27 Ağustos 2019 Salı

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Tarih Ezeli Bir Tekerürdür


Hikayenin Adı : Tarih Ezeli Bir Tekerürdür

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Müverrih S... Bey'e mektup

Son makale-i tarihiyenizi büyük bir dikkatle okudum. Sizi bütün kuvvetimle, bütün maddiyetimle tasdik ederim. Gözlerini müstakbel-i na-mahduda dikip maziye asla ehemmiyet vermeyen bugünkü gençliğe güzel bir ders veriyorsunuz. Diyorsunuz ki:«Yeni bir şey yoktur. Her şey eskidir. Eskiden cereyan etmiş bir vak'anın hep esbap ve şerait dâhilinde tekerrürüdür. Ulûm ve fünun bile eskidir. Meselâ fiziğin, tıbbın ilk kaideleri mazide vaz'olunmuş, yalnız bazı teferruatında keşfiyat ve teceddüdat vuku bulmuştur. Asırlarca evvel gelen Buda, bütün edyanın bütün felsefelerin, o yek-ahenk efsane-i hikmet ve faziletini teganni etmiş; sonrakiler, hattâ şimdikiler hep onun efkârını tekrar etmişlerdir» Ve okurken insanın samiasında beyaz, mütevarid dişlere çarparak feveran eden bir nutk-ı huruşanın galat hayalini uyandıran rasîn ve murassa ifadenizle hislerimizin; iyi ve fena; ve kavî memduh ve na-makbul fikirlerimizin yeni bir kisbî olmayıp eskiden kalma olduğunu, hattâ sosyalizm ve anti-militarizm gibi gafletle yeni addolunan harekât-ı içtimaiyetinin bile pek eski olduğunu filozof Senegue'in ve ondan evvel gelenlerin esbabı ile ispat ediyorsunuz. Bu kıymetli, bu en doğru hakikatleri ihtiva eden altın satırları ihtimal bazı gençler, masum müstehzi bir gülüşle okudular. Onların fikirlerince mazi mezardır, ölümdür, yokluktur. Tarih en can sıkıcı, en faydasız, mürteciane bir meşgaledir, köhneliktir. Ben de dört sene evvel tamamıyla böyle düşünüyordum. Hiç tarih okumamış, mektepte iken tarih derslerinde ya uyumuş yahut meçhul istikbali tahayyül ederek muallimin saatlerce söylediklerini asla işitmemiştim. Tahsilimi ikmal ile hayata girdiğim vakit Kurunuvusta'nın nereden başladığını, Hannibal’ın kim olduğunu, hattâ Roma'nın kimler tarafından tesis edildiğini, İstanbul'u zapteden Fatih'in babasının hangi padişah olduğunu bilmiyordum. Fakat bugün? Sizin kadar malûmatım olduğunu iddia edemezsem de, bizim bütün tarih muallimlerimizden, hattâ bazı ihtiyar müverrihlerimizden pek çok tarihî mütalâalara malik bulunduğumu iftiharsız söyleyebilirim. Beş senedir hayatım yalnız tarih okumakla geçti. Büyük bir kütüphanem var ki, içinde tarihten başka kitap bulamazsınız. Eskiden san'at, edebiyat sevdasıyla tetebbu ettiğim meşhurları unuttum. Şimdi Michelet'den, Saint-Guillaume'dan, Lavaisse'den tutunuz de en mutavassıt müverrihlere kadar hepsini büyük bir zevk ile okuyorum. En ehemmiyetsiz an'aneler, hatıralar beni teshir ediyor. Artık P. Clement, F. Masson, J. Turquand, Loliee, P. de Nolhac, Dr. Cabanis en sevdiğim, en perestiş ettiğim muharrirler... Dünü okudukça, bugünün, yarının safhaları önümde perde perde açılıyor. Kendimde gayri ihtiyarî bir falcı ruhu hissediyorum. Şimdi gülümsüyorsunuz değil mi? Karşınızda olsam soracaksınız ki: «Neye tarihe bu kadar merak ettin? Büyük bir müverrih, bir muallim mi olmak istiyorsun. Maksadın ne?» Evvela sizi temin edeyim ki, müverrih olmak niyetinde değilim, muharrir, muallim hiç... Bu merak bende marizî, ad verilmez ruhî bir halettir. Ben tesellisi mümkünsüz bir felâketin, intikamı alınamaz bir mağlubiyetin şaşırttığı bir adamım. Ye'simi uyutmak için dimağımı tarih okumakla yoruyorum. Beş senedir sizinle tamamıyla hemfikirim: «Tarih ezeli bir tekerrürdür!» Ben bunu herkesten ziyade hissettim, yaşadım. İtmi'nanım amelidir. Benim kadar tarihin feci, itisafkârane tekerrürünü gören yoktur sanırım. Tetebbu ile kısalan kıymettar zamanınızı suiistimal etmediğime emin olarak hikâyemi, kendi tarihimi, Milâttan evvel, sekizinci asırda cereyan etmiş bir vak'anın, haberim olmadan benim zavallı başımda nasıl tekerrür ettiğini size anlatacağım. Bu biraz mufassal olacak. Fakat rica ederim, tahammül edeniz. Binlerce kitapların tozlanmış sahifelerini süzen gözlerinizde harikulade bir kuvvet vardır. Bunu biliyorum. İlmî itikadınızı da tamamıyla, samimiyetle kabul etmekte ne kadar haklı olduğumu anlayacaksınız.

Yedi sene evvel kavî, gürbüz kadınlara âşık, düşüncesiz bir genç idim. Edebiyatı, san'atı seviyordum. Her şey nazarımda bir fantezi, bir serap, bir rüya idi. Garp kitaplarının zaten şairlikle sarsılan müfekkiremde bıraktığı teşevvüşler, tezatlar eski nazariyelerimi tamamen tahrip ettiğine mukabil yeni bir şey öğretmemişti. Bütün o kitapları okuyanlar gibi ben de artık her şeyi inkâr eden, hiçbir şeye inanmaz, paradoksal, münasebetsiz bir herif olmuştum. Dünü tamamıyla unutuyor, yarını asla düşünmüyor; bugünü memnun, müsterih12 hayranlıkla geçiriyordum. İnkâr ettiğim şeylerin içinde aşk da vardı. Ona da bütün ahlâk kanunları, bütün içtimaî itikatlar gibi mevzu, mevhum bir yalan diyordum. Fakat Efser'i -bu, boşadığım karımın adıdır- görünce fikrim değişmişti. O andan itibaren aşk, nazarımda yegâne hakikat oldu. Âlî, ruhanî, lâhutî bir hakikat... Ufak bir muaşaka devresi geçirdik. Vakıa ben de çirkin değildim. Fakat o... Size nasıl anlatayım? Bir harika idi. Uzunca bir boy, hayalin üstünde güzel bir çehre, mutlaka bir aşk dâhinin elinden çıkmış zannolunacak bir vücut tahayyül ediniz. O kadar muntazam, o kadar bediî, o kadar âlî ki, Venüs'ün en eski, cazip statüsü onun yanında hasta, aciz kalır. Mübalâğa ediyorum sanıyorsunuz. Zararı yok, inanmayınız. Fakat ben eminim ki, Efser'deki esatiri güzelliğin böyle iki satırla yüzde birini ifade etmiş olmuyorum. Fakat size, yine biraz izahat vereyim; kayınpederimin babası güzel endamıyla meşhur bir paşa, vaktiyle ihtida etmiş bir Macar'dı. Kayınvalidem eski gözdelerin en mümtazı olan bir Çerkez saraylı... Bunların kızı Efser, Macar - Çerkez güzelliğini, sıhhatini vücudunda toplamış, muhteşem, inanılmaz bir afet, nurdan, şeffafiyetten, esîrden masnu, zihayat bir harika... İngiliz mektebinde tahsilini ikmal etmişti. Bütün orada tahsilini ikmal eden kızlar gibi biraz fazla ukalâ, nazariyeci, kendini beğenmişti. Benim İngilizce bilmememi sarih bir kusur olmak üzere kabul ederdi. Muallimleri hatırasında o kadar derin bir eser, o kadar garip bir intibaa bırakmıştı ki, tâ Amerika'ya gidenleriyle mektuplaşır, her hafta müdiresini ziyaret ederdi.

«İzdivaç aşkın mezarıdır» Derler. İşte vahşiyane bir yalan! İzdivacımdan sonra onu o kadar çok sevmeğe başladım ki... Kadınlığa yakışmayacak ilmî, fennî meşguliyetlerini bile hoş görüyor, rasat dürbünlerini bizzat getiriyor, onun hoşuna gitmek için cahil, karanlık muhitimizde âlim şöhretini taşır adi, mutavassıt bir fizik muallimi olmadığıma teessüfler ediyordum. Arzusu üzerine Bağlarbaşı'nda bir köşk tutmuştuk. Yaz-kış orada oturuyorduk. Bir aşçımız, iki hizmetçimiz, on dört yaşında küçük bir uşağımız vardı. Ah, evimiz bir sevda yuvasıydı. Yatağımız ezelî bir aşk, huzur lânesiydi. Efser orada asla İngiliz mektebinin ukalâ, münasebetsiz mezunu değildi. Yorganımızın altında lâtif, tatlı bir kadın, haris, münkat bir Çerkez kızıydı. Fecrin pembe nazarları odamızın mavi tül perdeleri arasından süzülürken bu sıcak yatağın haricinde geçecek bütün bir günü düşünerek mahzun olur, çılgın de-raguşlarla16 onu uyandırır, gözlerini buselerimle açar, şeffaf, dolgun göğsünün teravetli kokusunu sükûn bulmaz deliliklerimle massederdim17. Bir sene geçti. Aşkımız gittikçe teza-yüt ediyordu. Dünyada kitaplarıyle benden başka bir şey onu meşgul etmiyordu. Gündüzleri ben yokken okuyor, yazıyor; ben gelince hemen kucağıma atılıyor, geceleri pek erken girdiğimiz yatak odamızda ezelî aşk, perestiş saatleri yaratıyordu.

Bu esnada İtalya'daki halazadem Ahmet Bidar İstanbul'a gelmişti. Bu, benden küçük, zayıf, narin bir çocuktu... Heykeltıraşlığa çalışıyordu. Uzun saçlarıyle, mütefekkir çehresiyle, nahif endamıyle lâtif, cazip, tam bir sanatkârdı. Eve getireceğimi, kendisine takdim edeceğimi Efser'e söyledim. Biraz hoşnutsuzlukla muvafakat etti. Fakat görünce, konuşunca memnun oldu. Bidar da sanatı icabı olarak eski Yunan, Roma tarihini tetebbu etmişti. Efser için bu pek büyük meziyetti. Tatil müddetini bizde geçirmesini teklif ettik. Israr ettik. Kabul etti. Artık yalnızlığımızdan bıkmağa başlıyorduk. Vaktimiz böyle daha hoş geçiyordu. Değişen bir baharın mü-teheyyiç geceleri muharrik rüzgânyle küçük salonumuzu doldururken üçümüz saatlerce sanata, tarihe dair musahabelere dalar, ben hep yatacak zamanımızı düşünerek elleriyle cesim abidelerin hayalî şekillerini tersim ederek anlatan zevcemin bediî vücudunu derin derin temaşa ederdim.

Yavaş yavaş yaz geçiyordu. Bidar'la Efser'in arasında fikrî bir uygunluğun hâsıl ettiği ihtiram. Meftunluk dikkatimi celbediyordu. Bidar pek saftı. Dimağında, henüz klasik malûmattan başka bir şey yer bulamamıştı. Namus hakkındaki iptidaî itikatlarından emin idim. Efser'e gelince, gördüğü İngiliz terbiyesi onu bir ahlâk statüsü haline getirmişti. İzdivaç haricinde ihtiyar, çirkin bir Katolik mürebbiye kadar mutaassıp ve namus düşünüydü. Beraber geçirdiğimiz bir senelik hayatta nispeten beni bile kendine benzetmişti. Bekârlığımızdaki serbest fikirleri takip edemiyor, mecburen nazariyeci, mutekit, ahlâkî an'anelere riayetkâr oluyor; en üzücü mutad vazifelere gayri ihtiyarî hürmet ediyordum. Yemek yerken, salonda otururken zevceme bakarak içimde yavaşça: «Ne mesudum; ne bahtiyarım!» Diyordum. Şüphesiz Efser dünyanın en güzel kadını idi. Bunu yalnız ben biliyordum. Muhitimiz umumî bir güzellik müsabakasına müsait değildi ki, herkes de takdir etsin: «Hakkın var, dünyanın en güzel kadım sana aittir.» Densin, ben de iftihar edeyim, saadetim tezauf etsin. Bana böyle bir güzellik harikası ithaf eden büyük, mukaddes tesadüfe teşekkürler edeyim. Evet, arkadaşlarımla konuşurken gayri ihtiyarî: «Benim zevcemi görseniz, dünyanın en güzel kadını olduğunu tasdik edeceksiniz.» Diye haykırmak ister, zorla kendimi tutardım.

Bir gün Bidar'ın yanında idim. Kitaplarımı karıştırırken büyük bir albüm gördüm. Aldım, bakmağa başladım. Bu, vücut güzelliklerim mukayese eden binlerce çıplak kadın heykeli resimlerinden müteşekkil bediî bir mecmua idi. Kalın sahifelerini çevirdikçe Bidar yanımda: «Filân heykeltıraşın, filân sanatkârın.» Diye tafsilât veriyor, yapılış tarihini, hangi müzelerde bulunduğunu, kimlerin malı olduğunu, her resim altındaki İtalyanca yazılan okuyarak, söylüyordu. Kadın güzelliğinin en gizli, en mahrem taraflarım ifşa eden bu çıplak statü resimlerine bakarken hep zevcemi düşünüyordum. Hiçbirisi onun kadar güzel değildi. En mütekâmil olmak üzere yapılanlarında bile sanki görünmez bir kusuru vardı. Azıcık daha Bidar'a: «Bunların içinde Efser kadar güzeli var mı?» diye soracaktım. Bana tamamıyla ondan geçtiğine kani olduğum bir hicap ile kendimi tuttum. Sanki bunu sorsaydım pek mukaddes, pek muhterem bir şeye küfretmiş olacaktım. Fakat fikrimi saklayarak, aklımda hiç Efser yokmuş gibi: - Artık böyle vücutlar, böyle sırtlar, böyle kalçalar böyle kollar, böyle çehreler yalnız sanatkârların hayalhanelerinde mevcut Maatteessüf hakikatte yok! dedim. Bidar gözlerim bana kaldırdı. Tuhaf tuhaf baktı. Galiba biraz sarardı. Gülümsedi. Gayri ihtiyarî sordum:

- Neye baktın?

- Hiç! dedi. Kızararak ilâve etti:

- Çok nankörsün.

Birden kalbim çarpmağa başladı. Mutlaka Efser'i telmih etmek istiyordu. Fakat ben alenen söyletmek istedim. İntikal etmemiş gibi sordum:

- Niçin?

Cevap vermedi. Sahifeleri çeviriyor, başka resimlere bakıyordu. Mustarip olduğunu görüyordum. Yine ısrar ettim:

- Niçin, söyle, niçin nankörüm?

Tekrar nafiz gözlerim bana çevirerek manasız bir gülüşle, bilinmez bir heyecanla, bozulmuş gayri muntazam bir taşkınlıkla cevap verdi:

- Evet, nankörsün. Niçin mi? İşte bunu bilmemekliğin de ikinci nankörlük. Talihin sana sebepsiz verdiği haksız bir mükâfatın kıymetini takdir edemiyorsun. Efser senin zevcen... Fakat güzelliği, harikulade güzelliği dikkatini celbetmemiş. Tetkik etmemişsin. Ona karşı lâkaytsın. Hayret veren cinsî tekâmülünü görmüyorsun. Sonra şurada gördüğün ruhtan mahrum heykel resimlere bakarak: «Artık böyle vücutlar, böyle çehreler yalnız sanatkârların hayallerinde mevcut, maatteessüf hakikatte yok...» diyor, karşıda parlayan bediî, vazıh güneşi inkâr ediyorsun.

Devam ediyordu. Ben dinliyor, mahzun oluyordum: Demek zevcemin harikulade güzelliği yalnız nisbî hodgâm bir duygum, bir vehmim değildi. Sanatın en yeni inceliklerine seri bir zekâ ile vakıf olan, güzellik hakkında fikrini söylemeğe en ziyade salâhiyettar, müsait bir mesleğin mensubu, onun emsalsiz güzelliğini, bana, zevcine gayri ihtiyarî itiraf ediyordu. Ben de açıldım. Bilmem kaç saat konuştuk. Bu uzun bir hasbihal oldu.

Saçlarını, omuzlarını, belini, ayaklarını, ellerini, çehresini, gülüşlerini, bakışlarını, hâsılı her şeyini samimiyetle, heyecanla münakaşa ediyor, ben, birikmiş meftuniyetimi, perestişlerimi anlatırken o, kendi hayretinin, takdirinin benim duygularımdan on kat fazla, kuvvetli olduğunu iddia ediyordu... O esnada ikimiz birden, aralık kapıdan yüksek, muhteşem, Efser'i gördük. Koyu renkli esvabı pembe çehresine ifrat derecede bir parlaklık, hayalî bir ışık vermişti.

- İki saattir buraya kapandınız, diyordu. Neler konuşuyorsunuz? Nasıl Bidar Bey, hücumlara mı uğruyorsunuz?

Ben, sanki ilk defa müşahede ettiğim bir peri imiş gibi onu derin, tarif edilmez hayvani istiğrak ile süzerken Bidar:

- Bugün fikirlerimiz muvafık çıktı, diye cevap veriyordu. Bugünkü mevzuda benim hakkımı o kadar teslim etti ki...

- Bilakis o benim hakkımı o kadar teslim etti ki...

Efser ne konuştuğumuzu soruyordu. «Güzelliğe, sanata dair» dedik. Tafsilât istemedi. Önümüzdeki açık albüme baktı. Bir iki sayfa çevirdi. Birden kapayarak:

- Oh deşhet Yarabbi! dedi. Çıplaklar! Bunlardan şiddetle nefret ederim. Bilmem ki vahşetin, iptidaîliğin böyle iğrenç hatıralarını bazı insanlar nasıl sever? Bence ahlâkla, ilimle fena meyillerimizi, sevkıtabiilerimizi nasıl örtüyorsak, kalın esvaplarla da vücudumuzu öyle örtmek icap eder. İnsan etinin tadına, lezzetine dair nasıl bugün bir şiir yazamıyorsak, vahşî kavimlerin muhitini, hayatım yad ettirecek böyle çıplak resimleri, hayâsız heykelleri sanatkârların nezih elleri için muvafık, meşru bir meşgale tanımamalıyız..

Artık Bidar benim mahremim olmuştu. O da Efser'in müstesna güzelliğini, dünyanın en güzel kadını olduğunu tasdik ediyordu. Ben yine tekrar ediyordum, asla kıskanmıyordum. Bilâkis iftihar ediyor, mahzun oluyordum. Bir gece Efser, biraz başı ağrıdığından, erkence yatak odasına çekilmişti. Sıcak, yıldızlı, rüzgârsız bir gece idi. Uzaklardan tek bir bülbül-i yetim ü dilazürde feryad-ı har ü mazununu haykırıyor, susuyor, yine başlıyor, tatlı, müheyyiç, devam ediyordu. Bidar'la balkonda idik. Efser'in rahatsızlığını konuşuyorduk. Yine güzelliğine intikal ettik. Bidar, her vakitkinden ziyade bir hararetle, meftuniyetle onu methediyor, ben hemen kalkıp yatak odasına geçmek, şedit, çılgın kucaklamalarla zevcemi göğsümde sıkmak ihtiyaçlarını duyuyordum. Bidar:

- Saadetin nisbî olduğunu herkes itikat eder, diyordu, ben bu nazariyeyi kabul etmem. Temin ederim ki sen dünyanın en mes'udusun. Çünkü servetle, güzellikle, asaletle, kuvvetle elde edilemeyecek bir şeyi talih sana takdim etmiş.

Dinledikçe mahzuz oluyordum. Bilmem nasıl oldu, birdenbire bana bir fikir geldi. Düşünmedim, muhakeme etmedim, hemen söyledim:

- Haklısın Bidar. Fakat sen onun güzelliğinden yüzde birini görmedim. Yalnız benden işittin. Amma ben sana göstereceğim. Kulaklarına belki itimat etmiyor, söylediklerime inanmıyorsun. Gözlerinle görünce, mübalâğalarımın birer hakikat olduğuna hiç şüphen kalmayacak.

Şaşkın, mütehayyir sordu:

- Fakat, nasıl?

- Nasıl mı? Sana Efser'i çırılçıplak göstereceğim.

Evvelâ inanmadı. Yüzüme tuhaf tuhaf baktı. Sahi, ciddî söylediğimi anlayınca, şiddetle reddetti. Efser'e karşı beslediği ihtiram katiyen buna mani imiş... Ben meyus olmadım. Onu iknaa çalışıyordum. Gece yansı çoktan geçmiş, tek, öksüz bülbül susmuş, hafif çiçek kokuları getiren tatlı bir rüzgâr çıkmıştı. Onun heykeltıraşlığından, sanatından bahsediyor, bu kadar eflâtunî bir temaşayı ondan saklayacak kadar budala, mutaassıp olmadığını söylüyordum. O, reddetmekte devam ediyor: «Bu pek kelbî bir eflâtunîlik olacak!» Diye beni muaheze ediyor, o reddettikçe benim bu münasebetsiz garip arzum teşeddüt ediyordu. - Cahilliği bırak, diyordum, senin gördüğünü o Hissetmeyecek, haberi olmayacak. Fakat sen bütün ruhunh4 onun müstesna güzelliğini tasdik edeceksin. Ben bunu istiyorum. Reddedersen, darılacağım. Sana âli bir sanatkâr değil, nefsine mağlûp, korkak bir şehvetperest diyeceğim...

Uğraştım, uğraştım, Lâfımı uzattım. Adeta onu ahmaklaştırdım, nihayet kandırdım. Heyecandan sararmış:

- Fakat nasıl göstereceksin, onun haberi olmadan? diye soruyordu.

- Pek basit, dedim. Bizim yatak odasının kapısı arkasında yarım açılmış bir paravan vardır. Sana gündüzden gösteririm. Yarın gece bahçeye çıkarız, geç vakte kadar kalırız. Sen rahatsızlığım bahane ederek, sözde yatmaya gidersin. Doğru git bu paravanın arkasına saklan. Tabiî biraz sonra yatmak için biz de geleceğiz. Evvelâ ben soyunurum. O pencerenin önündeki kanepede soyunur, yatağa gelir. Ben gömleğini de çıkarttırırım. Tamamıyla görürsün. Yatağa girerken sen yavaşça kapıdan çıkıverirsin. Katiyen hissetmez.

Cesaret edemiyor: «Mümkün değil, mümkün değil.» diyordu. İzahata başladım. İzahatımı tafsil ettim. Söylediğim gibi hareket ederse, Efser'in kendini görmeyeceğine mutmain oldu. Yatmak için kalktık. Sapsarıydı. Ben odamıza gittim. Efser, yarı çıplak yüzükoyun yatmış, uyuyordu. Gidip Bi-dar'ı getirmek istedim. Ah, uyurken ne güzel olacaktı. Katiyen hissetmek ihtimali yoktu. Fakat vazgeçtim. «Yarın gece yatakta uyanık görsün.» dedim. Yanına yattım. Uyuyamadım. Ertesi gün geç kalkmıştım. Bahçede onları geziyor buldum. Bidar'ın çehresi pek yorgundu. Belliydi ki, gece hiç uyumamış. Yemekten sonra Efser yukarı çıktı. Mektuplarını yazacakmış. Ben Bidar'a gece nasıl hareket edeceğini tarife başladım. Yatak odamıza götürdüm. Paravanı gösterdim. Nasıl arkasına saklanacağını, Efser yatağa girmek için arkasını kapıya döndüğü zaman nasıl çıkacağım mahir bir rejisör gibi ona talim ettim. O, cidden bir cinayet ika edecek bir masum gibi, idraksiz hareket ediyordu. Göreceği manzara onu şimdiden teshir, tenvim etmişti. Sözleri gayet kısalmış, birden mütefekkir olmuştu. Sıcağa rağmen gezmeğe çıktık. Akşama kadar nasıl hareket edeceğini tekrar ettim. İyice karar vermişti. Akşam geç vakit geldik. Doğru yemeğe oturduk. Zavallı hiç yiyemedi. Kahvelerimizi içtikten sonra bahçeye çıktık. Gece sakin, biraz rutubetli idi. Ben çok neşeliydim. Kolumun altında Efser'in hararetini, kuvvetini hissettiğim elini sıkıştırıyor, koşmak, raks etmek, perende atmak, tehlikeli jimnastik hünerleri icra etmek arzuları duyuyordum. Bidar bana bakmayarak Efser'den müsaade istedi. Yatmaya gitti. Biz bir saatten ziyade bahçede kaldık. Bu rutubetli gecelerin aşk için yapıldığım söylüyor, o, gülerek: «Uyku için hangileri?» diyordu. Sağ kolumla belinin üst tarafım ihata etmiştim. Böyle hazdan bitkin geziniyorduk. O bütün bütün kendini bırakıyordu. Yıldızların sanki bu serin rüzgârla daha ziyade parlayan, ketum, teşvik edici gözleri karşısında 'dudaklarını öpüyordum. O da öyle asabî bir tehalük, şuh bir acele ile mukabele ediyordu. Daha aşağılara indirdiğim elimin altında yumuşak adaleli kalçasının sıcaklığım duyuyor, şimdicik meçhul bir şahidin gözü göreceği için bu bediî vücudu daha kıymetli, daha müstesna, daha leziz, daha nefis hissediyordum.

- Yatalım!... dedim.

Muvafakat etti. Yine kucak kucağa, yekvücut, içeri girdik, yukarı çıktık. Yatak odasına geçtik. Ben soyunurken her vakitki gibi yardım etti. Bidar'ın paravanın arkasında olduğunu bildiğimden şimdi öpmüyordum. Bu, onun dikkatini celbetti:

- Çok gezdik, yoruldun galiba?

- Hayır, hayır. Bilâkis yorulmak istiyorum, ruhum...

Güldü, eliyle ağzıma vurdu. Ben yatağa girmiştim. O, pencerenin yanındaki kanepede soyunuyordu, ben seyrediyordum. Ceketini, etekliğini, çoraplarım, külotunu yavaş yavaş çıkarıyor, pencereden giren çapkın rüzgâr, dağıttığı saçlarını, dekolte gömleğinden pek cazip görünen, beyaz, dolgun omuzlan üzerinde uçuruyordu. Oh, Bidar da tabiî benim gibi şimdi onu görüyordu. Bazı sabahlar benim müfrit okşayışlarımdan yorularak yataktan kaçmaya çalıştığı vakitler, buselerimle saçlannın arasında teganni ettiğim bir şarkıyı mırıldanıyordum:

«Sert oldu hava, çıkma koyundan kuzucağım.»

Elleriyle saçlarını arkaya attı. Üstünde yalnız pembe ve dekolte gömleği kalmıştı. Yatağa şuh ve handan, koştu; elimle omuzundan tuttum!

- Daha girmedim ki... dedi.

- Tamamıyla soyun, dedim. Gömleğini de çıkar! İtiraz etmedi. Bir artist sür'atiyle, çabucak, bir saniye içinde çıkardı. Çırılçıplak kalmıştı. Yine elimle yatağa girmesine mani oldum. Azıcık dargın durdu:

- Daha ne istiyorsun?

- Gerin... dedim.

Yine itiraz etmedi. Ona da itaat etti:

- Çılgınlığı bırak! diye tatlı tatlı gülerek gerindi. Gerinirken galiba merak etti, endamım kendisi de görmek istedi. Sol köşedeki dolabın büyük aynasına başını çevirerek baktı. Tam bu esnada Bidar kapıdan çıkıyordu. Birden haykırdı. Sapsarı oldum. Kalbim şiddetle atmaya başladı. Gördü zannettim:

- Ne var?




- Bir şey yok, ayağım acıdı. Hemen koynuma girmişti; tekrar neye haykırdığını sordum. Gerinirken ayağı acıdığını, bir parça burkulduğunu söyledi. Israr ettim. Beni ikna etti. Hakikaten görmediğine kani oldum. Kucaklayışlanma o kadar şedit, samimî mukabele ediyordu ki, şüphe etmek kabil değildi. Ertesi sabah Bidar'ı yine bahçede buldum yanına gittim. O da çıkarken haykırmasından korkmuş. Görmediğini temin ettim. Müsterih oldu. Çırılçıplak gördüğü vücudu için bir şey söylemiyor; yalnız: «Hayret! Hayret!» Diyor, derin derin dalıyordu. İki üç hafta geçti. Hiçbir şey değişmemiş görünüyordu. Fakat Bidar natıkasını kaybetmişti. Hasta, ıslak bir tavuk gibi mütemadiyen düşünüyor, sorduğumuz suallere en kısa cevaplarla mukabele ediyordu. Efser daha ziyade şenlenmiş; bilmem niçin her vakit ifratla üzerine düştüğü mütalâasını terk etmiş, çok konuşuyor, çok gülüyor, şimdiye kadar kendisinde asla müşahede etmediğim suni bir hoppalık, tuhaf bir fazlalık gösteriyordu.

Bir akşam birkaç arkadaşa işlerimiz hakkında konuşmak için, Bağlarbaşı gazinosuna geleceğimi vaat etmiştim. Yemekten sonra gitmeğe kalktım. Bidar'ı da çağırdım. Rahatsız olduğunu söyledi. Hâlbuki evvelden, ne vakit gazinoya gidecek olsam, refakat etmek isterdi. Bu sefer gelmemesini biraz garip bulmaktan kendimi menedemedim. Rahatsız olmadığı belliydi. Pardösümü istedim. Efser gitti, getirdi. Elinde hiç kullanmadığım revolverim de vardı. Onu niçin getirdiğini sordum. İhtimal arkadaşlarımla geç vakte kadar kalacağımı, yolda gelirken yanımda bulanması fena olmadığını gülerek söyledi.

- Fakat, azizem, ben Kafdağı'na gitsem silâh almam, bilmiyor musun? dedim.

Giydiğim pardösünün cebine kendi eliyle koydu, manasım hissedemediğim garip gülüşle devam ederek:

- Kafdağı'na gitmeyeceksin amma, gece yansından sonra karanlık, tenha sokaklardan geçeceksin. İhtimal bu gece mutlak lâzım olacak...

İçimde meçhul bir rahatsızlık duydum. Meçhul, kablelvuku bir his: «Yakın bir felâket var!» diyordu. Yangınlar, ihtilâller, suikastler, cinayetler tasavvur ediyordum. Bu hayalleri zihnimden defetmek istedim:

«Ciddî olalım!» dedim.

Gazinoya doğru gidiyor, bir marş mırıldanarak ayaklarımı ona uyduruyor, zorla cebimdeki revolveri, Efser'in bana garip, manalı bir tavırla verişini unutmuyordum. Gazinoda arkadaşlarımı buldum. Bunların hepsi bekârdı. İşimizi konuşamadık. İçmeğe başladık. Unutmak istediğim meçhul can sıkıntısını mağlûp etmek için tamam yirmi dört şişe bira içtim. Senede hiç olmazsa bir gün kendimi kaybedecek kadar sarhoş olmak on altı yaşımdan beri âdetimdi...

Gece yarısı geçmiş, bizden başka kimse kalmamıştı. Hepimiz, sarhoş, kalktık. Bozuk, tozlu yollardan tam bizim köşkün önüne geldik. Dehşetli bir karanlık vardı. Uzak fenerler, mühtazır ateşböcekleri gibi, titrek, donuk bir ışık çıkarıyor, havlayan köpeklerin tehditkâr sadaları, soğuk, korkunç, aksediyordu. Kapının önünde arkadaşlarla veda ettik. Aşağı doğru gittiler. Hemen kayboldular. Müphem bir korku duyuyordum. Zili olanca kuvvetimle çektim. İhtimal komşular uyandı. Tekrar çektim. Küçük uşak, elinde lamba, başı, göğsü yarı açık geldi. Kapıyı açtı. Biraz ferahladım. Bu ferahla, genç uşağın tüysüz yanağım okşadım.

- Uyuyordun, seni rahatsız ettim! dedim.

Tatlı tatlı güldü. Son derece sarhoş olduğumu görüyor, tuhaf bir çekinişle:

- Estağfurullah efendim... diyordu.

Tuttuğu lambanın gölgeli aydınlığı içinden bahçenin yolunu yaklaşılmış bir uçurum kıyısı gibi görüyordum. Yürüdüm, içeri girdim. Merdivenleri çıktım. Düşecektim. Son derece sarhoştum. Duvara dayandım. Biraz dinledim. Son bir gayretle sendeleyerek yatak odasına yaklaştım, kapının önünde durdum. Efser'in sesini işitiyordum, gülüyor, birisiyle konuşuyordu. Acaba hizmetçi kız yanında mıydı? Uyanık olsaydı, o kadar şiddetle çektiğim zili işitecek, mutlaka sofaya çıkacaktı. Daha ziyade muhakeme edemedim. Kapıyı ittim. Efser, çıplak denecek derecede dekolte, yatağın kenarına oturmuştu. Beni görünce ayağa kalktı. Yatağa baktım. Yarı çıplak Bidar yatıyordu. Bu sanki bir rüya idi. Katiyen kendime malik değildim. O anda ayılır gibi oldum, birden cebimdeki revolveri, medenî kanunun verdiği vahşet müsaadesini, o meşhur öldürmek hakkını hatırladım. Çabuk mihanikî bir hareketle revolveri çıkararak bana büyük bir itidalle bakan Bidar'ın üzerine sıktım. Ateş almadı. Bir daha, bir daha... Hiç! Bidar taş gibi bakıyordu. Yatağın yanında, kaldığı gibi duran, gülümseyen Efser'e baktım. Asla korkmamıştı. Haykırması, hatta bayılması lâzım gelmiyor muydu? Bu patlamayan revolveri yere attım. Şiddetli bir hiddetle:

- Alçak, seni elimle boğacağım... diye yatağa, Bidar'a doğru yürüdüm.

Efser önüme dikildi:

- Dur, dedi. Alçak sensin!

Sanki manyetize oldum. Hiddetten, hayretten, sarhoşluktan, asabiyetten çenem titriyor, dişlerim birbirlerine vuruyordu. Efser gözlerini gözlerime dikerek devam etti:

- Onun hiç kabahati yok. Onu buraya ben getirdim. Niçin getirdiğimi, niçin onu arzu ettiğimi sana söyleyeceğim. Vicdansızlığına, alçaklığına, namussuzluğuna bir de adilik, rezalet, gürültü katma!

- Namussuz, alçak, vicdansız sensin! diye mukabele edebildim.

O büyük, kati bir itidalle asla ehemmiyet vermeyerek:

- Konuşuruz, hangimiz olduğunu anlarsın! dedi.

Sonra yatağın içinde doğrulan Bidar'a döndü:

- Haydi, Bidar Bey, siz gidiniz... Bidar bana hiç bakmayarak yatağın ayakucunda duran ropdöşambrını aldı. Çıktı. Efser karşıma geçti. Ben kuvvetsiz, sarhoş, gazup, mağlûp, intikamı alamayanlara mahsus olan o acı yeise, ümitsizliğe kapılmış kanepenin üzerine yığıldım. Oda, tavan, duvarlar etrafımda dönüyordu. Kalkmalı, onun üzerine hücum etmek istiyordum. Fakat muktedir değildim. Hatta parmaklarımı bile oynatamıyordum. Bazı kâbuslarda olduğu gibi tamamıyla hissediyor, fakat asla hareket edemiyordum. Bir müddet bana baktı. Korkunç, uzak memleketlere mensup bir manyatizör katiyetiyle şu emri verdi:

- Şimdi kımıldamayacak, söylenen şeyi anlamayacak kadar sarhoşsun. Yarın merak ettiğin şeyi öğrenirsin. Sakın bir rezalet çıkarma. Sabaha ancak iki saat var. Sabret.

Sonra ne oldu bilmiyorum. Gözlerim kapandı, sızdım.. Uyandığım vakit kendimi kanepenin dibinde, arka üstü uzanmış buldum. Başım çatlayacak gibi ağrıyordu. Dudaklarım yapışmıştı. Her tarafım acıyordu. Sanki ezilmiştim. Kalkmak istedim. Güçlükle doğruldum. Kanepenin üzerine oturdum. Acaba gece gördüğüm şey bir rüya, bir kâbus mu idi? Hizmetçi kıza seslendim; geldi. Hanımının nerede olduğunu sordum. Bidar Bey'le beraber sabahleyin erkenden çıktıklarını söyledi. Şaşırdım. Ne yapmak lâzım geldiğini tayin edemiyordum. Bir müddet donmuş gibi durdum. Sonra hırsımdan ağlamaya başladım. Hiddet, aciz, yeis, ümitsizlik içinde ağlarken aklıma intihar etmek geliyordu. «Bu ne muvafık!» Diyordum. Ağladım, ağladım, nihayet gözümdeki yaşlar bitti; kanepeye uzandım. Düşünmeye başladım. Aczimden iğreniyordum. Birden ayağa kalktım: «İntikamımı almalıyım! dedim. Fakat nasıl? İşte bunu düşünemiyor, bunu muhakeme edemiyordum. Kapı açıldı. Hizmetçi kız göründü. Elinde küçük bir zarf vardı: «Hanımefendi giderken bunu bıraktı. Size vermemi tembih etti. Deminden unuttum.» diye vererek savuştu. Hemen açtım, Okudum. Efser annesinin evine gittiğini, bugün Bidar'ın da İtalya'ya hareket edeceği, eğer namuslu bir adam olursam, hareketinin esbabını bana izah edebileceği, nazarında, namusumu kurtarmaklığım ancak kendisini boşamama bağlı olduğunu, yoksa bana cevap, izahat vermeye tenezzül etmeyeceğini yazıyordu.

Aylarca düşündüm. Uykusuz geceler geçirdim. Neler düşünüyordum. Hepsini öldürmek, sonra intihar etmek... Facialar yapmak! Evet, facialar... Hakikî beyaz bir Othello olmak! Her elemi, her matemi, her yeisi teskin, tedavi ettiği iddia olunan zaman geçtikçe, muhakememi iade etti. Sakinleştim. Hissetmeden düşünmeye çalıştım. Efser'in niçin bana karşı bunu yaptığım merak etmeye başladım. Merakım gazabıma galip geliyordu... Sekiz aylık bir ezalı hicrandan sonra onu boşamaya karar verdim. Artık her şeyi anlayacaktım. İhtimal onun boşanma arzusunu yerine getirdikten sonra tekrar birleşmek, barışmak mümkün olacaktı? Heyhat! Dargın kimdi, kimin barışması lâzım geliyordu? Bir sabah boş kâğıdım gönderdim. Üç gün sonra ondan uzun bir mektup aldım. Hıyanetinin esbabını anlatıyordu. İşte, azizim Müverrih Bey, bu mektubu aynen size yazıyorum. Rica ederim, dikkatle okuyunuz.

Beyefendi,

Bugün artık tamamıyla birbirimize yabancı bulunuyoruz. Boşanma ile beraber bütün müşterek mukadderatımız, karşılıklı vazifelerimiz iflas etti. Birlikte geçen hayatımıza ait hatıraları tekrar etmek tüylerimi ürpertecek derecede nefret verici ise de, yine vazife duygusu bu ıstıraba katlanmaya beni mecbur ediyor. Son vaadimi icra edeceğim. Edilen vaat bence bir vazife olmuş demektir. Size hareketimin, Bidar'la muaşakamızın sebeplerini izah edeceğim. Biliyorsunuz ki, Bidar bize geldiği zaman bir kız kadar mahcup, bir melek kadar âli, bir köylü kadar saf, mertti. Benim tahayyül ettiğim ahlâklı, namuslu gencin canlı bir resmi, bir timsaliydi. Onu küçük bir kardeş, onu muhterem bir mabut yavrusu gibi sevmeye başladım. Masumiyeti, doğruluğu, saf ahlâkı bende o kadar derin bir his uyandırıyordu. Hâlbuki siz, ahlâk iflâsına uğramış, bozulmuş, hayvanlıktan başka her şeyi kaybetmiş, berbat, tahammül edilemez bir adamsınız. Akın yanında kara nasıl vuzuh ile göze çarparsa, Bidar'ın yanında da sizin kokmuş maneviyatınız müteaffin bir levs harabesi gibi tezahür ediyordu. Ben sanki birden uyanmıştım. Sizin ruhunuzu görmek, tanımak istedim. Bu ruh, katiyen bir insan ruhu değildi. Sizde din, duygu, ahlâk, fazilet, teessür kabiliyeti yoktu. Bu bir domuz ruhu idi. Yalnız şehveti, hayvanlığı takdir ediyordu. İnsanlık şekliniz bu karanlık ruha ikinci bir karanlık daha ilâve etmişti: Bu da hodbinlik, hodgâmlıktı. Bana olan müfrit meylinize dikkat ettim. Tarassut ettim, tahlil ettim, tetkik ettim. Bunun da katiyen aşk olmadığını anladım. Meyliniz sırf şehvetten, bana münhasıran malik olmak gururundan hâsıl olmuş bir zevkten ibaretti. Hareketleriniz, konuşmalarınız, düşünceleriniz, hâsılı her şeyiniz gayri ahlâkî idi. Ben bunların hepsine tahammül edecek, sizi tashihe çalışacak: «Talihim! Talihim!» diye müteselli olacaktım. Fakat o geceki şenaatler üstünde ahlâksızlığınız... «Hangi gece?» Diye düşünmeye lüzum görmezsiniz sanırım. İyice hatırladınız. Ah, işte hâlâ yüreğim çarpıyor. Ellerim sararıyor, yüzümün kızardığını duyuyorum. Evet, bana karşı en umumî, en hayâsız bir kadına lâyık görülemeyecek bir harekette bulundunuz. Çılgınca bir itisaf ettiniz. Bidar'ın bu cinayette isteyerek bir dahli olmadığına kani idim... Ah, kalbimden, ruhumdan vurulmuştum... Lâkin elemimi, tahammül edilmez kalp ağrımı büyük bir metanetle sakladım. Sizden intikam almaya karar verdim. Sizin bütün maneviyatınızın muhassalası hodgâmlık, şehvetti. Size başkasıyla muaşaka ettiğimi gösterince, birincisini yaralayacak, sizden ayrılınca, ikincisini yıkacaktım. Ben de böyle hareket ettim. Bidar şüphesiz odamıza kendi kendine giremezdi. Mutlaka onu siz getirmiş, bu korkunç ahlâksızlığa teşvik etmiştiniz. Buna kani idim. Aklında, hatıramda vaktiyle derin bir iz, bir nefret duygusu bırakan bir vak'a bana plân hizmetini ifa etti. Bu Candole'ün hikâyesi'ydi. Kütüphanemden Herodot'un tarihini aldım. Bu vak'ayı belki yüz defa daha okudum. Candole'ün ahlâksız hodbinisi de tıpkı sizinki gibiydi. Hatta dekorlar bile benziyordu. Sanki bu müstehcen piyesi binlerce sene sonra siz tekrar oynamak istediniz. Mahvedilen bendim. İlk sahnesini, ilk perdesini oynadığımız bu piyesin, ikinci perdesini itmam etmek hakkı bana isabet ediyordu. Bana bir aktör, bir intikam şeriki lâzımdı. Bu da ancak Bidar olabilirdi. Ben onu nasıl kandıracağımı düşünür, size emelimi ihsas etmemeye çalışırken, siz her şeyden habersiz, yine o mahut, adî sıfatınızla, hani o ancak bir dondurma, bir yemek, bir tatlı için kullanılan kelimelerinizle beni metheder: «Ah Efserciğim; ne nefis, ne lezizsin!» diye hayvanlığınızın tufanı içinde bağırırdınız. Bir gün siz, yoktunuz. Bidar'ı yalnız yakaladım. Odamıza götürdüm. Girmeğe tereddüt ediyor: «Salonda otursak...» diyordu. Gündüz yatak odasıyla salonun pek farklı olmadığını, lâkin geceleri büyük bir fark olması lâzım geldiğini manalı bir tebessümle söyledim. Cevap veremedi. Ona meseleyi doğrudan doğruya açsam, inkâr edecek, belki bu müşterek intikama rıza göstermeyecekti. Pencerenin içinde duran Herodot'un tarihini aldım.

- Size bir şey okuyacağım, fakat dikkatle, gayet büyük bir dikkatle dinleyeceğinizi vaat eder misiniz? diye sordum.

Biraz mütereddit:

- Vaat ederim! dedi.

Kanepeye oturduk. Son derecede dikkat etmesini tekrar rica ettim. Yirminci sahifeyi açtım. Kelimeleri müfrit bir vuzuhla telaffuz ederek, cümlelerin nihayetinde manalı tevakkuflarla durarak okumaya başladım. Okuduğum yer ancak bir buçuk sahife idi. Bu bir buçuk sahifeyi işte aynen, harfi harfine, size tercüme ediyorum:

«8. Bu hükümdar zevcesine o kadar meftun idi ki, onu dünyanın en güzel kadını sanıyordu. En ehemmiyetli sırlarını tevdi ettiği, çok sevdiği zabitlerinden birisine Vasilüs'ün oğlu Giges'e şiddetli sevdasına zebun, zevcesinin güzelliğini mübalâğa ederek anlatırdı. Az vakit sonra Candole (felâketten içtinap edemiyordu.) Giges'e şu nutku irat etti: «Bana öyle geliyor ki, zevcemin güzelliği hakkında benim söylediklerime inanmıyorsun. Gözler kulaklardan daha çabuk inanır. Ne yapıp yapıp onu çıplak görmeğe çalış.»

Giges:

- Ne akıl almaz söz haşmetmeab! diye haykırdı. Bunu düşünmediniz mi? Bir esire melikesini çırılçıplak görmesini emretmek! Bir kadının, üstünden, hayâsını esvaplarıyla beraber çıkardığını unuttunuz mu? Takibe mecbur olduğumuz ahlâk, edep kaideleri içinde en mühimi bir adamın kendisine ait olmayan kadına bakmamasıdır. Bütün kadınların en güzeline malik olduğunuza samimiyetle mutmainim. Fakat yalvarırım, benden böyle ayıp bir şey istemeyiniz.»

«9. Kralın teklifini, başına bir felâket geleceğinden korkan Giges, böyle reddediyordu. Kral: «Emin ol Giges, dedi, ne Kralından kork, (bu teklif senin için bir tuzak değildir) ne Kraliçenden. O sana hiçbir fenalık yapmayacak. Öyle bir tertip yapacağım ki, hatta senin kendisim gördüğünü bilmeyecek. Seni yattığımız odaya, açık kalan kapının arkasına saklayacağım. Kraliçe, çok geçmeyecek beni takip edecek. Methalde bir yer vardır ki, soyundukça esvaplarını oraya koyacak. Böylece onu tamamıyla görebileceksin. Soyunduğu yerden yatağa doğru ilerleyeceği vakit, arkası senden tarafa dönmüş olacağından, bu esnada görünmeden dışarı çıkıyer.»

«10. Giges, bu tekliften yakasını kurtaramadı. İtaate mecbur kaldı. Candole, onu yatılacak saatte odasına götürdü. Kraliçe gecikmedi, geldi. Giges soyunurken onu seyretti. Yatağa gitmek için arkasını dönerken yavaşça dışarı çıktı. Fakat Kraliçe, Giges'i çıkarken gördü. Kocasının yaptığını anladı. Bu hareketi sükût ile hazmetti. Candole'den intikam almaya karar vererek bir şey bilmiyormuş gibi göründü. Zira bütün eski kavimlerde olduğu gibi Lidyalılarca da çıplak görünmek, hatta bir erkek için bile en büyük fezahattir.»

«11. Kraliçe fikrini belli etmeyerek müsterih kaldı. Fakat sabah olunca en sadık zabitlerinin muavenetini temin etti. Giges'i çağırdı. Giges Kraliçesinin işten haberdar olmasına ihtimal vermeyerek, her vakitki gibi emrine tebaan geldi. Huzuruna çıkınca bu melike ona dedi ki: «Giges, işte iki yol ki, birisim takip etmeye müsaade ediyorum. Hemen şimdi karar ver. Ya Candole'ü katledip benimle evlen, Lidya tahtını eline geçir. Yahut çabuk bir ölüm, Candole'ün hukukuna küçük bir riayet için, bundan sonra seni yasak olan bir şeye bakmaktan menedecek. İkinizden birisinin mahvolması lâzımdır: Ya, ahlâkı tahkiren sana bu tavsiyesi veren yahut beni çıplak gören sen!»

Giges, biraz dilsiz gibi durdu. Sonra böyle bir intihaptan affı için yalvardı. Kraliçeyi tatmin edemediğini, mutlaka kendisini öldürmek yahut Kralı katletmek lâzım geldiğini görünce kendi hayatını tercih etti. Kraliçeye: «Mademki, dedi, arzuma muhalif olarak efendimin katli için beni icbar ediyorsun, öğret bana, nasıl onun üzerine elimi kaldıracağım.»

- Beni sana gösterdiği aynı yerde üzerine atılacaksın, uyurken hücum edeceksin.»

«12. Kraliçe böylece Giges'i tuttu. Onun hiç kurtulmak çaresi yoktu. Ya kendisini, ya Candole'ü mahvetmek lâzım geliyordu. Kraliçe gece olunca onu elinde bir hançerle oraya, kapının arkasına soktu. Candole henüz uyumuştu. Giges onu hançerledi. Karısını, tahtını zaptetti...»

Kitabı kapayarak yanıma koydum. Bidar'ın yüzüne baktım. Sapsarı idi. Titriyordu. Teselli verdim:

- Sizde kabahat yok, dedim; nafile sıkılıyorsunuz. Kabahat tamamiyle Candole'dedir.

Bidar hiçbir şey söylemedi. Biraz dalgın durdu. Sonra birden diz çökerek ayaklarıma kapandı, af istemeye başladı. Ellerinden tuttum, kaldırdım. Yanıma oturttum.

- Siz susunuz, bana müsaade ediniz, diye ağlamaya başladım. Mebzuliyetle akan göz yaşları, birbirini takip eden hıçkırıklar arasında sordum:

- Giges benim intikamımı alacak mı?

Zavallı saf! Bütün bütün sarardı. Ölecek zannettim. Dudakları titriyor: «Oh, mümkün mü? Kan, kan bir cinayet!» Diyordu. Ben elimin tersiyle gözyaşlarını silerek ahlâkî ruhumun nasıl yaralandığını anlatmaya başladım. Söylüyor, söylüyor, elemle, teheyyüçle hıçkırıyordum. Eğer Can-dole'den intikam almazsa, vakıa kendisine bir şey yapamayacağımı, fakat behemehal kendimi öldüreceğimi söyledim, onu inandırdım. Sizi intikam için öldürmeye lüzum yoktu. Bir darbe ile ahlâksızlığınızın cezasını vermek kâfi idi. Bu da evvelâ hodbinliğinize indirilecek bir darbe ile başlayacaktı. Sonra boşanma, sonra Bidar'la izdivaç... Sizin üstünde oturulacak bir tahtınız yoktu... Hâsılı Bidar'ı kandırdım. Aramızda gayet muazzam bir sevişme başladı. Bu hakikî bir aşk idi. Asla sizin hayvanlığınıza benzemiyordu. Sanki tatlı, kıymetli bir şiir mecmuası içinde yaşıyorduk. Benim için pek lezzetli olacak intikam saatini tayin etmeye çalışıyorduk. Yukarıda yazdığım gibi planımı Herodot'un kitabından çıkardım. Yalnız, Bidar, Giges gibi, sizi öldürmeyecekti. Benimle gayri meşru bir temasta bulunuyor, beni -Fransızca manasıyle- öpüyor gibi görünecekti. Bu hali size bir cürmümeşhut gibi gösterecek, hodbininizi insafsızca yaralayacaktık. Bütün itminan içinde sizi bir müddet mustarip ederek boşanmayı temin edecektim. İşte bu da oldu. Evlenmemizi bekleyebilirsiniz. Şunu da biliniz ki, bu güne kadar Bidar bana elini sürmedi. Yatakta onu benimle yatıyor görmüştünüz. Fakat bu hazırlanmış bir tablo idi. Hatta o kadar hazırlanmış ki, fazla vak'alı, entrikalı olsun diye, o gece dışarı çıkarken, zorla size revolverinizi vermiştim. Hâlbuki fişeklerini gündüzden çıkarmıştım. Bidar'a attığınız kurşunlardan hiç biri ateş almadı. Hatırlıyorsunuz ya? Hâsılı benim maksadım sizin adiliğinizden, ahlâksızlığınızdan doğan içten, yıkıcı hiddetimi teskin etmek, sizden intikam almaktı. Yoksa namussuzluk, nefsine uymak, aşk falan değil... Namussuzluğu katiyen kabul etmem! Eğer namussuz yaşamaya biraz istidadım olsaydı, sizinle yaşardım. Ben gayet namuslu bir kadındım, daima namuslu kalacağım. Bana yaptığınız itisafa mukabil, hayvanlığınızı yaralamak, boşanmayı teinin etmek için size gösterdiğim yatak tablosu hakikatte eflâtunî idi. Siz anlayamadınız. Bununla beraber, o gece benim yatağımda gördüğünüz adam yarın meşru kocam olacaktır. Artık en mülevves, hodbinane bir inanış, ahlâka uymaz boş bir iftira derecesini asla tecavüz etmeyecektir.

Efser Bidar

Bu mektubu okuduktan sonra, hayretten, şiddetten büsbütün sersemleşmiştim, İçimdeki acı büyüyor, daha zehirli bir tesir hâsıl ediyordu. Tamamıyla mağlup idim: Kımıldanamayacak derecede yaralanmıştım. Hemen o meşum Heredot'un tarihi aldım. Ömrümde ilk defa bu kitabı görüyordum. Yirminci sahifeyi açtım. Okudum. Ne benzeyiş! Oh, bu tıpkı, tıpkı benimki, benim hareketimdi. Ben de biçare Candole gibi onun emsalsiz güzelliğini ikinci bir şahide göstermek, harikulade meftunluğumu tatmin etmek istiyordum. Fakat o... O... Barbar mahlûk bunu bir cinayet telâkki etti. İntikam aldı. Vakıa beni öldürtmedi. Keşke öldürtseydi... Bu kadar mustarip olmaz, azabın Candole'ünkü gibi bir iki dakikalık geçici bir hançer darbesinden, acısından ibaret kalırdı. Halbuki bana vurulan intikam hançeri Candole'ün nasibinden daha müthişti. Ben sağ, aciz kalıyordum İfratla perestiş etmekten başka bir kusurum olmadığı halde o vücudun Giges'e ait olduğunu görüyorum. Evet, bu mektuptan bir ay sonra Bidar'la evlendiler. Aradan seneler geçti. Ben ise hâlâ her sabah uyanırken, her gece yatarken elimden kaçırdığım Efser'i tahayyül ederek ruhumun derinliğine namütenahi, zehirli hançerlerin saplandığını duyuyorum. Mukaddes kitaplar tarafından tasvir olunan cehennemlerin o öldürmeyen, fakat asırlarca yakıp kavuran ateşi gibi bu hançerler beni her gün öldürmeden kıvrandırıyor, çırpındırıyor.

Unutmak, maziye lâkayt kalmak, ehemmiyet vermemek istiyorum, Fakat mümkün mü? Duygularımıza, düşüncelerimize galebeyi arzu etmek kadar masumane bir hülya olamaz. Unutmak istedikçe daha ziyade Efser'le, Bidar'ı düşünüyorum. Ye'simi en ziyade şiddetlendiren şey hiç kabahatim olmamasına inamcımdır. Ben ne yaptım? Binlerce sene evvel bir başkası tarafından izhar olunmuş bir aşk hadisesini haberim olmadan, gayri ihtiyarî tekrar ettim. Maziyi dolduran namütenahi vak'alardan birisi benim başımda tekerrür etti. Ah, söyleyiniz, hiç kabahatim, kusur sayılacak bir cürmüm var mı? Bu ezelî tekerrüre ben nasıl mani olabilirdim? Mazide barbar, vahşî kavimlerin, bizimkiler gibi hiçbir hakka, tabiata istinat etmeyen münasebetsiz itikatları olduğu gibi, Hint, Yunan medeniyetleri gibi insanın sevkıtabiîlerini tahkir etmeyenler de vardı. Onlar çıplaklığı bir fezahat değil, hatta cinsin muhafazası için en âli, en esaslı bir safhası olan tenasül fiilini saklanılacak bir cinayet telâkki etmeyerek alenen takdis, tahsin ediyorlardı. Hâlbuki bugün bu tabiî, bu medenî günlerden ne kadar uzağız.

Elde olmayan bir tekerrür affedilmez bir cinayet sayılıyor. Medeniyetimiz suni bir vahşete, cehalete, zulmete doğru gidiyor. İşte ben de bu cehaletin yaşayan bir şahidiyim. Şimdi sevgili müverrihim «Tarih ezelî bir tekürrürdür» fikrinize ne kadar samimiyetle iştirak ettiğimi, iştirak etmekte ne kadar haklı olduğumu anladınız ya? Artık müsaade ediniz de susayım. Hür düşüncelerin, vicdan cesaretinden mustarip olan biçarelerin, bilhassa zavallı kendimin tesellisi kabil olmayan matemlerini tutayım...

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Ruzname (Balkan Harbi)


Hikayenin Adı : Ruzname (Balkan Harbi)

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Bu günlük Ömer Seyfettin'in bir asker olarak katıldığı ve Yunanlılara esir düştüğü Balkan Savaşı esnasında tuttuğu Balkan Harbi Ruznamesidir. Yazar günlüğünde 27 Eylül-1328/1912-15 Kasım 1329/1913 tarihleri arasındaki on dört ay müddetince yaşadıkları.

Dün Karaburun 'dan geldik. Galiba bu gece şimendifere bineceğiz. Karadağ ilânı harp etti. Bulgaristan ve Sırbistan henüz susuyorlar. Kimi gördümse

- Mutlaka harp olacak!...

Diyor. Ben hâlâ ümit ediyorum. Niçin harp olacak? Buna aklım ermiyor. Otuz dokuzuncu alayın üçüncü taburundayım. Askerî hastanenin arkasındaki viranelikte oturuyoruz. Çadırlarımız intizamsız fasılalarla kurulmuş. Yüzbaşım Faik Efendi, Selanikli. Kısa, tombul, kuvvetli bir çocuk. Lâkırdı söylerken sesi titriyor. Bu hâl kalbinin iyiliğine, yani ruhunun hafifliğine delâlet eder. Terbiye ve harekâtı askerî olmaktan ziyade mihanikî. Hemen bütün bölüğü o idare ediyor. Ben daha misafirim. Neferleri tanımıyor, isimlerini bilmiyorum. Demek muharebe olursa son derece münasebetsiz şartlar dahilinde ateşe gireceğim.

1 Teşrin-i Evvel (Ekim)

Ordugâhtayım. Burası Köprülünün iki saat ötesinde bir vadi. Bir yayla... Soğuk ve rutubetli. Hâlâ harbi bekliyoruz. Benim gözlerim ağrıyor, nezleyim. Ne düşünüyor, ne hareket edebiliyorum.

4 Teşrin-i Evvel, Köprü

Diyorlar ki "Harp başladı..." Fakat kimsenin bir şeyden haberi yok. Ne telgraf geliyor, ne gazete. Bugün nöbetçiyim. Şimdi, yani gece yedide hareket emri verildi. Çavuşlara ve saireye lâzım gelen tembihleri verdim. Yarın Güzeyil'e gideceğiz. Bu küçük bir köymüş.

Umumî harekâta dair bize hiç malumat verilmiyor. Her gün bir alay emir neşrolunuyorsa da bir şey anlamak mümkün değil.

5 Teşrin-i Evvel

Bu sabah alaya hareket ettik. Hava güzeldi. Şimdi karargaha geldik. Henüz çadırlar kurulmadı. Ben çok yorgunum. Yorgunluktan biraz başım ağrıyor. Yolda mola ederken bir “Turan” gazetesi bulduk. Tarihi 2 Teşrinievvel idi. Bulgaristan’ın, Sırbistan’ın münasebetlerini kestiklerini yazıyordu. Hatta Vedranye civarında bir muzafferiyet haber veriyor.

Karadağ’ da yine muzafferiyetler…

Yolda küçük bir çiftliğe rast geldik. Yarıcıları Bulgar olacak. Eski ve viran kilisesi var. Etrafında birkaç asker duruyordu. Niçin orada bulunduklarını sorduk. Meğerse bir Osmanlı Bulgar neferi çok rakı içmiş. Ve yolda yürürken birden düşmüş ve ölmüş. Çiftlikte papaz aramışlarsa da bulamamışlar.

Bizim bölüğe yeni gelen Bulgarlar ölüye doğru soğuk soğuk baktılar ve hiçbir teessür göstermeksizin yollarına devam ettiler.

Burada, Güzeyil karargahında bakalım kaç gün kalacağız.

Neferlerde büyük bir neşe yok. Zabitler de öyle. Fakat korku ve yeis de yok. Yemek içmek meselesi güçleşti. Dün yemek ve çorba tuzsuzdu. Köprülü’ de tuz bulunamadı. Zabitler candan ve gönülden çalışıyorlar. Yahut ben öyle görüyorum. Bunun en büyük sebebi amirlerin iktidarsızlıkları… Amirler, hatta karargah için verdikleri emri bile icra olunmadan değiştiriyorlar. Fırka emrini okudum, güzel yazılmıştı. İnşallah erkanı harplerimiz muktedirdirler.

İşte yorgun ve umutsuz bir dua…

Erkanı harpler, amirler, kumandanlar, zabitler ne olursa olsunlar, Balkan Harbi’nde ancak bir şekil bulunacaktır.

Ya Bulgarlar bizi ezip geçecekler, yahut biz onları ezeceğiz.

Ve bu ezmek hadisesine en az girecek şey de fen, harbin o meşhur fenni olacaktır.

10 Teşrin-i Evvel


Dün buraya gelmiş ve portatif çadırlarımızı kurmuştuk. Top ve tüfek sesleri işittik. Gece hareket emri verildi. Şimdi yola düzüldük. Yine nereye gidiyoruz bilmiyoruz. Garibi şu ki erkanıharpler de bu muammayı bilmiyor. Yolda bizi görünce şaşırdılar.

***

Bugün muharebeye girdik. Daha düşmanı görmeden dört kişi mecruh bıraktık. Üçü öldü. Topçuların muhafızıyız. Topçu mevziinden düşmanın kaçtığını gördük. Ve dürbünle takım çavuşlarımıza gösterdik. O kadar sevindiler ki... Sevinçlerinden avazlarının çıktığı kadar bağırdılar. Biz boyuna top atıyoruz, fakat onlar niçin atmıyorlar?

***

Ayın kaçı? Bugün ne? Bilmiyorum. Benimle beraber kimse de bilmiyor. Ne felaket yarabbi! Ric'atin, inhizamın en çirkinini gördüm. Bugün burada, Köprülünün önündeyiz. İkinci fırka kaçtı. Yalnız biz, nizamiye fırkası kaldı. Birden ric'at emri verildi. Hep kendimizi galip sanıyorduk. Meğer müthiş surette mağlup imişiz. Toplar filan hep kaçtı. En nihayet bizim tabur kalmıştı. Biz de çekildik. Bütün gece, tam on iki saat yürüyerek sabaha yakın Kiliseli'ye geldik. Oradan dün sabah kalktık. Buraya döküldük. Yolda uzun bir muhacir kafilesine tesadüf ettik. Oh ne felaket! Kadın, çoluk, çocuk tam beş bin ev imiş."

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Rüşvet


Hikayenin Adı : Rüşvet

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Çarşı meydanının büyük çınar ağaçları, yere düşen gölgelerini alacalandırarak, fısıldıyorlardı. Kuvvetli bir rüzgâr esiyordu. Avukat Hacı Namık Efendi, kağıtlarım uçmasın diye, zümrüt bir kameriyeye benzeyen küçük dükkanının camlarını indirdi. Sonra gitti, açık kapıyı iterken heybesi omuzunda, semerli atının yuları elinde, sarıklı, kısa boylu yuvarlak bir köylünün yaklaştığını gördü:

— Merhaba Ali Hoca, dedi, böyle vakistiz ne arıyorsun burada? Daha pazara iki gün var...

Köylü, siyah sivri iki noktaya benzeyen mini mini gözlerini daha fazla küçülterek:

— Aleyküm selam, Namık Efendi! Belaya düştüm. Bir dava için geliyorum...

Diye başını salladı.

— Ey, gel, biraz konuşalım bakalım.

— Konuşalım.

— Derdini anlat bana bakayım.

— Senden başka zaten kime anlatacağım?

Atının yularını peykenin destek direğine bağladı. Küçük dükkana girdi. Ceviz yazıhanenin sağındaki hasırlı alçak sedire oturdu. Heybesini yanına koydu. Namık Efendi'nin uzattığı tabakadan sigara sararken davasını anlattı. Hasmı, köyün muhtarı Huysuzoğlu'ydu. Ona ait bir arsanın üzerine Ali Hoca vaktiyle bir bina yaptırmıştı. Şimdi o, neden sonra bu binayı kabullenmeye kalkıyordu. Halbuki bina kimin ise, yerde onun demekti... Namık Efendi kır sakalını kaşıdı. Gözlüğünün üstünden bakarak:

— Sen haksızsın Ali Hoca! dedi.

— Haksız myım?

— Evet.

— Hayır, ben haklıyım. Neye binayı yaparken sesini çıkarmamış?

— Çıkarmasın.

— Ben haklı olduğumu biliyorum, Namık Efendi. Davadan vazgeçmem.

— Kaybedeceksin!..

— Edeyim, zararı yok. Ama davadan vazgeçmem.

Namık Efendi haksız davaları alamazdı. Ali Hoca'nın vekâlet teklifini reddetmek istiyordu. Fakat, "Bozoyük" köyünün halkı otuz senelik müşterileriydi. Eşek, ahırını beller gibi onun dükkanını bellemişler, hükümetteki her işleri için ona müracaatı âdet edinmişlerdi. Kışlık zahîresi de hemen hemen tamamıyla oradan gelirdi. Nihayet:

— Pekala, senin bu işine bakayım. Kaybedince bana darılmayacaksın! dedi.

— Darılmam, ama neye kaybedeceksin?

— Çünkü haksızsın.

— Hâkime güzel bir koç göndersem?..

— Ne?..

— O vakit davayı kazanamaz mıyım?

— O vakit hiç şüphesiz kayberdersin işte!..

— Niçin?

— Yeni hâkim senin bildiğin adamlardan değil...

— ....

Ali Hoca avukatının heyecanını anlayamıyordu. Ondan yeni hâkimin medhini uzun uzadıya dinledi. Bu zat rüşvetin, hediyenin korkunç bir düşmanıymış! En haklı bir davacı kendisine rüşvet vermeye teşebbüs etse, o saatte onu haksız çıkarırmış! Ali Hoca:

— Allah böyle doğruları dünya yüzünden eksik etmesin!

Diye dua etti. Namık Efendi:

— Amin, amin!

Dedi. Davaya, doğruluğa dair bir saat kadar konuştular. Vekâlet için anlaştılar. Avukat ümitsizdi. Bu işi hatır için alıyordu. Haksızlık o kadar meydanda idi ki...

İki hafta sonra, aynı saatte Ali Hoca, yeşil boyalı dükkanın kapısında göründü. Namık Efendi bir arzuhal yazıyordu. Gözlüğünün üstünden müşterisini görünce güldü:

— Hoşgeldin be! Ne dersin, davayı kazandık!

Dedi. Bu kadar haksız bir hükmü hâkimin nasıl verdiğine bir haftadır şaşıyordu. Ali Hoca soğukkanlı:

— Benim gönderdiğim koç sayesinde kazandık! cevabını verdi.

— Ne!.. Sen hâkime bir koç mu gönderdin?

— Evet.

— Buna cesaret ettin ha...

— Evet, ama sen bana "Rüşvet düşmanıdır, kim hediye verirse haksız çıkar" dememiş miydin?

— Evet.

— Ben de koçu gönderirken kendi ismimi vermedim.

— Ya ne yaptın?

— Hasmım, muhtar Huysuzoğlu'nun ismini verdim.

— !!!...

İhtiyar avukatın kalem elinden düştü. Arkasına dayandı. Karşısında parlayan mini mini siyah gözlere bakakaldı. Meydandaki büyük çınar ağaçlarının derin fısıltıları, kapıda ayakta duran Ali Hoca'nın yanlarından, tepesinden, bacaklarının arasından giriyor, duvarlarına eski vilayet gazeteleri yapıştırılmış dükkâncığın içini dolduruyordu...

26 Ağustos 2019 Pazartesi

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Primo Türk Çocuğu


Hikayenin Adı : Primo Türk Çocuğu

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Serin ve karanlık eylül gecesinin yıldızsız seması altında Selanik, sanki gündüzki heyacanlardan , gürültülerden yorulmuş gibi , baygın ve sakin uyumaktadır.Rıhtım tenhadır. Olimpos Palas’ın , Kristal’in, Splandit Palas’ın,diğer küçük gazinoların lambaları çoktan sönmüştür.Tramvay yolunu tamir için yığılmış parke taşlarının ilersinde,denize inen küçükmerdivenin başında,hareketsiz bir gölge dimdik durmaktadır.Gölgenin sahibi tahsilini Paris’te bitirip daha sonra dolgun bir maaşla İzmir’egiden ve orada aşık olduğu güzel bir İtalyan kızı olan Grazia ile evlenen genç mühendis Kenan Bey’dir.Kenan Bey Türklüğe, yani medeniyetsizliğe karşı olan garazi Avrupalılara, onların adetlerine, ananelerine, terbiyelerine,cemiyetlerine hayran olan ve bunları uygulayan kişiliği ile tanınmaktadır. Nazik ve şendir. savaşa tamamen karşıdır. İşte bu gece Kemal Bey kırk sekiz saat boyunca işittikleri,gördükleri gazetelerde okuduklarının etkisindedir. Son derece rahatsızdır. Çünkü savaş çıkmıştır. İtalya Trablus’a saldırmıştır. Hayran olduğu, insaniyte hizmet ettiğine inandığı Avrupalıların önceden önem vermediği hatta bazen çok doğal bulduğu hareketleri aklına gelmektedir.

İlk Fransa’yı hatırlar. Daima fazilete, insaniyete hizmet ettiğini haykıran bu millet, yüz senedir Afrika’yı kana boyamakta, masum, silahsız insanları öldürmekte onları esir edip hayatlarını, ruhlarını zaptetmektedir. Daha sonra İngiliz’leri düşünür ve İspanyol’ları, Almanları hatta Belçika ve Portekiz’lileri en sonunda da İtalyan’ları düşünür. Hepsi aynıdır. Kenan Bey yıllarca ruhunu zapteden bu toplumun, Avrupalıların naçiz bir kulu, hizmetcisi olduğunu düşündükce kahrolmaktadır. Düne gelinceye kadar kendisine bile Türküm demeye sıkıldığını ve bu memlekette kendisi gibi tarihinin büyüklüğünü, mazisinin şerefini, dedelerinin şanını bilmeyen, inkar eden, milliyetinden uzak ve hatta utanan nekadar Avrupalılaşmış renksiz olduğunu düşünerek yürür. Evine gitme düşüncesinden uzaktır. Şuursuz bir şekilde Splandi Palas’ın önüne gelir. Bir odaya çıkar ve yatağa uzanır. Yaşadığı olaylar onu şaşırtmış, mevcudiyetini perişan etmiştir. Hakaretin, tecavüzün, itisafın şiddetinten ansızın uyanan millet, İtalyan mektebinin, acentasının, hastanesinin, hatta konsolosluğunun armalarını parcalamış, bayrak direklerini kırmış, sancaklarını yırtmıştır. Ne kadar İtalyan varsa şüphsiz kovulacaktır. İtalyan dostu görünecek bir Türk şüphesiz lanetler, nefretler, içinde tahkir olunacak, memleketten dışarı çıkarılacaktır.

Başı ağrımakta başını arısından gözleri yaşarmaktadır. Yüzükoyun döner, gözünün önüne zevcesi, çoçuğu, evi gelir. O hiç böyle bir günü düşünmemiş bu ana kadar mesut yaşamıştır. Avrupadan geldiği seneyi, gençlik ve bekarlık günlerini hatırlar. Bir İtalyan’la izdaviç etmek, hayatını birleştirmek ona doğal görünmüş, hatta iftihar edebilecek bir mumtazlık gibi gelmiştir. Gerçi Grazia ile evlenmek istediğinde Grazia’nın babası Kenen Bey’in Türk oluşından dolayı bir barbar, bir medeniyet düşmanına kızını vermei şiddetle reddetmiştir. Daha sonra ise gerek kişisel menfaatlerini gerekse kızıyla yaptığı bir konuşma sonrasında Kenen Bey’i Rumeli ve Anadolu’da Türk namı altında yaşayan onyedi milyon Rumdan biri olarak değerlendirir. Zira ona göre Türkiye’de sultanın ailesinden başka Türk bir familya yoktur. Bu düşünceler doğrultusunda Kenan Bey’i kızıyla birlikte hayallerinde Rum olarak kabul eder ve bu evliliğe izin verir. Kenan Bey’le Grazi’nin evliliklerinin ilk iki yılında iki erkek çoçukları olmuştur. İtalyan adetlerini takip ederek çoçuklarını numara ile çağırırlar. ‘Primo! Sekundo!’ Sekundo hastalanır ve ölür. Grazia’nın babası Mösyö Vitalis Meşrutiyetin ilanından sonra Türkiye’de işlerin iyi gitmeyeceğini düşünerek İtalya’ya gider ve çiftlik alarak oraya yerkeşir.

Kenen Bey babasının Grazia’yı ve kendisini İtalya’ya çağıracağını düşünür, ne yapacaktır? Gitmeyeceği kesindir. Grazia’nın kendi tabiiyetini bırakmaya razı olup olmayacağı aklına gelir. Çoçukları ve mutlu bir evlilikleri vardır. Birbirlerini çok sevmektedirler.

Şakaklarından soğuk terler akmaya başlar. Mendiliyle yüzünü siler. Sabah olmaktadır, ayağa kalkar uyuyamamaktadır. Otelin kapısından çıkar, tranvaya biner ve yalısına gelir. Kapıyı hizmetçi kız acar. Grazia ve Premo evde yoklardır. İki yol sandığı dikkatini çeker. Grazia’nın yolculuğu düşündüğünü anlar. İlk defa görüyormuşcasına duvarlara , perdelere, eşyalara bakar. Türk hayatına Türk ruhuna ait bir gölge bir çizgi yoktur, birden Bursa’daki çoçukluğunun geçtiği baba evini hatırlar. Merdiven başındaki, ceviz ağcından eski ve guguklu saati, yaldızlı kafesin içindeki sürekli öten kanarya kuşunu ve babasının odasını düşünür. Alçak sedirler ve kalın halılarla döşeli, vişne renginde perdeleri, duvarlarında asılı olan iğri ve altın kakmalı kılıçları, kamaları düşünür ve en önemlisi bu odadaki baş sedirin üstündeki etrafı ipekten ve sırmalı çevrelerle süslenmiş, mert bir Türk ruhundan saçılan iffet, namus, metanet, istiğna tavsiye eden mısraların yazılı olduğu levhayı hatırlar. Mısralardan bazıları aklına gelir.

‘Geçme namerd köprüsünden, koparmasın seni!’
‘Korkma düşmandan, ki ateş olsa yandırmaz seni!’
‘Müstakim ol, Hazreti Allah utandırmaz seni!’

Babası ne kadar genç dururdu. Gelen misafirlerde, ağalarda ona benzerdi. Bu levha güya kalplerin, ahlaklarının tercümesiydi. Başı yeşil örtülü annesiyle daima yere bakan, omzunda hale gibi pembe bir atkı taşıyan mukaddes hemşiresini düşünür. Tahsilde iken annesi ve babası ölmüş, amcasının yanına giden hemşireside oranın yerlilerinden bir beyle evlenmiştir. Kendisi on senedir ne Bursa’ya gitmiş, ne akrabalarını görmüş, hatta mallarını bile İstanbul’dan gönderdiği bir vekil vasıtasıyla satmıştır. Kenan Bey düşünür, düşündükce iki gündür farkına vardığı mevcudiyetinin aşağılığını, sefaletini, adiliğini anlar, unuttuğu milliyetinin kıymetini takdir edemediği esasları için acı bir matem duyar. Vicdan azapları içinde geçen yarım saat ona bir gün gibi görünmüştür. Kapı zili çalar. Grazia gelmiştir. Ona sabah aldığı kararı nasıl söyleyeceğinin sıkıntısı içindedir. Grazia Kenan Bey’e dün gece niye gelmediğini ve onu çok merak ettiğini söyler. Kenan Bey işi olduğunu ve bir otelde kaldığını söyler. Grazia ilan olunan harpten bahseder. Grazia sabah tercüman ile konuştuğunu hiç kimsenin bilmediğini, gazetelerin yazmadığı havadisleri öğrendiğini söyler.

Avrupalılar aralarında Fransa’ya Fas’ı, Almanya’ya Anadolu’yu, İtalya’ya Trablus’u, İngiltere ve Rusya’ya da Acemistan’ı taksim etmişlerdir. Birkaç ay sonra Rumeli’nin her tarafında bombalar patlayacak, Girit Yunanistan’a bağışlanacak, Arnavutluk’a, Makedonya’ya , Suriye’ye, Arabistan’a muhtariye verilecektir. Sultanlık avrupalıların himayesine alınarak Türkiye’de de ‘Beynelminel bir idare’ tesis olunacaktır. Avrupa’nın programı budur. Grazia bunları çabuk anlatır, tercümanın korkularını tekrar eder. Şimdi hükümet genç Türklerin elindedir. İki üç ay içinde Selanik’i terkedip İstanbul, İtalya ve yahut başka bir Avrupa memleketine gidilmelidir, pasaportları bile hazırllatmıştır. Grazia Kenan Bey’e ne zaman hareket edebileceklerini sorar. Kenan Bey buradan bir yere gitmeyeceğini söyler. Grazia inanamaz. Peki ben diye sorar. Sen de... bu sırada Primo içeri girer, yavaş yavaş yürümektedir. Annesi ona hiddetli ve sert bir tavırla önemli bir konu konuştuklarını söyleyerek dışarı çıkarır. Oysa primo olayların farkındadır. Çünkü sabah mektebe gitmemiş Rum çoçuklarıyla rıhtımda balık tutmaya çalışırken mektep arkadaşlarından Orhan’ı görmüş ve yanındaki biraz büyükce olan bir Türk çoçuğuyla tanışmıştır. Bu bir Türk paşasının oğludur. Orhan Primo’ya sorar,

‘Senin baban Türk değil mi?’
Primo biraz kızararak niçin soruyorsun ? der .
Soruyorum , neye inkar ediyorsun? Senin baban Türk mühendisi değil mi?
‘Evet...’
‘O halde sen de Türksün!...’

Primo Türkçe bilmemektedir. Orhan Fransızca olarak elindeki Genç Türklerin beyannamesini tercüme eder. İtralyan’larla Türklerin muharebe ettiğini anlatır. Anlatırken en cesur, en asil, en kavi bir millet olduğunu asırlarca bütün Asya’ya hakim olduklarını, Atilla’nın Avrupa’yı ezip, köpek gibi inlettiğini, dünyanın en büyük hükümetini Cengiz’in kurduğunu anlatır. Bir kaç asır evvel Avrupa’yı terbiye eden bu nesle, Osmanlı Türkleri’ne bütün Avrupalıların saldırdıklarını, mahvetmek için uğraştıklarını ama başarılı olamayacaklarını söyler. Türkler’in eski deniz muharebelerinden vaktiyle Akdenizi bir Türk gölü yaptıklarını, büyük paşa babasından,mülazım ağabeyinden duyduğu şeyleri oldukca büyüterek, mübalağalaştırarak, uzun uzadıya hikaye etmektedir. Primo dinler ve o an kendisinin, babasının Türk oluşundan derin bir iftihar duyar.

Rıhtımdaki Rum çoçukları onun bir Türk çoçuğu ile saatlerce konuşmasını kıskanırlar. Onu çağırırlar Primo aldırmaz. Orhan bu sineklerin bir şey yapamayacaklarını ancak taciz etmesini bildiklerini ve kendilerini rahat bırakmayacaklarını söyleyerek dışarı çıkmalarını tavsiye eder. Bahçeden çıkarlar, ileride İttehat ve Teraki kulubü önünde dehşetli bir kalabalık görürler. Kapının yanındaki parmaklık setine siyah esvaplı, sarı bıyıklı, küçük fesli bir adam çıkmış, namussuz, alçak, korsan İtalyan’ların haberleri yokken, araları iyiyken dostları iken birdenbire vatanlarına hücum ettiklerini anlatmaktadır. Onların büyük ve kavi zırhlılarına karşılık, kendilerininde mukaddes bir hakları olduğunu bunun onların zırhlılarının karşısındaki kuvvetinden bahsetmektedir. Sonra bir telgraf okunur. Orhan onu tercüme eder. İtalyan’ların Trablusta iki harp gemisi kayalıklara çarparak batmıştır. Daha sonra numayişçiler yukarılara doğru çekilmişlerdir. Primo kapının dibinde bunları düşünür. Dünün hatırasını noktası noktasına hayalinden geçirir ve göğsünün kabardığını hisseder.

Kapıya döner içeride şiddetli ve heyacanlı konuşma devam etmektedir. Anahtar deliğinden içeriyi dinler. Annesi burada kalmayacağını söyler Kenan Bey ise kalırsa artık İtalyan olarak değil Türk olarak kalacağını, gider ve İtalyan olarak kalırsa aralarındaki münasebetin biteceğini , kendisini boşayacağını ve görüşmemek üzere ayrılacaklarını söyler. Annesi yüz sene uzunluğunda geçen bir dakika sonunda cevabını verir. On seneyi, sadakatimi sen düşünmezsen ben hiç düşünmem babamın yanına gider orada rahibe olur kalırım der. Tek isteği Primo’yuda yanında götürmektedir. Kenan Bey bu kararı Primo’nun vermesi gerektiğini söyler.

Annesi Primo’yu çağırır. Annesi içeri giren Primo’yu kucaklamak ister. Primo bunu dehşetli bir ciddiyetle reddeder. Grazia birden bire değişen yavrusunun bu hareketi karşısında donar. Primo büyük bir adam tavrıyla babasının yanındaki koltuğa oturur. Başını eline dayar ve gayet garip bir şive ile Fransızca olarak beni niye çağırdınız der. İtalyanca söylemiyordur. Her ikiside şaşırırlar. Kısa bir sessizlikten sonra Kenan Bey savaş çıktığını annesi ile tamamen ayrılacaklarını ya kendisi ile kalıp Türk olacağını yada annesi ile gidip İtalyan olacağını söyler ve bu konudaki kararını sorar. Primo oturduğu yerden şiddetle fırlar Grazia ve Kenan Bey ne yapıyor diye birbirlerine bakarlar. Primo ellerini kalcalarına dayar, heyecanlı tavrıyla annesini ve babasını süzer ve gayet bozuk bir Türkçe ile ‘Ben .. Turko çoçuk ..Ben yok İtalyano..Ben burda...Ben çoçuk Türk..’ diye haykırır. Grazia hayret ve teessüründen masanın yanındaki sandelyeye yığılır. Kenan Bey gözlerine ve kulaklarına inanamamaktadır. Primo sonra seri bir hareketle kenardaki hasır sandelyeyi kaparak kanepeye fırlar ve şiddetle Victor Emmanuel’in resmine vurarak onu parçalar. Kenan Bey seviçli ve şuursuz bir şekilde ayağa kalkar, kanapenin üzerinde, yükseklerden kendisine bakan bu Türk çoçuğunu kucaklar onu göğsüne bastırır alnından öper, öper.

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Perili Köşk


Hikayenin Adı : Perili Köşk

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Sermet Bey döndü, arkasındaki bekçiye:

— İşte bir boş köşk daha... Dedi.

Küçük bir çam ormanının önünde beyaz, şık bir bina. Mermerdenmiş gibi göz kamaştıracak derecede parlıyordu. Tarhlarını yabanî otlar bürümüş. Bahçesinin demir kapısında büyük bir "Kiralıktır" levhası asılıydı. Bekçi başını salladı:

— Geç efendim, geç!... Orası size gelmez.
— Niçin canım?
— Demin gösterdiğim evi tutunuz. Küçük ama çok uğurludur. Kim oturursa erkek çocuğu dünyaya gelir.
— On iki kişi nasıl sığarız beş odaya! Buraya bakalım, buraya... Tam bize göre...
Bekçi tekrar, katî bir işaretle:
— Buraya oturamazsınız efendim...

Dedi.

Sermet Bey, gözünü köşkten alamıyordu. Her tarafında geniş balkonları vardı. Temellerinin üzerine yaslanmış sanılacaktı. Kuluçka yatan beyaz bir Nemse tavuğu gibi yayvandı. Yirmi senedir, çoluğa çocuğa kavuşalıdan beri, hep böyle bir yuva tahayyül ederdi. Asabî bir isticâl ile:

— Niçin oturamayız? diye sordu.
— Efendim, bu köşkte peri vardır.
— Ne perisi?
— Bayağı peri! Gece çıkar. Evdekilere rahat vermez.

Sermet Bey, gözüyle gördüğüne, kulağıyla işittiğine inananlardan değildi. Eliyle sıkı sıkıya tutup hissetmeyince bir şeyin varlığına hükmetmezdi. Gözle kulak onca birer yalan kovuğuydu. Yalanla hep bize bu dört kapıdan girerdi. Fakat el... Fakat lâmise, hiç dolma yutmazdı. Bütün hurafeler, bâtıl itikatlar dimağımıza hücum için gözle kulağa koşardı. Güldü.

— Perinin bize zararı dokunmaz!
Dedi. Bekçi bir küfür işitmiş gibi Sermet beyin yüzüne baktı.
— Her giren evvela böyle söyler, ama bir ay oturmaz.
— Senin nene lazım. Haydi burasını gezelim.
— Anahtarı sahibindedir.
— Sahibi kim?
— Sahibi Hacı Niyazi Efendi. İşte şu yandaki köşkte oturan...
— Haydi anahtarı alalım.
— Peki, ama...

Döndüler. Sık ağaçlar arasından yalnız üst katının çatısı görünen kırmızı aşıboyalı bir eski eve doğru yürüyorlardı.

İhtiyar bekçi yolda beyaz köşkün tarihini kısaca anlattı. On senedir buraya girenler bir aydan ziyade oturamamışlardı. Evvela peri görünüyor, sonra büyük büyük taşlar atıyor, nihayet gelip camları kırıyor, içeridekilere geceleri hiç rahat vermiyordu. Kiracılardan ikisinin yüreğine inmiş, üçünün evlatlıkları çarpılmış, birisinin karısı korkudan altı aylık çocuğunu düşürmüştü. Gölgelerinde koyunlar otlayan çiçekli badem ağaçlarının altından geçtiler. Kırmızı köşkün yeşil kapısını çaldılar.

Hacı Niyâzi Efendi eski bir evkaf memuruydu. Hürriyette tazminat olarak daireden çekilmiş, ev alıp satmakla geçinmeye başlamıştı. Fakat çok doğru bir adamdı. Senede belki yüz ev sattığı halde kendi perili köşkünü hariçten gelip Hanya'dan Konya'dan haberi olmayan enayi bir müşteriye sokmuyor: "Allah'tan korkarım neme lazım!" diyordu. Köşkünün perili olduğunu hiç saklamazdı. Kapıyı kendi açtı. Bekçi, Sermet Bey'in evi gezmek istediğini söyledi:

— Pekâlâ, buyurun! Dedi.

Önlerine düştü. Bahçeden geçtiler. Hacı Niyâzi Efendi sokakta sarı aba cübbesinin cebinden pirinç bir anahtar çıkardı. Bahçe kapısını açtı. Sermet Bey'e:

— Bu anahtar köşkü de açar.

Dedi. Yürüdüler, bahçe hakikaten biraz vahşiydi. Bakımsızlıktan, ayak basmamış bir dere içine dönmüştü. Köşkün arkasındaki küçük çam ormanında da vahşi bir sükun vardı. Bekçi köşke girmedi. Kapıda kaldı. Sermet Bey, ev sahibiyle gezdi. Tezyinata hiç diyecek yoktu. Alt kat bütün mermerdi. Sarnıç, banyo, kuyu, kümes, ahır... Hepsi tamamdı.

— Kirası ne kadar?
— Çok istemiyorum. Yüz seksen lira. Ama üç seneliğini peşin isterim.
— Niçin?
— Bakınız beyim, niçin: Düşmanlarım, köşk kiracısız kalsın diye peri lafı çıkarmışlar. Birisi girdi mi, herkes fi-sebîlillâh peri propagandasına başlar. Nihayet kiracılar işittikleri yalanı, gördük sanıyorlar. Mesela kış ortası köşkü başıma bırakıp savuşuyorlar. Daha fenası, çıkanlar da propagandacılara katılıyor. İki sene daha böyle giderse malımı ne satabileceğim, ne de kiracı bulabileceğim.

Sermet Bey sordu:

— Köşkünüz ne kadar boş kaldı?
— Vâkıâ şimdiye kadar hemen hiç... Fakat giren, komşuların lafına kapılır. Çok durmaz. Ürker, kaçar.
— Ben ürkmem.
— İnşallah.
— Fakat üç senelik peşin, bu biraz ağır...
— Ne yapayım beyim. Canım yandı. İsterseniz...

Sermet Bey köşkü çok beğenmişti. Hem kirası da ucuzdu. Şimdi üç odalı kulübelerin seneliğine yüz elli lira istiyorlardı.

Hemen o gün kontratı yaptılar. Üç senelik kira olan beş yüz kırk lira peşin verilecekti. Hacı Niyâzi Efendi'nin evinden çıktıktan sonra Sermet Bey bekçiyi çıkardı, bahşiş diye bir yirmi beşlik kağıt verdi. Bekçi:

— Paranıza yazık oldu efendi dedi, üç sene değil, üç ay oturamazsınız.
— Görürsün.
— Görürüz. Hacı Efendi her girenden böyle üç seneliğini peşin alır, ama hiçbirisi bir yaz kalamaz. Verdikleri para da yanar.

Sermet Bey bir hafta sonra kalabalık ailesiyle köşke taşındı. Halis bir zevk ehliydi. Her gece çalgı çağanak, yemek, içmek, keyif, sefa gırla giderdi. Daima akrabalarından kadın, erkek, dört beş misafiri bulunurdu. Sermet Bey Türkiyeliydi. Fakat Avrupalıların "Gündüz cefa, gece sefa" düsturunu kabul etmişti. Çocukları mektebe giderlerdi. Kızlarını büyük ticarethanelere kâtip diye yerleştirmişti. Karısı kız mekteplerinde piyano dersi verirdi. Evde çalışmayan yalnız yetmiş beşlik annesiydi. O da mutfağa, hizmetçilere, filan bakardı. Yemeği gece yarısına yakın yerler, yemekten sonra hiç oturmazlar, hemen yatarlardı. Aradan on beş gün geçmedi. Bir gece aşağı kattan bir çığlık koptu. Hizmetçi Artemisya, avazı çıktığı kadar haykırarak yukarı koştu. Arkada, çamların arasında beyaz bir şeyin gezindiğini haber verdi.

— Gözünüze öyle görünmüştür!

Dedi. Gören diğer hizmetçilere de kanmadılar. Çoluk, çocuk, hepsi arka odanın balkonuna çıktılar. Artemisya'nın parmağıyla gösterdiği beyaz hayaleti gördüler. Ağaçların altında duruyor, sanki köşke bakıyordu. Sermet Bey gözlerini oğuşturdu:

— Vay anasını! dedi, telkinin kuvvetine bak!
Karısı, kızları, çocukları korkudan sapsarı kesildiler. Büyük kızı:
— Ne telkini beybaba! İşte karşımızda, görmüyor musun? Dedi.
— Görüyorum.
— Ey, o halde telkin ne demek?
— Buraya girdik gireli peri masalından başka bir şey işittik mi? Her gelen bir şey söyledi. Şimdi biz bu tesirle böyle hepimiz birden, olmayan bir şeyi görüyoruz.
— Bu mümkün değil.
— Nasıl değil?

Sermet Bey, hokkabaz Kazanöv'ün nasıl bütün bir tiyatro halkına ceplerindeki saati yanlış gösterdiğini filan anlattı. "Gözümüz kulağımızdan giren yalanları görür dedi, fakat elimizi bu gördüğümüz şeye sürmeyiz. Hemen kaybolur". Sonra kalktı. Karısının menetmesini filan dinlemedi. Elini görünen hayale sürmek için bahçeye fırladı. Çamlara doğru gitti. Fakat hayal kaçtı. Kayboldu. O gece evin içinde Sermet Bey'den başka kimse uyuyamadı.

... Artık her gece bu hayali görüyorlardı. Sermet Bey, elini sürmeye çıkınca hayal kaçıyordu. Biraz alışır gibi oldular. Fakat bir gece hepsi uyurken müthiş bir sarsıntı köşkü yerinden oynattı. Balkonlara koştular. Bir şey göremediler. Sabahleyin yemek odasının dibinde kocaman bir taş buldular. Sermet Bey'e annesi: "Bizi bu köşkten çıkarmazsan sana hakkımı helâl etmem" demeye başladı. Beşyüzkırk liraya iki ay oturmak... Bu Sermet Bey'in işine gelecek şey değildi. Ama gece aşırı büyük büyük taşlar ev halkına uyku uyutmuyor, hepsini heyecan içinde bırakıyordu. Sermet Bey, her defasında hayalin üzerine gidiyor, bir türlü elini süremiyordu. Taşların başladığını duyan komşular: "Daha çıkmazsanız camlarınızı da kırar" diyorlardı. Sermet Bey kontratın, "Çıkarken bütün tamirat müstecire aittir" maddesini hatırlayarak daha ziyade canı sıkılıyor, bu cam kırma devresinin hulûlünden evvel bir şey yapmayı düşünüyordu. Yavaş yavaş kendi itikadı da bozulmaya başladı. Nihayet çıkmaya karar verdiler. Fakat başka bir ev bulamıyorlardı. Köşke dair daha bin türlü hikayeler işitmeye başladılar. Sözde burası eskiden kabristanmış. Mutfağın olduğu yerde beşyüz senelik bir evliya yatıyormuş... Sermet Bey, atılan taşlara, kırılan camlara rağmen hâlâ periye inanmıyordu. Bu peri daima çamlığın içine kaçıyor, orada sır oluyordu. Sermet Bey, bir gün çamlığın içine saklanıp birdenbire perinin karşısına çıkmayı, yahut arkasından yavaşça gidip elini sürüvermeyi düşündü. Evdekilerin hiçbiri buna razı olmadı: "Seni hemen oracıkta çarpar!" diyorlardı. Fakat Sermet Bey, bulanan gönlüne rağmen, periye, ecinniye filan bir türlü inanmıyordu. Ertesi akşam koruya gitti. Büyük bir çamın alt dallarından birine bindi. Bekledi, bekledi. Gece yarısı oldu. Köşktekiler de meraktan uyuyamıyorlardı. Zavallıların balkonlarda gezindiklerini görüyordu. Birdenbire yüreği hop etti. Hayal sökün etmişti.

Eliyle dokununca gölge gibi uçup silineceğini katiyen bildiği halde yine Sermet Bey'in dizleri titremeye başladı. İçinden: "Ben korkmuyorum, fakat vücudum korkuyor!" dedi. Yavaşça aşağı atladı. Hayalin arkasından yürüdü. Şeklinin hatları pek sarih gözüküyordu. Yaklaştığını hayalet hiç duymadı. Yavaşça elini uzattı. Beyaz cisme dokundu. Hayal birdenbire fena halde ürktü. Ama kaybolmadı. Döndü, Sermet Bey'i görünce alabildiğine kaçmaya başladı.

Sermet Bey, dokununca kaybolmadığı için bu hayalin peri filan olmadığını hemen anlamıştı. Peşini bırakmadı. Kovaladı. Çamlığın sonundaki alçak duvara dayalı bir tahtaya tırmanırken yakaladı. Gayet kuvvetliydi. Hayal, mukâbele olmadığını anlayınca çırpınmaktan vazgeçti. Sermet Bey:

— Ben sana elâlemle alay etmesini gösteririm!
Diye zavallı hayali sırtladı. Köşke doğru sürükledi. Bağırdı:
— Lamba getirin, suratını görelim.
— ...
Köşk halkı bahçe kapısına inmişti.
— İnsanmış kerata! Ben dünyada ecinni filan yoktur, demez miyim?

Hayal bir türlü beyaz çarşafı başından bırakmak istemiyordu. Sermet Bey zorla çekti. Sakalı bıyığına karışmış Hacı Niyâzi Efendi'yi görünce şaşırdılar. Biçare, yüzünü göstermemek için elleriyle örtüyordu. Arkasındaki Şam kumaşından gecelik entarisi yırtılmıştı. Sermet Bey bir kahkaha attı. Kızlar, çocuklar, hizmetçiler alıklaştılar.

Büyük Hanım,
— Niçin ümmet-i Muhammed'i korkutup deli ediyorsun a efendi?...
Dedi. Sermet Bey:
— Onun sebebini ben bilirim!

Cevabını verdi. Sonra büyük kızına hokka kalemle, yazıhanedeki kontrat kağıdını çabucak getirmesini söyledi. Hacı Niyâzi Efendi donmuş gibi, sorulan şeylere hiç cevap vermiyor, hep yüzünü karanlıklara çeviriyordu. Kontrat kağıdıyla hokka kalem gelince, Sermet Bey:

— Haydi bakalım, al eline kalemi!... Yüreğine indirdiklerinin, düşürttüğün çocukların cezasını görmek istemiyorsan söylediğimi yaz, imzayı bas!

Dedi. Hacı Niyâzi Efendi mihânîkî bir hareketle kaleme kaptı. Sermet Bey'in kelime kelime söylediklerini tereddüt etmeden yazdı:

"Kiracım Sermet Bey'den köşkün altı senelik kirası olan bin seksen lirayı peşinen, aldım".

— Hah şöyle!
— ...

İmzasını attı. Beyaz örtüsüne bu sefer yarım bürünmüş olduğu halde, her gece sır olduğu tarafa gitti.

Sermet Bey'in iki senedir köşkte oturabildiğine herkes hayrette kaldı. Komşuları Hacı Niyâzi Efendi'ye:

— Galiba senin evin ecinnileri, başka eve göç ettiler. Yeni kiracın hiç çıkacağa benzemiyor! Dedikçe, evvela sararıyor, sonra kızarıyor, şu cevabı homurdanıyordu:

— Ne abdest, ne oruç, ne namaz, ne niyaz... Karılı, erkekli, çoluklu çocuklu hepsi akşamdan sabaha kadar sarhoş! Ayol onlara ecinni değil, şeytan bile görünemez!

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Niçin Zengin Olmamış?


Hikayenin Adı : Niçin Zengin Olmamış?

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

"Bir Sultanî mualliminin hâtırat defterinden üç dört sahîfe"

7 Kânun-ı sânî 1916 – Derler ki: "Tarihsiz millet mesuttur!" Ben de: "Hatırasız insan mesuttur!" diyeceğim. Beş senedir tarih okuttuğum için birçok kitapları gözden geçirmeye mecbur oldum. Rambaud'nun, Lavisse'in eserlerini daha mektepten çıkar çıkmaz getirtmiştim. O vakitten beri tedrîcen alıştığım sahaf bezirganlığı, kütüphanemi oldukça büyüttü. Şimdi bu kitapların hemen hepsini okumuş bulunuyorum. Dikkat ettim: Tarih denilen şey felaket nakili! Saadetten hiç bahsetmiyor, yahut şöyle üstünkörü geçiyor. En sevinçli, en talihli devirlerin içinde bile bir facia, bir hıyanet, bir acı, bir zehir bulunmakta, mâhir! İnsaniyetin hatırası olan tarihteki bu hazin temâyül bizzat insanda da var. Felaketler, ıstıraplar, matemler, ruhumuzda adeta bir yara gibi derin bir iz bırakıyor. Saadetlerimiz, sevinçlerimiz, hoş günlerimiz tıpkı bir rüya hafifliğiyle eriyiveriyor, unutuluyor. İşte bu sabah, çekmecemin köşesinde, on sene evvel karalamaya başladığım bu defteri buldum. Yazdıklarıma baktım. Hiç ferah verecek bir şey yok! Kanserden ölen anneciğimin yavaş yavaş nasıl söndüğünü, zavallı, kurtarılmaz bir pençe ile inleye inleye ademe sürüklenirken, nasıl öldürücü elemler duyduğunu uzun uzadıya kaydetmiştim... Zaman, ne dehşetli bir deva! Şimdi o elemlerin binde bir zerresini duyamıyorum. Sonra dışarıya gitmiştim! Buna dair ancak iki satır! Sonra evlendim! Bunun kaydı bile yok! Çocuğum oldu. Onu da yazmamıştım. Güneş görmediği halde bilmem niçin sararan bu sahîfeleri gayr-i ihtiyârî kokladım. Keskin, bayıltıcı, hasta bir sonbahar kokusu! Ah bu eski kağıtlardan, eski kitap aralarından, unutulmuş eski defterlerden çıkan matem kokusu!

Evet, keşke yazacak hâtıratım olmayaymış! Birbirine benzeyen muntazam, vukuatsız günler ne kadar boş! Fakat ne kadar ıstırapsız... Muharebeden sonra, bu boşluk, yani bu rahat ve sükun birdenbire bozuldu. İtiyâdımı kaybetmiş olmalıyım ki, iki senedir çektiklerimi buraya geçirmemişim. Kanaat içinde, say' içinde, ilim mefkuresinin o zevki hiçbir lezzete benzemeyen ruhanî hazzı içinde mesut yaşarken, ansızın korkunç bir maîşet girdabının karanlıklarına yuvarlanmak! Bir açlık kasırgası altında, ümitsiz bir kıtlık çölünde sürünmek, sevgililerin yavaş yavaş, şikayetsiz ölümlerini görmek! Bugün ne kadar bedbahtım! Karımın nesi var, nesi yok, sattık, yedik. Annesinin evinden getirdiği çeyizlerden bir keten havlu bile kalmadı. Yatak takımlarımız, karyolamız, benim baba yadigarı ceviz kütüphanem, hatta çocuğumun, zavallı Orhancığın arabası bile sıra ile Bitpazarı'na gitti. Maaşım onbeş lira... Annemden kalan, bana altı lira irat temin eden evi de rehine koyduk. Yediğimiz vesika ekmeği, mektepten verilen zeytinyağıyla bulgur! Karımın metanetine hayranım. Hem çocuğa, hem evin işine yetişiyor. Hiç durmadan çorap yamıyor. Eskileri bozuyor. Beni, çocuğunu giydiriyor.

— İnşallah muharebe bitsin! Hepsi unutulur!

Diyor. Fakat, ben, bu bâdireyi öyle yakından bitecek bir halde görmüyorum. Sonumuz ne olacak? Ara sıra dışarı gitmesini düşünüyorum. Fakat oradan gelenler de açlığın daha korkunç bir şekilde olduğunu söylüyorlar. Yarının dehşetini hatırlamak zihnimi altüst ediyor. Şaşırıyorum. İşte şimdi de şaşırdım. Ne yazacağımı toplayamıyorum.
. . . . . . . . . . . . . .

14 Kânun-ı sânî..– Bu uğursuz defteri tekrar yazmaya başlamamalıydım. Dün Orhan hastalandı. Hatır için, vizitesiz bakan komşumuz doktor yalnız süt verilmesini söyledi. Süt... Okkası yarım lira! Ne kadar kitabım varsa hepsini hamallara yüklettim. Götürdüm, sattım. Elime altmış lira kadar bir para geçti. Yirmi lirasıyla odun, kömür aldım. Soğuk pek fena.

30 Kânun-ı sânî...– Biraz düşününce anlıyorum ki, hayat artık yaşanabilecek gibi değil. Akşam potinlerimi boyatırken, boyacıya, ustasından ayda kaç kuruş aldığını sordum.

— Yirmi lira!

Dedi. On altı yaşında bir çingene çocuğu! Ben otuz bir yaşında, naz ü naîm içinde büyümüş tarihi bir ailenin evladı. Bir karımla, bir çocuğumla onbeş lira içinde nasıl geçinebilirdim? Hoş, bu zaten mümkün değil ya. İki senedir satıp, savup, üzerine onbeş lira daha ekleyip ölümden kurtuluyoruz. Fakat bu böyle devam edemez. Bir ay sonra satacak bir şeyim de yok. Bir iş bulmalıyım. Hocalık artık bir insanı değil, bir tavuğu bile besleyemez.

16 Şubat...– On beş gündür iş arıyordum. Nihayet bir kitapçıdan sahîfesi on kuruşa tercüme buldum. O kadar sevindim ki... Her forma yüzaltmış kuruş getiriyor. Üç yüz sahîfelik bir kitaptan otuz lira alıyorum.

7 Nisan...– Her gece muntazaman, on sahîfelik tercüme etmeye alıştım, bunun için dört saat kifayet ediyor. Neyse... Hayatımız biraz iyileşir gibi oldu. Orhan sütünü içebiliyor. Semiha ile biz de birer vesika potini edinebileceğiz. Fakat her gece fasılasız çalışmak gözlerimi bitirdi. Ama bunun da kolayını bulduk. Geçen hafta göz doktorundan bir gözlük aldım.

2 Mayıs...– Dün bir arkadaşıma rastgeldim. Cenyo'da... Bu çocuk idâdîde iken kovulmuştu. Ara sıra görürdüm. Şimdi tüccar olmuş.

— Tam, yetmişbeşbin liram var! dedi. İki ay içinde...
— Şaka ediyorsun!
Diye güldüm.
— Vallahi! İstediğin bankaya sor, dedi.
— Ey, nasıl olur bu?
— "Taraf-ı takrîb"ini bulursan çok kolay!

İçimde birdenbire hırs canlandı. İki ay içinde yetmişbeşbin lira... Her gece dört saat, ucuz olsun diye Almanlardan satın aldığım karpit lambasının başında, bir lira için nasıl terler döktüğümü hatırladım. Karşımdaki sıhhatten, candan patlayacak gibi gergindi. Elmas yüzüklü parmakları tombul tombuldu.

— E, bu "taraf-ı takrîb" ne?
— Topal'a çatmanın bir kolayı!
— Topal kim?
— Yuha... Patagonya'da mısın be mübarek! Topal'ın kim olduğunu bilmiyorsun ha!... Allah be! Tuttuğunu, bir anda milyoner yapar. Bugün bütün Türkiye elinde! Bir sözüyle yetmişbeş milyon lira birden harekete gelir.

Levazım reisinin faziletlerini, kuvvetini, iktidarını uzun uzadıya anlatmaya başladı. Hayretle dinledim. Nihayet Harbiye Nezareti'nde, İttihatçılar arasında hiçbir tanıdığım olmadığını söyledim. Bana acıdı. Fakat:

— Meyus olma, dedi. Doğrudan doğruya Topal'a çatmaya da hacet yok. Onun adamlarından birinin adamına çatsan kâfi...
— İşte sana çatıyorum!
Diye güldüm.
— Yavaş gel! Diye bir kahkaha attı, ben onun yedi gömlek uzak adamlarından birinin adamıyım. Ama iş için arkadaş lazım! Senin de cebine, anafordan seksen, doksan lira düşürebilirim.
. . . . . . . . . . . . .

Günde seksen, doksan lira... Kulaklarıma inanamıyordum. Azıcık daha, bu yeni zenginin ellerine yapışacak, şapur şupur öpecektim. Birdenbire hafifledim. Zenginlik ümidi insana eter gibi birdenbire tesir ediyor.

— Öbür gün bana gel! Ömer Âbid Hanı'nda ikinci kata, dedi.

Yarın ona gideceğim. Bana para kazandıracak. Sermayesiz para kazanmak! İşte bu dünyada aklımın en ermediği şey! Ben de birçokları gibi birdenbire zengin olacağım. Elveda artık bu sefalete! Bu köhne, siyah ahşap eve! Elveda bu tahtakurusu kolonisine! O kadar müteheyyicim ki, çayı görmeden paçayı sıvıyorum. İki gündür tercümeye devam edemedim. Ah, şu kağıt parçalarını götürüp kitapçı Acem'e: "Al, işte tercümelerini başına çal! Paran da senin olsun. Allah belanı versin!" diyebilecek miyim? Semiha halimden işkillendi.

— Sende bir şey var, sende bir şey var!

Deyip duruyor. Niçin tercüme yapmadığımı soruyor. Başımın ağrıdığını söylüyorum. Yarın mektepte beni istedikleri kadar beklesinler! Zavallı sermuî kimbilir ne büyük bir ehemmiyetle bulunmadığım saatleri hesap ederek "kıstelyevm" yapmaya çalışacak. Budala...

15 Eylül...– İki gün evvel Büyükada'dan geldik. Bugün de apartmanımıza yerleştik. Seneliğini yediyüzelli liraya tuttum. Fakat öyle mükemmel ki... Banyo, kalorifer, elektrik hepsi var. Altı oda, iki salon... Möblelerim için tam beşbin lira sarfettim. Yine kütüphanemi tamamlayacağım... Evet, saadet rüya gibi çabucak geçer... Bu yazı nasıl geçirdiğimi hatırlayamıyorum bile... Daha mâhut mektebi bırakmadım. Yerime bir vekil tayin ettim. Kendim de hastayım diye bir rapor aldım. Vekilime maaşımı bıraktıktan sonra, on lira da üstüne ilave ediyorum. Mektebi bıraksam askerlik tehlikesi var. Bir an gelir ki, tüccarlık insanı kurtaramaz. Şemsi, ilk ayda, bana, anafordan üçbin lira kazandırdı. Doğrusu kendisine çok müteşekkirim. Beni adam etti. Un işi yapıyoruz. Zaten bundan kârlı bir şey yok. Biraz zahireye de karışıyoruz. Şeker filan kapatıyoruz. Dört ay evvel yazdıklarımı okurken gülümsedim. Vay anasını! O sefaletlere nasıl dayanmışım! Günde yarım liraya kapalı bir dershanede beş saat kafa patlatmak! Sonra bu derece sarih bir eşekliği fazilet zannetmek! Ben, çok şükür bu pîr aşkına sürünmek faziletini kaybettim. Vâkıa şimdi bulunduğum muhit biraz adi. Fakat katiyyen ukala değil... Herkesin emeli, felsefesi, arzusu bir: Para kazanmak! Mücerredat yok! Hayal yok! Oldukça karışık bir piyasa dalaveresi var. Açıkgözlülük en büyük kuvvet... Öyle zannediyorum ki, bir seneye varmadan Şemsi'yi geçeceğim. Ah, şu muharebenin başında niçin elimden bir tutan olmadı? Biz hâlâ bugünün fakirleri sayılırız. Şimdi öyle adamlar var ki, son iki sene içnde on milyon lira kazanmışlar. Amerikalılar haltetsin! Daha muallimlik ederken arkadaşlarımdan biri bana bir kitap okutturmuştu. Fransızca ismini hatırlıyorum: "Zenginlik Elifbesi" Herif zengin olmaya bir dolardan başlıyor! Bir milyon yapmak için otuz sene geceli gündüzlü uğraşıyor. Burada bir açıkgöz için, bu milyonu, lira olarak toplamak işten bile değildir. Topal'la küçük bir ortaklık kâfi! Balkan trenleri, Anadolu hattı bir ay insan için çalışsa...

Artık bu defteri dolduracağımı ümit etmiyorum. İnsan zengin olunca, okumaktan olduğu gibi, yazmaktan da nefret ediyor. Bununla beraber bir hatıra olsun diye atmayacağım. Evet, eski fakirliği unutmak pek asil bir hareket değil. Kütüphanemde saklayacağım.

Ah bu Semiha...

Ne kadar müşkülpesent! Bir türlü yemek odasını yerleştiremiyor. Psalti'nin dekorcusuyla sabahtan beri uğraşıyorlar. Gideyim onlara bakayım.

2 Şubat 1917...– Altı ay sonra, zavallı samimi defter! Seni nasıl heyecanla elime alıyorum; acı, öldürücü bir buhran içindeyim. Söylemek için günahı dudaklarından taşan, kalbine sığmayan bir mücrim gibiyim. Evvelki gün Cerrahpaşa'da bir yeni zenginin evine davetliydim. Alaturka saz vardı. Gece yarısına kadar yedik, içtik. Ben uyuyamadım. Sabahleyin erkenden çıktım. Soğuk dehşetliydi. Araba bulamadım. Aksaray'a indim. Yine araba yok. Küçükken babamla cuma namazına geldiğimiz Valide Camii'nin köşesinden, yukarıya doğru baktım. Unutulmuş bir hâtırat gibi... Bütün virane... Laleli Camii, Hasanpaşa Hanı'nın arkaları gözüküyor. Müteessir oldum. Yavaş yavaş yürüdüm. Laleli'de, Yenikapı'ya inen sokakta, büyük bahçeli, mahzenli, havuzlu bir evde oturmuştuk. Yirmi beş, yirmi altı sene evvel... Karşımızda bir komşumuz vardı. Güzin Hanımlar... Kızlarının sesi o kadar kalındı ki... Tıpkı bombort gibi. Sabahleyin, bu çocukluk günlerini hatırlamak, beni bir çocukluğa sevketti; yangın yerlerinde oturduğumuz evin arsasını bulmak! Ne yapacaktım? Hiç... Acaba havuz duruyor muydu? Viranelerin içine saptım. Kimseler yoktu. Yarım yıkılmış bacalar, ocaklar sahipsiz bir mezar sükutuyla uyuyorlardı. Aradığım evin hizasında bu ocaklar daha sıktı. Baktım, üstü başı perişan dört kişi dolaşıyordu. Eğilip eğilip ocakların içine bakıyorlardı. Merak ettim. Ne arıyorlardı? Yürüdüm. Yanlarına yaklaştım. Ne aradıklarını sordum.

— Ölü arıyoruz! Dediler.
— Ne ölüsü?
Aralarındaki kır sakallı, kısa boylu ihtiyar cevap verdi:
— İnsan ölüsü.
— İnsan ölüsü mü?
— Evet...

Şaştığımı görünce durdu. Beni baştan aşağıya bir süzdü. Sonra başını salladı:

— Hey, gidi hey! dedi. Efendi, senin de haberin yok galiba. Biz belediye adamlarıyız. Her gün gelip buralarda açlıktan ölenleri toplarız. Sonra şu arabaya doldururuz. Götürürüz, gömeriz.

— Açlıktan ölüyorlar ha!

Diye buz gibi dondum. Sanki birdenbire kalbim durdu. Dizlerim kesildi. İhtiyar deşilmek istiyormuş. Ağzını açtı. Zavallı Müslümanların iki senedir nasıl açlıktan kırıldıklarını, aleve atılmış meyus bir hatip heyecanıyla haykırmaya başladı. Herkesin altındakini, üstündekini satıp yediğini, nihayet kimsesiz gariplerin böyle virane ocaklarına düştüklerini ,öyle imdatsız, kimsesiz, ilaçsız ve aç, susuz, ateşsiz, köpekler gibi öldüklerini söyledi.

— Eğer hainler, Allah'ın gazabına daha uğramazlarsa, dünyada Müslüman kalmayacak!

Dedi. Gayr-i ihtiyâri: — Bu hainler kim? Diye sordum.

— Kimler olacak, millete ekmek diye kum, toprak yedirenler! Katığı dünya yüzünden kaldıranlar! Fukarayı soyup zengin olanlar! Otomobillerde uçanlar!

— ......

Sonra bir an durdu. Arkadaşları kendisi gibi müteheyyiç değiller. Ellerini, başını göğe kaldırdı:

— Bunların ne vakit asıldıklarını göreceğiz Allah'ım!

Diye derin, acı, karanlık bir ah çekti.

Ben hiç ses çıkarmadım. Evet, insanları böyle açlıktan öldüren bizlerdik! Bize yol gösteren, bize müsaade edip bizimle beraber çalanlardı! Şemsi ile beraber Kağıthane'de uzun bir "Un damarı" keşfetmiştik. Üç aydır orada çıkarttığımız ince killeri iaşeye satıyorduk. İaşe de, bile bile ortaklama bunu alıyor, içine biraz paspal karıştırarak fırınlara dağıtıyordu. Manyetize edilmiş gibi bu ölü arayanların arkalarından yürüdüm. Henüz iki tane bulmuşlardı. Baktım. Ruhumdan zehirlendim. Bu ölüler yarı çıplaktı. İskeletlerinin üzerinde derileri kurumuştu. Hiç etleri yoktu. Birisi kadındı. Sarı saçları keçeleşmişti. Dudaklarımı o kadar hızlı ısırmışım ki, sıcak sıcak, çenemden kanların sızmaya başladığını duydum. Ölünün mavi, aralık gözleri, bana dik dik bakıyor sandım. Birdenbire sanki ödüm koptu. Kendimi kaybettim. Kaçtım. Deli gibi koşmaya başladım. Beyazıd'a nasıl çıktığımı bilmiyorum. Bir arabaya atladım. Eve geldim. Bayılmışım. Doktor filan gelmiş. Açılınca, Semiha'ya gördüklerimi anlattım. O da fena oldu. Ağlamaya başladı. Şimdi yataktan kalkamıyorum. Artık müthiş bir anarşist oldum. Bir milletin açlıktan ölmesi için toplu, tüfekli teşkilat yapan Topal'ı, bu alçağı tutanları öldüreceğim. Yenecek ne varsa, ortadan kaldıran, altıyüz yıllık bir devletle beraber kocaman, masum Türk milletini fakrü'd-dem kılıcından geçirenleri geberteceğim. Evet, bu milleti hükümet mahvetmek istiyor! Bunda artık hiç şüphem kalmadı! Bunda şüphesi olan eşektir! Topal, o bütün kara çete teşkilatı, o bir ejderha gibi memlekete sarılmış! Kanımızı, iliğimizi, kemiğimizi emiyor. Evet, öldürmeliyim. Onlardan bir tanesini öldürmek, siperde bin düşman neferini öldürmekten çok, hem pek çok hayırlı....

19 Mart...– Onları öldüremedim. Onları, ancak yaşarsa, millet öldürecek! Hepsini ipe çekecek! Onları öldürmek bir kişinin harcı değil! Hainler yedi başlı, dokuz canlı bir ejderha kuvvetinde! Korkunç bir teşkilat! Fakat kendimi öldürdüm! Yani muhtekir beni! Nem var, nem yok hepsini sattım. Bütün milletimi açlıktan öldürerek soyduğum paraları aşhanelere, fıkaraperver cemiyetlerine dağıttım. İsmimi vermedim. Apartmanı falan hepsini bıraktık. Semiha ile Orhancığımızı aldık. Üsküdar'da, Çavuşderesi'nde bu minimini evi kiraladık. Şimdi o kadar mesuduz ki.. İyi ki mektebi bırakmamışım! Yine derslerime başladım. Arkadaşlarım beni iflas etti sanıyorlar. Acem'e yine gittim. Benim tercümelerimden memnun. Şimdi sahîfe başına oniki kuruş veriyor! Geceleri ben söylüyorum, Semiha yazıyor. Ayda elli lira kazanabiliyorum. İdaresini bilen bir aile için bu çok bile... Fakat, geçen on ayın hâtırası korkunç bir kabus gibi daima aklımda! Unutamıyorum. Açlıktan öldürdüklerimizi unutamıyorum. Yangın yerinde gördüğüm kadın ölüsünün bana bakışını unutamıyorum. On ay kan, gözyaşı, irin içtiğimi, sütsüzlükten, şekersizlikten küme küme ölen masumcukların hakkını yediğimi unutamıyorum. Siyah bir hayal, her an ruhumu takip ediyor: "Sen de kanlı soyguna karıştın! Sen de, sen de!" diyor. Gözümün öününe birbiri ardına dikilmiş sayısız darağaçları geliyor. Bunların bir tanesinde ben sallansam! Ah, evet, yine vicdanımdaki yakıcı azap sönmeyecek sanıyorum. Yine on ay milletime yaptığım zulmü unutamayacağım, sanıyorum. Bu ıstırap öldükten sonra da, mezarda da beni kıvrandıracak sanıyorum!

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...