25 Ağustos 2019 Pazar

Ömer Seyfettin Hikayeleri - İki Mebus


Hikayenin Adı : İki Mebus

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Mavi ve serin bir sonbahar gecesiydi. Cesîm ağaçlarıyla hakikaten baîd bir peri ormanına benzeyen muhteşem bahçenin ortasındaki mahfel-i üdebâda bir hafta evvel ölen şair Perviz'in hayat ve hususiyetine, sanat ve muvaffakiyetine dair bir konferans veriliyordu. Münevver bir hiyâbân-ı rüya gibi uzayan ve uzadıkça hayalileşen, muntazam yolun nihayetinde, mahfelin kapısı uzak ve serabî bir saray medhalini andırıyor, beyaz ve cesîm peronun basamakları, yanlarında sıra ile yükselen mermerden masnû esatiri kadınların ellerinde tuttukları nâim ve muzî elektrik kürelerinden yağan donuk ve tatlı ziyâlar altında göz kamaştırıcı bir vuzuh ile parlıyordu. İhtiyar ve bîgâne kamer, seyrek ve ince bulutların arasından, lakayd ve acûl veriyor, dışardan caddenin gürültüleri, eğlenceli bir şehrin, meşhûn-ı serâir bir zevk memleketinin musikî-i ananâtı gibi müphemiyetle aksediyor, büyük ve kesif ağaçların aydınlıkla mezcolan zîhayat ve nur-âlûd zulmetlerinde nâmerî ürpermeler husule getiriyordu. Geniş ve beyaz mesnedleri üzerinde sanki ezeliyeti düşünen beyaz heykeller; bu şimdi yaşamayan meşâhîrin müessir ve mevt-âmiz timsali hatıratı, üzerlerine dudaksız ve gayr-i nâsut buseler halinde düşen yaprak gölgeleri altında, namahsus rüzgarın ketum negamâtıyle sanki canlanıyor, sanki kımıldıyorlardı.

Konferans yarım saat evvel başlamıştı. Münevver yolun tenhaî-i mahzunu içinde, bir zıll-i müteharrik gibi, narin bir genç, elleri cebinde, önüne bakarak ilerliyordu. Galiba, şimdi kuğuları uyuyan büyük ve hali havzın kenarına, bahçenin bu en sık ve hâbîde yerine gitmek istedi; nîm muzlim yola, yekdiğerini derâguş etmiş mühîb ağaçların altına sapacaktı, yanından bir ses geldi:

— Nereye evlat, böyle?

döndü. Bu temiz ve henüz pek yeni bir statünün musanna ve menkuş mesnedine dayanmış yetmişlik bir ihtiyardı. Tanıdı:

— Ne o, aziz üstad, dedi, burada yapayalnız ne yapıyorsun?

İhtiyar dayandığı statüyü göstererek:

— Arkadaşımla, refik-i şebâbımla konuşuyorum.

Diye cevap verdi. Beyaz ve çok saçları ile, yetmiş senenin çöktüremediği kavî ve dik vücuduyla hâlâ dinç ve muârız duran ve gençlerin, bütün İstanbul'un, belki bütün Türkiye'nin "feylesof" dediği bu zatta pek garip bir mizaç, pek tuhaf bir tabiat vardı. Şedîd bir egoizm onun bütün mevcudiyetine hâkimdi. Neden bahsederse kendi söylüyor, muhatabını bîzâr ediyordu.

"Evlat!" diye teklifsizce hitabettiği genç, Vedid İstanbul'un en ateşîn, en alim, en muhterem bir mebusu idi. Talebeliği zamanında umumî bahçelerde, bu ihtiyar feylesofu dinlemekten epeyce hoşlanırdı. Fakat şimdi... En ziyade onun iddialarından, edebiyatından bıkmıştı. Yarım asır evvelki kof ve iptidâî harekat-ı edebiyye artık dinlenemezdi. Zaten bütün bu mânâsız gevezelikleri beş altı sene evvel belki yüz defa bizzat feylesoftan dinlemiş, ezberlemişti.. Yine bu garip ihtiyara yakalanmamak, onun bir kütüphane kataloğu gibi yalnız lâyetenâhî ve meçhul muharrir isimlerinden, unutulmuş kitap serlevhalarından müteşekkil tâkatfersâ malumat ve musahabâtı altında muztarip olmamak için:

— Geziniyordum, dedi, şimdi yemek yedim. Bu gece yazılacak yazım, tertibolunacak nutkum var. Geç kalamayacağım.

İhtiyar feylesof hayretle sordu:

— Demek Perviz için verilen konferanstan haberin yok?

Vedid, omuzunu silkerek cevap verdi:

— Var. Fakat dinlemeye tahammülüm yok. Artık edebiyat beni sıkıyor...

Feylesof yaklaşmış, kalın adalî kolunu gencin omuzuna atmıştı:

— Zavallı Vedid! dedi, acıdım sana. O halde ihtiyarlamışsın. Ne vakit ki insan edebiyattan nefret hissetmeye, kafiyeler, mısralar nazarında boş, vâhî, muacciz görünmeye başlar, ihtiyarlığın soğuk ve kemikten iskelet elleri onun kalbine uzanmış demektir.

Ve statüyü göstererek ilave etti:

— Evet bu da... Bu zavallı Tevfik Fikret deteab-ı tahassüsle ihtiyarlayınca edebiyattan nefrete başlamış, şebâbındaki bütün hevesât ve tahayyülatını kaybetmiş, bir bedbin olmuştu. Sonra hep elem terennüm etti, dökemediği gözyaşlarını besteledi ve matemlerini ebediyetle bizim ruhumuza bıraktı...

Vedid ansızın asabileşmişti:

— Rica ederim, üstad, edebiyattan bahsetmeyiniz!

Feylesof, muhatabının göremediği sarih bir işmi'zâz-ı nahoşnûdî ile, sanki inler gibi:

— Niçin? dedi.

— Niçin mi? Çünkü tavrınız pek eski... Pek klasik! Mesela şimdiki sözünüzü, hatta elinizle şu heykeli göstermenizi köhne ve klasik buluyorum. Karşınızda kendimi edebiyat muallimlerinin gayr-ı tabiîliklerine mahkum-ı tahammül bir mektep talebesi zannediyorum.

Vedid, bütün sınıflarda birinci olmuş, ulûm-ı iktisadiye ve içtimâiyeden birinci olarak diploma aldıktan sonra ilk neşrettiği makale-i içtimâiyesi değil Türkiye'de, hatta bütün Avrupa'da ve Amerika'da ani bir şöhret kazanmış, hemen beynelmilel mâî lisana tercüme edilerek, yine beynelmilel "Beşeriyet-i Müttehide ve Ulûm" cemiyeti tarafından en büyük mükafata layık görülmüştü. Lakin bütün bu muvaffakiyetler onu değiştirmemişti, mütevazi olmadığı gibi asla mağrur ve mütekebbir de değildi. Şimdi, hissinde ne kadar zayıf bir egoist olduğunu iyice bildiği feylosofu, bu zavallı ihtiyarı gücendirdiğinden birdenbire pişman oldu ve onun dargın bir lisan ile:

— O halde hiç konuşmayalım...

demesine gülerek:

— Hayır, konuşalım, sevgili üstad! diye mukabele etti, konuşalım, fakat biliyorsun ki ben mebusum. Daima mesleğimden bahsetmek, ona dair konuşmak, onu düşünmek isterim, söyleyiniz, siz de evvelden bir mebus değil miydiniz?

Gönlünü bütün bütün almak ve kendini tamamıyla affettirmek için feylesofun koluna girdi. Yürümeye başladılar. Genişçe yolun etrafında sıralanan kadim ve müteahhir şairlerin, meşâhîr-i üdebânın mebhut heykelleri derin bir sükun-ı müncemid içinde, muztarip ve mütecessis onlara bakıyor gibiydi. Feylesof mırıldandı:

— Evet, hatta ilk Meclis-i Mebusan'da âzâ idim.

Vedid, refîkinin hâlâ katı duran bazusunu sıktı:

— O halde mesleğimizden bahsedelim. Ben de istifade ederim!

Bu "istifade ederim" sözü ihtiyarın bütün zaaflarını okşadı. Lafının dinlenmesi, onun, sabâvetinden beri yegane saadetiydi. Bir çocuk gibi sevindi. Orada, yolun kenarında kesif ağaçların, mebzûl ve münevver yaprakların altında bulunan bir kamış kanepeyi göstererek:

— Buraya oturalım da...

Dedi.

— Oturalım...

Oturdular. Vedid, biraz uzakta kalan lambaların tatlılaşan ziyâları içinde ihtiyar refîkine bakıyordu. Bu tıpkı bir lakırdı makinası gibiydi. Mükemmelen dokuz lisan biliyor, bir milyona karîp kitap okuduğu rivayet olunuyordu. Şimdi yanında beliğ, revan bir ifade ile Meşrutiyet'in ilan-ı nagihanîsini, ilk Meclis-i Mebusan'ın nasıl müşkilat ile açıldığını ve kendisinin ilk konferanslarını, nutuklarını, muvaffakiyetlerini, husûle getirdiği heyecanlı alkışları, payitahtın muhafaza-i asayişine nasıl memur olduğunu, o vakitki Sultan'ın karşısına nasıl çıktığını anlatıyorken, Vedid, onun yetmiş senelik hayatını düşünüyor, hayalen senelere, aylara, haftalara taksim ediyor, bir milyon kitap okumak için lâakal her gün üç kitap okuyup bitirmesi lazım geleceğini hesap ediyordu.

Feylesof, o kadar şiddet ve muhabbetle atf-ı ehemmiyet ettiği mazinin hurûş-ı hatıratıyla:

— Ah siz, diyordu, siz pek mesutsunuz. Yorulmadan, üzülmeden kazanıyorsunuz. Muntazam ve müsterih çalışıyor, sahih ve mutmain muvaffak oluyorsunuz. Halbuki biz! Hayatımızın en güzel devresini, muazzez ve avdeti muhâl olan gençliğimizi, artık sizin nesl-i ahîrin mümkün değil tahayyül ve tasavvur edemeyeceği bir esaret-i mutlaka içinde geçirmiştik. İlim ve fazilet en büyük cinayetti. Namuslu olanlar mahbeslerde çürütülüyordu. Vatan can çekişiyor, son nefeslerini veriyordu. Evet bugün, yakında teşekkül edecek olan "Avrupa Düvel-i Müttehidesi" heyetine girmesi için bütün diplomatların, parti reislerinin payitahtına koşuştukları kavî ve mehîb Türkiye; bu muazzam ve muhteşem hükümetimiz, komşularımıza daimi heyecanlar veren hevilnâk ve müthiş ordumuz, dünyada o vakit neşrolunan ne kadar mizah gazetesi varsa hepsine sermaye-i istihza olmuştu. Bugün Avrupa'nın en necip, en zeki, en zengin ve faal bir kavmi olmak üzere tanılan Osmanlılar, bilatereddüd "Avrupa'da çergesini kurmuş bir çete!" diye tahkir olunuyor, mevcudiyet-i medeniyyeleri katiyen inkar ediliyordu.

Vedid önüne bakarak:

— Mübalağa ediyorsunuz.

Dedi. Fakat feylesof, Şeyhûhetin verdiği ateh-i gayr-i ihtiyari ile feveran etti:

— Mübalağa mı? Azamet ve muvaffakiyeti içinde büyüdüğümüz bu muazzam hükümetin taksim planı yapılmış. Hatta harita-i mukasemesi bile çizilerek tabedilmişti. Cehalet, yeşil ve siyah bir zulmet, yalnız neşe-i mâîsi ile sizi mest ü zevk-yâb eden bu parlak ufukları örtmüştü. Herkes birbirine garez, düşman, haindi! Yalnız kin, taasup, tenezzül, itisâf vardı. Çalışanlar aç kalıyor, öğrenenler tahkir olunuyor, muhibb-i ulûm olanlara umumî bir nefret besleniyor, vukuf afolunmaz bir küfür addolunuyordu...

Vedid yine feylesofun lafını kesti:

— Mübalağa, mübalağa... Üstad! Sizin eski edebiyatınızda bir sanat varmış. İşte şimdi onu yaparak mütelezziz oluyorsunuz, yani gulüvv... Mümkün mü bu kadar muzmahil olan bir millet otuz sene içinde bütün milletlere tefevvuk etsin?

Feylesof başını salladı ve gülümsedi:

— Evet, mümkün, evlad! Bizim inkilâbımız pek tuhaf olmuştu. Muasırlarımızdan birçokları istiâne ve istifâzayı, taklit kanununu inkar ediyor, "kendi muhitimizde, kendi muhit-i milliyemizde mahsur ve muhafazakar itilâ edelim." diyorlardı. Eğer ekseriyet, cehaletin kesâfetinden istifade ederek fikirlerini kabul ettirebilselerdi, hakikaten bu kadar teâlî ve tekamül mümkün olamazdı. Fakat biz, o vakitki gençler galebe çaldık, istifade ve taklidi kabul ettirdik. Avrupa medeniyetini, garbin terakkiyatını titremeden, çekinmeden kabul ediverdik. Nasıl tabir edeyim? Maraz-ı harabiye tedavi için bütün eczaları bizzat yapmak ile, bizzat kimyahâneler inşa ve asırlarca çalışmakla iştigal etmedik. Devalar icad ve tertibine kalkmadık. İlacı müstahzar bulduk. İşte bu haricî ve müstahzar hapı şüphelenmeden, tiksinmeden yuttuk. Ve şifayâb olduk. Evet garpte batınların hazırlayarak mütevâlî dehaların vücuda getirerek tevârüs ettirdiği terakkiyatı biz bir hamlede kendimize malettik. Merdivenin en üstüne sıçradık. Zaten bu da pek tabiî bir hadise-i içtimâiye, bir hâlet-i muaşeriye idi. Gecikmiş kavimler binayı tekamüle yavaş yavaş çıkmaya razı olmazlar, fırlarlar, asırların müterâkim kuvvet-i itilâsıyla yükselirler. İşte Japonya... Filhakika bugün bizden geridedir, fakat daha otuz kırk sene evvel, ani denilebilecek bir sürat-i berkıyye ile o da ihtiyar garbin semerât-ı mesaisini aldı, kendine maletti. Biz daha heyet-i düveliyeden addedilecek kadar bir lakaydî-i muhakkire maruz iken, o, mevcudiyet-i milliyesini isbat etti. Ah, evet, sen Meşrutiyet'ten sonra doğdun, serbesti ve hürriyet içinde büyüdün. Eğer on yaş daha küçük olaydın, bu güzel mahfilin, bu büyük ve bedi bahçenin yerinde viraneler, yıkık kulübeler, harap evler, sefil ve sıska köpeklerle mâlî tenha, dar, meyus sokaklar bulunduğunu derhatır edecektin...

İhtiyar feylesof anlattıkça müteheyyic oluyor, müteheyyic oldukça en küçük teferruatı canlı bir ifade ile tafsil ediyor, ellerini kaldırıyor, bazen ayağa kalkıyor, tekrar kanepeye bîtap düşüyor, hikâyesine hararet ve hareketle devam ediyordu. Vedid dinlemekten yorulmuştu. Zihnen yarınki nutkunu tertibediyor, bu hezeyan-ı pîrîye tutulmuş eski mebusun yanında, yarın yeni bir mebus sıfatı ile gireceği meclisi düşünüyor; otuz senelik bir fark-ı hayatı bu nisbetsizliğe kıyas ederek beşeriyetin önündeki tekamül asırlarını tahayyül ediyordu.

Feylesofun beste-i cûşân-ı kelamını uzak ve tanînendaz bir nutuk gibi işitiyor, güfte-i mânâya bîgane kalıyordu. Halbuki zavallı ihtiyar, ilk meclis-i mebusanın reisi kim olduğunu, vilayetlerden ilk fırkaları, milliyet münakaşalarını, adem-i tefehhümleri, ahalinin tarz-ı garip telakkisini, güzel ezberlenmiş bir müdafaanâmeyi tereddüd etmeden söyleyen serbest ve usanmaz bir avukat masumiyetiyle anlatıyordu. Vedid, başka şeyle meşgul olarak mânâsından kurutlduğu bu sözlerin sedasından da muztarip olmaya başladı. Sıkılıyor ve hafif bir hararet, sıcak ve mahsus bir nefes gibi şakaklarına yükseliyor, küçük serpûşunun altındaki çok saçlı başı kaşınıyordu. Eski ve ihtiyar mebus hâlâ, karşısındakilerin vukufsuzluklarına nasıl hücum ettiğini, traftarlarının azlıklarına rağmen sahip oldukları nüfuzu naklediyor, hatta muarızlardan aldığı cevapları aynıyla tekrar ediyordu. Vedid, saçlarını karıştıran narin elini yeleğinin cebine soktu. Artık boğulacaktı... Küçük ve radyum mineli zarif bir saat çıkardı. Şedîd ü bizzat bir ziyâ ile eşia nisâr rakamlar, parlak yelkovan, aydınlık gecenin mor ve münevver karanlıkları içinde nısful-leyli gösteriyordu. Dayanamadı.

— Artık gitsek, dedi, zira üşüyorum.

Feylesof meşhur olan hafızasının şiddet-i fevkattabîiyyesine feda olan zayıf sürat-i intikaliyle, her saati kendisine beş lira getiren bu muktedir ve muhterem genci sıktığını anladı.

— Evet, evet gidelim, diyordu, hakikaten çok soğuk. Lafa daldık. Konferans da bitmek üzeredir... İstersen bir parça da oraya gideriz.

Vedid yine reddetti:

— Hayır, ben gideceğim.

Feylesof:

— Öyleyse ben de giderim. Yalnız sıkılıyorum, dedi. Kalktılar. Rüzgar yoktu. Kamer kaybolmuş, batmıştı. Yolun etrafındaki yüksek ve muazzam ağaçların üstünde siyah sema, mâî ve mebzul elmasları andıran lâyuad ve lâyetenâhî yıldızlarıyla bir nehr-i mutalsam-ı necm-âlûd gibi ebediyetin meçhuliyetine doğru uzanıyor, heykeller mahûf ve beyaz heyulalar halinde câmid ve ebkem nazarlarıyla, önlerinden bir gün yanlarına mermerden vücud-ı timsalîleriyle mutlaka gelip dikilecek olan bu iki zîhayat-ı meşhura, müstehzi ve mütebessim bakıyorlardı.

İkisi de susuyordu. Artık mahfile yaklaşıyorlardı. Zavallı Perviz'in üfûl-i ebedisi için bestelenen hava-i matem, lâhutî ve mübhem bir heyecan ihsas ederek uzaklardan bir ah-ı müterennim samimiyetiyle feylesofun uğuldayan kulaklarına aksediyor, elektrik küreleri zulmette nurdan cesîm inciler, mütekâsif ve mehib gözyaşları gibi parlıyordu.

Feylesof durdu, bu münkesir, ağır, mevt-âmîz terennümden, bütün hayatında gayr-i ihtiyarî bir inad ile varlığını inkar ettiği gayr-ı mevcut ruhu şimdi birden müteessir olmuştu. Ellerini, karanlıkta garip bir galat-ı rüyetle daha beyaz görünen saçlarına götürdü. "Zavallı aziz ölüler!" dedi. Genç mebus hâlâ düşünüyor, asla bir şey duymuyordu. Nutkunu yazacağı bu geceyi bu kıymettar vakti ihtiyar bir geveze ile geçirdiğinden; zamanını telafi için asabileşiyor, ve refîkinin koluna girerek:

— Haydi üstad, çabuk yürüyünüz! Sâmiîn çıkmadan acele edelim, boş birer dirijabl bulalım, sonra otomobillere kalırsak, geceden kırk dakika kaybederim...

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Hürriyet Bayrakları


Hikayenin Adı : Hürriyet Bayrakları

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

..O akşam Demirhisar'dan Cuma-yi Bâlâ'ya geç ve yorgun gelmiştim. Gündüz hava pek sıcaktı. Başağrısı bana eski ve pis otelin aç tahtakurularını bile duyurmadı. Fakat sabahleyin zurna ve davul seslerine karışan naralar, türküler beni uyandırdı. Gözlerimi açtım. Tozlu ve soluk kırmızı perdelerden yakıcı bir güneş taşıyor, bütün odayı dolduruyordu. Gerinirken yalancı inkilâbımızın, bu kansız ve hakikatte ancak mânâsız alkış tufanlarından ibaret olan zavallı düzme Türk inkilâbının ikinci senesi olduğunu hatırladım. Evet bugün milli bir bayramdı! "Lâkin, acaba hangi milletin bayramı?" diye düşünerek kalktım. Pencereye yaklaştım. Dışarıda karmakarışık bir kalabalık dalgalanarak, kaynaşarak akıp gidiyordu. Karşıki çürük tahta peykeli Ulah ve Bulgar dükkânları açıktı. Sahipleri bu diyara yeni gelmiş hâkim yabancılar gibi önlerinden geçen sırma cepkenli Türk delikanlılarına gülümseyerek bakıyorlardı. Bu "On Temmuz" alayı, bu nümâyiş hakikaten seyre layıktı. Yüzümü yıkamayı sonraya bırakarak sandalyeyi çektim. Camı açtım ve oturdum. Biraz ileride Yahudinin Kızlı Kahvesi'ndeki gramofon bu hareket ve nümâyişlerden haberi varmış gibi bütün kuvvetiyle, eskisinden ziyâde bir gürültü çıkararak haykırıyor; uzaktan, el şakırtılarıyla ve "Yaşasın!" feryatlarıyla, uğuldayan bir mızıka sesi yaklaşıyordu. Cuma-yi Bâlâ piyade alayından bir müfreze, tebrik için hükümete gidiyordu. Binbaşı —kır saçlı, esmer ve saf çehreli bir adam— beyaz atının üzerinde şaşırmış bir gelin gibi sallanarak ve önüne bakarak gidiyor, arkasından dörder dörder gelen ezeli acemiler, amirleri gibi önlerine bakarak, mızıkanın çaldığı;

Ordumuz etti yemin,
Titredi hak ü zemin.

parçasını tekrarlayarak geçiyorlardı. Ondan sonra sırmalı Türk esvapları giymiş genç ve fazla sarı bir bey, bir sürü genç arkadaşlarıyla büyük bir muzafferiyetten dönüyormuş gibi kabararak askeri takip etti. Onların arkasından da çingenelerden ve sefillerden mürekkeb diğer bir sürü... Sonra büyük ve kırmızı bir bayrak göründü. Üzerinde üstünlü esreli birtakım yazılar vardı ki, okuyamıyordum. Bayrağın etrafında birçok sarıklı kafalar, büyük ve garip dev papatyalar gibi dalgalanıyor, arkadan hâki esvaplı, ikişer olmuş rüştiye çocukları bağrışarak kaynaşıyorlardı. Tutturdukları;

Arş ileri, arş ileri!
Alalım düşmandan eski yerleri...

nakaratını o kadar candan ve gönülden haykırıyorlar ki, önümden geçtikçe hepsinin zayıf boyunlarında ince damarcıklarının şiştiğini, feslerinin altından kırmızı terler aktığını görüyordum.

Bu nümâyiş akıntısı belki yarım saatten ziyâde sürdü.

Afyonunu fazla kaçırmış bir derviş gibi dalmış, gitmiştim. Vatanımın, Türkiye'nin, bu mutlaka öleceğine iman edilen hasta adamın hayatını düşünüyor, yeise pek benzeyen acı bir hisle bütün zihniyetimin büzüldüğünü, işlemez bir hale geldiğini duyuyordum. Odanın kapısı açıldı. Rum otelci atlarımın hazır olduğunu söyledi.

Razlık'a gidecektim. Demek bu geceki milli şenliği orada görecektim... Hemen giyindim. Giyinirken otelcinin getirdiği sütlü kahveyi bir yudumda içtim.

Tekrar deminki garip ve mahzun dalgama düştüm!

Bir saat sonra Papaz Bayırı'na çıkan dik yokuşu tırmanıyordum. Atımdan inmiştim. Hava çok güzeldi. Gökte ufak bir duman bile yoktu. Sırtlarda beyaz hudut kuleleri parlıyor, hafif bir rüzgar estikçe sanki güneşin sıcağını arttırıyordu. Bir sel yarıntısının içinde yürüdüm. İrili ufaklı taşlar ayaklarımı acıtıyor, atların yürümesine mani oluyordu. Buralarda hiç yol yoktur. Hatta bir keçi yolu bile... Etrafıma bakıyordum; gördüğüm yerler küçükken coğrafya kitaplarında o kadar ehemmiyetle okuyarak tahayyül ettiğimiz, o mâhut portakala benzeyen arzı hiç andırmıyordu. Sanki üzerinde insan ve hayvan yaşamayan bir kürenin, mesela ölmüş ve donmuş denilen ayın bir köşesinde idim. Taşlar, taşlar, taşlar.. Sarı ve akim topraklar, cılız ve sıska ağaçlar, çalılar, çalılıklar, yine çalılıklar. Yalnız telgraf direkleri bu iklimlerden vaktiyle yanılıp da bir kerecik geçmiş zannolunan medeniyet heyulasının belirsiz izlerinde dikilmiş büyük ve öksüz taaccüp işaretleri gibi yükseliyor, onun kaçtığı ormanlı ufuklara doğru birbiri arkasına sıralanıp gidiyordu.

Ve yolcular, hep bu güneş, soğuk, rüzgar, tipi ve kar altında kapkara olmuş ölü direklerin dibinden gidiyorlardı. İyice terledikten ve nefesim kesildikten sonra tepeye çıktım. Dinlenmek için duracaktım. Biraz ileride bir atlı gördüm. Esvabından, kılıcının parıltısından bir zâbit olduğunu anladım. O da yere inmiş, dinleniyor ve tabakasından cigara sarıyordu. Yanına gittim. Türklerde "takdim ve takaddüm"e hacet yoktur. Bu teklifsizliğimi çok sever ve çok samimi bulurum. Yaklaştım. Selam verdim. Nereye gittiğini sordum. Gülümseyerek cevap verdi:

— Razlık'a efendim, siz?
— Ben de.
— O halde beraber gideriz.

Bu esmerce, orta boylu, güzel bir mülazımdı. Geniş ve dolgun omuzlarının üstündeki büyük ve dik başı, iri ve siyah gözlerinin mahmurluğu, sirklerde kırbaçla ahlâkı bozulmuş esir kaplanların acıklı sükununu hatırlatıyordu. Konuşmaya başladık. Bütün Türk zâbitleri gibi kendi malumatına ve mantığına, kendi itminanlarına pek büyük bir ehemmiyet veriyor, münakaşa için fırsat arıyordu. Orada bir taşın üzerine oturduk. Cigaralarımızı yaktık. Öteden beriden... Bahsi politikadan açtık. Ben "On Temmuz" un buralarda bile takdir olunduğunu söyledim. Mülazım, hayretime canı sıkılmış gibi:

— Ah ne diyorsunuz? On Temmuzu takdir etmek.. Dedi. Bu da laf mı? Bu bizim en büyük, en şanlı, en âlî bir günümüz, en mukaddes milli bayramımızdır. Keşke üç gün olsaydı.... Çünkü bir gün bir gece, pek az...

— Demek On Temmuza bu kadar ehemmiyet veriyorsunuz?

Diye gülümsedim. İddialarının aksini söyleyerek asabi münakaşacıları kızdırmak hoşuma gittiğinden ilave ettim:

— Hem bu nasıl milli bayram? Hangi milletin bayramı?
— Osmanlı milletinin...
— Osmanlı milleti demekle Türkleri mi kastediyorsunuz?
— Hayır, asla... Bütün Osmanlıları....

Genç mülazımın koyu siyah gözlerinde sanki bir taassup ateşi parladı. Dinine küfür edilmiş bir evvel zaman Müslümanı gibi bakıyordu. Birden başlamayarak aklî sualciklerle onun hissi mantığını şaşırtmaya karar verdim:

— Bütün Osmanlılar kimlerdir?
— Tuhaf sual! Araplar, Arnavutlar, Rumlar, Bulgarlar, Sırplar, Ulahlar, Yahudiler, Ermeniler, Türkler... Hâsılı hepsi...
— Bunlar demek hep bir millet?
— Şüphesiz...

Tekrar güldüm.

— Fakat ben şüpheleniyorum.
— Niçin?
— Söyleyiniz Ermeniler, bir millet değil midir?

Biraz durdu. Tereddütle cevap verdi:

— Evet, bir millettir.
— Arnavutlar da bir millet?
— Arnavutlar da.
— Ey Bulgarlar?
— Bulgarlar da..
— Sırplar?
— Tabii Sırplar da.

Gülerek, başımı sallayarak:

— O halde sizin riyâzi ve müspet hakikatlere itikadınız yok.

Dedim. Ne demek istediğimi anlamadı. Yüzüme baktı. Ben devam ettim:

— Hendeseden, cebirden, müsellesattan vazgeçelim. Hatta hesap bilmiyorsunuz. Hesabın "cem" kaidesini bilmiyorsunuz. Yahut biliyorsunuz da, bunların doğru ve esaslı şeyler olduğuna inanmıyorsunuz.

Mülazımın bakışı bütün bütün değişti. Kendisiyle eğleniyorum sandı. Hiddetlenmesine meydan vermeden ben yine devam ettim:

— Yanlış anlamayınız. Yalnız bana cevap veriniz. Hesaptaki "cem" kaidesini hatırlayabiliyor musunuz?
— ! ! !
— Ben size söyleyeyim. Tabii inkar edemeyeceksiniz. Bir cinsten olan şeyler cem olunabilirler. Mesela on kestane, sekiz kestane, dokuz kestane! Hepsi yirmi yedi kestane eder, değil mi?
— Evet!!!
— Bir cinsten olmayan şeyler cemedilemez. Mesela on kestane, sekiz armut, dokuz elma... Nasıl cemedeceksiniz. Bu mümkün değildir. Ve bu imkânsızlık nasıl riyâzi ve bozulmaz bir kaide ise birbirinden tarihleri, ananeleri, meyilleri, müesseseleri, lisanları ve mefkûreleri ayrı milletleri cemedip hepsinden bir millet yapmak da o kadar imkânsızdır. Bu milletleri cemedip "Osmanlı" derseniz, yanılmış olursunuz.

Mülazım cigarasını unutmuştu. Yüzüme şaşalamış gibi bakıyor, onun şüphesiz ilk defa işittiği bu kadar basit ve adi bir hakikatten şaşalamasını sersemliğe çevirmek için ben izahımda, daha mufassalve hararetli devam ediyordum. Birçok misaller getiriyor, "Osmanlılık" kelimesinin düveli bir tabirden başka bir şey olmadığını; Rumların, Bulgarların, Sırpların, bütün o eski esirlerimiz olan bugünkü uyanık milletlerin Türklerden intikam almak ve kendi öz kardeşleriyle, Balkan hükümetleriyle birleşmekten daha tabii, daha makul, daha mantıklı, daha haklı mefkûreleri olamayacağını anlattım. Lâkin mülazımın anlamadığını gözlerinden, birden coşmasından pek iyi anlıyordum. Cigaralarımız bitmişti. Nihayet:

— Seninle münakaşa edemem, dedi, çünkü fikirlerimiz taban tabana zıt...

Ve ayağa kalktı. Ben de kalktım. Atlarımızı yedeğe alarak keskin ve kayalı bir sırtın kenarından yürümeye başladık. Yan gözle çaktırmadan yüzüne bakıyordum. Pek mustaripti, hep yere bakıyordu. Bir şey söylemek ister gibi bazı duruyor, sonra vazgeçmiş gibi yine hızla yürümeye devam ediyordu. Yine ben sükutu bozdum:

— Vâkıâ fikirlerimiz zıt, fakat azizim inkar edemezsiniz, benimkiler doğru değil mi?
— Hayır, asla doğru değil, dedi.

Tırmandığımız tepeden artık aşağıları görünüyor, Karaali hanlarının üstündeki beyaz jandarma karakolu, Simitli'ye doğru akan çakıllı dere parlıyor, uzakta seyrek ve sık ormanların nispetsiz ve boş alanlarında yanmış tahta yığınları halinde küçük köyler görünüyordu. Ayağa kalkar kalkmaz yine sızmaya başlayan terlerimi ıslak mendilimle silerek yine ısrar ettim:

— Lâkin, niçin azizim, niçin doğru değil?

Mülazımın canı sıkılmıştı. "Affedersiniz ama..." diye başladı ve coştu; eğer benim iddiam doğru olsaydı o kadar büyük adamlar bunu kabul etmezler miydi? Eski ve yeni bütün hükümetçi memurlara "büyük adamlar" diyordu. Hususiyle "Osmanlılık" fikri söylediğim kadar boş, suni ve hülya olsaydı muvafık ve muhalif bütün siyasi fırkalar programlarına bunu esas yaparlar mıydı? Artık Türkiye'de hiç adam yok muydu? Herkes yanılıyor muydu?

Söyledikçe müdafaasında ve mantığında kendini haklı sanıyor, haklı sandıkça daha ziyâde coşuyor ve biraz eğlenir gibi:

— Demek koca Türkiye'de herkes cahil de yalnız siz âlimsiniz. Herkes yanılıyor da, aldanıyor da, hakikati yalnız siz anlıyorsunuz, tebrik ederim, tebrik ederim öyleyse...

Diyordu. Yol birdenbire döndü. Derin bir sel yarıntısını geçmek lazım dedi. Durduk. Doğru yürüsek atların ayakları sakatlanacaktı. Belki düşeceklerdi. Etrafımıza bakınıyorduk. Mülazım sevinerek ve gülerek:

— Ah bakınız, azizim... diye haykırdı, bakınız, işte Osmanlılığın şahidi!

Parmağıyla bin metre kadar ilerde, uçurumlu bir yarın kenarındaki küçük bir Bulgar köyünü gösteriyordu. Siyah ve sürülmüş birkaç tarlacığın içinde süprüntü halinde duran bu viranecikte birkaç da ağaç vardı. Dikkatsiz nazarlarla bakıyordum. Mülazım ellerini çırpar gibi oğuşturarak:

— Ah görmüyor musunuz, dedi, görmüyor musunuz? Şu köycükte sallanan kırmızı kırmızı hürriyet bayraklarını görmüyor musunuz? Bugünü, Osmanlıların birbirleriyle en samimi ve hakiki kardeş olduklarını dünyaya anlattıkları bu büyük ve mukaddes günü, On Temmuzu alkışlayan bu kırmızı bayrakları görmüyor musunuz?

Dikkat ediyor, dikkatli dikkatli bakıyordum. Köyün orta yerindeki bir binada kırmızı bayraklar asılmış duruyordu! Gözlerime inanamıyordum:

— Acaba bunlar hürriyet bayrakları mı?

Dedim. Mülazım taştı. Taşmadı; âdeta fışkırdı.

— Körsünüz azizim, bakar körsünüz. Nafile zahmet edip bakmayınız. Hakikatler görmek istidâdı sizde yok. Hâlâ şüphe mi ediyorsunuz? Evet bunlar hürriyet bayraklarıdır. Şu dağ başında kaybolmuş Osmanlı-Bulgar köycüğü On Temmuzu takdis ediyor. İnanmıyor musunuz? Onlar Osmanlı değil midir? Yarın Osmanlı vatanına düşmanlar hücum ettiği vakit sizden evvel onlar koşacaklar, Osmanlılık namına kanlar dökecekler, Osmanlılığı kanlarıyla kurtaracaklar...

Kendimi tutamadım:

— Bu Bulgarlar ha?..

— Evet bu Bulgarlar! Bunlar en sadık Osmanlılardır. Komitacılarla hiç münasebetleri yoktur. Komitacılardan nefret ederler. On Temmuzu en mukaddes bir gün bilirler. Fakat siz mutaassıpsınız. İnanmazsınız. Hâlâ akılsız ve cahil babalarımız gibi: "Domuz derisinden post, gâvurdan dost olmaz..." der, medeniyetin, büyük yirminci asırın doğurduğu insaniyet, uhuvvet, müsâvât fikirleriyle eğlenirsiniz. Bütün Osmanlıların kardeş olmalarını kabul edemezsiniz. İşte bakınız, ufacık bir köy bugünü kırmızı bayraklarla tebcil ediyor. Kimbilir, akşam bu büyük günün şerefine nasıl eğlenecekler, nasıl içecekler ve "Yaşasın Osmanlılık, kahrolsun nifak!" diye bağıracaklar..

Ben susuyor ve dinliyordum. Mülazım coşuyor, Tanzimat tılsımının hülyalarıyla, seraplarıyla dalgalanan Osmanlılık rüyasını, onun tatlı hezeyanlarını tasvir ediyor, artık büyük Osmanlı milletine kimsenin galip gelemeyeceğini söylüyordu. Hâlâ yarın başında, uzakta kırmızı bayrakları görünen Bulgar köyünün karşısında duruyorduk. Birden elimden tuttu:

— İster misiniz, oraya kadar gidelim, dedi, doğruluğuna inanamadığınız Osmanlılığın nasıl kavi ve halis olduğunu kendi gözlerinizle göreceksiniz. Üşenmeyiniz. Gidelim, bu muhterem Osmanlıları, tebrik edelim. Bu büyük gün için öpüşelim.

Daha ziyâde rica ediyordu. Vâkıâ köy ancak bin metre kadar vardı. Lâkin aradaki dere pek sarptı. Oraya varmak için en aşağı bir saat lazımdı. Yolumuzdan bir buçuk saat kadar kaybedecektik. İstemiyordum. Razlık'a geç kalacağımızı söyledim. Mülazım rica ve ısrar ediyor, mutlaka bu zavallıların samimiyet ve sadakatlerini bana göstermek istiyordu. Ben vazgeçmesini, kendi fikirlerini kabul ettiğimi, kendisiyle bir fikirde olduğumu, deminki sözlerimin şakadan başka bir şey olmadığını söyledikçe o ısrar etti. Nihayet dayanamadım.

— Haydi gidelim.

Dedim. O önden, ben arkadan derin bir uçuruma yuvarlanır gibi indik. Dere kupkuru idi. Etraftaki taşları, kumlu toprak yığınlarını güneş kızdırmış, âdeta bir fırına çevirmişti. Atlarımız bu münasebetsiz seyahattan şaşalamış gibi bazı duruyorlar, gelmemek istiyorlardı. Derenin dibinde köye çıkan yolu bulduk. İndiğimiz kadar çıkacaktık. Nefeslerimiz duruyor, her yirmi adımda bir dinleniyor, tekrar taşları ve çalı köklerini tutarak tırmanıyorduk. Ayaklarımızın altında toprak parçaları yuvarlanıyor, kertenkeleler kaçışıyor, fundaların arasına saklanıyorlardı. İnce yol gayet dikleşti. Ve artık tepeyi tutuyorduk. Bir gayret, bir gayret daha... Hafif bir düzlüğe çıktık. Burası köyün önü idi. Yeni açılmış tarlaların kenarlarında büyük gübre yığınları duruyordu. Kırmızı hürriyet bayrakları takan eve ancak yirmi otuz adım vardı. Durduk. Bizi birden gören zayıf, sarı tüylü ve iri bir köpek havlamaya ve üzerimize atılmaya başladı. Gübreleri burunlarıyla karıştıran irili ufaklı domuzlar, minimini gözleriyle "Bunlar kim?" gibi merak ve tecessüsle bakıyorlardı. Fakat biraz ilerde, tarlanın nihayetinde bel ile çalışan Bulgar, köpeğin havlamasını işitmemiş gibi hiç bize bakmıyor, kim olduğumuzu bile merak etmiyordu.

On Temmuz bayramını tebcil için asılan bayraklara baktım. Bunlar hava aldırmak için güneşe asılmış kırmızı biber dizileri idi... Alçak kapıdan gözüken kolları sıvalı, pis, sarı, esmer bir kadın, hain ve mavi gözleriyle kızdırılmış vahşi bir hayvan gibi bizi süzüyor, etrafımızda havlayan, sıçrayan, deliren köpeği mahsustan çağırmıyordu. Şimdi hürriyet bayrakları sandığı şeylerin ne olduğunu gören mülazım dudaklarını ısırıyor, sapsarı kesiliyordu. Şaşkın bir sesle tarladaki Bulgar'a:

— Kolay gelsin gospodin!

Dedi. Bulgar hâlâ işini bırakmıyor, başını çevirip bize bakmıyordu. Yine yüzünü çevirmeden sert ve bir küfür kadar çirkin bir şive ile:

— Nezman Türkçe bre...

Diye haykırdı. Ben ve mülazım, donmuş kalmıştık. Öyle duruyorduk. Sanki vurulmuştuk. Tablo değişmiyordu. Kadın aynı hain gözlerle bize bakıyor, etrafımızda çırpındıkça daha ziyâde kuduran köpek havlamasında devam ediyor, domuzlar gayet adi ve ehemmiyetsiz mahluklar olduğumuzu anlamışlar gibi sahiplerini taklit ederek bize bakmaktan vazgeçiyorlar, gübrelerde ezeli gıdalarını araştırmaya başlıyorlardı. Tarlada çalışan Osmanlı-Bulgar vatandaş, bir kere olsun dönüp bakmıyor, çapasıyla uğraşıyordu. Mülazımı kolundan çektim:

— Haydi, artık gidelim.

Dedim, cevap vermedi. Beni takip etti. Dumanlaşan gözleri yerde idi. Artık ne onda ne de bende münakaşa edecek kuvvet ve neşe yoktu. Hali bir cehennemin tenha uçurumlarında kalmış günahsız hayvanlar gibi, gayr-i müdrik ve dalgın, tekrar uçuruma girdik. Tırmandığımız yollardan kaymaya başladık.

Tepeye, Karaali hanlarına giden keçi yoluna çıkınca arkama döndüm. Ta derenin öbür tarafında kalan köye baktım. Hakikaten, zehir kadar acı olan bu kırmızı biber dizileri uzaktan pek cazibeli ve al hürriyet bayrakları gibi parlıyor, insana ne olursa olsun bir şeyi alkışlamak "Yaşasın! Yaşasın!" diye haykırmak arzuları veriyordu.

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Havyar


Hikayenin Adı : Havyar

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Handune hanım eski bir şeyhülislam haremidir. Yaşı bugün altmışı aşmak üzere...Gamsız, kasâvetsiz vaktini geçirir. Hala pembe beyaz durur. Yüzünde bir çizgi olsun göremezsiniz, yirmi sene evvel doksan dokuzunu dolduran efendiciği gözünü kapayınca kendi gibi beyaz, tombul, yetişmiş tam kıvamına gelmiş bir tanecik kızcağızıyla yapyalnız kalmıştı. Mal vardı, mülk vardı. At vardı, araba vardı. Ama bu evde bakacak bir erkek yoktu.

Hamdune hanım paçaları sıvadı. Kendine bir damat aramaya kalktı.

- Kız gibi bir delikanlı isterim!

diyordu. Tüccarları, erkan-ı harpleri, katipleri, doktorları, mühendisleri, hasılı hiçbirisini beğenmedi. Hele sarıklıların: "Ben onları bilirim, ne hin oğlu hin olurlar..." diye lafını bile ettirmiyordu.

- Malı olmasın, mülkü olmasın, parası olmasın, pulu olmasın. Mahçup, namuslu, terbiyeli bir genç istiyorum! şartını adeta manzum, kafiyeli bir nakarat gibi diline virt etmişti.

Arayan mevlasını da bulur belasını da... Nihayet Hüsam efendiyi Topkapı'nın ücra bir mahallesinde keşfetti. Henüz yirmi yaşına giren bu genç o zaman evkafa devam ediyordu. O kadar utangaçtı ki... Selam verseler gelincik çiçeği gibi kızarıverirdi. Rakı, tütün, enfiye, bira, tiyatro, filan ne olduğunu bilmiyordu. Daha ömründe bir defacık olsun köprüyü geçmemiş, karşıya ayak basmamıştı. Fakir bir türbedar olan merhum sufi babasından kalma ödenecek bir borç gibi beş vaktinin arasına habire nafile namazları sıkıştırıyor, Ramazanı tuttuktan başka üç ayları bile bozmuyordu. Mahalleli, Hüsam efendiden bahis olunurken: "Mutlaka bir gün erecek, evliya olacak!" derlerdi. Hamdune hanım bu gencin harikulade iffetine, sofuluğuna, müslümanlığına hayran kaldı. İri, çarpık burununa, koyu, yağlı sarıya çalan kötü renkte, bodur boyuna, seviyenden bozulmuş eğri bacaklarına bakmadı.

- Erkeğin çirkini mi olur, meğer ki züğürt ola...

dedi. Fakat bu atasözü de Hüsam efendiyi kurtarmıyordu. Çünkü son derece çürkin olmakla beraber fakirdi de... Hamdune hanım bu kusuru:

- Allah fazlasıyla vermiş, bizim paraya ihtiyacımız yok!

diye görememezlikten geldi. Hüsam efendiyi hamamdan gelin kaldırır gibi yalnız üstündeki esvabıyla aldı. Erenköy'ündeki köşküne getirdi. Nikâhı düğünü bir günde yaptı. Beyaz, gayet beyaz, tombul kızının yatak odasına soktu. Kızının beyazlığı güzelliği kadar meşhurdu. Komşular ona:

- Kaymak hanım!

derlerdi. Hamama girdi mi bütün kadınlar bu gözleri kamaştırıcı beyazlığından şaşırırlar: "Tüh, tüh, yaradana maşallah!" diye nazarları değecek kokusuyla ona uzun uzadıya bakmazlardı. Bu kaymak vücutla Hüsam efendi tam yirmi sene koyun koyuna yattı. Hamdune hanım damadından son derece memnundu.

- Büyüdü gitti. Şükür yetiştirene! Kırkına girdi. Saç sakal sahibi oldu. Hala kız gibidir! yüzüne bakılsa terler, kıpkırmızı kesilir.

derdi. Hakikaten Hüsam efendi öyleydi. Gözlerini yerden kaldırmaz, dişi, erkek, kimsenin suratına dik dik bakmazdı.

Fakat... Ah bu muharebe! Herşeyini alt üst ettiği gibi Hüsam efendiyi de kaymak gibi karısının koynunda, kaynanacığının dizi dibinde rahat bırakmadı. Kırkını geçtiği halde askere aldılar. Sonra bir kolayını buldu. Kurtuldu. Ama Erenköy halkı fevkalâde iffetine mükâfat olarak onu kendilerine fahri ekmek müvezzi yapmak istediler. Derken kooperatif şirketine sokmaya kalktılar. Hatta müdür yaptılar. Kaynanacığının parasıyla şimdiye kadar rahat rahat yaşayan Hüsam efendiye ansızın bir ticaret hevesi geldi. Beşyüz lira sermayeyle bin, bin beşyüz, ikibin lira kazandı. Müdürlükten istifasını verdi. Ticarete atıldı. Artık tamamıyla yırtılmıştı. Yüzde onbin kârı bile az görüyor, yüzde yüzbin kazanmak için akla gelmez yüzsüzlüklere cesaret ediyordu. Eski mahçup, sıkılgan Hüsam efendi şimdi çaçaron birşey olmuştu. "vaktim yok" diye namazı niyazı bıraktı. Gülüyor, utuyor, kahkahalar attığı vakit köşkü çıngır çıngır öttürüyordu. Damadının bu hali Hamdune hanımı fena halde müteessir etti. Üzülüyor, sıkılıyor:

- Yarabbim! Bu adam kırkından sonra "yalaka oldu!"

diyordu. Eskiden "öyle, hayır"dan başka hiçbir söz bilmeyen sükûti Hüsam efendi, şimdi önüne rastgelene cırcır konuşuyor, alay ediyor, açık saçık latifeler yumurtluyor, daha sonra kocaman ağzının içindeki çürük dişleri gösteren geniş bir kahkaha ile arsız arsız gülüyordu. "Hazırcevap"lığı bir meziyet edinmişti. Kendisine ne sorulsa güya tuhaf bir kelimeyle cevap veriyordu. Karısı, kaynanası bu değişikliğe tahammül ediyorlar, seslerini çıkarmıyorlardı. Lâkin Hüsam efendi, dil münasebetsizliklerine, el münasebetsizliklerini de karıştırmaya başladı. Evdeki hizmetçilerle ağız şakasından tutturdu. Hamdune hanımın kırk yıllık Arap halayığı Servinur'a sataşmaya kadar işi ilerletti. Bu kömür gibi simsiyah ince uzun hala yirmi yaşında gibi dimdik durur, dinç bir Sudan kızıydı. Hüsam efendi Almanlar Paris'e yaklaştıkça daha ziyade azıttı. Öpmekle, sıkmakla kalmadı. Geceleri zavallı Servinur'un odasına hücuma bile kalktı. Hamdune hanım bu rezalete artık thammül edemedi. Zavallı kızının gözleri iki çeşmeydi. Bir sabah damadını kapıdan çıkarken yakaladı.

- Hüsam efendi oğlum, biraz beni görür müsünüz? dedi.
- Ne demek efendim, emriniz baş üstüme! Buyurunuz efendim. Siz benim velinimetim, sebeb-i refetimsiniz, siz benim anam, babam, efendim herşeyimsiniz, siz benim...

Evet öyle bir şaklaban olmuştu ki. Hamdune hanım:

- Estağfurullah, estafurullah, buyurunuz azıcık!

diye kapının yanındaki kanapeye oturtmasa kim bilir daha ne maskaralıklar edecekti. Kaynana yere baktı. Öksürdü. Acıklı bir çehreyle:

- Oğlum latifeyi bırak. Sana ciddi birşey soracağım! dedi.
- Tabii ciddi. Hiç latif eder miyim? Haddime mi düşmüş, aynı zamanda...

Hamdune hanım yine damadının lafını kesti:

- Sorduğum suallere kısaca cevap veriniz.
- Başüstüne efendim.
- Siz kaç senedir benim damadımsınız?
- Yirmi senedir!
- Bundan memnun musunuz?
- Son derecede efendim!
- Hareminizden?
- Allah razı olsun efendim.

Hamdune hanım tombul vücudunu geniş kanapenin üzerinde kımıldattı. Yeşil başörtüsünü elleriyle düzeltti. Son darbesini indirecek bir döğüşçü gibi toplandı. Sanki göğsünü nefesle doldurdu. Kelimeleri ayrı ayrı söyleyerek sordu:

- Öyleyse kaymak gibi ıyâliniz (karınız) dururken bir pis Servinur fellahına sataşmaya sıkılmıyor musunuz?

Hüsam efendi yüzünü ekşitti. Bir an düşündü. Sonra iri çarpık burnunu eliyle kaşıyor gibi yaptı. Çatık kaşlarının kaldırdı. Sırıttı. Çürük dişlerinin arasından tükürükler saçan küstah bir edayla:

- Valideciğim, yirmi senedir kaymak yemekten usandım, dedi. Şimdi de biraz canım havyar istiyor! Siyah havyar...

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Gizli Mabed


Hikayenin Adı : Gizli Mabed

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Geçen gün Tokatlıyan'da Sermet bana genç bir Frenk takdim etti. Sorbon'dan arkadaşmış! Kumral, çini mavi gözlü, güzel, narin, nazik bir çocuk! Azgın bir "Şark" meftunu! İlk lafı bu oldu:

— Azizim, siz kendinizi bilmiyorsunuz. Avrupa'yı bir şey zannederek kendi güzelliklerinizi göremiyor, kendi esrarlarınızı yaşamıyorsunuz...

Birdenbire haklı mı, haksız mı olduğunu kestiremediğim bu tevbîhe gülümsedim:

— Yaşamadığımızı, göremediğimizi ne biliyorsunuz?..
— Bunu gözümle gördüm, diye coştu. Üç gecedir Sermet'in evindeyim. Her şey alafranga: Yemek salonu, yatak odası, karısının, kardeşlerinin giyinişleri, hareketleri, hatta zihniyetleri, telâkkileri bile hep Avrupavâri! Ah nerede Loti'nin Türkiye'si?..
— Loti'nin Türkiye'si karşı tarafta! dedim.
— Evet öyle söylüyorlar. Fakat içine girilmez bir âlem! Yazık ki siz bu pitoresk âlemi sevmiyorsunuz!..
— Sevenlerimiz de var...

Dedim.

— Siz sevenlerden misiniz?..
— Evet...

Diye mübalâğalı bir tehâlükle başımı salladım: "Sabit fikir"lerinin hududunu aşamayan Frenkler ne masumdurlar! Bu genç Avrupalı da bunlardan biriydi. Türkiye'ye dair konuşmaya başladık. İddia ediyordu ki, biz kendimizi tanımıyoruz; en güzel, en zengin, en bediî sokaklarımıza pis diyoruz. Artık güzellikten mahrum Avrupa binalarına, muazzam caddelere; tabiatı öldüren hendese çizgilerine kıymet veriyoruz... Rumlara hiddeti, garez derecesini geçiyordu. Beyoğlu'ndan öyle nefret etmişti ki: "Ne iğrenç Garp karikatürü, yarabbi!" derken âdeta sarararak tiksiniyordu. Kafası Loti'nin muhayyilesiyle doluydu. Bizim sefalet, vahşet, cehalet dediğimiz perişanlıklarımıza o "harika!" diyor, bu nihayetsiz mezbeleler, baykuşlu viraneler karşısında nasıl olup da bediî bir heyecan duymadığımıza şaşıp kalıyordu. Nihayet kendisinin, Avrupalılaşmamış bir Türk evine götürülmesini benden rica etti. Aklıma birdenbire Karagümrük'te oturan ihtiyar süt annem geldi. Bu gayet sofu ve gayet stoik, gayet muhafazakâr bir kadındır, kendinden büyük eski Arap halayıkçığıyla oturur, kocasından kalan ufacık bir iratla rahat rahat geçinir.

— Öyleyse sizi hiç Avrupalılaşmamış ihtiyar bir dulun evine götüreyim!

Dedim. Teşekkür etti. Sevindi:

— Ne vakit?..
— Bugün, hatta isterseniz şimdi.
— Bu mümkün mü?..
— Mümkün, yalnız başınıza bir fes alacağız, dedim.

Böyle ansızın gitmek, alaturka evde tekliflere, tekellüflere meydan bırakmayacak, tabiatı, pitoreski, bu Şark meftunu Frenge olduğu gibi gösterecekti. Sermet, zavallının sevincine gülmekten katılıyordu. Ona veda ettik, bir arabaya atladık. Beyazıt'a indik. Frenkçiğe bir dükkandan ciğer gibi kıpkırmızı bir fes aldık. Kalıplattık. Tramvaya binmek istemedi.

— Buradan aşağı hep Türk mahallesi mi?

Dedi.

— Evet hep Türk mahallesi.
— O hâlde rica ederim, yayan gidelim.
— Pekâlâ!..

Dedim. Yangın yerlerinden yürüdük. Sisli bir hava, bulutlu, karanlık bir sema harap evlerin, tenha viranelerin sükûnuna sanki acı bir hüzün karıştırıyordu. Yolda ona talimat verdik. Süt anneme kendisi için "Çerkez" diyecektim.

Vâkıâ o horozdan kaçan bir kadın değildi. Fakat belki bir Hristiyanın yanına çıkmak istemezdi. Bu basit entrika genç Frengin muhayyilesini daha beter alevlendirdi. Bir tarafa çarpılmış siyah, çürük tahta evler, yıkık duvarlar, sökük çatılar karşısında duruyor, "Oh, ne manzara, ne manzara!" diye bir türlü ayrılamıyordu. İki saatte eve gelebildik. Bu üç katlı, ahşap, biraz viranca bir binadır. Kapıyı çaldım. İhtiyar Arap açtı:

— Süt annem yok mu?

Diye sordum.

— Komşuda... Buyrun....
— Haydi, Karanfil Dadı, git koş, benim geldiğimi söyle. Yanımda da bir misafirim var. Bu gece sizde kalacağız, dedim.

İçeri girdik. Temiz fakat karanlık taşlıktan geçerek koca bir merdivenden çıktık. Misafir odasına genç Frenk bayıldı. Yerde güzel bir Acem halısı yayılıydı. Duvarlar "merhum hattat süt babamın yadigâr bıraktığı" levhalarla süslenmişti.

Yastıklarına fes rengi perdelerin düştüğü sedirler kırmızı velenselerle örtülüydü. Karşı karşıya oturduk. Kafeslere hayran oldu.

"Âdeta kendimi bir rüyanın içinde sanıyorum!" dedi. Süt annem gelince benim gibi elini öptü. Ara sıra başındaki fesi unutuyor; gayr-i ihtiyarî reverans hareketleri izhar ediyordu. Süt annem bunun pek farkına varmadı ama:

— Konuştuğunuz lâf Çerkezceye benzemiyor, dedi. Ben:
— Anneciğim, bu senin bildiğin Çerkezce değil, Hicretten sonra çıkmış, Rusça ile Çeçence ile karışık yeni bir Çerkezce!

Diye kandırdım. Sözde bu Çerkez misafir, hacca gitmek için İstanbul'a gelmişti. Süt annem hac vakti olmadığını hatırlatınca ona da bir kulp buldum. Maksadı daha evvel davranıp İstanbul'da biraz Türkçe öğrenmekti.

— Ah bu yaşta hacı olmak, ne mutlu, ne mutlu, darısı senin başına!..diyordu.
— Âmin, âmin!..

Frenk, ağzımızdan çıkan bu kelimeyi birdenbire tanıyor, aşinalığını göstermek fikriyle kendi şivesiyle tekrarlıyordu:

— Amen, amen!..
— .........

Süt annem bu Çerkezle hacca beraber gitmemi tutturdu. Hâsılı yemek zamanına kadar hep hacdan, hocadan falan bahsettik. Ben süt annemin nasihatlerini çıtır çıtır hep Çerkezceye tercüme ettim. Sofraya oturunca Frenk bütün bütün bediî heyecanının içinde gaşyoldu. Yalnız yabancı misafirlere çıkan gümüş sini, zavallıyı deli edecekti. Çatalı bırakıyor, süt annem gibi eliyle yemeğe çalışıyordu. Ben vazgeçirdim. Elle yemek yalnız ihtiyar kadınlara mahsus olduğunu söyledim. Dünyanın en rahat vaziyeti bağdaş kurmak olduğunu iddiaya başlarken sofradan kalktık. Kahvelerimizi içtik. Süt babamın kütüphanesinde yadigâr gibi duran eski yazma kitapları misafirime gösterdim. Nakışlara, ciltlere, minyatürlere hayran kaldı. Uyku zamanı gelince, onu Karanfil'le beraber en üst kata çıkardık. Yatağını bahçe üstündeki odaya yapmışlardı. Ayakyolunu falan gösterdim. "Bonsoir" dedim. Ben de orta kattaki odaya çekildim. Gece fırtına çıktı. Şiddetli bir yağmur yağdı. Sabahleyin gayet güzel bir hava açılmıştı. Frengi uyanmış, giyinmiş buldum. Yatağın içine oturmuş, bir şeyler yazıyordu.

— Bonjour...
— Bonjour, mon ami!..
— Ne yazıyorsunuz?..
— Oh, tahassüsatımı!..
— O kadar mütehassis mi oldunuz?..
— Tarif edemem, size tarif edemem!..
— ........

Aşağı indik, sabah kahvelerimizi içtik. Süt annemin ellerini öptük. Bu Frengi, daha beter Şark pitoreskinin içine batırmak için yayan olarak Fatih'e götürdüm. Caminin karşısındaki kahveye oturduk. Bir nargile ısmarladım. Dışarı üflemesin diye evvelâ ehemmiyetle içmek ameliyesini öğrettim. Keyiflerimiz gelmeye başlıyordu. Zavallıyı yine azıttırmak, coşturmak için:

— Azizim, şu karşındaki mâbede bak, dedim. Ne letâfet, ne mehâbet değil mi?

Frenk gülümsedi, o kadar müteheyyic görünmedi. Daha dün yıkık çeşmelerin, eğrilmiş duvarların huzurunda deli gibi çırpınan bu adamın kayıtsızlığı tuhafıma gitti. Sordum:

— Bu abideyi beğenmediniz mi, yoksa?
— Bu, bu mâbed hiç...

Diye mavi gözlerini küçülterek tekrar gülümsedi.

— Ne demek hiç? Bu İstanbul'un en muazzam bir abidesidir...
— Bu, hiç... Bu mâbed, hiç...
— Ne demek?..
— Ben ondan daha mühimini gördüm.
— Olamaz, dedim, ne vakit gördünüz?
— Bu gece...
— Rüyanızda mı?..
— Hayır...
— Ya nerede?..
— Evde...
— Hangi evde?..
— Yattığımız evde...

Şaşaladım.

— Ne gördünüz canım?
— Piyer Loti'nin göremediği bir şeyi! Hiçbir Avrupalının tanımadığı bir sırrı!..
— .......

Gülümsüyordum.

— Evet, ben sizin gizli mâbedinizi gördüm, dedi.
— Nasıl gizli mâbed, canım?..
— Nafile saklıyorsunuz. Ben gördüm işte!.. Asırlardan beri Avrupalıların gözlerinden sakladığınız mahrem mâbedinizi, hususî mâbedinizi bu gece gördüm.
— .......
— Ama emin olunuz, bu sırrı muhafaza edeceğim. Paris'e gidince gazetelere yazmayacağım, defterimde mukaddes bir şey gibi bu hatıra saklı kalacak.
— Laflarınızdan bir şey anlamıyorum, dedim.
— Israr etmeyiniz gördüm, gördüm...
— Neyi canım?..
— Gizli mâbedinizi!
— Bizim gizli mâbedimiz, falan yoktur.
— Nafile inkâr ediyorsunuz, ben gördüm.
— Tuhaf, çok tuhaf!..

Diye başımı sallıyordum.

Frenkçik dayanamadı. Cebinden maroken kaplı bir defter çıkardı.

— Bak görmüş müyüm, görmemiş miyim?!

Dedi. Son sayfaları okumaya başladı:

"...Sabah! Büyük bir heyecan, bir haz heyecan içinde şu satırları yazıyorum. Dün Sermet'in takdim ettiği bir Türkle bu İstanbul'un en meçhul yerine geldim. Meğerse Jacques Casanova, Pierre Loti filân konaklarla yalıların selâmlık dairelerinde birer kahve içmekle Şarkı gördük sanıyorlarmış. Asıl Şark görünmeyen tabakalarda... Ben işte hiçbir Avrupalının görmediği şeyi gördüm. Burası ihtiyar, dul bir kadının evi. Gayet dindar bir kadın. Evin içi, sofra takımı, âdet, tarzlar, hâsılı her şey hiç bozulmamış... Tamamıyla alaturka. Gece beni en üst katta bir odaya yatırdılar. Sabahleyin gayet erken uyandım. Yataktan kalktım. Garip bir tecessüs içimi yiyordu. Ayaklarımın ucuna basarak dışarı çıktım. Karşıda bir oda vardı. Kapısı aralıktı. Yavaşça ittim. Bir de ne göreyim? Gizli bir aile mâbedi!..

Beyaz perdeler inik. Aralarından soluk bir aydınlık giriyor. Duvarlarda birçok büyük levhalar asılı. Köşelerde ağır, ceviz ağacından yapılmış, demir çemberli mezarlar duruyor. Şüphesiz bu mezarlarda sevgili ölülerin mumyaları var. Bir tanesini açmaya çalıştım. Mümkün değil, kilitli! Sonra yerde irili ufaklı birçok kaplar duruyor. Bazıları bakırdan, bazıları porselenden! İçlerinde kıymetlileri var. Mesela kapının hizasında, birinci mezarın önündeki gayet kıymetli, etrafı altınla yaldızlanmış bir kap. Köşedeki yeşil bir vazo... Kim bilir nasıl bir topraktan yapılmış, mâbedin içinde mânâsını anlayamadığım bir nisbet dahilinde ipten birtakım dılılarla zâviyeler gerilmiş. Bu mukaddes zâviyelerin üzerinde şüphesiz ölülere ait olan birtakım relique'ler asılı. Kaplarda mukaddes sular duruyor. Bazısında taşacak derecede çok. Mekke'nin, Medine'nin, kim bilir, hangi meçhul, hangi mukaddes köşelerinden gelen bu esrarlı, bu mukaddes sulardan tattım. Biraz kekremsi... Kapların dibinde hafif, ama gayet hafif bir toprak tortusu var. Her kaptan içtim. Hepsinin tadı var. Kalbim çarpmaya başladı. Memnû bir mâbede girmiş bir küfürbaz, bir hain, bir kâfir heyecanıyla dışarı çıktım. Sanki bu mezarlar birdenbire açılacak, içlerinden yüzlerce sene evvel ölmüş ihtiyar Türkler kavuklarıyla, yatağanlarıyla, kalkıp üzerime yürüyecekler sandım. Sanki duvarlardaki levhalar sallandı. Mukaddes kapların içi çalkandı. Sanki o an bir deniz olacak, oralarda beni boğacaklardı. Bu mukaddes suların hiddetini, sükûtunu, ulviyetini şimdi içimde duyuyor gibi oluyorum.

Esrarlı, müphem bir rehavet, bir ateş damarlarıma yayılıyor. Beynimde karanlık, meçhul bir kubbenin derin akislerini işitiyorum. Öyle anlatılmaz bir heyecan duyuyorum ki..."

. . . . . . . . .

Kendimi tutamadım. Öyle bir kahkaha attım ki... Frenk marpucunu elinden düşürdü. Az daha nargilesi devrilecekti. Sabah keyfini çatmaya gelmiş müşterilerin afyonlarını patlattım. Dik dik yüzüme bakıyorlardı.

Frenk sordu:

— Neye gülüyorsun?..
— Ayol sen gizli mâbede girmemişsin!

Dedim.

— Ya nereye girmişim?..
— Süt annemin sandık odasına!
— Sandık odası ne?..
— Bizim evlerde komod, aynalı dolap falan yoktur. Eşyalarımız, birer sandıkta, sandıklar da bir odada durur. O mezar zannettiğin demir çemberli, ceviz tabutlar, bizim çamaşır sandıklarımızdır.
— Ya duvardaki levhalar?..
— Süt babamın eserleri! Yadigâr diye süt annem satmıyor.

Frenk inanamıyordu. Ben hâlâ gülüyordum.

— Ya ipten yapılmış hendesî şekiller? O "relique"ler?..
— Yağmurlu havalarda çamaşır asmaya mahsus ip. Zâviyeler, müsellesler, tesadüfen teşekkül etmiş; relique zannettiğiniz de kullanılmayan esvaplar..

Frenk yine inanamıyordu. Mavi gözleri birdenbire bulutlanmıştı. Yalanımı yakalamış gibi başını salladı:

— Ya o mukaddes sular? Onlara ne diyeceksin azizim?..dedi.
— Gece yağmur yağdı. Süt annemin sandık odası, bildim bileli akar. Tavandan damlayacak yağmur suları yerleri ıslatmasın diye geceleyin Karanfil, o kapları odaya sıra sıra dizmiş olmalı...

Dedim. Frenk evlerimizin üzerindeki "Maşallah" levhalarını millî bir sigorta şirketinin işaretleri, saçaklarımızda sallanan nazarlık pabuçlarını damdan dama kaçan hırsızların oralara takılıp kalmış ayakkabıları zanneden meşhur milletdaşı gibi, bir an durdu, düşündü. Derin derin nargilesini çekti. Yutkundu. Elinde açık kalan defterini cebine soktu. Ben hâlâ duruyor, duruyor, gülüyordum.

— Gülme azizim, sizin sandık odalarınızda bile öyle esrarlı, öyle anlaşılmaz, öyle müphem, öyle dinî bir hâl var ki...
— Ne gibi?..
— Öyle bir şey ki... Siz körsünüz... Göremiyorsunuz vesselam...

Dedi. Fakat bizim göremeyip de o yalnız kendi gördüğü şeyin ne olduğunu bir türlü söyleyemiyordu.

Malûm ya, Türkler hükümlerinde çok naziktirler! "Biz kör isek, işte siz de dilsizsiniz!" cevabı ta dudaklarımın ucuna gelmişken sustum. Hiç ses çıkarmadım.

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Son Sadriştayn'ın Karısı


Hikayenin Adı : Son Sadriştayn'ın Karısı

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

O gün İstanbul'da kalsam bile hiçbir iş yapamayacaktım. Müthiş, acı, anlatılmaz bir sinir nöbeti yine beni kıvrandırıyordu. Bu korkunç hali bilmeyenler ne kadar mesutturlar! İnsanın birdenbire bütün ümitleri, bütün zevki, bütün neşesi kaybolur. Gözünün önünde hayat, hava, ufuk, her şey kararır. Dostlar düşman görünür. Sevgililerden nefret edilir... Ben işte bu sinir denilen ateşsiz cehennemin içine düşünce kendimi kırlara atarım. Tenha korular, sevinçli mazilere benzeyen gölgeli yollar, dallarda geçmiş bir saadetin canlı hâtıraları gibi uçuşan kuşlar bana ilâhi bir teselli füsunuyla tesir eder; hafiflerim. Beynimdeki ağırlık yumuşar. Şakaklarımın ateşi söner.

O gün yine böyle perişan bir haldeydim. Hafiflemek, beynimdeki granit ağırlığı yumuşatmak, başımın kaynayan hararetlerini söndürmek için bir Boğaziçi vapuruna atladım. İlkbahardı. Tatlı bir rüzgâr esiyor... Vapur ilerledikçe aklım başıma geliyor gibi oluyordu.

Açılıyordum...

Güvertedeydim; görülmemiş kuşlara mahsus beyaz, pembe, mor yalılara, yeşil korulara, mavi tepelere bakıyordum. Gözlerimdeki kırmızı karanlık silindikçe kulağım da işitmeye başladı. Dizlerimde, bileklerimde, omuzlarımda yorgun ağrılar hissediyor, geniş geniş gerinmek istiyordum. Biraz doğruldum. Başımı sağa çevirdim; müthiş, iri, kıpkırmızı bir Alman yanıma oturmuş, gayet beyaz bir keten mendille terini siliyordu. Birbiri üzerine attığı bacaklarına, kalın dizlerine, dokunulsa kan fışkıracak sanılan tombul ellerine baktım. Sonra gözlerimi sararmış ellerime, takallüs etmiş dizlerime çevirerek:

— Ah, ne sıhhat!..

Dedim. Hem gayr-i ihtiyarî düşünmeye başladım. İşte bu, sinirleri adalât içinde kaybolmuş, kavî, gürbüz bir mesuttu! Kimbilir ne güzel yiyor, ne iştiha ile içiyor, ne kadar kolaylıkla hazmediyordu. İnce ceketinin üzerinden kalın vücudunun kabarıklığı belli oluyor, sağ cebinden kocaman bir gazete tomarı görünüyordu. Bir rüya kadar râbıtasız, intizamsız tedâîlerle Almanya'yı, Almanlıktaki sırrı, Almanlar'ın sıhhatini, saadetini, neşelerini hatırlıyordum. Bu nasıl bir milletti! Kendi gibi, fertleri de kavî, muntazam, mes'uttu!..

İşte şu yanımdaki, tıpkı nöbet bekleyen bir askerdi. Sivil esvap giymiş bir asker... Mendilini devşirdi. Büyük bir intizam ile iki kat, dört kat, sekiz kat, nihayet on altı kat yaptı. Cebine koydu. Gazetesini okumaya başladı. Vapur, biraz sonra bir iskeleye yanaşıyordu. Çıkmak için kalkanlardan bir Türk, bu can, bu kan âbidesine doğru geldi. Gayet arsız bir Türkçe ile:

— Vay, Fon Sadriştayn!.. diye haykırdı, nereye böyle?
— Tarabya'ya...
— Ne yapacaksın?
— Almanya'dan bizimkinin bir akrabası gelmiş. Onun adresini anlayacağım.

. . . . . .

O kadar güzel Türkçe söylüyordu ki, insan vücudunu, yüzünü görmese, ismini işitmese, şivesine aldanacak, Türk diyecekti. Vapur tekrar kalktı. Alman, gazetesine devam etmedi. Mendili gibi dikkatle katlayıp cebine koydu. Sahillere bakmaya başladı. Bilmem nasıl oldu, nazarlarımız birbirine çarptı. Mavi, iri, biraz kanlı Alman gözleri... Fakat o kadar sevimli, o kadar hoş ki...

Ben, arkamdan bile birisinin bana baktığını hisseder, rahatsız olurum. Herkes benim gibi midir bilmem! Artık mor tepeli, beyaz yalılı, cennet sahillere bakamıyor, Alman'ın gözlerini üzerimde hissediyordum. Evet, bana bakıyordu. Hissimde yanılmamak için yavaşça gözlerimi çevirdim. Hemen onun gözlerini gördüm; gülüyordu. Ağzıyla değil, bütün yüzüyle, bütün vücuduyla gülüyordu:

— Beni tanıyamadınız mı?

Dedi.

— Hayır...

Dedim.

— Halbuki ben sizi tanıdım.
— Yanılıyorsunuz, Herr, diye gülümsedim, benim hiçbir Alman tanıdığım yoktur.
— Ben Alman değilim.
— Nesiniz?
— Türk...
— Halbuki isminiz?
— Ha, ismim diye lafımı kesti, demin benimle konuşan gevezeden işittiniz. Fon Sadriştayn, değil mi? Bu benim ismim değil, lakabımdır. Benim ismim "Sadrettin" dir. Çok zayıflamışsınız ama, yine sizi tanıdım. Ben sizin sınıf arkadaşınızım.

Dikkatle tekrar yüzüne baktım. Hayır, hayır... Yanılıyordu! Ben böyle bir Herkül'ü mektepte değil, hattâ bütün hayatımda görmemiştim. O ne göğüstü yarabbi!

— Yanılıyorsunuz efendim, dedim, mektepte iken arkadaşlarımın en uzun boylusu, en kuvvetlisi bendim. Sizin gibi iriyarı, dev gibi bir adam, mektebimizde değil, hatta memleketimizde yoktur.

. . . . . . . .

Alman gülmeye başladı.

— Biraz haklısınız dedi, fakat benim vücuduma bakmayınız. Gözlerime bakınız. Mektepte iken, hatta iki üç sene evvel ben son derece cılızdım. Mektepte siz, bütün arkadaşlarım benim cılızlığımla eğlenir, arkamdan hep "Yuha! Serçe Pehlivan!" diye haykırırdınız. Serçe Pehlivan! Şimdi hatırlıyor musunuz?

— ! ! !

Ağzım biraz açık kaldı. Kollarım yanıma düştü. Öyle büyük, öyle hayalin kabul edemeyeceği bir hayret içindeydim ki... Kendimi toplayamıyordum. Mazinin birden önüme açılan hâtırası içinde Serçe Pehlivan'ı, Sıska Sadrettin'i gördüm. İri mavi gözlü, ince, zayıf, bitkin bir çocuk! Jimnastik muallimi onu derste daima bir tarafa ayırır: "Sen yalnız seyret oğlum" derdi. O kadar zayıftı ki, muallim, eğer barfikse asılacak olursa, kollarının mutlaka kopacağını söylerdi. Hayır hayır... Bu mümkün değildi. Sıska Sadrettin, yürümeye, lakırdı söylemeye, gülmeye üşenen Serçe Pehlivan...

Gayr-i ihtiyarî başımı sallıyor:

— Hayır, hayır...

Diyordum. Alman:

— Vallahi ben işte, Serçe Pehlivan'ım! dedi.

Fakat nasıl oluyordu? Bu mümkün müydü? İnsan bu kadar değişebilir miydi? Her şeyin bir hududu vardı. Bir sıska ne kadar kuvvetlense bir Herkül, bir sıhhat heykeli olamazdı.

Güldüm, dudaklarımı kıvırdım:

— O halde âb-ı hayat içmiş olmalısınız.
— Evet, âb-ı hayat içtim, dedi, fakat Hızır aleyhisselâmınki gibi, hiç sabahı olmayan gecelerin içinden aylarca giderek bulunmuş gizli bir membâdan değil...
— Ya nereden?
— Kırk sekiz saatlik bir yerden, Almanya'dan!
— .....

Bu laftan birşey anlamadım. Anlamadığımı o da gördü, güldü:

— Açık söyleyeyim, dedi, Almanya'ya gittim. Bir Alman kızıyla evlendim. Alman kadınının ne olduğunu siz bilmezsiniz. Bütün Almanya, bütün Almanlık, bütün Almanlığın zenginliği, Alman ordusunun kuvveti Alman kadınının eseridir... Ben Alman kadınıyla evlenmezden evvel tartılır, tamam otuz okka gelirdim. Bugün doksan beş kilo geliyorum. Almanya'nın yirmi milyon nüfusunu yarım asırda altmış yetmiş milyon yapan Alman kadını, beni de üç sene içinde otuzdan doksan beşe çıkardı. Eğer Alman kadınını tanışanız buna asla şaşmaz, hem de pek tabiî görürdünüz.

. . . . . . .

Hararetle Alman kadınını anlatırken dolgun bileklerine, geniş kalçalarına, iri göğsüne, kalın boynuna, kıpkırmızı yüzüne bakıyor, mektepteki mâhut sıska, solgun "Serçe Pehlivan" dan böyle bir hârikanın nasıl zuhur edebileceğini düşünüyor, bir türlü gözlerime, kulaklarıma inanamıyordum. Lafını kestim:

— Rica ederim, nasıl Almanya'ya gittiniz? Nasıl evlendiniz? Nasıl âb-ı hayat içtiniz. Şunları anlatınız. Almanya'ya dair malûmatım var. Nafile zahmete girmeyiniz...

Dedim.

Fon Sadriştayn:

— Pekala, gayet basit!

Diye başladı anlatmaya... Dinlerken sinirleniyor, göğsümde sıkıcı bir ağırlık duyuyordum.

— "Mektepten çıktıktan sonra seninle hiç tesadüf etmedik. Dışarı gittiğini işitmiştim. Benim başıma neler geldi, neler... Hükümet dairelerinde, kalem müdürlerinden, mümeyyizlerinden, kapıcılarından hiçbir tanıdığımız olmadığı için tabiî hiçbir kaleme giremedim. Girsem de tabiî hiç terakki edemeyecektim. Mecburiyet tahtında hükümet memuriyetinden vazgeçtim. Biraz resim yaptığımı bilirsin. Almanca'ya da çalışmıştım. Çat pat konuşuyordum. Anadolu Şimendifer Kumpanyası'na müracaat ettim. İmtihan oldum. Resim şubesine girdim. On lira maaşım vardı. Anam babam, ben pek küçükken ölmüşler. Beni halam büyütmüştü. Onunla oturuyordum. Fakat bilmem niçin her gün daha ziyade zayıflıyordum. Halam dermansızlığıma baktıkça, "Evlenmelisin Sadrettin, diyordu, senin rahata ihtiyacın var. Bekarlık sana yaramıyor..." Ben de bu lafa inandım. Evlenmeye kalktım. Maaşım yetişmezse halam da ayda birkaç lira verecekti. Kız aramaya başladı. Her gün evden görücü gittiler. Nihayet gayet şık, gayet güzel, Fransızca konuşur, piyano çalar bir kız buldular. Akrabalarımızdan birinin evinde güya bizi tesadüf ettirdiler. Konuştuk. Birbirimizi beğendik. Bu, zayıf, açık sarı saçlı, saz benizli, sinemalarda aşkla elem rollerine çıkan aktrislere benzer narin bir kızdı. Canlanmış, insan şekline girmiş bir şiirdi. Uzatmayayım... Nişanlandık. Nikahlandık. Düğün oldu. Karımı gelin gibi halamın yanına almıştık. Bir ay kadar asayiş yolunda gitti. Karım yemeklere iniyor, odasında oturuyor, bir de sokağa gezmeye çıkıyordu. İkinci ayın başında halam "Bu gelin değil, Allahın cezası..!" diye söylenmeye başladı. Bir akşam geldim. Karım karşıma geçti. Çatık kaşla sordu:

— Sen beni hizmetçi kız diye mi aldın?
— Hayır, dedim.
— Öyleyse neye aldın?

Diye tekrar sordu.

— Zevce diye...
— Bu halde ben bu evde durmam.
— Niçin?

Diye aptallaştım.

— Bana halan iş gördürmek istiyor, dedi, ben hiçbir iş yapamam. Yapmadım. Hem de yapmayacağım. Yarın buradan çıkartır, yahut beni bırakırsın. Ben annemin evine gideceğim.

Ellerini tuttum, biraz sabretmesini, öfkesi geçeceğini söyledim. Nerede?

— Nafile, nafile... Vallahi durmam!

Diye boyuna yemin ediyordu.

Annemden kalma bir evim vardı. Onu rehine koyarak bir ev tuttuk. Bir ev tutmak nedir? Bilmezsiniz belki... Ben o vakit öğrendim. Daha kapıyı açmadan üçyüz lira bitti. Bir aşçı, iki hizmetçi tuttuk. Fakat hatırlayınız ki maaşım on lira... Odun, kömür, gaz, erzak, yağ falan parası yirmi lirayı geçiyordu. Altı lira da evin kirası... Etti yirmi altı... Karım da on lira tuvaleti için istiyordu. Etti otuz altı... Halbuki maaşım on lira... Evi sattım. Elime binikiyüz lira kadar bir şey geçti. Bu para ile bir buçuk sene yaşadık. Ama ben istikbali düşünerek üzülüyor, zayıflıyor, perişan oluyordum. Birgün kendimi muayene ettirdim. Doktor:

— Dikkat ediniz, verem başlıyor, dedi.

Ne yapacağımı şaşırdım. Halim karımın umurunda değildi. Müteharrik bizzat bir tuvalet makinesi gibi temizleniyor, pudralanıyor, boyanıyor, giyiniyor, geziyor, tozuyor, geliyor, yemeğini yiyor, yatağına yatıyor, rahat rahat uyuyordu! Eve pislikten girilmiyordu. Aşçı ile hizmetçinin elinde kalmıştık. Karım hatta mutfağın nerede olduğunu bilmiyordu. Hazır param bittikçe ben de yürek üzüntüsünden zayıflıyordum. Korktum. O vakit tartılmadım. İhtimal yirmi okkaya kadar inmişimdir! Yaz gelince fena halde hastalandım. Yatağa düştüm. Doktorlar ümitlerini keser gibi oldular. Mutlaka tebdil-i havaya gitmemi söylediler. Yürüyemiyordum. Dizlerim tutmuyordu. Nihayet kumpanyadan üç ay izin aldım. Kalan paramla Almanya'da oturan bir arkadaşımın yanına gittim... Meşrutiyet'ten sonra elektrikçilik öğrenmek için İstanbul'dan ayrılmış, Almanya'da ev bark düzerek bir daha dönmemişti. Siz deminden beni tanıyınca nasıl şaşırmışsanız, ben de onu görünce tıpkı sizin gibi şaşırmıştım. Enine boyuna belki birer metre büyümüş, genişlemişti.

— Aman, nedir bu hal, sana ne olmuş?

Diye ağzım açık kalınca:

— Şaşma yavrum, burası Almanya'dır, dedi, burada yaşamak sanatı bilinir. Sen de biraz kal. Görürsün.

Hakikaten bir hafta geçmeden gördüm, öğrendim. Arkadaşım:

— Boşuna masrafa lüzum yok. Bizim evde yatarsın. Fazla bir odamız var. Kiracı bulamadık. Senden yirmi mark alırım. Orada yatarsın. Yemek için de her gün birer mark eder. Yalnız, masraf parası... Pişirmek parası almayız. Ayda elli mark. Burada yer, burada içer, dışarıda on para harcetmezsin. Çamaşırlarını biz bedava yıkarız. Yalnız bira masrafı ayrı...

— Ben bira içmem, diyecek oldum.
— Öyle şey olmaz, cahilliği bırak, diye güldü. Birasız burada yaşanmaz. Bira içmezsen iştahın açılmaz. Çok yiyemezsin. Yine sıska kalırsın.

Arkadaşımın evine misafir oldum. Bira içmeye, yemeye, çok yemeye, bir fil kadar yemeye başladım. Midem bozulmuyor, pek güzel hazmediyordum. Üç ay içinde tanınmayacak bir hale geldim. En ziyade şaştığım şey, bu kadar az para ile bu kadar çok yiyebilmekliğimizdi. Arkadaşımın fabrikadaki gündeliği bir bir üstüne ayda sekiz lirayı geçmiyordu. Bu sekiz liranın içinden hem ev kirası veriyorlar, hem yiyorlar, içiyorlar, hem, evet hem de para biriktiriyorlardı. Yemek, çamaşır, dikiş dahil olmak üzere evin bütün işini arkadaşımın karısı yapıyor, yine her akşam gezmeye çıkıyor, pazar günleri bizimle beraber uzun gezintilere gelebiliyordu. Bu şaşılacak bir şeydi. Ben çok çalıştığını, yorulup yorulmadığını sorduğum zaman güler:

— Ben sevgili imparatoriçemiz kadar çalışıyorum. Niçin yorulayım?

Derdi. Sonra hemen sevgili imparatoriçelerinin hayatını, hiç hizmetçi kullanmadığını, son derece iktisada riayet ettiğini, hatta büyük çocuklarının esvapları eskiyince atmayıp bir yaş daha küçük çocuklarına giydirdiğini... Yegane kızını hep eski esvaplarını bozarak süslediğini, imparatorun iktisat faziletlerini, masraflı oluyor diye en lezzetli yemeği hatta bir defa bile yemekten vazgeçtiğini anlatmaya başlardı. Bu iri, bu canlı, bu güzel, bu kuvvetli kadının beyaz temiz dişlerini göstererek, gülerek söylediği bütün bu fazilet, bu iktisat menkıbelerini dinlerken gayr-i ihtiyarî İstanbul'u, kendi hayatımızı, zayıf karımın müsrifliklerini, beşer liraya ancak ikişer defa giyilen bluzları, beşer mecidiyelik ipekli çorapları, her iki ayda bir Kalivrusi'ye yirmişer liraya yaptırdığı tayyörleri, otuzar liralık el dantelâlarını hatırladım. İstanbul'a dönmek saatleri yaklaştıkça içimde bir sıkıntı peyda oluyor, büyüyor, beni hastalandırıyordu. Bu rahatı, bu saadeti, bu fazileti memleketimde mümkün değil bulamayacaktım. Istırabımı arkadaşıma açtım. Acıdı. Bana hak verdi. Fakat:

— Bu rahat, bu saadet, bu fazilet Almanya'nın toprağında, taşında, coğrafyasında değil, Alman kadınındadır, dedi, Almanya'nın saadetini, refahını, zenginliğini Alman kadını yapar. Sana bir Alman kızı bulalım. Onunla evlen. İstanbul'a dön. Tıpkı Almanya'daki intizam, Almanya'daki istirahat içinde yaşarsın.

Bu, olabilir miydi? Evli olduğumu söyledim. Karımı boşarsam birkaç yüz lira nikah verecek param olmadığını anlattım. Arkadaşım:

— Hiç korkma dedi. Alman karısı seni on lira ile Türkiye gibi ucuz bir yerde yüz liralık refah içinde yaşatır. Bir senede hiç borcun kalmaz. Ölümden kurtulursun.

Düşündüm, taşındım. Alman kadınını gördükten sonra benim müsrif, şık karım hayalime korkunç bir hasar kâbusu gibi geliyordu. İstanbul'a dönmek, borç içinde, rezalet içinde sürünerek aç, sefil ölmek... Yahut Alman kadını denilen bir mes'udiyet makinesi alarak her şeyi silkip atmak... Rahat, müsterih, mes'ut yaşamak... Bu iki yoldan birisine mutlak gidecektim. Ölüme mi? Yaşamaya mı? Ölümü tercih edemiyordum. Gayr-i ihtiyari İstanbul'daki zenginlerin, en çok maaş alan memurların müsriflik, idaresizlik yüzünden çektikleri sefaletleri, en zengin paşaların, beylerin ölümlerinden bir ay sonra çoluk çocuklarının hemen dilenecek derecelere indiklerini aklımdan geçirdim. İdaresiz, iktisatsız, intizamsız bir hayatın paraca ne kadar talihi olsa, yine istikbâli kapkaraydı. İstanbul'daki evimden, karımdan ürktüm. Kurtulmak, yaşamak için... Alman kadını kati bir ilaç, bir dermandı. Bir âb-ı hayattı! Tekrar evlenmeye karar verince kız bulmak uzun sürmedi. Arkadaşımın dostlarından birinin akrabası olan şimdiki karımı bir pazar bana takdim ettiler. Pek hoşuma gitti. Babası iki sene evvel ölmüş, bir mühendisti. Nişanlandık. Kızın küçük bir çeyizi vardı. Nikahlandık. Size yemin ederim ki, resmî evrak ücretinden başka on para masrafım olmadı. Balayı yapar gibi İstanbul yolunu tuttuk. Karım birinci sınıf yolcular arasında seyahat etmemize razı olmadı. Aldığımızı, gazetenin parasına varıncaya kadar bir deftere yazmaya başladı: "Para kazanmak erkeğin, kazanılan paranın iştirâ kuvvetini arttırmak da kadının vazifesidir" diyordu. İstanbul'a geldik. Beyoğlu'nda bir otele indik. Ben yokken zavallı eski şık karım kendisi gibi şık, zarif, tek gözlüklü bir beye âşık olmuş... Onun arzusuyla hemen ayrıldık. Yeni karımı evime getirdim. Aşçı ile hizmetçileri görünce şaşırdı. "Bizde bankerler bile ayrı aşçı, ayrı hizmetçi tutmaz" dedi. Her üçünü de savdırdı.

— Evde ne iş olursa ben yaparım, diyordu. Yemek, çamaşır, dikiş, temizlik, bulaşık, tahta silmek, kunduraları boyamak filan... Geldiğimizin ertesi akşam evin kirasını sordu. Ben:

— Altı lira...

Deyince hayretinden gözleri patlayacaktı.

— Hiçbir adam vâridâtının yarısından ziyadesini ev kirası verir mi?

Diye şaşıyor, Türkiye halkının hiç hesap bilmediğini söylüyor:

— Sizde bir, iki, üç, dört, beş, on, yirmi, otuz var mı? Yazınızda rakam işaretleri var mıdır?

Diye tuhaf sualler soruyordu. Evvela möbleleri sattırdı. Paralarını bankaya koydu. O ay evi de bıraktırdı. Haydarpaşa'da bir Alman evinin üst katını sekiz mecidiyeye kiraladı. Burası mutfağıyla, aptesanesiyle, ayrılmış bir apartıman dairesi gibiydi. İki odası vardı. Birini yatak odası yaptı, birini oturma... Bu ikinci odada hem misafirlerimizi kabul ediyor, hem de yemeğimizi yiyorduk... Rahat, mesut yaşamaya başladık. Kira dahil olduğu halde aylık masrafımızı tam beş lira ediyordu. Maaşımdan artan beş lirayı karım her ay bankaya götürüyor, mobilyalardan aldığımız paranın üzerine ekliyordu. O vakitten beri her ay beş lira harcediyoruz. Ben saat sekizde gara gidiyorum. Her gün öğle üstü karım bir sefer tasıyla yemeğimi, ekmeğimi ayağıma getirir, her akşam gelir, beni alır, beraber gezeriz. Saat altı buçuğa gelince beni gezintide yalnız bırakır, eve döner, yedi buçuğa kadar yemeği hazırlar, ben gelince yemeği hazır bulur, otururum. Yemekten sonra kemanla klasik parçalar çalar, klasik şiirler okur. Onbirde hemen yatarız. Karım altıda yataktan kalkar. Kahvaltıyı hazırlar. Benimle beraber çarşıdan o günkü zahireyi almak için çıkar. Pazar günleri yaz olsun, kış olsun, mutlaka dağlara gezmeye çıkarız. Akşama kadar dolaşırız. Karıma göre en güzel eğlence kırda yayan gezmek, kırların havasından istifade etmektir. Üç senedir işte hayatımız bu program içinde geçiyor. Bir gün daha bu program bozulmadı. Geçen sene maaşım onbeş lira oldu. Karım bunun masrafımıza hiçbir tesir yapamayacağını söyledi. Her ay bankaya beş lira yerine on lira götürmeye başladı. Karımın fikrince masraf vâridâta göre değil, ihtiyaca göre yapılırdı. Vâridât artabilirdi. Fakat vâridâtın artması masrafın çoğalması için mantıkî bir sebep olamazdı. Masraf, yine ihtiyacın derecesinde kalmak icap ederdi. Bunu ben de muhakeme ettim. Doğru buldum. Bu kadar basit, bu kadar doğru bir hükme acaba Türkiye'de kaç Türk sahiptir? Bir Türk'ün aylık vâridâtı yirmi beş lira iken otuz lira oldu mu, hemen evini değiştirmeye, daha fazla bir hizmetçi tutmaya kalkar. Halbuki bizim kumpanyanın müdür muavini yüzlerce lira maaş aldığı halde masrafı ihtiyacına göredir. Yani tıpkı benimki gibi... Onun karısı da hizmetçi aşçı, uşak kullanmaz. Çarşıdan erzakını bile kendi pazarlık eder, kendi alır, kendi evine getirir. Karım:

— Ancak doğacak çocuklar masrafa bir şey ilâve ettirir der, çünkü ihtiyaç değişir. Masraf da o ihtiyaca uymalı.

Evet, nihayet bizim de bir gün masrafımızın çoğalması icabeder gibi oldu. Karım gebeydi. İşte ben asıl iktisat faziletinin ne olduğunu karımın gebeliğinde gördüm.

— Bir hizmetçi tutsak... Sen gebesin... Rahatsız oluyorsun!

Dedim. Karım katiyyen reddetti. Gebeler için yürümek, iş görmek lazım olduğunu, gebelikte oturmak intihardan, havaleye, ölüme koşmaktan başka bir şey olmadığını söyledi. Hiç tertibimiz bozulmadı. Yine sabahları pazara gidiyor, gara yemeğimi getiriyor, akşamları beraber geziyorduk. Karnı büyüdü, büuüdü, büyüdü. Sekiz aylık, galiba dokuz aylık oldu. Ben:

— Pek yaklaştı, artık bir adam tutsak... dedim.
— Daha vakit var, daha vakit var!

Diyordu. Bir gün yine sabahleyin evden çıktık. O pazara sapmak için benden ayrıldı. Öğleyin yemeğimi getirdi. Akşam üstü, geldi, beni aldı. Biraz gezindik. Gayet bol bir manto giymişti. Yine akşam yemeğini hazırlamak için bir saat evvel benden ayrıldı. Ben arkasından eve gelince her vakitki gibi sofrayı hazır buldum. Oturdum, yemeğe başladık. Tam yemek ortasında öbür odadan:

— Viyak, viyak...

Diye bir seda gelmez mi?

— Bu ne?

Dedim. Karım tavrını bozmadan gayet tabiî bir şey söylüyormuş gibi:

— Çocuk! dedi, bugün doğurdum...

Gözlerimi açtım. Ben hâlâ bir Alman kadınının ne olduğunu tamamıyla anlayamamıştım.

— Ne diyorsun? diye haykırdım. Ebe nerden buldun?
— Ebesiz doğurdum, dedi, ebe hekim demektir. Ben hasta mıyım? Ebeye ne lüzum var?
— Ne vakit doğurdun?

Diye tekrar haykırdım. Karım istifini bozmadan cevap verdi:

— Senin yemeğini gara bıraktıktan sonra dönerken ağrı duydum. Eve geldim. Muşambaları siliyordum. Ağrı ziyadeleşti. Banyoyu doldurdum. Çamaşır leğenini hazırladım. Doğurdum. Çocuğumu yıkadım, sardım, yatırdım. Kendim de yıkandım. Sonra yemeği hazırladım. Gezmek için geldim, seni aldım. Şimdi gelince beş dakika kadar süt verdim...

Hemen ayağa kalktım. Odaya doğru, bu kendi kendine doğan çocuğumu görmeye koşuyordum. Beni tuttu:

— Otur, rica ederim. Yemeğin intizamını bozma. Kalkınca gidip görürsün...

Dedi. Yemekten sonra küçük bir sepetin içine yatırılmış yavrumu gördüm. Açık mavi gözleri tıpkı annesininkine benziyordu. Şimdi altı aylık oldu. Henüz masrafımızda bir ziyadelik yok... Karım dört beş yaşına girmeden bir çocuğun hiçbir masrafı olamayacağını söylüyor... Bir hafta geçmeden çocuğun uyuması, ağlaması, yemesi intizama girdi...

. . . . . . .

Oh, azizim, ne çabuk... Tarabya'ya geldik. Ben buraya çıkacağım. Veriniz elinizi, sıkayım. Anladınız ya, ben niçin otuz okkadan doksan beş kilo oldum. Alman kadını... Alman hayatı... İntizamla istirahat! İşte saadetin sırrı! Allahaısmarladık. Her pazar yayan Çamlıca tepesine çıkarız. Sen de gelirsen, orada görüşürüz. Allahaısmarladık..!"

— Madama benden ihtiramlar!

Dedim. Elimi sıktı. Kalktı, hızla yürüdü. İskeleden inip diğer yolcuların arasında kayboluncaya kadar arkasından baktım. Vapur kalktı. Göğsümden asabî bir ağırlığın yükseldiğini, nefes aldırmayacak gibi boğazıma tıkandığını duyuyordum.

Artık, mesut olmak için...

. . . . . . .

Görünmez bir kâbusun önünden kaçar gibi gözlerimi oğuşturdum. Üzerinde temiz martıların uçuştukları koyu prusya mavisi denize baktım. Karşı sahil mor tepeleri, beyaz yalıları, koyu nefti ağaçlıklarıyla sanki ebedi bir keyif uykusuna dalmış gibiydi. Fon Sadriştayn'ın uzvî istirahatinden, her ânına mantıkla hesap karışan saadetinden, çamaşır yıkayan, yemek pişiren, tahta silen, kundura boyayan aşkından tiksiniyordum. Tâ orada... Şu küçük yalıcıkta müsrif, hesap bilmez, saz benizli, narin, şık bir kadınla borç içinde, manevi, maddi ıstıraplar içinde... Tabiatın uyuşuk sükûnu karşısında sessiz, mahmur yaşamak daha tatlı değil miydi?

Açık mavi, ebediyetten kopmuş canlı köpük parçaları halinde, güvertenin üzerinden, sürü sürü geçen martılar:

— Evet,
— Evet, evet...

Diye hüzünlü sesleriyle bağırışıyorlar, sanki benim ruhumun meyus sualine göklerden ilâhî bir cevap veriyorlardı.

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Elma


Hikayenin Adı : Elma

Hikayenin Yazarı : ÖmerSeyfettin

–Ali Canip Beye–

Âteşin, hummalı, şedit muhabbetler iftiraksız bir vefa bağının yakarak yelpazeleyen hararetli kanatları altında söndükten sonra, aşkın o nûşin ve muhrib heyecanları, fasılasız nöbetleri ebedî ve mutlak, saf bir sahiplenmeyle tatmin ve tedavi olunduktan sonra duyulan nekahat dinginliği... Ah, bu, hayal yorgunluğu ne kadar mahzun ve tatlıdır, bilir misiniz? Biz de Süzun'la, bu sahih ve genç aktrisle günlerce, haftalarca, aylarca, hatta yıllarca seviştikten sonra yorulmuş, hastalanmış, bitap kalmıştık. Evvelâ yataklarımız, sonra odalarımız ayrılmıştı. Artık geceleri geç vakte kadar benim odamda beraber oturuyor, ben yarın dershanede talebelerime yazdıracağım notlarla, meselelerimi tertip ile uğraşıyor, o daima müteheyyiç ve mütelezziz olmak için sevinçli sevda ve seks romanlarını mütalâaya dalıyordu. Mâhazâ ayrılamıyorduk... Tedfin ettiğimiz mukaddes aşk hatıralarının matemi bizim için o kadar muazzezdi ki, bir gecelik iftirak kurtuluşu mümkün olmayan bir vicdan azabı bırakacak bir günah olabilirdi. Yemeklerimizi karşı karşıya yerdik. Ve bizi samimî ve sade soframızda bir yabancı görseydi, mutlaka bunamış iki kardeş zannedecekti. Evet, aşkla ihtiyarlamıştık. Ruhumuz sanki mefluç idi. İşte yine bir sonbahar akşamı ufacık yemek odamızda sade yemeklerimizi batî bir sükûn içinde yiyorduk. Küçük, billur yemişlikten iri ve kırmızı bir elma almış, bıçağımla soyuyordum. Nasıl oldu bilmem, gözüm Süzun'a kaçtı. Gittikçe bana uzun görünmeye başlamış olan narin burnu sanki daha ziyade uzamış, kaşları daha ziyade incelmiş, boynu daha ziyade zayıflamıştı. Ve gözlerini garip ve şedit bir dalgınlıkla soyduğum elmaya dikmiş, kırpmadan bakıyordu. Gayri ihtiyarî sordum:

— Ne daldın, azizem öyle?...

— Hiç... Dedi.

Fakat ikazımdan mustarip olduğunu yüzünden anladım. Önündeki bardakla oynamaya başladı. Ben yine elmamı soyuyordum. Boş ve mütereddit bir sükût dakikası geçti. Sonra tuhaf ve garip bir sesle dedi ki:

— Bu elma sana bir şey ihsas etmiyor mu, sevgilim? Sana kıymettar bir hatırayı yad ettirmiyor mu?

Tekrar yüzüne baktım, kızarmıştı. Mavi ve yorgun gözleriyle gayri müdrik gözlerimde, gamlı ve ricakâr, sanki bir cevap arıyordu. Elma... Bu bana ne ihsas edebilirdi? Hatıratımı yoklamak için geriye, çocukluğuma doğru hayalen dönerek şimdi muzlim ve ehemmiyetsiz bir mazi olan yirmi altı seneyi bir anda yaşadım. Düşündüm. Hiçbir şey yoktu... Hatta ömrümde bir elma ağacı bile görmemiştim. Süzun hâlâ yüzüme bakıyordu. Müphem bir sıkıntı hissettim ve soyduğum elmayı yemeğe başlayarak gayrı ihtiyarî:

— Evet, dedim, on yedinci asrın nihayetine doğru İngiltere'de, tenha bir bahçenin sessiz bir köşesinde münferit bir elma ağacı vardı. Bir gün bu ağacın altında dalgın ve mütefekkir bir adam yatıyordu. Ağacın üstünden bu adamın ayaklarına bir elma düştü. Ve bir "deha" uyandırdı. O adam, Kepler'in yeni tedvin ettiği "muvazene-i ecram" konularını düşünen meşhur âlim Nüvton idi. Elmanın sukutunu gördü, düşündü, çalıştı ve "cazibe-i umumiye" kanununu keşfetti. İşte bana bu elmanın yad ettirdiği fennî ve kıymettar ha... Lafımı kesti:

— Ne muaccizsin! Rica ederim sus...

Ve ağlamaya başlayacakmış gibi mavi gözlerini küçülterek ince kaşlarını çattı. Darıldığını, canını sıktığımı anladım. Fakat niçin darılıyordu. Bunu soracaktım. Bana vakit bırakmadı. Mavi ve yorgun gözlerini, asla unutamayacağım müellim hüzünlü bir vaaz ile, tabağımın içindeki elma kabuklarına dikerek:

— Zavallı aşk, dedi, ben, Madam Amede'nin sofrasında ilk defa birbirimizi gördüğümüz akşam verdiğin elmayı, o elmayı verirken eğilerek o kadar heyecan ve tahassüsle bana fısıldadığın Musset'in şiirini hatırlayacaksın sanıyordum. Fakat heyhat...

ÖmerSeyfettin Hikayeleri - Eleğim Sağma


Hikayenin Adı : Eleğim Sağma

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Küçük Ayşe, sabahtan beri önünde mekik dokuduğu yüksek bez tezgâhından kalktı. Yorgun yorgun gerindi. Bugün evde yapayalnızdı. Babasıyla kardeşleri dün erkenden kasabaya, pazara gitmişlerdi. Annesiyle ablası da komşuda idiler; belki Zaim'lerde... Gözlerini ovuşturdu.

Yavaş yavaş sofanın duvarındaki sarı çerçeveli aynaya yaklaştı. Kendine baktı. Beyazları azalan kömür gözleri uykudan henüz kalkmış gibi uykuluydu. Yanakları daha çok aldı ve gür siyah saçları dağınıktı. Tekrar gerindi. Gerinirken bütün bütün süzülen gözlerini, titreyen, gerilen inci dudaklarını beyaz billur gerdanını sanki ilk defa görüyormuş gibi şaştı:

-Ne güzelim, ben, ayol... diye güldü...

Başını eğdi. Mavi aba terliklerinden boynunun görebildiği yerlerine kadar bütün vücudunu dikkatlice süzdü. Gözlerini tekrar aynaya attı. Döndü. Saçlarını elleriyle dalgalandırdı. İşte daha on yaşındayken koca bir kız gibi iri idi. İki gün evvel Zaim'lerin düğünündeki öteki köylerden gelenler, onu bu kadar büyümüş görünce, hayrette kalmışlardı. Hem öyle kuvvetliydi ki... Erkek akranlarını bir tutuşta kaldırıp yere çarpıyordu. Ona "Pehlivan Ayşe" derlerdi. Erkek çocuklar gibi ata binmeyi, silah atmayı, güreşmeyi, birdir oynamayı çok seviyordu. Fakat.. Fakat işte büyüdükçe o kadar sevdiği bu oyunlara veda etmek lazım gelecekti. Hatta geçen gün çeşme dönüşünde köyün imamına, Kurt Hoca'ya rast gelmişti. Kuru elini öperken bu hiç hoşlanmadığı huysuz ihtiyar ona:

-Kız Ayşe, anana söyle. Seni örtüye soksun. Artık senin açık dolaşman uygun değil, demişti.

Yarın yahut öbür gün o da her büyüyen kız gibi, çarşafa girecek... Ve demek kendini sıkan bu evde, bu kez tezgâhının başında ölünceye kadar mahpus kalacaktı.

Atlara, tüfeklere, güreşlere, kaydıraklara hepsine veda etmek ha... Eliyle saçlarını arkaya attı. Aynaya tekrar dikkatle baktı. Ne güzeldi! Amma bu güzelliğin, bu gür saçların, bu kömür gözlerin, bu al yanakların onca hiç önemi yoktu. İçini çekti:

-Ah, erkek olsaydım... dedi.

Ah, erkek olsaydı... Hemen alevlenen masum bir çocuk hayalinin mantıksız garabetleriyle düşünmeye başladı. Neler yapmayacaktı! Bir kere yalnız Bozkaya'nın değil, hatta bütün ilçenin birinci pehlivanı olacaktı. Sonra... Meşhur bir efe... ve mutlaka Zaimoğulları'nın küçük kızını alacaktı. Savaşlara girecek, göğsü nişanlarla dolacak, dağları aşacak, cesur köy delikanlılarının yaptıkları gibi haftalarca ayı avlarında dolaşacaktı.

Aynanın önünden çekildi. Yine yavaş adımlarla pencereye doğru yürüdü. Kenara dirseğini dayadı, hava hem açık hem bulutlu idi. Yüz adım ötede Kurt Hocanın bahçesinden horozlar ötüyordu. Öğle yaklaştığı halde ortalıkta sanki yeni sabah oluyormuş gibi tatlı bir hayal vardı. Ara sıra hafif bir yağmur serpeliyordu. Ayşe tamamıyla hayallerine daldı. Cansız bir heykel gibi hiç kımıldamıyordu.

Fakat... Birdenbire yüreği atmaya başladı.

Sarardı. Nefesi tutuluyordu. Acaba o söz sahih mi? Amma yalan olmak ihtimali var mı? Kızardı. Başını ellerinin içine aldı. Evet... Ömründe bu kadar yakın bir eleğimsağma görmemişti. Köyün arkasındaki Kurudere'ye giden yolun etrafındaki fundalıkların, devedikenlerinin ortasında pembeli, mavili, yeşilli, sarılı, morlu, kırmızılı, turunculu kalın, gayet kalın bir eleğimsağma kalkmış, ışıktan eğri bir direk gibi havaya uzanmıştı. Ucu ta fundalıkların içinde idi... Ayşe'nin yüreği daha hızlı çarpmaya başladı. İşte bu kadar, köyün yakınına inmiş olan bu gökkuşağının koşup bir kere altından geçse...

Erkek olacaktı!

Bundan hiç şüphesi yoktu. Daha çok düşünmedi. Pencereden ayrıldı. Merdivenlerden indi. Bahçeyi geçti. Kendini sokağa attı. Deli gibi koşmaya başladı. Etrafını görmüyordu. Koştu. Koştu.

"Gökkuşağı sönmeden yetişeyim" diye bütün kuvvetiyle koştu. Koştu. Kestirme gitmek için hendeklerden atladı. Tarlaları çiğnedi. Tepelere tırmandı. Fundalıklara daldı. Yağmur hep yağıyordu. Koştu. Koştu. Koştu. Çalılara etekleri takılıyor, elleri, yüzü gözü yırtılıyordu. Nihayet eleğimsağmaya elli adım kadar yaklaştı. İyice kesilmişti. Bir gayret... Bir gayret daha...

Nefes nefese eleğimsağmanın altından geçti

-Oh! Dedi

Yağmur hâlâ yağıyor, güneş bulutların arasından görünüyordu. Koşarken terliklerini ayağından atmıştı. Çorapları paralanmış, dikenlere, taşlara çarpan ayakları berelenmişti. "Biraz dinlensem" diye fundalıkların içine uzandı. Yağmur bazı hızlanıyor, bazı yavaşlıyordu.

Ayağa kalkınca şaşırdı. Boyu büyümüş, cepkeni yırtılmış, kısalan etekleri belinde kalmıştı. Islanmış yüzüne elini götürdü. Parmaklarına bıyıkları dokundu. Kendine baktı. Koca bir delikanlı! Amma arkasındakiler erkek elbisesi değil.

-Eve gideyim, şunları değiştireyim, dedi.

Yürüdü. O kadar kuvvetlenmişti ki... Demin yarım saatte koşarak geçtiği yerleri üç adımda aştı. Her tarafı sıcak bir güneş aydınlatıyordu. Çok susamıştı. Açık bıraktığı kapıdan girdi. Önce kanıncaya kadar su içti. Sonra yukarı çıktı. Kilitli bir sandığı kırdı. Ağabeyinin bayramlıklarını çıkardı.

Giydi. Vücuduna çok dar geliyordu. Duvardan martini de aldı.

Omzuna taktı. Dışarı çıktı. Her yeri ağır bir sis kaplamıştı. Sokağın baş tarafından davul zurna sesleri işitti. O tarafa doğru gitti. Yolda oynayan çocuklara ne olduğunu sordu.

- Zaimgiller'in düğününde güreş var dediler.
- Üç gün önce onların düğünü olmadı mı be?
- Şimdi de küçük kızlarını everiyorlar...

Küçük kızlarını, Gülsüm'ü ha... Birdenbire hiddetlendi, işte şimdi erkekti. Bu üzüm gözlü küçücük kızı kendi alacaktı. Koştu, Cami Meydanı'ndan geçti. İkin­di namazından çıkanlar ona bakıyor, kim olduğunu tanımıyorlardı. Düğün evinin avlusuna girerken yeni düze inmiş efeler gibi nara attı:

- Er olan meydanda! Açılın!

Herkes ona baktı. Tanımıyorlardı. Davullar, zurnalar çalıyor, orada çifter çifter pehlivanlar güreşiyordu. Önce kim olduğunu söylemedi.

- Hoş geldin efe, kimlerdensin? Diyenlere gülüyor:
- Sonra anlarsınız, diyordu.

Pehlivanlara bağırdı:

- Benimle ikişer ikişer güreşecek varsa meydana çıksın!

Kadın, erkek, bütün köy halkı şaştı. Bir fısıltıdır gitti. Yerinden kalkan Kurt Hoca bile cüppesini arkasına kambur yapıyor, onu iyice görmek için gözlüklerini takıyordu. Şimdiye kadar bir kişinin iki pehlivanla güreştiği işitilmemişti. Ayşe yağlandı. Kispetler giydi. Çifter çifter karşısına çıkan pehlivanları kaldırıp kaldırıp yere çarptı. Başa verilen kocaman mandayı kuzu gibi kucağına alınca, hak hayretinden bağrışmamaya başladı:

- Nerelisin delikanlı:
- Kimlerdensin efe?
- Yaşa, yaşa

Davullar, zurnalar sustu. Avlunun içindekilerin hepsi etrafına toplandı.

Ayşe:

- Ben Bozkaya'danım. diye haykırdı.

Herkes birbirine bakıştı. Bütün köy halkı orada idi. Hiçbirisi onu tanımıyordu.

- Hayır, Bozkaya'dan değilsin.
- Biz köylümüzü tanımaz mıyız?
- Eğleniyorsun!

Dayanamadı. Güldü:

- Ben Ayşe'yim...

Halk uğuldadı.

-Hangi Ayşe, hangi Ayşe...
-Hacı Mehmet'lerin Ayşe...

Köy ahalisi bir türlü inanamıyordu. Ayşe bağıra bağıra nasıl koştuğunu, nasıl gökkuşağının altından geçtiğini, nasıl erkek olduğunu anlattı; nihayet sordu ki:

- Gülsüm'ü kim alıyor?
- Muhtarın oğlu Hasan, dediler...
- Çabuk karşıma gelsin...

Kalabalığın içinden Hasan'ı buldular. Ayşe Efe'nin karşısına diktiler.

- Nikâhı kim kıydı?
- Kurt Hoca...
- Kurt Hoca ha... Onu da getirin bakayım.

Kurt Hoca'yı getirdiler. Herkese emreden, daima surat asan, kimseye yüz vermeyen Kurt Hoca şimdi yumuşamış, el pençe divan duruyordu. Ayşe dedi ki:

- Ulan Hasan, boşa bakayım Gülsüm'ü...
- Boşamam.
- Boşa diyorum.

Ve birden kırmızı kuşağından yakaladı. Havaya kaldırdı.

- Ay, ay, ay... Ama efe...
- Boşa diyorum, yoksa şimdi yere çarpar, beynini parçalarım.
- Boş olsun! Boş olsun...

Zavallı Hasan havada bağırıyordu. Ayşe onu yavaşça yere bıraktı. Sonra Kurt Hoca'ya döndü:

- Kıy bakalım Gülsüm'le benim nikâhımı! Dedi.
- Kıyamam...
- Yapma Hoca!
- Kıyamam.
- Kıy diyorum.
- Kıymam.
- Niçin kıymıyorsun?
- Uygun değil, filan tanımam, kıyacaksın.
- Kıymayacağım.

Ayşe bir saldırdı; Hasan'a boşattırdığı gibi, havada nikâhını kıydırmak için Kurt Hoca'nın kuşağından yakaladı. Havaya kaldırdı:

- Kıy bakayım çabuk, yoksa şimdi yere çarparım.
- Kıymam.
- Kıy diyorum, yoksa fena olacak. - Kıymayacağım, kıymayacağım. Ayşe fena halde hiddetlendi. Hiç sevmediği zalim herifi salladı. Salladı, salladı. Öyle bir fırlattı ki...

Fakat Kurt Hoca yere düşmedi! Havada kaldı. Ve havadan bağırmaya başladı:

-Hey köy!.. Haberiniz olsun, bu erkek değildir. Bu kızdır. Bunu örtüye sokmalı bunu böyle gezmesi uygun değildir.

Avlunun içindeki halk, karınca kümesi gibi birdenbire çoğalıyor, kaynaşıyor. Kurt Hoca'nın sesiyle:

-Uygun değil, uygun değil... diye korkunç bir uğultu çıkarıyor... Ve hepsinin ellerinde kalın, siyah çarşaflar, kırmızı peştamallar, onu örtmek, örtüler altında boğmak için üzerine hücum ediyorlardı! Ayşe silkindi. Bir nara attı. Martinini yakaladı.

Dipçiği savurmaya başladı. Herkesi önüne kattı. Yetiştiğinin beline indiriyor, yere yuvarlıyordu. Yalnız Kurt Hoca kanat gibi açılan cüppesiyle havada dolaşıyordu. Köyün sokaklarında elleri çarşaflı peştamallı köylüler kovalıyordu.

Camii Meydanı'ndan geçerken Kurt Hoca'nın çaylak gibi minareye konduğunu gördü.

Hemen camiin avlusuna daldı. Yavaşça minarenin merdivenlerinden çıkıyor, içinden:

-Ah, şu mendeburu bir yakalasam... Diyordu. Şerefeye gelince Kurt Hoca'ya birdenbire yapıştı:

- Uygun değil mi bakalım? Diye gırtlağından tuttu. Sıkıyordu. Canı çıkarken Hoca fena halde tepindi. Gümbür, gümbür şerefe yıkıldı. Ayşe aşağıya düştü. Kafası küt diye yere vurdu. Gözünü açınca kafasını yumruklayan babasını gördü.

-Domuzun kızı, ne arıyordun burada?

Yağmurla sırılsıklam olmuş, yeşil ve sık fundalıkların içinde idi. Anası, ağabeyi, muhtarın oğlu Korucu Hasan, daha birtakım komşular etrafında duruyorlardı...

-Ne arıyordun burada, beni arattırıyorsun, domuz!..

Deminden kuşağından tutup havaya kaldırdığı Hasan onu kurtarmaya çalışıyordu:

-Bir daha etmez ağam, bir daha etmez... diyordu.

İşte öğleden beri onu arıyorlardı, böyle birdenbire kaybolması bütün köyü merakta bırakmıştı, üç dört saattir çamurlar içinde dolaşan babası öfkesini alamı­yor, evde ona göstereceğini söylüyor, gözlerini açıyor, başını sallıyordu.

-Ne arıyorsun burada?

Ayşe aptallaşmış, hiç cevap veremiyor, yalnız ağlıyordu. Anasının, babasının, köylülerin arkasına takıldı. Demin koştuğu yerlerden miskin misin köye döndü. Evlerine yaklaştıkları zaman havadan bir ses geldi:

- Buldunuz mu Mehmet Ağa?
- Bulduk Hoca Efendi...

Ayşe gözlerini yukarı kaldırdı. Kurt Hoca, başıkabak, yalınayak, kolları sıvalı, evinin yüksek taraçasında kalaylı ibriğiyle abdestini tazeliyordu.

- Nerede imiş?
- Fundalıklarda. Uyumuş kalmış...
- Bu yağmurda orada ne yapıyormuş ki...
- Söylemiyor domuz.
- Örtüye koyun onu, örtüye... Artık onun açık dolaşması uygun değil.

Zavallı Ayşe hiç sesini çıkarmıyordu, utancından yerlerin diline geçiyor, bastığı çamurlara bakarak, bütün göğsünü sarsan derin hıçkırıklarla hüngür hüngür ağlıyordu.

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...