25 Ağustos 2019 Pazar

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Balkon


Hikayenin Adı : Balkon

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Muhsin Bey sofradan kalkınca, büyük ceviz büfeye dayanmış, kendilerini gülümseyerek dinleyen hizmetçiye:
— Eleni, nargilemi kameriyeye getir, kahveden evvel... Haydi çabuk, dedi.
Sonra sofradakilere döndü:
— Çocuklar! Siz de oraya gelin!

Hamdune Hanım; —narin, süzgün, yaşlı bir kadın— elmasını soyuyordu. Gözlerini kaldırmadan itiraz etti:
— Daha mehtaba bir saat var. Karanlıkta ne yapacağız?
— Burası cehennem be!
— Orası cennet mi?
— İsterseniz gelin. Ben burada yanamam.
— Uğurlar olsun.

Bu, şişman bir adamdı; ihtiyar bir şişman! Sallana sallana kapıdan çıktı. Tekâüt olduktan sonra doktorlara inat, oburluğa, nargileye bir nihayet vermemişti. Kır sakalının, daha dökülmemiş kır saçlarının altında kıpkırmızı, şiş yanakları onda yalancı bir sıhhatin daimi sevincini alevlendirirdi. Halbuki on senedir iyi olmaz bir kalp hastalığından mustaripti. Maddî ıstırabı, manevî neşesini bozmamıştı. Hamdune Hanım, kocasının aksi, çok küskün bir kadındı. Her an sebepsiz bir elem, bir sıkıntı içinde yaşardı. Meçhul bir matem sanki ruhunu ebediyyen karartmıştı. Daima sinirli, az güler, hep heyecan içinde... Köşkün kapısından kazara postacı geçse sapsarı kesilirdi. Gece gündüz bir felaket haberi bekler gibiydi. Sağındaki oğluna:

— Maşallah, hepimizden genç, dedi.
— Genç değil, içi ferah!
— Ya yemek yemesine ne dersin?
— Fena. Ama ne yapalım?.. "Allah sekizde verdiğini dokuzda almazmış!" Böyle rahat felsefeye dayandıktan sonra...

Delikanlının karşısında havlusunu katlayan genç kız:
— Aman, siz de hep beybabamla uğraşırsınız!

Dedi. Sofranın üzerindeki lambanın kırmızı abajurundan süzülen ziyâ içinde iri, mavi gözleriyle, kumral saçlarıyla harikûlâde güzel görünüyordu. İnce, keten bluzun altından, iri, gürbüz, muntazam bir vücudun, geniş bir göğsün şekli sanki taşıyordu. Bu, Hamdune Hanım'ın daha memede iken alıp kendine evlat ettiği bir kızdı. Tam on sekiz sene Muhsin Bey onu oğlu Suat'tan ayırdetmemiş, belki daha ziyâde sevmişti. Bu muhabbet karşılıklıydı. Aile içinde Muhsin Bey'in taraftarı, hatta fedakarı Resan'dı.

Hamdune Hanım:
— Sahi sıcak. Ben de burada duramayacağım! dedi.

Suat sordu:
— Nereye anne?
— Babanın yanına.. Siz de gelin!
— Geliriz.

O çıkınca, iki genç yalnız kaldılar.

Resan arkasına dayanmış, gözleri pencerenin dışarısındaki simsiyah bir duman gibi görünen geceye dalmıştı. Suat sandalyesinden doğruldu. Onun önüne geldi. Yemek masasına dayandı. Resan'ın gözleri hâlâ daldığı yerden kurtulamıyordu. Elini tuttu.

— Bu dalgınlık ne,Resan?
— Hiç.
— Söyle, söyle.

Genç kızın gözleri sanki yorulmuştu. Suat'ın ellerinden çektiği eliyle gözlerini oğuşturdu.

— Bu karanlıkları hiç sevmiyorum. Bana öyle geliyor ki, bütün felaketler hep bu yıldızsız, aysız gecelerin içinde saklı!
— Gayet şairâne, yani gayet yanlış bir fikir.
— Ne ise, ben burada oturacağım, istersen sen bahçeye çık.
— Ben de burada otururum, cicim.

Şık genç, demin annesinin kalktığı sandalyeyi Resan'ın yanına çekti. Beyaz fanile pantolonun üzerinde ince, lacivert bir ceket vardı. Cebinden narin bir tabaka çıkardı. İçinden bir sigara aldı, genç kıza verdi.

— İstemem, canım istemiyor...
— Al, al, karanlık düşmanı. İçmeye başlayınca ister!

Sigarayı kendi eliyle Resan'ın güzel dudaklarına dokundurdu. Bir kibrit çaktı. Evvela onunkini, sonra kendisininkini yaktı. Çıkan dumanlar içinden derin derin birbirlerine baktılar. Küçükten, pek küçükten beri sevişiyorlardı! Suat:
— Yalnız karanlık değil, dedi, sende başka bir şey var.
— Ne gibi?
— Halinde bir durgunluk.
— Hiçbir şey yok!
— Var, var, söyle.
— Ne olabilir?
— Bilir miyim?

Resan aralık kapıya baktı.
—Tabii, zaten sana söyleyecektim, dedi.

Suat duraksadı:
— Söyle Resan'cığım.

İçeri giren hizmetçi kız tabakları toplamaya başladı. Büfenin önüne istif etti. Örtüyü kaldırdı. Dışarı çıkınca, Suat tekrar:
— Ne söyleyeceksin bakalım?

Diye genç kıza şefkatle baktı. Resan öyle ince, yapmacıklı, aktris tavırlı, sahte bir kız değildi. Son derece hassas, doğru, samimi, serbestti. Ağır bir seda ile:
— Artık evlenmeliyiz. Suat... dedi.
— Elbet, Resan'cığım. Bu zaten bizim yegane emelimiz değil mi?
— Evet, fakat hemen evlenmeliyiz, hemen. Bu ay, hatta bu hafta içinde.
— İki üç aya kalmaz diplomamı alacağım. Daha mektepte iken evlenivermek bana biraz mahalle çocukluğu gibi geliyor.
— Mecburuz.
— Niçin?
— Çünkü...

Genç kız gözlerini önüne indirdi. Uzun, kumral kirpikleri gözlerini göstermiyordu.

— Çocuğumuz doğacak! dedi.
— Gebe misin, cicim?
— Evet.
— Pekala, öyle ise, hemen evlenelim. Sakın üzülme. Bu ay, bu hafta değil. Hemen yarın!
— Yarın mı?
— Yarın vallahi...

Birbirlerine sarıldılar. Suat dikkat etti. O daha ziyade güzelleşmiş, büyümüş, kadınlaşmış, bir harika olmuştu.

— Resan'cığım, sen biraz yukarı, yahut bahçeye çık, ben annemi çağırayım. Hemen meseleyi açayım.
— Fakat...
— Fakatı makatı yok. Biliyorsun, ben sabırsızım. Sabaha bir şeyi bırakamam.

Hakikaten Suat son derece aceleciydi. Aklına geleni yapar, anî, asabî hareketlerle herkesi şaşırtırdı. Erenköyü'nün en namdâr sporcusu sayılırdı. Cesurdu. Ufak bir şeyden heyecana gelir, ehemmiyetsiz bir laftan büyük bir kavga çıkarır, en tehlikeli tecrübelere gözünü kırpmadan atılırdı. Resan'ın kalkmasını beklemedi.

— Eleni!...

Diye seslendi. Hizmetçi kız gelince, "Git annemi çağır, hemen gelsin!" dedi. Resan'la tekrar kucaklaştılar.

Hamdune Hanım odaya girer girmez:
— Ne var Allah aşkına, Suat?

Diye sordu. Yüzü sapsarı kesilmişti. Meçhulden ürken bu kadın için "Çabuk, hemen, şimdi" gibi kelimelerin içinde mutlaka bir felaket gizliydi. Suat:
— Otur, anneciğim, sana sevinçli bir şey söyleyeceğim... dedi.
— Söyle bakayım...
— Ben Resan'ı alacağım.

Solgun kadının yüzü gülümsedi:
— Hayırdır inşallah, rüya mı gördün? Böyle birdenbire...
— Yok, hakikat. Hem de hemen yarın alacağım...
— Aman, Suat, deliliği bırak. Bu acele ne?
— Anneciğim, sen benim tabiatımı bilirsin. Aklıma bir şey koydum mu, hemen yapmalıyım.
— Resan'a bir şey söyledin mi?..
— O da beni seviyor!
— Pekala ama, hazırlıksız, nişansız, filan... Herkes bize deli diyecek...
— Ne derlerse desinler, herkes benim umurumda değil!
— Yok, yok, bu olamaz.
— Olacak anne!... Söyle, sen bu izdivaca razı değil misin?
— Tabii razıyım...
— O halde yarının, öbür günün ne ehemmiyeti var?
— Vâkıâ hiç...
— Öyle ise niçin beni kırıyorsun?

Hamdune Hanım oğluna gülümseyerek baktı. Bu şımarık çocuk onun gönlüne hâkimdi. Doğduğundan beri ne isterse yaptırırdı. Yavaş yavaş içinde bir sevinç duydu. Resan'ı da kendi kızıymış gibi severdi. Hakikaten bu, mesut bir izdivaç olacaktı. Yuvanın kuşları başka yerlere gitmeyecek, eski ahenk bozulmayacaktı, damat gibi gelin gibi yabancı ruhlar bu küçük ailenin harîmine girmeyecekti.

— Memnunsun ya, anneciğim?
— Çok.
— Şimdi Resan'ı da çağıralım.
— Çağır.

Suat, dışarı fırladı. Resan'ı aldı, getirdi. Ciddi kız, kıpkırmızıydı. Hamdune Hanım onlara birçok güzel sözler söyledi. Kendi hissiyatını anlattı. Artık sinirleri geçmişti. Gülüyordu. "İşte ben sizi bu akşamdan birbirinize veriyorum!" dedi ve Resan'la Suat'ın ellerini birleştirdi.

— Fakat bir halka olsun takamıyorsunuz. Suat bu senin deliliğin... diyordu.
— Güç olsun da, geç olmasın, anneciğim.
— Haydi deli!..

Konuşurlarken dışarıda, kameriyedeki Muhsin Bey'i unutmuşlardı.

Suat:
— Babam bu kararımızı duyarsa kimbilir ne kadar sevinecek! dedi.

Hamdune Hanım:
— Çıldıracak!

Diye güldü. O vakit Suat'a bir fikir geldi. Annesi ona bu kararı söyleyecekti. Sonra kendileri onun karşısına çıkıvereceklerdi. Muhsin Bey gayet şen, gayet neşeli, adeta çocuk gibi bir adamdı. Ailenin asıl reisi Hamdune Hanımdı. Hatta bu izdivaç için Muhsin Beyin reyine bile lüzum görmüyorlardı. Yalnız nasıl sevineceğini görmek için haber vereceklerdi.

— Anne dedi. Sen şimdi babamın nargilesini yukarıya göndertirsin. Biz de Resan'la beraber balkona çıkarız. Perdeleri indiririz. Sen işi açarsın. O çocukça sıçramaya, ellerini çırpmaya başladığı zaman biz arkasından çıkıveririz.

Resan bunu istemiyordu:
— Tiyatro oynar gibi. Ne olacak sanki bu!
— Hiç, Resan'cığım. Babam seni de, beni de kucaklayacak, öpecek, işte bu!

Hamdune Hanım:
— Babana birdenbire sevinçli bir haber vermek yasak olduğunu unutma! dedi.
— Yavaş yavaş açarsın.
— Peki... Bari siz önden çıkın. Ben de onu yukarıya alayım.
— Haydi anneciğim, benim cici anneciğim.

Suat kocaman bir bebek beceriksizliğiyle annesine sarıldı. Kırlaşmış saçlarından, soluk alnından öptü. Annesi dışarıya çıkınca aynı şefkatle Resan'ı kucakladı.

— Fakat, Suat, ben bu balkona saklanmayalım, diyorum.
— Niçin, cicim?
— İçim istemiyor. Daha mehtap çıkmadı, orada karanlıkta nasıl duracağız?
— Yapma Resan'cığım. Mesut mesut güleceğiz. Babamın sevincini seyredeceğiz. Sana artık nasıl sataşmayacak, neler söylemeyecek. "Gelin hanım, gelin hanım" diye.
— Suat balkona çıkmayalım.
— Yapma cicim.
— Çıkmayalım.
— Haydi, haydi. Babamdan evvel davranalım. Bizi görmesin.

Delikanlı, Resan'ı kollarından tuttu. Adeta onu zorla sürükledi. "Seni karanlığa alıştıracağım" diyordu. Yüksek bir merdivenden çıktılar, yüksek tavanlı bir salondan geçtiler. Suat ortadaki lambayı açtı. İki pencere arasındaki balkonun ağır perdelerini indirdi. Köşedeki bir koltuğu açık pencereye doğru çevirdi. Tam bu sırada Eleni de büyük beyin nargilesini getirmişti. Suat onu da yerine koydu.

— Haydi şimdi aktörleri bekleyelim, diye Resan'ı balkona çekti.

Hava son derece karanlıktı. Civar köşklerin aydınlıkları, can çekişen ateş böcekleri gibi hasta, donuk bir ziyâ ile parlıyordu. Suat yarınki karısını kucakladı. Genç kız gözlerini yummuştu. Açsa sanki yaşlar dökülecekti. O kadar mesuttu...

— Rutubet var.
— Siz zaten hep beni rahatsız etmeye çalışırsınız. Yemeğime karışırsınız. İçirtmezsiniz. Uyutmazsınız. Sanki dünyaya kazık kakacakmışım gibi!
— Burada otursak ne olur?

Muhsin Bey pencereye dönen koltuğa çöktü. Hamdune Hanım nargilenin marpucunu çözerek kocasına uzattı:
— Al memeni!
— Haydi bakalım, bunu da çok görün.

Konuşmaya başladılar. Hamdune Hanım, daima meyus yaşayan sinirli insanların neşeli zamanlarındaki heyecanlı tavirlarıyla yavaş yavaş işi açıyordu. Suat'ın büyüdüğünden bahsetti. Çabuk evlenirse çok iyi olacaktı. Fakat Resan'a hiç kıyamıyordu. Dışarı veremeyecekti. Muhsin Bey: "İç güvey alırız" dedi. Fakat Hamdune Hanım, Suat'a da kıyamıyordu. Muhsin Bey: "Gelini de yanımıza alırız" dedi.

Hamdune Hanım:
— Bu kadar uzun külfetlere ne lüzum var? diye güld., Ben bu meseleyi halletmenin kolayını buldum.
— Nasıl?
— Yanımıza ayrı bir iç güvey, ayrı gelin alacağımıza...
— Ey?
— Suat'a Resan'ı alıveririz, vesselam.

Muhsin Beyin marpucu elinden düştü. Ağır hareketlerle onu yerden alırken:
— Ne münasebetsiz şeyler düşünüyorsun, hanım! dedi.
— Neden münasebetsiz olsun?
— Münasebetsiz ya!

Balkondaki âşıklar da, tıpkı Hamdune Hanım gibi, bu beklenilmez tavırdan şaşırmışlardı. Muhsin Bey'in sevineceğini, ellerini birbirine çarparak çocuk gibi kalkıp hepsinin boynuna sarılacağını bekliyorlardı. Hamdune Hanım, konuştuklarını işiten balkondakileri çok üzmemek istedi:

— Sen uyuyorsun, Bey! dedi.
— Ne demek?
— Ben Suat'la Resan'ı birbirlerine verdim bile!

Muhsin Bey, bu sefer marpucu elinden attı. Doğruldu. Yüzü kıpkırmızı oldu.

— Bu izdivaç katiyyen olamaz! Hamdune Hanım yine sinirlendi:
— Oldu bile... dedi.
— Olamaz, diyorum.

İhtiyarın çehresi fena halde bozulmuştu. Balkondakilerin kalpleri çarpıyordu. Bu hiç beklemedikleri mümânet onları şaşırtmıştı. Resan hıçkırmaya başladı. Suat onu öpüyor: "Korkma, cicim. Ne ehemmiyeti var? Yarın seninle burayı terkeder, başka yere gideriz" diyordu. Hamdune Hanım da içeride kocasıyla münakaşayı azıttılar. Muhsin Bey bir türlü niçin bu izdivaca razı olmadığını söylemiyordu.

Karısı onu zorladıkça, yalnız: "Olamaz, olamaz, ben sağken buna imkan yoktur!" diye bağırıyordu. Hamdune Hanım, nihayet iki gencin birbirlerini sevdiklerini, izdivaç etmezlerse bedbaht olacaklarını söyledi:
— Sebepsiz bir mümâneatle iki genci meyus etmekte ne fayda?
— Sebep var, diyorum, ısrar etme!
— Söyle o sebebi!
— Söyletme, diyorum!
— Söyleyeceksin!

O vakit Muhsin Bey boğuk bir sesle karısına:
— Madem ki istiyorsun, söyleyeyim işte, dedi. Hani yirmi sene evvel, henüz seninle yeni karı koca iken ben İzmir'de malmüdürü tayin olunmuştum. Hatırlıyorsun ya?
— Hatırlıyorum.
— İstanbul'dan yalnız gittim, sen gelmedin.
— Evet.
— Sana her hafta mektup yazdım, çağırdım, yalvardım, yakardım, gelmedin.
— Gelemezdim. Annemi ölüm döşeğinde nasıl bırakırdım?
— İşte o bir sene içinde ben sana kızdığımdan İzmir'de başka bir kadınla evlenmiştim!
— !!!..
— Bu sırrı tam yirmi sene sakladım. Yine senin zorunla söylüyorum. Bu kadın doğururken öldü. Resan işte onun kızıdır. Suat'ın kardeşidir. Anladın mı?

Hamdune Hanım bembeyaz kesildi. Balkonda boğuk bir gürültü, acı bir feryat koptu. Karı koca, ikisi de yerlerinden sıçradılar. Perdeyi açtılar. Resan'la Suat birbirlerini parçalayacaklarmış gibi boğuşuyorlardı.

— Olmaz, dur!
— Bırak, beni bırak!

Resan, inanılmaz bir hamle ile sporcu genci balkonun eşiğine çarptı, sonra adeta beyaz bir alev gibi balkonun kenarından karanlığın içine fırladı. Bahçenin çakıllarına düşen bir vücudun derin, ağır sesini dehşetle duydular. Suat, daha doğrulmamıştı. Muhsin Bey ellerini boğazına götürdü. Birdenbire arkası üstü yuvarlandı. Hamdune Hanım, onu oturtmaya çalışırken gayr-i ihtiyari gözlerini balkona çevirdi. Oğlu, sevgili Suat'ı da korkunç karanlıkların içinde kaybolmuştu.

Biraz sonra... Siyah ağaçların arkasından doğan kan renginde bir ay, balkonun kenarında, kendini tutmak isteyenlerin arasında, saçları dağılmış, gözleri yerlerinden fırlamış, sarı, perişan bir hayalin aşağıya bakıp kahkahalar attığını gördü...

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Bahar ve Kelebekler


Hikayenin Adı : Bahar ve Kelebekler

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Küçük salonun fes renginde kalın ve ağır perdeli penceresinden dışarısı muhteşem, parlak bir suluboya levhası gibi görünüyordu. Saf mavi bir sema. Çiçekli ağaçlar... Cıvıldayan kuşlar... Uyur gibi sessiz duran deniz... Karşı sahilde mor, fark olunmaz sisler altındaki dağlar, korular, beyaz yalılar... Ve bütün bunların üzerinde bir esâtir(mitoloji) rüyasının havâi hakikati gibi uçan martı sürüleri! Pencerenin önündeki şişman koltuğa gayet zayıf, gayet sarı, gayet ihtiyar bir kadın oturmuştu. Bahar ve hayata dargınmış gibi arkasını dışarıya çevirmişti. Sönmüş gözleri köşelerdeki gölgelere karışıyordu. Karşısında, bir şezlonga uzanmış esmer, güzel bir kız, siyah maroken kaplı bir kitap okuyor; pencereden, çiçek, kır kokuları; deniz, dalga fısıltıları getiren tatlı bir nisan rüzgârı giriyordu. Bir saatten beri ikisi de susuyor, öyle duruyorlardı. Bu ihtiyar büyük nine tam doksan yedi yaşında idi. Köşelerin hafif karanlıklarından bazen uyanır gibi ayrılan gözlerini ara sıra, karşısında kitap okuyan genç kıza, bu torununun torununa atfediyordu... Birden, üç dişi kalan buruşuk ağzını açtı. Esnedi. Bir mumya uzvu kadar sararmış, katılaşmış elini başına götürdü. Kahve rengindeki yemenisinin altında daha beyaz görünen saçlarına dokundu. Bir an düşündü. Yine esnedi. Galiba uyanacaktı. Arkasındaki açık pencereden giren muharrik(kışkırtıcı) rüzgâr onu tehyic ediyor(heyecanlandırıyor), kuşların güneşli cıvıltıları, çiçek ve çimen kokuları hayalinde uzak, ezeli bir fecir, nihayetsiz, mülevven(renkli) bir sabah uyandırıyordu. Yavaş yavaş kamburunu arkasına dayadı. Ellerini dizlerine koydu, başını kaldırdı. Biraz doğruldu. Torununun torununa:
— Yavrum, niçin susuyorsun? dedi. Biraz konuşalım.

Genç, esmer kız, yeni neslin son Türk kadınlarının o asla tatmin edilemeyecek olan ebedi hicran elemiyle bulutlanan siyah gözlerini kitabından ayırmayarak:
— Okuyorum büyükanneciğim.

Dedi. Ancak on sekiz yaşında vardı. Şezlongtaki mühmel(pervasız) uzanışı ona müstesna bir letafet veriyor, ince jüponun altında bediî bir vuzuh ile irtisam eden kalçaları daha dolgun, daha geniş, dizleri daha narin, daha mütenasip, eteklerinin pembe ve beyaz gölgeleri içinde pek şuh, pek uyanık duran bacakları daha tombul, daha nefis, ayakları daha küçük görünüyordu. Tuttuğu siyah maroken cildin üzerinde beyaz bir tenevvürle(nurlanma) parlayan parlak, zarif ve ince elleri asi bir istical(acele) ile göğsünden fırlamak ister gibi kabaran memelerine dayanıyor, sanki onları zaptediyordu. Gür, siyah saçları mağmum(tasalı) ve hüzünlü çehresi etrafında mesut edici, düşündürücü bir zevk veriyor gibiydi. Büyük nine sordu:
— Okuduğun ne, kızım?
— Bir roman.
— Neden bahsediyor?
— Hiç.

Büyük nine tekrar daldı. Karşısındaki, senelerce evvel ihtiyarlayıp ölen torununun bu güzel, bu taze torununa bakıyordu. Bu vücut işte hayatın baharı idi. Arkasındaki, görmek istemediği şu pencerenin dışarısındaki gürültülü, kokulu bahara niçin bu kadar yabancı duruyordu. Kendisini tehyiç eden, mukavemet olunmaz bir gençlik arzusu veren, on yedi yaşında bir âşığın busesi kadar leziz ve muharrik olan bu nisan rüzgârı, niçin onun meçhul matemlerini örtmüyor, onun dudaklarında biraz tebessüm, gözlerinde biraz şule uyandırmıyordu. Tekrar sordu:
— Söyle yavrum. O roman ne diyor?

Genç kız büyük gözlerini kaldırdı. Kitabı dizlerine indirdi. Nazik bir şive ile:
— Büyükanneciğim, Fransızca bir roman işte...

Dedi. Lakin büyük nine merak ediyordu, mutlaka anlamak istiyordu:
— İsmi ne?
— Désenchanter (Fransız romancı Pierre Loti'nin eseri)...
— Ne demek?
— "Sevinçten ve saadetten mahrum kadınlar" demek.
— Onlar kimmiş?
— Biz... Türk kadınları...

Büyük nine düşündü. Sol eliyle siyah, parlak saçlarını düzelten torununun torununa şimdi pek elemli bakıyordu; bu kız tıpkı büyük matemler geçirmiş, felaketler görmüş bir zavallı gibiydi. Hiç gülmüyor, hep mahzun duruyordu. Ah, işte hep bu kitaplar onları zehirliyor, onları solduruyordu. Onları bahara, saadete yabancı bırakıyordu. Ansızın kalbinde bir acı duydu. Bu genç, bu güzel kıza acıyordu. Titreyen kadît (kuru) ellerini koltuğunun yanlarına dayadı. Hiddetlenmiş gibi biraz yükseldi:

— Sevinçten, saadetten mahrum kadınlar, Türk kadınları mı? dedi. Hayır hayır! Türk kadınları asla sevinçten, saadetten mahrum değildiler. Sevinçten ve saadetten mahrum olanlar sizsiniz. Şimdiki kadınlar... Siz bozuldunuz. Siz büyükannelerinize benzemediniz. Ah biz!... Gençken ne kadar mesuttuk. Bahar, şu arkamdaki bahar bizi sevinçten deli ederdi. Şimdi siz bunları görmüyorsunuz, siz bu zehirleyici kitaplar üzerine düşüyor, kararıyor, soluyor, soluyor, hırçın, berbat, tahammül olunmaz bir mahlûk oluyorsunuz.

Genç kız gülümsedi. Büyük ninesinin böyle hiddetli serzenişlerini her vakit dinler, bazen onunla münakaşa ederdi.

— Hiç siz okumaz mıydınız, büyük nineciğim? diye sordu.
— Okurduk. Kibar ve zengin efendiler kızlarına Farisî öğretir, Cami dersleri gösterirlerdi. "Tuhfe-i Vehbî" 'yi okuturlardı. Fuzûlî'nin, Bâkî'nin gazellerini ezberlerdik. Mesnevî'yi anlardık. Mükemmel seci'ler, kafiyeler yapar, kocalarımızla müşâare eder, hafızamıza, zekamıza, nüktelerimize onları hayran ederdik. O vakit bir kadın için en büyük medih(övgü): "Fâzıla(faziletli), edîbe, şaire, âkıle(akıllı)...." idi. Şimdi siz Frenk mürebbiyeler elinde büyüyor, kendi lisanınızın güzelliklerini tanımıyor, başka memleketlerin, başka şeylerini öğreniyorsunuz. Onlara benzemek istedikçe, kendi benliğinizden uzaklaşıyor, etrafınızdan nefret ediyor, hakikaten sevinçten ve saadetten mahrum kalıyorsunuz. Ah... At elinden o kitabı!

Esmer, güzel kız yine gülümsedi:
— Peki, büyük nineciğim, dedi, bu kitabı atayım. Okumayayım. Sonra bize müebbet ve yıkılmaz bir hapishane olan bu sıkıcı evin içinde, bu mevkufiyetin(tutukluluk) yalnızlığı içinde çıldırayım mı? Okuyor, eğleniyor, biraz teselli buluyorum.
— Hayır kızım, okuyor, fakat eğlenemiyorsun. Gözlerini görsen... Bir bulut, bir sis içinde gibi! Bütün bütün fenalaşıyorsun. Bu kitaplar hep zehir, hep keder...
— Peki, söyleyiniz, okumayayım da ne yapayım?"

Büyük nine düşünmeye başladı; evet, ne yapsın? Şimdi hakikaten her taraf hapishaneye dönmüştü. Seksen sene evvelki hayatı birden hatırladı; o vakit erkeklerden ayrı bir kadınlar âlemi vardı ki, şimdi tamamıyla dağılmıştı. Bu âlem pek genişti. Binlerce kadın birbiriyle konuşur, görüşür, eğlenirlerdi. Kendilerine mahsus eğlenceleri, zevkleri vardı. Moda yoktu. Annelerinin esvaplarını kızlar giyer, büyük ninelerinin mücevherlerini torunlar takardı. Sırmalı çedik pabuçlar, kırmızı ferâceler... ah hele kırmızı ferâceler... Baharın yeşil çimenleri üzerinde, seyir yerlerinde kadınlar tıpkı bir gelincik çiçeği gibi parlarlardı. Hiç aralarında çirkin, yani zayıf, hastalıklı yoktu. Erkekler yalnız kadınlarını tanırlar, işlerinden sonra erkence evlerine gelirler. Zevcelerine doyulmaz aşk ve muhabbet sahneleri ibda ederlerdi(yoktan var etmek). Kıraathaneler, gazinolar, birahaneler, kulüpler, tiyatrolar, kafeşantanlar, bekarhaneler, bütün bu Türk erkeklerini eşlerinden ayıran, zavallı Türk kadınlarını tenha evlerde unutulmuş bir bekçi gibi bırakan felaket mahalleri yoktu. Kadınlar erkekleriyle üzülmeden yaşıyor, sonra o vakitki aşı boyalı büyük evlerin büyük sofalarında, havuzlu, kameriyeli bahçelerinde, bostanlarda, deniz kenarlarında, cesim(büyük), nadir yalılarda toplanıyor, eğleniyor, mesut oluyorlardı. Ne oyunlar, ne âdetler, ne zevkler vardı ki, bugün hepsi tamamıyla unutulmuştu.

Bugün Frenkçe okumak, mütemadiyen esvap değiştirmek, moda yapmak çılgınlıklarından, soğukluklarından, boş bir tekebbürden(büyüklenme), mânâsız ve münasebetsiz bir tefevvuk(üstünlük) iddiasından başka bir şey yoktu. Alafrangalık bir veba gibi içimize girmiş, yanaklarımızın allığını, dudaklarımızın tebessümünü silmiş, ferâcelerimizi parçalamış, pabuçlarımızı atmış, parmaklarımızı narin bir mercan gibi parlatarak güzelleştiren kınalarımızı bile ortadan kaldırmıştı. Eşyamızı, esvaplarımızı değiştirirken ruhlarımızı da değiştirmişti; her şey yalan, her şey sahte, her şey taklit oldu. Ananelerimiz öldü. Saadet uzak bir hayale, yetişilmez bir hulyaya inkilâp etti(dönüştü). Âdetlerimizle beraber sevinçlerimiz de söndü. Şimdi şaşkın ve mustarip bir nesil!... Her şeyden nefret eden, her şeyi fena gören, karanlık gören, berbat, hasta, tedavisi imkan haricinde bir nesil... Ah şimdiki mariz(hasta) ve müteverrim(veremli) muhit...

Büyük ninenin gözleri kapanıyordu. Seksen sene evvelki saadetlerin bugünkü ıstıraplarıyla seri ve ani mukayesesi, zihninde şedîd bir yorgunluk husûle getiriyor, onu hala yaşadığına müteessif ediyordu. Genç ve esmer kız yüz yaşına girmeye birkaç adımı kalmış olan bu annesinin annesinin annesinin annesine, bu mükerrer büyük ninesine dalgın dalgın bakarak onun zamanındaki kadınların saadetinin ne olabileceğini tahayyül ediyordu. Fakat bunu bulamıyordu:
— Sustunuz, büyük nineciğim... dedi.

İhtiyar kadın, buruşuk gözlerini açtı:
— Ah!... Eski günleri, eski saadetleri düşünüyorum.
— Eski zamanda, sizin zamanınızda bugünden fazla ne vardı, nineciğim?
— Çok... birçok şeyler...

Büyük nine tamamıyla doğruldu. Söyleyeceklerini zihninde toplar gibi bir an düşündü. Sonra yine başladı. Genç kız onun kırık dişli ağzının içindeki derin sivri karanlığa bakıyor, oradan çıkan kelimeleri sanki ziyade temaâşâ ediyordu (seyrediyordu).

— Evet yavrum, birçok şeyler vardı. Her şey bizim için zevk, eğlence idi. Her şey! Çocukluk, mektebe başlayış, ferâceye giriş, kocaya varış, doğuruş, hatta ihtiyarlayış bile... Bunların hep ayinleri vardı. Her kadının bu devirleri diğer birçok kadınlar için bir zevk, bir eğlence vesilesi olurdu. Bütün hayatımız eğlence içinde geçerdi. Bir hafta olmazdı ki bir mektebe başlama, bir sünnet, bir düğün, bir lohusa cemiyeti görmeyelim. Esvaplarımız, kınalarımız bile eğlenceye vesile olurdu. Mânilerimiz, şarkılarımız vardı. Toplanır, aramızda müşâere eder, kış geceleri dîvanlardan tefeül ederdik, mevsimler bile bir eğlence idi. Her mevsimin kendine mahsus âdeti, eğlencesi, ananesi vardı. Daha hiç açmamış, bir senelik gül ağaçlarının dibine akşamdan beyaz kavanozlar kor içine yüzüklerimizi, yüksüklerimizi atar, ertesi sabah güneş doğarken mani söyleyerek tekrar çıkarırdık. Birbirine benzemeyen bin mani bilen, bütün kış herkesin lafına, bir söylediğini bir daha tekrar etmeden binlerce kafiye bulan kadınlar vardı.

Büyük nine ateh getirmiş ihtiyarların yalnız çenelerine mahsus olan o yorulmaz faaliyetle devam ediyor, sözünü uzatıyordu. O esnada bir kuş kümesi pencerenin yakınındaki bir ağacın dallarına konmuştu. Şiddetle cıvıldaşıyorlar, keskin çığlıklarını ihtiyarın hafif ve titrek sedasına karıştırıyorlardı:

— Evet, yavrum biz sizin gibi: 'Ne yapalım?' diye düşünmezdik. Buna lüzum yoktu. Can sıkıntısının ne olduğunu bilmezdik. Hâsılı her şey gülmeye, eğlenmeye vesile idi. Mesela bahar... Ah, siz odalarda kapalı oturuyorsunuz. Bahar geldi mi, biz hepimiz bahçelere dökülürdük. Baharın kendine mahsus eğlenceleri, ananeleri vardı.
— Ne gibi büyük ninecigim?
— Ne gibi olacak, bahar da her mevsim gibi eğlence vesilesiydi. Biz bir senelik hayatımızı baharda tefeül eder, güler, eğlenir, oynardık. Ah bu tefeül... Pek şairane, pek latif, pek hassastı. Daima doğru çıkardı. Hepimiz îtikat ederdik.
— Nasıl?
— Bahar geldi, ağaçlar çiçek açmaya, yapraklar yeşillenmeye, çimenler baş göstermeye başladı mı, bizim gözlerimiz artık odalarda duramazdı. Bahçeye koşar, baharın ortasında gezinirdik. Ilk göreceğimiz kelebek bir senelik talihimizdi. Onu tecessüs eder, onu beklerdik. İlk kelebeğin beyaz, yahut pembe olması için mâniler söyler, dalların üzerine beyaz ve pembe kumaş parçaları atardık. Sarı veyahut siyah bir kelebek göreceğiz diye korkar, ne kadar heyecanlar geçirirdik.
— Niçin?
— Çünkü kelebeklerin birer mânâları vardı. Ah, siz bunları bilmez, bunlara îtikat etmezsiniz. Beyaz kelebek: Saadete, talihe... Pembe kelebek: Sıhhat ve afiyete... Sarı kelebek: Kedere, hastalığa... Siyah kelebek: Felakete, matem ve ölüme delalet ederdi. Beyaz kelebek görünce talihimizin o sene açık olduğuna, mesut olacağımıza kâil olurduk... Bahar çiçekleri altında beyaz kelebeğin şerefine semâîler okurduk...

Büyük nine devam ediyor, ilk defa küme halinde görülen kelebeklerin de umumî mânâlarını anlatıyor, beyaz kelebek kümelerinin zenginliğe, pembe kelebek kümelerinin bolluğa, sarı kelebek kümelerinin kıtlığa; kırmızı kelebeklerden müteşekkil ve pek nadir görülen meşum kümelerin mutlaka kanlı bir muharebeye, siyah kelebek kümelerinin fetrete padişahın öleceğine işaret olduğunu söylüyor, uzatıyor, büyük vakalardan evvel hep bu kümeleri o vakitki kadınların müşahede ederek erkeklerine haber verdiklerini hikâye ediyordu. Genç ve esmer kız artık dinlemiyor; büyük, siyah gözlerini büyük ninesinin arkasındaki pencereden görülen nisan semasının mavi ve beyaz aydınlığına dikmiş, tahayyül ediyordu. Hakikaten seksen sene evvel kadınların mesut olmaları lazım geliyordu. Kendileri, yeni nesil okudukça, anladıkça, erkeklere yaklaştıkça iptidâi kadınlıklarından, dişilikten uzaklaşıyorlar, ruhlarda bir isyan, bir ihtilal tutuşuyor, eski kadınlığın zevke, saadete vesile addettiği dişilik kayıtları kendilerine ateşten, demirden bir zincir gibi geliyordu. Hususî bir mâbet kadar sessiz, meçhul duran evlerine hapishane nazarıyla bakıyorlar, siyah çarşaflı kalın peçeleri ezici, soldurucu, vahşi, merhametsiz esaret örtüleri telâkkî ediyorlardı. Fakat haksız mıydılar? Mademki "terakkî" den ictinap kabil değildi; terakkî ise mutlaka değiştirmek, mutlaka eskiye benzememek idi, o halde asırlarca evvelki Türk kadınlığı da iptidâi, mebnâî halinde kalamazdı. Kuklalıktan, bebeklikten, masumiyetten, hâsılı dişilikten çıkacak, hakiki kadın haline gelecek, erkeklere tefevvuk etmese bile müsâvî bulunacak, bütün mânâsıyla insan, insan olacaktı... Büyük ninesinin "tarih-i mukaddes" hikâyeleri gibi garip vehimler içinde uzayan sözlerini artık işitmiyordu. Hayalinden bir sene evvelki gürültüleri, sevinçleri, nutukları, tiyatroları, konferanslarıyla Meşrutiyetin ilanı geçiyor, hâlâ tükenmez el şakırtılarını, alkış kabuslarını işitiyor gibi oluyordu. O günler kendileri için ne mesuttu. Bir an, bu siyah, sıkı esaretten azat edileceklerini, insanlık hakkına nâil olacaklarını ümit etmişlerdi. Ah bu ümit, nasıl çabucak sönmüş, söndürülmüş; bu hayal nasıl, ne feci bir surette kırılmıştı... Düşünüyor, ağlamak istiyor, titriyordu. Lakin... Lakin istikbâlden bir şey ümit edemezler miydi? Türk kadınlığı bir gün yüksek idrakiyle, altı asırlık tesadüfî, tabii bir istifa sayesinde harika haline gelen hüsnüyle, zekasıyla, bir Avrupalı kadın gibi insanlık sahnesine çıkarak ihtiramlar, perestişler önünde yükselemeyecek miydi?... Bugünkü tevekkül daha ne kadar devam edebilirdi? Büyük nine nihayetsiz hikâyesine devam ediyor; genç, esmer kız tahayyül ediyor, zihninde müphem hayallere karışan abus suallere cevap veremiyordu. Birden gülümsedi. Kelebeklerle tefeül etmek... Bu pek hoş olacaktı. Eski Türk kadınlığının îtikatları yeni Türk kadınlığının talihine nasıl bir hüküm verecekti? Merak ediyordu. Uzandığı şezlongdan doğruldu. Ayağa kalktı. Büyük nine susmuştu. Torununun bu ani kalkışına taaccüple bakıyordu. Sordu:
— Ne var kızım, neye kalktın?

Güzel, esmer kız gülerek:
— Ben de bu bahar hiç kelebek görmedim. Kendim için değil, benim gibi olanlar için Türk kızları için, bütün Türk kızlarının talihi için bakacağım.

Dedi, pencereye yaklaştı. Büyük nine titreyerek koltuğundan kalktı.

— Gözlerim o kadar görmez ama diyordu, ben de bakayım sizin için...

İkisi de pencerenin kenarında idiler. Sağda genç kız muhteşem ve levent endamıyla yükseliyor, solda minimini ve kambur büyük nine çürümüş bir balmumu külçesi gibi, sessiz ve donuk duruyordu. Dışarıya bakıyorlardı. Bütün tabiat gözleri kamaştiran tatlı, sıcak bir aydınlıkla parlıyordu. Denize güneş aksetmiş, onu başka âlemlere akıp giden ebedî, nihayetsiz bir gümüş nehrine benzetmişti. Ağaçların ufak, koyu yeşil yaprakları hazdan, hayattan titriyor, yollara beyaz çiçekler düşüyordu. Karşı sahil tirşe dağları, mor koruları, beyaz yalılarıyla bir serap memleketini, bir peri payitahtını andırıyordu. Susuyor, bakıyorlardı. Henüz bir kelebek görmemişlerdi. Çiçek tarhları üzerinde küçük sinek kümeleri görünüyor ve birden kayboluyorlardı. Tek bir martı yakın bir tehlikeden, meçhul bir şeâmetten kaçar gibi hızla geçiyor, haykırıyordu. Nerede oldukları görülmeyen kuşlar mütemadiyen ötüyorlar, cıvıltıları canlı ve tannan bir ziya yağmuru gibi semadan yağıyor zannolunuyordu. Genç kız birden, elini kalbine götürdü, yavaş bir sesle:
— Ah işte...

Dedi.Pencerenin yakınında, ağacın çiçekli dalları altında siyah bir kelebek uçuşuyordu. Gösterdi. Büyük nine korkunç ve iskelet parmağıyla:
— Fakat ben senden evvel şu beyazı gördüm.

Diye mermer havuzun üstünde dolaşan bir kelebeği gösterdi. Genç kız son bir cebirle ona da baktı:
— Ah büyük nineciğim, iyi göremiyorsunuz, dedi, o beyaz değil, sarı bir kelebek...

...Ansızın ruhuna meçhul bir elem hücum etti, gözleri karardı. Bu parlak ve taze tabiat şimdi ona meyus görünüyor, mermer havuz genç, esir bir melikenin türbesine, bahçenin tarhları müteverrim ve mahbus kızların metruk çiçekli kabirlerine benziyordu. Geri çekildi. Yine şezlonga uzandı. Büyük nine de kendisine ölümü ihtar eden bu sarı, siyah kelebekli bahardan ürkmüş, yine arkasını dönmüştü. Koltuğunda yusyuvarlak oturuyor, kamburunu iyice çıkarıyordu. Genç kız elinden bırakmadığı siyah maroken kaplı kitabını açtı, bu kitap şimdi siyah, cesim, ölü bir kelebek gibi onun yüzünü tamamıyla örtüyordu. Okumuyor, irsi, intisalî bir vehim ile kelebeklerin yalan söylemediğine; zavallı yeni neslin, şimdiki Türk kadınlığının talihi ancak felaket, keder, ölüm olduğuna, ebediyyen siyah kefenini yırtamayacağına, tesettürden kurtulamayacağına, evlerin boş ve tenha duvarları arasında, meçhul çiçekler gibi açmadan solacağına, doğmadan öleceğine kanaat getirir gibi oluyordu... Mazi, batıl îtikatlar o kadar kuvvetli, müthiş idi ki, bütün idrake, bütün ilme, bütün fenne, bütün hakikate galebe çalıyor, tahavvül kanununun o muhayyel nazari kuvvetini esasından kırıyordu. Düşünüyordu; fakat bu batıl îtikatlar, bu haşin, anûd, katil mazinin anif tahakkümü yalnız Türklere, yalnız Türkiye'ye mahsus değildi. Birkaç hafta evvel Paris'te tahsilde bulunan kardeşi, oturduğu evin tabldotunda perhiz münasebetiyle et ve yağ bulunmadığını, Paris'te aileler arasındaki Katolik deliliğinin, dini taassubun bir mislini Sudan'da, çöllerde, kumlu, hudutsuz yamyamlar memleketinde bile bulmak mümkün olmayacağını yazıyordu... Birden kendisi gibi başka ufuklar, başka saadetler, başka hayatlar tahayyül eden mahrum kadınların romancısı, büyük bir garp muharririnin şâkirdine her şeyin bir hududu olduğundan bahsettikten sonra: "...Lakin insanların behimiyetine nihayet yoktur!" dediğini hatırladı.

Pencereden, sevdiğine kavuşmadan ölen genç ve müteverrim bir âşıkın son veda busesi kadar mahzun ve nazik bir rüzgar giriyor, taze mezarlar üzerine bırakılmış, taze çelenk kokuları getiriyor, odanın gölgelerinde görünmez, matemli hayaller dalgalanıyordu...

Büyük ninenin gözleri kapanıyordu. Bu meşum tefeülün ihtiyar dimağında husûle getirdiği yorgunluk ona bir uyku ilacı gibi tesir etmişti. Genç kız... Genç, esmer kız gözlerini kitaba dikmiş, okumuyor, kitabı tutan zambak ellerini asi, anarşist göğsüne bastırarak, içinden dudaklarına yükselen kalbî ihtilali, bu şedîd, sebepsiz hıçkırığı tutmaya çalışıyordu. Odanın uyutucu gölgeli sükununda sanki bu iki vücut eski, yeni Türk kadınlığının meyus, teselli kabul etmez iki timsali idi. Biri, bir asır evvelki neslin son numunesi, hayattan ziyade ölüme, nisyana ait bir hatırası... Diğeri, bugünün bir asırlık mecburi ve meşum terakkinin tagayyürün narin ve tatmin olunmaz bir çiçeği idi. Netice itibariyle ikisinin de talihi bu kapalı tenha oda, bu muhteşem, süslü mezar idi. Pencerenin yakınlarına gelen kuş kümesi, bazen şedid bir cıvıltı, aydınlık bir gürültü koparıyor, sonra susuyordu. Büyük nine uyudu. Artık hafif, kuvvetsiz bir ihtizar hırıltısı ile horluyordu. Torununun torunu, genç kız, güzel kız, esmer kız hâlâ hıçkırığını zaptediyor, donmuş gibi, şezlonguna uzanmış duruyordu. Geniş pencereden intizamsız fasılalarla giren kokulu ve çiçekli bahar rüzgarının cereyanı ansızın deminden gördükleri siyah kelebeği getirdi! Bu siyah kelebek parlak, muhteşem tabiatın, çiçekli, müşfik baharın cennetinde, cehennemin, zulmet, cehalet müvekkilinin siyah ruhunu andırıyordu. Şimdi bu siyah ruh çimen, çiçek kokularıyla gelmiş, şu geniş pencerenin önünde çırpınıyordu. İçerdeki, müstebit muhitin, hain mazinin, zalim îtikatların doğmadan katlettiği bu canlı ölüleri, onların müebbet sükununu seyrederek mahzuz ve mütelezziz oluyor, nerede oldukları belli olmayan kuşlar insafsız ve yakıcı bir hücuma uğramışlar gibi ansızın bütün kuvvetleriyle cıvıldamaya başlıyor, bütün tabiatı istila eden şedid, feci cıvıltılarla acı acı feryat ediyorlardı.

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Aşk ve Ayak Parmakları


Hikayenin Adı : Aşk ve Ayak Parmakları

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Âsıme Hanımefendi'den Hasan'a mektup

Evvela beni sen sevdin, yalvardın, yakardın, benim aşkım âdeta senin galeyanına sönük bir cevaptı. Sonunda beni aldın. Ben zengindim. Atım, arabam vardı. Bütün bugünün gençleri beni istiyorlardı. Herkesin isteğine sen nail oldun. Mesuttun. Ben sana sadıktım. Sonra nasıl oldu, birdenbire döndün. Benden soğudun. Beni görmekten kaçtın, yine sonunda beni boşadın... Bu mektubumu alınca sanma ki, sana yalvarıyorum. Fakat merak ediyorum! Niçin beni istemeyesin? Benim neyim var? Yahut neyim eksik? Daha bu sene Kadıköy kadınları arasındaki güzellik müsabakasında birinci geldim. Tahsilim birinci derecede... Zenginim de. O hâlde niçin beni istemeyesin? Benden güzelini bulsan bile, eminim ki benden zenginini bulamayacaksın. O hâlde niçin, niçin beni istemeyesin?

Hasan'dan Âsıme Hanımefendi'ye mektup

Evet güzel kadın, ben sevmiştim. Fakat sevmek nedir? Bunu biliyor musun?.. Sevmek herkes için başka bir şeydir. Tabiî mizaçların, tecessüslerin başka başka olması gibi... Kimi kaşa göze, kimi cilde, kimi ellere ayaklara, kimi şişmanlığa, kimi boya, kimi kalçaya bakar. Hâlbuki ben... Profile bakarım. Daha okuldan beri âdetimdir, birisiyle konuşurken onda ne profili olduğunu ararım. Mesela küçük profilli bir adamla konuşurken onun laflarını havlamaya benzetirim. Dünyada ne kadar adam varsa, hepsinde bir hayvan profili vardır. Köprü'den geçerken, önü kalabalık bir gazinoda otururken, herkesin yüzüne dikkat ederim. Daha bir profilsize rast gelmedim. Hep insan kıyafetine girmiş, insan maskesi takmış hayvanlar... Bir sürü köpek, öküz, keçi, leylek, at, eşek, baykuş, kartal, tavuk, papağan, arı, güvercin, karga, balık, ayı, kaz, kaplan, ilâh... Küçükken saf, masum bir merak ile okuduğum fizyonomi nazariyeleri, benim hayalime o kadar tesir etmiştir ki, kendimi Lafontein'in masallarını gösteren canlı bir albüm içinde sanırım. Mesela karşıdan bir dostum geliyor, bir kere bakarım, yüksek kırmızı fesi, alacalı kostümü, parlak boyunbağı... Burnunun ucu sivri... Kolları kalkık ve kabarık... İddiacı, cesur... Yandan bakınca ne olduğunu görür, içimden:

— Ah, işte bir horoz.., derim.

Gelir elimi tutar, kırmızı yüzüne, tıpkı bir gülibiğe benzeyen fesine bakarım. Sesi keskin ve notaları uzundur. Sanki bu mütemadiyen öter. Ondan ayrılır, diğerine rasgelirim. Çenesi, ağzı yayıktır. Bacakları paytaktır. Yavaş yavaş söyler ve yanaklarını gererek güler.

— Ördek, ördek.., derim.

O vakvakladıkça, ben keşfimden memnun, müsterih onun kanatlarını, kuyruğunu arar, hatta onları da üstünde bulurum. Meşhur adamların, büyük muharrirlerin, nazırların, mebusların, büyük memurların profilleri ezberimdedir. Profillerini bildiğim için, yeni nazırların iktidarda ne yapacaklarını ayniyle herkese söylerim. Hatta arkadaşlarım bana,

— Sen eskiden geleydin, Peygamber olurdun, derler.

Zannederler ki, benim kerametim var. Hayır, ben yalnız profilleri tanırım... Eşek profilli bir adam mutlaka eşekçe, arslan profilli bir adam mutlaka arslanca hareket eder. Bir adamda, hangi hayvanın profili varsa, mutlaka o hayvanın ahlakı da vardır. Öküz profilli bir adamda asla kurnazlık, hile, zeka olamaz. Eşek profilli olan inatçı, yani kibar mânâsıyla sebatkârdır. Arı profilli sokar, köpek profilli gürültü eder, dişlerini gösterir. Kaplan profilli sezer ve merhamet bilmez, papağan profilli durmaz taklit çıkarır, güvercin profilli durmaz aşk ve şefkat komedyası oynar. Tilki profilli herkesi aldatır. Domuz profilli yer, içer keyfine bakar.

Kadınların da hepsi erkekler gibi birer hayvandır. Onlarda da mutlaka bir hayvanın profili vardır. Şişman, kocaman memeli, dalgın ve ağır kadın, tamamıyla bir inektir. Zayıf, huysuz, esmer, çirkin fakat yalnız gözleri güzel bir kadın keçidir. En güzelleri çalıkuşu, kanarya, nemse tavuğu profilinde olanlardır. Bu üç profilin hiçbirisi sende yoktur.

Geçen yazdı. İlk defa Fener'de birbirimize rast gelmiştik. Ben hemen senin profilini aradım, fakat bulamadımdı.

— Ah, acaba ne? diyor, yüzüne bakıp bakıp bulamayınca seni sevmeye başlıyordum.

Mademki sende bir hayvan profili yoktu. O halde insanların, kadınların... Sende hiçbir profil olmadığı için, hiçbir hayvan ahlakı, hiçbir hayvan tabiatı da yoktu. Bazı yine şüpheye düşüyor,

— Aldanıyorum, onda da bir profil var, ama ben göremiyorum, ben farkına varamıyorum, diyordum.

İzdivacımızdan evvel, muhabbet günlerinde, senin yüzüne uzun uzun dalışlarımı, ihtimal aşk buhranları sanıyordun. Hayır. Ben hep senin profilini arıyor; seni hiçbir şeye benzetemiyordum. Profilini bulamayınca seni severdim. Galiba sen de beni... Altı ay ne kadar hoş bir hayat geçirdik. Tabiî hatırlarsın. Fakat bir sabah... Ah keşke senden önce kalkmasaydım... Erken kalkmış, pencerenin yanına oturmuştum. Sen hâlâ yatıyordun.

— Bu ne tembellik, dedim.

Doğruldun, giyindin, karyolanın içine oturdun. Hava biraz serindi. Yanan soba daha odayı ıstmamıştı. Birden yüreğim çarpmaya başladı. Boğuluyor gibi oluyordum. Sen terliklerinin üzerine düşmüş olan mor çoraplarından birisini sağ ayağının parmaklarıyla tuttun. Yukarı kaldırdın, yatağın içinde, oturarak giydin. Çorabın öbür eşini yerden almak için, sol ayağını uzatıyordun. Görmemek için yüzümü çevirdim. Evet, güzel kadın, sen ayağının parmaklarını tıpkı bir el gibi kullanıyordun.

— Yirminci asrın orta yerinde, diyordum. Hilkatten yahut tekâmülden şu kadar yüz bin sene sonra...

....Titriyordum. Hastalandım. Sen, beni yere seren darbenin ne olduğunu anlayamıyordun. Yattığımız zaman buruşan gömleğini ayağının parmaklarıyla tutup çekiyordun. Ben bunu duyunca dişlerimi sıkıyor, tekrar titremeye başlıyordum. Yine anlamıyor:

— Galiba hava soğuk, üşüyorsun işte, diyordun.

Yine bir sabah sobanın önündeki koltuğa oturmuştun. Ayaklarında çorap yoktu. Yine kalbim atmaya başladı. Ayağının parmakları ile sobanın henüz ısınmayan kapağını açıyor, kımıldamayarak bakıyor, tekrar kapıyordun. Sonra yine bir gün sevgili kedin ayaklarından oynuyordu. Daha çoraplarını giymemiştin. Yüreğim hopladı. Fakat dişimi sıktım. Baktım, senin ayaklarının parmakları uzundu. Hem biraz fazla uzundu. Bu uzun parmaklarınla kediyi kollarından tutuyor, küçük bir çocuk gibi havaya kaldırıyordun. Âdeta ayaklarını ellerin gibi, hatta ellerinden daha iyi kullanıyordun.

Gözlerimi yüzüne kaldırdım. O an, o kadar arayıp da bulamadığım profilini gördüm. Sen maymundun. Alnın dar, ağzın biraz ileriye çıkıktı. Güzel, parlak cildin bu maymun iskeletini tamamıyla örtemiyordu. Hele ayakların... Aman Yarabbi... Tıpkı bir maymunun üçüncü, dördüncü elleri idi. Sen biraz daha gayret etsen, yerden çoraplarını almak, sobanın kapağını açmak, yorganı, gömleğini düzeltmek, kediyi tutup havaya kaldırmak değil, hatta ayaklarının bu uzun tekâmül etmiş parmaklarıyla yemek yiyebilecek, hatta piyano çalabilecektin. O vakit senden ürktüm. Bir daha seninle bir yatağa girmedim. Kendimi balta girmemiş bir ormanda zannediyor, kendimi o kablettarih mahlûklarından bir nesne ile evlenmişim sanıyordum.

Yirminci asırda, vücudunda kablettarihî adaleleri olan, tıpkı bugünün maymunları gibi ayaklarını el diye kullanan, tekâmül etmemiş bir mahlûktan, yani senden kaçtım. Uzaklaştım.

El gibi kullandığın bu ayaklarından bir tanesini şimdi kalbinin üzerine koy, öyle hükmet. Artık seni sevmemekte haklı değil miyim?

Âsıme Hanımefendi'den Hasan'a telgraf

-Gayet Müstacel-

Mektubunu okumadan yırttım, senden nefret ederim. Sakın bir daha mektup göndermeye kalkma. Sonra fena olursun...

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Antiseptik


Hikayenin Adı : Antiseptik

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Minimini, güzel, şeytan Bedia'yı ailesi büyük bir adama vermek istiyordu. Halbuki o iki senedir, tıbbiye talebesinden olan kuzeni Namık'la işi pişirmişti. Kendini almayı arzu eden bu büyük adam tek gözlüklü, şık bir büyükelçiydi. "Kırkında var, yok..." diyorlardı. Bedia daha on yedisine girmemişti. Annesinin, babasının, hanımninesinin ısrarlarına biraz karşı geldi. Ağladı, sızladı, amma sonunda mağlup oldu.

— Ben koca herifi ne yapayım? Elli sene Avrupa'da balolarda sürtmüş! dedikçe,

— Haltetmişsin! Otuz sekiz yaşında! Koca dediğin böyle olur. Fenerbahçe kulübünde top oynayan oğlanlara mı varacaksın?

Cevabını alıyordu.

Nişan günü köşke bütün aile efradı çağrılacaktı. Fakat bir gün evvel kuzen geldi. Bedia ile yalnız kaldılar. Evvela dargın dargın bakıştılar. Sonra Namık,

— Yazık sana Bedia! Dedi. Büyükbaban yerinde bir adama varıyorsun.

— Amma mübalağa ha...

— Mübalağa değil! Bir asır yaşında, boyalı bir ihtiyar işte!

— Ne yapayım! Annemin, babamın büyüklük merakı var. Damatları büyükelçi olacak! Hem annem, kırk yaşında bile olmadığına yemin ediyor.

— Allah belasını versin! Bir asır yaşında diyorum. Senin miden nasıl alıyor.

— Ben o kadar ihtiyar görmüyorum. Abanoz gibi siyah düzgün bıyıklar! Tepesi çıplak ama bu da zekaya delalet eder.

Namık güldü,

— Anlaşıldı, dedi, sen abanoz bıyıklara vurulmuşsun! Bu bıyıklar abanoz olmayıp fildişi gibi beyaz olsa yine varır mıydın?

— Varmazdım. Hatta beyaz bıyıklı değil, kır bıyıklı olsa bile varmazdım.

Namık biraz düşündü. Büyükelçi karısı olmak, yabancı başkentlerden saygı, medeniyet görmek hulyasıyla şimdiden kabına sığmayan Bedia fıkırdayıp duruyordu. Namık dedi ki:

— Bende tılsımlı bir su var; onunla nişanlının bıyıklarını yıkatabilirsen, bir asır yaşında olduğunu sana söyleyecek. O vakit de varacak mısın?

— Gevezeliği bırak. Nasıl su o?

— Bir antiseptik...

— Nasıl yıkatayım?

— Gayet kolay! Yarın daha nişan merasimi yapılmazdan evvel onunla yalnız kal.

Bedia bir kahkaha attı:

— Ey?

— Herifi azdır. Seni öpmeye kalkışsın.

— Sonra?

— De ki: "Ben meraklıyım. Evvela dudaklarınızı şu antiseptikle yıkayınız. Sonra istediğiniz kadar müstakbel eşinizi öpünüz."

— Aman, şu antiseptiği getir, dedi, ona ilk defa tam bir Fransız kadını gibi çok eksantrik gözükmek isterim!

Nişan olacağı gün köşke bütün davetliler gelmişti. Namık, Bedia'ya zarif bir şişe verdi. "İşte antiseptik! Haydi gayret!" dedi. Bedia, bu cesaretlendirmeden şuh bir heyecan duydu. Eksantrik görünmek en birinci düşüncesiydi. Ne yaptı yaptı, sefirle salonun yanındaki küçük odada yalnız kaldı. Zavallı diplomatın elini tuttu. Saçlarını okşadı. Dizine süründü. Aşktan, maşktan bahsetti. Zavallıyı iyice azdırdı. Diplomat, gül yağına kondurmak için abanoz bıyıklarını uzatırken,

— Rica ederim, dedi, uslu durunuz.

— Ah...

— Ben meraklıyım. Dudaklarınızı yıkayınız. İstediğiniz kadar öpünüz. Ben artık sizin değil miyim?

— .........

Cevap beklemeden koştu. Dışarı çıktı. Namık'ın verdiği şişeyi getirdi.

— Şurada, pencerenin önünde, dedi.

İştahı kabarmış olan diplomat, bu şuh emre hemen itaat etti. Bedia'nın eline döktüğü su ile güle güle ağzını, bıyıklarını yıkadı. Sonra cebinden çıkardığı ipek mendille kuruladı. Bedia birdenbire,

— A!... diye haykırdı.

— Ne var ruhum?

— Hiç!

Öpmek için yaklaştı. Bedia, sinir darbesine uğramış gibi katılırcasına gülüyordu. Kahkahalarının çirkinliği içinde, minimini parmağıyla,

— Buradan, buradan, diye parlak alnını gösterdi.

Diplomat, bu pembe alnı koklayarak öptü. Bedia, azıcık sükûnet bulunca,

— Siz benim pederimsiniz, dedi.

— Ne demek sevgilim!

Şu aynaya bakınız. Hayaliniz size cevap verecek.... Avrupa'da kadınların eksantrikliğine çok alışkın olan diplomat hiç şaşırmadı. Döndü aynaya baktı. Kendini tanıyamadı. Abanoz bıyıkları fildişi gibi bembeyaz olmuştu. Sarardı, morardı, sonra hâlâ pencerenin yanında gülen Bedia'ya feci bir nazarla baktı:

— Hain! Dedi.

Burnu kanıyormuş gibi mendilini ağzına tutarak salonun ortasından hızla geçti. Portmantodan fesini kaptı. Tek gözlüğünü düşürdü. Bastonunu alamadı. Kendini bahçeye attı. Deli gibi köşkten uzaklaştı.

Müstakbel damatlarının böyle, nişandan evvel, birdenbire kaçışına hiçbir mana veremeyen aile halkı pencerenin dibinde gülen Bedia'nın başına toplandılar.

— Ne yaptın, ne oldu?

Diyorlardı. Bedia,

— Hiçbir şey yapmadım. Şu şişedeki su kaçırdı. Benim kabahatim yok...

Cevabını verdi. Annesi hiddetinden titriyordu.

— O su ne? Çılgın!

Bu sefer Namık cevap verdi:

— Yengeciğim, hiç beyazı olmayan güzel, kumral saçlarınıza siz de biraz sürünüz. Ne olduğunu anlarsınız, dedi...

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Acaba Ne İdi?


Hikayenin Adı : Acaba Ne İdi?

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Çıkardıkları gün hemen geri döndüğü Toptaşı Tımarhanesinden Cabi Efendiyi kabul etmemişlerdi. O vakit, bilincini yitirdiği geçen dört sene zarfında gidip gelen zekâsı, milyonlarca beygir kuvvetinde bir elektrik fıskiyesi gibi parladı. Uslu akıllı, İstanbul'a geçti. Daha mahalleye gelmeden, dört senedir olup biten şeylerin esaslarım yolda tamamıyla anlamış gibiydi. Eve gelince oğlunu sordu. Odaya kazara bir dızdız girince, tepesinde şarapnel patlamış gibi korkup dışarı kaçan bu kahramanın ihtiyat subayı olduğunu, Irak cephesinde bir hücum taburunda bölük kumandanı bulunduğunu duyunca "lâ havle...” çekerek gülümsedi. Sonra bir hafta kadar genel durum belirlemesiyle uğraştı. Muhtelif semtlere seyahatler etti. Tenha sokaklarda gezindi. Ücra kahvelerde oturdu. Tekkelere girdi. Viranelerde yemek için ot toplayan kimsesiz, çaresiz kadınlarla konuştu. "bileşiminde nelerin bulunduğu belli olmayan” vesika ekmeklerine, günlerce, irili ufaklı büyüteçlerle baktı. Hatta bir gün tahlil ettirmeye bile kalktı. Gittiği meşhur kimyagerin baba dostuydu. Onun mahallede geçen çocukluğunu biliyordu. Önceleri biraz ahmaktı. Kerrat cetvelini bir türlü ezberleyemediği için mektepte adını "Beş kere beş, dübeş” koymuşlardı. Şimdi İstanbul'un en büyük, en saygın bir bilim adamıydı. Ekmeği iyice muayene ettikten sonra:
— Bunun içinde bir şey var... var, evet var ama ne acaba? dedi.

Cabi Efendi:
— Siz söyleyiniz oğlum ne var? deyince, birden:
— Bir şey değil! cevabını aldı. Şaşırdı. Sol gözünü kırparak sordu:
— Ne dediniz, bir şey mi değil?
— Evet, bir şey değil, birçok şeyler var!
— Mesela birincisi buğday... arpa... Sonra daha neler var?

Meşhur kimyager, bu sualin karşısında, hakikati inkâr olunmuş bir ermiş adam gibi doğruldu:

Hâşâ! Bir fiske buğday unu yok! diye haykırdı. Elindeki siyah kütleyi eviriyor, çeviriyor, şaşırıyordu. Cabi Efendi, bu zengin kimyagere "vesika ekmeğini daha ilk defa mı gördüğünü” sormaktan kendini men edemedi. Onun seferberlikten beri ekmeklerini, hizmet ettiği hastaneden aldığım, şimdiye kadar hiçbir vesika ekmeği görmediğini duyunca, daha beter şaşırdı. Vatandaşlarının her gün geveleyip geveleyip de yutmaya çalıştığı şeyi göremeyecek kadar kendi işiyle meşgul olan bu âlim, şüphesiz bağnaz, tutucu bir "iş bölümü” uzmanıydı. İtirazdan çekindi. İçinden "Aferin koca dübeş sana...” diyerek kalktı. Kaçtı.

Müsrif (savurgan) zannettiği karısı, evin hayatını, kendisi yokken, en akıllı adamlar gibi zamaneye uydurmuştu. Sofraya yağsız bulgur lapasıyla bol bol su konuyordu. Hafta başı idareyi yine eline alınca, Cabi Efendi, hiç bu listeyi bozmadı. "Görmeden bir şeye inanmak" mesleği değilken, Hindistan fakirlerinin yıllarca bir avuç pirinçle yaşayabildiklerine artık inanıyor, "Zahir, insanı besleyen su olacak!” diyor, sonra, ilk ceddimizin sudan çıkma "balık azmanları” olduğunu iddia eden meşhur varsayımı hatırlıyordu.

Gel zaman git zaman, ama çok değil, az bir müddet içinde Cabi Efendi parasızlığa, açlığa, çıplaklığa alıştı. Artık onun için doğal yaşam yoksulluktu. İratlarından (gelir getiren şeyler) aldığı kâğıt liralar, eski gümüş çeyreklerin yerini bile tutamıyordu. Mahallenin en fakirlerinden daha ziyade fakirleşmişti. Muhit, telakkiler(anlayış), kıyafetler, hiç dört sene evvelkileri andırmıyordu. Eski karanlık kahvehanenin isli peykelerinde "eyyam ağaları” namı verilen, yeni türeme bir sınıfa, semtten de birçokları karışmış, Şişli'ye göç etmişlerdi. Avrupa'da, Amerika'da olduğu gibi frankla, dolarla değil, rayiç(geçer, tedavülde bulunan) akçe lira ile birkaç defa "arşı milyoner” olan bu eyyam ağalarından tanıdıkları hep sefiller, cahiller, ipten kazıktan kurtulmuş baldırı çıplaklardı. İki ev aşırı malul, fakir bir ihtiyarın Abdülvafi isminde bir oğlunu tanıyordu. İlkokulda apteshane duvarlarına kötü şekiller çizdiği için kovulmuş, bir daha hiç okumamıştı. Tulumbacılık, sarhoşluk, dolandırıcılık mesleğiydi. Bir gece Samatya'dan sarhoş dönerken, bir kireç kuyusuna düşmüş, yan belinden aşağısı yanmıştı. Mahallece merhamet edildi. Mazbata yapıldı. Birkaç ay Guraba Hastanesinde yatırıldı. Çıkınca yalancıktan rakıya tövbe etti.

Semtin muteber kişilerinden bir büro şefi, haline acıyarak, kalemine yüz elli kuruş maaşla onu odacı almıştı. İşte tımarhaneye gitmeden, odacı bıraktığı bu serseri herif, şimdi bilmem ne zâde namı altında, İstanbul’un en büyük zenginlerinden biriydi. On parasız işe girmiş, akla hayale gelmedik dalavereler çevirerek gizli siyah çetelerle, âli haydutlarla ortak olarak birkaç hafta içinde milyonlar kazanmıştı. Kahvehanede "Bulgurpalas, Şekerpalas, Fasulyepalas” diye şehrin dört bir tarafında yaptırdığı sarayları anlata anlata bitiremiyorlardı. Büyükada'da sürdüğü şahane hayat, tıpkı mübalağalı bir peri masalına benziyordu. Kayserili imamın askerden tardolma(kavulma) esrarkeş oğlu da, kolayım bulup bir fırın ele geçirmiş, on beş yirmi apartman sahibi olmuştu. Eski zenginler, eski muteberler, şimdi kırmızı mangıra muhtaç zavallılardı. Eski zavallılar, cahiller, sefiller nasıl zengin olmuşlarsa, birtakım aptallar, budalalar, ahmaklar da birer mevki sahibi olmuşlardı. Semerci Niyazi'nin sıracalı bir oğlu vardı. Küçüklüğünde gayet fena bir şeye alıştığı için her gece ellerini sımsıkı boynuna bağlayıp yatağına arkası üstü yatırırlardı.Hayatını ancak böyle kurtarabilmişlerdi. Yirmi yaşına girdiği halde daha salyasını, sümüğünü toplayamıyor, kambur kambur, dirseklerine kadar elleri pantolonunun cebinde, cami avlularında, viranelerde dolaşıyordu. Harpten önce iki lafı bir araya getiremeyen bu aptalın, gayet mühim bir müessesede müdürlük mevkiini işgal ettiğini duyunca, Cabi Efendi kulaklarına inanamadı. Kalktı. Söylenen daireye kadar gitti. Semercinin ahmak oğlunu gözleriyle gördü. Boş bir öküz gözünden daha boş, daha baygın, daha manasız, daha hayvansı gözleri, eskisi gibi bakmasaydı, onu tanıyamayacaktı. Evvelki sıskalığından eser kalmamış, tulum gibi şişmiş, yüzünü koyu kırmızı bir renk kaplamış, parıl parıl altınlar, elmaslar parlayan göğsüyle, kollarıyla, parmaklarıyla şık bir canlı kuyumcu vitrinine dönmüştü. Müessesede "Her şey, her şey, bütün işler onun elinde!” diyorlardı. Semtin namuslu, çalışkan, zeki, iyi huylu, haysiyetli, yüksek mekteplerden diploma almış kıymetli evlatları ortada yoktu. Hangisini sorsa, ya, "Allah rahmet eylesin, Çanakkale 'de şehit düştü!” yahut, "Zavallı, ailesini geçindiremedi. Sattı savdı. Anadolu 'ya hicret etti!”, yahut da, "Verem oldu, yatıyor...” cevabım alıyordu. Evet, tanıdığı fazilet sahipleri ya ölmüş ya ölmemek için ocaklarını dağıtarak uzak ufuklara kaçmış, yahut da ölüm döşeklerine serilmişlerdi. Sanki dön sene içinde korkunç bir "kötülük salgını”, bir "fazilet kıranı” tımarhanenin dışarısını yakmış, kavurmuştu. Bildiklerinden aklı, namusu, hayâsı yerinde olanlar, sade suya bulgurla meşhur kimyagerin nasılsa yalnız içinde buğday olmadığım anlayabildiği mahut vesika ekmeğine yatıyorlar; aç, perişan, bitkin, canlı iskeletler gibi meçhul bir akıbeti bekliyorlardı. Bu akıbet ne olabilirdi? Cabi Efendi, bunu düşünemiyordu bile... Anık olayların sebeplerini bulmak yeteneğini kaybetmişti. Görüyordu ki, hadiselerle sebepler, olaylarla etkenler birbirine karışmış ve her şey karman çorman muştu; fakat sakin durmayan muhakemesi, kafasının içinde, kendi iradesine âsi, minimini bir makine gibi işliyor, onun zihnine yine birtakım sebepler getiriyordu; evet harp ne kadar meşru olsa, yine insanların hayvanlıklarına ait bir özellikleriydi. Milyonlarca adamın birbirini ne kadar ulvi bir mecburiyetin sevkiyle olursa olsun —başak biçilir gibi kütle kütle öldürmeleri— barış özlemiyle artık bütün dünya gazetelerinin alenen yazdığı gibi, şüphesiz bir vahşetti! Bu vahşetin hâkim öldüğü, topun sesi gürlediği zaman, aklın, mantığın, hakkını, vicdanın sesi susuyordu. O vakit hissiyat sahnesinde yalnız hayvanî bir galebe hırsı, bir kazanç hissi fadiyette kalıyordu. Bu hal, yalnız harp meydanında değil; iktisat, ahlak, muaşeret(olumlu ilişkiler) meydanında da aynı idi. İktisat meydanında "kap kapanın, vur vuranın! Ar dünyası değil kâr dünyası!” felsefesini kendine din birtakım ne oldukları belirsiz yamyamlar türemiş, her şeyin fiyatım yüzde yüz bin fırlatarak koca bir milleti siyah bir "açlık, ölüm, kıtlık” çemberi içinde inletmişlerdi. Ticaret, uluorta bir "ihtikâr işi" olmuştu. Namuslu tüccarlar yavaş yavaş piyasadan çekilmişler, yapılan cinayetin dehşetini halktan daha vazıh görebildikleri için, bazıları köşelerinde felce uğramışlardı. Dövüş meydanında meşru olan hayvanî hırs, pençesini her müesseseye atmıştı. Bu, müzminleşen umumi harbin şüphesiz zaruri bir neticesiydi! Cabi Efendinin muhakemesi, ahlak, namus, haysiyet, insaniyet, merhamet kaydından habersiz, serserilerin zengin oluşlarım tek bir sebebe atfediyor, fakat aptalların, ahmakların, hımbıllann en mümtaz mevkileri nasıl ellerine geçirdikleöne bir kulp bulamıyordu. "Acaba onlarda da hayvanlığın üstün bir kuvveti mi var?” diyordu. Böyle fosforsu, azotsuz, karbonsuz yaşamak, sade suya bulgur tertibi, Cabi Efendinin zekâsını söndürememişti, ama biraz hafifletmişti. Yavaş yavaş uzaklardan "âlemin ahvalinden” gözünü çevirerek pek yakma, "kendi haline” bakmaya başladı. Ev, miskinler tekkesine dönmüştü, ortalığı pislik götürüyordu. Karısı, kızları, evlatlıkları yerlerinden kalkamıyorlardı, yataklarında inliyorlardı. Anadolu'ya hicretin de artık ihtimali yoktu. Eskiden bir mecidiyeye giden arabaların, bugün yolcu başına on lira istediğini haber almıştı. "At, eşek, katır nesli sönmek üzeredir! " diyorlardı. Harp başladığı zaman iki üç yaşında bulunan çocuklar, bugün yedi sekiz yaşına girdikleri halde, nasıl madeni çeyrek, mecidiye, ikilik, kuruş, metelik görmemişlerse, biraz sonra atı, eşeği, katın bilmeyen bir nesil türeyecekti. Maarif Nezareti büyük fedakârlıklarla müzeye gümüş bir "sikke koleksiyonu” tedarik edebilirdi. Fakat Cabi Efendi, bu hicret imkânsızlığı karşısında da ümitsiz olmadı. "Uzaklara gitmem, şöyle İstanbul'un civarında bir yere...” dedi. Bu kazan ona verdiren, açlıktan ziyade, şehirdeki halkın tahammül olunmaz bir dereceye varan terbiyesizliği değişen, bozulan her şeyi gibi "terbiyesi” de berbat olmuştu. Muhitin Her değişikliğe çabucak alışan Cabi Efendi, işte yalnız bu umumi terbiyesizliğe alışamadı. Erkek kadın, ihtiyar genç, çoluk çocuk bütün halk, deniz tutmuş sarhoş tayfalara, bunak kaptanlara taş çıkartacak derecede küfürbaz kesilmişti. Eskiden kendisine sokakta bir şey soran, lafa "Lütuf buyurunuz beybaba filan...” diye başlarken, şimdi bir karış piçler bile zavallıya, "Ulan hödük, bana baksana...” diye hitap ediyorlar, hiçbir sebep yokken fena halde ağızlarını bozuyorlardı.

Cabi Efendi, muharebeden evvelki bir "devr-i âlem” masrafı ederek İstanbul'un bütün civarım dolaşü. Bakırköyü'ne, Ayastafanos'a, Kâğıthane'ye, Beykoz'a, Terkoz'a, Büyük - Küçük Çamlıcalara gitti. Ekecek birkaç dönüm yer, barınılacak bir çatı arıyordu. Münasip bir şey bulamadı. Kira, malların asıl fiyatlarını birkaç defa aşıyordu. Fakat bunun zararı olmadığını hesap etti. "Kendim ekerim, kendim biçerim, kendim yerim, ne kadar pahalı olsa yine kâr!” diyordu. Kârın en büyüğü şehirden, kalabalıktan, ahvalini artık hiç görmek istemediği sokaklardan kurtulmaktı. Şüphesiz mahalleleri saran "terbiyesizlik salgım” kırlara taşamamıştı. "Artık kuşlar da, kelebekler de insana küfür edecek değil ya...” diye düşünüyordu. Yine bir gün, ilk trenle Suadiye'ye inmiş, iki tarafına bakına bakına, Bostancı'ya doğru yürümüştü. Evet, büyük bahçeli bir köşk tutmak da, maksada kâfiydi. Vakıa denize yakın toprağın kuvveti yoktu. Fakat ne olsa yine yetiştirilecek bir şey bulunabilirdi. Güneşsiz, sümbülî havanın her tarafı hafifçe zümrütleştiren tatlı huzuru içinde bağlan, ağaçlıkları daha yeşil görüyor, hafifçe esen rüzgârı derin derin kokluyordu. Tenhalığın ağır kibarlığı, sükûnu, zevki meyus ruhuna manevi bir ilâç gibi tesir ettiğini duydu.

— Oooh!... —dedi.

Kenarında yürüdüğü, birkaç gün evvel yağan yağmurla temizlenmiş tozsuz şoseyi eğilip öpeceği geldi. Burada her gün tek başına gezmek ne büyük bir saadet, ne büyük bir nimetti! Üstünde insanın haysiyetine tecavüz edecek bir terbiyesize rasgelmek ihtimali yoktu. Gazeteler de okunulmazsa bozuk dünyanın çılgınlığından gafil yaşamak mümkündü. Burada ufuk, biribirlerinden uzak fasılalarla ayrılmış bahçelerin beyaz duvarı, hayata açılmayan panjurlarıyla, sanki daima samimi bir rüya gören müstakil köşklerin ebedi uykularıydı. Hele bu tenha yol... Etrafı tarlalarla çevrilmiş bu tenha, bu temiz, bu asil şose... Sırma dalgalı bir başak deryası üstüne kurulmuş, geniş, tehlikesiz bir Sırat Köprüsüne benziyordu. Evet, bu köprü "şehir” denen kötülük, terbiyesizlik, fenalık cehenneminden insanı sanki ezelî bir sükût, bir asalet cennetine götürüyordu. Cabi Efendi, elleri arkasında, açık havanın hissiyatına verdiği galeyanla, dalgın, mesut, saatlerce yürüdü. Tarlaların ötelerine, neftî dağlara, sesi duyulmayan koyu lacivert denize, tıpkı vezin bilmez bir genç şair gibi düşünmeden bakıyor, büyük bahçeli bir köşk aramak için buralara geldiğini bile unutmuş bulunuyordu. Birdenbire kulaklarını yırtıcı bir ses doldurdu: "Vank, vank, Vank!» Hülyasından uyandı. Karşısına baktı. Uzaktan bir otomobil geliyordu. Üç saattir tahayyüle daldığı için muattal kalan muhakemesi, boşalırcasına bir süratle işledi. Otomobilin önünde bir şey yoktu. Niçin çalıyordu?

Otomobil hem yaklaşıyor, hem daha acı, hem daha sık vanklıyordu. "Acaba boru bozuldu da susturamıyor mu?” diye düşündü. Döndü. Arkasına baktı. Yol bomboştu. Kendisinden başka kimse yoktu. Otomobil deli gibi haykırıyordu. Kendine doğru koşuyordu. On metreden geniş şosenin en kenarında, belki on santimetrelik bir yer tutunuyordu; mümkün değil kendisi koca otomobile bir mani olamazdı. "Sağ, sol yön takibi kaidesi” yayalar için değil, atlar, arabalar içindi. Otomobilin dinmeyen yaygarasını üstüne alınmaya mahal yoktu. Fakat niçin susmuyor, hem üzerine geliyordu. Muhakemesi bunun sebebini bulamadan otomobil yanında durdu. Bu, küçük çapta bir arabaydı. Manevra aletini birdenbire, ancak kazan kulpu kaşlarım görebildiği şık bir genç tutuyor, yanında uşak tavırlı bir herif oturuyordu. Tıpkı aheste bir ördek vakvaklamasının vezniyle sorulan: "Ulan, alçak kerata! Sağır mısın, söyle bakayım?” sualini işitince tepesine kulplarından kopmuş kaynar su dolu bir kazan devrilmiş gibi sarsıldı. Bu ne haksız, ne manasız, ne arsız bir tecavüzdü! Böyle bir tecavüze aldırmamak insanlığa karşı affedilmez bir küfür sayılabilirdi. İçinden, "Ya bu rezili gebertirim, ya kendim geberirim!” dedi. Yakın duran otomobile daha ziyade yaklaştı. Gözleri tımarhaneye döndüğü gün gibi parlıyor, beyaz top sakalının üstündeki pembe, tombul yanakları titriyordu. Sola eğri burnunu yukarı kaldırdı. Ağzım iyice yaydı. Küstah gencin sesini taklit ederek tıpkı bir ördek gibi vakvakladı:
— Ulan terbiyesiz maskara! Sen kör müsün? Söyle bakayım?

Otomobildeki genç, herkese istediğini söyleyip de, istemediğini işitmemiş şımarık bir toy şaşkınlığıyla sarardı. Yanındaki herifle bir an birbirlerine bakıştılar.

Genç, sonra yine Cabi Efendiye döndü. Kalın kaşları açık alnına doğru yükseldi. Hint horozunun gagası altında kalmış bir ördek gibi vakladı.
— Niye yolun sağma geçmiyorsun?
— Ben araba mıyım behey budala?

Uşağa benzer herifle efendisi de bu sefer bir çapanoğluna çattıklarım birdenbire anladılar. Cabi Efendi, lök gibi karşılarına dikilmişti.
— Sen beni biliyor musun?

Cabi Efendi zaten hazırcevaptı:
— Biliyorum, işte terbiyesizin birisin! -dedi.

Genç, hiddetinden kendini kaybetti. Kalktı. Sağ elini bir şey çıkarmak istiyormuş gibi pantolonunun arka cebine sokmaya çalışıyor: "Bırak, şu keratayı geberteyim. Bırak. Bırak diyorum, bırak beni.

Tutma...” diye çırpmıyor, uşağa benzeyen herif bütün kuvvetiyle kendini zapta çalışarak:
— Merhamet buyurunuz, beyim; affedin beyefendim; yapmayınız bırakınız, beyefendi hazretlerim. Kuş suruna bakmayınız. Bunak bir kulunuz... diyordu.

Cabi Efendi, küstahlıkla dalkavukluğun bu mücadelesine bakarak gülümsüyordu.
— Bırak bakalım şunun tabancasını da göreyim.. dedi.

Siyah esvaplı, uşağa benzer herifin kuvvetli kollarından kurtulamayan genç, otomobilin koltuğuna yeni zaferler kazanmış mağrur bir kahraman vakarıyla yıkıldı. Kalın kaşlarının altındaki baygın gözlerini senleştirmeye çalışarak:
— Herif! Otomobilin kıçına bir kere bak da öğen! diye vakladı.

Sesinde gayet müthiş, gayet korkunç bir tehdidin aksi gümbürdüyordu.

Cevap beklemedi. Neticenin sıfır çıkacağım tahmin etmiş bir matematiksel suskunlukla yoluna yürüyordu. Arkasına hiç bakmadı. Bu bitmez tükenmez muharebe, yalnız şehrin içinde mahallelerin değil, işte kırların ahlakım da bozmuştu. Hem kırın terbiyesizliği, havası gibi pek sertti. Şehirde hiç olmazsa sebepli sebepsiz insanın yalnız haysiyetine tecavüz ediyorlar, fakat öldürmeye kalkmıyorlardı. Cabi Efendi, bir dakika evvel cennet gibi gördüğü yerlerden birdenbire ürktü. Kendisin insaniyet, medeniyet âleminden çok uzak, görünmez kaplanlar, kurtlarla dolu bir sahrada sandı.

Birdenbire kırda yaşamaktan vazgeçti. Şehrin alışamadığı umumi terbiyesizliği hayat için daha emniyetliydi.

İstasyona bir an evvel yetişmek için geriye, geldiği tarafa döndü. Otomobil vanklamadan uzaklaşmış, ta uzakta, yolun üstünde küçülmüş, kabahatli siyah bir köpek yavrusu gibi kaçıyordu. Cabi Efendi durdu. Güneş olmadığı halde sağ elini alnına kaldırarak gözlerini ufalttı. Dikkatle baktı. Kıçında hiçbir şey fark edemedi. "...Dön bak da, öğren!” diye tehdit edildiği korkunç şey ne idi? Mecmualarda resimlerini gördüğü İngiliz tanklarının kıç taraflarım gözünün önüne getirmeye çalışarak,

— Top muydu? Miralyöz müydü? Yoksa yeni icat bir alet makinesi miydi? diyor, dönüp de bir kere bakmadığınaa pişman oluyordu.

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Bomba


Hikayenin Adı : Bomba

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Duvarları ve tavanı uzun bir kışın isleriyle kararmış bu yer odasında mahpus gibi duran bodur ve çirkin ocak, içindeki odunları sanki hiddetle yakıyor, bir an evvel yutmaya çalışıyordu. Hızla tutuşarak uzayan ve sönen alevler, mandolinle heyecanlı sosyalist marşını çalan genç Boris'i, karşısında ezelî ve nihayet bulmaz millî çorabını ören güzel karısı Magda'yı hafif ve akıcı bir kırmızıya boyuyor, bütün odayı kaplayan büyük ve kötürüm gölgelerini titretiyordu. Dışarıda vahşi ve soğuk bir şubat gecesi vardı. Kudurmuş bir rüzgar küçük pencerenin örtülmüş kapaklarına çarpıyordu. Ortadaki kalın ayaklı kaba ve iri masanın etrafında, yine kaba ve biçimsiz sandalyeler duruyor, çalınan mandolinin keskin sesini dinler gibi uyukluyorlardı. Ocağın üstündeki harap ve ihtiyar saat gece yarısının geçmiş olduğunu gösteriyordu. Boris mandolinini duvara dayadı. Ayağa kalktı. Birden tavanı kaplayan gölgesiyle gerindi. Magda seri tığlarının ucundan güzel gözlerini kaldırdı:
— Uykun mu geldi?

Genç ve iri Boris gerinmesine devam ederek cevap verdi:
— Hayır, hiç uykum yok...

Ve tekrar oturarak ilave etti:
— Bilmem niçin, içimde bu gece bir sıkıntı var.

Magda birden durdu. Çorabını dizlerinin üzerine indirdi. Mütereddid ve şüpheli Slav gözleriyle kocasına baktı. Kaşlarını çatarak:
— Benim de içimde bir sıkıntı var!..

Diye söylendi. Boris ancak yirmi beş yaşında vardı. Baba İstoyan'ın bir tanecik oğluydu. Köyünde, Sofya'dan gelen muallimde okuduktan sonra, genç papazın delâletiyle kendisi de Sofya'ya gitmiş, orada tahsilini bitirmişti. Beş sene nihayetinde potursuz ve kuşaksız dönen dinç ve güzel Boris, babasının evinde, ihtiyar anasının yanında çok oturmamış, bir gün dağa çekilip gitmişti. Senede ancak birkaç defa, geceleyin gelir, anasıyla babasıyla görüşür, yine kaybolurdu. Genç Türkler hiç beklenilmeyen Meşrutiyeti ilan edince, o da bütün arkadaşları gibi şehre inmiş, silahını hükümete teslim etmiş ve köyüne gelmişti. Fakat anası yoktu. O, üç ay evvel, "Ah Boris! Ah Boris!" diye diye ölmüştü. Gözlerinin açık kaldığını ve papaz eliyle kapamaya çalıştığı halde muvaffak olamadığını komşular söylüyorlardı. Issız ormanlarda, korkunç kayalıklarda, hep kamersiz gecelerin karanlıkları içinde geçen beş seneden sonra hür ve serbest, parlak ve yeşil köyü pek hoşuna gitmişti. Artık babası pek ihtiyardı. Tarlaları ve çifti idare edemiyor, adamları onu aldatıyorlardı. İşleri eline aldı. Zaten sa'ye karşı derin bir muhabbeti vardı. Bir gün köydeki mektebin daskaliçesine rastgeldi. Tanıdı. Bu kızcağız da kendisi gibi Sofya'da okumuştu. Konuştular ve çok sürmedi, seviştiler. İzdivaç ettiler. Magda, Boris'e vardıktan sonra mektebi terketmiş, hayatını evine, zevcine hasretmişti. Aşkları gittikçe ziyâdeleşiyor, fikirlerinin tevafuku onları daha şedid bir iştiyak ile birbirlerine rapteyliyordu. İşte aylardan beri böyle gece yarılarını bulurlar, konuşurlar, sevişirler, uyumak istemezlerdi.

Boris, tekrar mandolinini aldı. Çalmaya başladı. Magda çorabını örüyor ve düşünüyordu. Üç ay sonra çocukları olunca kimbilir ne kadar mesut olacaklardı. Tığlardan ayırdığı gözleriyle kabarmış karnına bakıyordu. Eteğinin altında, karnında, kendi içinde Boris'in yavrusu duruyordu. Dirseklerini bu şişliğe temas ettirerek saadetten titriyor ve ayıp bir şey yapıyormuş gibi gizlice Boris'e bakarak kızarıyordu. Ocaktaki odunlar çatırdayarak yıkılıyor, birden alevler çoğalıyor, sanki bütün oda kırmızı gölgelerle doluyordu. Boris yine sosyalist marşını çalıyordu. Bitirdi. Mavi gözleriyle karısına baktı ve marşın nakaratını tekrar etti:

— Da jivee truda!..

Magda çok saçlı güzel başını kaldırdı. İnce kaşları, muntazam bir burnu, pembe ve taze bir rengi vardı. Geniş omuzları, kabarık göğüsleri esvabının altından taşmak istiyor gibiydi. Alevlerle aydınlanan eteklerinin altındaki kalın bacaklarından sonra ayakları pek küçük ve nazik kalıyordu. Gebelik onu daha güzelleştirmiş, daha nefis ve mükemmel bir kadın yapmıştı. Genç ve iri Boris müştak gözlerle zevcesini süzüyor, ruhundaki sıkıntıyı atmaya, bu meçhul kederi unutmaya çalışıyordu. Konuşmak istedi:
— Yaşasın sa'y ü teab! dedi, değil mi Magdacığım? Çalışan mesut olur. Acaba sosyalistlerin hayali ne vakit hakikat olacak!

Magda başını salladı, gülümsedi:
— Hiç, hiç, hiçbir vakit... Onların hayali hep hayal kalacak! Yine insanlar fenalar elinde esir olacak, çalışmanın faziletini birçok adamlar inkar edecek.

Boris mandolinini kucağından bıraktı. Ellerini pantolonunun cebine soktu. Ayaklarını uzattı:
— Evet, ben de bu hayalin hakikat olacağına kail değilim, dedi. Lâkin bu hayaldeki insanlık fikrine meftûnum! Düşün. Muharebeler kalkacak. Cinayetler olmayacak. Hain politika unutulacak, herkes kardeş gibi... Çalışacaklar ve mesut olacaklar...
— Heyhat...

Boris de tekrar etti:
— Benden de heyhat! Hele burada, bu pis ve vahşi yerde, bu zalim Makedonya'da rahatla çalışmak mümkün değil. Ah bu kanlı Makedonya...

Magda, boynunun altında ansızın bir acı duydu. Çorabını bıraktı. Boris'in yüzüne baktı. Kalbi hızla çarpmaya başlamıştı. Rüzgarın bir küfürü andıran şiddetli gürültüsünü işitti. Ocağın üzerindeki saatin kırık bir kalp gibi vuran kuvvetsiz ve mahzun tik-taklarını duydu. Ayağa kalktı. Boris'in boynuna atıldı:
— Ah, yatalım, dedi. Böyle acı şeylerden bahsetme...

Boris, kolunu Magda'nın beline, kalçasının üzerine koydu. Onu kucağına çekti, oturttu. Dudaklarından öptü. Bir an, bir dakika, uzun bir dakika böyle kaldılar. Boris diğer eliyle karısının kabarık memesini tuttu. Bütün avucunu dolduran bu yumuşak ve nefis kabarıklığı yavaş yavaş, dalgalandırarak sıktı. İkisinin de gözleri küçülüyor ve titriyorlardı. Magda'nın başı Boris'in kuvvetli göğsüne düştü. Boris dudaklarını bu çok ve kumral saçların arasına koydu:
— Müsterih ol, Magdacığım, artık hiç korkmayacak, mesut olacaksın!..

Genç kadın iri ve çıplak bacaklarını kocasının kavî bacaklarına dolaştırdı. Sıktı. Bütün vücudu takallûs etti ve sordu:
— Ah, mesut olacak mıyız? Nasıl? Söyle, nasıl?

Boris mesut ve mahzuz:
— Anlatayım, inan, dedi. Artık buradan gideceğiz.
— Kaçacak mıyız?
— Hayır, hicret edeceğiz.
— Nereye?
— Amerika'ya...
— Amerika'ya mı?
— Evet, Amerika'ya, Magdacığım. İşte iki aydır hazırlanıyorum. Sana haber vermedim. Tam buradan çıkacağımız gün söyleyecektim. Babama nemiz varsa sattırdım. Şimdi sekizyüz liramız var. Sekizyüz lira ile Amerika'da bir insan çalışırsa çok mesut olur.

Magda kocasının bacaklarını daha ziyâde sıktı, dönerek boynuna sarıldı.
— Niçin benden sakladın, dedi. Oh, ne kadar mesut olacağız.

Boris karısının dudaklarını öperek cevap verdi:
— Sebep vardı. Korkacaktın. Senden saklamaya mecburdum.
— Söyle, ne vardı? Neye korkacaktım?
— Şimdi söylesem yine korkacaksın.
— Söyle, korkmam.

Boris tereddütle anlattı:
— İki ay evvel, bir pazar gecesi eve geliyordum. Kapıda bir mektup buldum. Açtım. Bu, ihtilal komitesi tarafından yazılmıştı.
— Ah...
— Evet, ihtilal komitesi tarafından... "Ey dinsiz Boris!" diye başlıyordu. Ve "Vaktiyle dağlarda neşretmek istediğin sosyalistliği burada öğretmeye başladın. Hainsin! Vatanımızın düşmanısın! Bil ki, o hain kafanı balta ile vücudundan koparacak, sana uyanların, seni sevenlerin eline vereceğiz."
— Ah...
— "Yahut bize delâlet et. Bizimle beraber Balkan'a çık... Büyük vatan için çalış." deniyordu. O vakit anladım ki, burada seninle, senin aşkınla yaşamak benim için mümkün değil. Hemen babamı kandırdım. Her şeyi sattırdım.

Magda tekrar Boris'i öperek sordu:
— Ah, ne vakit gideceğiz? Söyle, buradan ne vakit gideceğiz?
— O kadar yakın bir zamanda ki... Söylesem inanmazsın...
— Söyle..
— Yarın!
— Yarın mı? Aman yarabbi...

Hızla kocasının kucağından kalktı. Sevincinden çırpındı. Tekrar kocasının dizlerine oturarak onu öpmeye başladı:
— Yarın, yarın... Demek bu son kederli gecemiz...

Boris karısının sevincinden memnun ve mahzuz, onu okşayarak, buseler içinde devam etti:
— Evet Magdacığım. Yarın Amerika'ya gideceğiz, orada çalışacağız. Küçük, rahat, âsûde bir evimiz olacak. Ne komite, ne eşkiya, ne vahşet, ne cinayet! Yalnız çalışacağız. Gider gitmez çocuğumuz orada doğacak. Zavallı babam geçirdiği yetmiş senelik azabın mükafatını orada görecek. Kalbi rahat, yatağında ölecek. Geceleri hücum ve boğazlanmak korkusundan uzak, tatlı tatlı konuşacağız. Aşkı, hayatı, güzelliği, iyiliği, fazileti hissedeceğiz.

Magda titriyordu:
— Oh, ne saadet!

Boris yine buseler içinde devam etti:
— Göreceksin ki o zaman, insanlık ne tatlıymış! Güzel ve asayişli şehirler... Tiyatrolar! Geniş ve aydınlık sokaklar, cennet gibi köyler. Birbirine ihtiram etmesini bilen adamlar... Hiçbir sefalete müsaade etmeyen büyük şefkat müesseseleri... Hastaneler, sanatoryumlar... Mektepler, dârülfünunlar... Hâsılı cennet! Mümkün değil bunları tahayyül edemezsin.

Magda daha ziyâde titreyerek dirsekleriyle şişmiş karnını, bacaklarıyla kocasının bacaklarını sıkarak:
— Oh, tahayyül ediyorum!

Dedi. Boris devam etti:
—O vakit bazı geceler, minimini evimizde, doğacak çocuğumuz yanımızda oynarken, sa'y ve namusumuzdan emin, ansızın Makedonya'yı, bu yamyamlar memleketini hatırlayacağız. Gözümüzün önüne pis ve dar sokaklar, sefil ve uryan adamlar... Kanlarla lekelenmiş nihayetsiz karlar, kara, müstekreh[11] ve keskin baltalar sonra siyah, müthiş Balkanlar, Pirin gelecek! Tüylerimiz ürperecek, sen yine böyle benim kucağıma kaçacaksın. Bu pis ve müthiş Makedonya'nın kabuslarını buselerimle senin gözlerinden sileceğim...

Magda memnuniyet ve saadetten tatlı bir baygınlık hissediyordu. Kocasının bacaklarını sıkan dolgun bacakları gevşedi. Kolları yanına düştü. Gözleri uzak hayallere bakıyordu. Boris yine onu kucağında sıktı. Dudaklarından öpmeye başladı:
— Görüyorsun ki, burada her dakikamız elem, matem, ıstırap içinde geçiyor. Bir dakika kalbimiz rahat değil. Ufak bir gürültü bizi korkutuyor. Mesela işte seni o kadar severken, sana o kadar perestiş ederken dehşetle memlû dimağımda aşkım için müşterih bir yer kalmıyor. Dudaklarının lezzetini tamamıyla duymuyorum. Hayalimde o kadar çirkin ve kanlı levhalar var ki... Hâsılı burada, daima meçhul bir tehlike karşısında tedehhüş etmiş biçare, idraksiz, şuursuz vahşi hayvanlar gibiyiz.

Ocağın odunları yıkılmış, alevler sönmüştü. Yalnız ocağın üstünde küçük lamba sarı bir ziya neşrediyordu. Boris'le Magda yine birbirlerine bütün kuvvetleriyle sarıldılar. Öpüştüler.

Boris:
— Artık aşkı duyacağım, diyordu, hatta şimdiden duyuyorum. Kendimi Amerika'da farzediyor, seninle yalnız, emin ve mutmain odamızdayız addediyorum.

Magda'nın dudaklarındaki buseler söndü. Birden:
— Oh, ben korkuyorum!

Dedi. Boris hayretle sordu:
— Neden?
— Bilmem. Fakat o kadar korkuyorum ki....

Genç kadın asabi bir teheyyüce uğramıştı. Hakikaten korkudan titriyor ve ağlıyordu. Boris bu meçhul ve bu nâgehânî kederi teselli etmek istedi:
— Korkma, haydi kalk, dedi, yatalım; müstakbelin pek yakın saadetini şimdiden yaşayalım. Bu pis odayı, bu pis ocağı, bu zulmet ve dehşet yuvasını görme, gözlerini kapa, Amerika'yı tahayyül et. Haydi kalk, korkma, gözlerini sil!
— Korkuyorum Boris, korkuyorum.
— Neden sevgilim? Sakin ol. Saadetimiz seni müteessir ediyor, haydi yatalım. Benim yanımda, kucağımda... Korkacak bir şey yok...

İkisi de kalktılar. Boris kolunu Magda'nın boynuna attı. Magda asabi bir iştiyak ile kocasının beline sarıldı. Yürüyorlardı. Karşı karşıya duran iki kapıdan birisine girecekler ve yatacaklardı. Magda tekrar durdu:
— Korkuyorum Boris, bak köpekler havlıyorlar...

Boris cevap verdi:
— Her vakit havlarlar.
— Hayır, koşarak havlıyorlar. Birisi geliyor!

Boris mütereddid ve müteaccip, durdu. Dudaklarını büktü:
— Kim gelecek, gece yarısı çoktan geçti, dedi.

Rüzgâra karışan köpek havlamaları daha ziyâde şiddetleniyor ve daha ziyâde yaklaşıyordu. İkisi de ayakta dimdik kaldılar. Boris'in kolu Magda'nın omuzundan düştü. Magda elini Boris'in belinden çekti. Köpekler koşuyorlar ve bir yabancıya saldırarak havlıyorlardı. Boris:
— Kimdir, pencereden bakalım!

Dedi. Pencereye doğru yürüdü. Magda koştu, içerisi görünmesin diye lambayı söndürdü. Odaya kesif ve zenci bir karanlık doldu. Ocağın içindeki ateşler bir zebaninin dili ve kanlı dişleri gibi parlamaya başladı. Açılan pencereden şiddetli bir rüzgar giriyor, bu ateş dişleri tutuşturuyor, bu siyah ağıza görünmez tehditler söyletiyordu.

Boris bağırdı:
— Kimdir o?

Uzak ve ince bir ses cevap verdi:
— Ben!..
— Sen kimsin?
— Ben, Melina...

Bu, komşunun kızıydı. Acaba şimdi niçin gelmişti? Ne arıyordu? Boris yüzünü içeri çevirdi, Magda'yı aradı, göremiyordu. Yalnız ocağın içindeki ateşler gözüne çarptı. O kadar karanlıktı ki...

Tekrar dışarıya, karanlıklara baktı:
— Ne istiyorsun?
— Baba İstoyan'ı?

Kız bu esnada yaklaşmış ve pencerenin dibine gelmişti.

Boris, Magda'ya:
— Lambayı yak! dedi.

Oda aydınlandıktan sonra birbirlerinin yüzlerine baktılar. Boris sordu:
—Acaba babamı ne yapacak?
— Bilmem, şimdi anlarız.

Ve Magda birden kapıya yürüdü. Açtı. Karanlık rüzgarla beraber genç bir kız içeri girdi. Üşümüş ve yanakları kıpkırmızı olmuştu. Ellerini futasının altına sokmuştu. Göğsü içeri çekik, bacakları içeri dönük, biraz kamburdu. Magda, bir sene ders okuttuğu bu budala kızı isticvâba başladı:
— Baba İstoyan'ı ne yapacaksın?

Melina bir cevap vermedi. Evvela:
— Dobra veçer!

Dedi. Sonra alık alık etrafına bakındı:
— Ben bir şey yapmayacağım!
— Ey öyleyse ne arıyorsun?
— Ben aramıyorum.
— Kim arıyor?
— Komitalar...

Magda birden sapsarı kesildi. Düşmemek için duvara dayandı. Elini kalbinin üstüne koydu:
— Komitalar mı?

Melina gitmek isteyerek:
— Bilmem, işte silahlı adamlar...

Magda duyulmaz ve ümitsiz bir sesle yine sordu:
— Bizim köyden mi?

Budala kız izah etti:
— Hayır. Sarı esvaplı, tüfekli adamlar! Mutlaka Baba İstoyan'ı istiyorlar. "Eğer gelmezse oraya gelir, hem hepsini keseriz, hem evlerini yakarız." diyorlar.

Magda'nın dizleri çözüldü. Elleriyle duvarı tuttu, çenesi kilitlendi. Ölü ve boş bir nazarla Boris'e baktı. O da sararmış ve mütefekkir duruyordu. Pantolonunun cebinden sağ elini çıkardı. Ve uzun saçlarını kaşımaya başladı. Gözleri ayaklarında idi. Kıza bakmayarak sordu:

— Bu adamlar nerde?
— Bizim evde... Şarap içiyorlar.
— Kaç kişi?
— Daskalla beraber dört kişi..

Birden gözlerini kıza kaldırdı ve:
— Haydi git söyle, ben geleceğim... dedi. "Baba İstoyan hasta imiş", de.

Kız "Sıs zdrave" dedikten sonra çıktı. Kapıyı açık bırakmıştı. Şiddetli bir rüzgâr giriyor, lambanın ziyasını dalgalandırıyor, Magda'nın eteklerini kımıldatıyordu. Boris karısına baktı. Bitmişti. Sanki o bu dakika ölecekti. Sapsarıydı. Yürüdü, kuvvetli kollarıyla dayandığı duvardan onu çekti.
— Korkma, dedi, ben yarım saat sonra gelirim.

Magda ağlamaya başladı. Ta içinden gelen hıçkırıklarla sarsılıyor:
— Ah, gitme, gitme Borisciğim...

Diye yalvarıyordu. Boris onu öperek teselli ve teskin etmeye çalıştı. Eğer gitmezse gelip mutlaka bir edepsizlik edeceklerini, Baba İstoyan gitse zavallı ihtiyardan hakaret ve işkencelerle para isteyeceklerini anlattı ve ilave etti:
— Hainler, babamın her şeyi sattığını haber aldılar. Hicret edeceğimizi tahmin ettiler. Şimdi bütün servetimiz olan sekizyüz lirayı isteyecekler. Babam giderse işkence ve tahkir edecekler. Şimdi ben giderim. Onlarla konuşur, kendileriyle beraber dağa çıkmaya razı olduğumu söylerim. Ve paraların da henüz alınmadığını, bir hafta sonra elimize geçeceğini anlatır ve kandırırım. Yarın akşam bizi burada bulamazlar...

Magda meyus ve perişan:
— Ah, inanmazlar, sana bir fenalık yaparlar, dedi.

Boris tekrar temin etti. Mutlaka kandıracağını, böyle hareketten başka çare olmadığını, Baba İstoyan giderse işte asıl fenalık o vakit olacağını uzun uzadıya anlattı. Magda asabi ve derin hıçkırıklarla ağlıyor, kıvranıyor, ince parmaklarıyla kumral saçlarını sıkıyordu. Boris kalpağını başına koydu. Karısını tekrar öperek ve elini sıkarak:
— Haydi sevgilim, cesur ol, dedi. Yarım saat sonra gelirim, yatarız. Bu son gecenin heyecanları bize bir hatıra olur.

Kapıya yürüdü. Magda da beraber yürüdü. Titrek bir sesle:
— Ben de geleyim, Boris!

Dedi. Lâkin kocası razı olmadı:
— Sen orada, sarhoşların arasında ne yapacaksın? Burada otur, bekle, yarım saat sevgilim, cesur ol...
— Ah, bari yanına rovelverini alsan..
— Muharebeye gitmiyorum ki... Konuşmaya gidiyorum, lüzumu yok!

Dedi ve asabi bir istical ile dışarıya çıktı. Magda kapıda kalmıştı. Karanlık elle tutulacak ve hissolunacak kadar siyah ve kesif idi. Kocası bu karanlıkta kaybolmuştu. Sevgili Boris'ini yutan bu siyah rüzgarlı gecenin ademi andıran, ölümü ihtar eden korkutucu karanlığı gözlerinden vücuduna, damarlarına giriyor, kanına karışıyor, ruhuna nüfuz ediyordu. Başı döndü. Hıçkırıklar ve gözyaşları içinde tıkandı. Olduğu yere yıkıldı. Gözlerini vahşi ve siyah geceye dikmiş, siyah ve soğuk rüzgarın altında ağlıyor, fasılasız hışkırıklarla kıvranıyordu.

Baba İstoyan daima, güneş battıktan bir saat sonra yatar, hemen uyur ve sabah olmazdan iki saat evvel uyanırdı. Kuşağını sararak kapısını açtı. Gelinini bahçe kapısının eşiğinde uzanmış görünce şaşaladı:
— Ne yapıyorsun orada?

Dedi. Magda kayınbabasının sesini işitir işitmez kalktı. Toplandı:
— Hiç! diye cevap verdi, dışarı çıkacaktım, uzanmıştım.

İhtiyar ocağa doğru yürüdü. Magda kapıyı itti. Ve ocağa koştu. Odun attı, tutuşturmaya başladı. İhtiyar çubuğunu dolduruyordu. Magda ateşi yaktıktan sonra ortada, kaba ve kalın ayaklı masanın yanındaki bir sandalyeye oturdu. Dirseklerini dayadı. Başını ellerinin içine aldı. İşte yarım saat oluyordu. Boris henüz gelmemişti. Niçin bu kadar gecikmişti? Kalbi burkuluyor ve avazı çıktığı kadar haykırarak ağlamak, kendisini yerlere atmak, koşarak Melina'nın evine gitmek, Boris'i bulmak, onun kolları içine atılmak istiyordu. Baba İstoyan, kamburunu çıkarmış, sakin ve abûs çubuğunu çekiyor ve sol elinin orta parmağı ile burnunu karıştırıyordu. Harap ve eski saat, durmuş da sanki yeniden kendi kendine işlemeye başlamış gibi, hazin tik-taklarını tekrar işittiriyor, tutuşan odunlar yine odanın içine kırmızı gölgeler, kırmızı hayaller dolduruyor, soğuk rüzgar daha vahşi, daha hain haykırıyor, pencerenin kapağını daha ziyâde sarsıyordu. Magda, Boris'i düşünüyor ve gizli gizli hıçkırıyordu. Kalbi şişiyor, göğsünü acıtıyordu. Dışarıdan uzak köpek sesleri işitildi. Bunlar mutlaka komşunun köpekleriydi. Birden başını kaldırdı. İşte Boris çıkmış olacaktı. Köpekler havlıyordu. Dinledi. Oh, Boris geliyordu. Birkaç dakika kımıldamadı, öyle kaldı.

Şimdi köpek sesleri yaklaşıyordu. Kendi köpekleri de havlıyordu. Fakat niçin? Boris'e niçin havlıyorlardı? Acaba yanında bir yabancı mı vardı? Köpek sesleri daha ziyâde yaklaştı. Magda ayağa kalktı. Pencerenin yanına gitti. Kapağı açmaya cesaret edemiyor, meçhul bir korku onu hareketsiz bırakıyordu... Köpekler pek yaklaşmışlardı. Ayak sesleri işitiliyordu. Magda'nın kalbi durdu. Nefesi kesildi. Kendinden geçti.

Kapı birdenbire vurulmuştu. Baba İstoyan sıçradı ve çubuğunu düşürdü. Magda elini kalbinin üstüne koydu. Omuzlarını kaldırdı. Boynunu içeri çekti. Kapı tekrar ve daha şiddetle vuruldu. Baba İstoyan kalktı. Pencereye doğru yürüdü. Kuvvetsiz bir sesle:
— Kim o?

Dedi. Dışarıdan ahenksiz bir ses cevap verdi:
— Aç Baba İstoyan, biziz. Konuşmaya geldik. Korkma!

İhtiyar mütereddid ve korkak, tekrar sordu:
— Siz kimsiniz?
— Kaptan Raçof, Pançe, Sandre...

İhtiyar, yıldırımla vurulmuş gibi dondu kaldı. Bunlar en müthiş, en kanlı, en merhametsiz, en gaddar komitalardı. Namları bütün ova köylerini titretiyordu. İhtiyar bir hayal gibi kapıya yürüdü. Açtı. Uzun boylu, kahverengi esvaplı, omuzunda manliher, bir adam göründü. Gözleri küçük ve kanlıydı. Zayıf ve gayet çirkin bir boynu vardı. Baba İstoyan, yalnız Bulgar köylülerine has olan o esir ve mazlum tavır ile eğildi, yine bu köylülere has olan o çolak ve sahte selamla voyvodayı selamladı.
— Buyurunuz Gospodin!

Dedi. Raçof'un arkasında iki kişi daha vardı. Bunlar da manliher tüfekleriyle müsellâh idiler. Bellerinde ve göğüslerinde çaprazvari fişeklikler bulunuyordu. Biri kısa boylu, esmerdi. Diğeri Raçof gibi sarı, fakat daha genç ve daha az çirkindi. Magda'nın gözleri açılmış ve yüzü bembeyaz olmuştu. Koştu. Raçof'un ayaklarına sarıldı. Öpmeye başladı, ağlayarak istirham ediyordu:
— Gospodin! Boris nerede? Ah, Boris nerede?

Raçof, ayaklarına kapanmış güzel kadının güzel saçlarını müteverrim ve çamurlaşmış yılanlara benzeyen parmaklarıyla okşayarak:
— Kalk sosyalist daskaliçe, dedi, şimdi Boris'in gelir. Biz şimdi işimizi konuşalım...

Ve yürüdü. Magda yerde kalmıştı. Masanın yanındaki sandalyeye teklifsizce oturdu. Masanın üzerine tüfeğini koydu. Öbürleri de karşısına oturdular. Esmer ve kısa boylunun elinde siyah bir beze sarılmış yuvarlak bir şey vardı. Onlar da tüfeklerini masanın üzerine koydular ve siyah beze sarılı yuvarlak şey de tüfeklerin yanına kondu. Raçof, Baba İstoyan'a döndü:
— Gel bakalım çorbacı, dedi, karşıma otur. Seninle konuşacağım. Magda, sen de şöyle yanıma gel. Baban aksilik ederse bize muâvenet et ki, fenalık yapmayalım.

İkisi de tereddüt etmedi. Baba İstoyan, Raçof'un karşısına oturdu. Magda da yanına... Baba İstoyan bütün bütün aptallaşmıştı. Gelininin niçin komitalardan oğlunun nerede olduğunu sormasına akıl erdirememişti. Boris evde değil miydi?

Raçof cebinden bir tabaka çıkardı. Ortaya koydu. Bir cigara yaptı. Magda seri bir hareketle kalkarak ocaktan ateş aldı. Haydudun cigarasını yaktı. Sonra ateşi ocağa attı. Yine kalktığı yere oturdu. Raçof birkaç nefes cigarasından çekti. Ve dumanlarını seyrederek:
— Ey, Baba İstoyan, dedi, şimdi evvela bize vaat et ki, çok zahmet etmeyeceksin! Uzun lafın kısası: Vakit geçirmeyelim... Sekizyüz lirayı getir.

İhtiyar titredi. Altmış senedir o kadar iktisat ve eziyet ile kazanılmış bir malın semeresi... mecmûu...yekûnu... Şimdi böyle bir anda isteniyordu. Deli olacaktı. İnkar etti:
— Nasıl sekizyüz lira?

Voyvoda gülümsedi. Kirli ve kırık dişleri göründü. Tekrar cigarasını çekti. Başını salladı:
— Anlaşıldı. Demek zahmet edeceksin. Mutlaka dayak yemeden, ayakların yanmadan, tırnakların çıkarılmadan söylemeyeceksin! Eğer yine söylemezsen oğlun Boris bizim elimizde mahpustur. Onu keseceğiz. Evini de yakacağız. Yine seni rahat bırakmayacağız.

Baba İstoyan önüne bakıyordu. Hatta oturdukları evi bile satmışlardı. Bu sekizyüz lirayı verirse muhakkak açlıktan ölecekti. Bir eşeği bile kalmamıştı. Magda, Boris'in kesileceğinden bahsedildiğini duyunca ağlamaya başladı. Tekrar Kaptan Raçof'un ayaklarına kapandı:
— Affet gospodin, Boris'i affet...

Raçof gülerek cevap verdi:
— Güzel daskaliçe! Sen de maksada vefasız kaldın. Burada ikiniz de bizim için çalışacağınız yerde, babanıza mallarını sattırıp kaçmak istediniz. Sizin için milletin verdiği parayı çalmak arzu ettiniz. İşte biz buna müsaade etmiyoruz. Elinizden paraları alacağız. Buradan bir yere gidemeyeceksiniz. Bizim için çalışacaksınız.

Ve ilave etti:
— Haydi, Boris'ini seversen paraları getir. Baba İstoyan inat ederse sevgilinin kafası kesilecek. Bir daha onu ömründe göremeyeceksin.

Magda Boris'in öldürülmek ihtimalini düşününce deli olacaktı. Kalktı, ağlayarak Baba İstoyan'a sarıldı:
— Ver babacığım, ver, biz genciz. Boris'le çalışır, yine kazanırız. Söyle nerede, gideyim, getireyim.

Raçof ve arkadaşları Magda'nın yalvarmasını seyrediyor ve gülüşüyorlardı. Baba İstoyan tamamıyla aptallaşmıştı. Sanki hiç lafları işitmiyor, mânâlarını anlamıyordu. Hasis köylü için ölmek, bu parayı vermekten daha çok ehvendi. Magda yalvarıyordu. Birden Baba İstoyan başını kaldırdı. Raçof'a dedi ki:
— Kaptan, bari yüz lirasını bir ev almak için bana bırak. Âhir vaktimda açıkta kalmayayım.

Raçof reddetti:
— Hayır, yüz lirasını bırakmam. Oğlun genç, çalışır. Seni besler. Haydi getir diyorum. Vakit geçiyor.

İhtiyar tereddüt ediyor, Magda yalvarıyordu. Raçof bir işaret etti. Kısa boylu esmer, tüfeği aldı. Dipçikle ihtiyarın sırtına dehşetli bir darbe indirdi. Raçof ayağa kalktı. Şiddetle sordu:
— Haydi, Baba İstoyan, dayağa başlayacağız. Ayaklarını ateşe sokacağız. Vakit geçiyor. Paraları getirecek misin?

Magda gözyaşları içinde çırpınıyor ve ihtiyara sarılıyordu. İhtiyar hiçbir şey söylemedi. Başını salladı. Yattığı odanın kapısına gitti. İçeri girdi. Bir dakika sonra kırmızı ve ağır bir çıkın ile geldi. Masanın üzerine bıraktı. Haydutlar parayı bu kadar çabuk elde ettikleri için sevindiler. Raçof hemen çıkını açtı. Saymaya başladı.
— Aferin, Baba İstoyan, diyordu. Zahmet vermedin. Şimdi bize şarap çıkar, eğlenelim...

Paraların sayılması bitti. Raçof liraları üçe taksim etti. Arkadaşlarıyla çantalarına koydular.
— Hani şarap, hani şarap?

Diye haykırdılar. Magda ayağa kalktı. Ambarın küçük kapısına koştu. Açtı ve içeri girdi. Üç bardak ile bir testi şarap getirdi. Haydutların önüne koydu. Sonra tekrar ambara girdi. Mezelik biber ve turşu çıkardı. Komitalar birbiri üzerine aceleyle içiyorlardı. Raçof:
— Böyle mezeye lüzum yok, dedi. Biz cansız meze istemeyiz...

Bu laftan bir şey anlamayan Magda'yı belinden tuttu ve öpmek istedi. Magda mukavemet etti ve ağlamaya başladı. Raçof, genç kadını bırakmayarak diyordu ki:
— Yanaklarından meze alacağım. Sen sosyalist değil misin? Sosyalistler her şeyde iştirak isterler. Ben de senin yanaklarına Boris'le müşterekim!...

Magda çırpınıyordu. Raçof çirkin ve akur sesiyle dedi ki:
— Eğer böyle münasebetsizlik edersen Boris'ini göremezsin. Onu keseriz.

Magda bu lafı işitince tekrar hıçkırmaya ve Raçof'a yalvarmaya başladı. Artık Raçof onun taze yanaklarından bol bol öpüyordu. Kadeh kadeh içiyor ve tekrar tekrar öpüyordu. Arkadaşlarına:
— Siz de meze alınız, be!..

Dedi. Cansız bir yumak gibi Magda'yı onların kucağına attı. Bu iki kuvvetli herif bu nefis kadına yapıştılar. Bir tanesi eteklerini kaldırmak istiyordu. Diğeri daha fena sarhoştu. Dişleriyle, avucunun içinde tuttuğu bu güzel başın yanağını ısırmıştı. Magda birden haykırdı. Ve kucaklarından kurtuldu. Sağ yanağının iki yerinden kan akıyordu. Baba İstoyan bu manzarayı görmemek için ocağın kenarına çömeldi ve başını avuçlarının içine aldı. Gözlerini ateşe dikti. Magda elini yanağına koymuştu. Parmaklarının arasından mebzûliyetle kan sızıyor ve ağlıyordu. Haydutlar bu güzel kadının bu kan içinde ağlamasına bakarak sanki mahzuz oluyorlardı. Hepsi susuyorlardı. İhtiyar saat bu tecavüzden ve i'tisaftan müteessir olmuş gibi yine tik-taklarını işittiriyor, rüzgârın gürültüsüne horoz sedaları karışıyordu. Raçof sözde acıdı:
— Ağlama Magda, dedi. Şimdi Boris'in gelir. Orasını öper. Acısı kalmaz. Haydi ben mandolin çalayım, bize biraz rakset...

Ve ocağın yanından mandolini alarak bir polka çalmaya başladı. Magda ağlıyor:
— Ben oynamak bilmem kaptan!

Diyordu. Raçof kalktı. Magda'nın yanına gitti. Kulağına müessir ve vahşi bir sesle:
— Eğer oynamaz, neşemizi kırarsan, Boris'i göremezsin, gider keseriz...

Magda'nın bütün vücudu sarsıldı. Gözlerinin yaşı dindi. Ve mütevekkil bir sesle:
— Oynayayım, ah Boris...

Dedi. Raçof oturdu. Mandolini çalmaya başladı. Diğer iki haydut, durmadan içiyorlar ve gülerek Magda'nın oynayışını seyrediyorlardı. Yanağından akan kan beyaz boynuna gidiyor, ona tekrar hayata gelmiş bir şehit manzarası veriyordu. Isıran haydut, başka bir arzu ızhar etti:
— Kaptan, dedi, eteklerini kaldırsın, öyle oynasın. Bacaklarını görelim...

Raçof, Magda'ya döndü:
— Haydi Magda, bunu da yap! Bacaklarını görsünler! Artık gidelim, Boris'ini gönderelim..

Genç kadın bir an durdu. Baba İstoyan'a baktı. Yüzünü ateşe dikmiş, hiç onları görmüyordu. İşte bu herifler artık namusunu da tahkir ediyorlardı. Lâkin Boris'i tehlike içindeydi. Eğer arzularını yapmasa, o kadar sevdiği Boris'i kesilecekti. Bir daha onun kumral ve çok saçlarını, mavi gözlerini, küçük ve kırmızı dudaklarını, tatlı tebessümünü göremeyecekti. Gözlerini kapadı ve eteklerini kaldırdı. Çalınan polkaya ayaklarını uydurarak sıçramaya başladı. Haydutlar coştular. Kaptan daha şiddetle ve iştiyak ile çalmaya başladı. Diğerleri yerlerinde oturamıyorlar, bu beyaz ve dolgun bacaklara, onların atılışlarındaki şehveti cazip, muharrikhareketlere bakarak birbirinin boynuna sarılıyor, itişiyor, kakışıyorlardı. Kalktılar, Raçof'un yanına gittiler. Kulağına bir şey fısıldadılar. Raçof:
— Olur ama, vakit geçti! Sabah oluyor! Geç kaldık!

Dedi ve derin, behîmî, muharrik bir hırsla güzel kadına baktı ve:
— Ah, vakit olsaydı!...

Diye müteessif oldu. Kalktılar. Tüfeklerini omuzlarına geçirdiler. Sarhoştular. Adımları birbirine karışıyordu. Raçof:
— Allahaısmarladık, Baba İstoyan!

İhtiyar köylü sanki ölmüştü. Hiç cevap vermedi. Magda tekrar haydudun ayaklarına kapandı:
— Aman kaptan, Boris'i gönder. İşte her şeyimizi aldınız. Eğer o gelmezse açlıktan ve ümitsizlikten ölürüz. Bize acı. Bize merhamet et...

Raçof güldü:
— Mutlaka gelecek, mutlaka... Daha çabuk gelmesini istiyorsan, şu kanlı yanağından bir buse ver...

Magda hırsla geri çekildi. Haydut tekrar kadını tuttu. Zorla kanlı yanağını öptü. Yaladı. Dışarı çıkıyorlardı. Kısa boylu esmer, beraber getirdikleri siyah beze sarılı şeyi hatırladı.
— Kaptan, dedi, bombayı ne yapacağız?

Raçof bir an düşündü. Geri döndü:
— Magda, bana bak!

Magda yine bir i'tisâfa uğrayacak zannıyla titredi. Fakat bu haydut nazik ve mürüvvetli idi.
— Şunu görüyor musun, Magda? Bu işte bir bombadır. Eğer siz eziyet edip parayı vermeyeydiniz, sizden yine zorla alacak ve mücâzat olmak üzere ikinizi biraraya bağlayacak, bu bomba ile atacaktık. Lâkin siz akıllılık ettiniz. Bize zahmet vermediniz. Mücâzata hacet kalmadı. Şimdi senden bir ricam var, bu bombayı bana saklayacaksın. Sakın jandarmalara filan verme. Nasıl vaat ediyor musun? Ben de gidip hemen Boris'i bırakayım...

Magda ümit ve tehalükle cevap verdi:
— Vaat ediyorum gospodin! Allah aşkınıza hemen Boris'i gönderiniz.

Raçof tekrar sordu:
— Göndereceğim, lâkin bu bombayı sadıkâne hıfzedecek misin?
— Hıfzedeceğim.
— Nerede?
— Kendi çeyiz sandığımda. En gizli, en muazzez yerde!
— Bravo! Memnun oldum. Öyleyse Allahısmarladık!

Hepsi güzel kadının elini şiddetle sıktılar ve kapıdan çıktılar. Dışarısı hafifçe ağarıyor, esmerleşiyordu. Köpekler havlamaya başladılar. Kesif gölge halinde duran uzak binaların arasında gidiyorlar ve bir şarkı söylüyorlardı. Ah, şimdi Boris gelecekti. Genç kadın, açılmaya başlayan geceye bakıyor, köydeki bütün horozların birbirlerine cevap verir gibi öttüklerini duyuyordu. Kalbi şiddetle atıyor, Boris'ini bekliyordu. Uzaklaşan haydutlardan biri haykırdı. Bu, meşum ve mevhum bir kabus tehdidi gibiydi:
— Hey, Magda, dikkat et, bomban patlayacak.

Genç kadın kulak kabarttı. Bu tehdit, sanki meçhul ve vahşi uçurumlardan, adem boşluklarından aksediyormuş gibi tekerrür etti:
— Hey, Magda, dikkat et, bomban patlayacak.

Horozların umumi ötüşleri rüzgârı söndürmüş zannolunacaktı. Uzakta samanlıkların üstünde yalancı bir fecir, mor gözlerini açıyordu. Genç kadın şuursuz bir tefekkürle düşündü. Bu haydutlar her şeyi, akla gelmeyen vahşetleri yapabilirlerdi. İhtimal bu bombayı ateş alması için, saniyeli tıpasını tanzim etmiş, öyle bırakmışlardı. Şimdi birden patlayacak ve zavallı Borisciği gelince yıkılmış bir evle tanınmaz kanlı et ve kemik parçalarından başka bir şey bulamayacaktı. Mihânikî bir istical ile bu felaket oyuncağını kaldırmaya koştu. Ta masanın orta yerinde duruyordu. Elini uzattı. Kaldırdı. Öbür eliyle altından tutmuştu. Ilık bir ıslaklık hissetti. Eline baktı: Kanlanmıştı. Kan?.. Sonra bu tehlikeli ve tahmin ettiği kadar ağır olmayan bombayı önüne koydu. Kadranını, fitilini görmek istiyordu. Yavaşça siyah bezi çözdü. İkinci bir bez daha vardı. Bu bez kandan kıpkırmızı idi. O bezi de çözdü. Kumral saçlar meydana çıktı. Baktı, baktı, dikkatle baktı...

Ve birden öyle müthiş, öyle keskin, öyle feci, öyle korkunç bir nâra attı ki, ocağın başındaki Baba İstoyan sıçradı ve gelinine koştu. Zavallının gözleri çerçevesinden çıkmış, karışık saçları dimdik olmuş, omuzları gerilmiş, iki eliyle tuttuğu bir şeye haşyet ve dehşetle bakıyordu. Dikkat etti. O tuttuğu şey, oğlunun, güzel ve kumral Boris'in vücudundan koparılmış kesik ve kanlı kafası idi....

İyi Geceler Bay Tom (Michelle Magorian) Kitap Sınavı Yazılı Soruları ve Cevap Anahtarı

Kitabın Adı: İyi Geceler Bay Tom Kitabın Yazarı: Michelle Magorian Kitap Sınavı Soruları ve Cevap Anahtarı 1. Will'in kollarındaki morlu...