25 Ağustos 2019 Pazar

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Acaba Ne İdi?


Hikayenin Adı : Acaba Ne İdi?

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Çıkardıkları gün hemen geri döndüğü Toptaşı Tımarhanesinden Cabi Efendiyi kabul etmemişlerdi. O vakit, bilincini yitirdiği geçen dört sene zarfında gidip gelen zekâsı, milyonlarca beygir kuvvetinde bir elektrik fıskiyesi gibi parladı. Uslu akıllı, İstanbul'a geçti. Daha mahalleye gelmeden, dört senedir olup biten şeylerin esaslarım yolda tamamıyla anlamış gibiydi. Eve gelince oğlunu sordu. Odaya kazara bir dızdız girince, tepesinde şarapnel patlamış gibi korkup dışarı kaçan bu kahramanın ihtiyat subayı olduğunu, Irak cephesinde bir hücum taburunda bölük kumandanı bulunduğunu duyunca "lâ havle...” çekerek gülümsedi. Sonra bir hafta kadar genel durum belirlemesiyle uğraştı. Muhtelif semtlere seyahatler etti. Tenha sokaklarda gezindi. Ücra kahvelerde oturdu. Tekkelere girdi. Viranelerde yemek için ot toplayan kimsesiz, çaresiz kadınlarla konuştu. "bileşiminde nelerin bulunduğu belli olmayan” vesika ekmeklerine, günlerce, irili ufaklı büyüteçlerle baktı. Hatta bir gün tahlil ettirmeye bile kalktı. Gittiği meşhur kimyagerin baba dostuydu. Onun mahallede geçen çocukluğunu biliyordu. Önceleri biraz ahmaktı. Kerrat cetvelini bir türlü ezberleyemediği için mektepte adını "Beş kere beş, dübeş” koymuşlardı. Şimdi İstanbul'un en büyük, en saygın bir bilim adamıydı. Ekmeği iyice muayene ettikten sonra:
— Bunun içinde bir şey var... var, evet var ama ne acaba? dedi.

Cabi Efendi:
— Siz söyleyiniz oğlum ne var? deyince, birden:
— Bir şey değil! cevabını aldı. Şaşırdı. Sol gözünü kırparak sordu:
— Ne dediniz, bir şey mi değil?
— Evet, bir şey değil, birçok şeyler var!
— Mesela birincisi buğday... arpa... Sonra daha neler var?

Meşhur kimyager, bu sualin karşısında, hakikati inkâr olunmuş bir ermiş adam gibi doğruldu:

Hâşâ! Bir fiske buğday unu yok! diye haykırdı. Elindeki siyah kütleyi eviriyor, çeviriyor, şaşırıyordu. Cabi Efendi, bu zengin kimyagere "vesika ekmeğini daha ilk defa mı gördüğünü” sormaktan kendini men edemedi. Onun seferberlikten beri ekmeklerini, hizmet ettiği hastaneden aldığım, şimdiye kadar hiçbir vesika ekmeği görmediğini duyunca, daha beter şaşırdı. Vatandaşlarının her gün geveleyip geveleyip de yutmaya çalıştığı şeyi göremeyecek kadar kendi işiyle meşgul olan bu âlim, şüphesiz bağnaz, tutucu bir "iş bölümü” uzmanıydı. İtirazdan çekindi. İçinden "Aferin koca dübeş sana...” diyerek kalktı. Kaçtı.

Müsrif (savurgan) zannettiği karısı, evin hayatını, kendisi yokken, en akıllı adamlar gibi zamaneye uydurmuştu. Sofraya yağsız bulgur lapasıyla bol bol su konuyordu. Hafta başı idareyi yine eline alınca, Cabi Efendi, hiç bu listeyi bozmadı. "Görmeden bir şeye inanmak" mesleği değilken, Hindistan fakirlerinin yıllarca bir avuç pirinçle yaşayabildiklerine artık inanıyor, "Zahir, insanı besleyen su olacak!” diyor, sonra, ilk ceddimizin sudan çıkma "balık azmanları” olduğunu iddia eden meşhur varsayımı hatırlıyordu.

Gel zaman git zaman, ama çok değil, az bir müddet içinde Cabi Efendi parasızlığa, açlığa, çıplaklığa alıştı. Artık onun için doğal yaşam yoksulluktu. İratlarından (gelir getiren şeyler) aldığı kâğıt liralar, eski gümüş çeyreklerin yerini bile tutamıyordu. Mahallenin en fakirlerinden daha ziyade fakirleşmişti. Muhit, telakkiler(anlayış), kıyafetler, hiç dört sene evvelkileri andırmıyordu. Eski karanlık kahvehanenin isli peykelerinde "eyyam ağaları” namı verilen, yeni türeme bir sınıfa, semtten de birçokları karışmış, Şişli'ye göç etmişlerdi. Avrupa'da, Amerika'da olduğu gibi frankla, dolarla değil, rayiç(geçer, tedavülde bulunan) akçe lira ile birkaç defa "arşı milyoner” olan bu eyyam ağalarından tanıdıkları hep sefiller, cahiller, ipten kazıktan kurtulmuş baldırı çıplaklardı. İki ev aşırı malul, fakir bir ihtiyarın Abdülvafi isminde bir oğlunu tanıyordu. İlkokulda apteshane duvarlarına kötü şekiller çizdiği için kovulmuş, bir daha hiç okumamıştı. Tulumbacılık, sarhoşluk, dolandırıcılık mesleğiydi. Bir gece Samatya'dan sarhoş dönerken, bir kireç kuyusuna düşmüş, yan belinden aşağısı yanmıştı. Mahallece merhamet edildi. Mazbata yapıldı. Birkaç ay Guraba Hastanesinde yatırıldı. Çıkınca yalancıktan rakıya tövbe etti.

Semtin muteber kişilerinden bir büro şefi, haline acıyarak, kalemine yüz elli kuruş maaşla onu odacı almıştı. İşte tımarhaneye gitmeden, odacı bıraktığı bu serseri herif, şimdi bilmem ne zâde namı altında, İstanbul’un en büyük zenginlerinden biriydi. On parasız işe girmiş, akla hayale gelmedik dalavereler çevirerek gizli siyah çetelerle, âli haydutlarla ortak olarak birkaç hafta içinde milyonlar kazanmıştı. Kahvehanede "Bulgurpalas, Şekerpalas, Fasulyepalas” diye şehrin dört bir tarafında yaptırdığı sarayları anlata anlata bitiremiyorlardı. Büyükada'da sürdüğü şahane hayat, tıpkı mübalağalı bir peri masalına benziyordu. Kayserili imamın askerden tardolma(kavulma) esrarkeş oğlu da, kolayım bulup bir fırın ele geçirmiş, on beş yirmi apartman sahibi olmuştu. Eski zenginler, eski muteberler, şimdi kırmızı mangıra muhtaç zavallılardı. Eski zavallılar, cahiller, sefiller nasıl zengin olmuşlarsa, birtakım aptallar, budalalar, ahmaklar da birer mevki sahibi olmuşlardı. Semerci Niyazi'nin sıracalı bir oğlu vardı. Küçüklüğünde gayet fena bir şeye alıştığı için her gece ellerini sımsıkı boynuna bağlayıp yatağına arkası üstü yatırırlardı.Hayatını ancak böyle kurtarabilmişlerdi. Yirmi yaşına girdiği halde daha salyasını, sümüğünü toplayamıyor, kambur kambur, dirseklerine kadar elleri pantolonunun cebinde, cami avlularında, viranelerde dolaşıyordu. Harpten önce iki lafı bir araya getiremeyen bu aptalın, gayet mühim bir müessesede müdürlük mevkiini işgal ettiğini duyunca, Cabi Efendi kulaklarına inanamadı. Kalktı. Söylenen daireye kadar gitti. Semercinin ahmak oğlunu gözleriyle gördü. Boş bir öküz gözünden daha boş, daha baygın, daha manasız, daha hayvansı gözleri, eskisi gibi bakmasaydı, onu tanıyamayacaktı. Evvelki sıskalığından eser kalmamış, tulum gibi şişmiş, yüzünü koyu kırmızı bir renk kaplamış, parıl parıl altınlar, elmaslar parlayan göğsüyle, kollarıyla, parmaklarıyla şık bir canlı kuyumcu vitrinine dönmüştü. Müessesede "Her şey, her şey, bütün işler onun elinde!” diyorlardı. Semtin namuslu, çalışkan, zeki, iyi huylu, haysiyetli, yüksek mekteplerden diploma almış kıymetli evlatları ortada yoktu. Hangisini sorsa, ya, "Allah rahmet eylesin, Çanakkale 'de şehit düştü!” yahut, "Zavallı, ailesini geçindiremedi. Sattı savdı. Anadolu 'ya hicret etti!”, yahut da, "Verem oldu, yatıyor...” cevabım alıyordu. Evet, tanıdığı fazilet sahipleri ya ölmüş ya ölmemek için ocaklarını dağıtarak uzak ufuklara kaçmış, yahut da ölüm döşeklerine serilmişlerdi. Sanki dön sene içinde korkunç bir "kötülük salgını”, bir "fazilet kıranı” tımarhanenin dışarısını yakmış, kavurmuştu. Bildiklerinden aklı, namusu, hayâsı yerinde olanlar, sade suya bulgurla meşhur kimyagerin nasılsa yalnız içinde buğday olmadığım anlayabildiği mahut vesika ekmeğine yatıyorlar; aç, perişan, bitkin, canlı iskeletler gibi meçhul bir akıbeti bekliyorlardı. Bu akıbet ne olabilirdi? Cabi Efendi, bunu düşünemiyordu bile... Anık olayların sebeplerini bulmak yeteneğini kaybetmişti. Görüyordu ki, hadiselerle sebepler, olaylarla etkenler birbirine karışmış ve her şey karman çorman muştu; fakat sakin durmayan muhakemesi, kafasının içinde, kendi iradesine âsi, minimini bir makine gibi işliyor, onun zihnine yine birtakım sebepler getiriyordu; evet harp ne kadar meşru olsa, yine insanların hayvanlıklarına ait bir özellikleriydi. Milyonlarca adamın birbirini ne kadar ulvi bir mecburiyetin sevkiyle olursa olsun —başak biçilir gibi kütle kütle öldürmeleri— barış özlemiyle artık bütün dünya gazetelerinin alenen yazdığı gibi, şüphesiz bir vahşetti! Bu vahşetin hâkim öldüğü, topun sesi gürlediği zaman, aklın, mantığın, hakkını, vicdanın sesi susuyordu. O vakit hissiyat sahnesinde yalnız hayvanî bir galebe hırsı, bir kazanç hissi fadiyette kalıyordu. Bu hal, yalnız harp meydanında değil; iktisat, ahlak, muaşeret(olumlu ilişkiler) meydanında da aynı idi. İktisat meydanında "kap kapanın, vur vuranın! Ar dünyası değil kâr dünyası!” felsefesini kendine din birtakım ne oldukları belirsiz yamyamlar türemiş, her şeyin fiyatım yüzde yüz bin fırlatarak koca bir milleti siyah bir "açlık, ölüm, kıtlık” çemberi içinde inletmişlerdi. Ticaret, uluorta bir "ihtikâr işi" olmuştu. Namuslu tüccarlar yavaş yavaş piyasadan çekilmişler, yapılan cinayetin dehşetini halktan daha vazıh görebildikleri için, bazıları köşelerinde felce uğramışlardı. Dövüş meydanında meşru olan hayvanî hırs, pençesini her müesseseye atmıştı. Bu, müzminleşen umumi harbin şüphesiz zaruri bir neticesiydi! Cabi Efendinin muhakemesi, ahlak, namus, haysiyet, insaniyet, merhamet kaydından habersiz, serserilerin zengin oluşlarım tek bir sebebe atfediyor, fakat aptalların, ahmakların, hımbıllann en mümtaz mevkileri nasıl ellerine geçirdikleöne bir kulp bulamıyordu. "Acaba onlarda da hayvanlığın üstün bir kuvveti mi var?” diyordu. Böyle fosforsu, azotsuz, karbonsuz yaşamak, sade suya bulgur tertibi, Cabi Efendinin zekâsını söndürememişti, ama biraz hafifletmişti. Yavaş yavaş uzaklardan "âlemin ahvalinden” gözünü çevirerek pek yakma, "kendi haline” bakmaya başladı. Ev, miskinler tekkesine dönmüştü, ortalığı pislik götürüyordu. Karısı, kızları, evlatlıkları yerlerinden kalkamıyorlardı, yataklarında inliyorlardı. Anadolu'ya hicretin de artık ihtimali yoktu. Eskiden bir mecidiyeye giden arabaların, bugün yolcu başına on lira istediğini haber almıştı. "At, eşek, katır nesli sönmek üzeredir! " diyorlardı. Harp başladığı zaman iki üç yaşında bulunan çocuklar, bugün yedi sekiz yaşına girdikleri halde, nasıl madeni çeyrek, mecidiye, ikilik, kuruş, metelik görmemişlerse, biraz sonra atı, eşeği, katın bilmeyen bir nesil türeyecekti. Maarif Nezareti büyük fedakârlıklarla müzeye gümüş bir "sikke koleksiyonu” tedarik edebilirdi. Fakat Cabi Efendi, bu hicret imkânsızlığı karşısında da ümitsiz olmadı. "Uzaklara gitmem, şöyle İstanbul'un civarında bir yere...” dedi. Bu kazan ona verdiren, açlıktan ziyade, şehirdeki halkın tahammül olunmaz bir dereceye varan terbiyesizliği değişen, bozulan her şeyi gibi "terbiyesi” de berbat olmuştu. Muhitin Her değişikliğe çabucak alışan Cabi Efendi, işte yalnız bu umumi terbiyesizliğe alışamadı. Erkek kadın, ihtiyar genç, çoluk çocuk bütün halk, deniz tutmuş sarhoş tayfalara, bunak kaptanlara taş çıkartacak derecede küfürbaz kesilmişti. Eskiden kendisine sokakta bir şey soran, lafa "Lütuf buyurunuz beybaba filan...” diye başlarken, şimdi bir karış piçler bile zavallıya, "Ulan hödük, bana baksana...” diye hitap ediyorlar, hiçbir sebep yokken fena halde ağızlarını bozuyorlardı.

Cabi Efendi, muharebeden evvelki bir "devr-i âlem” masrafı ederek İstanbul'un bütün civarım dolaşü. Bakırköyü'ne, Ayastafanos'a, Kâğıthane'ye, Beykoz'a, Terkoz'a, Büyük - Küçük Çamlıcalara gitti. Ekecek birkaç dönüm yer, barınılacak bir çatı arıyordu. Münasip bir şey bulamadı. Kira, malların asıl fiyatlarını birkaç defa aşıyordu. Fakat bunun zararı olmadığını hesap etti. "Kendim ekerim, kendim biçerim, kendim yerim, ne kadar pahalı olsa yine kâr!” diyordu. Kârın en büyüğü şehirden, kalabalıktan, ahvalini artık hiç görmek istemediği sokaklardan kurtulmaktı. Şüphesiz mahalleleri saran "terbiyesizlik salgım” kırlara taşamamıştı. "Artık kuşlar da, kelebekler de insana küfür edecek değil ya...” diye düşünüyordu. Yine bir gün, ilk trenle Suadiye'ye inmiş, iki tarafına bakına bakına, Bostancı'ya doğru yürümüştü. Evet, büyük bahçeli bir köşk tutmak da, maksada kâfiydi. Vakıa denize yakın toprağın kuvveti yoktu. Fakat ne olsa yine yetiştirilecek bir şey bulunabilirdi. Güneşsiz, sümbülî havanın her tarafı hafifçe zümrütleştiren tatlı huzuru içinde bağlan, ağaçlıkları daha yeşil görüyor, hafifçe esen rüzgârı derin derin kokluyordu. Tenhalığın ağır kibarlığı, sükûnu, zevki meyus ruhuna manevi bir ilâç gibi tesir ettiğini duydu.

— Oooh!... —dedi.

Kenarında yürüdüğü, birkaç gün evvel yağan yağmurla temizlenmiş tozsuz şoseyi eğilip öpeceği geldi. Burada her gün tek başına gezmek ne büyük bir saadet, ne büyük bir nimetti! Üstünde insanın haysiyetine tecavüz edecek bir terbiyesize rasgelmek ihtimali yoktu. Gazeteler de okunulmazsa bozuk dünyanın çılgınlığından gafil yaşamak mümkündü. Burada ufuk, biribirlerinden uzak fasılalarla ayrılmış bahçelerin beyaz duvarı, hayata açılmayan panjurlarıyla, sanki daima samimi bir rüya gören müstakil köşklerin ebedi uykularıydı. Hele bu tenha yol... Etrafı tarlalarla çevrilmiş bu tenha, bu temiz, bu asil şose... Sırma dalgalı bir başak deryası üstüne kurulmuş, geniş, tehlikesiz bir Sırat Köprüsüne benziyordu. Evet, bu köprü "şehir” denen kötülük, terbiyesizlik, fenalık cehenneminden insanı sanki ezelî bir sükût, bir asalet cennetine götürüyordu. Cabi Efendi, elleri arkasında, açık havanın hissiyatına verdiği galeyanla, dalgın, mesut, saatlerce yürüdü. Tarlaların ötelerine, neftî dağlara, sesi duyulmayan koyu lacivert denize, tıpkı vezin bilmez bir genç şair gibi düşünmeden bakıyor, büyük bahçeli bir köşk aramak için buralara geldiğini bile unutmuş bulunuyordu. Birdenbire kulaklarını yırtıcı bir ses doldurdu: "Vank, vank, Vank!» Hülyasından uyandı. Karşısına baktı. Uzaktan bir otomobil geliyordu. Üç saattir tahayyüle daldığı için muattal kalan muhakemesi, boşalırcasına bir süratle işledi. Otomobilin önünde bir şey yoktu. Niçin çalıyordu?

Otomobil hem yaklaşıyor, hem daha acı, hem daha sık vanklıyordu. "Acaba boru bozuldu da susturamıyor mu?” diye düşündü. Döndü. Arkasına baktı. Yol bomboştu. Kendisinden başka kimse yoktu. Otomobil deli gibi haykırıyordu. Kendine doğru koşuyordu. On metreden geniş şosenin en kenarında, belki on santimetrelik bir yer tutunuyordu; mümkün değil kendisi koca otomobile bir mani olamazdı. "Sağ, sol yön takibi kaidesi” yayalar için değil, atlar, arabalar içindi. Otomobilin dinmeyen yaygarasını üstüne alınmaya mahal yoktu. Fakat niçin susmuyor, hem üzerine geliyordu. Muhakemesi bunun sebebini bulamadan otomobil yanında durdu. Bu, küçük çapta bir arabaydı. Manevra aletini birdenbire, ancak kazan kulpu kaşlarım görebildiği şık bir genç tutuyor, yanında uşak tavırlı bir herif oturuyordu. Tıpkı aheste bir ördek vakvaklamasının vezniyle sorulan: "Ulan, alçak kerata! Sağır mısın, söyle bakayım?” sualini işitince tepesine kulplarından kopmuş kaynar su dolu bir kazan devrilmiş gibi sarsıldı. Bu ne haksız, ne manasız, ne arsız bir tecavüzdü! Böyle bir tecavüze aldırmamak insanlığa karşı affedilmez bir küfür sayılabilirdi. İçinden, "Ya bu rezili gebertirim, ya kendim geberirim!” dedi. Yakın duran otomobile daha ziyade yaklaştı. Gözleri tımarhaneye döndüğü gün gibi parlıyor, beyaz top sakalının üstündeki pembe, tombul yanakları titriyordu. Sola eğri burnunu yukarı kaldırdı. Ağzım iyice yaydı. Küstah gencin sesini taklit ederek tıpkı bir ördek gibi vakvakladı:
— Ulan terbiyesiz maskara! Sen kör müsün? Söyle bakayım?

Otomobildeki genç, herkese istediğini söyleyip de, istemediğini işitmemiş şımarık bir toy şaşkınlığıyla sarardı. Yanındaki herifle bir an birbirlerine bakıştılar.

Genç, sonra yine Cabi Efendiye döndü. Kalın kaşları açık alnına doğru yükseldi. Hint horozunun gagası altında kalmış bir ördek gibi vakladı.
— Niye yolun sağma geçmiyorsun?
— Ben araba mıyım behey budala?

Uşağa benzer herifle efendisi de bu sefer bir çapanoğluna çattıklarım birdenbire anladılar. Cabi Efendi, lök gibi karşılarına dikilmişti.
— Sen beni biliyor musun?

Cabi Efendi zaten hazırcevaptı:
— Biliyorum, işte terbiyesizin birisin! -dedi.

Genç, hiddetinden kendini kaybetti. Kalktı. Sağ elini bir şey çıkarmak istiyormuş gibi pantolonunun arka cebine sokmaya çalışıyor: "Bırak, şu keratayı geberteyim. Bırak. Bırak diyorum, bırak beni.

Tutma...” diye çırpmıyor, uşağa benzeyen herif bütün kuvvetiyle kendini zapta çalışarak:
— Merhamet buyurunuz, beyim; affedin beyefendim; yapmayınız bırakınız, beyefendi hazretlerim. Kuş suruna bakmayınız. Bunak bir kulunuz... diyordu.

Cabi Efendi, küstahlıkla dalkavukluğun bu mücadelesine bakarak gülümsüyordu.
— Bırak bakalım şunun tabancasını da göreyim.. dedi.

Siyah esvaplı, uşağa benzer herifin kuvvetli kollarından kurtulamayan genç, otomobilin koltuğuna yeni zaferler kazanmış mağrur bir kahraman vakarıyla yıkıldı. Kalın kaşlarının altındaki baygın gözlerini senleştirmeye çalışarak:
— Herif! Otomobilin kıçına bir kere bak da öğen! diye vakladı.

Sesinde gayet müthiş, gayet korkunç bir tehdidin aksi gümbürdüyordu.

Cevap beklemedi. Neticenin sıfır çıkacağım tahmin etmiş bir matematiksel suskunlukla yoluna yürüyordu. Arkasına hiç bakmadı. Bu bitmez tükenmez muharebe, yalnız şehrin içinde mahallelerin değil, işte kırların ahlakım da bozmuştu. Hem kırın terbiyesizliği, havası gibi pek sertti. Şehirde hiç olmazsa sebepli sebepsiz insanın yalnız haysiyetine tecavüz ediyorlar, fakat öldürmeye kalkmıyorlardı. Cabi Efendi, bir dakika evvel cennet gibi gördüğü yerlerden birdenbire ürktü. Kendisin insaniyet, medeniyet âleminden çok uzak, görünmez kaplanlar, kurtlarla dolu bir sahrada sandı.

Birdenbire kırda yaşamaktan vazgeçti. Şehrin alışamadığı umumi terbiyesizliği hayat için daha emniyetliydi.

İstasyona bir an evvel yetişmek için geriye, geldiği tarafa döndü. Otomobil vanklamadan uzaklaşmış, ta uzakta, yolun üstünde küçülmüş, kabahatli siyah bir köpek yavrusu gibi kaçıyordu. Cabi Efendi durdu. Güneş olmadığı halde sağ elini alnına kaldırarak gözlerini ufalttı. Dikkatle baktı. Kıçında hiçbir şey fark edemedi. "...Dön bak da, öğren!” diye tehdit edildiği korkunç şey ne idi? Mecmualarda resimlerini gördüğü İngiliz tanklarının kıç taraflarım gözünün önüne getirmeye çalışarak,

— Top muydu? Miralyöz müydü? Yoksa yeni icat bir alet makinesi miydi? diyor, dönüp de bir kere bakmadığınaa pişman oluyordu.

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Bomba


Hikayenin Adı : Bomba

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Duvarları ve tavanı uzun bir kışın isleriyle kararmış bu yer odasında mahpus gibi duran bodur ve çirkin ocak, içindeki odunları sanki hiddetle yakıyor, bir an evvel yutmaya çalışıyordu. Hızla tutuşarak uzayan ve sönen alevler, mandolinle heyecanlı sosyalist marşını çalan genç Boris'i, karşısında ezelî ve nihayet bulmaz millî çorabını ören güzel karısı Magda'yı hafif ve akıcı bir kırmızıya boyuyor, bütün odayı kaplayan büyük ve kötürüm gölgelerini titretiyordu. Dışarıda vahşi ve soğuk bir şubat gecesi vardı. Kudurmuş bir rüzgar küçük pencerenin örtülmüş kapaklarına çarpıyordu. Ortadaki kalın ayaklı kaba ve iri masanın etrafında, yine kaba ve biçimsiz sandalyeler duruyor, çalınan mandolinin keskin sesini dinler gibi uyukluyorlardı. Ocağın üstündeki harap ve ihtiyar saat gece yarısının geçmiş olduğunu gösteriyordu. Boris mandolinini duvara dayadı. Ayağa kalktı. Birden tavanı kaplayan gölgesiyle gerindi. Magda seri tığlarının ucundan güzel gözlerini kaldırdı:
— Uykun mu geldi?

Genç ve iri Boris gerinmesine devam ederek cevap verdi:
— Hayır, hiç uykum yok...

Ve tekrar oturarak ilave etti:
— Bilmem niçin, içimde bu gece bir sıkıntı var.

Magda birden durdu. Çorabını dizlerinin üzerine indirdi. Mütereddid ve şüpheli Slav gözleriyle kocasına baktı. Kaşlarını çatarak:
— Benim de içimde bir sıkıntı var!..

Diye söylendi. Boris ancak yirmi beş yaşında vardı. Baba İstoyan'ın bir tanecik oğluydu. Köyünde, Sofya'dan gelen muallimde okuduktan sonra, genç papazın delâletiyle kendisi de Sofya'ya gitmiş, orada tahsilini bitirmişti. Beş sene nihayetinde potursuz ve kuşaksız dönen dinç ve güzel Boris, babasının evinde, ihtiyar anasının yanında çok oturmamış, bir gün dağa çekilip gitmişti. Senede ancak birkaç defa, geceleyin gelir, anasıyla babasıyla görüşür, yine kaybolurdu. Genç Türkler hiç beklenilmeyen Meşrutiyeti ilan edince, o da bütün arkadaşları gibi şehre inmiş, silahını hükümete teslim etmiş ve köyüne gelmişti. Fakat anası yoktu. O, üç ay evvel, "Ah Boris! Ah Boris!" diye diye ölmüştü. Gözlerinin açık kaldığını ve papaz eliyle kapamaya çalıştığı halde muvaffak olamadığını komşular söylüyorlardı. Issız ormanlarda, korkunç kayalıklarda, hep kamersiz gecelerin karanlıkları içinde geçen beş seneden sonra hür ve serbest, parlak ve yeşil köyü pek hoşuna gitmişti. Artık babası pek ihtiyardı. Tarlaları ve çifti idare edemiyor, adamları onu aldatıyorlardı. İşleri eline aldı. Zaten sa'ye karşı derin bir muhabbeti vardı. Bir gün köydeki mektebin daskaliçesine rastgeldi. Tanıdı. Bu kızcağız da kendisi gibi Sofya'da okumuştu. Konuştular ve çok sürmedi, seviştiler. İzdivaç ettiler. Magda, Boris'e vardıktan sonra mektebi terketmiş, hayatını evine, zevcine hasretmişti. Aşkları gittikçe ziyâdeleşiyor, fikirlerinin tevafuku onları daha şedid bir iştiyak ile birbirlerine rapteyliyordu. İşte aylardan beri böyle gece yarılarını bulurlar, konuşurlar, sevişirler, uyumak istemezlerdi.

Boris, tekrar mandolinini aldı. Çalmaya başladı. Magda çorabını örüyor ve düşünüyordu. Üç ay sonra çocukları olunca kimbilir ne kadar mesut olacaklardı. Tığlardan ayırdığı gözleriyle kabarmış karnına bakıyordu. Eteğinin altında, karnında, kendi içinde Boris'in yavrusu duruyordu. Dirseklerini bu şişliğe temas ettirerek saadetten titriyor ve ayıp bir şey yapıyormuş gibi gizlice Boris'e bakarak kızarıyordu. Ocaktaki odunlar çatırdayarak yıkılıyor, birden alevler çoğalıyor, sanki bütün oda kırmızı gölgelerle doluyordu. Boris yine sosyalist marşını çalıyordu. Bitirdi. Mavi gözleriyle karısına baktı ve marşın nakaratını tekrar etti:

— Da jivee truda!..

Magda çok saçlı güzel başını kaldırdı. İnce kaşları, muntazam bir burnu, pembe ve taze bir rengi vardı. Geniş omuzları, kabarık göğüsleri esvabının altından taşmak istiyor gibiydi. Alevlerle aydınlanan eteklerinin altındaki kalın bacaklarından sonra ayakları pek küçük ve nazik kalıyordu. Gebelik onu daha güzelleştirmiş, daha nefis ve mükemmel bir kadın yapmıştı. Genç ve iri Boris müştak gözlerle zevcesini süzüyor, ruhundaki sıkıntıyı atmaya, bu meçhul kederi unutmaya çalışıyordu. Konuşmak istedi:
— Yaşasın sa'y ü teab! dedi, değil mi Magdacığım? Çalışan mesut olur. Acaba sosyalistlerin hayali ne vakit hakikat olacak!

Magda başını salladı, gülümsedi:
— Hiç, hiç, hiçbir vakit... Onların hayali hep hayal kalacak! Yine insanlar fenalar elinde esir olacak, çalışmanın faziletini birçok adamlar inkar edecek.

Boris mandolinini kucağından bıraktı. Ellerini pantolonunun cebine soktu. Ayaklarını uzattı:
— Evet, ben de bu hayalin hakikat olacağına kail değilim, dedi. Lâkin bu hayaldeki insanlık fikrine meftûnum! Düşün. Muharebeler kalkacak. Cinayetler olmayacak. Hain politika unutulacak, herkes kardeş gibi... Çalışacaklar ve mesut olacaklar...
— Heyhat...

Boris de tekrar etti:
— Benden de heyhat! Hele burada, bu pis ve vahşi yerde, bu zalim Makedonya'da rahatla çalışmak mümkün değil. Ah bu kanlı Makedonya...

Magda, boynunun altında ansızın bir acı duydu. Çorabını bıraktı. Boris'in yüzüne baktı. Kalbi hızla çarpmaya başlamıştı. Rüzgarın bir küfürü andıran şiddetli gürültüsünü işitti. Ocağın üzerindeki saatin kırık bir kalp gibi vuran kuvvetsiz ve mahzun tik-taklarını duydu. Ayağa kalktı. Boris'in boynuna atıldı:
— Ah, yatalım, dedi. Böyle acı şeylerden bahsetme...

Boris, kolunu Magda'nın beline, kalçasının üzerine koydu. Onu kucağına çekti, oturttu. Dudaklarından öptü. Bir an, bir dakika, uzun bir dakika böyle kaldılar. Boris diğer eliyle karısının kabarık memesini tuttu. Bütün avucunu dolduran bu yumuşak ve nefis kabarıklığı yavaş yavaş, dalgalandırarak sıktı. İkisinin de gözleri küçülüyor ve titriyorlardı. Magda'nın başı Boris'in kuvvetli göğsüne düştü. Boris dudaklarını bu çok ve kumral saçların arasına koydu:
— Müsterih ol, Magdacığım, artık hiç korkmayacak, mesut olacaksın!..

Genç kadın iri ve çıplak bacaklarını kocasının kavî bacaklarına dolaştırdı. Sıktı. Bütün vücudu takallûs etti ve sordu:
— Ah, mesut olacak mıyız? Nasıl? Söyle, nasıl?

Boris mesut ve mahzuz:
— Anlatayım, inan, dedi. Artık buradan gideceğiz.
— Kaçacak mıyız?
— Hayır, hicret edeceğiz.
— Nereye?
— Amerika'ya...
— Amerika'ya mı?
— Evet, Amerika'ya, Magdacığım. İşte iki aydır hazırlanıyorum. Sana haber vermedim. Tam buradan çıkacağımız gün söyleyecektim. Babama nemiz varsa sattırdım. Şimdi sekizyüz liramız var. Sekizyüz lira ile Amerika'da bir insan çalışırsa çok mesut olur.

Magda kocasının bacaklarını daha ziyâde sıktı, dönerek boynuna sarıldı.
— Niçin benden sakladın, dedi. Oh, ne kadar mesut olacağız.

Boris karısının dudaklarını öperek cevap verdi:
— Sebep vardı. Korkacaktın. Senden saklamaya mecburdum.
— Söyle, ne vardı? Neye korkacaktım?
— Şimdi söylesem yine korkacaksın.
— Söyle, korkmam.

Boris tereddütle anlattı:
— İki ay evvel, bir pazar gecesi eve geliyordum. Kapıda bir mektup buldum. Açtım. Bu, ihtilal komitesi tarafından yazılmıştı.
— Ah...
— Evet, ihtilal komitesi tarafından... "Ey dinsiz Boris!" diye başlıyordu. Ve "Vaktiyle dağlarda neşretmek istediğin sosyalistliği burada öğretmeye başladın. Hainsin! Vatanımızın düşmanısın! Bil ki, o hain kafanı balta ile vücudundan koparacak, sana uyanların, seni sevenlerin eline vereceğiz."
— Ah...
— "Yahut bize delâlet et. Bizimle beraber Balkan'a çık... Büyük vatan için çalış." deniyordu. O vakit anladım ki, burada seninle, senin aşkınla yaşamak benim için mümkün değil. Hemen babamı kandırdım. Her şeyi sattırdım.

Magda tekrar Boris'i öperek sordu:
— Ah, ne vakit gideceğiz? Söyle, buradan ne vakit gideceğiz?
— O kadar yakın bir zamanda ki... Söylesem inanmazsın...
— Söyle..
— Yarın!
— Yarın mı? Aman yarabbi...

Hızla kocasının kucağından kalktı. Sevincinden çırpındı. Tekrar kocasının dizlerine oturarak onu öpmeye başladı:
— Yarın, yarın... Demek bu son kederli gecemiz...

Boris karısının sevincinden memnun ve mahzuz, onu okşayarak, buseler içinde devam etti:
— Evet Magdacığım. Yarın Amerika'ya gideceğiz, orada çalışacağız. Küçük, rahat, âsûde bir evimiz olacak. Ne komite, ne eşkiya, ne vahşet, ne cinayet! Yalnız çalışacağız. Gider gitmez çocuğumuz orada doğacak. Zavallı babam geçirdiği yetmiş senelik azabın mükafatını orada görecek. Kalbi rahat, yatağında ölecek. Geceleri hücum ve boğazlanmak korkusundan uzak, tatlı tatlı konuşacağız. Aşkı, hayatı, güzelliği, iyiliği, fazileti hissedeceğiz.

Magda titriyordu:
— Oh, ne saadet!

Boris yine buseler içinde devam etti:
— Göreceksin ki o zaman, insanlık ne tatlıymış! Güzel ve asayişli şehirler... Tiyatrolar! Geniş ve aydınlık sokaklar, cennet gibi köyler. Birbirine ihtiram etmesini bilen adamlar... Hiçbir sefalete müsaade etmeyen büyük şefkat müesseseleri... Hastaneler, sanatoryumlar... Mektepler, dârülfünunlar... Hâsılı cennet! Mümkün değil bunları tahayyül edemezsin.

Magda daha ziyâde titreyerek dirsekleriyle şişmiş karnını, bacaklarıyla kocasının bacaklarını sıkarak:
— Oh, tahayyül ediyorum!

Dedi. Boris devam etti:
—O vakit bazı geceler, minimini evimizde, doğacak çocuğumuz yanımızda oynarken, sa'y ve namusumuzdan emin, ansızın Makedonya'yı, bu yamyamlar memleketini hatırlayacağız. Gözümüzün önüne pis ve dar sokaklar, sefil ve uryan adamlar... Kanlarla lekelenmiş nihayetsiz karlar, kara, müstekreh[11] ve keskin baltalar sonra siyah, müthiş Balkanlar, Pirin gelecek! Tüylerimiz ürperecek, sen yine böyle benim kucağıma kaçacaksın. Bu pis ve müthiş Makedonya'nın kabuslarını buselerimle senin gözlerinden sileceğim...

Magda memnuniyet ve saadetten tatlı bir baygınlık hissediyordu. Kocasının bacaklarını sıkan dolgun bacakları gevşedi. Kolları yanına düştü. Gözleri uzak hayallere bakıyordu. Boris yine onu kucağında sıktı. Dudaklarından öpmeye başladı:
— Görüyorsun ki, burada her dakikamız elem, matem, ıstırap içinde geçiyor. Bir dakika kalbimiz rahat değil. Ufak bir gürültü bizi korkutuyor. Mesela işte seni o kadar severken, sana o kadar perestiş ederken dehşetle memlû dimağımda aşkım için müşterih bir yer kalmıyor. Dudaklarının lezzetini tamamıyla duymuyorum. Hayalimde o kadar çirkin ve kanlı levhalar var ki... Hâsılı burada, daima meçhul bir tehlike karşısında tedehhüş etmiş biçare, idraksiz, şuursuz vahşi hayvanlar gibiyiz.

Ocağın odunları yıkılmış, alevler sönmüştü. Yalnız ocağın üstünde küçük lamba sarı bir ziya neşrediyordu. Boris'le Magda yine birbirlerine bütün kuvvetleriyle sarıldılar. Öpüştüler.

Boris:
— Artık aşkı duyacağım, diyordu, hatta şimdiden duyuyorum. Kendimi Amerika'da farzediyor, seninle yalnız, emin ve mutmain odamızdayız addediyorum.

Magda'nın dudaklarındaki buseler söndü. Birden:
— Oh, ben korkuyorum!

Dedi. Boris hayretle sordu:
— Neden?
— Bilmem. Fakat o kadar korkuyorum ki....

Genç kadın asabi bir teheyyüce uğramıştı. Hakikaten korkudan titriyor ve ağlıyordu. Boris bu meçhul ve bu nâgehânî kederi teselli etmek istedi:
— Korkma, haydi kalk, dedi, yatalım; müstakbelin pek yakın saadetini şimdiden yaşayalım. Bu pis odayı, bu pis ocağı, bu zulmet ve dehşet yuvasını görme, gözlerini kapa, Amerika'yı tahayyül et. Haydi kalk, korkma, gözlerini sil!
— Korkuyorum Boris, korkuyorum.
— Neden sevgilim? Sakin ol. Saadetimiz seni müteessir ediyor, haydi yatalım. Benim yanımda, kucağımda... Korkacak bir şey yok...

İkisi de kalktılar. Boris kolunu Magda'nın boynuna attı. Magda asabi bir iştiyak ile kocasının beline sarıldı. Yürüyorlardı. Karşı karşıya duran iki kapıdan birisine girecekler ve yatacaklardı. Magda tekrar durdu:
— Korkuyorum Boris, bak köpekler havlıyorlar...

Boris cevap verdi:
— Her vakit havlarlar.
— Hayır, koşarak havlıyorlar. Birisi geliyor!

Boris mütereddid ve müteaccip, durdu. Dudaklarını büktü:
— Kim gelecek, gece yarısı çoktan geçti, dedi.

Rüzgâra karışan köpek havlamaları daha ziyâde şiddetleniyor ve daha ziyâde yaklaşıyordu. İkisi de ayakta dimdik kaldılar. Boris'in kolu Magda'nın omuzundan düştü. Magda elini Boris'in belinden çekti. Köpekler koşuyorlar ve bir yabancıya saldırarak havlıyorlardı. Boris:
— Kimdir, pencereden bakalım!

Dedi. Pencereye doğru yürüdü. Magda koştu, içerisi görünmesin diye lambayı söndürdü. Odaya kesif ve zenci bir karanlık doldu. Ocağın içindeki ateşler bir zebaninin dili ve kanlı dişleri gibi parlamaya başladı. Açılan pencereden şiddetli bir rüzgar giriyor, bu ateş dişleri tutuşturuyor, bu siyah ağıza görünmez tehditler söyletiyordu.

Boris bağırdı:
— Kimdir o?

Uzak ve ince bir ses cevap verdi:
— Ben!..
— Sen kimsin?
— Ben, Melina...

Bu, komşunun kızıydı. Acaba şimdi niçin gelmişti? Ne arıyordu? Boris yüzünü içeri çevirdi, Magda'yı aradı, göremiyordu. Yalnız ocağın içindeki ateşler gözüne çarptı. O kadar karanlıktı ki...

Tekrar dışarıya, karanlıklara baktı:
— Ne istiyorsun?
— Baba İstoyan'ı?

Kız bu esnada yaklaşmış ve pencerenin dibine gelmişti.

Boris, Magda'ya:
— Lambayı yak! dedi.

Oda aydınlandıktan sonra birbirlerinin yüzlerine baktılar. Boris sordu:
—Acaba babamı ne yapacak?
— Bilmem, şimdi anlarız.

Ve Magda birden kapıya yürüdü. Açtı. Karanlık rüzgarla beraber genç bir kız içeri girdi. Üşümüş ve yanakları kıpkırmızı olmuştu. Ellerini futasının altına sokmuştu. Göğsü içeri çekik, bacakları içeri dönük, biraz kamburdu. Magda, bir sene ders okuttuğu bu budala kızı isticvâba başladı:
— Baba İstoyan'ı ne yapacaksın?

Melina bir cevap vermedi. Evvela:
— Dobra veçer!

Dedi. Sonra alık alık etrafına bakındı:
— Ben bir şey yapmayacağım!
— Ey öyleyse ne arıyorsun?
— Ben aramıyorum.
— Kim arıyor?
— Komitalar...

Magda birden sapsarı kesildi. Düşmemek için duvara dayandı. Elini kalbinin üstüne koydu:
— Komitalar mı?

Melina gitmek isteyerek:
— Bilmem, işte silahlı adamlar...

Magda duyulmaz ve ümitsiz bir sesle yine sordu:
— Bizim köyden mi?

Budala kız izah etti:
— Hayır. Sarı esvaplı, tüfekli adamlar! Mutlaka Baba İstoyan'ı istiyorlar. "Eğer gelmezse oraya gelir, hem hepsini keseriz, hem evlerini yakarız." diyorlar.

Magda'nın dizleri çözüldü. Elleriyle duvarı tuttu, çenesi kilitlendi. Ölü ve boş bir nazarla Boris'e baktı. O da sararmış ve mütefekkir duruyordu. Pantolonunun cebinden sağ elini çıkardı. Ve uzun saçlarını kaşımaya başladı. Gözleri ayaklarında idi. Kıza bakmayarak sordu:

— Bu adamlar nerde?
— Bizim evde... Şarap içiyorlar.
— Kaç kişi?
— Daskalla beraber dört kişi..

Birden gözlerini kıza kaldırdı ve:
— Haydi git söyle, ben geleceğim... dedi. "Baba İstoyan hasta imiş", de.

Kız "Sıs zdrave" dedikten sonra çıktı. Kapıyı açık bırakmıştı. Şiddetli bir rüzgâr giriyor, lambanın ziyasını dalgalandırıyor, Magda'nın eteklerini kımıldatıyordu. Boris karısına baktı. Bitmişti. Sanki o bu dakika ölecekti. Sapsarıydı. Yürüdü, kuvvetli kollarıyla dayandığı duvardan onu çekti.
— Korkma, dedi, ben yarım saat sonra gelirim.

Magda ağlamaya başladı. Ta içinden gelen hıçkırıklarla sarsılıyor:
— Ah, gitme, gitme Borisciğim...

Diye yalvarıyordu. Boris onu öperek teselli ve teskin etmeye çalıştı. Eğer gitmezse gelip mutlaka bir edepsizlik edeceklerini, Baba İstoyan gitse zavallı ihtiyardan hakaret ve işkencelerle para isteyeceklerini anlattı ve ilave etti:
— Hainler, babamın her şeyi sattığını haber aldılar. Hicret edeceğimizi tahmin ettiler. Şimdi bütün servetimiz olan sekizyüz lirayı isteyecekler. Babam giderse işkence ve tahkir edecekler. Şimdi ben giderim. Onlarla konuşur, kendileriyle beraber dağa çıkmaya razı olduğumu söylerim. Ve paraların da henüz alınmadığını, bir hafta sonra elimize geçeceğini anlatır ve kandırırım. Yarın akşam bizi burada bulamazlar...

Magda meyus ve perişan:
— Ah, inanmazlar, sana bir fenalık yaparlar, dedi.

Boris tekrar temin etti. Mutlaka kandıracağını, böyle hareketten başka çare olmadığını, Baba İstoyan giderse işte asıl fenalık o vakit olacağını uzun uzadıya anlattı. Magda asabi ve derin hıçkırıklarla ağlıyor, kıvranıyor, ince parmaklarıyla kumral saçlarını sıkıyordu. Boris kalpağını başına koydu. Karısını tekrar öperek ve elini sıkarak:
— Haydi sevgilim, cesur ol, dedi. Yarım saat sonra gelirim, yatarız. Bu son gecenin heyecanları bize bir hatıra olur.

Kapıya yürüdü. Magda da beraber yürüdü. Titrek bir sesle:
— Ben de geleyim, Boris!

Dedi. Lâkin kocası razı olmadı:
— Sen orada, sarhoşların arasında ne yapacaksın? Burada otur, bekle, yarım saat sevgilim, cesur ol...
— Ah, bari yanına rovelverini alsan..
— Muharebeye gitmiyorum ki... Konuşmaya gidiyorum, lüzumu yok!

Dedi ve asabi bir istical ile dışarıya çıktı. Magda kapıda kalmıştı. Karanlık elle tutulacak ve hissolunacak kadar siyah ve kesif idi. Kocası bu karanlıkta kaybolmuştu. Sevgili Boris'ini yutan bu siyah rüzgarlı gecenin ademi andıran, ölümü ihtar eden korkutucu karanlığı gözlerinden vücuduna, damarlarına giriyor, kanına karışıyor, ruhuna nüfuz ediyordu. Başı döndü. Hıçkırıklar ve gözyaşları içinde tıkandı. Olduğu yere yıkıldı. Gözlerini vahşi ve siyah geceye dikmiş, siyah ve soğuk rüzgarın altında ağlıyor, fasılasız hışkırıklarla kıvranıyordu.

Baba İstoyan daima, güneş battıktan bir saat sonra yatar, hemen uyur ve sabah olmazdan iki saat evvel uyanırdı. Kuşağını sararak kapısını açtı. Gelinini bahçe kapısının eşiğinde uzanmış görünce şaşaladı:
— Ne yapıyorsun orada?

Dedi. Magda kayınbabasının sesini işitir işitmez kalktı. Toplandı:
— Hiç! diye cevap verdi, dışarı çıkacaktım, uzanmıştım.

İhtiyar ocağa doğru yürüdü. Magda kapıyı itti. Ve ocağa koştu. Odun attı, tutuşturmaya başladı. İhtiyar çubuğunu dolduruyordu. Magda ateşi yaktıktan sonra ortada, kaba ve kalın ayaklı masanın yanındaki bir sandalyeye oturdu. Dirseklerini dayadı. Başını ellerinin içine aldı. İşte yarım saat oluyordu. Boris henüz gelmemişti. Niçin bu kadar gecikmişti? Kalbi burkuluyor ve avazı çıktığı kadar haykırarak ağlamak, kendisini yerlere atmak, koşarak Melina'nın evine gitmek, Boris'i bulmak, onun kolları içine atılmak istiyordu. Baba İstoyan, kamburunu çıkarmış, sakin ve abûs çubuğunu çekiyor ve sol elinin orta parmağı ile burnunu karıştırıyordu. Harap ve eski saat, durmuş da sanki yeniden kendi kendine işlemeye başlamış gibi, hazin tik-taklarını tekrar işittiriyor, tutuşan odunlar yine odanın içine kırmızı gölgeler, kırmızı hayaller dolduruyor, soğuk rüzgar daha vahşi, daha hain haykırıyor, pencerenin kapağını daha ziyâde sarsıyordu. Magda, Boris'i düşünüyor ve gizli gizli hıçkırıyordu. Kalbi şişiyor, göğsünü acıtıyordu. Dışarıdan uzak köpek sesleri işitildi. Bunlar mutlaka komşunun köpekleriydi. Birden başını kaldırdı. İşte Boris çıkmış olacaktı. Köpekler havlıyordu. Dinledi. Oh, Boris geliyordu. Birkaç dakika kımıldamadı, öyle kaldı.

Şimdi köpek sesleri yaklaşıyordu. Kendi köpekleri de havlıyordu. Fakat niçin? Boris'e niçin havlıyorlardı? Acaba yanında bir yabancı mı vardı? Köpek sesleri daha ziyâde yaklaştı. Magda ayağa kalktı. Pencerenin yanına gitti. Kapağı açmaya cesaret edemiyor, meçhul bir korku onu hareketsiz bırakıyordu... Köpekler pek yaklaşmışlardı. Ayak sesleri işitiliyordu. Magda'nın kalbi durdu. Nefesi kesildi. Kendinden geçti.

Kapı birdenbire vurulmuştu. Baba İstoyan sıçradı ve çubuğunu düşürdü. Magda elini kalbinin üstüne koydu. Omuzlarını kaldırdı. Boynunu içeri çekti. Kapı tekrar ve daha şiddetle vuruldu. Baba İstoyan kalktı. Pencereye doğru yürüdü. Kuvvetsiz bir sesle:
— Kim o?

Dedi. Dışarıdan ahenksiz bir ses cevap verdi:
— Aç Baba İstoyan, biziz. Konuşmaya geldik. Korkma!

İhtiyar mütereddid ve korkak, tekrar sordu:
— Siz kimsiniz?
— Kaptan Raçof, Pançe, Sandre...

İhtiyar, yıldırımla vurulmuş gibi dondu kaldı. Bunlar en müthiş, en kanlı, en merhametsiz, en gaddar komitalardı. Namları bütün ova köylerini titretiyordu. İhtiyar bir hayal gibi kapıya yürüdü. Açtı. Uzun boylu, kahverengi esvaplı, omuzunda manliher, bir adam göründü. Gözleri küçük ve kanlıydı. Zayıf ve gayet çirkin bir boynu vardı. Baba İstoyan, yalnız Bulgar köylülerine has olan o esir ve mazlum tavır ile eğildi, yine bu köylülere has olan o çolak ve sahte selamla voyvodayı selamladı.
— Buyurunuz Gospodin!

Dedi. Raçof'un arkasında iki kişi daha vardı. Bunlar da manliher tüfekleriyle müsellâh idiler. Bellerinde ve göğüslerinde çaprazvari fişeklikler bulunuyordu. Biri kısa boylu, esmerdi. Diğeri Raçof gibi sarı, fakat daha genç ve daha az çirkindi. Magda'nın gözleri açılmış ve yüzü bembeyaz olmuştu. Koştu. Raçof'un ayaklarına sarıldı. Öpmeye başladı, ağlayarak istirham ediyordu:
— Gospodin! Boris nerede? Ah, Boris nerede?

Raçof, ayaklarına kapanmış güzel kadının güzel saçlarını müteverrim ve çamurlaşmış yılanlara benzeyen parmaklarıyla okşayarak:
— Kalk sosyalist daskaliçe, dedi, şimdi Boris'in gelir. Biz şimdi işimizi konuşalım...

Ve yürüdü. Magda yerde kalmıştı. Masanın yanındaki sandalyeye teklifsizce oturdu. Masanın üzerine tüfeğini koydu. Öbürleri de karşısına oturdular. Esmer ve kısa boylunun elinde siyah bir beze sarılmış yuvarlak bir şey vardı. Onlar da tüfeklerini masanın üzerine koydular ve siyah beze sarılı yuvarlak şey de tüfeklerin yanına kondu. Raçof, Baba İstoyan'a döndü:
— Gel bakalım çorbacı, dedi, karşıma otur. Seninle konuşacağım. Magda, sen de şöyle yanıma gel. Baban aksilik ederse bize muâvenet et ki, fenalık yapmayalım.

İkisi de tereddüt etmedi. Baba İstoyan, Raçof'un karşısına oturdu. Magda da yanına... Baba İstoyan bütün bütün aptallaşmıştı. Gelininin niçin komitalardan oğlunun nerede olduğunu sormasına akıl erdirememişti. Boris evde değil miydi?

Raçof cebinden bir tabaka çıkardı. Ortaya koydu. Bir cigara yaptı. Magda seri bir hareketle kalkarak ocaktan ateş aldı. Haydudun cigarasını yaktı. Sonra ateşi ocağa attı. Yine kalktığı yere oturdu. Raçof birkaç nefes cigarasından çekti. Ve dumanlarını seyrederek:
— Ey, Baba İstoyan, dedi, şimdi evvela bize vaat et ki, çok zahmet etmeyeceksin! Uzun lafın kısası: Vakit geçirmeyelim... Sekizyüz lirayı getir.

İhtiyar titredi. Altmış senedir o kadar iktisat ve eziyet ile kazanılmış bir malın semeresi... mecmûu...yekûnu... Şimdi böyle bir anda isteniyordu. Deli olacaktı. İnkar etti:
— Nasıl sekizyüz lira?

Voyvoda gülümsedi. Kirli ve kırık dişleri göründü. Tekrar cigarasını çekti. Başını salladı:
— Anlaşıldı. Demek zahmet edeceksin. Mutlaka dayak yemeden, ayakların yanmadan, tırnakların çıkarılmadan söylemeyeceksin! Eğer yine söylemezsen oğlun Boris bizim elimizde mahpustur. Onu keseceğiz. Evini de yakacağız. Yine seni rahat bırakmayacağız.

Baba İstoyan önüne bakıyordu. Hatta oturdukları evi bile satmışlardı. Bu sekizyüz lirayı verirse muhakkak açlıktan ölecekti. Bir eşeği bile kalmamıştı. Magda, Boris'in kesileceğinden bahsedildiğini duyunca ağlamaya başladı. Tekrar Kaptan Raçof'un ayaklarına kapandı:
— Affet gospodin, Boris'i affet...

Raçof gülerek cevap verdi:
— Güzel daskaliçe! Sen de maksada vefasız kaldın. Burada ikiniz de bizim için çalışacağınız yerde, babanıza mallarını sattırıp kaçmak istediniz. Sizin için milletin verdiği parayı çalmak arzu ettiniz. İşte biz buna müsaade etmiyoruz. Elinizden paraları alacağız. Buradan bir yere gidemeyeceksiniz. Bizim için çalışacaksınız.

Ve ilave etti:
— Haydi, Boris'ini seversen paraları getir. Baba İstoyan inat ederse sevgilinin kafası kesilecek. Bir daha onu ömründe göremeyeceksin.

Magda Boris'in öldürülmek ihtimalini düşününce deli olacaktı. Kalktı, ağlayarak Baba İstoyan'a sarıldı:
— Ver babacığım, ver, biz genciz. Boris'le çalışır, yine kazanırız. Söyle nerede, gideyim, getireyim.

Raçof ve arkadaşları Magda'nın yalvarmasını seyrediyor ve gülüşüyorlardı. Baba İstoyan tamamıyla aptallaşmıştı. Sanki hiç lafları işitmiyor, mânâlarını anlamıyordu. Hasis köylü için ölmek, bu parayı vermekten daha çok ehvendi. Magda yalvarıyordu. Birden Baba İstoyan başını kaldırdı. Raçof'a dedi ki:
— Kaptan, bari yüz lirasını bir ev almak için bana bırak. Âhir vaktimda açıkta kalmayayım.

Raçof reddetti:
— Hayır, yüz lirasını bırakmam. Oğlun genç, çalışır. Seni besler. Haydi getir diyorum. Vakit geçiyor.

İhtiyar tereddüt ediyor, Magda yalvarıyordu. Raçof bir işaret etti. Kısa boylu esmer, tüfeği aldı. Dipçikle ihtiyarın sırtına dehşetli bir darbe indirdi. Raçof ayağa kalktı. Şiddetle sordu:
— Haydi, Baba İstoyan, dayağa başlayacağız. Ayaklarını ateşe sokacağız. Vakit geçiyor. Paraları getirecek misin?

Magda gözyaşları içinde çırpınıyor ve ihtiyara sarılıyordu. İhtiyar hiçbir şey söylemedi. Başını salladı. Yattığı odanın kapısına gitti. İçeri girdi. Bir dakika sonra kırmızı ve ağır bir çıkın ile geldi. Masanın üzerine bıraktı. Haydutlar parayı bu kadar çabuk elde ettikleri için sevindiler. Raçof hemen çıkını açtı. Saymaya başladı.
— Aferin, Baba İstoyan, diyordu. Zahmet vermedin. Şimdi bize şarap çıkar, eğlenelim...

Paraların sayılması bitti. Raçof liraları üçe taksim etti. Arkadaşlarıyla çantalarına koydular.
— Hani şarap, hani şarap?

Diye haykırdılar. Magda ayağa kalktı. Ambarın küçük kapısına koştu. Açtı ve içeri girdi. Üç bardak ile bir testi şarap getirdi. Haydutların önüne koydu. Sonra tekrar ambara girdi. Mezelik biber ve turşu çıkardı. Komitalar birbiri üzerine aceleyle içiyorlardı. Raçof:
— Böyle mezeye lüzum yok, dedi. Biz cansız meze istemeyiz...

Bu laftan bir şey anlamayan Magda'yı belinden tuttu ve öpmek istedi. Magda mukavemet etti ve ağlamaya başladı. Raçof, genç kadını bırakmayarak diyordu ki:
— Yanaklarından meze alacağım. Sen sosyalist değil misin? Sosyalistler her şeyde iştirak isterler. Ben de senin yanaklarına Boris'le müşterekim!...

Magda çırpınıyordu. Raçof çirkin ve akur sesiyle dedi ki:
— Eğer böyle münasebetsizlik edersen Boris'ini göremezsin. Onu keseriz.

Magda bu lafı işitince tekrar hıçkırmaya ve Raçof'a yalvarmaya başladı. Artık Raçof onun taze yanaklarından bol bol öpüyordu. Kadeh kadeh içiyor ve tekrar tekrar öpüyordu. Arkadaşlarına:
— Siz de meze alınız, be!..

Dedi. Cansız bir yumak gibi Magda'yı onların kucağına attı. Bu iki kuvvetli herif bu nefis kadına yapıştılar. Bir tanesi eteklerini kaldırmak istiyordu. Diğeri daha fena sarhoştu. Dişleriyle, avucunun içinde tuttuğu bu güzel başın yanağını ısırmıştı. Magda birden haykırdı. Ve kucaklarından kurtuldu. Sağ yanağının iki yerinden kan akıyordu. Baba İstoyan bu manzarayı görmemek için ocağın kenarına çömeldi ve başını avuçlarının içine aldı. Gözlerini ateşe dikti. Magda elini yanağına koymuştu. Parmaklarının arasından mebzûliyetle kan sızıyor ve ağlıyordu. Haydutlar bu güzel kadının bu kan içinde ağlamasına bakarak sanki mahzuz oluyorlardı. Hepsi susuyorlardı. İhtiyar saat bu tecavüzden ve i'tisaftan müteessir olmuş gibi yine tik-taklarını işittiriyor, rüzgârın gürültüsüne horoz sedaları karışıyordu. Raçof sözde acıdı:
— Ağlama Magda, dedi. Şimdi Boris'in gelir. Orasını öper. Acısı kalmaz. Haydi ben mandolin çalayım, bize biraz rakset...

Ve ocağın yanından mandolini alarak bir polka çalmaya başladı. Magda ağlıyor:
— Ben oynamak bilmem kaptan!

Diyordu. Raçof kalktı. Magda'nın yanına gitti. Kulağına müessir ve vahşi bir sesle:
— Eğer oynamaz, neşemizi kırarsan, Boris'i göremezsin, gider keseriz...

Magda'nın bütün vücudu sarsıldı. Gözlerinin yaşı dindi. Ve mütevekkil bir sesle:
— Oynayayım, ah Boris...

Dedi. Raçof oturdu. Mandolini çalmaya başladı. Diğer iki haydut, durmadan içiyorlar ve gülerek Magda'nın oynayışını seyrediyorlardı. Yanağından akan kan beyaz boynuna gidiyor, ona tekrar hayata gelmiş bir şehit manzarası veriyordu. Isıran haydut, başka bir arzu ızhar etti:
— Kaptan, dedi, eteklerini kaldırsın, öyle oynasın. Bacaklarını görelim...

Raçof, Magda'ya döndü:
— Haydi Magda, bunu da yap! Bacaklarını görsünler! Artık gidelim, Boris'ini gönderelim..

Genç kadın bir an durdu. Baba İstoyan'a baktı. Yüzünü ateşe dikmiş, hiç onları görmüyordu. İşte bu herifler artık namusunu da tahkir ediyorlardı. Lâkin Boris'i tehlike içindeydi. Eğer arzularını yapmasa, o kadar sevdiği Boris'i kesilecekti. Bir daha onun kumral ve çok saçlarını, mavi gözlerini, küçük ve kırmızı dudaklarını, tatlı tebessümünü göremeyecekti. Gözlerini kapadı ve eteklerini kaldırdı. Çalınan polkaya ayaklarını uydurarak sıçramaya başladı. Haydutlar coştular. Kaptan daha şiddetle ve iştiyak ile çalmaya başladı. Diğerleri yerlerinde oturamıyorlar, bu beyaz ve dolgun bacaklara, onların atılışlarındaki şehveti cazip, muharrikhareketlere bakarak birbirinin boynuna sarılıyor, itişiyor, kakışıyorlardı. Kalktılar, Raçof'un yanına gittiler. Kulağına bir şey fısıldadılar. Raçof:
— Olur ama, vakit geçti! Sabah oluyor! Geç kaldık!

Dedi ve derin, behîmî, muharrik bir hırsla güzel kadına baktı ve:
— Ah, vakit olsaydı!...

Diye müteessif oldu. Kalktılar. Tüfeklerini omuzlarına geçirdiler. Sarhoştular. Adımları birbirine karışıyordu. Raçof:
— Allahaısmarladık, Baba İstoyan!

İhtiyar köylü sanki ölmüştü. Hiç cevap vermedi. Magda tekrar haydudun ayaklarına kapandı:
— Aman kaptan, Boris'i gönder. İşte her şeyimizi aldınız. Eğer o gelmezse açlıktan ve ümitsizlikten ölürüz. Bize acı. Bize merhamet et...

Raçof güldü:
— Mutlaka gelecek, mutlaka... Daha çabuk gelmesini istiyorsan, şu kanlı yanağından bir buse ver...

Magda hırsla geri çekildi. Haydut tekrar kadını tuttu. Zorla kanlı yanağını öptü. Yaladı. Dışarı çıkıyorlardı. Kısa boylu esmer, beraber getirdikleri siyah beze sarılı şeyi hatırladı.
— Kaptan, dedi, bombayı ne yapacağız?

Raçof bir an düşündü. Geri döndü:
— Magda, bana bak!

Magda yine bir i'tisâfa uğrayacak zannıyla titredi. Fakat bu haydut nazik ve mürüvvetli idi.
— Şunu görüyor musun, Magda? Bu işte bir bombadır. Eğer siz eziyet edip parayı vermeyeydiniz, sizden yine zorla alacak ve mücâzat olmak üzere ikinizi biraraya bağlayacak, bu bomba ile atacaktık. Lâkin siz akıllılık ettiniz. Bize zahmet vermediniz. Mücâzata hacet kalmadı. Şimdi senden bir ricam var, bu bombayı bana saklayacaksın. Sakın jandarmalara filan verme. Nasıl vaat ediyor musun? Ben de gidip hemen Boris'i bırakayım...

Magda ümit ve tehalükle cevap verdi:
— Vaat ediyorum gospodin! Allah aşkınıza hemen Boris'i gönderiniz.

Raçof tekrar sordu:
— Göndereceğim, lâkin bu bombayı sadıkâne hıfzedecek misin?
— Hıfzedeceğim.
— Nerede?
— Kendi çeyiz sandığımda. En gizli, en muazzez yerde!
— Bravo! Memnun oldum. Öyleyse Allahısmarladık!

Hepsi güzel kadının elini şiddetle sıktılar ve kapıdan çıktılar. Dışarısı hafifçe ağarıyor, esmerleşiyordu. Köpekler havlamaya başladılar. Kesif gölge halinde duran uzak binaların arasında gidiyorlar ve bir şarkı söylüyorlardı. Ah, şimdi Boris gelecekti. Genç kadın, açılmaya başlayan geceye bakıyor, köydeki bütün horozların birbirlerine cevap verir gibi öttüklerini duyuyordu. Kalbi şiddetle atıyor, Boris'ini bekliyordu. Uzaklaşan haydutlardan biri haykırdı. Bu, meşum ve mevhum bir kabus tehdidi gibiydi:
— Hey, Magda, dikkat et, bomban patlayacak.

Genç kadın kulak kabarttı. Bu tehdit, sanki meçhul ve vahşi uçurumlardan, adem boşluklarından aksediyormuş gibi tekerrür etti:
— Hey, Magda, dikkat et, bomban patlayacak.

Horozların umumi ötüşleri rüzgârı söndürmüş zannolunacaktı. Uzakta samanlıkların üstünde yalancı bir fecir, mor gözlerini açıyordu. Genç kadın şuursuz bir tefekkürle düşündü. Bu haydutlar her şeyi, akla gelmeyen vahşetleri yapabilirlerdi. İhtimal bu bombayı ateş alması için, saniyeli tıpasını tanzim etmiş, öyle bırakmışlardı. Şimdi birden patlayacak ve zavallı Borisciği gelince yıkılmış bir evle tanınmaz kanlı et ve kemik parçalarından başka bir şey bulamayacaktı. Mihânikî bir istical ile bu felaket oyuncağını kaldırmaya koştu. Ta masanın orta yerinde duruyordu. Elini uzattı. Kaldırdı. Öbür eliyle altından tutmuştu. Ilık bir ıslaklık hissetti. Eline baktı: Kanlanmıştı. Kan?.. Sonra bu tehlikeli ve tahmin ettiği kadar ağır olmayan bombayı önüne koydu. Kadranını, fitilini görmek istiyordu. Yavaşça siyah bezi çözdü. İkinci bir bez daha vardı. Bu bez kandan kıpkırmızı idi. O bezi de çözdü. Kumral saçlar meydana çıktı. Baktı, baktı, dikkatle baktı...

Ve birden öyle müthiş, öyle keskin, öyle feci, öyle korkunç bir nâra attı ki, ocağın başındaki Baba İstoyan sıçradı ve gelinine koştu. Zavallının gözleri çerçevesinden çıkmış, karışık saçları dimdik olmuş, omuzları gerilmiş, iki eliyle tuttuğu bir şeye haşyet ve dehşetle bakıyordu. Dikkat etti. O tuttuğu şey, oğlunun, güzel ve kumral Boris'in vücudundan koparılmış kesik ve kanlı kafası idi....

24 Ağustos 2019 Cumartesi

Malazgirt'te Bir Cuma Sabahı (Yavuz Bahadıroğlu) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Malazgirt'te Bir Cuma Sabahı

Kitabın Yazarı : Yavuz Bahadıroğlu

Kitabın Özeti :

Abdurrahman Bey Putperest Türk Boylarından olan Uzlarla savaşa gitmiştir. Uzlarla 10 yıl savaşmış ve 5 yıl esirlik hayatı yaşamıştır. 15 yıl sonra köyüne dönmek için yola çıkmış ve en sonunda köyüne ulaşmıştır. Köye vardığında namaz vaktini kaçırmamak için camiye girer. Namaz bittikten sonra imam onu tanımadığı için ona kim olduğunu sorar. O da kim olduğunu söyler.

Abdurrahman Bey daha sonra karısı ve çocuğunu sorar. İmam, Uzluların geldiğini, köyü yağmaladıklarını, karısı Esme’yi öldürdüklerini ve oğlu Tekin’i götürdüklerini söyler. Abdurrahman Bey, Uzlulara karşı kinlenmiştir fakat imam kini şahsi düşmanları için değil Allah düşmanları için kullanmasını tavsiye eder. Abdurrahman Bey imamı dinlemeyip yola koyulur.

Bir Türk köyündeki yaşlı adam birkaç gence tarih ve savaş dersleri vermektedir. Tarih dersini bitirdikten sonra öğrencileri ile kılıç dersi yapmaktadırlar. O sırada karşıdan atlılar gelmektedir. Yaşlı adam atlıların Selçuk akıncıları olmadığını, Peçeneklilerden olduğunu söyler. Peçenekliler Türk soyundandır fakat İslam dinini seçmemişlerdir. Peçeneklilerin başı olan Burkut köyü yağmalamak için geldiklerini ve çekilmelerini söyler. Yaşlı adam ise cana dokunmaması için onunla konuşur. Konuşma Allah birliği konuludur. Fakat Burkut onların Arap Milletinin dinine geçtiklerini söyler ve başta ihtiyar olmak üzere köyün büyük bir kısmını katleder. Orada yaşlı adamın kızını da görür.

Abdurrahman Bey uğradığı köylerden gönüllüler toplayıp Uz ve Peçenek haydutlarına karşı topluluk oluşturmuştur. Yolda Peçeneklileri görürler. Peçenekliler bir atlıyı kovalamaktadırlar. Atlı Abdurrahman Bey’in grubuna sığınır. Abdurrahman Bey niçin peşinde olduklarını sorar. Atlı da onlar gibi katil olmak istemediğini bu yüzden kaçtığını, bu işten iğrendiğini söyler. Abdurrahman Bey onun Müslüman olursa yanlarında kalabileceğini söyler. Ayrıca onu kaybettiği oğluna benzetir ve acı çeker. Daha sonra genç düşünmek ve kendi isteği ile dine girmeyi istediğini söyler ve ayrılır. Yaşlı adamın kızını düşünmektedir.

Bizans tarafı ise bambaşkadır. Değişik milletlerden binlerce insan bir aradadır. Kimisi zevk için kimisi para için kimisi ise sadece Müslümanlara karşı gelmek için. Romen Diyojen Bizans İmparatorudur. Bu kadar insanı göstererek gururlanıyor, övünüyor ve büyüklüğüne onları da inandırmaya çalışıyordur. Diyojen Kraliyet soyundan değildir ve sadece Kraliçe Evdoksiya ile evlendiği için Kral olmuştur. Bu yüzden Kraliyet soyundan gelenler ondan hoşlanmamakta, dışardan gelen sıradan bir kumandanın Kral olmasını istememektedir. Gece Prens Andronikos bir siyah pelerinli tarafından kaçırılır. Kaçıranın yüzünü gördüğünde dost mu düşman mı olduğunu anlayamaz. Çünkü burma bıyıkları vardır ve Bizans ordusunda da burma bıyıklı Türkler mevcuttur. Türk 3 gündür Bizans Karargahındadır ve gerekli tüm bilgileri öğrenmiştir. Prens’le konuşur ve onu serbest bırakır.

O Türk Abdurrahman Beydir. Yolda arkadaşlarını bulur. Arkadaşları onun için endişelenmiştir.

Mengüç ve arkadaşları Abdurrahman Bey ve arkadaşlarına saldıracaktır. Fakat Mengüç Abdurrahman Beyin onu kurtaran adam olduğunu fark eder ve arkadaşlarına engel olur. Evet Mengüç o haydutlardan kaçan gençtir.

Arkadaşları Bizans askeri olmak istemektedirler. Mengüç arkadaşlarından Bizanslıların adaletsiz olduğunu öğrenir. Niçin orduda olduklarını sorar. Arkadaşlarının cevabı ise derli toplu olmak istedikleri ve Selçukların ata dini terk edip Arap dinine geçtikleri için onlardan öç almak istemeleridir. Arkadaşları Mengüç’ü ikna eder ve Mengüç de Bizans ordusuna katılmaya karar verir. Orduya katılmak için para alınması Mengüç’ün orduyu beğenmemesine neden olur.

Romen Diyojen Alparslan’a elçi göndermiştir. Diyojen Alparslan’ın fethettiği bazı yerleri geri vermesini istemektedir.Fakat Alparslan hiddetle karşı çıkar ,eğer istiyorsa savaşarak alabileceğini, bunun Haçlı ve Hilal’in savaşı olduğunu söyler ve elçiyi gönderir. Elçi Kral’a ne diyeceğini düşünmektedir. En sonunda Alparslan’ı korkuttuğunu söylemeye karar verir. Alparslan’ın Ahlat’a gönderdiği Abdurrahman Bizans ordusunun son durumunu bildirmek için dönmüştür. Ordu düzensizdir. Farklı milletler aralarında kavga etmektedirler. Alparslan ordunun asker sayısının fazla olmasının yenmeleri için sorun teşkil etmeyeceğini,çünkü ordunun düzensiz olduğunu düşünmektedir. Elçi ise Diyojenin karşısına çıkmış,Alparslan’ı korkuttuğunu,ordunun çok güçsüz olduğunu,bir dilim ekmek için kavga ettiklerini söylemiştir. General Basillas ise itiraz edip Selçukların böyle bir şeyi yapmayacağını söylemiştir. Diyojen ise bunu bildiği halde elçiye inanmak isteyip elçiyi ödüllendirir.

Alparslan ordusu General Basillas’ın ordusuyla savaşmaktadır. Abdurrahman Bey de bu savaştadır. Bir askerle savaşmaktadır. Bu asker Mengüç’tür. Mengüç’ün bu sefer öldürmemeye niyeti yoktur. Fakat Abdurrahman Bey’in çok güçlü olduğunu gördüğü için geri çekilir. Ayrıca Basillas yakalanmıştır. Onu yakalayanın sıradan bir asker olması onu çok üzer. En azından yüksek rütbeli biri yakalasaydı diye düşünür. Fakat Abdurrahman Bey ona her askerin eşit olduğunu aktarır.

Mengüç arkadaşları ile Bizans ordusundan sıkılmıştır. Ordudaki karışıklıklar özellikle Mengüç’ü rahatsız etmektedir. Daha sonra ordudan kaçarlar ve bir hana gelirler. Mengüç hangi düşünce ile yaptığını bilmeden arkadaşlarına kazandığı her altını vereceğini fakat onların da Alparslan ordusuna yardım için Bizans’a içten düşmanlık edeceklerini söylemiştir.

Sabah uyandığında altın kesesini bulamaz. Arkadaşlarının çaldığından emindir fakat odalarını bilmiyordur. Yanlışlıkla hancı ve yardımcısının odasına girer ve onu görürler. Mengüç acele ile kaçar. Ve atlardan birini alır. Daha sonra bir köye gider. Herkes ölmüş veya yaralıdır. Bir çocuk görür. Çocuğun ablasını kaçırmışlardır. Mengüç onların peşine düşer ve en sonunda bulur. Bulduğunda kaçıranların arkadaşları olduğunu görür ve kızı kurtarır.

Alparslan ve ordusu zaferden zafere koşmaktadır. Büyük Zafer çok yakındadır. Mengüç Bizans kalesinde yangın çıkartmış, Bizans büyük zarara uğratmıştır. Mengüç Alparslan’ın ordusuna katılmıştır. Müslüman olmak için gerekenleri öğrenmiş ve Müslüman olmuştur.

Diyojen tamamen kibirli bir şekilde tahtındadır. Alparslan elçi göndermiş ve bu işi barış yoluyla,kan dökmeden bitirmeleri için teklifte bulunmuştur fakat Diyojen reddetmiştir. Alparslan ordusu savaşa artık hazırdır.

1071 yılının Cuma sabahında Alparslan ordusunun galip olması için Hilafet merkezi Bağdat’ta camiler doludur. Herkes bir ağızdan Allahu Ekber nidaları atmaktadır.

Malazgirt Meydanı. Aynı saatlerde beyaz bir atın yanında bembeyaz şekilde giyinmiş bir asker, Sultan Alparslan bulunmaktadır. Cuma kılınmış etrafında askerler Bizans askerlerini bekliyorlardır. Bizanslılarda hazırlıklarını yapmış, din ayinlerini bitirmiş tetikte beklemektedir.

Mengüç, Abdurrahman Bey’e oğlunun adını sorar. Tekin adını duyduğunda yabancı gelmemiştir.

Diyojen savaşın gidişatının kötü yönde olduğunu fark eder ve uşağı ile kılık değiştirir. Fakat sonu gelmiştir.

Savaşırken Mengüç yeni adıyla Tekin yaralanır. Abdurrahman Bey yaraya bakarken omzundaki izi görür. Tekinin yarası ağır değildir fakat o sırada kurtarılabilecek kadar küçük de değildir. Abdurrahman Bey, atla savaşırken yaptığı o oyunu nerden öğrendiğini sorar Tekin’e. O da küçükken babasının öğrettiğini söyler. Abdurrahman Bey oğlunu bulmuştur. Fakat Tekin oracıkta şehit olmuştur.

Sultan Alparslan’ın en yakını Savtekin de şehit olmuştur. Daha sonra onu gömmüş ve Abdurrahman Bey’in yanına gitmiştir. Oğlu olduğunu öğrendiğinde onu teselli etmiş ve Tekin’i Savtekin’in yanına gömmüştür.

%100 Düşünce Gücü (Jack Ensign Addington) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : %100 Düşünce Gücü

Kitabın Yazarı : Jack Ensign

Kitabın Özeti :

1. HERŞEY DÜŞÜNCEDE BAŞLAR :

Kendimiz için yarattığımız dünyadan hoşlanmıyorsak, hoşlanabileceğimiz yeni olaylar başlatabilecek bir dünya yaratma hakkı bize verilmiştir. Düşünce hem yönetici hem üreticidir. Hayatın erkek boyutu, hepimizin içindeki bilinçli ve yönetici düşüncedir. Dişi boyutu ise bilinçaltından gelen alıcı ve yaratıcı yollardır.

2. KENDİNİ YÖNETMENİN YOLU :

Bilinçaltı, bedenin yapıcısı olarak bilinir. Bedenin fonksiyonlarının otomatik olarak yürümesini sağlar. Bilinç emirleri verir, bilinçaltı da uygular. Bilinç; bilinçaltına direktifler verir. Bilinçaltı yalnızca emirler alıp bunları mantıki kıyaslamayla (kurala dayalı çıkarımla) yargılayarak yerine getirdiği için gönüllü hizmetkar adını alır. İnsanlar, gereksiz sınırlamaları kabul ederek kendilerini hipnotize ederler. İnsanlar kendileri için kurallar, yasalar koyuyorlar, sonrada bunların esiri olup mutsuz oluyorlar.

3. İSTE VE SAHİP OL :

Aklımızdan geçen şeyler ergeç ortaya çıkar. Bilinçli olarak düşünülen her düşünce, bilinçaltını etkiler ve bu etki, düşüncedeki güç ve arzunun derecesine bağlı olarak eyleme dönüşür. Bilinçli olarak yeni bir hayata başlamaya karar versek de bilinçaltına yeni düşünce biçimimizi işlemedikçe o, bir hafta, bir ay, bir yıl önce verdiğimiz emirleri yerine getirmeyi sürdürür.

4. KENDİNİZ OLMA CESARETİNİ GÖSTERİN :

İnsan kendisini küçümser ve sürekli başkalarıyla karşılaştırır.Yalnız bir insan dünyada ne yapabilir.? Çok şey. Büyük işler başarabilir. İnsan bilinçli olarak düşünebildiği, güvenle beklediği ve mümkün olduğuna inandığı her şeyi yapabilir. Evren sınır koymaz; biz inançlarımızla sınırlarız kendimizi. Bir insan kendini arıyorsa kaybettiği yere bakmalıdır. Acaba hiç tanımış mıdır kendisini? Hayatımıza hakim olmanın yolu bilincimizi kullanmaktan geçer. Yönetimi yürüten bilinçtir. Deneyimlemek istediğimiz şeylerin kalıbını hazırlayarak düşünce çeşitlerini seçiyoruz. Bilinç, hayatla nasıl ilişki kuracağımıza karar verir, ifade yollarını seçer.

5. AMAÇLARA ULAŞMAK İÇİN BEŞ İLKE :

İnançla başlayıp başarıyla son bulan beş basamak şöyle sıralanabilir:
1. Kendiniz için ideal zihinsel imajı belirleyin.
2. Çaba göstermeden, yalnızca inanmak hiçbir işe yaramaz.
3. Düşüncelerinizi kendinize saklayın.
4. Esnek olun; gerekirse plan değişikliği yapın.
5. Gözlerinizi hedeften ayırmayın, işi yarı yolda bırakmayın.

6. SINIRSIZ FİKİR KAYNAĞINI KULLANMA :

Hepimizin içinde, derinlerde yüzyılların bilgeliği yatar. Asla tüketilemeyecek, sonsuz bir yaratıcı fikirler kaynağı saklıdır içimizde. Yaratıcılığı geliştirmek için dört kural :
1. Düşüncelerinizi bir noktada yoğunlaştırın.
2. Derinlemesine düşünmek aceleye gelmez.
3. Fikirler geldiğinde hazır olun .
4. Şimdi fikirlerinizi kullanmaya hazırsınız.

7. YARATICI İMGELEMENİN GÜCÜ :

Yaratıcı imgelemeyi anlayarak ve uygulayarak tüm hayatınızı yeniden düzenleyebilirsiniz. Yaratıcı imgeleme sayesinde kişinin kendisiyle ve yaşadığı dünya ile ilgili inancını, dolayısıyla bu inancın ürünlerini değiştirmek mümkündür. Yaratıcı imgeleme ısrarla kullanılırsa, fikrin olduğu her yerde başarı da vardır. Hepimiz mucit olamayız. Fakat yaratıcı imgeleme bir çok yerde, hayatın basit şeylerinde de kullanılabilir.

8. KENDİNE GÜVEN NASIL OLUŞTURULUR :

Hepimiz kendine güvenin gerekliliğini biliyoruz. Bugün bir çok kulüp, dernek, birlik faaliyet göstermekte. Bunların hepsi bireyin güven duygusunu geliştirmek ihtiyacından kaynaklanıyor. Kişinin kendine güvenini yitirmesine neden olan korkulardan biri başarısızlık korkusudur. Her insan başarılı olmak ister. Onaylanmama korkusu ise yalnızca çocuklara ait bir sorun değildir; her yaşta insan bu korkuyu yaşayabilir. İşte, evde, okulda, nerede olursa olsun yaptığımız her şeyde hayatı, ifade ettiğimizi ve bu hayatın sonsuz ve mükemmel olduğunu anlamalıyız. İfade ettiğimiz bu hayat tüm hayatla birdir; bundan dolayı insanla Tanrı arasında veya insanla insan arasında ayrım yoktur.

9. İLK ADIM KARAR VERMEK :

Bilinçaltı sürekli olarak bilinçten gelen emirleri yerine getirir. Bilinçaltı, bilinç tarafından inanılan her emre yanıt verir. Kararsızlık olursa, her dakika fikir değiştirilirse, bilinçaltı karmaşaya düşer. Kesin kararlar vermeyi öğrenmeliyiz. İnsana seçme hakkı verilmiştir. Kullanıp kullanmamak kendisine bağlıdır. Unuttuğumuz bir ismi hatırlamak için kendimizi zorladıkça işimiz daha da güçleşir; bir an için rahatlayıp gevşersek birden hatırlayıveririz. Karar verirken de aynı şey geçerlidir.

10. KENDİNİ YÖNETME REFAH GETİRİR :

Her insanın kendine has bir refah, zenginlik ölçüsü vardır. Bu yüzden, para kazanmak refah bilincinin yan ürünlerinden biri olmasına rağmen, refah sahibi olmak ilahi büyük bir servete sahip olmak demek değildir. Gerçek refah içsel hakimiyetle başlar ki bu yaşamın har alanında zenginlik getirir. Para pis bir sözcük değildir. Kötü olan para değildir. Para zenginliğin kanıtıdır, takas için kullandığımız semboldür. İhtiyaç duyduğumuz şeyleri takas etmek yerine para kullanıyoruz. Demek ki para kötü dersek giyecekler, yiyecekler, yaşadığımız ev de kötü demektir. Kötü olan parayı çok fazla sevmek onu tüm iyiliklerin kaynağından önde tutmaktır. Ekonomik sistemi yermek kimseyi bir yere ulaştırmaz. Neye direnirseniz o da size direnir. Fikir birliğine varırsak hayata uyum sağlarız. Sevgi ve zenginlik birbirini tamamlar.

11. İŞLER KÖTÜ GİTTİĞİNDE NE YAPMALI

Hepimizin hayatında her şeyin kötüye gittiği zamanlar vardır; planlar ters gider, umutla beklenen kararlar gerçekleşmez, hastalık ve kazalar günlük hayatın akışını aksatır. Böyle zamanlarda hepimiz dayanacak bir şeyler ararız, güvenebileceğimiz iç kaynaklar bulmaya çalışırız. İşler ters gittiğinde gerçeği kanıtlama ve hayatımızdaki gücü gösterme fırsatına sahip oluruz. Var olan koşullara neyin neden olduğu gerçekten önemli değil. Samanlık yanıyorsa yangını neyin başlattığının ne önemi var. Sorulması gereken soru “Yangını söndürmek için ne yapmalıyım” olmalı. İnandığımız, kabullendiğimiz ve güvenle beklediğimiz her şeye sahip oluruz. Bu hayat tarafından doldurulmak üzere elimizde tuttuğumuz kalıptır. Bu büyük yaşam yasasını açıklamanın bir çok yolu var. Bu ektiğini biçmek, neden-sonuç ve benzer benzerini çeker yasaları olarak da adlandırılabilir.

12. ZAMANIN EFENDİSİ OLUN :

Zaman insanların sonsuzluk ölçüsüdür. Şimdiye kadar zamanla ilgili doğal olarak kabul ettiğimiz her şey insan düşüncesinin ürünüdür; görecelidir. Bilinçaltının düşündüğümüz gibi bir zaman kavramı yoktur. Hayatımızı yönetmesine izin verdiğimiz zaman programları kendi düşüncemizin ürünüdür. Evrensel bilinçaltında zaman ve yer yoktur. Bilinçaltı geçmiş veya gelecek diye bir şey bilmez. Hep şimdiki zamanda çalışır. Özne zihin denen bilinçaltı tamamıyla bilince bağlıdır. Tek akıl vardır; o da Düşüncenin evrensel havuzunun bireysel kullanımıdır. Bilinçaltına emirler verirken, onun zaman ve yerden habersiz olduğunu hatırlayalım. Onu koşullandıran bizleriz.

13. İYİ BİR BELLEK İÇİN DÖRT İLKE :

1) Dur-Bak-Dinle
2) Öğrenme süreci fikirlerin birleştirilmesine bağlıdır.
3) Sizin için çalışmasını istiyorsanız belleğinize güvenin.
4) Kendini yönetme, kesin sonuçlar getiren kesin bir eylemdir.
Net bir belleğe yaklaşımımızda dikkatsiz hiçbir şey olmamalı. Bizi etkileyen şeyler kolayca hatırlanır. Dikkat edersek, bilinçaltına kesin direktif verirsek, hatırlamak istediğimiz her şeyi hatırlarız. İyi bellek denen, çağırılmayı bekleyen bilgiyi hatırlama yeteneğine her yaşta sahip olunabilir.

14. SAKİNLEŞTİRİCİ HAPLAR ALMADAN RAHATLAMA :

Bugün çoğu televizyon reklamı, rahatlama veya gerilimden kurtulma ile ilgilidir. İnsan reklamlara inansa, gerilimden kaynaklanan başağrılarının ancak ilaçlarla yok edilebilecek kaçınılmaz bir dert olduğu sonucuna varırdı. İşyerinde yoğun bir günden sonra kendini tükenmiş hisseden bir çok insan bir bara koşturur ya da birkaç kadeh içki içmek için aceleyle eve gider; bunun kendilerini rahatlatacağını düşünürler. Fakat içki uyarıcıdır. Önce uyarır sonra aptallaştırır. Hepimiz hayatın dış kenarında çok hızlı hareket etmenin sonucu olan karmaşanın esaretine düşeriz sonra içimize dönmek, sakinleşmek ve asla karmaşaya düşmeyen, acele içinde olamayan ve rahatsız olmayan iç huzurunu yaşamak isteriz. Bu var oluşumuzun gerçeğidir. Onu anlamamızı bekler yalnızca.

15. ENDİŞELENMEYİ BIRAK, YAŞAMAYA BAK :

Endişe, zihinden dolaşan ince bir korku akıntısıdır, ne kadar uzun süre akarsa o kadar derin izler bırakır. Endişe her bakımdan bir sorun yaratıcıdır. Endişenin üstesinden gelmenin ilk adımı,endişenin hiçbir şey kazandırmadığını, sahibine zarar verdiğini en büyük arzularımızın gerçekleşmesine engel olduğunu, uzun vadede hayatımıza olumsuz etkileri olacağını kabul etmektir. Bu gerçekleri kabul ettik mi endişe alışkanlığından kurtulmanın gerekliliğini anlamaya başlarız.

16. KORKU SİZİ YENMESİN, SİZ KORKUYU YENİN ! :

Korku insanlığın bir numaralı düşmanıdır. Korku bir duygudur. Makul veya akılcı değildir. Her zaman için korkulacak bir şey vardır ve bu şey hakkında gerçek olmayan duygular geliştiririz. Düşmanınızın kim ya da ne olduğu hiç önemli değil, onun en güçlü silahı sizin korkunuzdur. Bu düşmandan korkmaya başladığınız an sizden güçlü duruma geçer. “Korkaklar bin kez ölür” derler. Her korku küçük bir ölümdür. Temelde her korku bir ölüm korkusudur. Ölümden korkmaktan kurtulursak hayatla korkusuzca yüz yüze gelebiliriz. Ölüme “son düşman” denir; aslında o yenmemiz gereken ilk düşmandır.

17. EVET, SİGARAYI BIRAKABİLİRSİNİZ ! :

Yapıcı ve yıkıcı alışkanlıklar vardır. Bilinçaltı ince eleyip sık dokumaz. Asla yargıda bulunmaz. Verdiğimiz emirleri harfi harfine yerine getirir. Biz emirleri veririz, bilinçaltı yerine getirmek için çalışır. Evet sigarayı bırakabilirsiniz; diğer herhangi bir alışkanlığınızı da yenebilirsiniz. Bu tamamen bilinçaltına verdiğiniz direktiflere bağlıdır. Kişi sigaradan kurtulmak istediğinde, bunun gerçekleşmesi için gerekli her şey yapılacaktır.

18. UYKUSUZLUK HASTALIĞINI YENEBİLİRSİNİZ ! :

Herhangi bir şeye dikkati yöneltmenin zihni uyanık tuttuğu bulunmuş; çoğu zaman uykun içinde geçerli bu. Uykunun mutlaka gerekli olmadığına, bedenimizin uyumadan da ihtiyacı olan dinlenmeyi sağlayabileceğine ikna olursak bizi uyumaktan alıkoyan endişenin hakkından gelebiliriz. Aklın kendini yönetme gücü sayesinde, sonuç olarak bilinçaltının uyku fonksiyonuyla ilgilenmesini sağlayan emirleri zihninize verebilirsiniz. Bir daha uyanık olarak yatakta yattığınızda kendi kendinize şunları söyleyin. “Şimdi uyuyacağım-Tüm bedenim gevşemiş durumda. Aklım dingin. Ben huzurluyum. Şimdi uykuya hazırım.”

19. CESARETSİZLİĞİN ÇARESİ :

Hepimiz ara sıra cesaretimizi yitiririz. Hayatın gerekli bir parçası olmamasına rağmen kimse ona karşı bağışıklı değildir. Cesaretini yitiren insan yalnız olmadığını, herkesin şu yada bu şekilde düş kırıklığına uğradığını anlamalıdır. Cesaretinizi yitirdiğinizi hissettiğiniz an, oturun ve önünüze bir parça kağıt koyun. Özel bir probleminiz varsa tüm ayrıntılarıyla kağıdın bir yüzüne yazın. Sonra, öbür yüzüne mümkün olan tüm çözümleri yazın. Sonra, başka bir kağıt alın ve hayatınızdaki cesaret verici her şeyi yazın. Kazançlarınız, arkadaşlarınız, yetenekleriniz v.s. Artık bitti deyinceye kadar yazın bunları kağıda. Hayatınızdaki cesaret kırıcı şeylerin tümünü de kağıdın öbür yüzüne yazın. Hepsini boşaltın. Bunu yaptıktan sonra, cesaret kırıcı şeyleri sıraladığınız taraftakileri birer birer çizin ve “Bununla işim bitti. Hakkımdaki gerçek bu değil” deyin. Şimdi tüm dikkatinizi hayatınızdaki cesaret verici şeylere yoğunlaştırın. Dikkatimizi verdiğimiz şeyler gelişir, büyür. Dikkatimizi iyiye, olumluya ve doğruya yöneltirsek yaşadıklarımız bunlar olur.

20. KENDİNİ İYİ YÖNETME, SÜREKLİ HUZURDUR :

Her erkeğin ve kadının amacı olan gerçek huzur bir sükunet halidir; rahatsızlık endişe, sıkıntı ve heyecanlardan sıyrılmaktır; hayat ve çevremizdekilerle uyum içinde olmaktır. Yaratıcı olmak için hayatla uzlaşmak gerekir. Her durumda dayanabileceğimiz iyi bir şey bulalım. Eski düşman direnci saf dışı etmenin en iyi yoludur bu. Her durumda olumlu karşılık vermeye çalışın. İyiyi bulun. Eleştiri veya suçlamada bulunmayın Bu yöntemi bir hafta kadar deneyin; sonunda yaratıcılığa giden yolu bulduğunuzu göreceksiniz.

Devlet Ana (KemalTahir) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Devlet Ana

Kitabın Yazarı : Kemal Tahir

Kitap Hakkında Bilgi :

Devlet Ana romanı 1967 yılında yayımlanmıştır. Söğüt kasabasına yerleşen küçük bir göçebe aşireti durumundaki Türkmenlerin çevresindeki düşmanlarla mücadele edip yeni yerler fethederek Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu gerçekleştirmesini anlatır. Olaylar 13. yüzyılın sonlarıyla 14. yüzyılın başlarında geçer. Bizanslıların ve Moğolların saldırgan tutumlarına karşı Osman Bey, fethettiği topraklardaki insanlara hiçbir baskı uygulamaz, sevgi, adalet ve hoşgörü ile hükmeder.

Kemal Tahir bu romanında, Türkiye’de çökmüş bir imparatorluğun yarattığı aşağılık duygusunu silmek ve Osmanlı insan tipini, onun erdemlerini, devlet kurma yeteneğini anlatmaktadır. Devlet Ana, Osmanlı kurulmadan önceki Anadolu'nun görünümünü, Anadolu insanının özlemlerini anlatırken, onların güçlü, güvenli, adaletli bir devlete duyduğu ihtiyacı da açığa çıkarmaktadır.

Kitap 1968 Türk Dil Kurumu Roman Ödülü’nü kazanmıştır.

Kitabın Özeti :

Tarih 1290'lı yıllar. Mavro, kız kardeşi Liya ile, Ertuğrul Bey’in himayesinde bulunan Karacahisar topraklarında Issızhan adı verilen bir yolcu hanında yaşamaktadır. Kıbrıs Sen-Jean şövalyelerinden Notus Gladyus ve Uranha hana gelirler. Mavro silahlara ve silah kullanmaya aşırı derecede ilgili bir gençtir. Şövalye Notus Gladyus, Mavro’nun bu zaafından faydalanır, kendisini usta bir şövalye yapacağını söyler. Şövalye son derece kaba ve terbiyesiz biridir. Mavro’nun ablası Liya’ya sarkıntılık eder, onu zorla elde etmeye çalışır. Fakat bu emeline ulaşamaz. Liya, yastığın altından aldığı hançerin zehirli olduğunu söyleyerek şövalyeyi odasından çıkarmayı başarır.

Şövalye Notus Gladyus, Uranha ve Keşiş Benito bataklığı geçerek Ertuğrul Bey’in at eğitimcisi Demircan’ın çadırının bulunduğu yere gelirler. Bu sırada Demircan ile Liya sevişmektedir. Şövalye daha önce Liya’nın kendisini reddetmiş olmasını gururuna yediremez, bunun ezikliğiyle yayını gerer, çıplak olan Demircan’ı sırtından vurur. Liya ilişkinin vermiş olduğu sarhoşlukla üzerine yığılan Demircan’ın öldüğünü ilk anda anlamaz. Şövalye Notus Gladyus, kendinden geçmiş bir halde yatan Liya’ya tecavüz eder, bu sırada Uranha da sarığıyla kızın yüzünü örter bağırmasını önlemek için. Ayrıca arkadaşının yaptığı pisliği görmek istemediğinden gözlerini kapatır. Şövalye eliyle kızın boğazını var gücüyle sıkar, onu öldürür. Çayırda gezeleyen değerli savaş atlarını alırlar. Kızın ölüsünü Türkmen kilimine sarıp iki yanını Türkmen sarığıyla bağlarlar. Cesedi ata yükleyerek bataklığa atarlar.

Orhan Bey ile Kerim Çelebi, Demircan’ın çıplak cesedini görürler, büyük bir panik ve şaşkınlık yaşarlar. Köylüler cesedi bu halde görmesin diye hemen giydirirler. Orhan Bey, “baskın var” işareti veren davulu vurmaya başlar.

Kara Osman Bey’in at eğitimcisini öldürmek, savaş atlarını sürüp götürmek düpedüz meydan okumaktır. Usta bir izci olan Pop Markos, toprağın üzerindeki izlerden hareketle Demircan’ı öldürenlerin iki kişi olduğunu söyler. Orhan Bey, Liya’nın da başına kötü şeylerin geldiğini düşünür. Pop Markos, Orhan Bey, Kerim, Demircan’ın yardımcısı Ermeni Toros katillerin peşine düşerler. İzler Karacahisar toprağına kadar gelir. Orhan Bey dedesinin sözlerini hatırlayarak kimsenin izinsiz sınırı aşmamasını ister. Bundan sonrasına Ertuğrul Bey’in karışacağını söyler.

Bacıbey, Söğüt kadınlarının başkanıdır. Oldukça sert bir mizaca sahiptir. Uzun boylu ve geniş gövdelidir. Ok atmada ve kılıç kullanmada erkek savaşçılardan geri kalmaz. Son derece korkusuz biridir. Kerim, silah ustası Kaplan Çavuş’un kızı Aslıhan’ı sevmektedir. Kerim, mollalığa heves edince Aslıhan buna üzülür. İnatçı bir kız olan Aslıhan “Savaşçı olmayana varmam!” diye söz vermiştir.

Orhan Bey, babası Osman Bey’e Demircan’ın sırtından bir okla kalleşçe vurulduğunu söyler. Dedesinin “Beylerden gerçek saklanmaz.” öğüdünü hatırlayarak cesedin çıplak olduğunu belirtir. Ertuğrul Bey, oğlu Osman Bey’e sakin olmasını, barışı bozmak isteyenlerin olabileceğini bu nedenle dostu düşmanı net olarak bilmeden savaş açmanın doğru olmayacağını söyler.

Cavlakların delibaşısı Adem ejderhası, Kaplan Çavuş’un kızı Aslıhan’ı çeşme başında sıkıştırır. Bu sırada Kerim gelir. Adem ejderhası Kerim’e saldırır. Kerim, kırbacıyla adamı bir güzel döver.

Söğüt bacılarının beyi Devlet Hatun, oğullarına hem bilek hem de yürek gücüyle babasızlığın boyun büküklüğünü hiç duyurmamıştır. Oğlu Kerim’in de babası gibi usta bir savaşçı olmasını ister. Oğlunu mollalıktan vazgeçirmek için elinden gelen her şeyi yapar. Oğlu Kerim’in kitaplarını yakar. Eline kırbacı alır “Bugünden tezi yok bırakacaksın mollalığı, ağanın kılıcını takacaksın omzuna. Artık Kerim Çelebi değil, Kerimcan’sın.” der. Kerim annesinin isteğini kabul etmez. Bunun üzerine Bacıbey elindeki kırbaçla Kerim’i bir güzel döver. Eli yüzü kan içinde kala Kerim annesinin isteğini kabul eder. Üstündeki cübbeyi çıkarır, Demircan’ın savaş elbiselerini giyer, silahlarını kuşanır.

Halk meydana toplanmıştır. Dündar Alp ve Daskalos Derviş halkı galeyana getirmeye çalışırlar. Acılar içinde ağıt yakan Bacıbey’i de arkalarına alırlar. Bu sırada Ertuğrul Bey ölür. Akçakoca, topluluğa Ertuğrul Bey’in vasiyetini bildirir; sakin olmaları gerektiğini, akıllıya saldırmanın zararlı sonuçları olacağını söyler. Akçakoca hemen bey seçiminin yapılmasını söyler. Bey olarak Osman Bey seçilir.

Osman Bey, Şeyh Edebali’nin kızı Bala Hatun’u sevmektedir. Üç yıl önce, Balkız henüz on dört yaşındayken konuşmuş, kızın evlenmeye razı olduğunu anlayınca onu istetmiştir. Ertuğrul Bey’den habersiz yapılan bu istemeyi Şeyh Edebali uygun görmediği için kabul etmemiştir. Babasının ölümünden sonra Osman Bey, Edebali’nin yanına gider. Şeyh Edebali, karşısına babasının ölümüyle sorumluluk altında iki büklüm olmuş bir delikanlı beklerken, Osman Bey’in cesur konuşmalarını duyunca şaşırır. Babasının vasiyetlerini bildirdikten sonra oradan ayrılır.

Daskalos Derviş, halkı Demircan’ın intikamı için savaş yapılması konusunda kışkırtır. Bacıbey de savaştan yanadır. Osman Bey dostun düşmanın iyice bilinmediği bir durumda savaş yapmanın doğru olmayacağını; bebelerin, yaşlıları, sakatların düşünülmesi gerektiğini söyler.

Filatyos yanındaki savaşçılarla meydana gelir ve ortaya bir Türkmen sarığını fırlatır. Kerim, sarığı hemen tanır. “Bu sarık Demircan ağabeyimindi.” der. Filatyos, Liya’nın önce ırzına geçilip sonra da boğularak öldürüldüğünü söyler. Katilin Demircan olduğunu zanneden Filatyos, Osman Bey’den açıklama bekler. Osman Bey, Demircan’ın da bir Karacahisar okuyla sırtından vurularak öldürüldüğünü söyler. Tüm bunların iki tarafı birbirine düşürmek için yapılmış haince bir plan olduğu anlaşılır. Filatyos geri döner. Karacahisar’a savaş açılması için halkı kışkırtan Daskalos Derviş’in dili utancından dişine kilitlenir.

Kaplan Çavuş, Mavro ile Kerim’e ok atma ve kılıç tutma dersleri verir. Omzunda sazı ile Yunus Emre gelir. Kaplan Çavuş uzun süre görmediği çocukluk arkadaşını görünce çok sevinir. Sohbet etmeye başlarlar. Yunus Emre onlara gördüğü hayırlı rüyayı anlatır: “İtburnu’nda, Şeyh Edebali Efendi’mizin mübarek katında, hayırlı perşembeyi hayırlı cumaya bağlayan gece, bir düş gördüm. Şeyh Edebali Efendi’mizin mübarek kucaklarında bir ay doğdu, parıltısı karanlığı çalkaladı çıktı, yükseldi, orak biçimindeyken dola dola sini değirmesine döndü. Dünyayı nura boğdu. Öyle ki, gözler kamaşıp bakmaya güç yetisi kalmadı. Baktım ki, sizin Osman Bey’iniz de iki dizi üstünde sağ yanındadır ve de tesbihe girmiştir. Gökleri bezeyen ay inip geldi, göğsüne yaslandı, gövdesine karıştı. Aman nedir, ne hikmettir? Dememize kalmadı, ayın gömüldüğü yerde bir fidan belirdi, yeşerip büyüdü, göklere dal budak saldı…” Yunus Emre, gördüğü bu rüyayı Şeyh Edebali’ye de anlatır. Edebali, bunun bir Tanrı işareti olduğunu söyleyerek , “Osman Bey, kızımı istesin, bundan böyle veririm.” der. Kaplan Çavuş, müjdeli haberi vermesi için Kerim’i gönderir. Osman Bey, müjdeli haberi alınca çok sevinir, ikinci kez Ali Şar Bey’i dünürcü gönderir.

Ali Şar Bey, Osman Bey adına gittiği Şeyh Edebali’den Balkız’ı kendine ister. Para, hediye, mal mülk teklif eder. Fakat Edebali kızını vermez. Osman Bey’in bu olanlardan haberi yoktur, çünkü Ali Şar Bey, Şeyh Edebali’den kızını Osman Bey için istediğini, fakat cevabının yine olumsuz olduğunu söylemiştir. Kadınlara aşırı derecede düşkün olan Ali Şar Bey, Hop Hop Kadı’nın da şişirmesiyle Balkız’ı kaçırmaya karar verir. Kahyası Pervane Subaşı’yı kaçırma işinde yardımcı olması için Çudaroğlu’nu iknaya gönderir. Çudaroğlu işin tehlikeli olduğunu öne sürerek alacağı paranın miktarını yükseltmek ister. Çudaroğlu, Notus Gladyus ve Uranha ile birlikte Ali Şar Bey’in yanına gelip pazarlık ederler. Beş yüz altına anlaşırlar. Şeyh Edebali’nin kızı Balkız’ı kaçırmaya çalışırlar, fakat başarılı olamazlar. İmdat davulunun vurulmasıyla Bacıbey gelir. Balkız, Aslıhan’dan Osman Bey’in niçin kendisini istemeye gelmediğini sorar. Aslıhan da Osman Bey’in dünürcü olarak Ali Şar Bey’i gönderdiğini söyler. Balkız, Ali Şar Bey’in Osman Bey adına değil, kendisine istediğini söyler.

Osman Bey, Voyvoda Konağı’nda iken Filatyos, Çudaroğlu, Ali Şar Bey, Notus Gladyus ve yanlarındaki savaşçılar konağa saldırırlar. Mavro baskını önceden haber aldığı için Orhan Bey, Kerim’i yardım çağırması için göndermiştir. Çarpışmanın başladığı vakit yardım gelir. Mavro, ablasının katili olan Şövalye Notus Gladyus’ü gözünden vurur. Osman Bey de Ali Şar Bey’e bir kılıç darbesi indirir. Mavro savaşın başında karşı tarafın kendisini istemesi üzerine Müslüman olduğunu söylemiştir. Osman Bey sessiz sedasız Balkız’la evlenir.

Orhan Bey, Yar Hisar tekfuru Hrisantos’un kızı Lotus’u sevmektedir. Söğütlülerin yayla göçüne Filatyos, Çudaroğlu ve Pervane Subaşı tarafından pusu kurulduğu öğrenilir. Osman Bey, adamlarına hazır olmalarını emreder. Bacıbey’i yanına çağırır, uydurma bir yayla göçü tertipleyip boğaza girmelerini ister. Orhan Bey önden giderek gözcüleri ortadan kaldırır. Osman Bey’in sesiyle birlikte pusu kuranların üzerine ok yağdırılır. Orhan Bey, Lotus’a evlenme teklif eder. Lotus bu teklifi kabul eder. Orhan Bey, Lotus’a bir yıl beklemesini söyler.

Kerim, Keşiş Benito’nun mağarasına girer. Burada bir yıl önce İstanbul-Tebriz kervanına ait çok değerli kitapları görür. Sayısı on olan bu kitapların dünyada eşi benzeri yoktur. Bu nedenle de çok değerlidir. Kerim, bu kitapları yanına alır. Mağaradan çıkarken ayağını kapana kıstırır. Kerim ayağı yaralı olduğu için bir süredir evde yatmaktadır. Kendisini yoklamaya gelen Aslıhan’ı türlü oyunlarla kandırarak öper.

Yar Hisar tekfurunun kızı Lotus, “Gelsin beni kaçırsın seviyorsa…” diye haber gönderir. Orhan Bey gitmek için izin ister, ancak babası izin vermez. Aslıhan, Balabancık ile sohbet eder. Balabancık, Keşiş Benito’nun rezil bir şekilde yanağını sıktığını, öptüğünü söyler. Onları Daskalos Derviş’e anlattığını, onun da “Allah adamıdır Benito… gönlünü etmek günah değildir, sevaptır.” diyerek güldüğünü söyler. Aslıhan bu duruma hem üzülür hem de çok kızar. Duyduklarını babası Kaplan Çavuş’a anlatır.

Orhan Bey, Pir Elvan, Kamagan Derviş, Mavro ve Kerimcan, Keşiş Benito’nun mağarasına girerler. Keşiş Benito ile Daskalos Derviş’in konuşmalarını gizlice dinlerler. Bu konuşmalardan Keşiş Benito’nun oğlan düşkünü olduğunu, Derviş Bey’in olup biten her şeyi vakit geçirmeden bu soysuzlara yetiştirdiğini, casusluk yaptığını, Notus Gladyus’ün Demircan’ı nasıl arkadan vurduğunu, Liya’ya tecavüz ettiğini, onu boğarak öldürdüğünü, yarın da Balkız’ı Osman Bey’in gözü önünde ona sahip olduktan sonra boğarak öldüreceğini duyarlar. Orhan Bey ve arkadaşları ortaya çıkarlar, Keşiş Benito’yu kendi zehirli hançeriyle öldürürler, Daskalos Derviş’in de kafasını uçururlar.

Osman Bey geceleyin bir toplantı yapar. Toplantıya Dündar Bey’i de çağırtır. Mavro mağarada duyduklarını anlatır. Yaptığı hainliklerin, kötülüklerin bir bir ortaya çıkmasıyla Dündar Bey’in dünyası kararır. Hançerini çekerek Osman Bey’e saldırır. Tam bu sırada Pir Elvan, elindeki kısa kargıyı Dündar Bey’e saplar, onu öldürür. Bacıbey, savaşçı kadınlar ve kadın kılığına girmiş askerlerle Bilecik Hisarı’na girer. Sadece Şirin Kız’ın kaybıyla kale ele geçirilir. Şövalye Notus Gladyus, Uranha ve Pervane Subaşı giderken Mavro, Şövalye Notus Gladyus’ün omzuna bir ok saplar. Bataklığa doğru var güçleriyle kaçmaya başlarlar. Kerimcan ve Mavro onları takip ederler, sabaha karşı Issızhan’a gelirler. Mavro, Uranha ile kılıç tutuşur, Kerimcan da Şövalye Notus Gladyus’e saldırır. Şövalye Notus Gladyus’ün ayağı boğşluğa gelir ve düşer. Mavro da bir kılıç darbesiyle Uranha’yı yere serer. Pervane Subaşı da bataklıktan çıktığı sırada Kaplan Çavuş tarafından yakalanır, Karacahisar zindanına atılır.

Kerimcan odasına girer, kılıcını çıkarır, saygıyla öptükten sonra duvara asar. Keşiş Benito’nun mağarasından aldığı kitapları okşar gibi karıştırmaya, rastgele okumaya başlar. Aslıhan da gizlice Kerim’i gözetlemektedir. Kerim, Aslıhan’a savaşçılığı gözü kesmediğini, kitapları seçtiğini, Şeyh Edebali’nin medresesine molla olarak gireceğini söyler. Aslıhan bir an, Kerim ile Mavro’nun bataklıkta öldüğü haberini duyduğunda ne kadar üzüldüğünü, acı çektiğini hatırlar. Kerim’i çok sevmektedir. Onu molla haliyle kabul eder, “Karı kısmı, er işine karışabilmez Türkmen töresince.” der. Kerimcan’ın tekrar molla olacağını duyan Bacıbey, çok sinirlenir, kırbacı eline alır. Kerimcan, kızgın bir şekilde üzerine gelen anasını, babası Rüstem Pehlivan’ın kükreyişiyle durdurur, kırbacı elinden alır. Aslıhan, kaynanasını dışarı çıkarır. Kadınlar çıkınca Kerim Çelebi, kamçıyı atıp sedire oturur, Siyasetname’yi okumaya başlar.

23 Ağustos 2019 Cuma

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Pembe İncili Kaftan


Hikayenin Adı : Pembe İncili Kaftan

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Büyük kubbeli serin divan, bugün daha sakin, daha gölgeliydi. Pencerelerinden süzülen mavi, mor, sincap rengi bahar aydınlığı, çinilerinin yeşil derinliklerinde birikiyor, koyulaşıyordu. Yüksek ipek şiltelere diz çökmüş yorgun vezirler, önlerindeki halının renkli nakışlarına bakıyorlar, uzun beyaz sakalını zayıf eliyle tutan yaşlı sadrazamın sönük gözleri, çok uzak, çok karanlık şeyler düşünüyor gibi, var olmayan noktalara dalıyordu.
- Yürekli bir adam gerekli, paşalar... dedi. Biz onun sırmalara, altınlara, elmaslara boğarak gönderdiği elçisine padişahımızın elini öptürmedik, ancak dizini öpmesine izin verdik. Kuşkusuz o da karşılıkta bulunmaya kalkacak.
- Kuşkusuz.
- Hiç kuşkusuz.
- Mutlaka.

Kubbealtı vezirlerinin tamamıyla kendi görüşünü paylaştıklarını anlayan sadrazam düşündüğünü daha açık söyledi:
- O halde bizden elçi gidecek adamın çok yürekli olması gerek! Öyle bir a
dam ki, ölümden korkmasın. Devletinin şanına dokunacak hareketlere karşı koysun. Ölüm korkusuyla, uğrayacağı hakaretlere boyun eğmesin...
- Evet!
- Hay hay.
- Çok doğru... Sadrazam sakalından çektiği elini dizine dayadı. Doğruldu. Başını kaldırdı. Parlak tuğları ürperen vezirlere ayrı ayrı baktı:
- Haydi öyleyse... Yürekli bir adam bulun!.. dedi... Hoca takımından, Enderundan, divandan benim aklıma böyle gözüpek bir adam gelmiyor. Siz düşünün bakalım...
- ...
- ...
- ...

Sofu, barışsever, sessiz padişahın koca devletine, sessiz küçük bir beyin olan divan düşünmeye başladı.

Bu elçi, yedi yıl sonra takdirin "Yavuz!" namındaki yaman sillesiyle her gururunun, her cinayetinin cezasını bir anda gören İsmail Safavi'ye gönderilecekti. Şehzadeliğini ata binmekten, cirit oynamaktan, silah kullanmaktan çok, kitapla geçiren bilge Bayezid'in yaradılışı son derece uysaldı. Yalnız şiiri, bilgeliği, tasavvufu sever; savaştan, mücadeleden nefret ederdi. Vezirler, sevgili padişahlarının rahatını bozmamayı en büyük görevleri sanırlardı... Bununla birlikte sınırlarda yine kavganın önü alınamıyordu. Bosna, Eflak, Karaman, Belgrat, Transilvanya, Hırvatistan, Venedik seferleri birbirini izliyor; Modon, Koron, Zonkiyo, Santamavro ele geçiriliyordu. Sanki İstanbul fatihinin kararlılığıyla dehası - tahta geçer geçmez, babasının heykelini, "Gölgesi yere düşüyor" diye kırdırıp savaşa girmeye kalkan - halefinin zamanında da sönmüyor; sönmez bir alev, bir ruh gibi yaşıyordu. Rahat istendikçe dert çıkıyordu. Hele Doğu... Kan içinde, ateş, kıyım içinde kıvranıyordu. Yıkılan, sönen Akkoyunlu hanedanının yıkıntıları üstünde Şah İsmail serserisi saltanat kurmuştu. Geçtiği yerlerde dikili ağaç bırakmayan, babasıyla büyükbabası Cüneyd'in öcünü aldığı için delice bir gurura kapılan bu kudurmuş şah, akla gelmedik canavarlıklarla sağına soluna saldırıyordu. Kendine sığınanları bile, çağırdığı şölende, yemekmiş gibi kaynattırdığı büyük kazanlara atıp söğüş yapan, yendiği Özbek padişahının kafatasıyla şarap içen bir acımasız şah, dünyada gerçekten eşi görülmemiş bir kıyıcıydı. Bayezit divanının çelebi, sessiz, temiz huylu, dinine bağlı vezirleri onun işkencelerini hatırlamaya dayanamazlardı. Bu kıyıcı, bir gün mutlaka bizim sınırımıza da saldıracak, Doğu illerini ele geçirmeye kalkacaktı. Bunu herkes biliyordu. Geçen yıl Zülkadriye egemeni Alaüddevle'den nikahla kızını istemişti. Alaüddevle kızını vermedi, İsmail uğradığı bu aşağılamaya öfkelendi; öç için padişahın toprağından geçti. Savunmasız Zülkadriye topraklarına girdi. Diyarbekir, Harput kalelerini aldı. Sarp bir dağa kaçan Alaüddevle'nin oğlu ile iki torunu eline tutsak düştü. Şah İsmail, bu zavallıları ateşte kızartıp kebap ettirdi. Etlerini kuzu gibi yedi. Böyle korkunç bir şey Doğu'da yeni duyuluyordu. Savaş istemeyen padişah, Ankara'ya, Yahya Paşa kumandasında bir ordu göndermekten başka bir şey yapmadı. Bu şah, kıyıcı olduğu kadar da kurnazdı... Osmanlı toprağına geçtiği için özür diliyor, birbiri arkasına elçiler gönderiyordu. O zamanlar Trabzon Valisi olan Şehzade Yavuz, babası gibi dayanamamış, Tebriz sınırını geçmiş, Bayburt'a, Erzincan'a kadar her yeri yağmalamış, hatta şahın kardeşi İbrahim'i tutsak etmişti. İsmail'in elçisi şimdi bu saldırıdan da yakınıyor, Osmanlı toprağına son akınlarının padişahın devletine karşı değil, sırf Alaüddevle'ye karşı olduğunu tekrarlıyordu. İşte divanda bu kurnaz, bu kıyıcı, acımasız türediye gönderilecek uygun bir elçi bulunamıyordu; çünkü kendini Osmanlı Hakanı'yla bir tutan, hatta bütün Doğu'da egemenlik kuran bu serseri, karşısında devleti temsil edecek adama kuşkusuz birçok densizlik yapacak; densizliklerine karşılıkta bulunanı ola ki kazığa vuracak, derisini yüzecek, akla gelmedik korkunç bir işkenceyle öldürecekti. Sadrazamın sağındaki, deminden beri bir mezar taşı gibi kımıltısız duran kırmızı tuğlu kavuk, yerinden oynadı. Yavaş yavaş sola döndü:

- Ben, tam bu elçiliğe uygun bir adam biliyorum, dedi, babası benim yoldaşımdı. Ama devlet memurluğunu kabul etmez.
- Kim?
- Muhsin Çelebi.
Sadrazam bu adamı tanımıyordu. Sordu:
- Burada mı oturuyor?
- Evet.
- Ne iş yapıyor?
- Biraz zengindir. Vaktini okumakla geçirir. Tanımazsınız efendim. Hiç büyüklerle ahbaplık etmez. Büyük mevkiler istemez.
- Niye?
- Bilmem ama, belki "düşüşü var" diye.
- Tuhaf...
- Ama çok yüreklidir. Doğrudan ayrılmaz. Ölümden çekinmez. Birçok kez savaşmıştır. Yüzünde kılıç yaraları vardır.
- Bize elçi olmaz mı?
- Bilmem.
- Bir kere kendisini görsek...
- Bilmem, çağırınca ayağınıza gelir mi?
- Nasıl gelmez?
- Gelmez işte... Dünyaya minneti yoktur. Şahla dilenci, gözünde birdir.
- Devletini sevmez mi?
- Sever sanırım.
- O halde biz de kendimiz için değil, devletine hizmet için çağırırız.
- Deneyiniz efendim....

Sadrazam, o akşam kahyasını Muhsin Çelebinin Üsküdar'daki evine gönderdi. Devlet, ulus hakkında bir iş için kendisiyle konuşacağını, yarın mutlaka gelmesi gerektiğini yazmıştı.

Sabah namazından sonra sarayının selamlığında, Hint kumaşından ağır perdeli küçük loş bir odada kâtibinin bıraktığı kâğıtları okurken, sadrazama, Muhsin Çelebinin geldiğini bildirdiler.
- Getirin buraya.... dedi.
İki dakika geçmeden odanın sedef kakmalı, ceviz kapısından palabıyıklı, iri, levent, şen bir adam girdi. İnce siyah kaşlarının altında iri gözleri parlıyordu. Belindeki silahlık boştu. Bütün kullarının etek öpmesine, secdesine alışan sadrazam, biran eteğine kapanılmasını bekledi. Oturduğu mor çuha kaplı sedirin hep öpülen ağır sırma saçağındaki yumağı, altından, içi boş küçük bir kafa gibi şaşkın duruyordu. Sadrazam söyleyecek bir şey bulamadı. Böyle göğsü ileride, kabarık, başı yukarı kalkık bir adamı ömründe ilk defa görüyordu. Kubbe vezirleri bile huzurunda iki büklüm dururlardı. Muhsin Çelebi çok doğal bir sesle sordu:
- Beni istemişsiniz, ne söyleyeceksiniz efendim?
- Şey...
- Buyurunuz efendim.
- Buyur oğlum, şöyle otur da...
Muhsin çelebi, çekinmeden, sıkılmadan, ezilip büzülmeden çok rahat bir hareketle kendine gösterilen şilteye oturdu. Sadrazam hâlâ ellerinde tuttuğu kıvrık kağıtlara bakarak içinden, "Ne biçim adam? Acaba deli mi?" diyordu. Ama hayır... Bu çelebi, çok akıllı bir insandı! Yiğide, alçağa gerek duymayacak kadar bir serveti vardı. Çamlıca ormanının arkasındaki büyük mandırayla büyük çiftliğini işletir, namusuyla yaşar, kimseye eyvallah demezdi. Yoksula, zayıflara, gariplere bakar, sofrasından konuk eksik olmazdı. Dinine bağlıydı. Ama tutucu değildi. Din, ulus, padişah aşkını ta yüreğinde duyanlardandı. Devletin büyüklüğünü, kutsallığını anlardı. Tek ülküsü, "Tanrı'dan başka kimseye secde etmemek, kula kul olmamak"tı... Bilgisi, olgunluğu, herkesçe biliniyordu. İbni Kemal ondan söz ederken, "Beni okutur!" derdi. Şairdi. Ama ömründe daha bir tek kaside yazmamıştı. Hatta böyle övgüleri okumazdı bile... Yaşı kırkı geçiyordu. Önünde açılan yükselme yollarından daha hiçbirine sapmamıştı. Bu altın kaldırımlı, mine çiçekli, cenneti andıran nurlu yolların sonunda, hep "kirli bir etek mihrabı" bulunduğunu bilirdi. İnsanlık onun gözünde çok yüksek, çok büyüktü. İnsan yeryüzünün üzerinde, Tanrı'nın bir çeşit temsilcisiydi. Tanrı insana kendi ahlakını vermek istemişti. İnsan, her varlığın üstündeydi. Kuyruğunu sallaya sallaya efendisinin pabuçlarını yalayan köpeğe yaltaklanma pek yakışırdı ama, insan... Muhsin Çelebi her türlü aşağılanmayı sindirerek yüksek mevki tepelerine iki büklüm tırmanan maskara, tutkulu insanlardan, kendine saygı duymayan kölelerden, güçsüzler gibi yerlerde sürünen pis kölelerden tiksinirdi. Hatta bunları görmemek için insanlardan kaçar olmuştu. Yalnız savaş zamanları Guraba Bölüklerine kumandanlık için ortaya çıkardı. Huzurda serbest, içinden geldiği gibi oturuşu sadrazamı çok şaşırttı. Ama kızdırmadı:
- Tebriz'e bir elçi göndermek istiyoruz. Tarafımızdan sen gider misin oğlum?
- Ben mi?
- Evet
- Ne ilgisi var?
- Aradığımız gibi bir adam bulamıyoruz da...
- Ben şimdiye kadar devlet memurluğuna girmedim.
- Niçin girmedin?
Muhsin Çelebi biraz durdu. Yutkundu, Gülümsedi.
- Çünkü ben boyun eğmem, el etek öpmem, dedi. Oysa zamanın devletlileri mevkilerine hep boyun eğip, el etek, hatta ayak öpüp, bin türlü yaltaklanmayla, ikiyüzlülükle, dalkavuklukla çıktıklarından, çevrelerine hep bu aşağılayıcı geçmişlerin çirkin hareketlerini tekrarlayanları toplarlar. Gözdeleri, nedimeleri, Korudukları, hep alçak ikiyüzlüler, ahlaksız dalkavuklar, namussuz maskaralardır. Yiğit, doğru, kendisine saygılı, özgür vicdanının sesine kulak veren bir adam gördüler mi, hemen kin bağlarlar, yıkmaya çalışırlar. Gedik Ahmet Paşa niçin hançerlendi, Paşam?

Sadrazam yavaşça dişlerini sıktı. Gözlerini süzdü. Tuttuğu kâğıdı buruşturdu. Öfkelenmiyordu. Ama öfkelendiği zamanlarda olduğu gibi, yanaklarına bir titreme geldi. Vezirken değil, hatta daha beylerbeyiyken bile karşısında akranlarından kimse ona böyle açıkça söz söyleyememişti. Yine "Acaba deli mi?" diye düşündü. Deli değilse... bu ne küstahlıktı? Bu derece küstahlık, dünya düzenine karşı çıkmak değil miydi? Gözlerini daha beter süzdü. İçinden: "Şunun başını vurdursam..." dedi.

Kapıcılara bağırmak için ağzını açacaktı. Ansızın vicdanının - neresi olduğu bilinmeyen bir yerinden gelen - derin sesini işitti: "İşte sen de yaltaklanma, ikiyüzlülük, dalkavukluk yollarından yükselenler gibi, dürüstçe bir sözü çekemiyorsun! Sen de karşında yiğit bir insan değil, ayaklarını yalayan bir köpek, hor görülmenin altında iki kat olmuş bir maskara, bir rezil istiyorsun!" Süzük gözlerini açtı. Avucunda sıktığı kâğıdı yanına koydu. Yine Muhsin Çelebi'ye baktı. Ortasında geniş bir kılıç yarasının izi parlayan yüksek alnı... al yanakları... yeni tıraşlı beyaz, kalın boynu... biraz büyücek, eğri burnu... ince sarığı... tıpkı Şehname sayfalarında görülen eski kahramanların resimlerine benziyordu. Evet, bu alnında yarası görülen kılıcın yere düşüremediği canlı bir kahramandı. İnsaflı sadrazam, vicdanının ruhunda yankılanan sesini, gururunun karanlığıyla boğmadı. "Tam bizim aradığımız adam işte..." dedi. Bu kadar korkusuz bir adam, devletine, ulusuna yapılacak hakareti de çekemez, ölümden korkarak, göreceği hakaretlere eyvallah diyemezdi. Kavuğu hafifçe salladı:
- Seni Tebriz'e elçi göndereceğiz. Muhsin Çelebi sordu:
- Katınızda bu kadar nişancılar, kâtipler, hocalar var. Niçin onlardan birini seçmiyorsunuz?
- Sen Şah İsmail denen kötü ruhlu adamın kim olduğunu biliyor musun?
- Biliyorum.
- Devletini seviyor musun?
- Seviyorum.

Yüce sadrazam doğruldu. Arkasına dayandı:
- Pekala öyleyse... dedi, bu kötü ruhlu adam "elçiye zeval yok" kuralını kabul etmez. Bizimle boy ölçüşme davasındadır. Er meydanında bize yapamadıklarını, bizim göndereceğimiz elçiye yapmak ister. Ola ki işkenceyle idam eder. Çünkü Tanrı'dan korkusu yoktur. Oysa elçimize yapılacak hakaret devletimize demektir. Bize öyle bir adam gerekli ki, hakaret görünce başından korkmasın... Bu hakareti aynen o kötü ruhlu adama iade etsin... Devletini seversen, sen bu fedakârlığı kabul edeceksin!

Muhsin Çelebi hiç düşünmedi:
- Ettim efendim, ama bir koşulum var... dedi.
- Ne gibi.
- Madem ki bu bir fedakârlıktır, ücretle olmaz. Karşılıksız olur. Devlete karşı ücrette yapılacak bir fedakârlık, ne olursa olsun, gerçekte kişisel bir kazançtan başka bir şey değildir. Ben maaş, makam, ücret filan istemem... Karşılık beklemeden bu hizmeti görürüm. Koşulum budur!
- Ama oğlum, bu nasıl olur? Onun elçisi çok ağır giyinmişti. Atları, hizmetkârları kusursuzdu. Bizim elçimizin atları, hizmetkârları, giysileri daha gösterişli, daha ağır olmalı... Bunlar için mutlaka hazineden sana birkaç bin altın vereceğiz.
Muhsin Çelebi döndü. Önüne baktı. Sonra başını kaldırdı:
- Hayır, dedi, hazineden bir pul almam. Gerekli göz alıcı muhteşem takımlı atları, süslü hizmetkârları ben kendi paramla düzeceğim. Hatta...

Sadrazam gözlerini açtı.
- ... Hatta sırtım a Şah İsmail'in ömründe görmediği ağır bir şey giyeceğim.
- Ne giyeceksin?
- Sırmakeş Toroğlu'ndaki, kumaşı Hint'ten, harcı Venedik'ten gelme, Pembe İncili Kaftan'ı alacağım.
- Ne... O kadar parayı nereden bulacaksın, oğlum? Sadrazamın şaşmaya hakkı vardı. Bir ay önce tamamlanan, üzeri ender bulunur pembe incelerle işlemeli bu kaftanın ününü İstanbul'da duymayan yoktu. Vezirler, elçiler, padişaha armağan etmek için Toroğlu'na başvurdukça, o fiyatını artırıyordu. Muhsin Çelebi bu ünlü kaftanı nasıl alacağını anlattı:
- Çiftliğimle mandıramı ve evimi rehine vereceğim: Tüccarlardan on bin altın borç toplayacağım, iki bin altını atlarla hizmetkârlara harcayacağım. Geriye kalan sekiz bin altınla da bu kaftanı alacağım.

Sadrazam bu davranışı uygun bulmadı:
- Geldikten sonra bu kaftan senin işine yaramaz. Yalnız bir gösteriş aracıdır. Mallarını elinden çıkaracaksın. Yoksul düşeceksin.
- Hayır, sekiz bin altına alacağım kaftanı altı ay sonra Toroğlu benden yedi bin altına geri alır. Yedi bin altınla ben çiftliğimi rehinden kurtarırım. Geri kalan borçlarımı ödeyemezsem, varsın babamın yadigâr bıraktığı mandıram devlete feda olsun... Devletten hep alınmaz ya... Biraz da verilir!

Muhsin Çelebi'yle konuştukça sadrazamın şaşkınlığı artıyordu. Yüreği rahatladı. Îşte küstah, türedi bir hükümdara haddini bildirmek için gönderilecek uygun bir adam bulunmuştu. Gülüyor, ağır ağır kavuğunu sallıyordu. Divanın nazik, korkak, hesapçı çelebileri canlarıyla mallarını çok severlerdi. Bunlardan biri elçi gönderilse, devletinin onurundan çok alacağı bağışı düşünerek, kendisine yapılan her hakareti kabul edecekti. Sadrazam, Muhsin Çelebi'yi yemeğe alıkoymak istedi. Başaramadı, giderek onu ta sofaya kadar uğurladı.

... Altı ay içinde Muhsin Çelebi büyük çiftliğini, mandırasını, evini, dükkânlarını, bahçesini, bostanını rehine koydu. Tüccarlardan para topladı. Atlarını düzdü. Bunların hepsi gerçekten eşi görülmedik derecede göz alıcıydı. Dönüşte yedi bin altına iade etmek koşuluyla Toroğlu'ndan ünlü Pembe İncili Kaftanı da aldı. Genç karısıyla iki küçük çocuğunu akrabasından birinin evine bıraktı. Altı aylık nafakalarını ellerine verdi. Sonra padişahın mektubunu koynuna koyarak yola düzüldü. Konak konak ilerledikçe bu yeni elçinin gösterişi, zenginliği, hele incili kaftanının ünü bütün Anadolu'dan geçerek Şah İsmail'in ülkesine ulaşıyordu. Muhsin Çelebi bir gün Tebriz Kalesi'ne büyük bir gösterişle girdi. Bu küçük başkentin, süse, zenginliğe, renge, süs eşyasına tutkun halkı, İstanbul elçisinin kaftanını görünce şaşırdı. Kent, saray, bütün encümenler kaftanın hikâyesiyle doldu. Şah İsmail, "Pembe İnci"yi yalnız masallarda işitmiş, daha nasıl şey olduğunu görmemişti. Kendisinin daha görmediği şeye sahip olan bu zengin elçiye karşı içinden derin bir kin duydu. Onu hakareti altında ezmeye kararverdi. Huzuruna kabul etmezden önce tahtının arkasına cellatları hazırlattı. Tahtının önündeki ipekli kumaştan şilteleri, ipek seccadeleri kaldırttı. Sağında vezirleri, solunda savaşçıları duruyorlardı. Muhsin Çelebi, geniş somaki kemerli açık kapıdan rahat adımlarla girdi. Yürüdü. Başı her zamanki gibi yukarda, göğsü her zamanki gibi ilerideydi. Koynundan çıkardığı padişah mektubunu öptü. Başına koydu. Sonra altın tahtın üstüne - allı, yeşilli, mavili, morlu ipek yığınlarına sarılmış, sarmalarla, tuğlarla, sancaklarla çevrelenmiş - garip bir yırtıcı kuş sessizliğiyle tünemiş şaha uzattı. Ayağı öpülmeyen şah kızgınlığından sapsarı kesildi. Gözlerinin beyazları kayboldu. Mektubu aldı.

Muhsin Çelebi, tahtın önünden çekilince şöyle bir çevresine baktı. Oturacak
bir şey yoktu. Gülümsedi. İçinden, "Beni zorla ayakta, saygı duruşunda tutmak istiyorlar galiba..." dedi. Bir an düşündü. Bu harekete nasıl karşılık vermeliydi? Hemen sırtından Pembe İncili kaftanını çıkardı. Tahtın önüne yere serdi. Şah İsmail, vezirleri kumandanları aptallaşmışlar, şaşkınlık içinde bakıyorlardı. Sonra bu değerli kaftanın üzerine bağdaş kurdu. Dev, ejderha resimleri işlenmiş sivri kubbeyi, yaldızlı kemerleri çınlatan gür sesiyle:
- Mektubunu verdiğim büyük padişahım. Oğuz Kara Han soyundandır! diye haykırdı. Dünya yaratıldığından beri onun atalarından kimse kul olmamıştır. Hepsi padişah, hepsi hakandır. Ataları doğuştan beri hükümdar olan bir padişahın elçisi, hiçbir yabancı padişah karşısında divan durmaz. Çünkü dünyada kendi padişahı kadar soylu bir padişah yoktur... Çünkü...

Muhsin Çelebi Türkçe olarak bağırdıkça; Türkçe bilmeyen şah kızıyor, sararıyor, morarıyor, elinde heyecandan açamadığı mektup tir tir titriyordu... Tahtının arkasındaki cellatlar kılıçlarını çekmişlerdi. Muhsin Çelebi bağırdı, çağırdı. Danışmanlar, vezirler, cellatlar, savaşçılar hükümdarlarının sabrına, buna dayanmasına şaşıyorlardı. Hatta içlerinden birkaçı mırıldanmaya başladı. Muhsin Çelebi sözünü bitirince izin filan istemedi, kalktı. Kapıya doğru yürüdü. Şah İsmail taş kesilmişti. Çaldıran'da kırılacak olan gururu, bugün bu tek Türk'ün ateş bakışları altında erimişti. Muhsin Çelebi dışarı çıkarken, kendi gibi şaşkınlıktan donan nedimelerine:
- Şunun kaftanını veriniz! dedi.

Savaşçılardan biri koştu. Tahtın önünde serili kaftanı topladı. Türk elçisine yetişti:
- Buyurun, kaftanınızı unuttunuz.
Muhsin Çelebi durdu. Güldü. Çıktığı kapıya doğru dönerek şahın işiteceği yüksek bir sesle:
- Hayır, unutmuyorum. Onu size bırakıyorum. Sarayınızda büyük bir padişah elçisini oturtacak seccadeniz, şilteniz yok... Hem bir Türk, yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz... Bunu bilmiyor musunuz? dedi.

Geçtiği yollardan gece gündüz dört nala döndü. Üsküdar'a girdiği zaman, Muhsin Çelebi'nin cebinde tek bir akçe kalmamıştı. Süslü hizmetkârlarına dedi ki:
- Evlatlarım! Bindiğiniz atları, haşaları, takımları, üstünüzdeki giysileri, belinizdeki değerli taşlarla süslü hançerlerinizi size bağışlıyorum. Bana hakkınızı helal ediyor musunuz?
- Ediyoruz... Ediyoruz...
- Anamızın ak sütü gibi.

Karşılığını alınca onları başından savdı. Derin bir soluk aldı. Evine uğramadan, deniz kıyısına koştu. Bir kayığa atladı. Sadrazamın konağına gitti. Mektubu şaha verdiğini, hiçbir hakarete uğramadığını, şahın iznini bile almaksızın habersizce kalkıp İstanbul'a döndüğünü söyledi. Zaten sadrazam, onun görevini hakkıyla yerine getireceğine son derece güveniyordu. Yollar, derebeyleri; aşiretlerle ilgili bazı şeyler sordu. Çelebi kalkıp çekileceği zaman:
- Ben satın almak istiyorum oğlum, kaftanın burada mı? dedi.
- Hayır, getirmedim.
- Acemistan'da mı sattın?
- Hayır, satmadım.
- Çaldırdın mı?
- Hayır.
- Ya ne yaptın?

Sadrazam üsteledi, tekrar tekrar sordu. Kaftanın ne olduğunu bir türlü anlayamadı. Muhsin Çelebi yaptığıyla övünecek kadar küçük ruhlu değildi. O akşam Üsküdar'a döndü. Ertesi gün yedi bin altını geri almak için kendisini bulan sırmakeş Toroğlu'na da, kaftanı ne yaptığını söylemedi. Meraklı İstanbul'da hiç kimse, ünlü "Pembe İncili Kaftan"ın "Nasıl, nerede, niçin" bırakıldığını öğrenemedi. Tebriz Sarayı'ndaki serüven, tarihin karanlığına karıştı, sır oldu. Ama eski zengin Muhsin Çelebi; bu kaftan için girdiği borçları verip, çiftliğini, mandırasını, iratlarını rehinden kurtaramadı. Elçilikten yadigâr kalan atıyla değerli taşlarla süslü takımını satıp, Kuzguncuk'ta minimini bir bahçe aldı. Onu ekip biçti. Çoluğunun çocuğunun ekmeğini çıkardı. Ölünceye kadar Üsküdar Pazarı'nda sebze sattı. Pek yoksul, pek acı, pek yoksun bir hayat geçirdi. Ama yine de ne kimseye boyun eğdi, ne de bütün servetini bir anda yere atmakla gösterdiği fedakârlık üzerine gevezelikler yaparak, boşu boşuna övündü.

İyi Geceler Bay Tom (Michelle Magorian) Kitap Sınavı Yazılı Soruları ve Cevap Anahtarı

Kitabın Adı: İyi Geceler Bay Tom Kitabın Yazarı: Michelle Magorian Kitap Sınavı Soruları ve Cevap Anahtarı 1. Will'in kollarındaki morlu...