26 Ağustos 2019 Pazartesi

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Nezle


Hikayenin Adı : Nezle

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

-Hüseyin Rahmi Beye.

Tek atlı arabasının pufla, ipek şiltesine uz kuştüyünden, iri, pembe yastıklara dayanmış; gözleri açık, uyur gibi duran Masume Hanım, yoldan yaya geçenleri hiç görmüyordu. Ufuktan kırk elli mızrak boyu yükselmiş yakıcı güneşin, beyaz keten tenteden süzülen ince görünmez ışıklan sık kıvırcık kirpiklerini, kavuniçi başörtüsünün altın pullarını, erguvanî yeldirmesinin hâreli kıvrıntılarım yaldızlıyor, arabanın mavi perdelerini hiçbir rüzgâr kımıldatmıyordu. Bugün hıdrellezdi... Bütün halk Çırpıcı Çayırına akıyordu. Sucular, şerbetçiler, yemişçiler, kâğıt helvacıları; huupçular, oyuncakçılar, gazozcular, macuncular, simitçiler, şekerciler... Daha birçok ayak satıcıları, yolun fesli, takkeli, sarıklı, şapkalı, arakiyeli, yeldimeli, kavuklu çarşaflı alaca kalabalığına karışmış, bağırarak, alışveriş ederek yürüyorlardı. Gök bulutsuzdu. Hava o kadar sıcaktı ki... Yorulan üili ufaklı külhanbeyleri dinlenmek için bağdaş kurmuşlar, yazma mendilleriyle terlerini siliyorlar, geçenlerin arasından tanıdıklarına vakit vakit hep bir ağızdan,

- Uç baba torik! diye bağırıyorlardı.

Masume Hanımın arabasını çeken yağız at denizden çıkmış gibi sırılsıklamdı. Yelesinden, dizlerinden, kuyruğunun ucundan sular damlıyor, sırtından açık mavi bir duman tabakası kalkıyordu. Zavallı hayvan bir saattir, üç yüz okkadan fazla bir yükü sürüklüyordu. Dizginleri kullanan Himmet, çamyarması bir Anadolu uşağıydı. Dik yokuşlarda bile —ata yardım için— bir dakikacık olsun inmiyor, habire kamçıyı yapıştırıyor, yanından geçen çift atlı, narin hafif paytonlarla yanşa kalkıyordu. Hele ağırlığıyla yaylan birbirine yapıştırarak hiç elastikiyetlerini bırakmayan Masume Hanım, Himmet'in iki misli kadardı. Aslında şişman değildi. Fakat o derece iri idi ki... Kafdağının arkasından insanların içine gezmeye gelmiş bir dev padişahının kızı sanılacaktı. Bununla beraber ablak yüzü çok renkli, çok güzeldi. Al yanaklarından, kırmızı küçük dudaklarından sıhhat taşıyor, büyük siyah gözlerinde alevli kıvılcımlar parlıyordu. Çırpıcı Çayırının daimî seyircileri onu iyice tanırlardı. Daha arabasının yağız atım, mavi perdelerini uzaktan görür görmez,

— Hişt ulan! "Aydede” geliyor! diye birbirlerine dürterler, seyretmeye hazırlanırlar, soğuk, tatsız, münasebetsiz laflar atarlardı.

Bugün sıcağın tesirinden mi, Hıdrellezden mi, her nedense, seyirciler arsızlık için çayıra varmasını beklemediler. Daha yolda tacizliğe başladılar:

— Ah anam, yıkıl da altında kalayım!
— Karnıma bas da, canım ağzımdan 'ah” çıksın.
— Kaymak mısın, mübarek!
— ...Bakayım da hiç olmazsa gözüm doysun!
— Muşamba değil, sana cam fener, cam fener
— Uç baba torik!

Vesaire vesaire...

Masume Hanım, her vakit kendini sinirlen yüzünü buruşturan bu münasebetsizliklerin hiçbirini duymuyordu. Bugün ruhunda bir üzüntü vardı. Gizli, derin, teselli kabul etmez bir matem canını sıkıyordu Çünkü, işte, bu Hıdrellezle otuz dokuz yaşına girmiş bulunuyordu. Tam on seneden beri duldu. Ömrü bir rüya gibi geçiyor, günler, haftalar, aylar, yıllar bir saniye kadar hüküm sürmüyordu. Zengindi. On sene evvel ölen ihtiyar, inmeli kocasından Edirnekapı'sında koca bir konak, birçok mal, bir han, iki hamam kalmıştı. Ah, işte on senedir tekrar varacak boyu boşuna uyar, hotozu hotozuna uygun bir adam bulamamıştı. Kendini isteyenler hep cılız, sıska, ihtiyar, bunak adamlardı. O genç, dinç, kendisi kadar kuvvetli bir koca istiyordu.

Bu, vardığı zaman canlı bir ölüye benzeyen eski kocasının daha sağlığında uzun uzadıya kurduğu bir emel, bir arzuydu. Bu, onun en samimi, en azgın bir emeliydi. Ama böyle bir bey, bir efendi çıkmıyordu. Üç bin şu kadar gün kısmetini bekledi. Adaklar adadı. Bakıcılara, niyet kuyularına, Tezveren Dede'ye gitti. İstediği bir türlü gelmiyordu.

Araba birdenbire sarsıldı. Masume Hanım daldığı hülyalardan uyandı. Etrafına bakındı. Yolun üzerindeki bir sel yarıntısını geçmişlerdi, Himmet atı kırbaçlıyor, alabildiğine,

— Deh, deh... diye bağırıyordu.

Bu ne kalabalıktı, Yarabbi! Kadın erkek, çoluk çocuk, redingotlu, lalalı, atlı, arabalı, hatta bisikletli bir sürü! İğne atılsa yere düşmeyecek... Laternaların, zurnaların, çiftenaraların, çiğ san basmadan şalvarlı, göbek atan, hampur çeken Çingene kanlarının uğultusu bütün yüreğini sıktı:

— Himmet! Çırpıcı'ya değil, Çıfıt Burgaz'a sür! dedi.

Sağa giden bir yola saptılar. Tarlalar yemyeşildi. Ufkun nihayetinde ağaçlıklar görünüyordu. Ama caddeden uzaklaştıkça, yolun gürültüsü azalıyor, hafif bir uğultu haline giriyor, tarla kuşlarının cıvıltıları işitiliyordu. Yakmadan kavuran bir ilkbahar sıcağı Masume Hanıma fena tesir etti. Bütün vücudundaki kanlar altüst olmuş taşmak istiyor, kulakları çınlıyor, gözlerinin önünde kırmızı kımızı, menekşe renginde noktalar dolaşıyordu. Evet, otuz dokuz yaşında idi... Böyle kukumav gibi, yapayalnız yaşadıktan sonra, paranın, rahatın, malın, mülkün ne önemi vardı? Kısmetini bekleye bekleye nihayet ihtiyarlayacak, şimdi kalbini böyle şiddetle çarptıran bu tatlı ateş, bu arzu, bu heves 'sönmeyecek miydi? Daha kısmetini ne kadar bekleyecekti... İşte tam on sene... Artık böyle kısmetini bekleyeceğine... İçinden, "Kendim arasam...” dedi. Arabayı tekrar Çırpıcı'ya çevirtmeyi düşündü. İri, kuvvetli, genç, dinç bir adam bulacaktı. Allah’ın emriyle peygamberin kavliyle... "Varsın bey, efendi olmasın!”  Omzunu silkti. Gözlerini güneşin altında dalardan geçirdi. Himmet'e,

— Çırpıcı'ya dön... diyecekti.

Ağzını açamadı. Birdenbire kalbi hızla çarptı. tese... İşte onun kısmeti ta ayağının dibinde değildi. Hatta biraz ayağım uzatsa bu kısmete dokunabilecekti. Himmet'in terle parıl parıl parlayan ensesine dikkatle baktı. Saydı. Tam beş kattı. Tıpkı bir boğanın boynuna benziyordu. Geniş omuzları, kalın kabarık pazuları, mavi çuha cepkenini yırtacak gibi geriyordu.

Yavaş bir sesle,

— Himmet! dedi.
— Efendum
— Sen kaç yaşındasın?
— On dokuz yaşındayım efendum!

On dokuz, otuz dokuz!

Tam kendisinden yirmi yaş küçüktü. Ama ne önemi vardı? Kadıköyü'ndeki zengin akrabalarından Gülsüm Hanım aklına geldi. O da kendisinden yirmi beş yaş küçük olan arabacısını sevmiş, nikâhla varmış, arabacıyı giydirmiş kuşatmış âlâ bir bey yapmıştı. Bu adam, Gülsün Hanımın parasını yemek şöyle durs hatta işleterek arttırmıştı. Şimdi büyük bir tüccar Ama... Fakat... Herkes ne diyecekti?

— Masume Hanım uşağına varmış!

Ne derlerse desinler... İnsanın böyle genç, dinç, canlı bir kocası olduktan sonra... Himmet onun yalnız uşağı, yalnız arabacısı değil, aynı zamanda aşçısıydı da, ölen kocasından kendisine mallarla beraber cimrilik de kalmıştı. Orta hizmetini bile Himmet'e gördürüyor, koca evi ona sildirip süpürtüyordu. Şimdi bu kadar çalışkan, bu kadar masrafı az, faydası çok bir delikanlı kocası oluverirse ne lazım gelirdi? Evet Himmet, ne emrederse, itirazı aklına getirmeden, hemen yapardı. Fakat nasıl, "Beni al!” diyecekti. Başkasıyla söyletse... Kiminle? Masume Hanım, al dudaklarını ısırarak iri, tombul elleriyle gür saçlarını düzeltti. "Kendim söylesem...” diye düşündü. Ama nasıl? Araba tenha, düz yolda tıkır tıkır gidiyor, ara sıra kır kokuları getiren hafif bir rüzgâr esiyordu. Himmet'i yavaşça açmalı, gönlünü gıdıklamalıydı. Masume Hanım içinden, "O vakit, o bana yalvaracak,” dedi.

— Himmet!
— Efendum?
— Yüzünü bu tarafa dön.
— Başüstüne efendum.
— Sen türkü bilir misin hiç?
— Hiç bilmem efendum.
— Ulan Himmet, senin gözlerin ne kadar güzel?
— Anamın gözlerine benzer, efendum.
— Kaşların ne kadar güzel?
— Halamın gaşlarına benzer, efendum.
— Yanakların ne al?
— Sayenizde efendum, yiyoruz, içiyoruz... Al olmasın mı?
— Sen gece hiç rüya görür müsün ulan?
— Rüya ne efendum?
— Düş…
— Hiç görmem, efendum.
— Yatınca hemen uyur musun?
— Uyurun, efendum.
— Uyumazdan evvel, yahut uyanırken aklına şey gelmez mi?
— Memleket gelür, anam gelür, babam gelür, efendum.

Araba iki tarafı ekilmiş tenha yolda ilerliyor, Masume Hanım, Himmet'le konuşuyor, bin dereden su getiriyor, onu açamıyordu. Aklında anasıyla memleketten başka hiçbir şey yoktu. Yarım saat sonra Çıfıt Burgaz Çiftliğinin sınırına girmişlerdi. Masume Hanım nihayet dayanamadı. Himmet'i açmaya uğraşmaktan vazgeçti. Birdenbire kendi alabildiğine açıldı:

— Ulan, ben güzel miyim? dedi.
— Allah bağışlasın efendum.
— Hoşuna gidiyor muyum?
— Bilmem, efendum.
— Nasıl bilmezsin ulan?
— Bilmem efendum, hoşuna gitmek nedir ki? Be ne bileyim, efendum.

Bu dangalağın hiçbir şeyden haberi yoktu. Bundan açık söylenebilir miydi? Masume Hanım, "Bari Çırpıcı'ya döneyim!” diye düşündü. Çiftliğin kenarından geçiyorlardı.

— Haydi çabuk, Çırpıcı'ya çek... -diye haykırdı.

Sinirlenmişti. Caddeyi döndüler. Bu sefer yukarıdaki yolu takip ediyorlardı. Öbek öbek yığılmış gübre piramitlerinin üstünde tavuklar eşiniyor, harap ahırların önünde dilleri dışarıda, san, iri köpekler dolaşıyordu. Araba bozuk kaldırımların üstünde sallanıyor, devrilecek gibi oluyordu. Siyah bir ağılın yanından geçtiler. Himmet, habire atma kamçıyı yapıştırıyordu. Masume Hanımın masum gözleri çitlerin arasında ansızın bir şeye ilişti:

— A!... -dedi.

"İşte Himmet'e laf açmak için bir fırsat” diye düşündü. Gülümsedi. Sonra ciddiyetle bağırdı:

— Himmet, koş, şu hayvancağızı kurtar.
— Neyü, efendum?

Etrafına bakıyor, kurtaracak bir şey göremiyordu.

— Ulan, çitin arkasına bak.
— Hangi çitin?
— İşte ulan!... Hınzır öküz, zavallı ineği dövüyor. Haydi koş, diyorum.

Himmet başım salladı:

— Öküz onu dövmüyor, efendum.
— Ne yapıyor?
— Yavrulatıyor, efendum.
— Git, kurtar, diyorum, zavallı inekçik bakalım yavrulamak istiyor mu?
— İster efendum.
— Ne biliyorsun?
— Öküz, onun istediğini anlar efendum.
— Nasıl anlar?
— Gohusundan efendum.
— Evet, efendum.

Araba, sendeleye sendeleye çitin önünden uzaklaştı. Yol yine düzelmişti. Gübre çeşnili bir rüzgâr dalgalanıyor, Masume Hanımın genzine hapşırtacak derecede keskin bahar kokulan kaçıyordu. Dayanamadı:

— Ulan Himmet, senin nezlen var, dedi.
— Yoh, efendum.
— Var ulan, var.
— Yoh, efendum.
— Var ulan, o çitteki öküz kadar kokudan anlamıyorsun.
— Hiç gohu yok, efendum.
— Başka bir şey anlamıyor musun ulan?
— Anlamayon efendum.
— Tüh, Allah belam versin, ayı!

Araba Çırpıcı Çayırına doğru koşuyordu. Masume Hanım, talihsizliğin karanlık hatırası içinde doğan yeni hülya aydınlıklarına dalmıştı. Himmet, habire kamçısını şaklatıyor, "Acaba at zora gelip bir halt etti de ben duymadım mı?” diye düşünüyor, hanımının kendisini niçin azarladığına bir türlü akıl erdiremiyordu.

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Nasıl Kurtarmış?


Hikayenin Adı : Nasıl Kurtarmış?

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Kasabada Kadı İbrahim Efendi'den hazzeden kimse yoktu.

Dört parmak siyah, çatık kaşlarıyla, küçük parlak gözleriyle, sık siyah sakallarının, ürpermiş canlı bıyıklarının arasından görünen iri beyaz dişleriyle, insana hemen saldıracak, ısıracakmış gibi gelirdi. Yüzü daima buruşuktu, buz tutmuş sirke kadar ekşiydi, hiç gülmezdi; pek sertti. En sakin lafı bile havlar gibi hamle hamle söyler, sonra birdenbire susuverirdi. Fakat şöyle bakarken insana yüzüyle, hareketiyle, sözleriyle pek fena tesir bırakan bu doğru kadı, kendi kalbinin çok iyi olduğuna kâniydi. Herkesin iyiliğini isterim sanırdı. Herkesi acı sözleriyle haşlar ama elinden gelecek yardımı da saklamamaya çalışırdı.

Sertliğine, birdenbire alevlenmesine, bazen ağzından çıkan sözü kulağı işitmemesine itiraz edenlere:

— Siz ne anlarsınız, halk beni gözü gibi sever! derdi.

Bir cuma günü sabehleyin, Şadırvan Meydanında Avukat Hüsameddin Efendi'nin dükkânında oturuyordu. Hemen hemen kasabanın bütün eşrafı oradaydı. Namaz vaktini beklemeye gelmişlerdi. "Tatlı dil, güler yüz"den söz ediliyordu. Ömründe hiç gülmeyen Kadı İbrahim Efendi, işittiklerini hep kendine, kendi üzerine alındı. Müdafaa için ağzını açacak oldu. Düşündü, sustu. Fakat, eşraf efendiler münakaşalarında epey ileri gittiler.

Biri dedi ki:

— Yüzü gülmeyen insan cehennemliktir!

Bir diğeri daha beter saçmaladı:

— Abus çehreli bir adamın ne namazı, ne niyazı, ne zekâtı, ne orucu makbuldür. Kalpte iman nuru sönünce, yüz kararırmış!

... Hâsılı hepsi ayrı ayrı birer pot kırdı. O kadar ki, Kadı İbrahim Efendi dayanamadı. Tatlı dil, güler yüzün münafıklara mahsus, doğru sözün acı, haklı adamın de sert olduğunu söyledi. Dükkân sahibi Avukat Hüsameddin Efendi aynı zamanda kasabanın şairiydi de:

— "Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz..." diye kadıya itiraz etti.

İnsanın fikrindeki neyse, zikrinde de o olduğunu tekrar ederek, iddiasını ispata girişti. Hazır bulunanların hepsi "tatlı dil, güler yüz" taraftarlığında ittifak etmiş gibiydiler. Kalbe, fiile kimsenin önem verdiği yoktu. Bu esnada dükkânın kapısında genç bir yörük peyda oldu. Elinde kocaman bir lenger tutuyordu:

— Ne var? diyerek önüne giden Hüsameddin Efendiye sordu:
— Kadı Efendi burada mı?
— Burada.

Kadı İbrahim Efendi, oturduğu minderin köşesinde doğruldu. Acaba bir dava, bir şikâyet miydi?

— Ne var, söyle bakayım? diye çağırdı.
Sarışın yörük:
— Efendim, babam size şu yoğurdu gönderdi, dedi.
— Niçin?
— Şey...
— Ben yoğurt filan ısmarlamadım.
. . . . .

Dedikoducu eşraf birbirlerine bakıştı. Bu bir rüşvet miydi? Kadı İbrahim Efendi de sıkıldı, bozuldu. Koca bir lenger yoğurt... Ne münasebet! Kan beynine sıçradı. Kaşlarını çattı. Gözlerini zavallı şaşkın yörük delikanlısının üstüne dikti:

— Baban kim be?
— Hatıloğlu Ehmet Ağa...
— Tanımıyorum ben.
— O sizi tanıyor efendim. Bu yoğurdu hediye gönderdi. Ona büyük bir iyilik etmişsiniz.

Kadının dünyada kimseye iyilik edebileceğine ihtimal vermeyen eşraf, baştan aşağı kulak kesildi.

Kadı İbrahim Efendi de tanımadığı bir adama nasıl iyilik ettiğini merak etti.

— Ne iyilik etmişim?
— Koyunlarını kurtarmışsınız efendim.
— Ne vakit?
— Dün gece.

Kadı, yörüğe "Deli olmasın?" diye dikkatli dikkatli baktı. Dün gece evinden dışarı çıkmamıştı. Yalanını tutmak için sordu:

— Nerede?
— Rüyasında efendim...
. . . . .

Eşraf, gülmekten katılıyordu. Kadı, haysiyetinin incindiğini duydu. Suratını daha beter astı. Fakat "iyilik etmek", reddolunacak bir şey değildi. Rüyada olsa bile!.. Açtı ağzını, "mânâ âlemi"nin hakikat olduğunu, "görüntünün hayalden ibaret" bulunduğunu, acı bir felsefe çeşnisiyle anlattı. Hakikat ancak rüyada tecelli edebilirdi. Kendi iyi idi. İyiliği işte rüyalara giriyordu. Sonra döndü, yörüğe:

— Babana selam söyle oğlum, dedi, bırak oraya lengeri. Ben namazdan sonra aldırırım.

Delikanlı, yoğurt kabını kapının yanına bıraktı. Gidecekti. Fakat "mânâ âlemi"nin ehemmiyetini ilim diliyle iyice anlattım sanan Kadı Efendi, rüyada yaptığı iyiliğe dair daha ziyade tafsilat almak istedi.

— Babanın koyunlarını nasıl kurtarmışım, biliyor musun?

Genç yörük, basacak bir yer arıyormuş gibi etrafına bakındı. Sonra arkasına baktı, ellerini önüne kavuşturdu. Mavi donunun üstündeki kocaman kuşağını kollarıyla sıktı. Yutkundu. Gözlerini tavana dikti. Anlatmaya başladı:

— Babam dün gece rüyasında koyunları Alabayır'ın üstüne yaymış.

— Ey...

— Sonra kocaman bir kurt peyda olmuş. Koyunları parçalayacakmış, o vakit siz gelmişsiniz işte... Kocaman, azgın, dehşetli bir yaban domuzu olmuşsunuz. Bu kurda saldırmışsınız. Kurt kaçmış... Siz kovalamışsınız. Sonra... Tutunca kurdun karnını azı dişlerinizle yarmışsınız. Koyunlar da... Şey...

Yörük, rastgele tavandan çektiği sakin gözleriyle Kadı Efendi'nin kararmış suratını görünce, birdenbire hikâyesini kesti. Yüreği hop etti. Hakikaten bir yaban domuzunun azı dişleri altında kalmış gibi korktu. Oradan kaçtı. Hâlbuki hikâyesini dinleyen eşraf efendiler, birbirlerine bakarak kahkahalarını elleriyle ağızlarında söndürmeye çalışıyorlardı.

Kadı Efendi ise...

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Namus


Hikayenin Adı : Namus

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Daha geceydi. Çobanyıldızı derinlerden dünya üzerindeki uyumuş sürülere bakan tek bir göz gibi parlıyor, koyu karanlıklara mavi bir ışık akıtıyordu. Hapishanenin ağır, demir kapısı acı bir küfür gürültüsü ile açıldı. Jandarmalar, elleri arkasına bağlanmış zayıf, cılız, ürkek bir adamı dışarı çıkardılar. Siyah arabanın dar kapısından sokmak için kollarından yukarı kaldırıyorlardı. Elleri bağlı adam sağındaki sakallı jandarmaya döndü:

— Nereye gidiyoruz be ağam? diye sordu.
— Bilmiyor musun?
— Bilmiyorum be...
— Deminden imam efendi sana ne dedi?

— "Lala, ala..." diye bir şeyler söyledi. Ben "Ne diyorsun?" dedim. "Benim dediğimi söyle!" dedi. Ben de onun dediğini anlamadan söyledim.

— Öyleyse çok iyi ettin! cevabını veren jandarma, mahkûmu arabanın içine tıktı. Kendi de yanına girdi. Dışarıda kalan genç jandarma üstlerinden kapıyı kilitledi. Mavi alacakaranlığın içinde kamçı sesi, atların nal tıkırtıları, demir tekerlek gürültüleri işitildi.

Penceresiz arabanın içi tıpkı bir kutu gibiydi. Köşesinde küçük bir fener, sarı, ziyasıyla cidarlardaki gölgeleri titretiyordu. Mahkûm susmuyordu.

Tüfeğini yanına dayayan sakallı jandarma, tabakasından bir cigara sarıyordu. Güldü:

— Yarım saat sonra ısınırsın! diye başını salladı.

Konuşmaya başladılar. Bozuk kaldırımların sarsıntısı ha bire sözlerini kesiyor, ikiye bölüyordu:

— Hamama mı gidiyoruz?
— Hamama ama senin bildiğin hamam değil...
— Nasıl?..
— Sabunu var, suyu yok...
— Benim abdestim var be ağam, niye beni hamama götürüyorsunuz?
— Abdestini bozdurmak için!

Mahkûm, jandarmanın alayından bir şey anlamıyordu. Sustu. O susunca, jandarma sormaya başladı:

— Ulan senin kabahatin neydi?

Mahkûm, yarasına dokunulmuş bir adam gibi haykırdı:

— Namus, bre ağam, namus, namus, namus!

Yerinden kalkıyor, çırpınıyordu. Bu namus heyecanı jandarmanın canını sıktı:

— Ulan, Çingene'de namus olur mu? dedi.
— Neye olmasın ağam, Çingene insan değil mi?
— Karını başkasıyla mı yakaladın?
— Hayır.
— Kızını mı yakaladın?
— Hayır.
— Öyleyse niçin "namus, namus" diye bağırıp yırtınırsın. Ne oldu ki bakayım?..

Mahkûm Çingene, felaketini hatırladı. Sarardı. Dudakları titriyordu. Hikâyesini anlattı:

— Bir akşam dereye, yıkanmaya gitmiştim. Biraz geç kaldım. Çergeye döndüm. Ah namus, bre namus!..Bir de ne göreyim?..

— Ne gördün?
— Ah namus bre! Namus ağam.
— Söyle canım, her vakit gördüğün bir şey olacak!
— Hayır.
— Ya ne gördün?..
— Karım, kız kardeşim, anam,halam, küçük kızlarım, yengem taplanmışlar. Bir şeye bakıyorlar, hem gülüyorlar.

Jandarma bunu pek merak etti. Cigarasını ağzından çekti:

— Neye bakıyorlardı?

Çingene tekrar "namus bre, namus" diye kafasını arabanın cidarına çarptı:
— Bizim çomara Hasan'ın sarı erkek köpeği yapışmış. İçeri almışlar, seyrediyorlardı.

Jandarma gülmekten katılıyordu:

— Ey, sonra?..
— Birdenbire hiddetlendim. "Sizin hiç utanmanız, arlanmanız yok mu?" dedim. Elime çotranın yanındaki bir balta geçti...
— Ey?..
— Hepsinin kafasına ayrı ayrı indirdim. Çomarı da ikiye böldüm. Hiçbiri kaçamadı. Hepsini geberttim. !!!!

Araba, katilin dokuz insanı baltayla kestiği yerde durdu. Burası bir şose kenarıydı. Küçük kapının kilidini açtılar. Önde elleri bağlı Çingene, arkadan sakallı jandarma indi. Müddeiumumi (savcı), komiser, hâkim filan hepsi daha evvel gelmişlerdi. Arabalar bir katar gibi birbiri arkasına dizilmiş, yol boyunda duruyordu. Ortalık tamamıyla ağarmış, Çobanyıldızı sönmüştü. Komiserle gelen jandarmalar, bir iskemleye binmişler, gülüşerek darağacının ipini sabunluyorlardı. Çingene, bu manzarayı görür görmez, gölgesinden ürkmüş bir Arap atı gibi şahlandı:

— Ay, beni asacak mısınız? diye haykırdı.

Kimse cevap vermedi. Herkes önüne bakıyordu. Komiser, elindeki yaftayı katilin boynuna geçirmek için ilerledi. Namus uğrunda şehit olacak bu bîçareye karşı herkesin kalbinde sanki gizli bir muhabbet, gizli bir hürmet vardı! Hele beyaz sakallı hâkimin gözlerinden şıpır şıpır yaşlar damlıyordu. O, kırk senelik memuriyeti esnasında bu verdiği hüküm kadar ağır hiçbir vicdan azabı duymamıştı. Evet, Çingene, mingene... Fakat ne büyük bir namus telakkisiydi (anlayış)! Evet, ne büyük bir namus taassubu!.. Ama kanun... İşte o affetmiyordu. Ah, yoksa bizde jüri usulü olsaydı, hemen bu dokuz canı birden alan Azrail'den müthiş katili beraat ettirecekti. Gayr-i ihtiyarî komiserin önüne geçti. Acaba bu kadar yüksek bir namus niyetiyle yaşayan bir insanın ölmezden bir dakika evvelki son arzusu ne olabilirdi?..

— Biraz dur! dedi.

Şaşırmış Çingene'ye hıçkıra hıçkıra yaklaştı. Dizleri, elleri, dudakları titriyordu.

— Allah kusurunu affetsin! diye söze başladı. Ben senin haklı olduğunu biliyorum. Ama ne yapalım? Başımız şeriata, kanuna bağlı! Dünyada son arzun ne? Bana söyle. Ne olsa yapacağım oğlum!

Çingene, hâlâ sabunlanan ipe baktı. Sonra gözü yaşlı ihtiyar hâkime döndü:
— Ne arzum olacak? Ne olsa sizin gibi namertler yapmazlar, dedi.
Hâkim elini kaldırdı:
— Vallahi, billahi, ne istersen yapacağım! Canımı istersen vereceğim! Söyle oğlum.
— Söylemem, yapmazsın.
— Yaparım.
— Yapmazsın. Hepiniz yalancısınız. İnsanı aldatırsınız!..
— Aldatmam. Yaparım diyorum, evladım.
— Yapmazsın hâkim efendi. İşte bütün buradakiler şahit olsun, yapmazsın!..

Hâkim, kendine bakan memurlara, polislere, jandarmalara bir göz gezdirdi. Vaadini katiyetle tekrarladı:

— Bunlar şahit olsun, Allah şahit olsun, yapacağım!..

Ağzında zaptettiği hıçkırıklardan boğulacakmış gibi başını göğe kaldırıyordu. Doğru söylediği sesin azametinden, tavrının heybetinden, heyecanının ulviyetinden belliydi. Çingene biraz ferahlar gibi oldu. Gözleri parladı. Yutkundu. Heyet baştan aşağı kulak kesilmişti. Yaklaşan siyah ölümün soğukluğu hepsini sanki dondurmuş, taş kesmişti. Çingene öksürdü:

— Pekâlâ, hâkim efendi, dedi, senden istediğim şu: Hüsmen'in sarı köpeğini buldur, gözlerinin önünde iğdiş yaptır. Herkesin ırzı, namusu kurtulsun.

Hâkim, şaşkın şaşkın yüzüne bakarken, mahkûm susmuyor: "Namus, bre namus!.. Yaptırmazsan ahrette iki elim yakanda kalsın!" diye jandarmaların kolları arasında çırpınıyordu.

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Nadan


Hikayenin Adı : Nadan

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Nâdan ile sohbet etmek güçtür bilene;
Çünkü nâdân ne gelirse, söyler, diline!
Atasözü

İstanbul üç gündür sis içindeydi. Topkapı Sarayı'nı, açık kül rengi kalın bir bulut sarmış, sanki bütün dünyadan ayırmıştı. İhtiyar padişah, artık mermer havuzlu küçük bahçenin lale tarhlarını bile göremiyor, gamsız zamanlarında yaptığı gibi murassâ çerçeveli camlara hohlayıp parmağı ile "Çifte vav" yazamıyordu. Yeniçeriler kazan devirmişler, sipâhî zorbaları zâbitlerini parçalamışlar, payitahtı yağmaya hazırlanmışlardı. Serhatteki ordunun hali de perişandı. Ecelin gadriyle tecrübeli vezirler kalmamış, fedakar beyler er meydanlarında can vermişlerdi. Bu korkunç buhranın önünü alacak bir adam yoktu. Son ümit "Köse Vezir" deydi. Vaziyetin fenalığını herkesten ziyâde kavrayan akıllı padişah, işte şimdi onu çağırtmıştı. Mühürünü ona verecekti.

Tahtın karşısındaki sırmalı, büyük perde kımıldadı. Kocaman kavuklu, mini mini, nahif bir ihtiyar, belirsiz, bir gölge gibi içeri girdi. Gözleri yerde, elpençe yürüdü. Tahtın basamağına diz çöktü. Takbîl resminden sonra, padişah, asabi eliyle soldaki erguvanî bir kumaştan yapılmış şilteyi gösterdi.

— Otur.

Dedi. Sonra, tahtın, sağ kolunu dayadığı altın koltuğuna bakarak ahvalin fenalığını, devletin geçirdiği muhâtarayı, askerin fesadını, ordudaki perişanlığı anlattı. Yavaş yavaş söylüyor, her kelimede başını sallıyordu. Bu zamanı ıslah etmek için demir bir el lazımdı. Gayet doğru, irtikâp etmez, Allah'tan korkar, akıllı, dünyayı bilir, her şeyden ziyâde devletini sever bir adam işleri düzeltebilirdi. Padişah:

— İşte bu adam sensin! Seni kendime vekil edeceğim.
Deyince, boynunu büküp efendisini dinleyen küçük ihtiyar doğruldu.
— Beni affedin padişahım, dedi, ben artık devlet işine karışmamaya ahdettim. Sayenizde geri kalan birkaç günlük ömrümü ibadetle, duâ ile geçireceğim.
— Fakat...

... Padişah, mesuliyetsiz rahatın hayvanlarla ölülere yakışacağını, kulların, padişah davetine icabet etmemelerinin bir küfür olduğunu, âyetlerden, hadislerden bürhanlar getirerek tekrarladı. Haklı bir gazabın mehâbetini duyuran sert bir bakışla, kırlaşmış uzun kirpikli, iri, şahane gözlerini, boynu bükük ihtiyara dikti. Bu bakışta sanki Azrail'in kanatlarından aksetmiş ölüm kıvılcımları tutuşuyordu. Köse Vezir, ateş içinde yanmayan bir semender gibi sakindi:

— Boynum kıldan incedir! Padişahım, dedi, çoluk çocuğumla veda ettim. Hakkın huzuruna gitmek için iradenizi bekliyorum. Ben mihr-i şerifinizi almam!
— . . . . . . . .

Padişahın soluk çehresi karardı. Elleri titredi. Tahtın gerisine çekildi. Yüzünü buruşturarak:
— Kaldırın şunu! Diye bağırdı.

Sırma perdenin arkasından birer hayal sessizliğiyle koşan hademeler, yere basmıyor sanılacak derecede hafif adımlarla çabucak vezirin başına üşüştüler. Göz açıp kapamadan dışarı çıkardılar.

Bu çıkış, mermer revâkında gece gündüz, keskin tığlı, karayağız cellatların bağdaş kurup bekledikleri balıkhâneye doğruydu.

Hiddeti geçer gibi olan padişah, devletinin, tahtının üstünde bocaladığı fesat tufanını tekrar hatırladı. Düşündü. Köse Vezir de ölürse, sözün, bir gün olup büsbütün ayağa düşmesi ihtimali vardı. Fakat işte, bu küçücük adam, ölümü gözüne almıştı. Kafası kesilince hakkın huzuruna gidecek, dünya gailesinden kurtulacaktı. Ne vakit olsa, yüzlerce yıl yaşasa, yine ölümden kurtuluş olmadığını bilen, bu hakikati unutmayan ariflerdendi. Bir gün sonranın, beş gün evvelin onca hiç ehemmiyeti yoktu. Padişah huzurunda dîvân duran ağasına:

— Sarık odasına hapsetsinler. Yanına kitap, kalem, kağıt vermesinler.

Dedi. Ağa çıktı. Padişah mutlaka onu iş başına getirmeye azmetmişti. Bu cesareti, muhakkak ölüm karşısındaki bu pervasızlığı, şahsiyetini, ahdını muhafaza etmekteki bu inadı ne kıymetli bir hasletti!

Ancak böyle bir adam, müşkül zamanlarda büyük işler yapabilirdi. Padişah bunu biliyordu. Gözünün önüne zamanenin paşaları, çelebileri geldi. Hepsi iki kat bir rükû vaziyetinde,ölüm korkusuyla benizleri sararmış, yalnız hile, yalnız fesat, yalnız fitne düşünüyorlar; şeytanların bile aldanacağı yalanlar, iftiralar uydurarak birbirlerinin kanlarını içiyorlardı. Fakat Köse Vezir öyle değildi. Ârifti. Alimdi. "Dünya ve mâfihâ"nın ne olduğunu sezmişti. Daima "zeval" uçurumuna giden "ikbal" yolunda hakikati unutmaz, mağrurlanmaz, para, servet, ihtişam, saltanat gibi şeylere de tenezzül bile etmezdi. Orta halli bir molla gibi yaşar, sandık sandık filoriler toplayıp fani dünya evini baki sanan, haris gafillerin budalalıklarına şaşardı. Padişah, böyle haktan başka hiçbir kuvvete baş eğmeyen bir adama mühürünü nasıl kabul ettirecekti? İşte, ölümün onca hiç ehemmiyeti yoktu. Yine kalın kaşlarını çattı:

— Ölümden daha beter bir ceza...

Diye söylendi. En korkunç işkenceler, dehşetleri nispetinde ölüme daha yakındı.

Padişah saatlerce tahtında düşündü, taşındı. Saatlerce yalnız kaldı. Kılıçla değil, asıl aklın kuvvetiyle galebe çalındığını bildirdi. Fakat aklına, ölümden korkmayan bir adama baş eğdirecek bir vasıta gelmiyordu. Düşünürken tahayyül etmeye başladı. Daldı gitti. Derin uykularda görülen rabıtasız rüyalar gibi şehzadeliği, lalası gözünün önüne geldi. Otuz yıl evvel ölen lalası, hatırında kalan o ak sakallı adama hiç benzemiyordu. Saray kendi sarayı değildi. Ders aldığı rahle, beyaz gül ağacından mıydı? Lalası olduğunu bildiği halde sesini, simasını tanıyamadığı bu müphem hayal, latifsiz bir lisanla: "Nâdanla sohbet etmek, âkile cehennem ateşinden beterdir!..." diyordu. Bu söz bir şiirdi!... Padişah veznini ararken, daldığı derin tahayyülünden uyandı. Başında bir ağırlık vardı. Hareme gidip yatmak için kalktı. Evet, mademki nâdanla sohbet etmek cehennem ateşinden beterdi. Bu ateşte Köse Vezir'i yakmalı, fakat öldürmemeliydi. Koltuğuna giren bendelerine:

— Çabuk bir nâdan buldurulsun. Onun yanına kapatılsın! dedi.

Bostancılar, tebdilağaları, bir hafta kadar bütün şehri, civar köyleri, kasabaları, dağları, kırları dolaştılar. Nihayet Karamürsel meralarında, gayet cahil, gayet akılsız, gayet aksi, hâsılı gayet nâdan bir çoban buldular. Bu, otuz beş kırk yaşlarında, çok kuvvetli, hissiz, hayvan gibi bir adamdı. Köyünde kendisine "Eşek Hasan" diyorlardı. Nâdan olduğu kadar inatçıydı da... Terbiye, hürmet, namaz, niyaz, ne olduğunu bilmez; "Allah'ın kim?" dendiği zaman, "Ne bileyim ben ülen..." diye sırıtırdı.

Koyunlarının yanından ayrılmamak için hasekilere mukavemet etmiş; taşla, sopayla birkaçını yaralamıştı. Saraya elleri bağlı getirdiler. Siyaset gününü tesbih çekerek bekleyen Köse Vezir'in yanına koydular. Eşek Hasan, uğradığı haksızlığa karşı üç gün uludu. İşitilmedik küfürler etti. Sonra sustu. Pembe ipek divanların üstüne çarıklarıyla çıktı. Kuşağının arasından çıkardığı kavalı çalmaya başladı. Yalnız başına ölümü bekleyen Köse Vezir'in huzuru, tevekkülü bozuldu. Ama yanına konan bu garip mücrimle bir lakırdı olsun etmedi. Yüzünü pencereden tarafa çeviriyor, odaya yemek içmek getiren hademelere bile gözünü kaçırmıyordu. On gün, yirmi gün geçti. Kapının deliğinden içerisini gözetliyorlardı. Padişah, onun böyle nâdan bir herifle yaşamak azabına da katlandığını görünce ümitsizleniyor, hasekiler çıkararak daha nâdan mahluklar arattırıyor, fakat Eşek Hasan'dan beterini bulduramıyordu. Bir ay geçti. Nâdan çoban kavalı da bıraktı. Hiç ses çıkarmıyor, zindan arkadaşı gibi pinekliyor, susuyordu.

...Bir sabah, Köse Vezir, bu koca herifin hüngür hüngür ağladığını gördü. Çocuk gibi hıçkırması içine dokundu. Zavallı kimbilir karısını, evini, köyünü mü hatırlamıştı. Gayr-i ihtiyari sordu:

— Ne ağlıyorsun oğlum?

Bu, vezirin hapsedildiğinden beri söylediği ilk sözdü. Çoban gözyaşlarından sırsıklam olan al yanaklarını kirli yenleriyle silerek ona baktı.

— Söylemem darılırsın... dedi.
— Söyle oğlum derdini bana, ne darılacağım?
— Vallahi darılırsın.
— Darılmam diyorum.
— . . . . . .

Çoban derdini söylemiyor, daha ziyâde heyecana gelerek avazı çıktığı kadar ağlıyordu. Köse Vezir, biraz düşündü. Başkasını ağlatan bir sebebe kendisi nasıl darılabilirdi? Merak etti. Tekrar:

— Söyle oğlum. Senin derdinden bana ne?
— Darılırsın baba.
— Darılmam, söyle...
— Benim sürümde bir kösemenim vardı. Senin yüzüne baktıkça o hatırıma geliyor da... İşte onun için ağlıyorum.
— . . . . . .

Derdini söyleyen Eşek Hasan, birdenbire ağlarken gülmeye, hıçkırıklara kahkaha karıştırmaya başladı. "Tıpkı sakalı seninkine benziyordu." diye tafsilata bile girişiyordu. Köse Vezir hiç cevap vermedi. Kalktı. Kapıyı vurdu. Başını içeri uzatan sivri kavuklu nöbetçiye:

— Efendimize arzedin. Mühr-i hümâyunlarını kabul ettim... dedi.

Bir sene sonra harp bitmiş, yeniçeriler terbiye edilmiş, sipâhîler nizama konulmuş, hırsızlar, uğursuzlar temizlenmişti. Devlet yine, eski kuvvetini buldu. Padişahın gamlı yüzü güldü. Artık neşesi tamamıyle yerine gelmişti. Yalnız sadrazamına, o nâdan herifin yaptığı ölümden beter şeyin ne olduğunu bilmek istiyordu. Bir gün bunu sordu. Geçirdiği kırk günlük azabı birden hatırlayınca, yeni bir tokat yemiş gibi Köse Vezir'in yüzü kıpkırmızı oldu. Verecek bir cevap bulamadı. Kekeleyerek:

— Hiç Padişahım! dedi. Bu suçsuz köylünün benim için hapsedilmesine vicdanım razı olmadı... Onu azaptan kurtarayım diye ahdimi bozdum.

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Muhteri


Hikayenin Adı : Muhteri

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

—Fantezi—

Kuruş kuruş kazandığım liraları avuç avuç harcetmek benim elimden gelmez. Masrafı kazancıma uydurmayı hayatımın en büyük vazifesi sayarım. Fakat ahlâk gibi vazife de muhite göre değişiyor. Memleketimizin hududunu aşınca her türlü fikirlerimiz, ilkelerimiz altüst oluyor. Başka muhit, başka ufuk bizde başka eğilimler uyandırıyor. Biz bunun farkında olmuyoruz.

Biz...

Ama, halbuki ben hududu geçer geçmez, en esaslı, en irsî seciyemin yani 'masrafımı kazancıma uydurmak' faziletimin bozulduğunu, sıcak havada başıma dökülen buzlu bir duş banyosu kadar belirgin bir duyumsama ile duydum. Yani, bile bile varımı yoğumu sarf ettim. Yoksa öyle farkında olmayarak değil... Bakınız nasıl: Göztepe'deki annemden kalan arsanın üzerine bir köşkceğiz kurabilmek hülyasıyla yedi senedir biriktirdiğim paranın çekini "ne olur, ne olmaz” diye Yanıma almıştım. Ömrümde ilk defa olarak Viyana'yı, Berlin'i, Paris'i, Londra'yı görecektim. Daha İstanbul'da iken: "Sefahat yapmam... İkinci yahut üçüncü sınıf otellerde yatarım. Gündüzleri çokça tıkınır, akşam yemeklerini yemem.” diyordum. Fakat daha kapıdan çıkmadan evdeki pazar çarşıya uymuyordu. Üç kat elbise ısmarladım. Bir buçuk aylık bütçem havaya uçtu. Yeni potinler, yeni gömlekler, güzel bir bavul, filan… Yarım aylık varidatımı geçti. İki şapka... Vay anasını! Öyle pahalı ki... Bizim on fese bedel! Bu kadar hazırlıktan sonra gittim, gayri ihtiyari birinci mevki bir yataklı vagon bileti aldım. Yol arkadaşlarım beş Yahudi, üç Rum, bir Mısırlı gençti. Bu Mısırlı gencin ismi o kadar tuhaftı ki, hiç unutamam. Mehmet Bacanak Bey El-Rıza! Sofrada karşı karşıya düştük. Açık patlıcan renginde uzun, çirkin bir sima... Kalın dudaklı, dişlek bir ağız... Bir kelime Türkçe bilmiyordu. Fransızca konuşmaya başladık. Bana, büyük adamlara has bir teklifsizlikle ismimi sordu. Söyledim. Mesleğimi anlamak istedi,

"Muharrirlik” (yazarlık) dedim.
"Niçin Avrupa'ya gidiyorsunuz, kâğıt almaya mı?”
Kağıt almaya mı? Ben tüccar mıydım? Güldüm:
"Hayır, yalnız gezmeye!”
"Oh ne iyi, ne iyi!” dedi. "Mademki işiniz yok Ne mutlusunuz!..”


O mutsuzmuş. Çünkü Avrupa'ya gayet ağır, mı him, gayet müşkül işler için gidiyormuş...

Merak ettim:
“Ne gibi?.”
"Kongre hazırlıkları...”
"Ne kongresi?”
…..

Anladım ki, Bacanak Bey El-Rıza, milliyetperver imiş, "Devletler Hukuku” kuvvetiyle İngiltere'yi Mısır'dan kovacaklarmış. Sonra... Cihan kadar geniş bir mefkûre! Afrika imparatorluğu! Avrupa'nın güneyi bu büyük imparatorluğun müstemlekeleri olacakmış. (Hep Devletler Hukuku kuvvetiyle!)

"Çok âlâ, çok âlâ...” diye alkışladım.

Uzatmayalım, bu Mısırlı ile gayet samimi dost olduk. Görünüşte canlı bir bankaya benziyordu.

"Doğru Monaco'ya gidelim, azizim...” dedi, "şimdi tam mevsimi... Mademki Avrupa'yı ilk defa göreceksiniz, nafile başkentlerde yorulmayınız. Monaco'da bütün Avrupa vardır. Hem öyle eğlenirsiniz ki...”

Reddedemedim. Ah romanlar! On yaşımdan beri kilometrelerle, hektometrelerle okuduğum o uzun, o bitmez tükenmez, nihayetsiz romanlar! Monaco'yu, gazinosunu, prensinin sarayım, sokaklarını, meydanım, abidelerini, hatta belediye dairesindeki daima boş duran küçük hapishanesini, intihar edenlerin mezarlığım, minimini orduculuğunun teşkilatım, hatta evet, Kanunu Esasisini bile biliyordum. Tuhaf bir merakla "Matin” gazetesinden kesmiş, kitaplarımın arasında saklamıştım. Şimdi bu küçük devletçiği görmek... Hayalleri, hatıramda capcanlı duran yerlerin hakikati içinde gezmek... Ne saadetti... Viyana'dan geçerken çekimi banknotlara tahvil ettirdim.

Vakit vakit galeyan ederek, "Mısır Mısırlılarındır biz Arap filan değiliz, biz Kıptiyiz...” dedikçe gayri ihtiyari hayalime küçükken kuş tuttuğum yıkık kale bedenlerini, siyah çakıllı Sulukule Deresi'ni çağrıştıran bu muhterem genç gibi sarfiyata başladım. Şimendiferde, otelde, lokantada, hâsılı her yerde birinci mevki! Hep "high life".

İçimden, aklın, hani o asla dışarıdan işitilmeyen bir sesi, her an haykırıyordu:

"Ulan ne yapıyorsun?”
"Hiç...”
"Bacanak Bey El-Rıza gelir sahibi. İhtimal milyoner? Onun gibi müsrifçe yaşamak senin için mümkün mü?”
…..

"İstanbul'da tramvay parasını düşünerek kilometrelerce yayan yürüdüğünü unutuyor musun?”

"Ey...”

Omuzlarımı silkiyor, yüzümü buruşturuyor, bu içten gelen sese kızıyordum. Çünkü gittikçe küstahlaşıyor, adeta izzetinefsime dokunuyordu. Büyük bir azimle içime bütün kulaklarımı tıkadım. Bu sadayı işitmeden Monaco'ya kadar geldim. Bir de baktım ki, seyahat param olan yüz elli liradan başka seksen lira da çekin beş yüzünden eksilmiş... Bacanak Bey El-Rıza ile pokere girdim. Kazandım, kaybettim. Tekrar kazandım, ama iki gün geçmeden cebimde doksan liradan başka on para kalmadı. En kısa, en ucuz yoldan İstanbul’a dönmek, benim için artık en acil bir ihtiyaçtı. Bavulu hazırladım. Otel ile hesabımı kestim. "Yarın elveda!.. Yarın elveda! ..." diyor, gazinonun peri saraylarındaki esirden bahçeleri andıran taraçasında, cıgaramı içerek dolaşıyordum. Zihnim, fikrim, düşüncem, emelim, iştiyakım, arzum yalnız bir noktada toplanıyor, bu noktanın haricindeki her şey nazarımda siliniyordu. Tıpkı "Hayatı Hakikiye Sahneleri” içinde bulunan bir muharir gibi, "Ah zengin olsaydım...” diye içimi çekiyordum. İşte bu, kadın, kumar, içki, rahat, zevk, eğlence cennetinde iki günden ziyade yaşayamıyordum.

Her sene iki ay burada yaşayabilmek... Acaba dünyada bundan büyük saadet tasavvur olunabilir miydi?

Artık ruhum tamamıyla değişmişti. Bunu apaçık bir hüzün ile görüyordum. Hani bir hafta evvelki ben? Paraya, menfaate önem vermeyen, yalnız düşüncesinin üstünlüğünü saadet sanan masum ben? Hani lüksü, sefahati hayatın en yorucu bir angaryası telâkki eden ben? Hani sükûnu, sadeliği seven, gürültüden, kalabalıktan kaçan ben...

Böyle kaybettiğim eski "kendimi” araya araya, farkında olmadan, taraçadan içeri girmişim. Kapalı vitrinin önünde dört feslinin oturduğunu görünce uyandım. Dikkat ettim. "Acaba bunlar kongreci Mısırlılar mı?” diye baktım. Hayır, feslerinden, renklerinden belliydi. Biri kumral, diğer üçü beyazdı, esmerdi. Gayet şık, gayet mükemmel giyinmişlerdi. İhtimal İstanbulluydular. Benim de başımda fes vardı. Bacanağı takliden çıkarmamıştım. Selam verdim. Aldılar. Şen, teklifsiz kumral dedi ki'.

"Çoktan beri burada mısınız, hemşeri?”
"Hayır, iki günden beri...”
"Biz bugün geldik.”
"Hoş geldiniz!” diye güldüm.

Geçecektim, çağırdılar. Yanlarına oturdum. Memlekette bir senede yenecek parayı bunlar da şüphesiz bir hafta içinde eriteceklerdi. Ama hiçbirisi benim gibi acemi değildi. Geçen sene burada geçirdikleri günleri hatırlıyorlardı. İçlerinden birisi o sene kumardan çok kazanmıştı.

"Fakat, doğusu gazino bu sene daha parlak!”
"Eğlenceler de iyiymiş.”
"Göreceğiz bakalım.”
"Nice'te işittim ki, bütün Paris'in yıldızları bu sene buraya düşmüş.”
"Gayet mühim bir opera kumpanyası da varmış diyorlar.”
"Primadonnayı çok methettiler.”
Bana,
"Gördünüz mü?” diye sordular.
Hâlbuki ben iki gündür vakit bulup tiyatro salonuna girmemiştim.
"Hayır.”
"Bakalım bu akşam.”
“Bu akşam.”
…..

Böyle havaî laflar konuşurken, ne kadar vakit geçti bilmiyorum, siyah esvaplı, nişanlı, kurdeleli bir garson geldi. Karşımızda büyük bir hürmetle eğildi. Fransızca,

"Mösyöler Türk müdürler?” dedi.

Birbirimize bakıştık. Kumral genç, arkadaşlarına dedi ki:

"İşte bizim feslerin tesiri! Ben bilirim. Anladınız ya, niçin fesleri size çıkarttırmadım. Avrupa'da kadınlar fese bayılırlar. İşte mutlak bir kadın daveti!” Garsona döndü:

"Evet, Türküz, ne var?”
"Bir Amerikalı milyoner var. Kabul ederseniz, hepinizi sofrasına davet ediyor.”

Kumral genç bir kahkaha çınlattı:

"Olur iş değil! Arpa ekerken darı biçeceğiz galiba! Doğusu ben erkek daveti kabul etmem. İsterseniz siz gidin.”

Ben susuyordum. Diğer üçü atıldılar.

"Niçin reddedelim? Milyoner bu... Yanında yüz kadın bulunur belki... Pekâlâ sen de gelirsin.”
"Gelmem.”
"Gelirsin be...”
"Ordu bozanlık yapma...”
Bana,
"Siz gelir misiniz?” dediler.
Düşünmeden cevap verdim:
"Siz de giderseniz...”
"Biz pekâlâ gideriz.”

Kumral genç de dâhil olduğu halde hepsi garsona bir ağızdan, kabul ettiklerini söylediler. Akşam oluyordu. Daha semanın kırmızı bulutlan tekirleşmeden gazinonun her tarafı bir ışık tufanına boğuldu. İnsan kendini, güneşe karşı tutulmuş bir billur köşk içinde sanacaktı. O kadar aydınlıktı. Yarım saat geçmeden çifte san sakallı, Monaco'nun âlim prensinden daha vakarlı metrdoteli ayağımıza geldi. O önde, biz arkada, başka bir salona geçtik.

Şişman, esmer, çatık kaşlı, ablak çehreli, siyah esvaplar giymiş iri bir adam bizi karşıladı. "Kafları hep "gayın”dan ibaret olan bir Anadolu lehçesiyle.

"Hemşeriler, benim davetimi kabul ettiğinize çok teşekkür ederim” dedi; "ben nerede milletimden bir adam görürsem, hemen davet ederim. Bu, benim en birinci zevkimdir. Bu akşam yalnız size mahsus olmak üzere, şu Monaco'da, mükemmel alaturka bir eğlenti tertipledim... Sakın bu tertibimi Amerikanca sanmayın Göreceksiniz ya, tam alaturka, tam alaturka...”

Birbirimizin yüzüne baktık. Amerikalı milyoner bir hemşeri... Olacak şey miydi? Acaba şımarık bir milyoner bizimle alay mı ediyordu. Hâlbuki söyledi Türkçe... Sonra o boy, o bos... o çatık kaşlar!

Aptallaştık. Milyoner,

"Buyurun.” dedi.

Önümüze geçti. Biz manyetize edilmiş insanlar gibi sessizce arkasından yürüyorduk. Kumral, geveze genç de birdenbire dilini kaybetmişti. Kolumla dürttüm, "Bu ne?...” gibi başımı salladım.

"Hayırdır inşallah, bakalım...” diye fısıldadı.

Yüzlerce çift, tek, parlak tuvaletli kadınların, şık erkeklerin arasından geçiyorduk. Beş fesin göz alıcı rengi hepsini bize baktırıyordu.

Büyük bir tiyatroya girdik. Burası tenha idi. Çok aydınlıktı. Orkestra takımından, heykellerden, garsonlardan başka içeride kimse yoktu. Sahneye büyük bir sofra kurulmuştu. Milyoner durdu:

"İşte” dedi, "bu gece bütün opera kumpanyasını, tiyatroyu ben kiraladım. Bizden başka bu salonda kimse bulunmayacak. Sahnede yiyeceğiz içeceğiz. Mızıka çalacak. Opera etrafımızda oynayacak. Yani biz sahnenin, piyesin, oyunun içinde eğleneceğiz. Nasıl, alaturka değil mi?”

Kumral genç.
"Hakikaten alaturka?” diye güldü, "teşekkür ederiz. "
"Patlayıncaya kadar içeceğiz.”
"Patlayıncaya kadar...”
"Elbet alaturka.” "Sabaha kadar...
"Sabaha kadar...

Milyoner, zarif, ince bir merdivenden sahneye çıkı; biz de arkasından... Garsonlara,

"Aktrisleri, aktörleri çağırınız, piyes sırasıyla değil, hepsi birden gelsinler!” dedi.

Koca sofraya oturduk. Böyle muhteşem bir sofrayı ben ömrümde görmemiştim. İsimlerini bilemediğim çeşit çeşit çiçekler, billur şampanya kovalan, gözleri kamaştıracak elektrik süsleri, beyaz önüler, narin tabaklar... Kulislerden sahne esvaplarıyla aktörler, aktrisler sökün etti. Milyoner oturduğu yerden kötü bir İnizce ile,

"Hemşerilerimi bu gece memnun ederseniz, hepinize ayrıca üçer bin frank bahşiş vereceğim!” dedi.

Hepsi bu para kuvvetinin karşısında tanrısını görmüş inanlılar gibi iki kat eğildiler. Galiba otuz kişiden fazla idiler...

"Hemşerilerimin sağma soluna birer aktris otursun. "
"Pekâlâ, pekala...”
"Çabuk...”

Hepimizin etrafına aktrisler hücum etti. Milyoner bir kumanda daha verdi:

"Teklif yok! ... Hemşerilerim de benim gibi incelikten hazzetmezler...” Teklif de kalktı.

İçmeye, yemeye başladık... Aktörler, kenarlarda oturuyorlardı. Aktrisler, bu hakikatten çok hayale benzeyen ziyafetten pek memnundular.

Kumral gencin sorduğu primadonna şimdi ötüyor, ötüyor ve orkestra hiç durmuyordu.

Ben, biraz sarhoş, fakat çok şaşkın, bu gürültülü zevkin lezzetini hiç tadamıyor, bilakis derin bir elem duyuyordum. Gayri ihtiyari, yalnız "doksan bin frank” bahşiş veren bu milyonerin acaba bütün Monaco zenginlerine rağmen, bütün bir kumpanyayı yalnız kendisine hasretmek için ne kadar para verdiğini tahmine çalışıyor, olağanüstü bir hadise karşısında kalmış gibi düşünemiyor, hesap edemiyordum.

Herhalde bu para çok, pek çok bir şeydi.

Opera, soframızın etrafında oynanıyordu. Perde aralarında aktrisler, yanlarımıza oturmakla kalmıyorlar, kucaklarımıza çıkıyorlardı. Kadeh tokuşmalarına, öpüşme sesleri de karışıyordu.
….

Bu delice, bu çılgınca zevk içinde gece yarısı geçti. Milyoner hepimizden çok içmişti. Kucağına aldığı güzel ve narin primadonnaya cebinden çıkardığı banknotları veriyor, gittikçe maskaralaşıyordu. İsimlerini bilmediğim arkadaşlarım da maskaralıkta tıpkı milyoneri taklit ediyorlardı. Yalnız ben... Evet, yalnız ben neşesizdim. Bir anda sebepsiz olarak, pek boş yere harcanan bu paranın matemini tutuyordum. Bu milyoner kimdi? Sahiden Türk müydü?. Bu kadar parayı nasıl kazanmıştı? Görüyordum; kaba saba bir şeydi. Halinde, tahsilin, hani o pek uzaktan sezilen görülmez gölgesi yoktur.

Gözlerimi kendisine dikmiş, bunları düşünüyordum; bin türlü tahminler, varsayımlar yapıyor, hayallere dalıyordum.

Kucağındaki primadonnanın kadehini yukarı kaldırdığını gördüm. Hepimize, bütün sofraya,

"Mösyönün milyonları aşkına!” diye haykırdı Milyoner,

"Hayır” dedi, "milyonların ne ehemmiyeti" var! Milyonları bulan benim zekâmın, benim aklımın aşkına, deyiniz.”

Sarhoş kadın, ihtimal şuhluk olsun diye küstahça haykırdı:

"Zekânızın ne önemi var. Asıl önemli olan milyonlarınızın aşkına! Müsaade ediniz. Milyonlarınızın aşkına!”

Kadından daha sarhoş olan milyoner hiddetlenir gibi oldu. Ayağa kalktı. Kadehler hepimizin elinde kalmıştı. Yumruğunu sofraya vurdu. Primadonna şaşırdı. Kabahat yaptığım anlayan masum bir çocuk sessizliğiyle sandalyesine çöktü. Öteki gazaplanmış bir uslan gibi kükredi. Bütün binanın içi gür sesiyle doluyordu:

"Benim zekâmın ne ehemmiyeti mi var? Ben muhteriim, ben muhteriim, ben dâhiyim, ben dâhiyim.”

Ses seda kesildi. Orkesra sustu. Garsonlar yerlerinde donup kaldılar. Sarhoş bize döndü. Herkesin işiteceği bozuk bir Fransızca ile,

"Hemşeriler” dedi, "siz beni tanımazsınız. Ama bütün Amerika, bütün Avrupa beni tanır. Bana babamdan on para kalmadı. Ben milyonlarımı, başka milyonerler gibi, dolar dolar kazanmadım. Bir anda, evet, bir anda... aklımla...”

Daha yüksek bir sesle nakarat gibi ilave ediyordu:

“Ben muhteriim, ben muhteriim, ben dâhiyim, ben dâhiyim.”

Herkes şaşkın, ona bakıyordu.

"Ben Kayseri'de doğdum. Oranın ortaokulundan başka mektepte okumadım. Amerika'da para kazanıldığını duydum. Bir Ermeni hemşeri ile memleketten kaçtım. New York'a geldim. İş arıyordum. Bize amelelikten başka bir şey yoktu. İki ay çalıştım. Kazandığım ancak boğazıma yetiyordu. Baktım olacak gibi değil. Tekrar memlekete dönmeye karar verdim. Fakat yol param yoktu. New York'ta Kayserili bir Rum hemşerim vardı. Bir cumartesi günü ona gittim. Kayseri'den kendisine göndermek üzere bir yol parası borç istedim. Başım salladı: 'Ulan, Türk Amerika'da yapabilir mi?' dedi. 'Yapacağım sandım, akla yelken ettim' dedim. Nihayet borç vermeye razı oldu: 'Ama' dedi, 'bizim apartmanda bugün büyük temizlik yapıyoruz. Gidip aval aval sokaklarda gezeceğine hizmetçilere yardım edeceksin burada...' Kabul ettim. Başladık uşaklarla mobilyaları yerinden kaldırmaya, silkmeye, tozlarım almaya... Bütün yerlere, duvarlara gayet pahalı halılar mıhlanmıştı. Bunları silkmek için söküyorduk. Söküle mıhlana, söküle mıhlana, bu güzel halıların uçlan yıpranmıştı. Ben Anadolulu olduğum için hem halıdan anlar, hem halıları severim. Bu ziyanlığa acıdım. Amerika'da bu âdetti, mıhlanmasalar halılar bozulmayacaktı. Bu âdet yüzünden ihtimal ki, bütün Amerika'da sakatsız bir halı yok gibiydi. İşleri bittikten sonra, Türkiye'ye gitmek için yol harçlığımı aldım. Dışarı çıktım. Fakat halılara yapılan ziyanlık bir türlü aklımdan çıkmıyordu. İçime bir sıkıntı geldi. Amele gömleğimin yakasını açtım. (Ben bir muhteriim, ben bir ben bir dâhiyim!). Yakamın düğmesi yoktu. Bir fermejüp'le kapanıyordu. Zihnimde hemen bir alev parladı. İşte deham, işte bu mukaddes ateş... İşte benim de, ham meydana çıkacaktı...”

Durdu. Yorulmuş gibi başını öne eğdi. Sahnedekilerin hepsi tepeden tırnağa kulak kesilmişti. Herkesin ağzı açıktı. Milyonerin sırrı şimdi anlaşılacaktı. Benim kalbim hızla çarpıyordu. Bir an, bir asır kadar

Milyoner, elini tekrar sofraya vurarak devam etti:

"Böyle büyük bir 'fermejüp'13 yapılsa da, erkeği duş varlara, yerlere mıhlansa, dişisi halılara dikilse... O vakit halıların uçları yıpranmaz. İstenildiği vakit kolayca çıkarılır; yine yerlerine takılır! Bulduğum bu fikrin karşısında bütün Amerika ahalisini düşündüm. Hepsi bana minnettar kalacaktı. Çünkü işte bunu yapmak kimsenin aklına gelmiyordu. Hemen bir ressam dükkânına koştum... Bana büyük bir fermejüp resmi yapmasını söyledim. Sonra çalıştığım fabrikanın kâtibine koştum. Bu Türkiyeli bir Ermeniydi. Ben bir şey ihtira12 ettim. Patenti almak için bana bir beyanname yaz, dedim. Beni deli olmuş sandı. Güldü. İhtiramın ne olduğunu sordu. Esası söylemedim. Yalnız,

'Amerika ailelerinin başlıca servetlerini teşkil eden halıları yıpranmaktan korumaya yarar bir ihtira...' dedim. Benimle alaya başladı. Ve zannederim alay olsun diye beyannameyi de yazdı. Gittim, ressam planlarımı, yani büyük fermejüp resimlerini aldım. Rastgele bir avukata başvurdum, O, Ermeni gibi gülmedi: 'Pekâlâ! Ben patenti alayım. Peşin para istemem. Sonra ilanları da ben yaparım. En nihayet seninle uzlaşırız' dedi. Razı oldum. Bir hafta geçmeden halıları duvarlara ve yerlere raptedecek, yıpranmaktan muhafaza edecek ihtiraımın beratını gazetelerde neşrettik. Avukata yirmi fabrika birden müracaat etti. Uzatmayalım; nihayet bir fabrikaya ihtiraımı işletmek hakkını verdim. İlk elde bir milyon alıyor ve fabrikanın ihtiraımdan istihsal edeceği kazanca da ortak oluyordum. Yani yüzde elli... Bir anda zengin oldum. Akılgücüm kuvveti, vücudumu çalışmaktan, yorulmaktan bir anda kurtardı. Evet, 'Ben muhteriim, ben dâhiyim, ben dâhiyim! Ben Edison'dan büyük bir adamım. O ne yaptı! Fonograf, gramofon... Daha buna benzer oyuncak neviden şeyler... Ben ne buldum? Fakir, zengin bütün Amerika ailelerinin serveti olan halıları yıpranmaktan kurtaran bir şey! O, insaniyetin faydasız zevkine hizmet etti, ben zevkli bir faydasına! Söyleyiniz, ben Edison'dan büyük değil miyim?”

Hepimiz, bütün sahne, hatta garsonlar, orkestra takımı, hepimiz bir ağızdan haykırdık;

"Edison'dan büyüksün!”

"Hem çok büyük!”

"Yaşasın deha...”

"Yaşasın muhteri”

…..

Muhteriin dehası şerefine, alabildiğine dehşetli bir şevkle içmeye başladık. Ben fena halde sarhoş oldum. Sofra, opera heyeti, orkestra takımı, sahne, hâsılı her şey etrafımda yavaş yavaş dönmeye, karışmaya başladı. Eminim ki, herkes benden ziyade sarhoştu. Aktrisler işi azıtıyor, kucaklarımızdan sofranın üzerine çıkıyorlar, aktörler kol kola etrafımızda dans ederek dönüyorlar, garsonlar, mütemadiyen çalan orkestra sanatkârlarına da şişe şişe şampanya taşıyorlardı.

Gözümü açtığım zaman kendimi —koltukla mı karga tulumba mı— nasıl geldiğimi bilmediğim bir yatakta buldum. Hemen kalktım. Zaten esvaplarım üzerimde, potinlerim ayağımda, hatta fesim başımdaydı. Deli gibi otele koştum. Bir dakika durmadan beni buraya getiren Bacanak Bey El-Rıza'ya bile veda etmeden, bavulum elimde, geniş peronun mermer basamaklarını dörder dörder atlayarak indim. Başımı arkama çevirmeden Monaco'dan uzaklaştım. İstanbul'a gelinceye kadar bu eğlencenin müthiş sersemliği başımdan geçmedi.

Şimdi, o kadar eziyetle tam yedi senede biriktirdiğim beş yüz liracığımı iki günde yediğimi hiç unutamam. Hep canım sıkılır.

Artık ne vakit "Hayat-ı Hakikiye Sahneleri” içinde —yani para sıkıntısı içinde— kalsam, hemen o bir gecede birkaç yüz frank sarf eden muhteri milyoneri hatırlar; bir fermejüpü, bir kopçayı, bir düğmeyi büyütüp bir anda milyonlar kazanacak bir zekâsı, bir dehası olmadığı için, şu boş kafamı —meşhur hokkabaz Casanova gibi— bizzat kendi elimle koparıp yerlere, yerlerden yerlere çarpmak isterim!

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Mehdi


Hikayenin Adı : Mehdi

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Ve likülli kavmin hâd”
(Her kavme doğru yolu gösteren biri gelecektir.
Kur'an- Kerim, sure: 15, ayet: 8)

Ne tuhaf, fakat ne acıklı bir rastlantıydı! Serez istasyonundan bindiğimiz ikinci mevki kompartımanda beş kişiydik. Ve beşimiz de Türk Müslüman’dık... Geçen felaket ve bozgun yılının (1912, Balkan Savaşı) canlanmış da kalmış uğursuz ve karanlık damlalarına benzeyen birçok karga sürüleri, sahipleri öldürülen boş ve sürülmemiş tarlalarda dolaşıyordu. Tren hareket ettiği vakit hepimiz bir defacık selamlaşmış ve sonra, o yalnız esir ve perişan Müslüman memleketlerinden duyulan yakıcı ve dondurucu ağır tevekkülün taştan sessizliğiyle susmuştuk. Hava pek soğuktu. Kapalı camların ince buğularından, minareleri yıkılmış, mescitlerinin üzerine haçlar asılmış tenha köyleri görüyor gibi oluyorduk. Bu köyler uzaklarda, ta ufkun nihayetindeki mor sislerin içinde idi. Şimdi ezanın sustuğu bu öksüz yurtlara çanlarını ulutmak için, Selânik'e vapur vapur gelen Kafkasya Rumları yerleşiyorlardı. Susuyorduk. Ve sanki bize, milyonlarca kan ve din kardeşlerimizin ölümünü hatırlatan dışarısını, bu düşmanın öz vatanımızdan zorla kopardığı altın sahraları görmemek için önümüze bakıyorduk. Karşımdan bir ses:

— Kendimi Türkiye zamanında zannettim, dedi Yanımızda hiç yabancı yok!

Gülümsedim. Başımı salladım. Bu ufak bir beydi Daha bıyıklan yeni terliyordu. Ellerini kaputunun bine sokmuş, bir şeyden ürküyor gibi başını omuzlarının arasına çekmiş, kumral ve ince kaşlarını yukarı kaldırmıştı. Zayıf ve kansızdı. Yüzü masivadan gölgelenen ruhani ve masum bir beyazlıkla parlıyordu. Öbür köşede pencerenin dibinde, beyaz sakallı, siyah cübbeli bir hoca, ihtiyar, hasta, güçsüz ve alacalı bir yığın gibi uyukluyordu. Yanındaki şişman ve yeni seyahat elbiseleri giymiş, siyah ve alafranga sakallı beyefendi bana baktı. Güldü. Onun karşısındaki sarı, uzun boylu, son moda elbiseli, kuvvetli ve gözleri parlak bir genç:

— Ah, bu dünya!.. dedi.

Susuyorduk. İki senedir sanki hiçbir şey değişmemişti. Bir an içinde "Türkiye idaresindeki Selânik'e gidiyorum." hayaline kapılıyor ve kapıyı kırmızı fesli bir kondüktörün açacağım bekliyordum. Ve bilmem nasıl mantıksız bir cesaretle. Serezli ufak bey korkmuyor, içimizden birisinin Yunan hafiyesi olabileceğine ihtimal vermiyordu.

— Acaba buralarını ne vakit Türk askeri gelip alacak? dedi.

Ben daima bilmek, öğrenmek, anlamak, tanımak, anlatmak istemediğimiz şeylerin üstüne attığımız basmakalıp bir sözü ağzımdan kaçırdım:

— Allah bilir!

İhtiyar hocanın önündeki şık ve iri genç, kalın ve al burnunu küçük parmağının uzun tırnağıyla kaşıyarak:

— Allahın bildiği malum bir şey! diye güldü. Lakin kul da bilir ki, artık buralara Türk ayağı basamaz.

— Niçin basamasın? diye haykırdım.

Uyuklayan beyaz sakallı hoca uyandı. Başım kaldırdı. Bize ayrı ayrı baktı. Ben Yunanistan'da olduğumu unutmuştum. Ağaçlar, hendekler pencerelerin arkasından hızla geçip gidiyordu. Şişman ve pek zengin olduğu halinden anlaşılan beyefendi etrafına bakınarak:

- Yavaş konuşsak... dedi ve bana dönerek devam etti: Oğlum, eğer iftihar olunacak bir şeyse, hiç zahmet çekmeden ben de sizin kadar Müslüman ve mutaassıp olabilirim. Mülkiye-i Şahane'den çıktım. On sekiz sene kaymakamlık ve mutasarrıflık ettim. İşte size söylüyorum ki, Müslümanların yaşamaya hakkı yoktur. Ve Türkler asla bir daha buralara gelemez. Türkiye'de ağzıma alamayacağım hakikatleri burada sizden saklamaya lüzum yoktur. Zira hür ve medeni bir hükümet misindeyiz. Ne şu muhterem hoca efendi ve ne de siz dinsizliğimi, İslamlığın aleyhinde olduğumu iddia ederek kafamın kesilmesini, asılmamı isteyecek bir evvel zaman adaletini burada bulamazsınız; medeniyetleri, terakkileri, itilaları, tarihleri hep dinler yapar. Dinler bir kâinatı yıkar, yerine, ikinci bir kâinat kurar. Fertlerin bütün hareketlerindeki esasları kımıldatan, sosyolojide büyük hatlarını çizen dindir. İslamlık ise fertlerindeki cemaat ve milliyet eğilimlerini bozarak hepsini karanlık bir taassubun görmez körlüğü içinde yaşatır. Sözüme şahit, işte bütün dünya yüzündeki Müslümanlık... Yüz milyonlarca Müslüman ve bizim milletimiz olan elli milyon Türk, hâlâ on üç-on dört asır evvelki hurafeler ve efsanelerle çırpınıyor. Rusya'daki Türkler, Bosna-Hersek, Rumeli, Hive, Buhara, Acemistan, Türkistan, Afganistan, Bulucistan, Hindistan Mısır, Trablus, Sudan, Tunus, Cezayir, Fas, Sahra-yı Kebir, Zengibar, Cava, Somali, Sumatra... Daha sayayım mı? Hâsılı bütün İslamlık bugün gelişmiş, kuvvetlenmiş, ilerlemiş Hıristiyan milletlerin boyunduruğu altında... Yalnız bizim Türkiye'nin yalancıktan bir bağımsızlığı var. Ama ne bağımsızlık... Gümrüklerine on para zam edemez. Düşmanlarıyla rahat bir anlaşma yapamaz. Başkentteki Hıristiyan okullarının içine giremez. Kısacası İslam tarihinde okuduğumuz yüz şu kadar İslam hükümetinin mahvına sebep olan faktörler hâlâ Türkiye'de duruyor. Aynı kanunlar, aynı şeylere tesir edince neticeler de aynı olur. O halde Türkiye'nin de diğer Müslüman hükümetleri gibi mahvolacağı, tarihten namı silineceği ve biz Türklerin de bütün Müslümanlar gibi yakında İstanbul'u alacak olan Hıristiyan efendilerimize sadakatle dua ederek hayatımızı diğer dindaşlarımız gibi miskin miskin taassup, cehalet ve rezalet içinde geçireceğimiz muhakkak... ve...

Bu ateşli ve mutaassıp bir dinsizdi. Ona mantık ve kıyaslarını yaparken, hissine ve taassubuna kapılmamasını tavsiye edecektim. Susmasını, lafının sonunu bekliyordum. Serezli genç bey, kafasını zayıf omuzlarının arasından çıkarmış, güzel ve şahane gözlerini açmıştı. Mülkiye-i Şahane mezunu eski mutasarrıfın birdenbire sözünü kesti.

— Ya Mehdi? Mehdi çıkmayacak mı?
— Hangi Mehdi?
— Hangi Mehdi olacak? Daha onu bilmiyor musun? Mehdi çıkacak. Müslümanların başına geçecek. Gâvurların hepsini öldürecek. Bütün dünyayı Müslüman yapacak.

Şişman beyefendi tombul ve beyaz elleriyle karnını tutarak gülüyor, al yanakları pençe pençe kızarıyordu. İhtiyar hocanın karşısındaki genç de, zavallı Serez beyinin saflığına gülmekten kendini alamıyor.

— Ey küçük bey, bu Mehdi ne vakit çıkacak? diye eğleniyor, bari yakında gelecekse nafile çiftliklerimizi yok pahasına gâvurlara satmayalım... diyordu.

Lokomotif düdüğünü çalıyordu. Ben "Mehdi” bekleyen saf çocuğu nasıl müdafaa edeceğimi düşünüyordum. Öbür köşedeki beyaz ve büyük sarıklı, ihtiyar ve sakin hoca efendi doğruldu. Büyük, derin ve küçük gözlem açtı. Siyah ve kalın cübbesinin temiz eteklerini düzeltti. İlk defa ağzım açıyordu.

— Mehdi'ye gülüyorsunuz ha... dedi.

Ben yeryüzünün dümdüz olduğunu, balığın üzerinde öküzün boynuzunda tıpkı bir tepsi gibi durduğunu fenle ispata kalkacak bunak bir yobazım. Mehdi hakkında saçmalayacağı budalalıkları duymamak için başımı pencereye doğru çevirdim. Hoca efendi, yabancı olmadığını garip bir tecvidin ağır ve hususi ahengiyle lafa başladı. Ama ben de artık dışarı bakamadım. Onu can ü gönülden dinlerken, Serezli genç bey gibi benim de ağzım birkaç santimetre açık kaldı.

— Bu Mehdi kimdir, biliyor musunuz evlatlar? Gaib olan on ikinci imam! Bütün Müslümanlar onun gelmesini bekliyorlar... Bu şüphesiz bir hayal. Bu hayalin nereden ve nasıl tesirlere çıktığım size söyleyeyim: İslamlık bir mefkûredir. Öyle yüce, metin, yüksek bir mefkûre ki... Taarruzi her Müslüman, İslam olmayan memleketleri almak, oralarını hep Müslüman yapmak emelini besler. Zaman, fitneler ve nifaklar arasında geçmiş, İslam hükümetleri birer birer yıkılmış. İslamlar esir düşmüşler. Fakat her esir Müslüman’da İslamlık mefkûresi şuursuz bir anane bir ümit, bir emel bırakmış. Esirliğin ağır ve ateşli zincirleri altında inleyen her Müslüman, bir kurtuluş gününden ümidini kesmemiş. Ve bu ümidinin fiile çıkarılmasını tekrar bir gün meydana çıkacak olan on ikinci imama, Mehdi'ye atfetmiş. Bu Mehdi İslam milletlerini şuursuz bir emniyetle beklediği kurtarıcı çıkıp bütün Müslümanları acıklı durumdan kurtaracak mı? Bütün İslam diyarlarında, Rumeli'nin, Asya'nın, Hindistan'ın köylerinde, Afrika'nın vadilerinde Müslümanlar hep bir kurtarıcıyı, bir Mehdi'yi beklerler; Mehdi 'ye dair birçok masallar, hikâyeler vardır. Bunlara büyük ve perişan bir ümmetin yaralanmış ruhunda uyuyan en garip ve muhteşem şiirler de karışır. "Ak Minare” vesaire gibi... Lakin bu mehdi sahiden gelecek mi? Hayır ve evet… İslam ruhu şuursuz bir saflık ve güvenle her halasçı gibi sivrilen kahramana bu ad verir. Fakat o muvaffak olma"Mehdi” kelimesi "mütemehdi” olur. Yine hakiki Mehdi beklenilmeye başlanır. Ama... Ama, hayır... Öyle bir Mehdi ortaya çıkıp bütün İslamları birleştirerek istilacılardan bir anda intikam alamayacaktır. Lakin bu esirlik de kıyamete kadar sürecek mi? Hayır, hayır. Mutlaka bir gün İslamların öcü alınacaktır. Ama nasıl? Buna büyük ve mukaddes kitabımız Kur'an-ı Kerim cevap veriyor. Diyor ki: "Ve likülli kavmin hâd.. " Evet bütün kavimlerin kendilerine özgü hâdileri vardır. Onları hidayete eriştirir. Mesela Bosna-Hersek'teki Müslümanları halife gidip kurtaramaz. Onlar çalışırlar, içlerinden bir fedakâr, birçok fedakâr çıkar. Silaha sarılırlar. Esirlikten kurtulan Hıristiyan milletlerin kurtarıcılarını taklit ederler. Cezayir'dekiler, Fas'takiler, Tunus'takiler, Sudan'dakiler, hatta Mısır'dakiler de öyle... Başka yerlerdekiler de öyle... Kendi içlerinden, kendi kavimlerinden kurtarıcı hâdiler yetişecek. Mensup oldukları kavmin başına geçecekler. Sonra... Esirlikten kurtulan, kafaları ilim ve akıl tutmaya başlayan İslam milletler, Hıristiyan milletler gibi, aralarında bir "Uluslararacılık” teşkil edecekler ki işte bu "İttihad-ı İslam” mefkûresinin hakikatidir. Artık bu "İslam uluslararacılığı” mefkûresi hakikat haline girince, 'Hıristiyan uluslararacılığı” yani Avrupalılar, zayıf ve korumasız buldukları küçük İslam kavimlerin üzerine hep birlikte yüklenemeyecekler. İşte bu dengeden dünya yüzünde ancak o vakit "hak ve hukuk” doğacaktır. Bir kavmin hâdileri, o kavmi gaflet cehalet, idraksizlik uykusundan uyandıranlardır. Biz Türkler kurtarıcılarımızın elindeki mukaddes ve hidayet ışıklarının aydınlattığı milli bir mefkûreye doğru yürüyerek, altında inlediğimiz zincirleri kıracak, diğer Türk olmayan İslam kardeşlerimizin bile imdadına yetişeceğiz. Ve bizim gibi her İslam kavim de kendi hâdisini beklemekle haklıdır. Bu müjdeyi biz Müslümanlara Kur'an-ı Kerim vermiştir. Evet. İşte Kur'an-ı Kerim elimizde... Bir Mehdi yoktur. Fakat birçok hâdiler olacaktır.

Halk tabakası, o tek ve hayali Mehdi'yi beklerken biz, Türk, Arap, Fas ve diğer İslam düşünürleri, kendi hâdilerimizi, hakiki Mehdileri beklemeliyiz. Ve onların ortaya çıkıp çıkmayacaklarından bir an için olsun şüphelenmemeliyiz...

Bilmem hangi istasyonda durmuştuk. Trenin kapısı birdenbire açıldı ve ihtiyar hoca susuverdi. Esmer bir kondüktör, silindir şapkalı bir Ruma:

— Buyurunuz... diyordu.

Bu herif bize tarif olunamayacak derecede derin bir nefret ve tiksintiyle bakarak, Rumca:

— Fakat burada Türkler var! diye durdu.

Suratını ekşiterek hepimizi ayrı ayrı süzdü. Kahraman kondüktör hemen yararlığını gösterdi:

— Haydi bre... Öbür başa toplanın! Burada pencerenin önünde mösyö rahat edecek...

Hoca ile karşısındaki genç yüzlerini yere eğerek bizim tarafımıza gelip sıkıştılar, giren şık ve küstah mösyö, şapkasını çıkarıp, ayaklarım karşıki kanepenin üstüne uzattı. Adeta yattı. Sigarasını yaktı. Tek gözlüğünü takarak bize bakmaya başladı. Sözünü tamamlayamayan ihtiyar hoca yaralı ve can çekişen düşkün bir aslan gibi yeniden uyuklamaya başlamıştı. Şimdi biz, yine, o yalnız esir ve perişan Müslüman memleketlerinde duyulan yakıcı ve dondurucu ağır tevekkülün taştan sükûnuyla susuyorduk.

Yolcu mösyö, sigarasının küllerini üzerimize fırlatıyor, tükürüyor, sonra avazı çıktığı kadar Bizans İmparatoru ve Yunanistan Kralı XII'inci Konstantin için bestelenmiş Fransızca bir şarkıyı haykırıyordu.

Biz susuyorduk... Tren seyrek ve fasılalı ağaçlıkların arasından geçiyordu. Ve Türklerden kalma san badanalı eski karakollar, bu yollardan kaçarken mahvolmuş gafil bir milletin dinsiz ve yıkık mabetleri gibi, ikişer, üçer kilometre ara ile sıralanmış hâlâ duruyordu. Susuyorduk. Zannederim hepimiz —hatta İslamlıktan ümidini kesmiş olan açık fikirli, şişman mutasarrıf emeklisi bile— hepimiz, mukaddes kitabın her kavme vaat ettiği hâdileri düşünüyor, Türklerin Mehdi'sinin ne vakit çıkacağım kendi kendimize soruyorduk. Yolcu mösyö Türklüğe ağza alınmaz küfürlerle kafiyelenmiş Rumca şarkılar da bağırmaya başlamıştı. Biz susuyorduk. Ve benim gözlerim, hep o beyaz bir kurtuluş ve ümit şafağının uzak bir aksi gibi parlayan beyaz sarığa, ihtiyar hocanın uyanık bir dalgınlıkla sallanan büyük ve nurlu başında dalıyordu.

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Kurumuş Ağaçlar


Hikayenin Adı : Kurumuş Ağaçlar

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Deli Murat, memleketin en azılı bir derebeyi idi! Fakat yaşlandıkça aklı başına geldi. İyinin, kötünün farkına varmaya başladı. Artık en küçük bir fenalık bile onun vicdanında sönmez bir azap cehennemi tutuşturuyordu. Elli yaşına girmişti. Hacca gitmek niyetindeydi. Lâkin hangi yüzle?.. Uzun kış geceleri, vahşî bir saraya benzeyen kulesinin tenha odasında, ocağın alevlerine dalarak yaptıklarını düşünürdü. Tam otuz sene... Etmediği kalmamıştı. Soyduğu kervanları, kaldırdığı kızları, vurduğu postaları, yaktığı köyleri, yıktığı hanları, bastığı şehirleri hep birden hatırladı. Hele öldürdüğü insanlar... Bunları unutabilmek imkanı yoktu. Vâkıa çoğunu kendi nefsini kurtarmak için öldürmüştü. Fakat ne olursa olsun, yine kandı! Evet, kırk kan!...

Bir gece sabaha kadar uyuyamadı. Daha şafak sökmeden atlarını hazırlattı. Kasabaya doludizgin koştu. Sabah namazını henüz bitiren Karababa'yı seccadesinde buldu. Bu Şeyh, devrinin en büyük erenlerindendi. Tekkesi ümitsizlerin mâbediydi. Deli Murat'ı görünce gülümsedi:

— Hoş geldin. Seni bekliyordum, dedi.
— Beni mi?
— Evet.
— Niçin?
— Hacca gitmek istiyorsun, değil mi?
— ....

Deli Murat, bu her şeyi bilen, her şeyi gören, gaipten haberdar, mübarek ihtiyarın eline sarıldı. Öptü:

— Fakat yüzüm yok, babacığım, dedi.
— Allah her şeyi affeder.
— Benim kabahatim çok. Günahlarım çok büyük...
— ......

Seccadenin kenarına diz çöktü. Ağlaya ağlaya mazisini anlattı. Bunlar hatırında durdukça, peygamberin mezarına yüz sürmeye cesaret edemeyecekti. Karababa:

— Senin kırk kanın var! Dedi.
— Evet.
— Allah bunları bile affeder.
— Nasıl?
— Ya ölüme lâyık bir adamı vurursun...
Deli Murat:
— Aman aman, diye haykırdı, ben artık adam öldüremem!
Karababa:
— Yahut da, büyük bir menzil açar, geleni geçeni fakir, zengin ayırt etmeden doyurursun. Hepsinin gönlünü hoş edersin! Dedi.

Deli Murat, bu ikinci kefareti muvafık buldu. Parasının sayısını bilmezdi. Bir menzil değil, on menzil açabilirdi.

— Pekala babacığım, dedi, yarından sonra menzil açıktır. Fakat kanlarımın affolunup olunmadığını nereden bileyim?
— Bilip de ne yapacaksın?
— Hacca gideceğim.

Karababa bir an düşündü:

— Menzilin iç bahçesine kurumuş ağaçlar dik... Dedi.
— Kurumuş ağaçlar mı?
— Evet, bunlar yeşerip çiçek açınca, kanların affedilmiş, kefaretin kabul olunmuştur.
— Hiç kurumuş ağaç yeşerir, çiçer açar mı?
— Açar.
— !...

Deli Murat'ın vahşî bir saraya benzeyen kulesi geniş ovaya inen yolun üstünde idi. Yedi ülke yolcuları önünden geçmeye mecburdu. Burasını hemen menzil haline koydu. Her odaya bir sofra kurdu. Günde yirmi kazan kaynıyordu. Ekmeğinden, etinden, pilavından yedirmeden kimseyi geçirtmezdi. İç bahçeye de Karababa'nın dediği gibi kurumuş ağaçlar diktirdi. Her gün bunları yokluyordu. Aradan bir sene, iki sene, üç sene geçti. Kurumuş ağaçlar yeşermek şöyle dursun, hatta çürümeye, kurtlanmaya yüz tutmuştu. Her gün yine kazanlar kaynıyor, yaz, kış hayrat devam ediyordu. Deli Murat'ın içine şüphe girdi: "Budala mıyım? Hiç kurumuş tahtalar çiçek açar mı? Karababa beni daima hayrat yapayım diye böyle aldatmış olmalı!" Diyordu. Gündüzleri menzilin önündeki çardağa oturur, uşakların, yolcuları nasıl ağırladıklarına nezaret ederdi. Karnı tok olanlara bile mutlaka aşından bir yudum tattırırdı. Bir gün bu çardakta kefaretinin kabul olunup hacca gidebileceğini düşünürken daldı. Tatlı bir rüya görmeye başladı. Bir devenin üstünde, tek başına, çöl ortasında gidiyordu. Deve birdenbire durdu. Deli Murat uğraşıyor, bir türlü yürütemiyordu. Nihayet deve silkindi. Murat kumlara yuvarlandı. Gözlerini açıp, "Hayırdır inşallah!" derken, uşaklarının yol üstünde bir atlı ile uğraştıklarını gördü. Dikkat etti. Bu adam atından inmiyor:

— Bırakın beni! Acele işim var. Duramam! Bırakın... İnmem...

Diyordu. Uşaklar zorluyorlar, "İn, bir yudum çorba iç. Sonra git, seni bırakırsak, ağa bize darılır." diye yalvarıyorlardı.

Deli Murat doğruldu. Kendisi de inmesi için atlıya ricaya gidecekti. Kalktı. Tam yola doğru yürürken yolcu atını şaha kaldırmış, uşakların elinden kurtulmuştu. Deli Murat'ın inat damarı tuttu. İçinden, "Ulan, ben sana mutlaka aşımdan tattıracağım!" dedi. Belinden tabancasını çıkardı. Havada uçan serçe kuşlarını nişan almadan vurabilirdi. Yolcunun hızla uzaklaşan atına güzel bir nişan aldı. "Hayvan ölünce gidemez. Çorbayı içer. Ben ona en iyi atlarımdan birini hediye ederim, memnun olur..." diyordu. Tetiği çekti. Fakat at durmadı. Bilakis dörtnala kalktı. Üzerindeki adam yere düşmüştü. Uşaklarıyla beraber bu yolcunun imdadına koştu. Bir de ne görsün? Meğerse ata attığı kurşun, zavallı sahibinin ensesinden girip alnından çıkmamış mı? Yüzünden taze kanlar sızıyordu. Az buçuk daha kendini kaybedecekti. İşte kırk kanını Allah'a affettirmeye çalışırken kazara, elinden yeni bir kan daha çıkmıştı. Ağlamaya başladı. Teessürü o kadar müthişti ki... Uşakları ürktü. "Bırakın, kendimi öldüreceğim. Artık dünya bana haram olsun!" diye haykırıyordu. Elinden tabancasını zorla kaptılar. Teskin etmek için menzildeki odasına götürüyorlardı. İç bahçeye girince birdenbire:

— Ah!... diye haykırdı, Bakınız bakınız!...
— ....

Kurumuş ağaçların hepsi aniden ilkbahar bademleri gibi çiçek açmıştı. Bu mucize herkesi şaşırttı. Deli Murat, sevincinden bu bir anda yeşermiş ağaçların diplerini öpüyor, gözlerinden saadet yaşları akıyordu. İşte artık günahları, kırk kanın günahı affedilmişti. Demek kaza ile vurduğu adam ölüme lâyık bir günahkârdı! Bunun kim olduğunu tahkik etti. Menzilde hazır bulunan yolcuların hepsi tanıyorlar:

— Dünyada bunun kadar iyi adam yoktu. Allah rahmet eylesin...

Diye acıyorlardı. Fakat Deli Murat:

— Hayır, hayır, dedi, bu adam ölüme lâyık bir günahkârmış!...

Tanıyanlar tekrar reddettiler:

— Hayır, mübarek bir adamdı! Hemşerilerinden kimseye fenalık etmedi. Beş vakit namaz kıldı. Üç ay oruç tuttu. Fakire, fukaraya baktı. Öksüzler büyüttü...

— Hayır, hayır, dedi, bu adam ölüme lâyık bir günahkârmış!...

Ama cesedin başında herkes iyiliğine dair şehâdette ısrar ediyordu. Nihayet Deli Murat:

— O halde, bu adam şimdi gayet büyük bir günah işlemeye gidiyormuş!

Dedi. Uşaklarına ölünün üzerini aramalarını emretti. Küçük bir mektuptan başka bir şey bulamadılar. Bu mektup, genç ve namuslu bir kadının aleyhinde yazılmış, kocasına gönderiliyordu.

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...