25 Ağustos 2019 Pazar

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Çirkinliğin Esrarı


Hikayenin Adı : Çirkinliğin Esrarı

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Bilmiyorlar da sevmediklerini,
Ediyorlar büyük büyük yemini;
Bana gösterme, sen de nefretini,
Ne şifalar veren yalanlar var!

Genç kızlarla bir odada yalnız kalmak ne tehlikelidir! Bahusus (özellikle) bizim gibi başı yorgun adamlar için... İşte geçen sene, bu vakit, ben böyle bir tehlike atlattım. Sonbaharda Büyükada'yı çok severim. Tenha çamların altında tek başıma gezmek, uzak sislerden savrulan rutubetli rüzgârın ölümü hatırlatan feryadını dinlemek pek hoşuma gider. Hava, penceresiz bir türbe kubbesi gibi karanlık, gamlı, meyustur (üzgün). Her tarafta solan yazın naaşından kopmuş yapraklar sürünür. Gölgesiz dalların arasında sanki zavallı aldatanlarla aldananların görünmez hayalleri dolaşır... Fakat o gün, bu gamlı kubbe, birdenbire yıkıldı. Bir tufan boşandı. Sırsıklam oldum. Yağmurun altında Sermet'in halasının oturduğu köşke kendimi dar attım. Kapıdan girince halime gülen hizmetçi kız, evde küçük hanımdan başka kimse olmadığım söyledi.

— Ey, büyük hanımefendi?
— Bu sabah erkenden gitti.
— Nihat Bey?
— Galiba kulüpte.
— Şu yağmur geçinceye kadar oturacağım. Küçük hanıma haber verme. Rahatsız olmasın, dedim.

Pardösümü çıkardım. Mendilimle üstümü başımı sildim. Soldaki salona girdim. Çılgın yağmur, pancurları, camları tokatlıyor, fasılalı ıslıklarla acı bir fırtına gürültüsü koparıyordu. Ben tabiatın bu münasebetsiz hiddetini dinlerken kapı açıldı. Başımı çevirdim. Sütûde'nin girdiğini gördüm. Bence İstanbul'un en güzel kızı odur! Siyah, iri, parlak gözler... Gür siyah saçlar... Sonra inanılmaz derecede saf bir beyazlık! Mukaddes bir rüya beyazlığı! Acaba on altı yaşında var mıydı? Zannetmiyorum. Fakat yirmi yaşında sanılacak kadar olgun bir vücut... Bir göğüs ki... Bir boyun ki...

— Neye benden kaçıyorsunuz? Dedi.

Kalktım. Uzattığı bembeyaz elini sıktım. Sıcacıktı. Ta gözlerimin içine bakıyordu. Arkasında beyaz bir bluz vardı. Kısa, siyah etekliğinin altından gözüken bacaklarının, o insanı heyecandan titreten bedii (eşsiz güzellikte olan) şekline baktım. Kurşuni podösüet iskarpinleri, ince ipek çoraplarıyla öyle muharrik (kışkırtıcı) öyle füsunlu bir ahenk hâsıl ediyordu ki... Sanki "şiir" mefhumunun mücessem (cisimlenmiş) bir manasıydı.

— ... Geldiğinizi niye ben duymayayım?
— Rahatsız etmek istemedim.
— Beni mi?
— Sizi.

Diye nazik bir cümleye başlayacaktım. Birdenbire tavrımdan sıkıldım. Elimde büyüyen, birkaç sene evvel denizde kucağıma alarak yüzme öğrettiğim çocuğun karşısında küçülüyor muydum? Vâkıâ işte o büyümüş, koca bir kız olmuştu. Fakat ben, ağabeysinin ağabeyisi... Belki kendimi sıksam, babası da olabilirdim. Teklifsizce güldüm:

— Kızımı rahatsız etmek ister miyim ya...
— Kızınız kim?
— Sen...

Çılgın bir kahkaha attı:

— Ben mi?
— .....
— Ben ha...
— .....

Sol elini kalçasına koymuş, şuh bir şımarıklıkla gülüyordu. Koltuğun birisine oturdu. Sade esvabı onu daha ziyade güzelleştirmişti. Gülümsüyor, ne diyeceğimi kestiremiyordum.

— Siz hakikaten tuhaf bir adamsınız! dedi. Beğendiğiniz kadınlara mı, yoksa beğenmediklerinize mi, böyle büyükbaba tavrı takınırsınız?

— .....

Cevap vermediğimi görünce birdenbire ciddileşti. Yüzünü bir heykel sükûtu kapladı. Büyük gözlerini yumdu. Keskin bir bakışla beni bir süzdü. İçimden: "Rol, rol, isterik rolleri!" diyordum.

— Kaç yaşındasınız?
— Herhalde Sütûde'ciğim, senden yirmi yaş büyük.
— Onun için mi bana "kızım!" diyorsunuz?
— Hakkım yok mu?

...Karşısına oturdum. Onu küçükken nasıl sinemaya götürdüğümü, orada nasıl dizime başını koyarak uyuduğunu hatırlattım. İşitmiyor gibi dinliyordu.

Yavaş yavaş renginin solduğunu, dudaklarının titrediğini görüyordum. Acaba hasta mıydı? Gevezeliğime, şakalarıma devam edemedim.

— Ne var Sütûde?
— Hiç! Dedi.

Sonra gözlerini önüne indirdi:

— Ben sizi ne vakitten beridir yalnız görmek isterdim.

Niye beni yalnız görmek istediğini bilmem niçin soramadım. Şaşaladım. Hafifleyen yağmurun camlardaki sızışlarına bakmaya başladım. Ne kadar böyle durduk, hatırlayamıyorum. Birdenbire onun hıçkırdığını işittim. Kolunu oturduğu koltuğun yanına dayamış, başını ellerinin içine almış, ağlıyordu. Dolgun omuzları, siyah parlak saçları, bir zambak gibi beyaz, nefis elleri hıçkırdıkça sarsılıyordu. Bir sinir buhranı mıydı? Dört beş ay vardı evlerine gelmemiştim. Bu esnada, Sermet'in spor arkadaşı Tevfik Çesban tarafından Sütûde'nin, istenildiğini, sonra reddolunduğunu duymuştum. Gizli bir aşk faciası mı vardı? Çesban çok güzel, çok yakışıklı, çok zengin bir gençti. Sütûde'yi alamadığı için Ada'dan kaçmış, Beykoz'un halî(tenha) tepelerinde bir eve kapanmıştı. İstanbul'a hiç inmiyor, memleketi bütün bütün terketmek için yolların açılmasını beklediği söyleniyordu. Ayağa kalktım. Elimle omuzunu okşadım:

— Ne var Sütûde, niye ağlıyorsun?

Hıçkırarak, yaşlı gözlerini kaldırdı. Bakışında sanki bir alev, siyah bir alev vardı.

— Ben, seni seviyorum! Dedi.
— Beni mi?
— Seni.

Birdenbire yüreğim hop etti. Ben, bu yeni kızlardan bir ejderhadan ziyade ürkerim. Korktuğumu belli etmemek için güldüm:

— Sen deli olmuşsun! Dedim.

Gayri ihtiyarî geri çekildim. Kanepenin ucuna büzüldüm. Kapıya baktım.

— Vallahi, billahi seni seviyorum. Hem üç seneden beri. Eğer beni almazsan, vallahi, billahi kendimi öldürürüm.

— Sen deli olmuşsun, sen deli olmuşsun...

Diye gülüyordum. Kalkıp kaçmak aklıma geldi. Zavallı kızın zihninde bir bozukluk mu vardı? Gözlerini bana dikmiş, garip bir ısrarla bakıyordu. Doğruldu. O bakışla beni bir tesir altına almak istiyor gibi yürüdü. Ta yanıma geldi. Oturdu. Kucağımda büyüyen bu kızın ağzından benim vaziyetimdeki, benim yaşımdaki bir adama karşı –bir romanda okusam hayal olduğuna bile inanmayacağım– tuhaf şeyler çıkıyordu. Dizlerime kapandı. Ellerimi tuttu. Çektim, eğildi, ayaklarımı öpmeye çalışıyordu. Kaldırmaya uğraştım. Ağlıyor, hıçkırıyor, "Allah aşkına, beni reddetme, beni kovma, senin esirin olacağım!" diyordu. Fakat niçin? Fakat niçin? Ne genç, ne güzel, ne zengindim. İsterik bir çocuğun elinde oyuncak olmak hiç işime gelmezdi. Gülmeyi bıraktım. Gayet ağır bir sesle:

— Ciddi olalım, Sütûde, dedim, seni kendine hürmete davet ederim.

Kollarından tuttum. Kaldırdım. Yanıma oturttum. Gözlerinden hâlâ yaşlar akıyordu. Sordum:

— Çesban'a niye varmadın?
— Ondan nefret ederim.
— O genç!
— Evet.
— O zengin!
— Evet.
— O güzel!
— Evet.
— O çok güzel. Tam sana lâyık! Senin kadar güzel. Yüzünü ekşitti. Tekrar:
— Ben ondan nefret ederim, dedi.
— Niçin?
— Evvela güzel olduğu için.
— Sonra? 
—Genç olduğu için.

. . . . . .

Çesban'ın hayali gözümün önüne geldi. Kuvvetli, yakışıklı, âdeta eski Yunan heykellerinin canlı bir numunesiydi. İnce, kumral kaşlarının altında iri elâ gözleri necip bir sükût ile bakar, çehresinde herkesi hürmete mecbur eden asil bir vakar parlardı. Eğer birleşselerdi, Sütûde'yle ne bedii bir ahenk teşkil edeceklerdi. Hâlbuki İstanbul'un bu en güzel kızı gençlik gibi güzellikten de tiksiniyordu. "Güzellik kadınlar içindir. Güzellik erkeklerde iğrenç bir çirkinliktir" diyordu. Münakaşamız epeyce uzun sürdü. Ben arada, beklenmedik izdivaç tekliflerine maruz kaldıkça, tekrarladığım ezelî yalanıma, onu da inandırdım. Sıhhatim, rengim, afiyetim ciddi değildi. Âdeta hepsi bendeki hastalığın zahirî maskeleriydi. Asabım bozuktu. Dimağımdan mustariptim. Sözde doktorlar bana alkolle, yorgunlukla, meşguliyetle beraber aşkı da katiyyen menediyorlar, "kadın senin için zehirli bir hançerdir!" diyorlardı. Bu yalanları o kadar sahih(doğru) gibi söylüyor, o kadar ciddi tafsilat(ayrıntı) veriyordum ki, Sütûde bana acımaya başladı. Aşkı birdenbire merhamet oldu.

— Evet, her şeyden mahrum. Tıpkı bir mefluç (felçli) gibi.
— Ne yazık, ne yazık... Diyordu.

Ben tehlikeyi kolayca savdığım için seviniyor, bu sevinçle beyaz, nefis ellerini tutuyor, öpüyordum. Bu eller, Yarabbi... Bu vücut, bu taşan, bu galeyan eden güzellik... Kim bilir buna sahip olan ne kadar mesut olacaktı. Çesban'ın meyus olmakta çok hakkı vardı. Bu kız sevildikten sonra mümkün değil unutulamazdı.

Yağmur iyice dindiği için müsaadesini istedim.

— Gece kalsanıza... Ağabeyim şimdi gelir. Annem de gelecek.
— Bir işim var. Bu akşam mutlaka İstanbul'da bulunmalıyım.
— Ne vakit sizi bekleyeyim?
— Mademki burada bana acıyan müşfik bir kalp buldum. Her vakit sizi ziyaret edeceğim. Sütûde'ciğim. Her vakit...

Eflatunî denemeyecek bir derâguş(kucaklaşma) içinde kalktık... O an bilmem, nasıl münasebetsiz, nasıl uğursuz, nasıl şenî(kötü) bir fikir dimağımı doldurdu.

— Hakikaten güzellik, çirkinlik hakkındaki düşüncen doğru mu Sütûde? Diye sordum.
— Evet, dedi.
— Yalan.
— Vallahi sahih.
— O halde hakikaten fikrinde samimî isen, senin için ideal bir âşık var, dedim.
— Kim?
— Son derece çirkin!
— Oh.
— Hatta topal!
— Oh.
— Hem yaşlı. Benden çok büyük.
— Oh kim?.. Kim?..
— Çirkinler kralı!

İri, siyah gözleri birdenbire bulutlandı. Öyle durdu. Çirkinler kralı şüphesiz gözünün önüne gelmişti. Ada'da her sene en güzel kadına "kraliçe" unvanı vermek âdetti. Kraliçe, her sene değişir, eskisi unutulmazsa bile ikinci derecede kalırdı. Buna mukabil erkeklerin arasında da bir "çirkinlik kralı" intihap(seçme) olunur. Ali Bey, on senedir bu unvanı muhafaza etmişti. On sene içinde Ada'ya kendinden çirkin bir adam gelmedi. Onun için meşhurdu. Uzvî çirkinliği, ahlâkının berbatlığı yanında mücessem bir kutsiyet gibi pak kalırdı. Son derece sarhoş, politikacı, kavgacı, mütecaviz, dedikoducu, pis bir herifti. Mütemadiyen karı alıp boşuyordu. Bütün hayatı hizmetçi kızlarla, balıkçı kızlanrıyla geçiyordu. Yüzü... Kılları tıraş edilmiş bir orangutan surat! Anlatamam, anlatamam. Çürük dişlerinin, kocaman korkunç ağzında öyle çirkin bir sırıtışı vardı ki... Bana soğuk ürpermeler verirdi. Küçükken çektiği kemik hastalığından sağ bacağı beş santimetre kadar kısa kalmıştı. Uzun, zayıf kollarını sallayarak otuz beş derecelik bir zaviye ile dört tarafa yalpa vurarak yürürken, onu gören çocuklar, korkularından bağırırlardı. Hâsılı bu bir insan değil, bir alâmet, bir rezaletti. Tabiatın bir rezaleti, tabiatın bir küfrüydü. Sütûde, derin bir hülyaya dalmış gibi birdenbire sustu. Veda ettim. Onu öyle bıraktım, çıktım. Çamurlu sokaklardan inerken o kadar hafiflemiştim ki... Kollarımı kanat gibi oynatsam, doğru iskelenin üzerine uçabileceğim sanıyordum.

Geçen yaz...

..... Sütûde'nin çirkinler kralıyle muaşakası (aşk yaşaması) herkesi şaşırttı. Kimse inanamıyordu. Fakat iş birdenbire ciddileşti. Bu güzel, bu emsalsiz kız, o gudubet (yüzüne bakılmayacak kadar çirkin ), o bitkin, o iğrenç herifin, kovulmuş yedi karıdan arta kalmış, pis yatağına kaçtı. Ne akrabalarının mümanaatini (engelleme) ne ailesinin reddini dinledi. Zavallı güzel Çesban da ümitsiz kalınca yaşayamadı. Bu şenî izdivacın ertesi günü, kendini öldürdü. Bana gelince... Tuhaf bir ıstırap içinde üzülüyordum. Çirkinler kralıyle Sütûde'nin birbirlerine sarılmış, dudak dudağa hayalleri zihnimi dolduruyor. İğrenç çirkinliğinin ilâhi güzellikle kaynaşması, ruhumda bir gazap isyan ettiriyor. Şair Fâzıl, "aş"ı, hodgâm(bencil)tabiat tarafından –cinsimizin temadi(sürüp gitme)si için– bize insafsızca oynanılmış bir "dek"(hile) telâkki eder. Der ki:

Bu vücudun heves-i Leylâsı,
O vücudun sebeb-i eşfası...

Acaba şuh gençlerin hasta ihtiyarları, en güzellerin en çirkinleri böyle delice sevmelerinde de bu ahlâksız, bu menfaatperest tabiatın gizli bir hilesi, gizli bir kârı mı var?

İşte, şimdi ben bunu düşünüyorum...

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Çakmak


Hikayenin Adı : Çakmak

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

— Ulan İboş, sen be?!..
— Vay Mıstık sen ha?...
— Ben ya...

İki hemşeri hemen kucaklaştılar. Makedonya'dan çıktıkları günden beri görüşmemişlerdi. Şimdi bu ücra Anadolu kasabacığının dışarısında, bu inleyerek akan çakıllı dereciğin başında, böyle karşı karşıya gelmek... Onlar için umulmadık bir saadet oldu! Hayretle karışan sevinçleri pek samimiydi. Terkettikleri eski vatanlarında ikisi de sürücülük yapardı. Senenin her mevsimine göre ayrı bir ticaretleri vardı. Sonbaharda Sırbistan'a geçerler; at, katır, eşek alırlar... Kış gelince cambazlığı bırakarak Bulgaristan'dan zahire taşırlardı. Vâkıâ hiç ortaklık etmemişlerdi. Ama gayet iyi tanışırlardı. Birbirlerinin hakkında nihayetsiz bir itimat beslerlerdi. Mıstık kirli sarı yüzünde gayet temiz birer canlı mücevher gibi mavi mavi parlayan küçük gözlerini oynatarak sordu:

— Ne yapıyorsun bakalım?
— Hiç...
— Burada ne yapıyorsun?
— Hiç. Geçiyorum. Ey sen?
— Ben de.
— Nereye gidiyorsun?
— Daha belli değil. Sen nereye?
— Benim de belli değil.
— Ne vakitten beri buradasın?
— Bir ay var...
— Ben de aşağı yukarı bir aydır buralardayım...

İkisi de henüz gençtiler. Çolukları çocukları yoktu. Sermayeleri, sırtlarındaki iplerle bellerindeki kuşakları idi. Anadolu'da şehir, kasaba, köy beğenmiyorlardı. Çiftçi olmadıkları için çarşıya ehemmiyet vermiyorlardı. Aradıkları kalabalık bir ticaret yeriydi! Yüzde üçyüz kâr bırakacak bir ticaret yeri...

İboş:

— Gözünü sevdiğim Rumeli'si... dedi. Nerede o günler?

Mıstık başını salladı:

— Nerede!... Eski çamlar bardak oldu. İşin yoksa burda on kuruş gündelikle eşek gibi çalış...

— ....

Derenin kenarı düz bir çimenlikti. İhtiyar söğüt ağacı alaca gözlerini sudaki aksine karıştırıyor, etraftaki nihayetsiz tarlalar, tenhalıklarıyla zümrüt, kumlu bir çölü andırıyordu.

— Çökelim şuraya, be can!..
— Çökelim be!...

Çimenlerin üstüne bağdaş kurdular. Mıstık hazin hazin akan dereye bakarak:

— Ah, nerede bizim Mesta?

Dedi. Sonra, Anadolu sularının midesine dokunduğunu, sıtma yaptığını anlatmaya başladı. Kara kaşlı, kara gözlü, tıknaz insan esvabı giymiş bir öküz kadar kuvvetli İboş, hep sıska arkadaşını tasdik ediyor, yanaklarından kan damlarken Anadolu'ya geldi geleli hastalıktan baş kaldıramadığını söylüyordu. Sulardan sonra sırasıyla, havadan, yollardan, şimendiferlerden, dağlardan, hanlardan, jandarmalardan bahsettiler. İboş büyük kırmızı kuşağından meşin bir kese çekti. Dar poturunun yamanmış bir yırtığa benzeyen cebinden nikel bir çakmak çıkardı. Kirden rengi belli olmayan bu keseyi Mıstık'a uzattı:

— Yap bakalım bir cigara...

Mıstık keseyi daha açmadan; zayıf, traşı uzamış pis suratını fena halde ekşiterek:

— Tütün değil, mübarek tezek!

Dedi.

— Ah, bizim tütünler!
— Dilber saçı sanırdın...
— Tutam tutam sırmaydı...

. . . . .

Cigaralarını sardılar. Anadolu tütünlerinin, rejinin, kaçaklarının aleyhinde küfürler savurarak içmeye başladılar. Her şeyden ziyâde Anadolu'nun ahlâkından, hilekârlığından, geçimsizliğinden şikayet ediyorlardı. Mıstık:

— Tövbe, tövbe! dedi. Hele yalan yere yemin etmeleri...
— Evet, bu en fena tabiatları...
— Bir gün yer yarılacak, vallahi hepsi batacak.
— Batacak!..

Tutulacak işleri, hükümetin himayesini, muhacirlik imtiyazlarını konuştular... Belki bir saatten ziyâde... Beğendikleri tütünden, birbiri arkasına onar cigara içmişlerdi. Kalkarlarken tütün kesesini kuşağına sokan İboş arandı, tarandı. Eğildi, üstünde oturdukları çimenleri elleriyle yokladı. Doğruldu. Kaşlarını çattı. Yumruklarını böğrüne dayadı. Çok kirpikli gözlerini süzdü. Mıstık'a baktı:

— ......
— Ver, diyorum.
— Ne istiyorsun?
— Bilmiyor musun?
— Yoook!..
— Çakmağı ver diyorum.
— Hangi çakmağı ver diyorsun?
— Ulan, inkar mı ediyorsun?
— Neyi be?
— ....

İboş dişlerini sıktı. Açılan yumrukları titremeye başladı. Bu, âdeta insanı eşek yerine koymaktı! Sakin bir tatlılıkla sordu:

— Biz burada otururken yanımıza kimse geldi mi?
— Hayır.
— Ben tütün kesesiyle beraber bir çakmak çıkardım mı?
— Çıkardın.
— Cigaralarımızı çakmakla yakmadık mı?
— Yaktık.
— Buradan kalkıp bir yere gittik mi?
— Hayır.
— Öyleyse çakmak nerede?
— Ben ne bileyim?
— Sen aldın...
— Hâşâ!..

İboş, üstünü, başını, yerleri, çimenlerin arasını dikkatle, tekrar aradı. Çakmağı Mıstık'ın çaldığından artık hiç şüphesi kalmadı. Bunun hemşeriliğe yanaşmayacağını söyledi. Yalvardı, yakardı. Mıstık: "Hâşâ!... Kabul etmem vallahi!.." diye birbiri arkasına yeminleri basıyor, arkadaşının bu ithamını ağır bir hakaret sayarak kabarıyor, kavga çıkarmaya kalkıyordu. İboş'un eski memleketinde tuhaf bir şöhreti vardı. Ona "Bir pire için yorgan yakan" derlerdi. En ufacık hakkını bile kimsede bırakmazdı. Hatta bir defa eşyasını taşıdığı bir savcı bozukluğu olmadığı için sürücü ücretinden iki kuruşcuğunu eksik vermişti. Bu iki kuruşu bırakmamak inadıyla İboş o vaktin genel müfettişliğine, İçişleri bakanlığına, vilayete tam beşyüz kuruşluk şikayet telgrafı çekmişti.

Bu vaka bütün Rumeli'nce meşhurdu.

— Sen beni bilirsin Mıstık, dedi. Ben kimsede bir şeyimi bırakmam. Ver şu çakmağı...
— Almadım vallahi!
— Ey, sen almadın, ben de almadım; ecinniler mi gelip aldı?
— Bilmem.
— Ben senden bu çakmağı çıkarırım.
— Anlamadım ki, ne çıkaracaksın...

İboş, mahkemeye müracaatla dava edeceğini söyledi. Hiddetle kasabaya doğru giden yola çıktı. Halbuki Mıstık çakmağı çalmıştı.

İçinden: "Görmeden aldım. Şahit yok, sepet yok. Bir yemin değil mi? Ederim." dedi. Dışından —bir dakika evvel o kadar tatlı tatlı muhabbet ettiği arkadaşına— acı acı haykırdı:

— Haydi beraber gidelim, ben de senden namus davası edeceğim!
— Haydi gel!..

Etrafı derin hendeklerle çevrilmiş tozlu yoldan yanyana yürümeye başladılar, ama iki şaşı göz gibi biri sağa, biri sola bakıyordu.

Yarım saat sonra, hükümet konağındaki küçük mahkeme salonunda idiler. Alt kattan azgın zaptiye beygirlerinin kişnediği tepindiği işitiliyor, açık pencerelerden birbirlerini öldürmek için kovalıyorlar sanılan kırlangıçlar gidiyorlar, siyah tahtalı eski tavanın çatlaklarında çamurdan delikleri andıran yuvalarına konuyorlardı.

Ak sakallı hâkim enfiyesini çekerek bu iki yabancının davasını dikkatle dinledi.

İboş'a sordu:

— Bu adamın çakmağını aldığına şahidin var mı?
— Yok.
— Sen de, çalmadım, diyorsun...
— Evet. Hem de namus davası ediyorum. Bana hırsız demek istiyor. Ben bunu kabul etmem.
— O başka mesele.. Şimdi sen çalmadığına yemin edeceksin. Eder misin?
— Ederim.
— Öyleyse, evvela senin istediğin dava görülmüş olur. Yani hırsız olmadığın meydana çıkar. Namusun temizlenir.
— Pekala!

Gayet soluk, lekeli bir yeşil çuha örtülmüş kürsüye yaklaşan Mıstık yine yeşil bir bohçaya sarılı kitaba elini bütün kuvvetiyle bastı, çakmağı almadığına yeminler savurdu. O anda onun kazandığı davayı İboş kaybetti. Tam dışarı çıkarken sevinen Mıstık'a, hâkim:

— Oğlum, sen on kuruş vereceksin, dedi.

Mıstık ağzıyla gözlerini açtı:

— Niçin! Ben davayı kazanmadım mı?
— Kazandın.
— Çakmağı benim almadığım meydana çıkmadı mı?
— Çıktı.
— Öyleyse ne parası istiyorsun?
— Evvela senin davan görüldü. Mahkeme parası...
— !...

Mıstık vurulmuş gibi durdu. Önüne baktı. Ağzını yüzünü buruşturarak düşündü. Sonra İboş'a döndü. Yavaş yavaş elini koynuna soktu.

— !
— ?
— Altmış paralık şey için on kuruş veremem! Al malını, uğursuz...

Diye biraz evvel katiyen çalmadığı tahakkuk eden çakmağı arkadaşının suratına fırlattı!

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Büyücü


Hikayenin Adı : Büyücü

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Büyük Selahaddin, kendisinden aman dileyen Kudüs'ü aldıktan sonra hiç durmamıştı. Şam'da "Biraz dinlenelim!" istirhamında bulunan askerine,

— Ömür kısadır. Ecelden emin değiliz! cevabını verdi.

Yayından çıkmış bir alev ok şiddetiyle yabancı Avrupalıların haksız yere sahiplendikleri kasabalar üzerine atılıyor, müthiş nekkaplarıyla deldiği kaleleri hemen zaptediyordu. Kurtularak Sur kalesine kapağı atan halk düşmanı mutaassıpların adedi Avrupa'dan gelen imdatlarla çoğalıyor, milyonlara varıyordu. Ama artık İslamın yüzü gülmüştü. Yıllarca süren zulümlerin intikamı alınacaktı. Şam, her gün yeni bir fetih haberiyle seviniyor, camiler şenleniyor, Allah'a şükretmeye koşan halkı mâbedler almıyordu. O vakit bu şehir, fasılalı fakat mütarekesiz din muharebeleri yüzünden âdeta bir Türk ordugâhına dönmüştü. Sıkışan halifelerin, ürkmüş emîrlerin seyrek saflarını doldurmak için Turan'dan taşan "bahadırlar tufanı" sanki burada birikmiş, karar kılmıştı. Doğu tarafında kocaman bir Türk mahallesi vardı. Kılıçla, kalkanla, tolgayla, eyersiz atlar üzerinde gelenlerin çocukları Arapça öğrenip medreselerde âlim oluyorlar, medeni bir zevk içinde, şiir, edebiyat, ticaret sahasında yaşıyorlardı. Doğan Bey de bunlardan biriydi. Babası, Alp Arslan'ın en eski kumandanlarındandı. Üç küçük kardeşini yirmi senedir görmemişti. Biri Kızıl Arslan'ın, biri Pehlivanoğlu Özbek'in, biri de Harzemşah Döğüş'ün ordusunda idi. Kendisi hiçbir orduya girmemiş, gençliğini medresede geçirmiş, Dımışk'tan hiç ayrılmamıştı. Etrafı yüksek duvarlarla çevrili büyük bir bahçenin ortasındaki harap evinde yalnız oturuyordu. Çoluk çocuğa karışmamış, kitaplarının üstünde ihtiyarlamıştı. İhtiyar bir hizmetçisi vardı. Yiyeceğini, içeceğini çarşıdan o taşırdı. Kendi dışarıya hiç çıkmaz, kimseyle görüşmez, kimseyle tanışmazdı. Ama, bütün mahalle, hatta bütün şehir halkı yine onunla meşguldü:

— Ne yapıyor?
— Herhalde ibadet değil!
— Gemilerde görünmez.
— Niçin dışarı çıkmaz?
— Evine kimseyi sokmuyor. Niçin?
— Yapayalnız ne yapıyor?
— .. Ne yapacak acaba? diyorlardı.

Meraklarında biraz haklıydılar. Çok defa sakin, beyaz duvarların arkasından yerleri sarsan patlamalar duyulurdu. Çocuklar, kadınlar, gençler sokakta küme küme dururlar, sık fıstık ağaçlarının tepelerinden havaya tüten kırmızı, sincabî, mor, yeşil dumanları korka korka seyrederlerdi. Halkın telkininden kurtulamayan ulemalar da hiç yüzünü görmedikleri bu münzeviye fahri bir garez bağlamışlardı. "Katlinin vacip olduğundan" dem vuruyorlardı. Şehirde her felaketi onun uğursuzluğuna yormak âdetti. Kuraklığı, fırtınaları, yangınları, kavgaları, cinayetleri hep o... "Büyücü Doğan" yapıyordu. Ahalisiyle ülfet etmediği Dımışk'ın ruhunda, yıllar geçtikçe, Doğan, dayanılmaz bir elem olmuştu. Büyük küçük herkes ona levmediyor, lanetler yağdırıyordu. Yanılıp da bir gün dışarı çıksa, ihtimal üzerine atılıp parçalayacaklardı. En umulmaz zafer haberinin verdiği neşe bile, halka Büyücü Doğan'ı unutturamadı. Selahaddin geldiği zaman, Emeviye Camiinin önünde bütün Dımışk toplandı. o namazdan çıkarken,

— Ey Sultan! Bizi bu Büyücü Doğan'dan kurtar! diye bağrıştılar.

Selahaddin, hayatını cihatta geçirirdi. Yolu düştükçe uğradığı Şam'ın ahvalini iyice bilmezdi. Sarayına gelir gelmez yeğeni olan kaymakam Ferruhşah'ı huzuruna çağırdı:

— Halkın istemediği bu Doğan kim? diye sordu.

Baalbek Emîri Ferruhşah, vâkıa amcası kadar müthiş bir kahraman değildi. Ama, amcasından daha adildi. Şairlere birçok kasideler yazdıracak derecede şeci, cömert, kerim bir zattı. Mefkuresi hakla adaletti.

— Halka hiç ziyanı dokunmayan bir mûtekif! cevabını verdi.
— Sana şimdiye kadar şikâyet ettiler mi?
— Çok defa...
— Niçin adaleti yerine getirmedin?
— Getirdim.
— Ne ceza verdin?
— Ceza vermedim. Tahkikat yaptım. Anladım ki, bu Doğan'ın hiçbir zararı dokunmamış... Aradım, halk içinde "Bana şunu yaptı" diyen bir davacı çıkmadı.
— Öyleyse niçin yolumda "Bizi ondan kurtar!" diye bağırırlar?

Ferruhşah gülümsedi. Kaleler almasını, krallar esir etmesini, ordular dağıtmasını pek iyi bilen kahraman amcası halkın ruhuna yabancıydı.

— Sultanım, dedi, "Bizi ondan kurtar" diye bağırmaları, gördükleri bir zulümden, bir şerden değildir.
— Ya nedendir?
— Meraktandır.
— ..?
— Maksatları "Bizi meraktan kurtar!" demektir.
— Neyi merak ederler?
— ...

Ferruhşah, Doğan'ın yıllarca süren sessiz itikâfını, asaletini, gençken medresede kimya ilmiyle hendese ilmine çalıştığını, gayet derin bir âlim olduğunu, şimdi madde ile yanar cisimlerle uğraşıp bilinmeyen şeyler keşfine savaştığını amcasına uzun uzadıya anlattı. Halkın mahiyetini bilmediği şeye kin bağlaması tabii idi. Bu zavallı adam, kırk senedir, merak ettiği bir noktaya ömrünü hasretmişti. İşte onu anlamaya çabalıyordu. Başka bir kabahati yoktu. Fakat Selahaddin,

— Canına dokunmayalım. Buradan çekilip gitsin... kararını verdi.

Vâkıa o da büyüye, sihire inanmazdı. Ama, halkın istemediği bir adamı şehirde bırakmayı, siyasete muhalif görüyordu. En vâhibir şayiadan kan, kavga, nizâ çıkabilirdi. Ferruhşah, o gün adamlarını ihtiyar Doğan'a gönderdi. Sultanın emrini tebliğ etti. Ertesi sabah, evinin önüne toplanan halk, büyük kapının açıldığını, yedeklerinde birer deve çeken iki ihtiyarın çıktığını gördü. Öndeki beyaz sakallı, kısa boylu, mavi gözlü adam Büyücü Doğan'dı. Birçok kişi ilk defa olarak görüyordu. Arkadaki, kambur hizmetçisi... Onu zaten tanıyorlardı. Savrulan küfürleri, lanetleri duymuyor gibi ikisi de yere bakarak yürüyorlardı. Çöle çıkan caddeden gittiler. Açık kapıdan halk bahçeye üşüştü. Bağırarak evin her tarafını aradılar. Fıçı fıçı neftlerden, şişe şişe renkli sulardan, türlü türlü tozlardan, ne olduğunu anlayamadıkları birtakım cetvellerden, pergellerden, hendese aletlerinden başka bir şey bulamadılar. Hepsini kırdılar, kopardılar, döktüler, dağıttılar, yıktılar. Bir hafta geçmeden Büyücü Doğan unutuldu. Yıllarca onunla korkunç bir kabus, meşum bir birsâm gibi uğraşan Dımışk'ın mustarip ruhu sanki birdenbire rahatladı!

Ramazanda, ordusu ile Şam'dan çıkan Selahaddin, birkaç hafta sonra Safad'la Kevkeb'i de aman vererek aldı. Oranın ahalisini de Sur'a gönderdi. Beş altı sene içinde Irak'ta, Suriye'de hükmü altına girmeyen bir kale yoktu. Ötede beride kalan mutaassıp güruhu aman istiyor, teslim oluyorlardı. İslamın bu parlak galebelerinden kederlenen Papa'nın yüreğine inmişti. Mukaddes Roma-Cermen İmparatoru ile, Fransız kralı Filip, İngiliz Kralı Rişar... sonra Avrupa'nın bütün namdâr şövalyeleri haç alametleri taktılar. Filip'le Rişar, deniz yolu ile geleceklerdi. Sur, Avrupa'dan hıncahınç gelen imdatlarla o kadar doldu ki... kale bu kalabalığı almadı. Siyah bayraklı hadsiz hesapsız bir ordu Akkâ'ya doğru taştı, fışkırdı. Selahaddin, bu kara tufanın önüne yıkılmaz bir çelik kaya gibi çıktı. Bu kudurmuş canlı dalgaları kırdı. Sahrayı kırmızı, sakin bir denize çevirdi. Evet, birkaç saat içinde düşmanın on bin tanesini öldürdü. Geri kalanları esir etti. Ölüleri nehre attılar. Zira gömmek imkanı yoktu. Her taraf ceset dolmuştu. Nihayetsiz leş yığınlarının kötü kokusu havayı bozdu. Şanlı galip hastalandı. Kulunç illeti onu kımıldanamaz bir ıstırap yumağı haline soktu. Hekimler ölüm nehriyle kaplanmış bu er meydanının hemen terkine lüzum gösterdiler. Selahaddin, Akkâ'daki askerine: "Ben hastalandım, iyi olmak için buradan uzaklaşmaya mecburum. Siz sebat ediniz. Korkmayınız. Yine geleceğim." haberini gönderdi. Dünyayı titreten bu kahraman, sedye içinde kıvrana kıvrana Harube'ye gitti. Meydanı boş bulan mutaassıp Haçlılar, Akkâ'yı bütün kuvvetleriyle karadan, denizden sardılar.

Bütün kış muharebe ile geçti...

Mukaddes Roma-Cermen İmparatorunun, ordusu ile Suriye'ye yaklaştığı söyleniyordu. Yaz gelince kulunçları geçen Selahaddin, yatağından kalktı. Atına bindi. Bir dakika durmadı. Cihada koştu. Yine eskisi gibi ordusunu "Tel Kisan" da kurdu. Akk'acirc;'yı saran hesapsız kuvvete her gün hücuma başladı. Haçlılar fütur getirmiyorlardı. Her tarafa istihkâmlar kazmışlar, muhasara ordusundan başka, arkalarını vuran Selahaddin'e karşı da iki büyük ordu kurmuşlardı.

Artık Akkâ'yı kurtarabilmek ümidi sönüyor gibiydi.

Frenkler, deniz yolu ile birçok kavi keresteler getirmişler; kalenin üç köşesine altmış arşın yüksekliğinde, beşer tabakalı üç büyük burç kurmuşlardı. Burçların her tabakasında asker vardı. Gece gündüz kalenin siperlerine ok, ateş yağdırıyorlar, büyük hendekleri dolduruyorlardı. Selahaddin, atıyla muharip saflarının arkasındaki küçük tepeciklerde geziniyor, kalenin etrafında yükselen bu büyük burçlara bakarak dişlerini gıcırdatıyor,

— Ah gitti, ah gitti... diyordu.

Vaâkıa içeriden bu burçların üstüne neft, paçavra filan atıyorlardı. Fakat, hiçbirisi tutuşmuyordu. Selahaddin, şahin gözleriyle kalenin müdafaadaki hareketini görüyor. "Acaba bu tahtalar niçin yanmıyor?" diye düşünüyordu. Bu merakını, o gün tutulan bir esir halletti: "Frenk mühendisleri kulelerin ahşap kısımlarını derilerle kaplamışlar, üstüne sirke, çamur, sonra birtakım yanmaz eczalar sıvamışlardı." Küçük, büyük, harple, amanla şimdiye kadar elli kale alan bu kahraman, sevgili Akkâ'sının can çekişmesine dayanamıyor, geceli gündüzlü, az kuvvetleriyle bu çok düşmana saldırıyordu. Artık iki taraf da fütur getirmek üzereydi. Hırsından kıvranan Selahaddin, bir sabah burçların birisinin tutuştuğunu gördü. Gözlerine inanamadı. Atının üstünde doğruldu. Sağ elini gözlerine siper yaptı. Dikkatle baktı. Arkasındaki muhariplere sordu:

— Tutuşuyor, değil mi?
— Evet...
— Birdenbire?

Alev içinde kalan burçtan müthiş bir vâveyla yükseliyordu. Her tarafı birden ateş sarmıştı. Dördüncü, beşinci tabakadan siyah noktalar yerlere atlıyordu. Diğer iki burçtaki askerler de bağırarak kaçışıyorlardı. Yarım saat geçmedi, bunlar da ateş aldı. Selahaddin hemen kat'î hücum emrini verdi. Ansızın iki ateş arasında ürken düşmanlar, mücahitlerin keskin kılıçları altında kırıla kırıla kaçtılar.

Selahaddin, kıymetli kalesine girmedi. Altındaki kemikleri görünen naaşlarla hâlâ cızırdayarak, fena bir koku çıkararak yanan yıkık burçların kömürleşmiş direkleri önünde atının dizginini kastı. Ordunun bir kısmı kaçıp kurtulanların arkasından gitmişti. Yaralılar toplanıyor, esirler bağlanıyordu. Huzurunda bugünkü muzafferiyetten sevinen yorgun kale kumandanına,

— Bu kuleleri biz yanmaz biliyorduk. Nasıl yaktınız? Diye sordu.

— Evvela yakamadık sultanım! Melunlar sirkeyle, çamurla her tarafını sıvamışlardı. Kale içinde bir ihtiyar garip çıktı: "Bana istediğimi veriniz, bu burçları yakayım" dedi. Ne istedi ise verdim; neft, kireç, pamuk, kil... Bir ay içinde üç bin tane humbara döktü. On beş gün de çalıştı, yedi oluklu, hiç görülmemiş bir mancınık yaptı. Bu sabah "Artık işim bitti. İsterseniz yakayım" dedi. "Haydi yak" dedim. Yaktı.

Selahaddin merakla,

— Nasıl yaktı? diye tekrar sordu.

— Burcun en dolusuna, bir anda, yaptığı tuhaf mancınıkla humbaralar yağdırmaya başladı. Her tarafı evvela mor bir alev kapladı. İçindekiler de tutuştu. Öbür burçlardaki düşman, korkusundan kaçmaya başladı. Biz de kapıları açtık. Arkalarına düştük.

— Şimdi bu ihtiyar nerede?
— İçerde.
— Ne yapıyor?
— Kendine minnettar kalan ahalinin elleri üzerinde geziyor.
— Sen ne mükafat verdin?
— Mükafat kabul etmiyor. Ne verdimse reddetti.
— Çabuk buraya getirt. Ben onu memnun etmek isterim.
— Baş üstüne sultanım...

. . . . . .

Al maşlahlı genç kumandan hızla uzaklaştı. Adamlarını kaleye koşturdu. Selahaddin evvelki kanlı boğuşmalara saha olan meydana bakıyor, direklerin arasında yanan cesetlerin keskin kokularından tiksiniyor, vücudunun her tarafında yine müthiş kulunç ağrıları duyar gibi oluyordu. Yarın, şüphesiz hava yine bozulacak, orduda hastalık başlayacaktı. Askerlerine, bütün ölüleri arabalarla denize taşıyıp atmalarını emretti. Liman da mutaassıpların elinden alınmış, Mısır'dan donanma tam vaktinde yetişmişti. Kalenin kapısından zafer, sevinç, şevk naraları savuran bir kalabalık çıktı. Selahaddin başını çevirdi. Elleri üstünde beyaz sakallı, küçük bir ihtiyar gördü. Akkâ'nın minnettar ahalisi, kendilerini ölümden, esirlikten kurtaran muhterem vücudu başlarında taşıyorlardı.

— Ya Sultan! İşte bizi kurtaran! diye bağrışarak yaklaştılar.

Üstü başı perişan, siyah başlıklı, beli bükük bir ihtiyar... Yere ayaklarını basınca biraz doğruldu. Çok sıkılmış olduğu yüzünden belliydi. Sultanın arkasından, atlılar arasındaki Şamlılar bir ağızdan,

— Büyücü!
— Büyücü Doğan!
— Büyücü Doğan bu! diye haykırıştılar.

Sonra, ansızın çöken derin bir sessizlik, bu hayreti daha beter ağırlaştırdı. Selahaddin, atından atladı, ihtiyara doğru birkaç adım attı.

— Doğan! Sana bir deve, yüzbin dinar, hem de bütün Kerk malikânelerini ihsan ettim. Daha ne istersen söyle... Emirlik, hâkimlik, ne istersen...dedi.

— Ben bir şey istemem.

. . . . . . .

Sultan kalın kaşlarını çattı, başını salladı:

— Hizmetin büyüktür! Sen burçları yakmasaydın Akkâ mutaassıpların eline düşecekti. Akkâ düşünce, biz İslamlar Suriye'de tutunamayacaktık. Kudüs'ü bile bırakıp çöle çekilmeye mecbur olacaktık. Sen hepimizi bu felaketten kurtardın. Yalnız bizi değil belki bütün İslamı kurtardın. Bu mükafata layıksın. Kabul et.

İhtiyar kafasını yukarı kaldırdı:

— Ben bu hizmeti Allah rızası için yaptım. Ödülümü ancak Allah'tan isterim! dedi.

Sonra sultanın cevabına meydan vermeden döndü. Yüksek sesle hükümdarlarından, kaleye hemen kendisinin emir nasbolunmasını yalvarmaya başlayan Akkâlıları göstererek ilave etti:

— Yalnız beni bunların elinden kurtar!

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Bir Temiz Havlu Uğruna


Hikayenin Adı : Bir Temiz Havlu Uğruna

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

"Balık istifi” denilen o kımıldanmaz, o nefes almaz kalabalıkla taşacakmış gibi dolu olan Şirket vapurunun kenarında, kaptan kulesinin altındaki dört ince, beyaz demir direğin içine, üç arkadaş çömelmiş, savaştan, parasızlıktan, bulgurdan bahsetmemek için eski zamanları hatırlıyor, dertleşiyorduk! Hava sıcaktı. Boğaz'ın tepelerindeki tek tük korular parlıyor, deniz düz mavi bir kadife gibi uzanıyordu. Başka milletlerin elinde olsa, bizim içinde yalnız sıkıntı duyduğumuz bu eğlencesiz, bu zevksiz, bu neşesiz İstanbul, kim bilir nasıl bir dünya cenneti olurdu? Babalarımız bu güzelliklerden istifade etmişler, yemişler, içmişler, sevmişler, sevilmişler, zevk içinde, heyecan içinde hayatlarını geçirmişlerdi. Biz şimdi babalarımıza benzemedikten başka, onların zevklerini ayıplamaya bile kalkıyorduk. O kadar kabalaşmış, alıklaşmış, aptallaşmıştık.

İsmini hatırlayamadığım eski okul arkadaşım:

"Ah keşke biz o vakitler dünyaya gelseydik...” dedi.

Bu kumral saçlı, kesik, kumral bıyıklı şişman bir kalem beyi idi. Yirmi beş sene evvel Sarıyer okulunda beraber okumuştuk. O ne olmuştu? Bilmiyorum. O da tabii benim ne olduğumu bilmiyordu. Yalnız rast geldikçe selamlaşıyorduk. İşte o kadar...

Öbürü?... Onun da ismini bilmiyordum. Galiba Gülhane Rüştiyesi'nden arkadaşımdı. Kıyafetinden onun da bir kalem beyi olduğu anlaşılıyordu.

"Âmin denemeyecek boş bir dua...” diye başını salladı.

Pek zayıf, pek asabiydi. Merhum babasından dinlediği eski Boğaziçi âlemlerini, mehtap eğlencelerini anlatmaya başladı. Bebek Koyu hep kayıkla dolamış. Bahaî körfezinden, Kör Tahsin Bey yalılarının önünden geçilemezmiş. Gazeller, sazlar, ahlar şafağa kadar devam eder, bu genel ahenkten asabileşen bülbüller, sabahleyin güneş doğduktan sonra bile ötmekten vazgeçmezlermiş.

Şimdi, şimdi, şimdi...

Acı acı gülümseyen kumral, çocukluk arkadaşım canlı tahtelbahirler gibi bata çıka vapurla yarış yapmaya çalışan yunus balıklarını göstererek,

"Bütün Boğaz'ın keyfi, eğlencesi, mehtabı bunlara kaldı” dedi.

Öbürü dalgın gözlerle karşı sahile bakmaya başladı. Bir sessizlik... Artık çarkın patpatlarını duyuyorduk!

Ben bu sıkıcı sessizliği bozdum:

"Aslında dışarıda mesut değiliz” dedim, "fakat evimizde? Çoluğumuzun çocuğumuzun arasında? Hayatımızın her türlü yokluklarını unutmaz mıyız?'





İkisi de manalı manalı gülümsedi. Kumral şişmancası, azarlanmış bir çocuk küskünlüğü ile denize baktı. Öbürü yüzünü ekşitti:

"Yarama dokundun.” dedi.

Anlamadım, sordum:

"Ne demek?”

"Bütün hayatımca sürecek bir kanserin ta üzerine bastın...”

Yine anlamadım:

"Yani, aile hayatında da mesut değil misiniz?”

"Mesutluk şöyle dursun, bilakis çok bedbahtım."

"Sebebi görünür bir şey değil ki, söyleyeyim.”

Kumral şişman da gözlerini dalgalardan kaldırdı.

Benim gibi sordu:

"Söyle, niçin mesut değilsin bakalım?”

Zavallı, yüzünü daha beter ekşiterek uzamış tıraşlarını kaşıdı. Tepesi dökülmüş başı kocaman bir bilar- do yuvarlağı gibi muntazam, gayet parlak, gayet beyazdı.

"Niçin mi?” dedi. "Haydi derdimi anlatayım size...

Malum ya, gönül kimi severse güzel odur! On beş, yirmi sene evvel şimdiki gibi görme görüşme, sevme sevişme yoktu. Evlenmek tamamıyla ezberden kötü bir şeydi. Ben evleneceğim zaman, görücü gezmeye çıkacak anneme gönlümün sevdiği tipi tarif etmedim. Mesela,

Uzun boylu, ela gözlü, ablak çehreli, kâfuri beyaz olsun... filan gibi bir şey söylemedim. Yalnız sevmediğinı şeyleri söyledim. Nefret ettiğim üç hal vardı. İhtimal bu üç hal ayrı ayrı birer güzellikti. Ama ben nefret ediyorum işte. Mavi göz, kısa boy, muhacirlik...

Anneciğim dedim, gözü mavi, boyu kısa, kendi muhacir olmasın... Ne olursa olsun, makbulüm! Aman bu üçüne dikkat et. Beni yakma.

Rahmetli annem dikkat edeceğine tekrar tekrar yemin etti. Kız aramaya başladı. Dünyada en hoşlanmadığım şey kadın boşamaktır. Evlenişim hem ilk, hem son olacaktı. Uzatmayayım, annem kızı buldu. Bana bir övgü, bir övgü... Tabii inandım. Nikâh oldu. Koltuğa girdim. Bir de duvağı kaldırınca ne göreyim: Çiğ mavi iki göz...

Ayakta duruyordu. Baktım, başı benim belimin hizasına bile gelmiyordu. İsmini sordum. Konuşmaya başladık. Ah o siygalar, o muhacir siygaları... Geliri, gideri, yaperi, ideri! Gözlerim karardı. Sanki dünya kafama yıkıldı. Vurulmuş gibi koltuktan çıkarken annem beni tuttu:

— Nasıl yavrum, memnun oldun ya?

— Allahtan bul, anne, beni yaktın dedim.

— Niçin, diye şaşaladı.

Merdivenin başında duruyorduk. Biraz ilerdeki kadınların işitmeyeceği kadar yavaş bir sesle konuştuk: Ben sana, mavi gözlü olmasın, demedim miydi?

— Çok güzeldi! Onun için maviliğine dikkat etmedim.

— Boyuna ne diyeceksin?

— Yaşı küçük. Daha büyür oğlum.

— Ey, muhacirliğine?...

— Muhacir ama, çok asilzade! Soyu sopu belli. Ona tamah ettim.



Ayrılmak, bilhassa 'ezberden evlenme' usulünü kabul ettikten sonra ayrılmak, büyük bir cinayetti; zavallı kızın ne kabahati vardı? Hiç bozuntuya vermedim. Talihine razı olmuş bir esir gibi ocağıma sadık kaldım. Beş çocuğum oldu. Gelinlik bir kızım yetişiyor. Düşünün, insanın nefret ettiği, sinirlerine dokunan hallerle ölünceye kadar girift kalmasın! Mavi göz, kısa boy, muhacirlik... Karımın boyu bir santimetre bile büyümedi. Asilzadeliğinden de bir şey anlamadım. Gözleri çok güzelmiş derler. Hâlbuki ben mavi duvarlı cennet bile olsa içine girmek istemem. Şimdi böyle zevkimin taban tabanına zıddına kurulmuş bir yuva bana ne kadar saadet verebilir? Dışarıdaki mahrumiyetlerimi evimde unutabilir miyim, söyleyin...” Sesimi çıkaramadım.

Kumral şişman acı acı güldü. Dedi ki:

"Ailem hakkında şimdiye kadar kimseye bir şey söylemedim. Hem böyle gevezelikleri âdeta namussuzluk sayarım. Ama şimdi icap etti. Dertliler gibi hasbihal ediyoruz. Birbirimizi ayıplayacak halimiz yok.

Ben de senin gibi ezberden evlendim, ama kendim istemedim. Gençken meramım ölünceye kadar bekâr kalmaktı. Bir akşam annem damdan düşer gibi,

— Eğer evlenmezsen sana hakkımı helal etmem, dedi.

Gayet uygun bir kız bulduğunu söyledi. Şart mart koymaya meydan vermedi. Beni sıkboğaz etti. Ne mizacıma, ne zevkime, ne arzuma önem verdi. Mesela ben okur yazar şeytanca, şuh bir kadın isterdim. Esasen sükûndan, sessizlikten nefret ederim. Annemin pek uygun bulduğu kız son derece sessiz, iki lafı bir araya getiremez, durgun, okuyup yazması yok, anlayışsız bir zavallıydı. Annem asilzadelik filan düşünmemişti. Bir gün nasılsa Kocamustafapaşa'ya, Sümbülefendi'yi ziyarete gitmiş. Sokakta aptesti sıkışmış. Rast gele bir kapıyı çalmış. Kapıyı mahcup bir kız açmış. Annem abdest almak istediğini söylemiş. Kızcağız,

— Buyrun, hanım nine, diye hiç tereddüt göstermeden annemi içeri almış. Yerlerin, merdivenlerin, musluğun temizliğine annem bayılmış. Abdest aldıktan sonra, bu kızcağız hemen karşısına koşmuş, gayet temiz, gayet beyaz, ütülü, mükemmel bir havlu tutmuş. Annem bu ikrama, bu terbiyeye bütün bütün bayılmış:

— Kızım senin annen, baban var mı', diye sormuş.

— Var, efendim cevabını almış.

Kızcağızın ezilip büzülmesi daha ziyade hoşuna gitmiş. Lütuf damarları kabarmış:

— Benim bir oğlum var, ister misin, seni ona alayım, demiş.

Kız utancından kıpkırmızı kesilmiş. Hiç cevap verememiş. Annem bu sükûtu ikrar saymış. Sümbülefendi dönüşünde tekrar eve uğramış. Ama bu sefer abdest almaya değil.. Görücü gibi! Adresimi vermiş. Kendine temiz havlu tutan kızı annesinden, Allahın emriyle, peygamberin kavliyle istemiş! Benim hiçbir şeyden haberim yokken iş olup bitmiş! Evvela karşı koymak istedim. Annem,

— Vallahi kendimi öldürürüm. Ben söz verdim.

Hakkımı sana helal etmem, diye ayağa kalktı.

Nihayet bu temiz evin, temiz kızıyla evlendim. Kadınlık adına düşündüğüm şeylerin hiçbirini karımda bulamadım. Doğrusu şimdi yalımızın her yeri bir hamam kadar temiz... Tavanlar bile sabunla ovulmaktan parıl parıl parlıyor.

Havlularımız hep ketenden... hep ütülü! Keskin keskin lavanta çiçeği kokuyor... Ama bunlar benim için bir saadet değil... Benim de çocuklarım oldu. Temiz temiz büyüdüler. Fakat düşünün, hayatımın en mühim emeline annemin bir abdesti hâkim oldu. Talihimi bir temiz havlu temin etti. Evet, ben bir temiz havlu uğruna yandım. Bir temiz havlu uğruna...”

Vapur, Sarıyer'e yanaşıyordu. Kalktık. Ufki parmaklıkların arasından birer birer güverteye geçtik.

Çömelmekten bacaklarımız öyle uyuşmuştu ki... Tıpkı oğullarına kız aramaya giden romatizmalı anneler gibi, badikleye badikleye yürümeye çalışıyorduk.

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Bir Kayışın Tesiri


Hikayenin Adı : Bir Kayışın Tesiri

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Bir zabit arkadaşımla oturuyorduk. Yanımızdaki masada iri, palabıyıklı, kocaman kalpaklı bir babayiğit, çetin bir Çerkes şivesiyle karşısında sıralanmış irili ufaklı kalpaklılara birşeyler anlatıyordu. Daha Kafkasya'dan yeni gelmiş sanılacaktı.

- Demek yollar açıldı, dedim.

Arkadaşım,

- Hangi yollar? diye yüzüme baktı.

- Hangi yollar olacak, Karadeniz yolu.

- Nereden bildin?

- Baksana şu hemşeriye... İşte mutlaka yeni gelmiş olacak.

- Hangi hemşeriye?

Sağımızdaki, yanağından kan damlayan iri Çerkesi gösterdim. Arkadaşım bir kahkaha attı. Azıcık daha katılacaktı.

- Çerkes taklidi yapar!

- Güldürmek için mi?

- Hayır.

- Ya niçin?

- Kendini Çerkes zannettirmek için.

...

Tekrar koca kalpaklı babayiğide baktım. Hiç Türkçe bilmez bir Çerkes fesahatiyle başını ağır ağır sallayarak elindeki gümüş savatlı kamçıyı çizmelerinin uzun konçlarına vurarak, takır tukur konuşuyordu. Sandalyeye ata biner gibi binmişti.

- Şaka etme, dedim, bu halis muhlis Çerkes...

Arkadaşım yemin etti:

- Vallahi değil...

- Ne biliyorsun?

- Nasıl bilmem, benim sınıf arkadaşım.

- Ne gülüyorsun?, dedim.

- Ayol o Çerkes değildir! dedi.

- Ey, lisanına ne diyeceksin?

- Zabit mi?

- Evet, fakat cuma günleri böyle Çerkes gibi giyinir.

Merak ettim:

- Çerkes değil diyorsun, Gürcü mü?

- Hayır.

- Çeçen mi?

- Hayır.

- Lezgi mi?

- Hayır.

- Ya ne?

- Türkoğlu Türk!

- Nereli?

- İstanbullu... Anası Germiyanzadelerden. Babası... Mirliva olduğu halde daha dilini düzeltememiş bir Kastamonulu idi...

O halde bu Türk, niçin herkese kendini Çerkes zannettirmek istiyor? diye sordum. Arkadaşım tekrar bir kahkaha attı.

- Bak sana anlatayım niçin, dedi. Bu sahte Çerkesin adi Mahmut Beydir. İdadi ikinci sınıfa kadar hiçbir milliyet iddiası yoktu. O sene ramazan tatilinde bir arkadaşı kendisine Karamürsel'den gayet zarif bir Çerkes kayışı getirdi. Bu kayışı hepimiz gördük. Hakikaten nefisti. Gümüş savatlı tokaları ağır, kayışı siyaha yakın koyu lacivertti. Gümüşten üç büyük sarkıntısı vardı. Mahmut bey bu kayışı beline taktı. O günden itibaren Türklerle konuşmamağa, hep Çerkeslerle düşüp kalkmağa başladı. Ertesi sene hiç tanıdığı olmadığı halde tezkere getirerek Karamürsel'e sılaya gitti. Harbiyeye geçtiğimiz zaman Mahmut Bey, Türk şivesini kaybetti. Büyük fedakârlıklar yaparak piyadeden süvariliğe becayiş etti. Zabit çıktığımız zaman Türkçe’yi unutmuştu. Ama, Çerkesceyi de öğrenemedi. Öğrendiği mükemmel bir Çerkes şivesiydi. Adını alay için "Çerkes Mahmut" takmıştık. O buna kızmaz, hatta iftihar ederdi. Zabitken meşhur bir Çerkes paşaya intisap etti. Onunla İstanbul'a sürüldü. Kafkasya'ya kaçtı. Milleti ile hiç münasebeti olmayan yerleri öz vatanıymış gibi gezdi, dolaştı. Bir Çerkes kızıyla evlendi. Hürriyetten sonra İstanbul'a geldi. Artık işi gücü Çerkeslik için çalışmak oldu. Her yerde şu işittiğin garip şive ile "Adige" propagandası yapmağa başladı. Kastamonulu paşa babasından kalan serveti Çerkes Tarihi'ni yazacak muharrire adadı.

Kafkasya'dan yeni gelmiş sandığım sahte Çerkes Türke tekrar baktım.

- Acaba akrabaları içinde Çerkes filan yok mu?

Arkadaşım,

- Yok be yahu! diye elini taş masaya vurdu, halis muhlis Türk diyorum! Hâlâ bir kelime Çerkesce bilmez. Sınıf arkadaşımın Karamürsel'den getirdiği Çerkes kayışında sanki bir tılsım vardı. O andan itibaren Çerkeslik sevdasına düştü.

Arkadaşım yarım saat kadar Çerkes Mahmut beyin gülünç menkıbelerini anlattı. Hâli tavrı son derece babayiğitvari olan bu kahraman, meğer ömründe hiçbir muharebeye girmemiş. Son derece korkakmış. Daima tanıdıklarının iltimasıyla seferberlik zamanını geri hizmetlerde geçirmiş.

Biz konuşurken Çerkes Mahmut bey gülerek, yanındakilere Çerkesce şakalar ederek kalktı. Büfenin önünde durdu. Para veriyordu. Çantasını pantolonunun cebinden çıkarırken gördüm. Belindeki yirmi sene evvel Karamürsel'den hediye gelen kayışın savatlı gümüş sarkıntıları pırıl pırıl parlıyordu. Türklerin hariçten kendi içlerine gönüllü bir tek "Millettas" celbedecek böyle ehemmiyetsiz kayışçıkları bile olmadığını düşündüm.

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Bir Hatıra


Hikayenin Adı : Bir Hatıra

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

"Le grade dégrade.."

Ah gençlik!.. Tıpkı ezeli bir baharın ilk çiçekli günlerine benzer. Yeşil kırlar, kelebek dolu bahçeler, güzel kokular içinde serçelerin şen efsanelerini doymadan dinleyerek dolaşırız. İdealimizin rüyası bize hayat kışının fırtınalarını, karlarını, tipilerini hatırlatmaz. Ben işte bu hiç bitmez sanılan baharı İzmir'de geçirdim. On dokuz yaşındaydım. Galiba on beş sene evvel... Evet, seneler nasıl bir ok gölgesi gibi uçuyor! Meşrutiyetin bu hür, bu serbest günlerinden çok uzaktık. Lâkin o eski, zalim idarenin ezici kahrını, gafletim sayesinde hiç duymuyordum. Mersinli'deki minimini evimde, kocaman çınar ağaçlarının hiç durmadan öten ninnileri içinde, kitapların dipsiz girdabına dalmış gitmiştim. Haricî kainat umrumda değildi. Sözde, felsefe feneriyle büyük bir hakikat bulacaktım. Heyhat! Şimdi bu masum hülyamı aklıma getirince, nasıl acı acı gülüyorum... Bir kelimeyi, bir satırı, bir sözü haftalarca, aylarca düşünür, bir cümlenin altındaki —var tevehhüm ettiğim— gizli mânâyı bulmak için birçok geceler uyuyamazdım. Filozofların pek o kadar mânâ murad etmeden yumurtladığı fikirler, bence bir "ilahi nass" gibiydi. Hatta romanlarda rasgeldiğim "ukalalık"lar bile gözümden kaçmazdı. Onları da fişlere yazar, notlarımın arasına kordum.

Bu "ukalalık"lardan birisi, beni tam üç ay düşündürdü. Tam yüz beş gece gözüme uyku girmedi. Flaubert'in miydi, yoksa bir başkasının mı, iyice hatırlayamıyorum. "Le grade dégrade...", yani: "Rütbe, haysiyeti düşürtür." cümlesi! Bundan bir türlü mânâ çıkaramadım. Bilakis, fikrimce rütbe insanı herkesin seviyesinden yukarı kaldırır, yükseltir, hatta sahibine hususi bir haysiyet verirdi. Artık başka kitap, gazete falan okuyamaz oldum... Her satırın altında, mânâsını anlamadığım bu "Le grade dégrade.." cümlesi kararıyor, bir avuç istifham işaretinden yuğrulmuş sabit bir fikir gibi dimağımda düğümleniyordu. Sakin evimde oturamıyor, bulamadığım mânâyı arayarak tenha sahillerde, kalabalık caddelerde, dar sokaklarda serseri serseri dolaşıyordum. Bir "meçhul", bir "sır" insana ne kadar ıztırap verir; bâhusus masum bir iman da olursa... Bir gün yine deli gibi, içimden: "Le grade dégrade..." diye söylenerek Hükumet Konağı'nın önünden geçiyordum. İsmimi işittim. Döndüm. Bir de baktım ki, riyâziye muallimim, Logaritmacı Hasan! Askerî Kıraathanesinin ta köşesinde bir sandalyeye kurulmuş nargilesini çekiyor...

— Nereye böyle?
— Le gr.. şey! Hiç..

Diye kendimi topladım.

— Çok dalgınsın.
— Evet.
— Gel otur da, kahve iç bakalım. Dalgınlığın geçer.

Dedi. Gösterdiği sandalyeye iliştim. Kalıpsız fesini taş masanın üstüne koymuştu. Açık, yüksek alnında çok sık, çok kır saçları bir arslan yelesi gibi muntazam bir dağınıklıkla kabarıyordu. Parlak gözleriyle beni bir süzdü:

— Sana ne olmuş, dedi, betin benzin solmuş!
— Hiç...
— Söyle, söyle.
— Üç aydır küçük bir cümlenin mânâsını arıyorum da...
— Bulamıyorsun ha? diye güldü.
— Evet.

Dedim. Başını salladı:

— İşte riyâziyeye çalışmamanın cezası! Dünyada ancak bir ilim vardır o da riyâziyedir. Onu bilen, her şeyi bilir. Başka ilimler hep safsatadır.

— Ben felsefeyle uğraşıyorum.

Diye lafını kestim.

— Daha iyi ya... Bütün bütün atmasyon! İspata muhtaç olmayan bir şey.

O vakit ben de gençliğin boş gururuyla canlanmış, mutaassıp bir felsefe hamiyeti vardı. Bu küfür canımı sıktı. Vâkıâ logaritmacının paradoksal bir adam olduğunu biliyordum. Ama yine kendimi tutamadım:

— Sen riyâziyecisin! dedim, ama her cümlenin, her kelimenin mânâsını anlar mısın?
— Anlarım. Bence meçhul yoktur.
— Mânâsını ihâta edemediğin bir söz olmaz mı?
— Olmaz! Pascal, Newton, Leibnitz, Goos, Auguste Comte... Daha sayayım mı! Hasılı dünyada ne kadar hakikate benzer müsbet bir şey meydana koymuş âlim, filozof varsa niçin hepsi riyâziyecidir? Çünkü fikirler mücerrettir. Dünyada hiçbir fikir yoktur ki, riyâziyenin tecrit çerçevesinden hariç kalsın.

Logaritmacı, hislerimizin işaretleri olan isimlerin, tâbirlerin, hatta vasıfların şuurumuzda nasıl başlı başına bir "mücerredât" âlemi teşkil ettiğini, bu âlemin nâzımı ancak riyâzî mantık olduğunu uzun uzadıya anlatmaya başladı. Garson kahvemi getirdi. Yudum yudum içiyor, şuna "benim cümlenin mânâsını bir sorayım" diyordum. Nutkunu en coşkun yerinden kestim:

— "Le grade dégrade!" ne demektir, hocam?

Diye sordum.

— "Le grade dégrade!" evet, "Rütbe tenzil-i, kadr ü haysiyeti mûcip olur!" değil mi?
— Fakat bundan ne anlıyorsun?
— Bayağı mânâsını anlıyorum işte...
— Rütbe, haysiyeti bozar mı?
— Bozmaz mı?
— Bozar mı?
. . . . . . . . .

Münakaşaya başladık. Logaritmacı evvela "tâbir"leri tarif ettirmek istiyordu. Önce "haysiyet" kelimesini, tarif edemeyen, hududunu çizemeyen kullanmamalıydı. Bana sorduğu suallere kendi cevap veriyordu: "Mesela haysiyet, yani dignité" diyordu, büyük, küçük, âlim, cahil, zengin, fakir, âli, adi, şah, gedâ, hırsız, uğursuz... hasılı herkesin kendi nefsine mahsus hususi bir haysiyeti vardır. Bu haysiyetle yaşarsa gülünç olmaz. Bu şahsî haysiyet herkesin tabiatine o kadar girifttir ki... Nasıl anlatayım? Mesela her hayvanın kendisine mahsus şekli, tüyü, sesi gibi... Sarı gagalı beyaz bir kaz ne kadar tabiî, ne kadar mantıkîdir. Ama şimdi bu kazın rengini yeşile boyasalar, gagasını ördek gagası gibi yassıltsalar, ne tuhaf olur. Yahut fino köpeğinin kafasına bir çift eşek kulağı, gergedan boynuzu takılsa... Kedi kişnetilse... At havlatılsa... Düşün, mahluklar ne maskara olurlar! İşte insanlar da böyledir. Kendi içtimaî seviyelerine, tabiî mevkilerine uymayan bir vaziyet onlara ibrâm edildi mi, hemen düşer, rezil, rüsva olurlar.." Lafını, kıyaslarını, misallerini uzatıyor, eldiven gibi vücuda tıpatıp oturan elbiseler insanı nasıl güzelleştirirse, bol yahut küçük gelenler de palyaçoya çevirdiğini söylüyordu. Ben dinliyordum. Mevki ile sahibinin arasında samimi bir münasebet bulunmazsa, vaziyetin çok gülünç olacağına pek akıl erdiremiyordu. Önümüzden atlı tramvaylar, arabalar, insanlar geçiyordu. Logaritmacı, benim anlayışsızlığımı görünce, yine mektepteki tavsiyelerini tekrarlamaya başladı. Ben, artık yalnız dinler gibi davranıyor, yine cümlenin mânâsını dalga geçiyordum. Birden haykırdı:

— Bak işte!
— Ne?

Diye gösterdiği tarafa döndüm.

— Sorduğun sözün canlı mânâsı...
— ......

Baktım. Salepçioğlu Hanı tarafından kır sakallı, şişmanca bir adam, arkasında iki üç zeybek, sallana sallana geliyordu.

— Kim bu?
— Dikkatli bak.

Pantalon azmanı koyu mavi dar bir çakşır, üstüne şık bir smokin giymişti. Başında ince, âbânî bir sarık vardı. Temiz bir işkence aletine benzeyen, gayet yüksek yakalı, beyaz gömleğinde boyunbağı yoktu. Gözlerinde altın gözlükler, göbeğinin üstünde kalın bir altın zincir... Sanki bir tarafa dokunmasın diye dikkatle vücudundan ayrı tuttuğu ağır tesbihi elinde, kırıta kırıta yürüyordu. Kolları, koltuklarının altında birer zaviye-i kaaime hâsıl edecek derecede kabarmıştı. Arkasındaki maiyeti paltosunu, şemsiyesini, bastonunu taşıyordu. Kendimi tutamadım. Pufkurdum:

— Ayol, bu ne?

— Dikkatli bak.

Bu küçük alay, sallana, süzüle önümüzden geçti. Âbânî sarıklının arkasındakiler taşıdıkları şeyleri mukaddes emanetlermiş gibi göğüsleri hizasında tutuyorlardı. Gülüyordum. Acaba bir Apokurya şakası mıydı? Logaritmacı:

— Gördün ya.... Dedi.
— Ne bu Allah aşkına?
— İzzet Holo'nun bir cinayeti!

Anlamadım, tekrar sordum:

— Ne cinayeti?

— Söyleyeyim, dedi. Bu adamcağız tarlalarının içinde kendi haberi olmadan, büyük bir maden damarı çıkan cahil bir köylüdür. Yedi sekiz sene evvel köyünde gayet tabiî bir hayat geçiriyordu, okuyup yazması yoktu. Fakat gayet ciddi bir haysiyet sahibiydi. Beş vakit namazını kılar, sözü dinlenir, herkesten hürmet görürdü. Fakat kendi taksiratı haricinde parası çoğalınca çiftini çubuğunu bıraktı. Sık sık İzmir'e gelmeye alıştı. Sonra...

— Ey, sonra?

Diye sabırsızlandım. Güldü.

— Sonra nasıl olmuş bilmiyorum, bir kolayını bulmuş, başkâtip İzzet'e her sene turfanda üzüm falan filan göndermeye başlamış. İzzet'in işi yok! Tutmuş bu zavallı adama, bol keseden, bir "mîrimiranlık" rütbesi vermiş! Memiş Ağa birdenbire Memiş Paşa oluverince... İşte bu gördüğün vaziyete girdi. Şimdi İzmir'e geldi mi, en açık havalarda bile, arkasında ayrı ayrı paltosunu, bastonunu, şemsiyesini taşıyan uşaklarıyla: "Ben paşayım, bana bakınız!" der gibi, kabara kabara dolaşır. Etrafından selam, temennâ, hürmet, takdir dilenir. Ama görüyorsun, ne acıklı, ne gülünç bir hal!

— ......

Logaritmacıya deminden sorduğum cümlenin mânâsını artık kendim yazmış gibi anlamıştım. Kafamdan —velev ehemmiyetsiz olsun— bir "meçhul"un ağırlığı kalkınca, o kadar ferahlamıştım ki... Başka düşünecek bir şey bulmak için Mersinli'deki minimini evime döndüm. Büyük ağaçların ahenkli fısıltıları içinde yine kitaplarımın dipsiz girdabına daldım.

Hamiş: Şimdi yeni zenginciklerimizin bazı komik muvâzenesizliklerini duydukça, yine bu cümleyi hatırlıyorum, gayr-i ihtiyâri "Le grade dégrade..." diyorum. Gözümün önüne dar smokinli, mavi çuha çakşırlı, âbânî sarıklı Memiş Paşa'nın kabaran hayali geliyor...

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Binecek Şey


Hikayenin Adı : Binecek Şey

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Derviş Hasan birdenbire durdu. Kirli, yırtık yenleriyle alnının terlerini sildi. Sıcak bir haziran güneşi dünyayı sebepsiz bir belâ gibi kasıp kavuruyordu. Sabahtan beri işte dört saattir hiç durmadan yürümüştü. Etrafına bakındı: Seyrek, sıska ağaçlı bir ormanın kenarında idi. Uzakta, tirşe rengi hafif bir sisle boyanmış kat kat dağlar görünüyordu. Köye, kasabaya benzer bir şey gözüne çarpmadı, yolun üst tarafındaki ağaçlara döndü:

- Biraz dinlensem...

Diye düşündü. Vakıa şu alacalı gölgelerde uzanıp rahat bir uyku çekmek... Hiç de fena değildi. Fakat karnı zil çalıyordu:

-Öğleden evvel bir köye rast gelirim...

Ümidi ile geceyi geçirdiği çoban kulübesinden aç çıkmıştı. Her halde yürümeli, bir an evvel bir köye yetişmeliydi! Amma hangi köye?.. Derviş Hasan bunu asla bilmez, düşünmez, aklına getirmezdi. Otuz senedir, omuzunda keşkülü, sırtında abası, gönlünde tevekkülü, nereye gittiğini bilmediği yollardan geçmiş, ismini öğrenmediği köylerde misafir kalmıştı. Her yerde ona yiyecek, içecek verirlerdi. Anadolu tekkelerinin kapıları ağzına kadar açıktı:

- Huuu...

Diye girer, isterse haftalarca, aylarca... Tâ canı sıkılıncaya kadar kalırdı. Dağın, taşın, nehrin, gölün, ormanın hususî isimleri olur muydu? Onun fıkrince köylerin, kasabaların, şehirlerin isimlerine de lüzum yoktu. Hepsi dünya demekti. Balık, denizinde nasıl hiçbir mevzu hiçbir kanuna tabi olmadan, rahat rahat yüzerse, o da, dünyasında öyle serbest serbest gezerdi. İlkbaharlar, sonbaharlar, yazlar, kışlar tabiatın birer efsanesiydi. Hükümet, kanun, aile, din, ahlâk, hâsılı her şey nazarında, manası olmayan birtakım uydurma latifelerdi. Vücut bir rüya idi. Hayat bir seraptı. Ancak nâdanlar bu rüya ile seraba aldanırlar, beyhude yere üzülürlerdi. Hakikat birdi. O da aşk idi. Aşk idrak eden büyük hakikate ermiş, harici, batınî kâinatın, hakkın manasını anlamıştı.

Derviş Hasan, işte bu erenlerden biriydi. Geniş, kuru omuzlarının üstündeki koca külâhlı, çok saçlı başı, beyaz sakallı yanık yüzü, derin, iri siyah gözleri, ona garip bir heybet verirdi. Ne olduğuna dikkat etmediği «dünya»nın üstünde, bir duman içindeymiş gibi, hiç görmeyerek yaşardı. Aşkı, Allah'ı, hakikati, saadeti, gayesi ruhunda idi. Aşkın haricindeki şeyler onun etrafına toplanmış bir küme masiva bulutuydu. Vücut yoktu. Fakat, gayri ihtiyarı:

- Of, dizlerim... Dedi.

Açlık, sıcak, ihtiyarlık üç bin okkalık bir yük gibi sırtına çökmüştü. Şimdi, bir an için, aşkını unutuyor, bu ağır yükün altında ezilen vücudunun varlığını sezer gibi oluyordu. Başı çatlayacak derecede ağrıyor, ayakları titriyor, nefes aldıkça, daralmış göğsü acıyordu. Tekrar, durduğu yolun ilerisine, gerisine baktı. Ne gelen vardı, ne giden... Gözlerini yere indirince, birtakım hayvan, kağnı izleri gördü. Mutlaka yakında bu izlerin gittiği bir köy, bir kasaba bulunacaktı. Bu tahmin ona teselli verdi. Onu sevindirdi. Derin bir hu çekti. Ellerini arkasına bağladı. Yine aşkımn hakikatine dalarak, yine etrafım dumanlaştırarak, hiçbir şey görmeden, yürümeğe başladı. Gitti, gitti... Fakat bu ümit verici izlerle örtülmüş, cehennem gibi; sıcak, çöl gibi tozlu yol bitmiyordu. Nefesi, kollan, dizleri kesiliyor, hakikatte olmayan vücudunun elemleri, mevcut olan ruhunu sıkıyordu. Ömründe ilk defa olmak üzere bir araba düşündü. Bu arabanın yumuşak ipek yastıklı içi kim bilir ne kadar rahattı. Yavaşça:

- Ah bir araba olsa... Dedi.

Sonra, sırma eğerli bir atı gözünün önüne getirdi. Böyle bir ata binse ufukta göreceği en uzak bir köye yarım saat içinde gidebilirdi. Hayalinden deve katarları, kervan katırları geçti. Açlıktan, sıcaktan, ihtiyarlıktan artık o kadar bitkin bir haldeydi ki... Gülümsedi:

- Bir topal eşek olsa da razıyım ya... Dedi.

Sıcak gittikçe kızıyor, yol daha ziyade biçimsizleşiyor, tozlar çoğalıyor, taşların arasında baygın kertenkeleler görünüyordu. Kendine baktı. Tozla örtülmüş çarıklarının eskiliği belli olmuyor, kıllı göğsünden çamurlu terler damlıyordu. Gayret lâzımdır:

- Yolcu yolunda gerek...

Nasihatini hatırladı. Yürüdü, yürüdü, yürüdü, yürüdü... Saatlerce yürüdü. Güneş tam tepeden tekrar ufka doğru inmeğe başlamıştı. Derviş Hasan, şimdi şehirlerdeki zengin, tenperver zahitlerin içmeğe kıyılamayacak soğuk, berrak sularla serin gölgeli, rahat şadırvanlarda ikindi namazı için abtestlerini tazelemekle meşgul olduklarını düşündü. Onların cehennem azabıyle, cennet hırsıyle daima rahatsız olan ruhlarına mukabil, vücutları, ne kadar mes'ut, ne kadar rahattı. Yürüdü, yürüdü... Yürüdüğü yolda izler gittikçe karışıyordu. Gözlerini kaldırdı, ileriye baktı. Yolun dönemecinde küçük bir tepenin önüne gelmişti. Dönemecin karşısında iki üç çınar ağacı ile kurumuş çeşme vardı. Durmadı. Yürüdü. Bu tepenin eteğini dönünce yolun tırmanıp aştığı öyle dik, öyle sarp bir yokuş gördü ki...

- Vallahi bunu çıkamam!

Diye haykırdı. Hemen çömeldi. Açlık, sıcak, ihtiyarlık, sabahtan beri durmadan yürüyen Derviş Hasan'ı azıcık daha isyan ettirecekti. Bu dik yokuş karşısında duyduğu feci ümitsizlik onun arif ruhunu kararttı. Şimdiye kadar eğilmeyen boynunu menfaatperver, tekâpucu, hesapçı bir zahit gibi büktü. Gözlerinden, harici âlemin hayalini kaplayan aşk dumanı, dudaklarından ariflik tebessümü silindi. Ömründe ilk defa olarak zahitlerin mabuduna yalvarmağa başladı:

- Allah'ım, bana merhamet et, dedi, açım, ihtiyarım! Karşıma çıkardığın bu yokuşu çıkamayacağım. Bana bir binecek şey gönder. Yalnız şu yokuşu aşayım. Öbür taraf için seni taciz etmem.

Sonra, sürüklenerek, kurumuş çeşmenin başında çınarların gölgesine gitti:

- At istemem, araba istemem. Binecek kötü bir şey... Bir topal eşek olsun Allah'ım, merhamet, merhamet...

Diye inledi. Böyle inlerken, ansızın aczinden, Allah'a karşı yaptığı arsızlıktan utandı. İsyan etti:

- Allah'ım, benim vücudumu yarattın. Onu ıstıraplarından da sen kurtar! Sana yalvarıyorum, mutlaka bana bir binecek şey göndereceksin, üzerine eserini yükleteceğim. Göndermezsen... Senin ağır, senin sefil eserini taşımayacağım. Burada yıkılıp yatacağım. Sana inat, açlıktan, susuzluktan, sıcaktan öleceğim. Sen görücü, bilici, işiticisin. Gökler gözün, kâinat aklın, âlem kulağındır. İşit, hem bil ki, bana bir binecek göndermezsen, buradan bir yere kımıldamayacağım, gebereceğim. Leşimi kargaların yediğini göreceksin. Binecek göndermezsen, Allah'ım, bu yokuşu kat'iyyen çıkmayacağım. Geriye de gitmeyeceğim...

Hakkını haykırmış bir asi sükûnuyle mağrurlanarak, sustu. Yavaş yavaş gözlerini kapadı. Evet, Allah mutlaka bir binecek gönderecekti. Bu, eserini seven merhametli Allah'ın en birinci vazifesiydi.

Zavallı Derviş Hasan, açlıktan, sıcaktan, ihtiyarlıktan o kadar yorgundu ki... Hemen uyuyuverdi. Yüz yıl kadar uzun süren bir rüya görmeğe başladı; bir şehre vali oluyordu. Saraylar, cariyeler, köleler... Mermer havuzlara neftî gölgeleri düşen büyük ağaçlı bahçeler, altın işlemeli köşkler, sümbüller, güller... Sazlar, bülbüller, şaraplar, sakiler; mahbuplar... Bütün bunların ortasında esirden yaradılmış gibi nazik, zarif, altın haşalı, beyaz, şeffaf bir at kişniyor, tepiniyor, şaha kalkıyordu. Derviş Hasan, bir kolunda mahbuplar, öteki kolunda cariyeler, arkasında genç köleler, menekşe, yasemin kokuları, saz, ney sedaları içinde bu küheylâna doğru yürüyor, binmeğe çalışıyordu. Mahbuplar üzengileri tutuyor, cariyeler gemi kasıyor, köleler koltuklarından kaldırıyorlardı. Tam bineceği zaman küheylân birdenbire döndü; kafasına öyle bir çifte attı ki... Mahbuplar, cariyeler, köleler birbirine karıştı. Etrafında ne varsa tuzla buz oldu. Gözünü açınca, iri bir Yürüğün, başında zebani gibi dikilmiş durduğunu gördü:

- Kalk bakalım, derviş baba, bu kadar uyku yetmez mi?
- Eyvallah oğlum, iyi ki uyandırdın.

Gülümsedi. Gördüğü rüyanın henüz sönmeyen tadıyle gerindi, doğruldu. Çeşmenin biraz ilerisinde, yüklü, yüksüz birçok atlar, katırlar duruyordu. İşte her şeyi gören, işiten, bilen Allah, istediğini göndermişti. Hem bir tane değil, sürü ile...

Yörüğe sordu:
- Nereye gidiyorsunuz, evlât?
- Kazdağı'na.
- Ben de oraya...

Hiç şüphesiz, bu Yürükler, kendine bir at verirlerdi. Başında sırıtarak, dikilen Yürüğe baktı. Döndü, tekrar çeşmenin başına baktı. Birçok boş semerli hayvan vardı. Tam ağzını açacağı vakit Yürük dedi ki:

- Derviş baba, bize bir yardım edeceksin.
- Ne gibi?..
- Şuracıkta, kısraklarımızın biri doğurdu. Doğan tay yokuşu çıkamayacak. Biz de pek yorgunuz. Sen uyumuş, dinlenmişsin. Gel, sevabına, şu tayı kucağına al da, yokuşun başına kadar çıkarıver.

Derviş Hasan, gözlerini fal taşı gibi açtı:
- Ne?..

Diye haykırdı. Yürük:
- Ağır değil, yeni doğdu, beş, altı okka ya gelir, ya gelmez, dedi; hem yokuşun başına kadar... Haydi, sevabına...
- Ben sevap filân istemem.
- Hıyanetlik etme derviş baba, hepimiz Müslümanız, yapma, din kardeşlerine acı...

Hiddetinden boğulacak gibi olan Derviş Hasan, geldiği ciheti göstererek:

- Ben Kazdağı'na gitmiyorum. Yolum bu taraf, dedi. Ama Yürük laf anlayacağa benzemiyordu:

- Zarar yok derviş baba. Sen tayı yokuşun başına kadar çıkar, sonra yine iner, o tarafa gidersin.

Derviş Hasan, hiddetinden sanki deli oldu. Sevaba, müslümana, din kardeşlerine sövmeğe başladı. Yürük, arkadaşlarını çağırdı. Bunlar öyle ağız patırtısına pabuç bırakır takımından değildiler. Derviş Hasan'in başına üşüştüler, tekme, tokat, döve döve kaldırdılar. Yeni doğan tayı zorla kucağına vererek önlerine kattılar. Derviş Hasan, sırtına, beline, uyluklarına yediği tekmelerin altında büsbütün sersem, hatta eyvallah bile diyemeyerek, nefes nefese yokuşu tırmandı. Yalnız yeni doğma, ıslak binecek şeyin ekşi, keskin kokusunu duyarak yüzünü buruşturuyordu. Tepeye çıkınca açlıktan, sıcaktan, ihtiyarlıktan ziyade tayın ağırlığından yorgun, yere yıkıldı. Gözlerini göğe, Allah'ın her şeyi gören büyük gözüne dikti. Bu mavi gözün nihayetsiz bakışında:

«Gönderdiğim bineceği beğendin mi?»

Diyen bir istihza vardı. Derviş Hasan, sesini çıkarmadı. Tekrar gözlerini kapadı. Dünya zahitleri tarafından binlerce seneden beri o kadar ibadet, o kadar taleple taciz edilen Allah'ın, şüphesiz artık «istenildiği gibi» değil, «istediği gibi» vermek en haklı bir hikmetiydi. Kabahatin kendisinde olduğunu anladı! Deminki isyanına pişman oldu. Şimdi uzaklaşan Yürük hayvanlarının gittikçe derinleşen çıngırak seslerini işitiyor, çıkmayan sesini bu yeknesak çıngıraklara uydurarak, istediği gibi verenden bir daha bir şey istemeğe:

«Tövbe, tövbe, tövbe!»

Diyordu

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...