26 Ağustos 2019 Pazartesi

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Kurbağa Duası


Hikayenin Adı : Kurbağa Duası

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Reşat Nuri'ye

Taşra âlemi... Yani İstanbul'un dışında geçen hayat, ne hoştur! Bunu ancak yaşayan bilir. Bir taraftan eşraf, ulemâ filan! Öbür taraftan memurlar, zâbitler, muallimler... Sonra kasabanın çift, çubuk sahibi yerli ahalisi... Her sınıfın, her zümrenin ayrı kahvesi, ayrı eğlencesi, ayrı zevki vardır. "Beynessınıf" denilebilecek yegâne adam kazanın belediye doktorudur. O daima herkesle konuşur, düşer, kalkar. Muallimlerin, memurların, zâbitlerin oturdukları kahvelere girer. Eczane ise eşrafın kulübüdür. Büyük rütbeli memurlar da oraya uğrarlar. Avukat yazıhaneleri de bir dereceye kadar eczaneye benzer.

Hâsılı taşra, başlı başına gayet hoş bir âlemdir. Yedi, sekiz, belki dokuz sene oluyor, ben de İstanbul'a pek uzak olmayan bir kasabada idâdi muallimi idim. Başlı başına bir âlem olan taşrada, mektep de, başka bir âlemdir. Âdeta âlem içinde bir âlemdir! Programları, gayeleri birbirine zıt; dört, beş mektebin yetiştirdiği yaşlı, genç, zeki, budala, zevzek, sükutî yirmi muhtelif adam: Müdür, muavin, muallimler, muînler... İdare memurları... Evvel zamandan kalma, hani o bir tarafından güneş batarken öbür tarafından doğan eski kocaman imparatorluğumuzun en uzak köşelerinden gelme leylî talebe.. Her ırktan, her cinsten –lisanlarından başka hiçbir şeyleri Türkleşmemiş– bir sürü çocuk... Fakat, bu kadar bariz tezatlar arasında o ne samimi ahenktir! Mutaassıplar, mürtecîler, liberaller, sonra hiçbir muayyen mesleği, meşrebi olmayanlar birbirleriyle kardeş gibi geçinirlerdi. Bir riyâziye muallimi vardı ki, aşırı derecede açık fikirliydi. Tabiat muallimi hepimize kara cahil nazarıyla bakıp için için acıyan ciddi bir gençti. Ben edebiyat muallimi idim. Fransızca muallimi bir Yahudi idi. Nöbetçi olduğu vakitler, gece müzakeresinde, çocukların kendisine sorduğu lügatları latin harfleriyle cep defterciğine yazar, ertesi günü mânâlarını benden anlardı. Bir kere "cezbe-i Rahman" ın ne demek olduğunu zavallıya sormuşlar. İyi anlamamış, defterine "cezve-i Rahman" yazmış. Muallimlerin odasında beni tuttu:

— Cezve-i Rahman ne demek? Dedi.
— Öyle şey olmaz!

Diye güldüm, ısrar etti. Kendisine soran talebeyi buldurdu. Kitabı açtık. Yanlış anladığı meydana çıkınca, bu aramızda bir alay mevzuu oldu. Biçarenin adı "Cezve-i rahman" kaldı, gitti.

Hele Müdür... Ben dünyada bu kadar intizamperver, kanunperver, usulperver bir adam görmedim. Bir kere maiyetinin hiçbirisiyle hususî münasebette bulunmaz; mektep heyetinin haricinde, tıpkı bir esatir mâbudu gibi ayrı yaşardı. Aramızda lakabı "zımnında" idi. Son derece ehemmiyet verdiği meclis günleri, odasında toplandığımız vakit, hiçbirimize laf söyletmez, hepimize "zımnında, zımnında, zımnında" diye ayrı tahrîratlar yazdırır, herhangi mesele olsa, aynı kelimelerle, aynı cümlelerin nihayetine mâhut "zımnında"yı takarak bir şey kaleme aldırınca hallettim sanırdı.

Arkadaşlarımın içinde en sevdiğim ulûm-ı diniye hocası Bâhir Efendi idi. Medreseden sonra darülfünunu da tamamlamıştı. Yaşı elliye yaklaşıyordu. Fikrinde musır, cerbezeli, açıkgöz, tuhaf, şen bir adamdı. Benimle dostluğuna sebep, terbiye hakkındaki fikirlerimizin bir olmasıydı. Çünkü ben her ne kadar milliyetperver bir liberal isem de, "terbiye"nin daima "muhafazakârâne" olması lazım geldiğine mûtekidim. İçtimâi inkılabın yeri mektep değil, hayattır. Muallimlerin vazifesi çocuklara, eski hayatın terbiyesini ibrâm etmektir. O da işte benim gibi düşündüğü için, meclislerde ikimiz taraftarlarımızla bir kuvvet teşkil eder, liberallere, yeni asrî terbiye taraftarlarına ağız açtırmazdık. Bâhir Hoca'nın en meftun olduğum şeyleri canlılığı ile "mebnî-aleyh, mebnî-bih, mebnî-leh" gibi tâbirleri idi. Kavga eder gibi konuşur, kelimelerine sanki yumruk şeklinde vücutlar vermek istiyormuş gibi sağ kolunu –bir Karagöz çevikliğiyle– sallardı. Kusuru yalnız nargilesiydi. Buna o kadar müptela idi ki, kahvede, mektepte, günde on tane içmeden yapamazdı. Nargile bu... Cigara filan gibi bir şey değil. Havaleli... Müdürden, müfettişlerden gizlemek lazım... Bir gün kahvemizde oturmuş, portatif bir nargile şekli düşünüyorduk. Mesela içildikten sonra üzeri çıkarıldı mı, sürahiye benzesin, lüle cebe girebilsin... Bâhir Hoca:

— Ya marpuç? Diyordu.
— Cübbenin altına, beline sararsın.
— Kırılır.
— Fesinin içine çörekle...
— Sığmaz...
. . . . . . . . . .

Böyle konuşurken içeri, belediye doktorunun girdiğini gördük. Bizim yanımıza geldi, selamlaştık. Oturdu. Cuma günü Bektaşî Tekkesi'ne gideceklermiş. Kuzu, saz, biraz da mey varmış. Bizi de davet etti.

Ben:
— Gidemeyiz!...

Dedim. Biz muallimdik. Öyle sazlı, sözlü, içkili meclislere giremezdik. Doktor ısrar etti: "Siz içmezsiniz. Kulaklarınızı tıkarsınız. Gözlerinizi bağlarsınız." diyordu. Zaten arkadaşlardan birkaçı razı olmuş... Bâhir Hoca:

— Nargilemi götürürseniz gelirim. Dedi. Doktor:
— Götürürüz. Hem vallahi ben götürürüm, hocam! Diye yemini bastı.

Ne şen, ne babayânî bir delikanlıydı. Adeta kasabanın canlı bir neşesiydi. Hastalar ilacından ziyade onun sözlerinden şifa bulurlardı.

Cuma günü cümbür cemaat Bektaşî Tekkesi'ne gittik. Burası eski mesut zamanlarda taptaze kalmış bir cennetin hayaline benziyordu. Sanki tarih denen fırtınanın rüzgarları bu asırlık çınar ağaçlarının arasından, beyaz münzevî binanın sakin çatısı üstünden hiç geçmemişti. Etrafta setleri olmasa tabii bir göl sanılacak derecede büyük havuz zümrüt gölgeler içinde, nilüfer rüyalar açmış, uyuyordu. Dervişlerin yaydığı hasırlara yan geldik. Telgrafçı udunu, tapu memuru kanununu aldı. Kemancı Aleko da gelmişti. Saz başladı. Doktor: "Sâki benim!" diye herkese sunuyor, Bâhir Hoca'nın önünde dikilip kalıyordu:

— İşte benim nargilem var?
— Bir yudum?
— Ömrümde bir katre ağzıma almamışım.
— Bir yudum al, gargara et, sonra tükür.
— Ne faide?
— Vallahi muzâdd-ı taaffündür.
. . . . . . . . . . . . . . . . .

Bâhir Hoca, bu gibi meclislerde kara mutaassıp görünmek istemezdi. Ağzına bir kadeh rakı aldı. Fakat doktor hocayı gıdıkladı. Birkaç damla yutturdu. Yuttuğunu inkar etmekle beraber, bu birkaç damla ona birkaç küp neşesi verdi. Gülüyorduk. Eğleniyorduk. Lâkin kafamız kazan gibiydi! Bu yeşil cennette ardı arası kesilmez bir cehennem gürültüsü vadı: Kocaman havuzun içinde belki bir milyon kurbağa... Avazları çıktığı kadar haykırıyorlardı. O kadar ki, âdeta birbirimizin söylediğini işitemiyorduk.

Doktor:
— Vay anasını!...dedi, bunları nasıl susturmalı? Kulaklarmız patlayacak.
Dervişler:
— Ne yapsanız susturamazsınız.

Diyorlardı. Bâhir Hoca'dan başka hepimiz kalktık. Çünkü dayanılacak gürültü değildi. Taş, toprak, elimize ne geçtiyse havuza atmaya başladık. Kurbağalar bu tecavüzümüzden hiddetlenmiş gibi daha beter bağrışmaya koyuldular. Doktor, gazeteler tutuşturdu. Korkup kaçsınlar diye üzerlerine attı. Hayır, hayır... Ne yapsak susmuyorlar daha ziyade azıtıyorlardı. Sazı duymak mümkün değildi. İçimizden birisi:

— Buradan kaçmaktan başka çare yok! Dedi.
— Nereye gidelim?
— Havuzun uzağında bir yere...

Biz böyle hicret müzakeresi ederken nargilesinin başında unuttuğumuz Bâhir Hoca'nın:

— İstersem, ben onları bir anda sustururum. Dediğini işittik.
— Nasıl?
— Bir nefes ederim.
— Ey?..
— Hemen susarlar.

Gürültüden neşemiz kaçmışken, hepimiz yine güldük. Doktor: "Bu kurbağalar yarım başağrısı değil ki, bir nefeste dursunlar; bunlar baş belası!" diyordu. Fakat Bâhir Hoca, yine hiddetlenmiş bir Karagöz tehâlükü ile yumruğunu sallıyor, hepimizin itikatsızlığına sövüp sayıyordu. Onun bağırtısı bir taraftan, bir milyon kurbağanın kopardığı kıyamet bir taraftan... Hâsılı bir curcunadır gidiyordu. Meclisin neşesi kalmamıştı. Bâhir Hoca:

— Herkes yerine otursun, dedi, ben havuzun kenarına gideyim, nefes edeyim. Susmazlarsa yüzüme tükürün...
— Haydi, haydi öyleyse Hoca...
— ......

İnanmıyorduk, lâkin "bir alay çıkar" ümidiyle yerlerimize oturduk. Hoca kalktı. Nargilesini eline aldı. Havuzun kenarına gitti. Arkasını bizden tarafa çevirmişti. Sulara doğru üfürdüğünü gördük. Bir dakika geçmedi. Kurbağalar birdenbire susmuşlardı. Koca havuzdan bir çıt bile çıkmıyordu. Şaşırmıştık. O, yumruğunu sıkarak muzafferane döndü, geldi.

— Ne yaptın Allah aşkına! Diyenlere:
— Görmediniz mi? Gözlerinize de mi itimadınız yok, nefes ettim. Cevabını verdi.

Yarım saat geçince kurbağalar yine ötmeye başladılar. Artık korkmuyorduk. Bâhir Hoca kalkıp havuzun kenarına gidiyor, bir nefeste yine hepsini susturuyordu. Giderken sevgili nargilesini "sarhoşsunuz, kırarsınız" diye bizim yanımızda bırakmıyordu. Akşam kadar eğlendik. Bâhir Hoca'nın nefesine Kemancı Aleko bile inandı. Doktor inanamıyor, fakat gözüyle gördüğü neticeyi de inkar etmek cesaretini gösteremiyordu. Yerli memurlar hayretten rakıya bile devam edememişlerdi. Bektaşi dervişleri dalgın dalgın, nefes sahibine bakıyorlar, kimbilir akıllarından neler geçiriyorlardı.

Ertesi akşam, kahvede Bâhir Hoca ile yan yana oturmuş İstanbul gazetelerini okuyorduk. Ben okuduğumu anlamıyor, onun Bektaşi Tekkesi'nde kumanda verir gibi kurbağaları nasıl susturduğunu düşünüyordum. Doğrudan doğruya kendisine sorsam, eminim ki, yine "Gözlerine de mi itimadın yok! Nefes ettim, kör müydün?" diyecek, beni de kurbağalar gibi susturacaktı. Fakat ben enayi değildim. Ona zihnen, ilmî bir pusu kurdum. Evvela gazeteleri bıraktırdım. Gayet tatlı bir ruhiyat bahsi açtım. Böyle şeylere çok meraklıydı. Hayvanlarda ruh olmadığını, mahlukatın maneviyat haricinde tıpkı nebatat gibi yaşadıklarını anlatıyordum.

— Ben de bu fikirdeyim. Dedi.
— Hayır, yalan söylüyorsun. Dedim.
— Vallahi...
— Hayır, yalan...
— Ne biliyorsun?
— Çünkü sen kurbağalara nefes ettin. Demek ki hayvanların maneviyat haricinde yaşadıklarını bilmiyorsun.

Kollarını masanın üzerinden çekti. Arkasına dayandı, durdu. Gözlerime dik dik baktı. Aşağı tükürse sakalı, yukarı tükürse bıyığı idi. Öyle bir vaziyete sokmuştum ki... Kalın kaşlarını çattı:

— Ben kurbağalara nefes etmedim! Dedi.

— Ya nasıl susturdun onları?
— ....

Ağzını açamıyordu. Fena sıkışmıştı. Aklı sıra, ya cahilliği kabul edecek, ya hakikati söyleyecekti.

— Söyle öyleyse, ne yaptın da, kurbağalar sustular?
— Şey, canım... Budala mısın? Nefes filan olur mu?.. Şey ettim...
— Ne ettin?
— Nargilenin marpucunu sarkıttım...
— Ey?..
— Kurbağalar onu yılan sandılar. Hemen dibe kaçtılar.
. . . . . . . . . . . . . .

...Fakat taşra hayatının bir vasfı da sır saklamaktır.

Bâhir Hoca: "Saf adamların itikatlarını bozmamalı. Onlara ilmî hakikatlerin lüzumu yok. Sakın marpucu kurbağalara gösterdiğimi kimseye söyleme! Varsın, nefes ettim diye bilsinler" dedi.

Ben, bu sırrı ağzımdan hiç kaçırmadım. Bütün kasaba halkı hocanın nefes kerâmetini işitti. Hatta Bektaşiler de buna şahitti. Doktorun bile şüpheleri yavaş yavaş gevşedi, eridi. Bâhir Hoca'nın bir üfürüşte kurbağaları susturduğundan bahsolunduğu vakit, zavallı boynunu büküp:

— Dünyada ne kadar meçhul var. İlmimiz bu meçhulün yüz milyonda biri bile değil!..

Der, o her vakitki şuh kahkahasını atamazdı...

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Korkunç Bir Ceza


Hikayenin Adı : Korkunç Bir Ceza

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Hasan Ağa, başka hemşerileri gibi yapmamış, İstanbul'a karısıyla beraber gelmişti. Para kazanmak iyi şeydi ama, bekarlığa can dayanmıyordu. Senelerce bekar odalarında bir iştiha ile memlekete dönmek doğrusu akıl işi değildi. Adam, dünyaya bir defa gelirdi, gençlik de bir bahar gibiydi. Göz açıp kapamadan geçiyordu.

Fatih'te bir ev tuttu. Açtığı helvacı dükkanı da o civarda idi. Ticareti yolunda gidiyordu. Her ay iki "beşibirarada" yaptırıyordu, karısı Gülsüm'ün kalın boynuna... Daha böyle beş bin tane "beşibirarada" olsa taşıyabilecekti. Dükkanlarının önünden geçen İstanbul hanımlarına baktıkça Gülsüm'ün kıymeti nazarında büyüyordu. İnce belli, ince boylu, ince bacaklı, ince kollu olan bu kadınlar, dar siyah çarşaflarıyla, ayağa kalkmış kır sineklerine benziyorlardı. Gülsüm'ün bir baldırı üç İstanbul hanımına değerdi. Beli değirmen taşı gibi, kalın kolları asma kabağı gibi kaskatıydı. Hele kazan kulpu kaşları... Hasan Ağa, karısının daha başka yerlerini de aklından geçirince:

— Gözünü seveyim... diye coşar, uzun uzun gerinir, yatıp dinlenmek için hemen evine koşardı.

Bir gün hemşerileri Tavukpazarı'nda verecekleri bir ziyafete onu da davet ettiler.

— Olmaz, gelemem! Bizim avrat yalnızdır! Dedi.

Arkadaşları ısrar ettiler. "Bir geceden ne olur. Yanına bir kişicik korsun!" dediler. Zorladılar. Nihayet dayanamadı. Razı oldu. Öğleyin eve geldi. Karısına:

— Ben bu gece hemşerilerin ahengine gidivereceğim. Sen bir kişicik bul. Onunla yat, sakın korkma... dedi.

Çıktı, gitti.

Gülsüm daha İstanbul'a ayak bastı basalı ilk defa evde yalnız kalacaktı. İçine bir ürperme geldi. Nasıl bu gece tek başına yatacaktı? Hemen kendini sokağa attı. Bir can yoldaşı, ona "kişicik bul" demişti. Önüne rasgelene:

— Sen kişicik misin? diye soruyordu.

Herkes gülüyordu. Galiba onu deli zannediyorlardı. İkindi oldu. Gülsüm, sokaklarda aradığı kişiciği bulamadı. Nihayet mahzun mahzun eve doğru dönerken karşıdan bir külhanbeyinin geldiğini gördü. Son bir ümitle ona da sordu:

— Ayol, kişicik sen misin?
. . . . .

Külhanbeyi Gülsüm'ü şöyle bir süzdü. Gülerek sordu:

— Kişiciği ne yapacaksın hanım abla?

— Kocam bu gece ahenge gitti. Gelmeyecek. Yalnız kalıp korkmayayım diye bana da bir kişicik bulmamı söyledi.

Cevabını alınca:

— Benim vallahi işte o kişicik, benim vallahi billahi... yeminlerini savurmaya başladı.

Gülsüm inandı.

Külhanbeyini aldı. Eve getirdi. Karnını doyurdu. Kahvesini içirdi. Yatağına yatırdı, kendisi de bu kişicağızın yanıcağızına uzandı!

Hasan Ağa, ahenkte, hemşerilerinin yanında hiç eğlenemedi. Aklı hep evde, Gülsüm'deydi. Yanına misafir alacağı bir komşu kadın onu kandırır, ihtimal başka bir kocaya kaçırırdı. Hem iyice hatırlıyordu. Köyden çıkarken Ayan Musa:

— Oğul! İstanbul'a avrat götürmek âdet değüldür, emme sen bu işi idiyon... Gumesin gapısı açıh galınca içeri dilki dalar... demişti.

Ya boş kalan kümese bir tilki... Düşünmekten eğlenemedi. Gece uyuyamadı.

Artık sabaha iki üç saat kalmıştı. Sabrı tükendi. Kalktı. Evinin yolunu tuttu. Daima yanında taşıdığı anahtarla yavaşça sokak kapısını açtı. Gülsüm'ün koynuna koşuyordu. Odaya girince karısıyla kıvırcık saçlı bir herifin sarmaş dolaş yattığını gördü. Kan beynine sıçradı. Avazı çıktığı kadar haykırdı. Öyle haykırdı ki, yıldırım düşmüş gibi, gök gürlemiş gibi, pencerenin camları zangır zangır titriyordu.

— Ülen gahpe garı! Bu kim?

Gülsüm, korkusundan koynunda yatana daha beter sarılarak:

— Ayol ne oluyon? Dedi. İşte kişicik bu imiş. Sen bana onu bul da beraber yat demedin mi?

Hasan Ağa kendine geldi. Fena dakikalarda daima bir atasözünü hatırlardı. "Öfkeyle kalkan ziyanla oturur!" Sesini yavaşlatarak tekrar sordu:

— Ben sana erkek bir kişicik mi bul dedim. Bir dişi kişicik bulamadın mı?

— Ben ne bileyim! Sen dişi olacağını söylemedin.

Hasan Ağa, hakkı, hakikati bütün hemşerileri gibi çok severdi. Başını salladı.

— Senin gabahatin yoh! Domuzluh bu kişiciktedir. Ben ona göstereceğim! Dedi.

Yataktaki külhanbeyi korkusundan nefes alamıyor, kalbinin çarpıntısı odanın içinden bir duvar saati gibi işitiliyordu.

Atasözünün içten tavsiyesiyle öfkesini geçiren Hasan Ağa külhanbeyine:

— Haydi kalk! Esvaplarını gey! Emrini verdi.

Zavallı çapkın hemen itaat etti. Bir dakikada giyindi. Saçlarını taradı. Kuşağını sardı. Fesini "yardan ayrıldımvâri" başına yerleştirdi. Hasan Ağa hâlâ yataktan çıkmayan karısına döndü:

— Şu keratanın kunduralarını buraya getir! Dedi.

Gülsüm kunduraları getirince aldı; yatağın kenarında sessiz, solgun ayakta duran külhanbeyinin önüne gitti. Eğildi.

— Bin ülen pezevenk! Dedi.

Külhanbeyi yine itaat etti. Hasan Ağa, külhanbeyi sırtında, odadan evin kapısından çıktı. Daha geceydi. Bekçilerle polisler sabah uykusuna dalmışlardı. Tenha sokaklardan geçti. Sırtındaki kişiciğin tirtir titrediğini duyuyordu. Aksaray'dan, Altımermer'den dolaştı. Külhanbeyi artık korkusundan titremiyor, imdat için haykıracak bir ses çıkaramıyordu. Biliyordu ki, karısıyla yattığı bu herif onu kesmeye götürüyor... Acaba ensesinden mi kesecekti? Yoksa boğazından mı? Şehadet getiriyor, tekbir çekiyordu.

Artık horozların öttüğü işitiliyordu.

Fecir, Samatya'nın üstünü mavi ile karışık pembe bir aydınlıkla parlatıyordu.

Kale kapısından dışarı çıktılar. Külhanbeyi "Acaba kesmezden evvel iki rekat namaza müsaade eder mi?" diye düşünüyordu. Hasan Ağa, elindeki kunduraları yere attı. Sırtını sarsarak:

— İn ülen! Diye haykırdı.

Külhanbeyinin korkusundan mecali kalmamıştı. Artık elleri, ayakları tutmuyordu. Yere düştü:

— Aman ağam, merhamet. İmanıma acı! İki rekat... Aman ağam! İmansız gitmeyeyim...

Korkunun şiddetinden zavallı külhanbeyi namaz kılmak için abdest almak, abdest almak için de bir gusül abdesti almak icap ettiğini unutuyordu. Hasan Ağa, yine bir ilkbahar göğü gibi gürledi:

— Ülen kerata! Ne söyleyip patırtı ediyon? Sakın bir daha bizim eve gelme. İşte bu sefer seni ceza olmak üzere, Yedikule'ye kadar götürdüm. Bir daha evimde yakalarsam, vallahi billahi ta Çekmece'ye kadar götürür bırakırım... Anladun mu? Dedi.

Cevap beklemeden kuşağının arasından çıkardığı kırmızı mendille yüzünün, ensesinin terlerini silerek uzaklaştı.

Külhanbeyi bir şey anlayamamıştı.

Fazla yorgun bir ateşle hızlı hızlı evine dönen Hasan Ağa içeri girerken "Boh!" diye karısını korkutmayı düşündü. Fakat yapılan tek bir kabahat için ayrı ayrı iki kişiyi cezalandırmak muvafık mıydı? Eve gelinceye kadar hiç öfkesi kalmadı. Hatta bir eliyle kapısının tokmağını çalarken sebebini bilmediği bir neşeyle sırıtıyor, öteki eliyle sanki çözülmüş gibi kuşağını düzeltiyordu.

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Kızıl Elma Neresi?


Hikayenin Adı : Kızıl Elma Neresi?

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

"...Hemen göstersünler. Dalkılıç olur, düşmanı
harâb iderüz ve kralın tac ü tahtını başına
geçürüp Kızıl Elma'ya dek giderüz.."

Kocasekbanbaşı

— Kızıl-Elma'ya...
— Kızıl-Elma'ya...
— Kızıl-Elma'yacak gideceğiz!
. . . . . . . .

Zamanın Süleyman'ı, ansızın... Kükremiş bir tufan halinde akseden bu naraları duydu. Otağında yalnızdı. Yarım saat evvel dağılan Dîvân'ın cenk için gösterdiği kahraman arzuyu düşünüyordu. Bugün, yalnız vezirleri değil, kazaskerleri, defterdarları, nişancıları, "ağa, kethüdâ, serdar, yayabaşı, bölükbaşı, vekilharç" gibi, yeniçeri zâbitlerini, hatta solakları bile çağırmış, hepsini huzurunda toplamıştı. Hepsi ".... Kafdağı'na kadar arkandan gelmeye hazırız, padişahım!" diye ayaklarına kapanmışlar, gözlerinden sevinç yaşları dökmüşlerdi. İşte şimdi "sefer kararı" ordu içine yayılmış olacaktı. Otağın biraz uzağında... Küçük meşe ormanının nihayetindeki mahşerde, deminki Dîvân'ın sevinci, büyük bir heyecan ummanı gibi kaynıyor, kabarıyor, kabarıyor; bu ummanın görünmez, işitilir dalgaları, yakın ufukların bulutlu sahillerine değil, sanki bütün cihanın tâkına çarpıyordu:

— Kızıl Elma'ya...
— Kızıl Elma'ya!
— Kızıl Elma'yacak....
. . . . . . . .

Padişah, tahtından yavaşça ayağa kalktı. Sağ elini altın koltuğa dayadı. Gökten inen, mânâsı anlaşılmaz bir sese kulak verir gibi başını büktü. Ordunun velvelesini dikkatle dinledi. "Kızıl Elma, Kızıl Elma...." Bu ismi şehzadeliğinden beri binlerce defa duymuştu. Sonra tekrar tahta oturdu. Gözlerinin üstüne kadar eğilmiş yusufiyesini geri itti. Gayet çıkık, geniş alnını, esmer uzun parmaklarıyla tuttu. Düşündü. Düşündü.

— Kızıl Elma neresi?

Diye mırıldandı. Şarkta olsun, garpta olsun, sefere çıkarken galeyana gelen asker hep "Kızıl Elma'ya!.." diye bağırışıyordu. Bu narayı yeniçeri kışlalarında, sipahi ocaklarında, geçit resimlerinde, hatta İstanbul'da, sarayın iç bahçesinde bile duymuştu. Kızıl Elma neresiydi? Üvez rengi sırmalı perdenin arkasında nöbet bekleyen Mahmud'u çağırdı:

— Sadrazama söyle, vezirlerle beylerbeyini, kazaskerleri toplasın. Hemen karşıma gelsin! Dedi.

Yarım saat evvelki büyük Dîvân'dan çıkan vezirler, niçin yine huzura çağırıldıklarını ürkek bir ıstırap ile merak ediyorlardı. Ahmed Paşa'yla Hadım Ali Paşa'nın arkasından kazaskerler, Sokullu Mehmet Paşa, Haydar Paşa, Ayas Paşa, İskender Paşa, gözleri yerlerde otağa girdiler. Birer birer tahtın saçağını öpüp el bağladılar. Padişah, beyaz tülbent sarılı, çifte tuğlu yusufiyesini yine çok öne eğmişti. Kaşları hiç görünmüyordu, yüzü her vakitkinden daha sertti. İnce murassâ direkler üstüne kurulmuş donuk zümrütten bir kubbeyi andıran otağın loş sükûnunu:

— "Kızıl Elma" neresi? İçinizden bilen var mı?
Suali bozdu.
— !
— ?
— !...
— ?..
. . . . . .

Kimse cevap veremedi. Herkes önüne bakıyordu. Padişah:

— Bunu sormak için sizi çağırdım, dedi, otağımızın etrafında daima bu narayı işitiriz. İşte bakınız. Yine "Kızıl Elma'ya Kızıl Elma'ya..." diye bağırışıyorlar.... Burası neresidir? Binlerce defa ismini işittiğim bu memleketin neresi olduğunu öğrenmek isterim.

Tamışvar fâtihi Ahmet Paşa kekeledi:
— Viyana olsa gerek, padişahım....
Padişah, öteki vezirlere döndü:
— Öyle mi?
— ....
— ....
— ....

Ne "evet" ne "hayır" diyebiliyorlar, önlerine bakıyorlardı. Padişah, orduya getirdiği "kaplan postlu, kurt taçlı, çekirdek mahmuzlu, tekne kalkanlı, tepeden tırnağa kadar demire garkolmuş, elleri kostaniçeli, ak kızıl bayraklı", emsali görülmemiş mükemmel alayı ile iki gün evvel teveccühünü kazanan Rumeli Beylerbeyine sordu:

— Sokullu! Sen söyle, Kızıl Elma neresi?
— "Roma" olsa gerek, padişahım!
— Ne biliyorsun?
— Öyle sanırım.
— Sanmak bilmek değildir...
. . . . . .

Padişah, sırasıyla âlim kazaskerlere de sordu. Kızıl Elma için kimi "Çin", kimi "Maçin" diyordu. Ayas Paşa:
— Hind'dir.
Haydar Paşa:
— Sind'dir!
İskender Paşa:
— Kafdağı'nın arkası olsa gerektir.

Dedi. Büyük padişah, anlamak istediği şeyi kimsenin bilmediğini görünce, canı daha beter sıkıldı. Tahtın koltuklarını asabiyetiyle tuttu. Âdeti olmayan bir hiddetle kazaskerle döndü. Acı acı gülümsedi:

— Yazık sizin ilminize!
— ...
. . . . . .

"Her şeyi biliyoruz!" sanan bu "Horasanî" kavuklu başlar uğradıkları hakaretin altında hafifçe sallandılar. Onlar, her şeyi kabul edebilirlerdi. Lâkin cahilliği? Asla.... Ortalarından, kara sakallı, bastı bacak, şişman bir fakih, bir adım ilerledi. Bu hem en âlimleri, hem en cesurlarıydı:

— Padişahım! dedi, bu "Kızıl Elma", halk kullarının uydurduğu bir efsanedir. Ne aslı vardır, ne faslı... Bir hakikat değildir ki, biz bilelim. Halk ise, padişahım, bilmez söyler.

Zamanın hâkim Süleyman'ı altın koltuğa dayalı elini kaldırdı:
— "Halkın dediği! Hakkın dediği!"
— ...

Bodur kazasker, bu sözden bir şey anlamadı.

Padişah devam etti:
— Bu bir hakikattir! Mademki halk söylüyor; halktan gelen ses, Hakk'ın sesidir! Ona efsane denmez. Mutlaka bir aslı vardır. Fakat siz bilmiyorsunuz....
— Ne şeriatta ne ilimde böyle bir isim yoktur ki, müsemmâsı olsun...
— Ne şeriatta ne ilimde böyle bir isim yok diyorsun....
— Evet padişahım.
— Lâkin örfte yok mu?
— ...

Fakih düşündü. Önüne baktı. "Yok!" diyecekti. Fakat, işte sefer eğlentisi yapmaya başlayan büyük ordunun velvelesi içinde "Kızıl Elma'ya" naraları birbiri arkasına çakan şimşekler gibi gürlüyordu. Asker yalnız sefere gideceği, muharebeye gireceği zaman değil, hatta şımardığı, isyan ettiği vakitlerde bile bu narayı savurmuyor muydu? Bu daima taşan, kabaran, coşan bir kuvvetin ne olduğu bilinmeyen bir gayesi idi. Daha medresede minimini bir çömezken sipahi, yeniçeri bölüklerinin bu narayı bastıklarını işitirdi. Bunu iyice hatırlıyordu. Ama, aslının ne olduğunu merak edip öğrenmemiş, okuduğu metinlerde bu isme dair bir şeye rastgelmemişti. Yutkundu. Önünde bağlı duran ellerini sıktı. Artık "Kızıl Elma örfte yoktur" diyemezdi. Çünkü... İşte.... Duyuyordu!

— Var padişahım!
Dedi.
— Öyleyse müsemmâsı da var.
— ...

Fakih sustu. Kızardı. Bir adım geriledi. Yine önüne baktı. Örfün hakikatini şeriat da tasdik etmiyor muydu? Padişah, bunu bilen fâzıllardandı. Karşısında safsataya imkan yoktu. Öbür kazaskerler arkadaşlarının mağlubiyetine bakarak, ağız açmadıklarına için için seviniyorlar, "Sükût sözden hayırlıdır!" hikmetini hatırlıyorlardı. Padişah yine acı acı güldü:

— Dünya ne tuhaftır! dedi. Siz işte bu halkın başlarısınız. Bu halkı idare edersiniz. Halbuki onun istediği şeyin ne olduğunu bilmezsiniz..
— !...
— .....
— .....
— .....
. . . . . . .

Lâkin hâkim padişah, kahraman, ârif, fâzıl, şâir olduğu kadar da insaflıydı! Her şeyi evvela kendi nefsinde muhakeme eder; her hükmü, her kararı vermezden evvel bir kere kendi vicdanından geçirirdi. Huzurundaki kulları sualine bir cevap bulamamaktan kıvranırlarken, o da sıkıldı. "Derûnî lisanla" kendi kendine sordu:

"Ey Süleyman! Bunlara sorduğun şeyin ne olduğunu acaba kendin bilir misin?"
"Bilmem ama.."
"Ama?"
"...Sezerim!"

Azıcık ferahladı. Sezdiğini düşünmeye başladı. Bu, tabiatın, ilmin, irfanın ötesinde bir hakikattı. Evet, işte "Kızıl Elma", ne olduğunu sanki biliyor, fakat söyleyemiyordu. Halbuki bu vezirler, kazaskerler, beylerbeyleri.... Hayır, hiçbir şey sezmiyorlardı. Birisinin lafı ötekininkine uymuyordu. Kimi Çin, kimi Hind, kimi Sind, kimi Viyana, kimi Roma diyordu. Kızıl Elma bunların hiçbiri değildi! İçinden:

"Belki hepsinden daha kıymetli bir yer!"

Dedi. Sonra, utançlarından kızaran kullarına sordu:
— Kızıl Elma'nın neresi olduğunu kimden öğrenebiliriz?
— ....
. . . . .

Herkes önüne bakıyor, yanlış bir şey söylememek için kimse ağzını açmıyordu. Yalnız İskender Paşa:

— Padişahım! dedi, kazasker kullarının ilimleri kitaptandır! Vezir kullarınla, biz kölelerine gelince... Öyle derin âlimlerden değiliz! İşte ne kadar bilgisiz olduğumuz sual-i hümâyûnunuzla meydana çıktı. "Bin âlimin bilmediğini bir ârif bilir" derler. İrade buyurun. Bir ârif bulalım. Ona sorun.

— Ârif kimdir?
— Bilmeyip sezen, padişahım...
. . . . .

Sonra İskender Paşa, saf bir askerin basit mantığı ile "Kızıl Elma, Kızıl Elma!" diyen halkın mutlaka bir şey murad ettiğini, kuşların ötüşünde bile kendi dillerince bir mânâ olduğunu söyledi. Kısa boylu, inatçı kazasker, halkın ne söylediğini, ne istediğini asla bilemeyeceğini tekrar iddia etti. Padişah, İskender Paşa'ya, çıkıp gizlice ordunun içine girmesini, nümâyişalayında bağıranlardan rasgele üç kişi tutup huzuruna getirmesini irade etti. İskender Paşa çıkınca padişah kazaskerlere örfe dair ayrı ayrı sualler sormaya başladı. Vezirlerle beylerbeyleri, anlamadan, dinliyorlardı.

İskender Paşa, biraz sonra, otağa girdi:

— Üç kişi tuttum, padişahım!

Dedi.

— Evvela bir tanesini getir bakalım.

. . . . .

İskender Paşa, otağın mehâbetinde ürkerek sapsarı kesilmiş, başında perîşânîsi dağılmış, tirtir titreyen bir adamı soktu. Bu, uzun boylu, pala bıyıklı, kuvvetli bir garipti. Orduda ayakkabıcılığı yapan serserilerden biriydi. Otağ kapısının dışındaki kapıcıların öğrettikleri gibi, tahta doğru gitti. Yeri öptü. Ayağa kalkmadı. Kolları göğsünde bağlı, dizüstü kaldı. Padişah sordu:

— "Kızıl Elma, Kızıl Elma" dersiniz, bu, neresi?
. . . . . Garip, işledim sandığı cürümden beraat için:
— Herkes bağırır, padişahım. Ben de bağırdım, dedi.
— Neye bağırdığını sormam. Kızıl Elma neresidir? Onu söyle!
Garip tereddüt etmedi:
— Padişahımızın bizi götüreceği yer!
Dedi.
— Orası neresi?
— Padişahımız bilir.
. . . . . .

Padişah, İskender Paşa'ya döndü:
— İkincisini getir bakalım! Dedi.

Dizüstü duran garip, vezirlerin işaretiyle kalktı. Geri geri gitti. Perdenin yanında dikildi. Bu sefer huzura getirilen, tıknaz, esmer, beyaz keçeli, afacan bir yeniçeri neferiydi. Serbestçe yürüdü. Saçağı öptü. Kalktı, el bağladı. Padişahın "Kızıl Elma neresi?" sualine, düşünmeden:

— Önümüze düşüp bizi götüreceğin yer... Padişahım! cevabını verdi.
— Orası neresi?
— Sen bilirsin padişahım!
. . . . .

İskender Paşa üçüncüyü huzura soktu. Bu, geniş omuzlarına batarasının uçları düşen genç bir bostancıydı.

— !..
— Kızıl Elma neresi?
— Atınızın gittiği yer... Padişahım!
— Orası neresi?
— Neresi olduğunu ancak padişahım bilir...
. . . . .

Evet... Orası ne Hind ne Sind, ne Çin ne Maçin, ne Viyana, ne de Romaydı. Padişah, huzurundakilere:

— Gördünüz ya, dedi, üçünün de cevabında bir fark yok. Hakikat bir! "Kızıl Elma" benim gitmek istediğim yer, işte... Hakk'ın beni göndereceği yer...
. . . . . .

Doğruyu söyleyen bu üç kişiye hemen üçer yüz kese akçe ihsan etti. Artık "Kızıl Elma'ya, Kızıl Elma'ya" naraları çoğalıyor, taşıyor, daha ziyâde yaklaşıyordu. Padişah, birdenbire, Hakk'ın kendini göndereceği yeri düşündü. Nihayeti bulunmaz Hak yolunun, hakikat yolunun gittiği "Kızıl Elma" denen bu cennet karşısında, Viyana, Roma, Hind, Sind, Çin, Maçin birtakım fâni harabelerden başka bir şey miydi? Başını salladı. Arkasına dayandı. İri siyah gözlerini ufalttı. İlahî, manevi bir zevke varmış gibiydi! Müdebbir vezirlerinin, âlim kazaskerlerinin, kahraman beylerbeylerinin tekrar saçak öpüp çıkışlarını görmedi bile... Otağın kapısında, onlar da şimdiye kadar asla ulviyetinin, mehâbetinin farkında olmadıkları muazzam bir manzara karşısında donup kaldılar; sefer eğlentisi yapan yüz binlerce asker, kol kol olmuş, cirit oynayarak, kaynaşarak otağ etrafında geniş bir daire çeviriyorlar:

— Kızıl Elma'ya...
— Kızıl Elma'ya...

Naralarıyla, sanki hayalin eremeyeceği derecede yüksek, pek yüksek bir arşa doğru... Kalkanlardan kanatlarıyla uçmaya hazırlanıyorlardı!

25 Ağustos 2019 Pazar

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Kıskançlık


Hikayenin Adı : Kıskançlık

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Ali Cânib'e
"Adeta, ufacık bir çocukken yazıp da neşre cesaret edemediğim bu hikâyeyi, ölen annemin kitapları arasında buldum. Garip bir merakla okudum. Çok, ama pek çok beğendim. Eskiden niçin beğenmemişim de, bir tarafa atmışım? Şimdi niçin bu kadar beğeniyorum? Acaba zavallı anneciğimin şefkatini bana hatırlattığı
için mi? Her neyse... Sevgili Cânib'im, bugün en güzel bir eserim sandığım şu yazıyı işte sana ithaf ediyorum."

Ahmet Sühran Bey:

— O zaman ancak yirmi yaşında bulunuyordum, dedi.

Telgraf ve Posta Nezareti'nde büyük bir mevki sahibi olan babam, sefâhatime, rezaletime, çapkınlığıma dayanamadı. Annem, bir de büyükannemle ihitiyar halamdan ibaret olan ailemle müzakere etti. Hepsi ittifak-ı ârâ ile beni dışarıya göndermeye karar verdiler. Yanya vilayetindeki müfettiş, babamın adamlarındanmış! O vilayette bir kasabaya gidecektim. Orada muhabere memuru olacaktım. Fikirlerince uslanacaktım. Bunu annem, gayet yumuşak bir lisanla:

— Çok zayıfladın... Hava tebdîli gibi bir şey... Hem memleket görürsün, hem kendini toplarsın. Hem de terakkî...

Mukaddemesini terennüm ederek hazırlanmaklığımı söyleyince şaşırdım.

— Gitmem, olamaz.

Diye mukavemete kalkmak istedimse de, annem, son kabahatimin babamda hâsıl ettiği müthiş tesiri anlatmaya başladı. Birkaç ay sonra mutlaka geri getirileceğimi, bunun için babama yalvaracağını, birçok yeminlerle vâdetti.

Ben, böyle vaade maade kanmazdım ama, galiba o tarafları görmek arzum da vardı.

— Peki, dedim, fakat üç aydan ziyâde durmam...

Bol bir harcırah... Dört yüz elli kuruş maaş... Bunlar iyi! Fakat sevgili, sefalı İstanbul'dan üç ay ayrılık... Beş sene vardı ki, İstanbul'dan dışarı çıkmamıştım. Doğma, büyüme vatanımmış gibi ısınmıştım. Lâkin her şey için, her türlü teselli insanda, hazırdır. Babamın son memuriyeti olan Girit'ten dönerken uğradığımız iskelelerdeki manzaraları, eğlenceleri hatırlayarak:

— Şimdi çok eğlenirim. O zaman çocuktum.

Muhakemesiyle tatlı hülyalara düştüm. Evet ilk Beyrut, daha sonra Pire... Atina idi. Mora'yı dolaşarak Preveze'ye, oradan Yanya'ya, oradan da mahalli memuriyetim olan kasabaya gidecektim. Güzel seyahat!

Ailemle muhtasar bir veda... Babamın, yazılsa üç dört tabaka eser-i cedid kağıdı dolduracak olan kıymetli nasihatlerini aldıktan sonra vapura atladım. Selanik'te iki gün kaldık. Gecelerimin ikisinin de çalgılı, gürültülü bir evde geçtiğini söylemeye lüzum yok. Selanik'ten sonra biraz hastalandım. İzmir'de iki gün kalacaktık. "Paralarımı Atina'da yer, adamakıllı eğlenirim." düşüncesiyle burada eğlenmekten vazgeçtim. Bununla beraber sarıklı yolcular gibi geceleri de vapurda geçirmeye razı olamazdım. Bir otele indim. Akşam sofrada sakallı bir efendinin bana dikkatle baktığını hisseder gibi oldum. Hâsılı, uzun uzadıya meraka lüzum kalmadı. Bu efendi, yemekten sonra kahvelerimizi içerken ismimi sordu. Söyledikten sonra babamın kim olduğunu sordu. Onu da söyleyince, tuhaf bir hareketle elini ağzıma uzattı:

— Dayınızın elini öpünüz!

Dedi. Ben şaşaladım. Ama tanıdım. Bu tombul eli öperken küçüklüğümde bana Farisî gösteren nazik dayımın Acemistan sefaretinde kâtip olduğunu hatırlıyorum. Senede bir defa Muharrem'i tebrik eden mektupları gelirdi. Tuhaf tesadüf... İstanbul'a dönüyormuş. Benden anneme, babama dair vasf-ı terkîbîli sualler sordu. O gece saat üçe kadar Kordon'da bir kahvede oturduk, konuştuk. Otele geldiğimiz zaman yolculuğa mahsus o sarhoşluğa benzeyen ağır uyku göz kapaklarımı büzüyordu. Dayım birinci katta yatıyormuş. Odasının önüne gelince arkamı okşayarak:

— Allah rahatlık versin, oğlum, dedi, ben sabahları erken kalkamıyorum. Lütfen beni uyandır.
— Baş üstüne!

Diye ayrıldım. Odama çıktım. İşte bir gece sefâhatten vazgeçişim, bana nasıl kıymetli bir tesadüf kazandırmıştı! Yarın kalkan vapurla İstanbul'a gidecek olan dayımın benim için tasavvut edeceğine hiç şüphem yoktu.

.... Sabahleyin geç uyandım. Acele giyindim. Dayımın odasına indim. O da giyinmiş, fesini süpürüyordu. Benim girdiğimi aynanın içinden görünce döndü:

— Sabah-ı şerifler hayırlar olsun yavrum, bugün beni teşyî edeceksin ya!..

Dedi.

— Maaliftihar efendim.

Diye güldüm. Gözüme sarı topuzlu, demir karyolanın yanında bir şey ilişti... Beyaz bir kürk... Yahut... Bir köpek... Merakla yürüdüm. Yaklaşınca iki parlak siyah gözün bana baktığını gördüm. Bu ne köpekti, ne de kedi...

Gayr-i ihtyarî:

— A.. Ne güzel şey!

Deyiverdim. Dayım, süpürdüğü fesini itinakâr bir takayyütle başına koydu. Yanıma geldi:

— Hakikaten güzeldir, dedi, bu maymunu bana bir Hindli tüccar hediye vermişti. Gelirken brakmaya, satmaya kıyamadım.
Ben taacüp ettim:
— Bu maymun mu? Hiç beyaz maymun görmemiştim!
Nazik dayım güldü. Beyaz maymunu okşayarak:
— Hindistan'a mahsus bir nevi cins. Fevkalade zeki. Hem nadir.

Ben hayret ettikçe marifetlerini, oyunlarını, zekasına delalet eden hareketlerini anlattı. En sonunda:

— Bunu, sana yadigar vereceğim. Görüyorum, çok hoşuna gitti.

Dedi. Eyvah... Ben maymunu ne yapacaktım? Baş belası! Bari hazzetsem... Bembeyaz br şeydi. Yalnız tuhafıma gitmişti. Reddettim.

— İstemem.

Dedim. Nazik dayım, istemediğimi nezaketime veriyor, ısrarında devam ediyordu. Ne yapayım? Mecburen kabul etim. O gün dayım İstanbul'a gitti. Ben maymunla yalnız kaldım. Bu beyaz maymun dişiydi. O kadar güzeldi ki... Başka maymunlardaki abusluk yüzünde yoktu. Parlak beyaz tüyleri, ince beyaz ayakları pek sevimli, pek yumuşak görünyordu. Koyu siyah gözleri o kadar tatlı bakıyordu ki... Kucağıma aldım. Pek munis, pek mûtiydi. Sevincinden geğiriyor gibi sedalar çıkarıyordu. Vapura geldiğimiz zaman bütün yolcuları şaşırtık. Benim gibi hiçbiri beyaz, böyle kedi gibi okşanmasını sever maymun görmemişti.

Pire'ye uğradığımız zaman, bu güzel maymunu satmak istedim. On liradan ziyâde veren olmadı. Tama ettim. Elden çıkarmaya karar verdim. Ne olacak, Yunan memleketi! İşte kimse, şu güzelim hayvana, fiyatını vermemişti. Artık yolculuğum, mahalli memuriyetime yaklaştıkça, rüyalaşıyor, hızlaşıyor gibiydi. Preveze'den, Yanya'dan geçtim, Telgrafhaneye geldim. Burası güzel bir yerdi. Bağlık, bahçelik... Uzaklar... Mavi dağlar... Sonra erguvanî dağlar.... Telgrafhanenin yüksek pencerelerinde tatlı bir rüzgar çırpınırdı. Kasabanın hemen bütün ahalisi Rum'du. İlk günler, uzun sıkıntılar içinde, süzülüp geçtiler. Ben annemin:

— Üç aya kadar...

Vaadine zaten inanmadığımdan, uzunca bir hayata hazırlanarak harekatımı tanzim ettim. Benden evvelki memur galiba biraz feylesof meşrepmiş! Kirli odayı temizlettim. Koltuk pek kirli olduğundan üzerine bir kılıf yaptırdım. Ondan sonra başladım mektuplar yazmaya... Ara sıra da telgraflar...

Etraf telgrafçıları, telgrafla:
— Hoşgeldin!
Diyorlardı. Ben:
— Hoşbulduk...
Cevabına, muhabereyi uzatmamak için:
— Çok rahatsızım!

Yalanını da ilave ediyordum. Bu yalanı, onların gevezeliklerinden kurtulmak için uydurmuşken, daha beter yakalandım. Her sabah hepsi, hemen bütün kazaların telgrafçıları:

— Bugün iyi misin?

Diye soruyorlardı.

Bu telgrafçılık âlemi başka bir âlemdir. Makinenin başında yalnız bulunduğunuz halde, fersahlarla uzaktaki bir meslektaşınızla daimi bir temasta bulunursunuz. Birbirinizi görmeden bu temas o kadar sıkışır ki, o kadar büyür ki... Hatta bazen, birbirinize darılır, barışırsınız. Evvela isminizi, yaşınızı, evli misiniz, bekar mısınız gibi içinizi, dışınızı soran bir arkadaş, bir hafta sonra en teklifsiz muhiblerinizin soramayacağı şeyleri sorar.

Ben, bu hali bildiğim için, telgraf muhaberelerinde kısa cevaplar veriyor, onların gevezeliklerini soğuk bir ciddiyet içinde boğuyordum. Koltuğumun bulunduğu pencere gayet geniş bir bahar muhitine açılıyordu. Saatlerce oradan bakardım. Sefâhatle, vakitsiz çapkınlıklarla yıpranan sıhhatim, yavaş yavaş yerine geliyordu. "Uyumayan genç, uyuyan ihtiyar hastadır" düsturunu hatırlayarak bol bol gelen uykulara mukavemet etmez, hemen koltuğumun üstünde dalar giderdim. Maymunum bana uslu, mutî bir arkadaştı. Her işime yarıyordu. Su işaret edersem su verirdi. Ben uyurken, gerek gündüz olsun, gerek gece, muhabere çanı çalınınca koşup uyandırırdı. Yine bir gün öğle yemeğinden sonra idi, hafif bir uykuya dalmıştım. Saçlarımın arasında belirsiz bir temas hissettim. Yavaşça gözlerimi açtım. Maymunum beni seviyordu. Saçlarımı okşuyordu. Bu küçük, zayıf, beyaz, yumuşak ellerin okşamasında garip bir tesir duyarak uyudum. Uyanınca, onu karşımda, gözlerini bana dikmiş, gördüm. Artık bu, her gün böyle idi. Beni okşar, sever, sonra karşıma geçer, uyurken beni seyrederdi.

Bir sabah yüzümü yıkamış... Pencereye dayanarak sisler altında titreyen uzaklara, güneşle parlayan bulutlara bakıyordum. Kapı birdenbire açıldı. Başımı çevirdim. Pek genç, pek güzel bir kız... Yalnız Rum kızlarına mahsus olan o serbest şuhlukla Rumca sordu:

— Muhabere memuru siz misiniz, Efendi?
Ben:
— Evet, dedim, ne yapacaksınız?

İhtiyar babasına buraya sağ ve salim geldiğine dair, tel vuracakmış. Telgrafı çekti. Kız o kadar serbestti ki... On dakika içinde on senelik laflar konuştuk. Babası Atina'da bakkalmış.. Kendisi Yanya'da teyzelerinin yanına misafir gelmiş, burada tebdîl-i hava yapacakmış. Matmazelin hoşuna gittiğimi hissettim.

— Burası çok iyidir ama, kalabalığa alıştığınız için canınız sıkılacak.

Deyiverdim. Pek çabuk dost olduk. Ertesi gün telgrafhanenin önünden geçerken selam verdim. Gülerek mukabele etti. Dostluğumuz ilerledi. Telgrafhanenin önündeki ağaçlıkta saatlerce beraber geziyorduk. İsmi Elen Teodor idi. Ne çok zekiydi, ne de aptal. ama son derece serbestti. Atina'da Fransızca öğrenmişti, edebiyatı, yalnız mektepte okuduğu Racine, Corneille, Fénelon'dan ibaret sanıyordu.

Bir akşam yine beraber, o gölgeliklerde havai, mânâsız şeyler konuşuyorduk. Maymunun bizden tarafa geldiğini gördük. O:

— Niçin geliyor?
Diye sordu. Ben:
— Bilmem, bakalım ne yapacak?
Dedim.

Maymunum eteğimden çekiyordu.

Bir sedası vardı ki, onu çıkarınca muhabere çanının çaldığını anlardım. O seda ile haykırdı.

— Bana müsaade, matmazel, alınacak telgraf var...

Diye ayrıldım. Küçük telgrafhaneye yaklaşırken maymunun pek memnun olduğunu görüyordum. Koşarak içeri girdim. Maymun gelmemişti.

Makineyi yokladım, hiçbir taraftan işaret yok. Çıngırak çalmıyordu. Öteye beriye sordum, hiçbiri beni çağırmamıştı.

Acaba maymun beni aldatmış mıydı?

Elen'in yanına gitmek için kapıdan çıkıyordum. Bir vâveylâ işittim. Uzaktan genç kızın yüzünü tutmuş olduğunu gördüm. Nefes nefese yanına koştum. Parmaklarının arasından kanlar çıkıyordu. Telaşla ne olduğunu sordum.

Canının acısından gözlerini kapamıştı:

— Maymun yüzümü yırttı!

Diye cevap verdi. Hemen ihtiyar doktora koştum. Elen'i evine götürdük. Bereket versin ki yarası ehemmiyetli değildi.

Maymuna ilk defa hiddetlendim. Meğerse bu hiddetim sonuncu olacakmış. Odama girince, onun, masamın altına girmiş, parlak, memnun bir nazarla bana baktığını gördüm. Bir köşede duran kalın bastonumu aldım. Şiddetle vurmaya başladım. O korkmuyor, ama sanki şaşıyordu. Öfkemi yenemedim. ensesinden tuttum. Hızla dışarı fırlattım. Yere düşünce bana öyle bir bakışla baktı ki... Hâlâ unutamam.

O gece kapıyı tırmaladığını, beni çağırdığını duydum. Ses çıkarmadım. Ertesi gün kayboldu.

Üç gün görünmedi.

Dördüncü gün bir köylü:

— Su başında, kayaların arasında buldum.

Diye onu getirmişti. Lâkin nasıl, biliyor musunuz? Zayıf, hasta, pis, halsiz, perişan...

Mutlaka dört gündür bir şey yememiş olacaktı. En sevdiği fındıklardan verdim. Bakmadı bile... Gözlerini kapadı. Öğürmeye başladı. Sanılırdı ki ağlıyor... Hiddetim tamamıyla geçtiği için bu kıymetli yadigara acımaya başlamıştım. Zorla yedirmeye, can vermeye çalıştım.

Fakat inat etti. Yemedi. İçmedi. Nihayet on gün sonra öldü. Açlıkla intihar etti.

Zavallı nazik maymuncuk, beni kıskanmış, sonra hakaretimden müteessir olarak kendini öldürmüştü. Onun beyaz ölüsü karşısında, beyaz ellerinin, beyaz ayaklarının, beyaz başının mazlum bükülüşü karşısında, o vakte kadar hiç duymadığım bir teessürle ağlamak istedim. Saçlarımın arasında onun okşayışlarını duyar gbi oluyordum.

Beni hakikaten seven, okşayan bir el...

Aradan zamanlar, mukaddes hatıraların gamlı eserlerini dağıtarak, geçti. Ben ki, hâlâ kıskançlık nedir bilmem. Bu maymun deliliğini hatırlayınca garip bir elem duyarım.

Bazı münasebetsiz hisler vardır ki, hayvanlarda insanlardan şediddir! Mesela eşeklerdeki inat, köpeklerdeki sadakat, kedilerdeki nankörlük gibi...

Acaba kıskançlık da böyle bir şey mi?

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Keramet


Hikayenin Adı : Keramet

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Yangın yarım saatten beri devam ediyordu. Fakat mahallenin ahalisi iki ev sonra söneceğine inanıyorlardı. Çünkü bir değerli kişinin türbesi vardı. Mümkün değil, o tutuşmazdı! Şiddetli bir kıble rüzgârı esiyor, alevleri, kıvılcımları saçan tahta parçalarını, türbenin üzerine altındaki evlerin çatılarına fırlatıyordu. İtfaiye bölüğü, tulumbalar son gayretlerini sarf ediyorlardı. Polisler etrafı ablukaya almışlar, kaçırılan eşyanın yağmasına meydan vermiyorlardı. Çiroz Ahmet etrafına bir göz gezdirdi. Bu kaşarlanmış bir külhanbeyi idi. Onca yangın demek vurgun demekti. Ama mahalle çok fakirdi.

Biliyordu ki, şu yanan zavallı kulübeciklerin içinde yatak yorgandan başka bir şey yoktu. Hâlbuki vurgunda adet “yükte hafif, pahada ağır şeyler”i bulmaktı. Allah belasını versin! Faydasız yangın! diye başını salladı. Ahali türbenin önüne toplanmıştı.

-Buraya gelince söner! diyorlardı.

Çiroz Ahmet, yeşil boyalı türbenin penceresine sokuldu. Kör bir kandilin hafifçe aydınlattığı sandukaya baktı. Başı ucunda iki büyük şamdan duruyordu. Sandukanın iki tarafında iki seccade yayılı idi. Açık rahlelerde büyük Kuranı Kerimler yan gelmiş yatıyorlardı. Çiroz Ahmet kelepir karşısında parlayan bir Yahudi gözüyle bunlara baktı. Askeri bir hesap yaptı. İçinden “şamdanlar onar liradan yirmi... seccadeler on beşerden otuz... kitaplardan mutlaka yazmadır. Yirmi de onlara de! etti yetmiş...” dedi. Yeşil boyalı kapıya gitti. Çiroz, kemikli omuzlarıyla kapının kuvvetini yokladı. Sonra kilidine baktı. yavaş yavaş dayanmaya başladı.

Halk yangınla meşguldü. Çiroz Ahmet son derece kuvvetli idi; hani o yalnız külhanbeylerine mahsus, bahusus, idmansız, sporsuz, gizli, harikulade kuvvet... dayandıkça kapı çatırdamaya başladı. Nihayet küt etti açıldı. Çirozun içeriye girince ilk işi kör kandili üflemek oldu. Fakat alacağı şeyler her ne kadar pahada ağır ise de yükte öyle pek hafif değildi. Zihni hemen bir vurgun planı tertibine başladı. Plan zihninde teşekkül ettikçe, Çiroz “neticeyi” beklemiyor, ayrıntısını uyguluyordu. Şamdanların mumlarını yere attı. Rahlelerdeki kitapları alıp belinden çıkardığı Trablus kuşağına sardı. Sonra biraz durdu. Burnunu kaşıdı. Yavaşçacık seccadeleri topladı; bunları beygirin üzerine çul vurur gibi, sandukanın üzerine örttü. Şimdi kapıdan çıkmak lazım geliyordu. Ama dışarısı dolu idi. Sandukaya dayandı. Biraz düşündü. Kavukta bırakılacak bir şey değildi. Üzerinde sırmalı bir çevre vardı. Sanduka birden bire kaydı. Çiroz Ahmet düşmemek için toplantı. Acaba evliya diriliyor muydu? Durdu, baktı, gülümsedi. “Vay canına, yere mıhlı değilmiş be!” dedi. Eğildi, altına bakmak için sandukayı kaldırdı. Bu gayet hafifti. İnce tahtadan yapılmış, üstüne yeşil çuha kaplanmıştı. Zihnideki çıkış planı tamamlandı. Kitaplarla şamdanları kucakladı, sandukanın altına girdi. Yavaş yavaş yürüdü. Durdu. Sandukanın altından elini çıkarıp yavaşça kapıyı açtı. Sol taraf caddeye çıkıyordu. Yakalanmak ihtimali vardı. Sağ taraftaki sokak tenha idi. Viranelikler çoktu, ama yangın o tarafta idi. Herkes o tarafta birikmişti.

Çiroz Ahmet, sandukanın altında uzun müddet düşünmedi. Paldır küldür kapıdan çıktı. Gürültüye başını çeviren halk şaşırdı. Herkes olduğu yerde kaldı. İşte evliya kalkmış yürüyordu. Tulumbalar durdu, şiddetle esen rüzgâr birden bire durdu. İtfaiye askerleri korkularından ellerindeki baltaları, kancaları, hortumları düşürdüler. Sanduka yangına doğru yürüyordu. İki tarafa açılıp yol veren ahali korkudan titriyordu. Sanduka, korkunç manevi bir heybetle sallana sallana aralarından geçti, karanlıkta kayboldu. Türbeden evvelki iki evde ateşten kurtulmuştu. Yanmayıp evliyasız kalan türbe, yine mahalledeki kutsiyetini korudu. Yalnız, okuyanlar eskisi gibi yüzlerini boş binaya çevirmiyorlar, kıbleye bakıyorlar, “iki gözüm, yangın gecesi bu tarafa gitti.” diyorlardı.

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Kaç Yerinden?


Hikayenin Adı : Kaç Yerinden?

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

— O ne? Yazdığın roman mı?
— Değil.
— Ya ne?
— Birkaç destan.
— Harbe dair mi?
— Eski kahramanların hayatına dair.

Pek çabuk bir şöhret kazanmış olan genç akrabam teklifsizce yanıma oturdu. Muharebenin başında, daha mektepten yeni çıkmış acemi bir doktordu. Ama, en uzak hudutlara giderek, hiç durmadan çalışarak... tifoya, koleraya, tifüse aşılar bularak bir sene içinde “fevkaladeden” terfi etmiş, binbaşı olmuştu.

— Nereye gidiyorsun?
diye sordum.
— Haydarpaşa’ya.
— Fakülteye mi?
—Evet.
Güldüm:
— Ne o, yine bir keşif mi var?
— Hayır. Şöyle bir müşahede. Bir faraziye...
— Ne üzerine?
— Tetanosun tedavisine dair. Galiba bir ipucu buluyoruz. Bir hafta evvel gönderdiğim “mütalaa” için bugün beni çağırdılar. Tafsilat isteyecekler sanıyorum.

Lafını bitirmeden döndü. Elimde kapalı duran defteri aldı.
— Okuyalım şu destanları.
diye açtı.
— ….
— Bu nasıl yazı? Kargacık, burgacık...
— Ver, ben okuyayım, sen dinle.
— Haydi bakalım.

Defterimi aldım. En beğendiğim manzum bir menkıbeyi açtım. Yavaş yavaş okumaya başladım. Bu, yerde bulduğu kırık bir kalkanla zırhlı iki düşman süvarisine esirken hücum ederek kafalarını kesen ihtiyar bir sipahinin hikâyesiydi. Genç doktora bu kahramanın şecaatini iyice duyurabilmek için sesime bir ahenk vererek okuyor, mübarezenin heyecanını tasvir eden yerlerde duruyordum. Rüzgâr biraz fazla olduğu için güverte tenha idi. Karşımızdaki kanepede oturan sıska bir şapkalı hiç bizi dinlemiyor, ilk defa görüyormuş gibi dikkatli gözlerle boş limanın kalabalık kenarlarına bakıyordu. Üç sahifelik destanımı bitirince:

— Nasıl?
diye sordum.
—İyi...
— Ey, nasıl, şimdi böyle kahramanlar var mı?
Doktor güldü. Başını salladı:
— İşte, dedi, masa başında, kapalı oda içinde “hayatı tetkik ediyorum” sanan zavallı romancının hülyası!
— Ne demek?
— Senin bu kırık kalkanlı ihtiyar sipahin bugünkü hayata göre mümtaz bir kahraman mı?
— Elbet.
— Öyleyse ben sana söyleyeyim; son derece aldanıyorsun.
— Niçin?
— Bugünkü askerler, zabitler, kumandanlar değil, doktorlar, sıhhiye neferleri, hatta nakliyeciler, mekkâreciler bile senin sipahinden bin defa fazla kahramandırlar.
— Amma mübalağa ha....
— Hakikati söylüyorum.

İnsan ne tuhaftır! Fikrine, ümidine, arzusuna muhâlif bir şeye rast gelince hemen bozulur. Doktorun o kadar sevdiğim kahramanımı beğenmeyişi âdeta benim gücüme gitti. Bir an sustum. Eseri takdir edilmeyen bir sanatkâr elemi duydum. Bu elem, biraz mateme benzer; sevgili evladının kıymetsizliğini, tahkir edildiğini, öldürüldüğünü gören zavallı bir babacığın matemine... Evet, doktorun sanattan, ruhun rebabî ihtiyacından haberi yoktu. Bilmiyordu ki sanatkâr, hâl içinde mefkûresini olanca heyecanıyla duyamayınca romantik maziye döner. Orada ezeli efsanelerini yaşayan binlerce tayf vardır. Bu tayflara tarihin hayalinden renkler, şekiller verir. Onlara meftun olur. Destanlarını terennüm eder.

— Heyhat azizim, sen fen adamısın, dedim, mazinin zevkini duyamazsın.
— Sen de hayal adamısın. Hâlin hakikatini göremezsin.
— Hâlde güzel ne var?
— Mazide ne var?
— Mazide bugünkü medeniyetin, maddiyatın söndürdüğü nurlar var, dedim, ulviyet var. Ruh azameti var. Fikir uğrunda fedakârlık var. Doğruluk, sadakat, vefa, fazilet, kerem, şefkat, muhabbet, aşk var. Hayatın hakiki manası olan mefkûre var. Sonra rebabiyet var... Ah şimdi...
— Şimdi bunlar yok mu?
— Yok, yok.
diye inledim. Doktor güldü. Bana acır gibi baktı:
— Ne fena, ne yanlış itikat...
— ….

Vapur Kız Kulesi açıklarından geçiyor, poyraz solumuzdan çarpıyor, elimdeki defterin yapraklarını açarak kahramanımı beğenmeyen genç doktora sanki bir cevap vermek istiyordu. Tekrar sordum:

—Söyle bana, hâlde mazinin harareti var mı?
— Hâlde hararet değil, ateş var, ateş...
dedi.
— Ben görmüyorum.
— Çünkü hayalperversin. Hakikati gözün görmez. Mazideki kağnı bugün nasıl otomobil şeklinde ise, sorduğun hararet de ateş şeklindedir. Mazideki ok, bugün mitralyözdür. Mazideki kulübe bugün muhteşem bir abidedir. Mazideki sal bugün dretnottur. Mazideki masalcının bir kutuya binip memleketten memlekete uçmak hülyası bugün bir hakikattir. İşte tayyareler, işte zeplinler...
— Fakat manevi faziletler...
diye sözünü kesmek istedim.
— Onlar da, dedi, onlar da asırlar içinde tekâmül yollarından geçerek sizin dar hayalinize sığmayacak derecede mehipleşmiş... Kırk ikiliğin yanında piştovu gözünün önüne getir. Mazinin ulviyeti, mazinin fazileti, hâlin azameti karşısında tabii böyle çocuk oyuncağı gibi kalır. Mazideki fidan, bugün koca bir çınardır. Dur; mesela en rebabî olan bir fazilet... aşk, değil mi? Mazide bir ferde, bir aileye, nihayet bir kabileye karşı duyulurdu. Şimdi bu aşk o kadar büyümüş, o kadar büyümüştür ki[,] içinde fert, aile, akraba, ummana düşen yağmur damlaları gibi, kayboluvermiştir. Bugünkü millet, vatan, insaniyet muhabbetini düşün. Bugün mefkûre uğrunda ne feda olunmaz? Sevgili mi? Aile mi? Ocak mı? Hayat mı? Ne? Ne? Mazideki fert, asırların içinde, hisçe büyümüş, civanlıktan, uzviyetten çok uzaklaşmış, değişmiş... Şimdi onun ruhu, onun vicdanı büyük bir kâinatı istiap eden başlı başına bir dünya...

Görüyordum: Bu genç doktor, birçok meslektaşları gibi, biraz da hatipti. Üç senelik durma dinlenme bilmeyen bir uğraşma onun sinirlerini çelikletmiş; senelerce, daima üzerinde bomba atan tayyarelerin uçuştuğu hastane çadırlarında itidalini bozmadan ameliyatlar yapmak, müthiş yaralar, kopmuş kollar, yarılmış karınlar, parçalanmış kafalar, korkunç ölümler görmek onu tamamıyla başka bir adam yapmıştı.

Yeni harbin ahlaki kıymetini, ulvi büyüklüğünü, yüksek fedakarlıklarını, duyulmuş bir heyecanla anlatıyordu. Tasvirleri, fen adamlarına mahsus mücerret tabirlerle karışıktı. Cephelerde gördüklerini aynıyla değil, sanki gördüklerinden çıkardığı terkibî neticeyi bana söylemek istiyordu; onun fikrince insanlarda manevî faziletlerin azameti zihnin hacmiyle mütenasipti. Eski insanların içtimai muhitleri mahduttu. Aile, kabile, aşiret, nihayet kavim... Zihinlerinin hacmi de içtimai muhitlerinin sahası derecesinde idi. Yani dardı. Bu dar zihinlerde, ufku genişlememiş dimağlarda, zarurî olarak, faziletler de dardı. Hatta din, uluhiyet, mukaddes bile pek mahduttu. Medeniyetler dimağların ufuklarını büyütmüştü. Fert, mensup olduğu cemiyetin, hatta bütün insaniyetin şuuruyla hissetmeye, düşünmeye başlamıştı. Artık faziletler de zihinlerin hacmine uymuş, inanılmaz derecelerde büyümüştü.

Susuyor, defterimle oynayarak, gülümseyerek dinliyordum. Selimiye’nin önlerinde idik. Köpüklü denizin üstünde serseri martılar uçuşuyor; yanımızdan yelkenli bir mavna geçiyordu. Doktor sağ taraftaki kanepelerde birisini selamladı. Sonra, birdenbire sözlerinin konferans edasını değiştirerek bana sordu:
— Senin destanlarındaki eski kahramanlarının içinde harp meydanında yaralananlar var mı?
— Tabiî var, dedim.
— Yaraları kaç yerinden?
— Muharebenin şiddetine göre... Üç, beş, hatta bazen...
— Bazen?
— Hatta on yerinden?
— Bu, çok mu?
—Az mı?
— ….
Güldü:
— Şuraya bak.
dedi. Sol tarafındaki kanepenin ta ucunu gösteriyordu.
—….
— Gördün mü, o zabiti?
— ….

Büyük kalpaklı, pek şık, pek genç, pek zayıf, uzun boylu, narin, kumral bir zabit...
— Gördüm, dedim, şimdi selam verdiğin, değil mi?
— Evet... Tuhaf bir tesadüf Çanakkale’de, Kafkas cephesinde, Bağdat’ta, Suriye’de, Makedonya’da beni onunla karşı karşıya getirdi. Daima hastahanede, ameliyat masasının üzerinde.
— Demek hep yaralanmıştı?
— Hem kaç yerinden? Tahmin et bakalım?
Harp cephelerini hesap ettim:
— Beş yerinden… dedim.
Doktor yine güldü:
— Hayır.
Cephelerin adedine birer daha ilave ettim:
— On yerinden...
— Hayır.
— On beş...
— Hayır.
— On sekiz...
— Hayır.
— Yirmi...
— Hayır.
— Yirmi beş yerinden...
— Hayır. Daha çık.
Tereddütle:
— Otuz... dedim.
— Hayır. Daha çık.
— Otuz beş...
— Hayır!
“Kırk...” diyemedim. Bu olacak şey değildi.
— Latife ediyorsun doktor...
diye güldüm.
—Hayır, katiyen latife değil. Söyleyeyim mi, kaç yerinden?
— Söyle.
— Tam kırk dokuz yerinden…

Hayretle döndüm. Genç zabite baktım. Elindeki bastonu parlak potinlerine vuruyor, İstanbul’un pek aydınlık bir sis içinde dumanlanan mahmur ufuklarını seyrediyordu.
— Yalan.
— Vallahi sahih söylüyorum.
Tekrar genç zabite baktım. Yüzümü çevirmeden sordum:
— Bu yaraların hepsini ayrı ayrı mı almış?
— Hayır. Hemen her muharebede beş on yara birden... Bir kere Bağdat’ta on sekiz yara ile benim önüme getirdiler. Ayaklarından bir mitralyöz yağmuru geçmiş, yere uzanınca tepesinde bir şarapnel patlamıştı.
Döndüm:
— Nasıl ölmedi?
— O ölmez. Onda bir iman var; başından bacaklarının arasına kadar dört parmak uzunlamalığına, omuzlarının arasında dört parmak enliliğine, çapraz bir hudut çizer. “Buralarda isabet olmazsa ölüm yok.” der. Suriye’de bel kemiğine bir kurşun dokunmuştu. Ayakları tutmuyordu. Kurşunu çıkardım. Yine hissi yerine geldi. Bir hafta içinde kendini topladı. Ateşe koştu, öyle bir azim... öyle bir kuvvet ki... tarif edemem sana... Ameliyat esnasında katiyen kendisini bayılttırmaz.
Yine genç zabite baktım. Kulaklarıma inanamıyordum, bu kadar narin, bu kadar güzel, bu kadar nahif bir vücutta böyle kuvvetli bir ruh...
— Bu genç nereli?
— İstanbullu... Sana kısaca kim olduğunu söyleyeyim. Gayet zengin bir ailenin kıymetli, tek bir evladı... Harpten evvel Almanya’da okuyormuş. Ben dinlemedim. Ama Erenköyü’nde oturan komşularından işittim, harikulade bir sanatkârmış... Harp ilan olununca talimgâha koşmuş. Kemanın yayını bıraktığı eline kılıcı almış… Bütün orduda şimdi onun şöhretini duymayan yoktur. İstediğine sor.
— Adı ne?
— Ferhat Ali Bey.
Vapur Haydarpaşa limanına giriyordu.
— Ben bu ismi duymadım. Resmini de gazetelerde görmedim.
dedim, doktor:
— İşte senin zihniyetin! diye tekrar güldü. Sen yeni kahramanları, medenî, yani millî kahramanları katiyen anlayamazsın. Onlar gürültülü tebcile, pohpoha, âlayişe tenezzül etmezler, hatta böyle reklamlardan iğrenirler. Kahramanlıklarının kendilerine değil, millete, orduya ait olduğunu söylerler. Mesela işte bu Ferhat Ali Bey, katiyen fotoğrafını çıkartmaz. Kafkas cephesinde bir gece istikşâfında baskına uğrattığı Kazakların kılıç yaralarıyla benim hastahaneme gelmişti. Harp Mecmuası’na göndermek için fotoğrafını çıkartmak istedim. Reddetti. “Halkın, ordunun şerefini kendi nefsime mahsus bir haslet gibi göstermek hırsızlıktır.” dedi. Ben de senin gibi evvela anlamadım. Yaptığı kahramanlıkları anlattım. “Bunlar hep birer vazife... dedi, milyonlarca asker vazifesini yapıyor, öyleyse hepsinin fotoğraflarını çıkarıp gazetelere basmalı...”
— Tamamıyla meçhuliyet, nisyan istemek. Bu tuhaf bir arzu!
dedim.
— Hayır, tamamıyla nisyan istemiyor. Hastahanemde onunla uzun uzadıya konuştum. Ruhunu anladım. “Ölülere mükâfat, dirilerin hatırasıdır.” diyor. Onun fikrince bir kahraman öldükten, ebedî hayata karıştıktan sonra tebcil olunmalı. Sağken yapılan tebcil ve mükâfat kahramanlığın, fedakârlığın hasbîliğini bozar. Fazilet şuursuz, menfaat kaybından azade iken şuurlu bir hâle geçer. Sahibini küçültür, düşürür.
Vapur yanaşıyor, yolcular ayağa kalkıyordu. Doktor:
— Haydi, Haydarpaşa’ya in de... çıkarken seni ona takdim edeyim, dedi.
— Peki!
Kalbim çarpıyordu…
Kalktık, o da ayakta idi, bastonuna dayanıyordu.
Doktor önüne gitti. Elini sıktı:
— Nasılsınız Ferhat Bey?
— Çok iyiyim efendim.
— Gördüm sizi, yanınıza gelemedim. Halazademden ayrılamadım. Size takdim ederim......
— Teşekkür ederim.
— İhtiyat zabiti Ferhat Ali Bey!
— Teşekkür ederim.
dedim, sinirli elini sıktım.Doktor bu adsız kahramanla konuşmaya başladı. Ben mukaddes bir vücut karşısında dinî bir haz duyan günahkâr bir mümin sükûtuyla duruyor, onun iri mavi gözlerine, yüksek alnına, hiç kimseye benzemeyen nezih çehresine bakarak içimde derin bir ürperme duyuyordum.

— Şimdi burada mısınız, doktor bey?
— Evet, siz?
— Ben de galiba bir müddet daha burada...
Yürümeye başladık, genç zabit azıcık aksıyordu. Doktor, sordu:
— Bacağınız mı uyuştu? Duralım, ahali çıksın.
— Hayır, yürüyelim, dedi, uyuşmadı. Bu sefer Galiçya’da gülle götürdü.
— Bacağınızı mı?
— Evet[,] sağ bacağımı!
İkimiz birden taş kesildik. O gülümsüyordu:
— Ama hamdolsun, korktuğuma uğramadım.
dedi.
—…
— Evet, bu harp zamanında tekaüt olup bir köşeye atılacağım, levazıma filan verileceğim diye ödüm kopuyordu.
Sararan, birdenbire neşesini kaybeden doktor[,] matemî bir telehhüfle sordu: 
— Fakat artık nasıl harbe gideceksiniz?
— Pek rahat... Ne otomobille, ne atla, ne de yayan...
— Nasıl?
— Tayyare ile.
— ?...
— Evet, dün nezaret istidamı terviç etti. Beni tayyareci sınıfına ayırdı. Tayyarecilikte bacağa lüzum yok. İnsan oturduğu yerde, rahat rahat harp edecek... Hem binlerce metre yukarılarda, bulutların arasında... Ne zevk, ne zevk!
— ….
— ….
Doktorun, benim, sesimiz çıkmıyordu. İskeleden iniyorduk. Takma bacağını henüz iyice kullanamayan bu yeni, bu medeni, bu millî kahramana bakarak elimdeki eski kahramanların destanını denize fırlatmak istiyordum. Utanacak bir şeymiş gibi gayr- i ihtiyarî bu hakir defteri bükerek cebime soktum. Bilet toplanan tahta parmaklıktan geçtik. Garın geniş mermer merdivenleri önünde ellerimizi sıktı. Ayrılırken doktora:
— Hem artık azizim, yaralanmaktan bıkmıştım, dedi, tayyarede bu yok işte... En çok buna seviniyorum.



Gar bahçesinin yanında yürürken doktor sordu:
— Nasıl yeni kahramanlar?
— …
Cevap veremedim. Yüksek semanın ezeli mavilikleri içinde fen kanatlarıyla uçan bu kahramanların asla yaralanmayacaklarını; bulutların altında bekleyen muhakkak ölümün onlara uzun sürecek hiçbir acı, hiçbir uzvi elem duyurmayacağını düşünüyordum.

Ömer Seyfettin Hikayeleri - İlk Namaz


Hikayenin Adı : İlk Namaz

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Oh, bu sabah ne kadar soğuktu, yatağımın hararetlerini terkettiğim vakit, çılgın fırtınalarla haykırarak, tehditkâr rüzgarlarla camları döğerek, geçen gecenin bütün bürûdetini massetmiş olan soğuk terliklere çıplak ayaklarımı sokunca, içimde bakıyye-i leyl bir üşümenin titrediğini hissettim. Hizmetcim tabi ki uyuyordu, onu bu yakıcı soğukta sıcak yatağından kaldırmaya acırdım. Odamın kapısını açtım. Dışarıda kesici ve parçalayıcı kışın, müfteris soğukları yüzümü ve ellerimi tokatladılar. Bu merhametsiz tokatların altında kollarımı sıvadım. Abdestimi aldım. Odama dönünce yalancı bir sıcaklık, bir nefes-i teselli gibi, havlunun altından kollarıma, yüzüme, ıslanmış saçlarıma temas ediyordu. Daha fecr-i sâdık uyanmamıştı. Fecr-i kâzibin donuk, kırmızı sükuneti gecenin serâdik-i zalâm-ı bâridini parçalayarak büyüyor ve genişliyordu. Pencereye dayandım. Önümde, zîr-i pâyimdeki bütün evler, ebedî bir uykunun uyanılmaz kabuslarını itmâm ediyor gibi câmid ve bî-hayat duruyorlardı. Deniz, nâmahdut bir incimâd-ı laciverdi ile uyuyor ve fecrin zâil gölgeleriyle titreyen uzak ve sisli sahillere beyaz dalgalarıyla nihayetsiz bir hatt-ı fasıl çiziyordu.

Evlerin arasında fakir ve nâçiz, fakat bir azamet-i maneviye ile semaya doğru yükselen Eski Cami'in küçük ve ihtiyar minaresi daha boştu. Sonra... Bu dakika-i ezeliyette, bütün o intihâ-i leyâl sincâbî zulmetler, mâî bir şeffafiyet-i sürh gibi takattur ederken, minarenin şerefesinde genç müezzin zıll-ı zâifi hareket etti. Ben hırkama bütün bütün büründüm. Soğuktan büzülmüş ve mütefekkir, bu kainat-ı melul ve esmere karşı unutulmaz bir hitab-ı ulûhiyetin hâtırası gibi derinden akis ve ruhumu lerze-rîz-i haşyet eden ezanı dinlerken, onbeş senedir kalkabildiğim bu büyük ve meşbû-ı ruhaniyet sabahların birincisini düşünüyordum. Ah, onbeş sene evvel...

Şimdi muhit-i tesellisinden ne kadar uzak bulunduğum annem, dünyada en sevdiğim, dünyada yegane prestiş ettiğim bu vücud-ı muhterem, işte derhatır ediyorum, onbeş sene evvel beni ilk sabah namazına kaldırmış idi. Galiba yine böyle bir kıştı. Onun odasına bitişik olan küçük odamdaki küçük karyolamda uyurken bir buse-i esir u hâr gibi alnımı okşayan nazik eliyle, nazik ince parmaklarıyla saçlarımı tarayarak:

— Haydi Ömer'ciğim kalk, demişti, kalk, haydi yavrucuğum.

Ben gözlerimi açmıştım. Köşedeki küçük yazıhânemin üzerindeki yanan küçük gece kandili —an, bunu unutamam, bu bir kedi kafası idi— iki pencereli olan odamın beyaz, muşamba perdelerinin esmerliklerini aydınlatıyor ve yeşil camdan gözleriyle bakıyordu.

— Fakat anneciğim, demiştim, daha gece...

Her vakit öptüğü yerden, sol kaşımın ucundan tekrar öperek:

— Yok yavrucuğum, saat oniki, sonra vakit geçer...

Diye koltuklarımdan tutarak kaldırdı. İçi fanileli küçük terliklerimi giyerek ve gözlerimi yumruklarımla uğuşturarak onu takibettim. Karanlık sofadan bir lahzada geçerek odasına girdik. Bağdaş kurmuş bir zenciye benzeyen siyah ve alçak soba gürüldeyerek yanıyordu.

— Aa... Pervin de kalkmış...

Pervin —hizmetçimizdi— elindeki sarı güğümü sobanın üzerinden indiriyordu. Onun kalkacağına hiç ihtimal veremezdim. Annem demişti ki:

— Pervin her sabah kalkar.

Ben hiç kalkmadığım halde onun her sabah kalkmasına taaccüp ettim. Hırkamı çıkardılar, kollarımı sıvadılar, abdest leğeninin yanına çömeldim. Anneciğim:

— Öyle yorulursun.

Diye küçük bir iskemleyi altıma koydu, ona oturdum:

— Haydi, besmele çek!..

Pervin ılık suyu ellerime döküyor, annem baş ucumda.

— Yüzünü... Kollarını, yine üç defa...

Diye fısıldıyor, unuttukça:

— Aa, hani başına mesh?

Gibi ihtarlarla yanlışlarımı bana tekrar ettiriyordu. Abdest bitince annemle beraber yavaş bir sesle namaz duâlarını okuyarak kollarımı ve yüzümü kuruladık, Pervin de ayaklarımı kuruladı. Ve çoraplarımı giydirdi. Isınmak için sobanın önüne gitmiştim. Arkama dönünce, annemi, arakiye seccadeyi açıyor gördüm... Sonra başına yeşil baş örtüsünü örterek beni çağırmıştı:

— Gel...

Gittim. Küçücük ben, onunla bir seccadede, bir yavru samimiyet ve saadetiyle o muazzez, hassas anne vücudunun yanında durdum. İki lakırdı ile, bana, yapacağımı, evvelden öğrettiklerini tekrar etti:

— İki rekât sünnet... Gece öğrendiklerini zammet, unutmadın ya?
— Hayır...
— Haydi...

O, iftitah tekbirini ellerini omuzlarına kaldırarak kadın gibi yaparken, ben de gayr-i ihtiyarî onu taklit etmiştim. Sünneti bitirdikten sonra, bana, gözlerinin nûşin ve nafiz bir tebessümü ile gülerek:

— Yavrum, demişti, sen kadın mısın? Kadınlar öyle başlar, sen erkeksin, ellerini kulaklarına götüreceksin.

Ve hararetli elleriyle benim küçük ellerimi kulaklarıma kaldırarak:

— İşte böyle...

Diyerek erkek iftitahını öğretti. Ben de tekbiri öyle alıp annemden farkımı, niçin erkek olduğumu, erkekliğin ne olduğunu, erkek olmanın yalnız küçük kızları dövmek ve onlara hâkim olmaktan başka da farkları olacağını düşünerek namazı bitirdim.

Duâ ederken sordum ki:

— Nasıl duâ edeceğim anne?

O duâ ediyor ve dudakları hareket ettikçe baş örtüsü de ihtizâz eder gibi oluyordu. Başını salladı, duâsını bitirdikten sonra, daha hâlâ hatırımda:

— Evvela İslam olduğum için ey cenâb-ı vâcibül-vücut hazretleri sana hamd ederim, de... Sonra vatanımızın düşmanlarını perişan etmeni senden istirham ederim, de... Sonra da bütün eziyet çeken, hasta olan, felakette bulunan, fakir olan Müslümanların selamet ve sıhhatlerini senden temeni ederim, de... Kendin için, kendi iyi olman ve şeytanın yalanlarına aldanmaman için duâ et!

Demişti. Ben bu basit ve Türkçe duâyı, annemin dolabındaki birbiri üstüne duran ve karıştırmaklığım "duâ kitaplarıdır, sakın ilişme!" ihtarı ile daima men olunan, yıpranmış, Arapça, ve esreli üstünlü kitapları derhatır ederek içimden söyledim, fâtiha...

Annem seccadeyi toplayarak bana uyuyup uyumayacağımı sordu, uykum var mıydı? Bunu bilmiyordum... Cevap vermedim.

— Haydi öyleyse, git kitabını getir, dersini dinleyelim.
— Peki.

Artık esmer ve duman gibi bir aydınlıkla tenevvür eden sofadan hızla geçtim. Odamın perdeleri biraz beyazlaşmış, küçük gece kandilinin yeşil gözleri sönerek siyah iki nokta gibi kalmış; sanki, geceleri kendisine bakarak uyuduğum bu kedi kafası ölmüş, terk-i hayat etmişti. Yazıhânemin üstünde açık duran kitabımı kaptım, annemin yanına koştum, hiç yanlışım çıkmadı. Annem geceleri derdi ki:

— Yatmazdan evvel dersini üç defa oku, yavrum, uyurken melâikeler sana onu öğretir.

O melâikeler bu gece de, uykumda bana dersimi öğretmişlerdi. Annem müşfik aferinlerle saçlarımı okşadı. Ve:

— Daha mektebe çok vakit var.

Diye beni kendi yatağına yatırdı. Uykum yoktu, anneme bakıyordum. Yeşil baş örtüsü başında, bu zulmet-i münevvere içinde, bir hayal gibi hareket ederek Kur'an'ını aldı ve pencerenin kenarına, geniş sedire oturarak mühtez ve rakik sesi ile tilâvete başladı. Ruhumda bir aks-i enîn-i şiir âlûd bırakan bu güzel sesi dinleyerek... Büyük, yeşil baş örtüsünün altında, tıpkı ölen bir hemşireme benzeyen güzel ve âsım çehresini görerek... Ve yavaş yavaş sallanan başının aheng-i hafif-i münâcâtını seyrederek dalıyordum. Perdelerin altından görülen dumanlı sema gittikçe aydınlanıyor, geç kalmış birkaç yıldız koyu lacivert bir atlasa düşmüş mâî ve nadide elmaslar gibi parlıyor, vâpesîn-i mâî neşrederek parlıyorlardı. Annemi bir meleğe benzetiyordum. Bu tahayyülle melâikeleri düşünerek... Kur'an okuyan annemin şimdi etrafına toplanmaları gereken melâikeleri müşahede ediyorum zannederek dalıyordum. Yüzümün üstünde, ahirette güller bitecek ve cehenneme girecek olursam katiyyen yanmayacak olan sol kaşımın ucunda tatlı bir ürperme duyuyor, sonra annemin münevver bir zambak aydınlığıyla parlayan dudaklarının kımıldamasına bakarak.... O görülemeyen melâike kanatlarının saçlarıma, annemin şimdi Kur'an tutan ince parmaklarıyla okşadığı sarı ve çok saçlarıma dokunduklarını hisseder gibi oluyor ve dalıyordum.

Ah, onbeş sene evvelki sabâvet ve şimdiki ben... Tatsız, neşvesiz, muhabbetsiz, aşksız ve heyecansız, her şeysiz, boş bir hiçten daha boş geçen hayat-ı serâyı taabâlûd... Şimdi mülevves emelleriyle, hırslarla, hakikatte kıymetsiz olan baîdül-vusul arzularla, hâsılı bütün bunların bir icmal-i mebhûtu olan o sebepsiz ve tahammülsüz bîkararlılıklarla mecruh olan ruhum, mecruh olan kalbim ve maneviyatım... Şimdi, daha bu gece görülmüş gibi, onbeş saniye evvel görülmüş ruhanî ve bir rüyayı kıymetdar gibi saadetleri unutulamayan ve zaten velveleli ve hüsranhîz bir rüya olan bu ömr-i fâni içinde yalnız kabus olmayan sabâvet ve hâtıratı... Şimdi düşünüyorum ki, hayatta bu muztar ve şefkatsiz mâzilerin güzâriş-i ademinden mütehassıl ne garip bir hiçlik, ne zevalperver ve pür hayal bir beyhudelik, ne müphem, ne esrar âlûd bir sürat var!...

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...