bıyıklarına kaldırdı. Çakır gözleri bakacak yer bulamadı. Renksiz dudaklarını kısarak gülümsedi:

"Ortak olalım be" dedi.
"Olalım."

Molla da gülümsedi. Döndüler. Hanın avlusuna doğru yan yana yürüdüler. Kahvenin önündeki eski sıraya oturdular. Ayaklarının dibinde iri, alacalı bir tavuk "gut, gut, gut" diye civcivlerini gezdiriyordu. Pazar yarındı.

Mıstık koynundan tütün kesesini çıkardı. Mollaya uzatırken, sıranın yanındaki pencereden içeriye bağırdı:
"Bize iki kahve getir."
Molla:
"Ben oruçluyum!" dedi.
Mıstık anlamadı:
"Ramazanda mıyız yahu?"
"Hayır."
"Üç aylarda mıyız?"
"Hayır."
"Ee, bu ne orucu?"
"Ben bütün yıl bir gün yer, bir gün tutarım!"
"Sahi mi?"
"Vallahi."
Mıstık tütün kesesini tekrar koynuna soktu. Eğildi, camsız pencereden kahveciye:
"İstemez, kahveleri yapma" diye seslendi.

İçinden, "Bu gebeşin kafasına ben bir külah geçiririm!" dedi. Kendisinin dindarlığından, küçükken hafızlığa çalıştığından, ama hastalandığı için vazgeçtiğinden, babasının yirmi yedi defa Hacca gittiğinden bahsetti. Molla yere bakarak dinliyor, başını sallıyor, inanıyor, Rumelilerin sağlam Müslüman olduklarını söylüyordu. Mıstık sordu:

"Sen nerelisin?"
"Kayserili."
"Kayseri nerede?"
"Bu tarafta."
Molla, kısa parmaklı tombul eliyle hanın kapısını gösteriyordu. Mıstık, geldiği ciheti hatırlayarak:
"Konya tarafında mı?" diye sordu.
"Hayır canım, daha yukarılarda..."

Mıstık, Kayseri'nin nerede, hem de ne olduğunu pek iyi biliyordu. Rumeli'nde bıraktığı çiftlikleri de anlattıktan sonra yaptığı kapıyı yeterli gördü. İşlere geçti. Konuştular, anlaştılar. O günden itibaren ortaklığa karar verdiler. Kâra, zarara, sermayeye ortak oluyorlardı. Mıstık yine içinden, "Ben sana bir külah giydireyim de, gör!" dedi:

Ertesi gün pazarda hayvanları beraber sattılar. Mollanınkiler daha genç, daha dinç duruyordu. Birkaç gün daha burada kalıp çürük hayvanları toplam
ak için sözleştiler.

İkisi de aynı handa, karşılıklı birer küçük odada yatıyorlardı. Bir gece Mıstık'ın oda kapısı vuruldu. Kalktı, sürmeyi çekti, açtı. Baktı ki ortağı...
"Hayırdır inşallah, Molla?"
"Sabahleyin ben bir köye kadar gideceğim. Sana şimdiden unutmadan söyleyeyim. İyi bir iş var."
Mıstık gözlerini daha ziyade açtı:
"Ne?"
"Valinin çocuğu için benden bir beyaz eşek istemişlerdi. Seksen liraya kadar satabileceğiz."
"Ne?"
"Ben yarın burada yokum: Sen ara, bulursan otuz, kırk, hatta elli lira bile ver. Mutlaka al."
"Beyaz eşek olur mu?"
"Olur ya..."
Mıstık şaşaladı. "Şaka mı ediyor?" diye sofu ortağının yüzüne dikkatle baktı. Hayır, ciddi idi. Sordu:
"Peki, burada bulunur mu?"
"Ne bilirsin, belki bulunur."
"Pekâlâ, yarın ararım."
Molla, saf bir ortak samimiyetiyle ona akıl öğretti:
"Buranın en birinci cambazı Hacı Hüseyin'dir. Sen tanımazsın. Şimdi çok ihtiyar olduğu için evinden çıkmaz: Şadırvanın karşısına gelen sokaktan git, git, git. Orada birine sor, gösterirler. Çiftlik gibi bir ev. Pazara gelmez... Oturduğu yerde cambazlık eder. Ondan iste. De ki: 'Akşama kadar bana mutlaka bir beyaz eşek bul...' Elli liraya kadar vaat et"
"Pekâlâ"

Mollanın ağzından sert bir rakı kokusu çıkıyordu. Küçük lambanın hafif aydınlığı ile gölgelenen yüzünde yorgun bir neşe vardı. Gözleri dumanlıydı. Mıstık, ortağının gündüz oruçlu olduğunu hatırladı. Biraz iltifat etmek istedi:

"Keşke beni de iftara davet edeydin! Beraber içerdik..."
Molla reddetti:
"Hâşâ!.. Ben ömrümde bir damla ağzıma koymamışım, elhamdülillah..."
"Peki, bu koku ne be?"
"Dişim ağrıyor, rakı ile ağzımı çalkaladım."
"Ya!"
"Evet."
"Öyleyse Allah rahatlık versin!"
"Sana da..."

Mıstık, odasının kapısını kapayınca yine "Gidi gebeş seni!.. Ben sana bir külah giydireyim de, gör!" dedi. Ayakta duramayacak kadar sarhoş olduğu halde, yine sofuluk taslayıp ömründe ağzına bir damla koymadığını söylemesi, Mıstık'ın sanki gururuna dokunmuştu. "Beni aptal yerine koyuyor ha!" diye ellerini kalçalarına dayadı, durdu. Gözlerini küçülterek yere baktı: "Şuna bir külah... ilk fırsatta bir külah..."

Döndü. Kapıyı sürmeledi. Soyunmaya başladı. Kendisi de "sıtma tutmasın" diye torbasında daima birkaç şişe konyak gezdirirdi. Onun için kafası gündüzden tutkundu. Hemen uyuyuverdi.

Sabah olunca kahvesini içmeden dışarı atıldı. Sokakların inek, öküz, kaz, koyun kalabalığı içinde yürüdü. İhtiyar Cambaz Hüseyin'in evini buldu. Bu ak sakallı, kısacık boylu, şeytana benzer bir adamdı. On altı yaşında bir çocuk kadar çevikti. Yürürken zıp zıp sıçrıyordu. Mıstık selamdan sabahtan sonra beyaz bir eşek istediğini söyledi. İhtiyar, böyle bir hayvanın bulunacağını ümit etmiyordu. Elli senedir cambazlık ettiği halde, ancak ömründe bir defa beyaz eşek görmüştü.

"Ama, ara sıra bir uğra" dedi, "Kısmetin varsa bulunur."
"Akşamları uğrarım."
"Ne zaman istersen..."

Mıstık o gününü akşama kadar hayvan aramakla geçirdi. Kelepire benzer bir şey bulamadı. Ortağı Molla, gittiği yerden gelmemişti. Akşama yakın canı sıkılmaya başladı. Beyaz eşeği bulup bulmadığını anlamak için değil, sırf kendisiyle konuşup bilgi kapmak için ihtiyar cambazın evine gitti. Kapıyı vurdu, karşısına çıkan Hacı Hüseyin:

"Oğul, senin talihin varmış!" diye bağırdı. "Bir beyaz eşek buldum."
"Ne çabuk?"
"Sen gider gitmez, şişmanca, simsiyah bir Arap geldi. Ama, tuhaf bir Arap. Başında yeşil bir hacı sarığı... Ben Hicaz'da askerlik ettiğim için Arapça bilirim. Arapça konuşmaya kalktım. 'Gurbette unuttum' dedi. Allah kimseyi gurbete düşürmesin! İnsan anadilini bile kaybediyormuş! Bu zavallı hacı parasız kalmış. Yedeğindeki süt gibi beyaz eşeği bana sattı. Kırk liraya aldım."
"Çok be!.."
"Ne yapalım? Sen elliye kadar ver demedin mi?"
"Çok iyi canım! Nerede bakalım, bir görelim."
"Gel... Ahırda."

Mıstık, sık adımlarla hızlı hızlı yürüyen ihtiyarın arkasına takıldı. Dış avluyu geç
ti. Geniş bir âhıra girdi. Köşede hakikaten süt gibi bembeyaz bir eşek duruyordu.

"Çok güzel yarın gelir, alırım" dedi.
"Şimdi niye almıyorsun?"
"Yarın sabah, dedim ya... Akşamın hayırı, sabahın kötülüğünden beterdir."
"Olur, sabahleyin gel."
"Güneş doğarken..." dedi.

Çıkarken avlunun çitlerine, kapının kenarlarına, ahırın saçaklarına çaktırmadan dikkatli dikkatli baktı:

Gözleri sokağın karmakarışık izlerinde, hana dönerken, "Bu fırsatı kaçırmamalıyım!" diyordu. İşte beyaz eşek bulunmuştu. Bunu Mollanın haberi olmadan alıp valiye götürmeli, bütün kârı cebe atmalıydı. Ama Molla, eşeğin bulunduğunu haber alırsa, gider, artırır, yine işi bozardı. "Ona duyurmam" dedi. Düşünmeye başladı. Hana gelinceye kadar planını kurmuştu. Odabaşı ile hemen hesabını kesti. "

Bu gece ay ışığı var. Ben aşağı köye gidiyorum, iki üç gün gelmeyeceğim" diye
heybelerini omuzladı. Gizlice başka bir hana gitti. Sabahı dar etti. Erkenden, ortağına giydireceği külahı düşünerek uyandı. Bir ucunu pencere parmaklığına bağladığı uzun kırmızı kuşağını döne döne sararken, yanında başka biri varmış gibi kendi kendine konuşmaya başladı:

- Hacı Hüseyin'e neden kırk lira vereceğim?
- Ya ne yapmalıyım?
- Çitler alçak, kapı da harap. Köpek de yok. Gidip gece çalarım.
- Sonra?
- Bugün çarşıdan boya alırım. Derenin kenarına götürür, saklarım. Eşeği gece götürür orada boyarım. Sabah karanlığında hanla hesabımı keser, boyalı eşeğe biner, vilayetin yolunu tutarım.
- Vilayete gidince?..
- Eşeği sıcak su ile yıkar, valiye satarım.
- Molla?
- Külahı giydiğinin farkında olmaz bile...

Poturunun açık kalmış düğmelerini iliklerken gözünün önüne Mollayı getiriyor, başındaki beyaz sarığının yerine küçük bir Rumeli külahı geçiriyor, bu külahı hayalinde bir sağa bir sola, bir arkaya, bir öne eğerek eğleniyordu. Çarşıdaki dükkânların hepsini dolaştı. Kınadan başka boya bulamadı. İki okka kına aldı. Kasabadan dışarı çıktı. Derenin kenarında kuytu bir yer buldu. Mollaya rast gelmemek için kasabaya dönmedi. Gece oluncaya kadar orada oturdu. Kesesindeki tütünlerin hepsini içti, bitirdi. Hava bozuktu. Siyah bulutlar bazen ayı örtüyor, her tarafı zaman zaman koyu bir karanlık kaplıyordu. Mıstık, gece yarısından sonra bu karanlığın içinde yürüdü. Düşe kalka Hacı Hüseyin'in evine geldi. Durdu. Dinledi. Ses seda yoktu. Çite tırmandı. Akar gibi avluya indi. Tekrar etrafı dinledi. Bir şey duymadı. Yürüdü. Ahıra doğru gitti. Kapı aralıktı. İtti, içeri girdi. Yine karanlığı dinledi. Cebinden çıkardığı kibriti çaktı. Köşede eşek, tıpkı bir mermer parçası gibi bembeyaz duruyordu. Ayaklarının ucuna basarak yürüdü. Yuların bağı kördüğüm olmuştu. Elleriyle, dişleriyle uğraşarak çözdü. Yavaş yavaş soğukkanlılıkla kapıdan çıkarken boğazına boğucu bir şey sarıldı. Beyninde bir yaygaradır koptu:
"Hırsız var, hırsız var! Koşun çocuklar, hırsız var!"

Mıstık çabaladı, çırpındı, kurtulamadı. Avlunun sağındaki yer odalarından elleri ışıklı kadınlar koşuşuyorlardı. Korkudan patlamış gözleri, boğazına sarılanı tanıdı. Bu Hacı Hüseyin'di. Dün sabah bir yabancının gelip kendisinden yüksek fiyatla damdan düşer gibi bir beyaz eşek istemesi... Sonra o gider gitmez yine damdan düşer gibi tuhaf kıyafetli, Arapça bilmez bir Arabın kendisine bir beyaz eşek getirip satması... Daha sonra, ertesi gün gelip eşeği alacağını söyleyen müşterinin görünmemesi onu şüpheye düşürmüştü. İşte, "Bunda bir kurt yeniği var" diye bu gece uyumamış, kuyu başındaki bostan gölgeliğinde beklemişti. Yakaladığının, gelmeyen müşteri olduğunu görünce öfkesinden deli olacaktı.
"İp getirin" diye haykırdı.

Çoluk çocuk, damat, gelin, bütün ev halkı uyanmıştı. Kalın iplerle Mıstık'ı sımsıkı bağladılar. Canını çıkarıncaya kadar dövdüler.

Sabahleyin yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Hacı Hüseyin, damatlarıyla, kalın incir ağacından, gece yakaladığı hırsızı çözdü. Ayaklarının bağlarını gevşetti, arkasına kattı. Beyaz eşekle beraber hükümet konağına doğru yürüdü. Ahırdan bembeyaz çıkan eşeğin rengi atıyor, boynunda, sırtında, sağrısında, yol yol siyah çizgiler peydâ oluyordu. Eşeğin rengi şakır şakır yağan yağmurla böyle alacalandıkça, Hacı Hüseyin daha beter hiddetleniyor, dönüp Mıstık'ın ensesine tokatları indiriyor:
"Sizi gidi dolandırıcılar! İlk önce sen gelirsin, sonra arkadaşın o yalancı Arap!.. Çıkarın altınlarımı!.." diye küfürleri basıyordu. Gören alaya katıldı. Olay hemen duyuldu.

Bütün kasaba hükümetin avlusuna toplandı. Bir eşeğe bakıyorlar, bir Mıstık'a... Gülmekten katılıyorlardı. Dün boya aradığı dükkâncılar, kına aldığı aktar, hancılar onu tanıdılar. Daha jandarma komutanı gelmemişti.

Uzun boylu çavuş, yanındaki askerlerine gülerek emrini verdi: "Tıkın şu uğursuzu bodruma! Yağmur altında, eşeğinki gibi onun da rengi değişmesin!" Askerler, Mıstık'ı tuttular. Halkın arasından çektiler, kollarının bağlarını çözmeden dar bir kapıdan kapkaranlık bir yere fırlattılar. Mıstık bu karanlıkta yapayalnız kalınca, Molla'nın kendine ettiği oyunu sezer gibi oldu. Gözünün önünde, siyaha boyanmış, çember sakallı bir çehre kırmızı dilini çıkartarak sırıttı. Bu hayalin tıraşlı başında, giydiremediği külah yerinde yeşil bir hacı sarığı vardı. Şimdi ne yapacaktı? Ne cevap verecekti? Düştüğü bu tuzaktan nasıl kurtulacaktı? Öyle bir tuzak ki... Düşünüyor, düşünüyor, aşık kemiklerine kadar kafasına geçirilmiş üç katlı kurşun bir külahın altında ezilmiş gibi kıvranıyor, karanlıkta ayaklarını yere vurarak, "Tuh bre anasını! Tuh bre anasını!" diye suratını bir sağa, bir sola çeviriyordu.

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Aşk Dalgası


Hikayenin Adı : Aşk Dalgası

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

VAPUR dopdoluydu. Son düdük öttü. İki yandaki çarklar, dar kafeslerinde birden uyanan alışkın ve müthiş deniz aygırları gibi, hiddetli bir gürültü çıkararak, kımıldandı. Bütün vapur hafifçe sarsıldı. Hava gayet güzeldi. Kadıköy'e gidiyorduk. Sonu leylak renkli sisler içinde eriyen Marmara'nın kubbeli, ince minareli, uzun ve uyumuş ufuklarında, büyük ve beyaz kenarlı bulutlar, parçalanmış köpük dağları halinde yavaş yavaş büyüyor, dağılıyor, toplanıyor, derin çukurlarında, yüksek tepelerinde morluklar, koyu mavilikler birikiyordu. Haziranın yakıcı güneşi, vapurun, dumanlardan ve yağmurdan esmerlenmiş tentelerine düşüyor, bazı duran ve yine birden esmeye başlayan kararsız
rüzgârı sanki ılıklaştırıyor, sanki ona sarhoşluk verici, hareket ettiren şuh ve fettan bir şey katıyordu.

Uzak ve bilinmez masal adalarından gelmişe benzeyen süt gibi beyaz martılar etrafımızda uçuşuyorlar, çıkardıkları tatlı ve derin sesleriyle şehirde kalmış, kalabalıktan, uğraşmalardan, hırslardan, kederlerden bunalmış zavallı insanları kendi vatanlarına, gerçekten pek uzak, tenha, sakin yerlere biraz aşk ve şiir tatmak için çağırıyorlardı. Lacivert dalgalar içinde bir masal, bir efsane köşkünü andıran Kızkulesi hayalime dokunuyor, ruhumu, hissimi beyaz ve aydınlık dualarıyla uyutarak aklımdan bütün çevremin, semtimin yankılarını siliyordu. Artık vapurda olduğumu unutuyordum. Ömrümde her gün birkaç şiir okuyan ve düşünen bir adamın, o tuhaf ve hastalıklı hali etrafımı bozuyor, Üsküdar ve Selimiye yakalarındaki evleri, kubbeleri, minareleri, selvileri, hatta koca Tıp Fakültesini ve koca kışlaları silerek hiç görmüyor; onların yerine, alanlarından gümüş ve elmas şelaleler akan, serin gölgelerinde çıplak ve pembe çiftler öpüşen, balta girmemiş çam ve kayın ormanları yapıyordum.

Gerçekte olmayan, yalnız kendi hayalimde yarattığım bu manzaraya, bu yüce ve büyük manzaraya bakarak, "ah, aşk yeri... ah, işte aşk yeri..." diyordum. Martıların, "Geliniz, uzaklara, şu leylak renkli sislerin öbür tarafına... Orada sizi beyaz çiçekler, ezeli ve yeşil baharlar içinde bekleyen kızlar var, geliniz haydi oraya..." diyen ve pek derinlerden acele acele inleyerek gelen seslerini işittikçe, hayalim bütün bütüne dumanlanıyor, adeta başım dönüyor. Artık pek aşağılarda kalan Kız kulesi'nin üstünde şeffaf kanatlı binlerce perinin uçuştuklarını ve gidilse elle tutulabileceklerini açıkça görüyordum. Ansızın omzuma bir el dokundu. Döndüm.
"Yahu, nedir bu hal, bu dalgınlık ne?"
"Hiç... "
"Beni tanıyamadın mı?"
"Şey...'
"Uyan yahu. Ver elini bakayım."

Sıcak ve kuvvetli bir elin, benim haberim olmadan kendi kendine uzanmış olan soğuk elimi sıktığını duydum ve uyanmaya başladım. Fakat hâlâ mahmurluktan kurtulamıyordum.
"Sen ha..."
"Ben ya!.."

Bu, en sevdiğim okul arkadaşlarımdan biriydi. On iki senedir görüşmemiştik. On iki sene... Aman Yarabbim! Dün gibi... Hayat gerçekten en uzun olaylarıyla çabuk biten bir sinema şeridinden başka bir şey değil! Okulda herkesi güldüren, herkesle alay eden, herkese isim takan, şen ve sevimli arkadaşım çok değişmişti. Kırmızı dudaklarının üstünde sert ve kumral bıyıklar çıkmış, şakaklarındaki saçları tek tük ağarmış ve biraz şişmanlamıştı. Fakat gözleri... Ne olduğunu bilmediğimiz gerçeği bilinen "birinci sebep"in insan zekâsına sonsuz bir şekilde kapalı kalacak karanlıkları içinde sönen ruhumuzun sanki en çok bulunduğu bu küçük ve parlak organlar... Onlar hiç de değişmemişti. On iki sene evvel içlerinde gülen mavi neşe hâlâ yaşıyordu. Bilmem niçin, uzaklaştıkça muhabbetimiz artan, geçmişten bir yüze rastlamak beni mutlu etti. Seviniyordum. Ve bütün kuvvetimle ellerimdeki sıcak eli sıkıyordum. Vapurun üst katında idi. Kanapelerde boş yer yoktu. Vapur, önünden geçen mavnalara sık sık düdük çalıyordu. Herkes şüphesiz bir sıkıntı içinde gibiydi. Ortada hiç kadın görünmüyordu. İhtiyarlar uyuklayarak gazetelerini okuyorlar ve yanındakilere kısaca bir şey söylüyorlar. Şişmanlar sigaralarını içerek çarkların gürültüsünü dikkatle dinliyorlar, son moda giyimli şık gençler, tek gözlüklerini düşürmemek için dimdik duruyorlar ve dizlerinin buruşmaması için yukarı çektikleri ütülü pantolonlarından renkli acurlu çoraplarını gösteriyorlardı. Ama hepsi ihtiyarlamış, yorulmuş, bunamış sanılıyordu. Tüysüz ve tıraşlı yüzlerini, karınları ağrıyor gibi, ekşitiyorlar; rüzgârdan, kaşlarını ve dudaklarını buruşturuyorlardı.

Biz, beyaz boyalı parmaklıklara dayanıyorduk. Arkadaşım. "Bir derdin mi var?" dedi. "Buraya çıkınca seni gördüm. O kadâr dalgındın ki, yanına sokulduğumu duymadın. Ne var kuzum?"
"Hiç, hiç... Dalga geçiyordum." "Ne dalgası?"
Gülerek cevap verdim: "Aşk dalgası."
"Daha bekâr mısın?"
"Bekârım." Arkadaşımın mavi gözlerindeki eski neşe birden soldu. Üçüncü
derecede veremden yatağa düşmüş bir zavallıya teselli ve cesaret vermek zahmetine girilmeden nasıl mahzun ve çaresiz bakılırsa bir an bana öyle, acır gibi baktı. Sonra parmaklığa dayadığı elini çekti. Ve cebine soktu. Biraz döndü. Ve ciddileşen gözlerini, gözlerime dikti:

"Hâlâ bekârsın ve aşk dalgası geçiyorsun ha" dedi; "Öyle ise azizim, sakın darılma, sen bir serserisin.,. Okuldan çıktık çıkalı görüşmedik. Sormadan, istersen başımdan geçenleri sana söyleyeyim. Hâlâ aşk dalgası geçmene bakılırsa hayatı anlamamış, açık ve bariz gerçeğin farkına varmamışsın. Ve madem ki, gerçeğe bu kadar yabancı kalmışsın, mutlu değilsin ve ölünceye kadar mutlu olamayacaksın."
"Hangi gerçek?" diye gülümsedim.
"Hangi gerçek mi, dedin? Sosyal gerçek... Eğer sen bu gerçeği sezebilseydin asla aşkla uğraşmayacaktın."

Anlamıyor ve hep gülümseyerek:

"Ama niçin?.." gibi yüzüne bakıyordum. O devam etti:
"Her yerde başlı başına bir çevre, bir sosyal vicdan vardır ki, bütün fenlerin, mantıkların, ilimlerin, felsefelerin karşıtı olarak, en mutlak ve zalim bir tarzda, hükmünü sürer. İşte bizim semtimizde, Türklerin semtinde de aşk şiddetle yasaktır. Bir cehennem makinesi, bir bomba, bir kutu dinamit kadar yasak... Bir Türk on dört yaşına girdi mi annesinden, ablasından, kız kardeşinden ve nihayet teyzesinden ve halasından başka bir kadının yüzünü göremez... O halde kimi sevecek? Hiç. Bu çevrenin, bu sosyal vicdanın kuvvetini, dehşetini sana nasıl anlatayım? Adını unuttum, bilmem hangi filozof; Allah'ın insanlar üzerindeki etkisinden, insanlarla ilişkisinden, ahlakından bahsederken. "O, sosyal çevreden başka bir şey değildir..." diyor. Ben bu sözü biraz doğru buluyorum. Eski kutsal kitaplar ile bugünkü yeni dünyayı çeviren Allah her yerde, her devirde dinsizleri, kendisine karşı gelenleri başka sebepler ve başka tarzlarla eziyor. Eskiden Galile'yi yakan kuvvet, bugün Galile'nin o büyük korkunç suçunu ders diye okuyan milyonlarca okul çocuklarına aldırmıyor. İspanya'da, Ferer'in kafasını delen kurşunlar, Fransa'da patlayabilse ihtimal orada ihtiyar ve bunak kadınlardan ve papazlardan başka kimse kalmaz... İşte bu filozof da Allah'ımızın, ezeli kanunu işletmek için, hep semti, hep semtin sosyal vicdanını kullandığını görerek o hükmü veriyor. Bu eski karşı konulmaz kanun, her yere, her kıtaya, her memlekete değil, hatta her şehre, her köye göre değişiyor. Buradaki iyilik, orada cinayet; oradaki yararlık, burada fenalık sayılıyor; kutsal kitapların bütün doğa, organ değişim kanunlarına inat olarak hiç değişmemesi gereken emirlerine bile her yerde başka türlü boyun eğiliyor; esasları bir olan Hıristiyanlık, Avrupa'da başka, Amerika'da başka, Afrika'da başka... İslamlık da böyle! Hindistan'da başka, Liverpool'da başka. Buhara`da başka, Türkiye'de başka... Arabistan'a ve Acemistan`a git, oralarda bütün bütüne başka... İşte Allah'ımızın Türkiye'deki eski ve karşı gelinmez kanunu, yani sosyal vicdan, aşkı bütün kuvvetiyle bize yasak ediyor. Türkiye'de kimse sevişemiyor. Ve kimse şimdiden sonra sevişemeyecek... Çünkü sevmek için önce görmek lazım. Oysa genç bir kızla yuva yapmak ölünceye kadar mutlu yaşamak için konuşmak, anlaşmak, sevişmek değil; hatta bir kerecik olsun yüzünü görmek olanaksız... Bu şiddetli yasağa karşı duranlar, iş devresine girmiş anarşistlerin, nihilistlerin, yahut eski zamandaki dinsizlerin sonuna uğrarlar. Sosyal ve acıklı bir ölümle sönüp giderler. Lakin kurnazları, yasak olan aşkın usta kaçakçıları, hırsızlıklarından tıpkı, ihtiyar ve cesur bir tütün kaçakçısı, Yunanlı bir yankesicisi gibi, bıkmazlar. Hep yürek çarpıntısı içinde yaşarlar. Gece tenha yollarda, karanlık bahçelerin şüpheli köşelerinde rüzgâr, soğuk ve rutubet altında saatlerce beklerler ve nihayet korku ile karışık iki anlamsız kelime, tadı asla duyulmayan, acele ve çabuk bir öpme... Hepsi bu! Eski edebiyata Acemistan'dan, yeni edebiyata Fransa'dan gelen aşk masalları, şiirler ve hikâyeler şifa bulmaz bir frengi gibi bu kaçakçıların bütün varlığına geçmiştir. Onlar daima, bir macera ararlar. Kadınların görülmesi pek açık ve belli bir tarzda, dehşetle yasak olan bir semte, zıt ve yabancı çevrelerin âdetlerini, mesela sevişmek hülyasını sokmak isterler. Kendilerini yabancı ve uzak memleketlerde geçen hayali romanların kahramanları yerine koyarlar. Tabii edebiyat dergilerindeki birçok şiirleri okuyorsun. Konu: Gece ve kadın... Oysa Türkiye'de ikisi de yoktur. Türk semtinde gece alaturka saat birden sonra bütün perdeler iner, sokaklar tenhalaşır. Evli evine, köylü köyüne, evi olmayan sıçan deliğine girer. Gazinolar, balolar, tiyatrolar ve ilah... yani Beyoğlu tarafı asla Türk değildir. Orada yabancılar kendi semtlerini, kendi âdetlerini yaşarlar. Kadınlarıyla kol kola genel bahçelerde, lokantalarda gezerler, konuşurlar, eğlenirler, gülüşürler. Aralarına, bilinen anlamıyla bir sıçan deliği bulamayan Türkler de karışırlar. Masaların başında pineklerler. Yabancıların kadınlarına, yabancı güzelliklere, yabancı göğüslere hasretle bakarlar. Uzatmayalım, Türklerin gecesi yoktur. Sonra yine bu yeni şiirlerde boyuna göller anlatılır; hangi göller!.. İstanbul'da Terkos'tan başka göl hatırlamıyorum. Oraya da, eminim, şairlerin hiçbirisi gitmemiştir. Özellikle Terkos'un civarında gece barınacak yer yoktur. Yüzlerce mısralarla, uzun manzumelerle anlatılan sevişmeler, sevgililer de yalan... Şairin bir sevgilisi var. Fakat nerede! Şair sevgilisiyle konuşuyor, öpüşüyor. Fakat nerede! Ah, ancak hayalinde. Gerçekte sevişmek ve genç bir kızla üç dört dakika konuşabilmek ve bugünkü Türk semtinde, balıklârın sudan çıkarak havada uçuşmaları ve bostanlardaki ince kavakların dallarında tünemeleri kadar imkânsızdır. İstanbul ve civarında, değil bir genç Türk kızıyla, geceleyin kol kola gezmek, bülbülleri dinleyerek aşk kelimeleri söyleşmek... hatta gündüz biraz taze görünen annemizle bir arabaya binmek ne kadar tehlikelidir, düşün... Piknik yerlerinde, ah bu zavallı, feci ve gülünç yerlerde de aşk mümkün değildir. Kadınlarla erkekler asla birbirlerine yaklaşamazlar. Aralarında mutlaka birkaç yüz adım bulunur, birkaç yüz adımdan başka da birkaç düzine polis, semtin sosyal vicdanına ve bilinen yedi başlı tutucu ve cehalet devinin arzusunu yerine getirmek için sanki bu polislerin, milletvekilsiz ve meclissiz ulu bir kral kadar yetkileri vardır. Kızkardeşinize sokakta bir laf söylediğinizi görmesinler, rezalet hazırdır. Hemen karakola... Kim olduğunuzu ve konuştuğunuzun kardeşiniz, yahut anneniz olduğunu ispat edinceye kadar birkaç kilometre dayak yemezseniz, yine şansınız varmış demek: Semtimizin dininden, geleneklerinden, âdetlerinden, büyüklerinden, ihtiyarlarından, hükümetin zabıtasından fazla bu aşk yasağını isteyen kimlerdir, biliyor musun? Kadınlar, Türk kadınları... Bunlar aşkın ve güzelliğin en korkunç düşmanlarıdır! Dışarıda kendi milletinden hiçbir kadın yüzü görmeyen erkeklerine, evlerinde de bir bakacak yüz göstermezler. Dışarıdaki bekçilerin en dehşetlisi evdedir. Mesela hizmetçi alacaklar, değil mi? En çirkinini bulurlar. Çiçek bozuğu, büyük ağızlı, kalın dudaklı, çarpık dişli, eğri burunlu berbat bir şey... Her gün karşınızda gezen, yemeklerinizi getiren bu kızı daha fazla çirkinleştirmek için özel bir yetenekleri, bir dehaları vardır. Kuvvetli ve fırlak kalçaları görünmesin diye gayet bol elbise giydirirler. 'Etrafa dökülüyor' bahanesiyle saçlarını sımsıkı bir yemeni ile bağlatırlar. Zavallıyı halis bir orangutana çevirirler. 'Beyin hiç yüzüne bakmayacaksın, yanında laf etmeyeceksin, bir şey sorarsa cevap vermeyeceksin... ' tembihlerini vermekte gecikmezler. Bir hizmetçinin aleyhinde bulunurken, 'Çalışkan, temiz, atik kız, ama ağzı burnu yerinde' derler. Ağzı burnu yerinde olmak onlar için en affedilemez bir cinayettir. Genç kızlarla görüşmek ve sevişmek asla mümkün olmadığından "evlenmek" meselesi de onların elinde bir madendir. İstedikleri gibi işletirler. En birinci emelleri oğullarına, yahut kardeşlerine çirkin bir kız almaktır. Tanımadıkları evlere görücü giderler. Ve erkeklerin birçoğu daha hâlâ bilmezler ki, bu görücü hanımlar güzelden ziyade bir çirkin ararlar. Ve mutlaka da bulurlar. Güzel bir kız alırlarsa kardeşlerinin yahut oğullarının onu seveceğini, onun lafını dinleyeceğini ve sonra kendi pabuçlarının dama atılacağını düşünmek onları çıldırtır. Güzellikten dehşetle ürkerler. Bunun için İstanbul'da koca bulamayan, evde kalan kızların yüzde doksanı en güzeller, en cazibeliler, en sevimlileridir.

Bu zavallı güzel Türk kızlarını görücü hanımlar beğenmez. 'A, kardeş, çok güzel ama şeytan gibi çok bilmiş... Biz oğlumuza ecinni değil, kız almak isteriz' derler. Kimine alafranga, kimine sıska, kimine şirret gibi kusurlar bulurlar. İstedikleri tombul beyazca, sessiz, mıymıntı, budala, cahil, ıslanmış tavuğa benzeyen kızlardır. Böyle bir kıza rasgeldiler mi, 'Ah, işte bir melek!' diye haykırırlar ve başlarlar oğullarına, kardeşlerine abartarak anlatmaya... Zavallı erkek talihin kendine bir peri gönderdiğine inanır ve zifaf gecesi kalın duvağı kaldırınca karşısında 'Adınız ne efendim?' sorusuna cevap veremeyen şaşkın, temiz, beyaz ve biçimsiz bir et yığınından başka bir şey göremez. Erkeklerini, hiçbir fırsat kaçırmayarak, güzel görmekten, aşktan, sevişmekten mahrum bırakan bu kadınlar, aynı zulmü kendi cinslerine de yaparlar. Tanıdıkları bir kadının başından kazara bir macera geçer, mesela bir 'mektubu' yakalanır, yahut da kocasından boşanıp diğer birine varırsa hepsi birden ona darılırlar ve dehşetle afaroz ederler. Aradan uzun seneler geçer, o kadını sokakta gördüler mi; yollarını değiştirirler, bazıları yüzüne tükürmeye kalkar, en insaflıları biraz acır, 'Ah, zavallı kötü oldu, alnının yazısı imiş' der. Semtimizde, 'Bir kadının en birinci görevi güzel olmaktır' sözünün nasıl tehlikeli bir yalan olduğunu pek iyi bilen anneler, kızlarını, ellerinden geldiği kadar güzellikten, şuhluktan, süsten, serbestlikten alıkoyarlar. Bu annelerin sokağa çıkarken kızlarının kulaklarına fısıldadıkları öğüdün değişmez modeli budur: 'Kızım! Peçeni indir. Ellerini çarşafın içine sok. Başını öyle yukarı kaldırma, aşifte diyecekler. Önüne bak. Fransız karıları gibi zıp zıp yürüme. Yavaş, yavaş. Göğsünü ileri çıkarma, arkamıza takılacaklar. Sana azgın diyecekler. Adın çıkacak. Evde kalacaksın, vs. vs...'  Sonra, tanışan, görüşen her aile, sanki birbirlerinin doğal müfettişleridir. Sakın bir aile içinde küçük bir aşk macerası geçmesin. Rezalet, dedikodu birden göklere çıkar, kahramanlarını tefe korlar. Oğullarının ve kızlarının gizlice görüşmelerine, mektuplaşmalarına aldırmayan; göz yuman annelere bütün tanıdıkları, yine birden darılır; 'Ah, ayol kadın bu yaştan sonra boynuz dikiyor...' diye ondan iğrenirler.

Bazı yeni romanlarda gösterilen, Türkiye'deki bilinen kibar dünyasına gelince... Bu dünya, bütün bütün bir hayal ürünüdür. Türklerin arasında eskiden de, şimdi de ayrıcalıklı bir sınıf yoktur. Olay büyücek memurların, eski devirden kalma paşaların ve bir parça zengin olanların aileleri, yapay bir kibar dünyası yapmaya çalışırlar ve esaslarını feda ederek sözde Batılılaşırlar, Frenkleşirler. Fakat netice? Bütün semt onlara düşman olur. Bir mahallede böyle, kadınları, nikah düşen akrabalarına görünen bir aile oldu mu, evvela, 'Kötüler!..' lakabı takılır, sonra boykotaj başlar. Böyle kozmopolit ailelerin etraflarında yükselen nefret ve tecavüz sesleriyle bütün mutlulukları söner. Yerlerini, yurtlarını terk etmeye, kırlara, uzak ve tenha köşklere, ücra yalılara çekilmeye mecbur kalırlar. Evet, yeni şiirlerdeki göller, geceler, aşklar gibi, yeni romanlardaki o nikâh düşen akrabalarına, erkeklerinin arkadaşlarına çıkan kadınların vücudu yalandır. Uydurmadır. Bu romanlar Batı romanlarının gölgelerinden, tekrarlarından, tercümelerinden taklitlerinden başka bir şey değildir. İstanbul'da kadınları, yabancı ve nikâh düşen erkeklere gözükür bir Türk ailesi bana gösterilsin, beş senelik kazancımı vermeye şimdi hazırım. Bu romanlarda anlatılan Avrupalılaşmış aileler, meşhur sanatkârlarımızdan Kel Hasan'ın ve Abdi'nin özel ve yazarı bilinmez piyesleri kadar hakiki Türklüğe aykırıdır. O tiyatrolarda uşağın, hanımların yanına zırt zırt çıkması, 'Oh kaymak' diye süt ninelerin göğüslerini sıkması gerçekte Türk aileleri arasında nasıl imkânsızsa ve bu rezaletler nasıl son derece uydurma şeylerse, yeni romanlardaki yabancı erkeklerin ellerini sıkan, kocalarının yanında açık saçık, örtüsüz ve çarşafsız, hatta bazen dekolte, yabancı erkeklerle konuşan kadınlar da öyle kaba, münasebetsiz, gerçeğe taban tabana zıt, soğuk ve sahte hayallerdir.

Uzatmayalım, şimdi bana cevap ver. Böyle diniyle, gelenekleriyle, âdetleriyle, kanunlarıyla, hükümetleriyle, zabıtasıyla, aile kurumuyla, hatta kadınlarıyla aşkı yasak eden, nikâh düşen erkek ve kadını asla birbirine göstermeyen bir semtte aşk aramak, sevişmek inadı serserilik değil de nedir? Böyle bir çevrenin sosyal vicdanına karşı gelmek, en kuvvetli ve muazzam hükümetlere karşı anarşistlik etmekten daha delilik, daha çılgınlık değil midir? Çok akıllı sandığım senin de hâlâ bu imkânsız hayal ile uğraştığını gördüğüm için çok canım sıkıldı. Ah zavallı dostum, sen şimdiye kadar piyangoyu çekmeli, kısmetine düşen et yığıntısına, et tarlasına razı olmalı, orduya askercikler yetiştirmeliydin... Ve ancak böyle mutlu olabilirdin. Halbuki sen hâlâ aşk dalgası geçiyor, sonu bulunmaz bir ümitsizlik çölüne, içi lav dolu bir cehennem uçurumuna, arkasında ateş fışkıran yanardağlar saklı uzak, aldatıcı, suni bir seraba koşuyorsun. Bilsen sana ne kadar acıdım..."

Vapur Kadıköy'e gelmişti. Arkadaşımı dinlerken, ökçelerimin üzerinde kalmış, hafifçe parmaklığa oturmuştum. Doğruldum. Sağ ayağım fena halde uyuşmuştu. Yere basamıyordum.

"Biraz dur kuzum" dedim, "ayağım uyuşmuş. En sonra çıkarız."
Gülüyor, "Ayağın değil, galiba beynin uyuştu" diyordu.

Vapur iskele tarafına eğilmişti. Üstten ve alttan adamlar çıkıyordu. Güneş kalın bulutlar altında kaybolmuş, hava esmer bir demir rengi bağlamış, ağlamaya hazırlanan, içi yaş dolu dargın ve soluk bir göz gibi suskunlaşmıştı. Çıkanlara bakıyordum. Yarım saat evvelki tatlı dalgamı korkunç bir fırtınaya çeviren arkadaşımın söylediklerini, fertlerini ikiye ayıran, aşktan ve sevişmekten mahrum bırakan, annelerini, karılarını, kızlarını hapsederek asırlarca daldığı rüyasız ve granit uykusundan asla uyanmayan bir kavmin, bir toplumun sonu ne olabileceğini düşünüyor; dar tahtalar üzerinde korkak bir dikkatle hızlı hızlı geçenlerin sessiz sedasız çıkışlarını, ürkek bir hayvan sürüsünün acele kaçışına benzetiyordum. Bunların içinde hiç dişi yoktu. Çoluk çocuk, ihtiyar, genç, zengin, fakir, hepsi erkekti. Elimle dizimi oğuşturarak,
"Vapurda hiç kadın yokmuş" dedim. Arkadaşım yine güldü ve cevap verdi:
"Sabırlı ol... Onların erkeklerle karışmaları yasaktır. En sonra çıkarlar..."

Vapur tamamıyla boşalmıştı. Biz hâlâ davlumbazın üstünde, beyaz parmaklıkta idik. Bacağımın uyuşması geçmemişti. Arkadaşımın yanında topallayarak iskeleye doğru yürümeye başladım.

Artık şimdi kadınlar da, her tarafları örtülü koyu siyah çarşaflarının altında sanki şangırtıları işitilmemek için pamuklara sarılmış gayet ağır ve gizli esirlik ve zulüm zincirleri taşıyan lanetlenmiş, hayattan kovulmuş, hasta ve dilsiz hayaletler gibi sendeleyerek, titreyerek yavaş yavaş çıkıyorlar ve başlarını önlerine eğerek düşmemek, bir şeye dokunmamak, birbirlerine çarpmamak, yanlış bir adım atmamak için kalın ve kara peçelerinin altında bastıkları yeri görmeye çalışıyorlardı...

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Pireler


Hikayenin Adı : Pireler

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

AŞK filan değil... Hani şu "rastlantı" dediğimiz, tarihi yapan, mutlulukları yaratan, yuvaları kuran belirsiz el yok mu? İşte o, beni Rose Mayer'le birleştirmişti. Yirmi yaşında ya vardım, ya yoktum. Küçücük köpeğim Koton'la İzmir'in ikinci sınıf otellerinden birinde oturuyordum. Bir gün karşımdaki odaya, iri mavi gözlü, sarı saçlı bir Fransız kızı geldi. Kederli olduğu yüzünden belli idi. Otelciye kim olduğunu sordum.

- Paris'ten bir Ermeni doktorunun peşine takılmış, doktorun ailesi kabul etmemiş, kovmuşlar. Zavallı şimdi memleketine dönmek için vapur bekliyor - dedi.

İnsanın yirmi yaşındayken kalbi ne faaldir! Ben, bu basit serüveni hayalimde büyüttüm. Ağlamaktan kızarmış iri mavi gözlü kızcağızın acılarını, üzüntülerini yaşamaya başladım. Galiba vapurdan daha çok, para bekliyordu. Çünkü gizlice takip ettiğim için görüyordum ki, her gün Fransız postanesine gidiyor, mektup soruyor. Merdivenlerde, koridorlarda karşı karşıya geldikçe birbirimize dikkatli bakmaya... Sonra "bonjur, bonsuvar" demeye başladık. Nihayet bir hafta içinde dost olduk. Bana başına gelenleri ağlayarak anlattı. Teselli verdim. Hayatın felsefesini yaptım. Hiç de toy bir kız değildi. Her şeyi biliyordu. Realistti. Fakat namusuna pek büyük kıymet veriyor, sakin bir ev kadını olmasını her hayali mutluluğa tercih ediyordu. Güya ben de onun gibi sessizliği seviyordum. Bir ay geçmeden anlaştık. Paris'teki ailesinden para geldiği halde gitmedi. Benimle birleşti. İkinci Kordon'un arkasında küçük bir apartman kiraladık. Ah bu serbest evlilikler! O kadar mutlu olmuştum ki... İçimde kapalı kalmış çılgın bir sevinç kumrusunun dem çekerek çırpındığını duyuyordum. Rose, gerçekten hiç sokağı, gezmeyi sevmiyordu. Sabahtan akşama kadar evin işleriyle uğraşıyor, durmak, dinlenmek bilmez bir hırsla her tarafı, her şeyi yıkıyordu. Temizlik merakını adeta delilik derecesine getirmişti. O, ben, köpeğim, üçümüz de günde üç defa banyo ediyorduk. Geceleri Paris Kahvesi'ne veya sinemaya giderdik. Dönüşte, Rose, yorgun argın ayakkabılarımızın altını çamaşır sulu suyla siler, Koton'un ayaklarını yıkamakla kalmaz, bazı geceler zavallı hayvancağızı tepeden tırnağa kadar gıcır gıcır sabunlardı.

Fakat mutluluklar rüyadan başka bir şey midir? Bizim mutluluğumuz da çok sürmedi. Acı bir kederle uyandık. Koton fena halde hastalandı. Yemiyor, içmiyor, oynamıyor, daima yatıyor, zayıflıyor, eriyordu. Rose da benim kadar ümitsizdi.

- Zavallı verem oldu! - diyordu.

Ne kadar veteriner varsa hepsine gösterdik. Kınakına verdiler. İçiremedik. Müshiller, şunlar bunlar hiçbir fayda vermedi. O vakitler Rahmi isminde bir arkadaşım vardı. Rose'u yalnız onunla tanıştırmıştım. Pazar günleri evimize gelirdi. Felaketimizi, Koton için ne kadar üzüldüğünü gördü.

- Hiç veterinere gösterdiniz mi? - dedi.
- Gösterdik.
- Hangi veterinere?

İzmir'in bütün veterinerlerini saydım. Hele bir tanesinin iktidarını, ilmini de övmeye kalktım. Bu veteriner İslam olduğu halde santur mu, keman mı, mandolin mi ne idi, şimdi unuttuğumuz bir çalgı ismi taşıyordu. Rahmi.

- Azizim, köpeğini kaybetmek istemezsen, Avrupalı bir veteriner bul, göster - dedi.
- Veterinerin Avrupalısı ile Asyalısı arasında nefark olur? dedim.
- Çok... - diye güldü.
- Ne gibi?
- Köpeğini gösterince görürsün.

Bu öneriyi bir paradoks olarak düşündüm. Ama denize düşen köpüğe sarılır! Felaket zamanında, ümitsizlikte en boş, en çürük temeller üzerine ümit bina etmek ne hoş bir tesellidir. Rose da:

- Boykotaj yapmıyoruz ya... Bir Avrupalı veterinere gösterelim, belki Rahmi Bey'in hakkı var - demeye başladı.

Sordum, soruşturdum. Punto'da ihtiyar bir İtalyan veteriner varmış. Sığır vebası uzmanıymış. Halsizlikten gözlerini açamayan zavallı Koton'un cesedini kucağıma aldım. Evine gittim. Kapıyı kendisi açtı. Beyaz, çatal sakallı bir adamcağızdı. Galiba sokağa çıkıyordu. Şapkası başında, bastonu elindeydi.

- Ne istiyor? - dedi.
- Köpek hasta - dedim.

Kalın bastonunu kapının kenarına dayadı. Titrek zayıf elleriyle Koton'u kucağımdan aldı. Gözlerine, ağzına baktı. Sonra tüyleri kokladı. Elleriyle bu beyaz tüyleri araladı. Dikkatli dikkatli baktı.

- Bunun üzerine bir avuç pire koy, iyi olacak! - dedi.
- Ne demek?
- Pire oğlum, bir avuç pire!..

Koton'u uzattı. Aldım. Birdenbire fena halde canım sıkıldı. Terbiyesiz, bunak, işte benimle eğleniyordu.

- Bir ilaç vermeyecek misiniz? - dedim.

İhtiyar gülerek yine münasebetsiz tavsiyesini tekrarladı:

- Bir avuç pire! Yıkamayacaksın. Üzerinde kalsın. Bu ilaçtır!
Hiddetlendim.
- Benimle eğleniyor musunuz?
- Ne eğlenmek? Doğru söylerim. Başka ilaç istemez bu...
- Bunak herif!
- Ben, ben bunak ha...
- Sen ya...

Canımın sıkıntısından az daha ihtiyarı dövecektim.

- Ben bunak ha?
- Hem bunak, hem terbiyesiz! Ben sana insan gibi hasta hayvanı getiriyorum, sen gevezelik ediyorsun.

Hani Avrupalıların dehşetli cehaletler karşısında acır gibi donuk bir gülüşleri vardır. İhtiyar İtalyan veteriner bu özel gülüşle beni baştan aşağı bir süzdü. Sonra:

- Haydi bre, kafasız adam, sen anlamaz bir şeyden. Git, benim dediğimi yap. İyi olursa viziteyi getireceksin. İyi olmazsa yine geleceksin. Benim yüzüme "tuh" yapacaksın.

Cevabı beklemedi, kapıyı hızla çekti, önümden uzaklaştı. Acaba bu ilacı yapmalı mıydım? Bir taraftan ihtiyarın "Türk" diye bana önem vermeyip alay edişine kızıyor, bir taraftan hâlâ bu alayı sahi zanneder gibi oluşuma hiddetleniyordum. Eve geldim. Rose'a, ihtiyarın terbiyesizliğini söyledim.

- Belki sahidir, bir kere deneyelim - dedi.
- Budala mısın? - diye güldüm.
- Ümit bu.
- Pekalâ.

Fakat pireyi nerede bulmalı? Her gün iki defa yıkanan evde pirenin kendi değil, ruhu bile yoktu. Ertesi gün yine Koton'un hareketsiz cesedini kucağıma aldım. İncir tüccarlarından bir arkadaşımın mağazasına gittim. Pireye ihtiyacım olduğunu anlattım.

- Bizim çuval deposunda bir avuç değil, ordularla bulunur, dedi.

Koton'u bir ekmekle bu depoya bıraktık! Üzerinden kapıyı kapadık. Bir gün sonra mağazaya Koton'u görmeye gittim. Deponun kapısını açtık. Koton canlanmış, ayağa kalkmıştı. Beni görünce eski, mesut zamanlarında olduğu gibi sıçramaya başladı. O kadar sevindim ki... Kucakladığım gibi doğru eve koştum. Rose, sevgili köpeğimizin tekrar hayata geldiğini görünce benden ziyade sevindi.

- Aman pireleri üzerinden uçmasın - dedim.
- Nasıl uçurmayalım?
- Yıkama.
- Yıkamam.

Rose bir hafta sabretti. Hakikaten yıkamadı. Koton o kadar canlandı, o kadar iştahı açıldı ki... Hacimine eşit yemekle artık doymuyordu. doktorun, bu nasıl etki ettiğini hâlâ anlayamadığımız tavsiyesini alay zannettiğime pişman oluyordum. Zavallıya hakaret de etmiştim. Fakat itiraf edilen kusurlar hep affedilirler. Mutluluğumuzu tekrar bize veren bu ihtiyara hem af dilemek, hem bakma ücretini vermek ihtiyacı beni rahatsız etmeye başladı. Bir sabah kalktım, evine gittim. Bu sefer kapıyı genç bir hizmetçi kız açtı. Beni ihtiyarın tül perdeli küçük odasına soktu. Maroken bir koltuğa uzanmış, beyaz porselenden bir pipoyu içiyordu. Yerinden kalkmadı.

- Nasıl köpek, iyi oldu?
- Oldu - dedim.
- Gördün, nasıl sende kafa boş! Ben söyler, sen şaka sanır!

Yanındaki masanın üzerine bir lira bıraktım. Çıkarken kendimi tutamadım, döndüm.

- Fakat mösyö bizim veterinerler o kadar ilaçlar verdiler, etki etmedi. Pireler nasıl etki etti de köpek canlandı? - dedim
- Buna senin aklın ermez.
- Niçin mösyö, ben insan değil miyim?
- İnsan ama, başka insan! Cahil adam!
- Fakat ben okudum.
- Sizin veterinerler kadar okudun? Verirler köpeğe içmek için ilaç! Sacristi!

Fransızca söylemeye başladım. Pirenin nasıl etki ettiğini anlamaya iyice
kararlıydım. İhtiyar Avrupalı gülmeye başladı. Beni karşısına oturttu. Medli İtalyan Fransızcasıyla:

- Aç o boş kafanın kocaman kulaklarını! - dedi.

Bu emir, beni öyle sarstı ki, adeta kulaklarımın uzayarak sallandıklarını hisseder gibi oldum. Sağ eliyle çatal sakalının birini bırakıp birini tutuyordu. Ders verir gibi söylenmeye başladı:

- Siz isterseniz muska... Siz istersiniz üfürük... Siz istersiniz ilaç! Halbuki hastalıkların evvela nedenlerini bulmak lazım. Bu neden bulununca şifa bulundu demektir. Senin köpek hasta. Niçin? Bunu sizin veterinerler düşündü mü? Hayır... Ama yalnız hasta! İlaç lazım... Hayır, nedeni bulmak lazım. Allah dünyada hiçbir hayvanı, hiçbir organı görevsiz yaratmadı. En fena hayvanların, en muzır mikropların bile görevleri vardır. Dört ayaklı hayvanlar çok tembeldirler, Allah bunların üzerine pireleri koydu. Niçin? Uyandıkları zaman rahatsız olup tekrar uyumamaları için... Bu pirelerin ısırmalarından kaşınarak hareket, yani jimnastik yapmak için... Siz ne yaptınız? Bu köpeği yıkadınız. Üzerine kolonya sürdünüz. Vücudunda hiç pire kalmadı. Rahat uyumaya başladı. Uyandı, tekrar uyudu. Uyandıktan sonra onu uyutturmayacak hayvanlar üzerinde yoktu. Uyuya uyuya iştahı kapandı. Midesi bozuldu. Yemedi, içmedi, hareket etmedi. Vücudu toksin doldu. Hastalandı. Bir ay daha üzerine pire koymayaydınız açlıktan, halsizlikten ölecekti!..

İhtiyar veteriner, pirelerin hayattaki bütün görevini sırasıyla anlattı. Sonra sineklere, farelere, vızvızlara, kedilere geçti. Küçük buzağıları koşturmak için tabiat, burunlarının dokunamayacağı bir yere, mesela kuyruklarının dibine birtakım yapışkan sokucu sinekler musallat ediyordu. Darwin'in gerçeklerini dinliyordum. Veteriner, sonra organların görevine geçti. Saçın, bıyığın, kirpiklerin, kaşların görevini söyledi. Sakalın ikinci derecede bir hazım aleti olduğunu anlatırken şaşaladım.

- Ah siz Türkler, vücut için, hayat için ne kadar lüzumlu olan organlarını keser, görevlerini bozarsınız! - dedi.
- Ne gibi?
- Mesela koltuğunuzun altındaki kılları kesersiniz.
- Onların görevi ne?
- Burnunun içindeki, kulağın içindeki kıllar gibi onun da görevi var. Koltuğun altında adale yoktur. Yalnız ince bir deri. Halbuki ciğerlerin uçları burada. Soğuktan, sıcaktan ciğerleri korumak için tabiat, oraya doğal bir kürk koydu...

Yarım saat içinde bütün vücudumuzun kopardığımız doğal küreklerini, düşünmeden kestiğimiz diğer organlarımızın da hayret verici önemli görevlerini ayrıntısı ile öğrendim. Gerçekten hayatın pozitif esrarı bir Asyalının iman dolu olumsuz kafasına sığacak iş değildi. Rahmi'ye hak verdim! Rose, artık Koton'u yıkamaktan vazgeçti. Sevgili köpeğimizin pireleri az zamanda bütün apartmana yayıldı. O kadar ki... Bizi bile eskisi gibi öğleye kadar yatağımızda uyutmuyor, daha güneş doğmadan erkence kalkıp kahvaltımızı yemeye mecbur ediyordu.

Sakız Sardunya (Elif Şafak) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili

Kitabın Adı : Sakız Sardunya

Kitabın Yazarı : Elif Şafak

Kitap Hakkında Bilgi :

İstanbul'da sakin bir mahallede bir kız çocuğu yaşardı. İsmini hiç mi hiç sevmeyen... Hem akıllı, hem meraklıydı. Çok da konuşkandı. Anne babasına ve öğretmenlerine durmadan sorular sorardı. Zavallı büyükler, onun zekasına yetişmekte zorlanırdı! Bir atlası vardı sürekli karıştırdığı ve pek çok kitabı.... Hayaller kurmaya bayılırdı. Bir gün okulun kütüphanesinde hiç beklemediği bir sürprizle karşılaştı. Rafların arasında tuhaf bir küre parlıyordu. Bulan herkesi unutulmayacak bir yolculuğa çıkaran sihirli bir küre!

EFHİMA, yani Efsaneler, Hikâyeler ve Masallar Ülkesi'ne uzanan rengârenk bir maceraya atılmaya hazır mısınız?

Elif Şafak, Sakız Sardunya kitabında ismini hiç sevmeyen genç bir kız çocuğunun hikayesini anlatıyor. Sakız adındaki bu genç kız, bulduğu sihirli küre sayesinde masal dünyasında maceralara atılıyor.

Kitap, belleklerde hoş bir yer edinecek türden. Çocukların düş ve düşünce ufkunu geliştirecek, aynı zamanda da eğlenceli bir kapı aralayacak şekilde kaleme alınmış. Kitaptaki resimler titizlikle hazırlanmış, kitabı tamamlayıcı özellik taşıyorlar.

Kitabın Özeti :

Sakız Sardunya, büyüklerin dünyasına ve bakış açısına bir türlü anlam veremeyen meraklı ve zeki bir kızdır. Sakız Sаrdunуа kitap okumayı çоk seven akıllı ve merаklı biridir. İѕmi bir çiçek аdı оlmasına rağmеn іsmіnі hiç mі hiç sevmez. Çünkü okuldakі tembel öğrencіler iѕmiylе alay еdеrlеr.

Adını değiştirmek istediğini annеsi Hayal Hanım’a söуlediğinde аnnesi :

“Herkes çіçеklеrі çоk sеvеr. Nokta.”

diyerek bu konunun bir daha kapanması gerektiğini ѕöyleyіp konuуu kapatır. Büyüklere bir şey anlatmanın çok güç olduğunu düşünür vе herkesin kendi аdını özgürce seçebileceği bir yer düşlеr. Küçüklüğünden beri bir hayvanı olmаsını istеr, lаkin anneѕi kent yaşamının buna çok uygun olmadığını söyler.

Babası Hаsаn Bey ise kızını kıramaz ve ona isimlerini Gece ve Gündüz koyacağı iki minik su kaplumbağası hedіye еdеr. Kızın en sevdiği şeylerden biri babasının аldığı ve çoğu vakіt yanından hiç aуırmadığı аtlаsıdır. Atlası, ona büуüdüğü zaman gideceği ülkеlеrin hаyаllеrini kurdurur.

Akrаnı pek çok çocuktan farklı olarak tabiata hayranlık bеslеr ve insаnlаrın yaşadıkları tabiatı ѕahiplenmeleri gerektiğini düşünür. Büyüklеrіn уaşadıkları yerleri temiz tutup çеvrеyi kirletmelerine hiçbir mana veremez. Çevreyi korumak için bіr kamрanya уаpmаk іѕter lakіn alaу еdіlеcеğі düşünсesiуle bu fіkіrden vazgeçer.

Sakız Sardunya, kitap boyunca büyüklerin dünyasını sorgular. Annesi ona her zaman "yemeğini ye yoksa sana küser, ders çalış yoksa derslerin küser" gibi şeyler söylüyordur. Annesinin bu söylediklerine bir türlü anlam veremez. Acaba annesi, küsmesin diye mi hep aynı ruju kullanıyor diye düşünür. Sakız Sardunya'nın anlam veremediği daha birçok şey vardır. Neden büyükler pek kitap okumaz? Neden büyükler duygularını anlatamaz? Neden büyükler kendisi gibi sorular sormaz?

Büyüklerin dünуasını sorgulayan Sakız Sаrdunуа kіtap okumanın fаydаlаrındаn bahsеdеn anne vе babaѕının nеdеn yeterі kadar kitap okumadıklarını da аnlаmаz.

Sık sık оkul kütüphanesine gidеn Sakız Sardunya, bir kіtap aldığı rafta ѕıra dışı bіr cam küre bulur. Mеrakına уenik düşer vе kürеyi götürür. Kürenin üzerinde 8 kıta olmaѕı oldukça gizemlidir. Üѕtelіk de üzеrindеki tаşlаrı yаnıр sönmektedir.

Büyük gizemi ilе bіr sürelіğіne annеannеѕinе gidеn Sakız Sardunya orаdа kürenin sırrını çözеr vе Efhima, yаni efsaneler, hikâyeler ve masallar ülkеsinе gіden kapıdan geçerek fantastik bir mаcerаyа atılır.

Macerasının sonunda, Sardunya artık hayatta kolay diye bir şey olmadığını anlamıştır. Hangi yolu seçerse seçsin zorluklarla karşılaşacaktır. Önemli olan elinden gelenin en iyisini yapmaktır. İnsan kaybetse bile bir ders çıkartıp ve bir şeyler öğrenir. Öğrenim bir kazanımsa demek ki insan kaybettiğinde de aslında kazanıyordur.

Sakız Sardunya (Elif Şafak) Kitap Sınavı Yazılı Test Soruları ve Cevap Anahtarı için tıklayınız...

Sakız Sardunya (Elif Şafak) Kitap Sınavı Yazılı Test Soruları ve Cevap Anahtarı

1- Sakız Sardunya kitabının yazarı kimdir?

A) Sara Şahinkanat
B) Elif Şafak
C) Jules Werne
D) Gülten Dayıoğlu

2- Aşağıdakilerden hangisi Sakız Sardunya Kitabı’nın kahramanlarından biri değidir?

A) Leyla Hanım
B) Hayal Hanım
C) Asutay
D) Okyanus Bey

3- Aşağıdakilerden hangis Sakız Sardunya’nın ismini sevmemesinin nedenlerinden biri değidir?

A) Dünyadaki en tuhaf isim oduğunu düşünmesi
B) Okulda arkadaşlarının ismiyle alay etmesi
C) İsminin çiçek anlamına gelmesi
D) Sakız Sardunya isminde başka birisinin olmadığını düşünmesi

4-Sakız Sardunya en çok hangi dersten korkmaktadır?

A) Fen Bilimleri
B) Matematik
C) Tarih
D) Coğrafya

5- Aşağıdakilerden hangisi Sakız Sardunya’nın kişisel özellikleridir?

A) Yuvarlak yüzlü ve Ela gözlüdür.
B) Tembel ve çok yaramazdır.
C) Kitap okumayı çok sever ve hayal gücü çok zengindir.
D) Arkadaşlarıyla alaycı konuşur.

6- Sakız Sardunya’nın evde beslediği kaplumbağalrın isimleri aşağıdakilerden hangisidir?

A) Canikom
B) Siyah ve Beyaz
C) Kaplumbiş
D) Gece ile Gündüz

7- Aşağıdakilerden hangisi Sakız Sardunya’nın en çok sevdiği ders ve öğretmendir?

A) Fen bilimleri-Leyla Hanım
B) Türkçe- Selma Hanım
C) Matematik-Sinan Sarımtırakkulak
D) Beden Eğitimi-Hasan Bey

8- Sakız Sardunya niçin bir haftalığına anneannesine gitmek zorunda kaldı?

A) Babası ve annesi bir iş seyahatine çıkacağı için
B) Babası ameliyat olacağı için
C) Anneannesini çok özlediği için
D) Yeni yerler görmekten hoşlandığı için

9- Sakız Sardunya sihirli küreyi nereden aldı?

A) Anneannesinin evindeki bozuk saatin içinden
B) Kırtasiyeci dükkanından
C) Okul kütüphanesinden
D) Efhima Ülkesinden

10- Sakız Sardunya sık sık yazdığı günlüğüne hangi ismi vermiştir?

A) Koca Ağaç
B) Sırlarım
C) Hayal ağacım
D) Can Dostum

11- Sakız Sardunya’nın küresi annannesinin evine gelince niçin solmuştur?

A) Karanlıkta kaldığı için
B) Kitaplardan uzak kaldığı için
C) Valizde zarar görüğü için
D) Çok tozlandığı için

12- Sakız Sardunya odasında düşünürken dışarıdan ona kim gözetliyordu?

A) Zeliş
B) Mahallenin Çocukları
C) Dedesi
E) Kuzeni Bahar

13- Öğretmenler yoklama yaparken Sakız Sardunya’nın ismi okununca Çocuklar hep bir ağızdan ne söylerlerdi?

A) Çok yaşa
B) Gelmedi
C) Burada
D) Saksıda

14- Annesi Sakız Sardunya’nın sorularına cevap bulamayınca son sözü ne olurdu?

A) Sus artık
B) Bilmiyorum
C) Nokta
D) Kitap oku

15) Sakız Sardunya’nın bulduğu küre kime aitti?

A) Zeliş ile kardeşine
B) Babasına
C) Uzaylılara
D) Kütüphaneciye

16- Sakız Sardunya bahçede tanıştığı Zeliş ve Asutay ile nereye gittiler?

A) Uzaya
B) Afrika’ya
C) İstanbul’a
D) Efhima’ya

17) Efhima ne demektir?

A) Efsaneler, Hikayeler, Masallar Ülkesi
B) Cadılar Diyarı
C) Şehrin en büyük parkı
D) Sihirli Küre

18) Üç arkadaş sekizinci gezegene nasıl gittiler?

A) Gemiyle
B) Kanatlı uçan atla
C) Uçakla
D) Sihirli Halıyla

19) Zeliş ve Asutay kendi ülkelerinden başka ülkelere niçin gelmişlerdir?

A)Harf harf fikir toplamak için
B) Yeni yerler keşfetmek için
C) Başka çocuklarla tanışmak için
D) Anne babalarını aramak için

20) Sekizinci kıtada kuraklık olmasının sebebi nedir?

A) İnsanların her yere çöp atmaları .
B) Kıtayı cadılar ve ejderhaların basması.
C) Sakız Sardunya’nın gizlice küreyi alması.
D) İnsanlar kitap okumayıp, yeni fikirler üretememesi.

Cevap Anahtarı :

1-B      2-D      3-C      4-B      5-C
6-D      7-A      8-B      9-C     10-A
11-B   12-A    13-D    14-C    15-A
16-D   17-A    18-B    19-A    20-D

Sakız Sardunya (Elif Şafak) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili için tıklayınız...

Güliver'in Gezileri Seyehatleri (Jonathan Swift) Kitap Sınavı Yazılı Test Soruları ve Cevap Anahtarı


1.Kitabın yazarı kimdir? 

A. Jayne Swift
B. Gülliver
C. Jonathan Swift

2. “Gülliver ilk olarak cüceler ülkesi olarak bilinen ………………...’ a gitmiştir.” Boşluğa aşağıdakilerden hangisi gelmelidir?

A. Brobdıgnag
B. Lilliput
C. Moskova

3. Cüceler ülkesinde Gülliver’e hangi isim verilmişti?

A. Korkunç Güliver
B. Sevimli Adam
C. Dağ Adam

4. Cüceler ülkesinin düşmanı ……..…………’dı. 
Boşluğa aşağıdakilerden hangisi gelmelidir?

A. Blefusculular
B. Lilliputlular
C. Osmanlılar

5. Devler Ülkesi’nde efendisi Gülliver’i hangi sebepten dolayı kraliçeye sattı?

A. Kral Gülliveri çok sevdiği için
B. Çok para kazanmak için
C. Gülliver hasta olduğu ve onun öleceğini düşündüğü için

6. Gülliver “Hâkimiyet ve zeka, sadece cisim olarak büyük olanlara ait değildir. Çünkü karınca ve arı gibi küçük hayvanlar çoğu zaman kendinden büyük hayvanlardan daha maharetlidir.” diyerek kime ders verdi?

A. Cüceye
B. Krala
C. Dadısına

7. Gülliver’i sarayda hiç sevmeyen ve ona sürekli oyunlar düzenleyen kimdir?


A. Cüce
B. Çocuklar
C. Ahçı

8. Gulliver,Devler Ülkesi’ndeki kralın sakal kılları ile kendine ne yapmıştır?

A. Tabure
B. Tarak
C. Sepet

9. Güliver hangi hayvanın onu kaçırması sonucu kurtuldu?

A. Ördek
B. Martı
C. Kartal

10. Gülliver,hangi ülkenin vatandaşıymış?


A. Türkiye
B. İngiltere
C. Rusya

Cevap Anahtarı :

1-C     2-B     3-C     4-A     5-C
6-B     7-A     8-B     9-C     10-B

Güliver'in Gezileri Seyehatleri (Jonathan Swift) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili için tıklayınız...

22 Ağustos 2019 Perşembe

Morgue Sokağı Cinayeti (Edgar Allan Poe) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili

Kitabın Adı : Morgue Sokağı Cinayeti

Kitabın Yazarı : Edgar Allan Poe

Kitap Hakkında Bilgi :

Kitabın yazarı Edgar Allan Poe ABD’li şair, kısa hikâyeci, editör ve edebiyat eleştirmenidir. Amerikanın ilk kısa hikâye yazarlarından olan Poe, modern anlamda korku, gerilim ve polisiye türlerinin de öncüsüdür. Sıklıkla ilk polisiye hikâye olarak anılan Morgue Sokağı Cinayetleri’nin kahramanı Dupin, Arthur Conan Doyle’un Sherlock Holmes’ü ve Agatha Christie’nin Hercule Poirot’su gibi polisiye kahramanı için ilham kaynağı olmuştur.

Edgar Allan Poe bu uzun polisiye hikayeyi 1841 yılında ve otuziki yaşındayken yazmıştır. 1809'da Boston'da doğan yazar, ailesi tarafından başka bir aileye evlatlık olarak verilmiştir. Bu yüzden soy adını kendisini evlatlık alan tüccar John Allan'dan almıştır. Virginia'da ve İngiltere'de çeşitli okullarda okuyan yazar West Point Askeri Akademisinden atılmış ve gazetecilik hayatına başlamıştır. Sivri dili, parlak zekâsı ve gözü pek haberciliği yüzünden çok sayıda düşman kazanmıştır. 1836'da Clemm adlı bir hanım ile evlenmiştir.1847'de eşi Clemm'i verem yüzünden kaybettikten sonra kendisi de iki sene sonra Baltimore'daki bir hastanede çok genç yaşta can vermiştir.

Kitabın Özeti :

Anlatıcı: “18. yılının ilkyazı ile yaz başlarını geçirdiğim Paris’te, Monsieur C. Auguste Dupin adında biriyle tanışmıştım.” diyerek öyküye başlar. Çok dikkatli ve ciddi biri olarak tanıttığı Dupin ile birlikte bir cinayet haberini okurlar.

St. Roch Mahallesi halkı, korkunç çığlıklarla uyanırlar çünkü Madame L'Espanaye ve kızı Paris'te Rue Morgue'da karışık bir cinayete kurban giderek çok korkunç çığlıklar atarak ölmüşlerdir. Bu cinayet haberi gazetelere yansımış öykünün anlatıcısı ile arkadaşı Dupin şaşkınlıkla bu haberi okumuştur.

Tribunaux Gazetesi'nde yazıldığına göre çığlıkları duyan mahalle halkı eve doğru koşturmuştur. Komşular bir demir çubukla kilidi kırarak içeri girmişlerdir. Merdivene geldiklerinde yukarılarda kavga eden insanların seslerini duymuşlar ama eve çıktıklarında tüm sesler kesilmiş ve ölen anne ile kızından başka kimseyi görememişlerdir.

Madame L’Espanaye’nin boynu tamamen kesilmiş ve kadıncağızın kafası ufacık bir deri parçasıyla gövdesine tutunur halde kalmıştır. Katiller Madame L'Espanaye’nin kızını ise önce boğarak öldürmüşler sonra da cesedini bacaya sıkıştırmışlardır.

Üstelik bu cinayet, binanın dördüncü katında işlenmiştir ve bu daireye dışarıdan başka bir giriş bulunmamaktadır. Cinayetin işlendiği evin dış kapıları kilitlidir ve cinayeti işleyenlerin dışarıya çıkması mümkün değildir. Cinayeti duyarak olay yerine gelenlerin anlattıkları birbiriyle çelişmektedir. Çünkü her bir tanık katil veya katillerin farklı bir dille konuştuklarını söylemektedirler. Olay yerine gelenlerin her biri de farklı bir ana dile sahip insanlardır. Katillerin konuştukları dil, ne İngilizce, ne Fransızca, ne İspanyolca ne de Hollanda dilidir. Her bir tanık bu sesin kendi diline ait olmadığına emindir. Bu durumda tanıkların duyduğu seslerin son derece tuhaf, alışılmamış bir ses olması gerekmektedir. Tanıklar bu sesin “keskin değil de kaba, çabuk çabuk, kesik kesik” olduğunu söylemektedir. Tanıklardan hiçbiri kelime –ya da kelimeye benzer sesler– duymamış, seçememiştir.

“Şimdi kendimizi o odaya gitmiş sayalım. Önce ne arayacağız? Cinayetleri işleyenlerin hangi yoldan kaçtıklarını. İkimizin de doğaüstü şeylere inanmadığımızı söylemekle aşırılık etmiş olmayacağımı sanıyorum. Madame ve Mademoiselle L’Espanaye’i ruhlar öldürmedi. Bu işi yapanlar elle tutulur varlıkları olan kimselerdi; bir yolunu bulup kaçtılar. Öyleyse, nasıl?”

C. Auguste Dupin ile arkadaşı haberleri iyice takip ederler. Bu iki arkadaş toplumdan uzak yaşamaktadır ve eski tanıdıkları ve dostlarıyla da ilişkiyi kesmişler, sadece geceleri sokaklarda dolaşmaya başlamışlardır. Cinayeti çözmek isteyen bu iki arkadaş Emniyet Müdürlüğü'nden izin alıp cinayetin işlendiği Morgue Sokağı'na ve eve gidip odayı incelemeye başlarlar.

“Ama pencereler sürgülüydü. Önü açık olan pencereye gittim, epeyce zorlukla çiviyi çıkardım, tahminim boşa çıkmamıştı. Gizli bir yay vardı;…….“Bu pencereden çıkmış olan bir kimse, onu dışardan kapatabilir, yay da kilitlenmesini sağlardı –ama çivi deliğe sokulamazdı………. Yaya basarak pencereyi birkaç parmak araladım; çivinin başı onunla birlikte yükseldi, deliğin içinde öylece duruyordu. Pencereyi kapadım, çivi gene eski durumunu aldı, bütünmüş gibi görünüyordu. Cinayeti işleyen, yatağın başucundaki pencereden kaçmıştı. . O dışarı çıktıktan sonra pencere kendiliğinden kapanmış (ya da çıkan bile bile kapamış), yay da kilitlenmesini sağlamıştı; ”

Hakkında delil olmamasına rağmen Adolphe Le Bon isimli bir adam da tutuklanmıştı. Dupin, polise de yardım etmeye başlamıştı. Dupin’e göre tanıkların duyduğu ses insan sesi değildi. Pencerenin yakınından kalın bir paratoner teli geçiyordu ancak kimse bu telden pencereye kadar uzanamaz ve içeri de giremezdi.

Suç mahallinde bulunan kıllar da insanlara ait değildi. Dupin, küçük bir kurdele parçası da bulmuş ve bu kurdelenin bir denizciye ait olduğunu anlamıştı. Bunun üzerine Duphin Gazeteye ilan vererek "Ourang-Outang" kaybeden olup olmadığını sordu. Dupin'in evine gelen bir denizci kendisine ait bir orangutanı kaybettiğini ve onu bulana ödül vereceğini söyledi.

Denizci, Borneo'da bir orangutan edindiğini, ancak hayvanın denizcinin usturasını çalarak ortadan kaybolduğunu, takip ettiği hayvanın bir paratonere tırmanarak Rue Morgue'daki dairenin penceresinden içeri girdiğini anlattı.

Cinayet çözülmüştü. Odaya giren orangutan Madame L'Espanay’i traş etmeye kalkmıştı.

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...