27 Ağustos 2019 Salı

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Üç Nasihat


Hikayenin Adı : Üç Nasihat

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Durmuş'un bir anasından başka kimsesi yoktu. Fakirdi. Ama gençti, kuvvetli idi. Öküzünün biri ölünce tarlasını süremedi. Para kazanmak, tekrar çiftini düzebilmek için gurbete gitmeye karar verdi. Gurbet, İstanbul demektir. Köyde kim çaresiz kalırsa, kimin işi bozulursa, İstanbul yolunu tutar. Durmuş da torbasını omuzladı. Çarıklarını sıktı, eline bir değnek aldı, gurbetçilerin arasına katıldı. Dere tepe aştı. Nihayet İstanbul'a geldi. İki gün hemşerilerinin kahvesinde pinekledi. Ne iş tutacağını bilmiyordu. Bir sanatı yoktu.

— Bari uşak olayım, dedi.

Kapı aramaya başladı. Bir hafta geçti. Münasip bir yer bulamadı. Bir gün kahvede Müstakim Efendi isminde birini salık verdiler; evi Edirnekapı'da idi. Durmuş gitti. Bu efendiyi buldu. Ak sakallı, nur yüzlü bir ihtiyar... Eteğini öptü:

— Uşak arıyormuşsunuz, beni alın efendim, dedi.

Müstakim Efendi, onu tepeden tırnağa süzdü. Nereli olduğunu sordu. Durmuş:

— Kastamonuluyum, dedi.
— Evli misin?
— Hayır.
— Anan, baban var mı?
— Yalnız anam var. Babam sizlere ömür...
— Ne zaman İstanbul'a geldin?
— On gün evvel...
— On gün boş mu gezdin?
— İş aradım.
— Bulamadın mı?
— Bulamadım.

Kazanacağı parayı ne yapacağını, borcu olup olmadığını sordu. Durmuş'un verdiği cevaplardan memnun oldu.

— Peki oğlum, dedi. Ben seni yanıma alayım ama, çok para veremem...

Durmuş:

— Ben çok para istemem efendim, dedi.
— Ama ben pek az para veririm.
— Ne kadar verirsiniz?
— Bir kuruş.
— Günde bir kuruş mu?
— Hayır.
— Haftada bir kuruş mu?
— Hayır.

Durmuş biraz şaşaladı. Tekrar sordu:

— Ayda bir kuruş mu, efendim?
— Hayır! Senede bir kuruş...

Durmuş bu ihtiyar efendiyi kendisiyle eğleniyor sandı. Güldü. Önüne baktı. Utandı. Fakat Müstakim Efendi yine:

— Senede bir kuruş, dedi. Yalnız bu kadar değil. Bir de öğüt vereceğim.

Durmuş gözlerini yerden kaldırdı:

— Ben öğüdü ne yapayım? Bana para lazım efendim.

— Para kullanılır, biter, yahut kaybolur, oğlum. Ama insanın aldığı öğüt hiç bitmez. Ölünceye kadar işine yarar.

Durmuş, mahzun mahzun yine önüne baktı. Kuru lafın işe yarayacağına hiç aklı ermedi. Tekrar Müstakim Efendi'nin eteğini öptü. Çıkıp gidecekti. İhtiyar:

— Dur oğlum, dedi. Şöyle duvarlara bak... Görüyorsun ya... Hep kitap dolu... Burada beş bin kitap var. Ben bunların hepsini okudum. Ömrüm ilim ile geçti. Saçım, sakalım kitap üzerinde ağardı. Aklın, paradan daha kıymetli, paradan daha işe yarar bir şey olduğuna kanaat getirdim. Öğüt, hazır bir akıl demektir. Yoksa ben sana senede beş on lira verebilirim. Fakat paradan daha çok kıymetli olan bir öğüt veriyorum. Aklın varsa kal. Bana hizmet et.

Durmuş:

— Hayır efendim, bana para lazım, öğüt lazım değil, dedi.

Dışarı çıktı. Sokakta yalnız kalınca düşündü. Acaba bu paradan kıymetli olan öğüt neydi? Kahveye geldi. O gece merakından uyuyamadı. Acaba tek kuruşa katık olarak vereceği öğüt ne idi? Sabah olunca Edirnekapı'nın yolunu tuttu. Müstakim Efendi'ye gitti. Eteğini öptü:

— Vereceğiniz öğüdü merak ettim, dedi, bir sene size hizmet edeceğim.

— Pekala oğlum, sene nihayeti kuruşunla öğüdünü alırsın...

Durmuş tam bir sene kitap odasını süpürdü. Bahçeyi belledi. Su taşıdı. Merdivenleri yıkadı. Camları sildi. Müstakim Efendi'nin her hizmetini yaptı. Nihayet bir sabah efendisi onu çağırdı:

— İşte oğlum yanıma gireli tam bir sene oldu. Kulaklarını iyi aç. Öğüdünü vereyim: "Yolunu, izini bilmediğin yere gitme!.." Al şu kuruşunu da...

Durmuş, efendisinin uzattığı kuruşu aldı. Birdenbire canı sıkıldı. Büyük bir öğüt alacağını sanıyordu. Halbuki bu kuru bir laftı.

— Ben bu öğüdü zaten biliyordum efendim, dedi. Müstakim Efendi güldü:
— Biliyorsan iyi... Şimdi o bildiğini hatırladın, bu daha iyi...

Durmuş alık alık bakakaldı. Demek bir sene hep bu iki çift laf için çalışmıştı ha... Efendisinin eteğini öptü. İzin aldı. Çıkıp gidecekti. İhtiyar yine dedi ki:

— İstersen bir sene daha kal. Yine bir öğütle bir kuruş veririm.
— Hayır, istemem efendim, diye Durmuş çıktı.

Hemşerilerinin kahvesine gitti. Gece yine merakından uyuyamadı. Acaba bu vereceği öğüt ne idi? Bir sene sabretmiş, birinci öğüt için çalışmıştı. Şimdi meraktan çatlayacaktı. Acaba ikincisi ne idi? Dayanamadı. Kalktı, Müstakim Efendi'nin evine geldi. Tam bir sene daha hizmet etti. Sene nihayeti yine Müstakim Efendi onu çağırdı. Bu sefer kuruşu peşin verdi. Sonra:

— Al öğüdünü: "Emanete hıyanetlik etme!" dedi.

Durmuş'un yine canı sıkıldı:
— Efendim, ben bu öğüdü biliyordum.
— İyi ya işte... Biliyorsan şimdi de hatırladın. Bildiğini hatırlamak, yeniden bir şey öğrenmek kadar faydalıdır.

Durmuş giderken efendisi tıpkı geçen seneki gibi:

— Oğlum, eğer bir sene daha kalırsan, sana bir kuruşum, ama son bir öğüdüm daha var, dedi.

Durmuş kabul etmedi. Çıktı. Hemşerilerinin kahvesine gitti. Bir gece, iki gece, üç gece... Rahat uyuyamadı. Acaba efendisinin bu son öğüdü ne idi? Belki bildiği bir şeydi. Ama ne idi? Hep bunu düşünüyordu. Sersem sersem iş aradı. Bulamadı. "Mademki iki senelik emeğim havaya gitti, bir sene daha uğraşır, şu son öğüdü de anlar, merakta kalmam" dedi. Tekrar geldi. Eski kapısına girdi. Tam bir sene daha Müstakim Efendi'ye hizmet etti. Sene nihayetinde efendisi yine onu çağırdı. Kuruşu eline verdi:

— Al öğüdünü de, dedi. "Karını, kendin gitmediğin yere gece yatısına gönderme!"

Durmuş, bu öğüde de omuzunu kaldırdı. İçinden "Dipsiz bir laf işte..." dedi. İzin aldı. Çıkacağı zaman efendisi nereye gideceğini sordu.

— Artık memlekete efendim.
— Başka bir yere girmeyecek misin?
— Hayır.
— Niçin?
— Üç sene oldu gurbetteyim. Anam ihtiyar, gideyim bakayım, ne oldu?
— Pekala oğlum; yalnız, yola çıkacağın zaman buraya uğra, sana bir hediye vereyim. Anana benden götür, olur mu?
— Olur efendim, dedi.

Hemşerilerinin kahvesine düştü. Bu sene memlekete dönecek gurbetçilere başına geleni anlattı. Hepsi güldüler:

— Ulan, sen deli imişsin! dediler.

Artık İstanbul'da durmak istemedi. Ama memlekete nasıl gidecekti? Cebinde üç kuruşundan başka on para yoktu. Gurbete yayan gelinirdi ama, gurbetten memlekete yayan dönülmezdi. Para lazımdı. Herkes kirayla sürücü atları tutardı. Ayakla bu sılacı kervanına karışmak mümkün değildi. Hemşerileri haline acıdılar. Aralarında ona bir beygir kiralayacak kadar para topladılar. Tam Üsküdar'a geçecekleri akşam, Durmuş, efendisinin evine gitti.

— İşte gidiyorum efendim, dedi.

İhtiyar kalktı, "Yolun açık olsun. Al şu hediyelerimi, anana götür" diye ona iki büyük somun uzattı. Durmuş içinden, "Hay münasebetsiz herif, şu gönderdiği hediyelere bak!" diye kızdı. Ama belli etmedi. Somunları aldı. Kahveye geldi. Heybesine koydu. Sılacılarla beraber Üsküdar'a geçti. Handa bekleyen beygirlere bindiler. Geceleyin, ay aydınlığında yola düzüldüler. Dere tepe, düz gittiler. Dağlar aştılar. Bir gün, bir ormanın kenarında taşkınca bir suya rastgeldiler. Geçecek yerini bulamıyorlardı. Durmuş, bu kadar bir su karşısında hemşerilerinin ürkekliğine güldü. Atını suya sürecekti. Tam bu esnada efendisinin verdiği öğüt aklına geldi:

"Yolunu, izini bilmediğin yere gitme!"

Dizgini topladı. Atının ön ayakları suyun içinde idi. Yanındaki arkadaşı durmadı. Atını sürdü. İki adım atmca birdenbire suyun içinde kayboldu. Çıksın diye beklediler. Çıkmadı. O vakit civarda bir çoban buldular. Suyun geçilecek yerini öğrendiler. Meğerse orası bir girdapmış... Durmuş, efendisinin öğüdünü hatırlayarak, atını o zavallıdan evvel sürmediğine şükretti. Bir senelik hakkını helal etti. Yolda hemşerileri ona yiyecek de veriyorlardı. Bir gün karnı çok acıktı. "Efendinin hediye gönderdiği şu somunlardan birisini koparıp yesem" dedi. Elini heybesine atarken tam bir senelik emek sarf ederek işittiği öğüt aklına geldi:

"Emanete hıyanetlik etme!"

Elini çekti. "Şeytana uymayayım" dedi. Birkaç gün, birkaç gece daha yürüdüler. Nihayet bir gün karanlık ormanın yanından geçiyorlardı. Ağaçların arasından:

— Teslim olun! diye bir ses işitti. Durdu. Onunla beraber bütün kervan durdu. Eşkıyalar her tarafı çevirmişti. Efe meydana çıktı:

— Canını kurtarmak isteyen üzerinde, başında nesi var, nesi yok buraya bıraksın. Selametle yoluna gitsin, diye haykırdı.

Kimse davranamadı. Kimse kaçamadı. Eşkıyalar yolun gerisini de tutmuşlardı. Can maldan tatlı. Herkes nesi var, nesi yok, efenin önüne döktü. Senelerce emeklerle kazanılan lira kemerleri, altın keseleri, gümüş, elmas hediyeler, daha birçok şeyler... Durmuşa sıra gelince:

— Benim bir şeyim yok, dedi.

Efe inanmadı:
— Ne demek, sen gurbetten gelmiyor musun?
— Gurbetten geliyorum.
— Çalışmadın mı?
— Çalıştım.
— Para kazanmadın mı?
— Kazanmadım...
— Yalan.
— Vallahi kazanmadım. Hemşerilerime sor, istersen...

Efe hemşerilerine sordu. Hepsi Durmuş'un para kazanmadığını, senede bir kuruşa hizmet ettiğini anlattılar. Efe, Durmuş'un aptallığına hem güldü, hem kızdı. Adamlarına:

— Şu budalaya bir sopa çekin de, bir daha para kazanmadan gurbette kalmayı öğrensin, dedi.

Durmuş'u yere yatırdılar. Canı çıkıncaya kadar dipçiklerle dövdüler.

Sılacıların hepsi Durmuş gibi on parasız evlerine döndüler. Durmuş'un anası daha ziyade ihtiyarlamıştı. Zavallı kadın üç senedir çektiği sefaleti anlattı:

— Neye para kazanmadın, a oğlum? diye darılacak oldu. Durmuş:

— Hemşerilerim gibi kazansaydım, yine eşkıyalara kaptırarak, elim boş dönecektim, dedi.

Karnı çok acıkmıştı. Anasından biraz yiyecek istedi. Kadıncağız ağlamaya başladı:

— Bir şey yok oğlum, iki gündür ağzıma lokma girmedi.
— Bari, şu heybenin içinde, efendimin sana hediye gönderdiği somun var. Birisini kıralım, beraber yiyelim, dedi.

Heybeden bir somun çıkardılar. Kırınca şangır şangır etrafa altınlar yayıldı. Şaşırdılar. Öbür somunu da kırdılar. Onun da içi altın dolu imiş. Sevinerek hepsini topladılar. Durmuş, iki senelik emeğini efendisine helâl etti. Eğer bir sene hizmet ederek aldığı "Yolunu, izini bilmediğin yere gitme!" öğüdünü aklına getirmeseydi girdapta boğulacaktı. İkinci sene aldığı "Emanete hıyanetlik etme!" öğüdünü hatırından çıkarsaydı, yolda somunları kıracak, altınlar meydana çıkacak, sonra hemşerileri gibi soyulacaktı... Yavaş yavaş düşündükçe, efendisinin ne kadar büyük, ne kadar akıllı bir adam olduğunu anlamaya başladı. Ona, İstanbul'da iken aylık verseydi ihtimal ötede beride yiyecek, biriktiremeyecekti. Yahut sılaya dönerken paralan meydanda gezdireceği için bir kazaya uğrayacaktı. Durmuş, daha çok düşündükçe "akıl" ın "para" dan kıymetli olduğuna iman etti. "Akıl" olmazsa "para" hiçbir işe yaramazdı. İşte arkadaşlarının hali!.. Dağ başlarında, eşkıya içinden, dolu kemerlerle geçmenin cezasını gördüler.

Durmuş, zengin olunca tarla aldı. Bağ aldı. Koca bir çiftlik kurdu. Köyünün ağası oldu. Ama bir türlü evlenemiyor, yaşı otuzu geçtiği halde bir kız bulup alamıyordu. Evlenmesini teklif eden köy ağalarına:

— Ben de isterim ama bir şartla!... derdi.
— Nasıl şart, ağa?
— Karıyı kendi bulunmadığım yere misafirliğe göndermem.
— Akrabalarının yanına göndermez misin?
— Göndermem.
— Anasının, babasının yanına da göndermez misin?
— Kendim bulunmadığım hiçbir yere göndermem.
— Niçin?
— Bilmem...

Durmuş, efendisinin son üçüncü öğüdünü bir türlü aklından çıkaramadı. İlk iki öğüdü de evvela anlayamamıştı. Ama sonra onların ne kadar faydasını gördü. Kendi köyünde, komşu köylerde bu şartla kimse kız vermiyordu. Herkes:

— Biz evladımızı esir yapamayız, diyordu.

Nihayet iki saat uzak bir köyde öksüz bir kız bulundu. Durmuş onu aldı. Şanına yakışır düğün yaptı. Mutlu oldu. Bir erkek çocuğu dünyaya geldi. Aradan dört sene geçti. Karısını hiçbir yere göndermedi. "Anca beraber kanca beraber" derdi. Bir gün karısının akrabaları geldi. Köylerinde düğün varmış. Durmuş'tan bir gece için izin istediler.

— Hayır, olmaz, dedi.
— Niçin?
— Bilmem.

Efendisinin öğüdü aklından çıkmıyordu. Yalvardılar, yakardılar. O razı olmadı. Kendi köylüsü de, karısının köylüsüne karıştı: "Zavallı kadın verem olacak" diye laf atmaya başladılar. Hep birden onun üzerine düştüler. Yemin ettiler. Durmuş artık herkesin ısrarına dayanamadı. Bir gece kalmak üzere karısını köye yolladı. O akşam pişmanlığından yemek yiyemedi. "Niçin efendimin öğüdünü dinlemedim" diye sıkılmaya başladı. Dinlediği ilk öğüdünde ne büyük faydalar görmüştü. Şimdi son öğüdü dinlemediği için kimbilir ne büyük bir zarar görecekti? Duramadı. Uşaklarına atını hazırlattırdı. Geceleyin iki saat ötedeki köye yetişti. Düğün evinin önüne gitti. Delikanlılar çitlere dayanmışlar, avluda, meşaleler altında oynayan kızlara, kadınlara bakıyorlardı. O da yaklaştı. Karısının, çocuğuyla beraber bir köşede büzülmüş oturduğunu gördü. Acaba bu gece hangi akrabasının yanında yatacaktı. İçine bir kurt girdi. Döndü. Arkasına baktı. Bir kocakarı geçiyordu. Ondan bunu anlamak istedi.

— Bana bak nine sana bir şey soracağım.
— Sor oğlum.
— Şu köşede çocuğuyla beraber bir taze oturuyor, görüyor musun?

Kocakarı dikkatle baktı:

— Görüyorum, dedi.
— Kimin nesidir o?
— Ah evladım, sorma. Onu bir zalim herif aldı, zavallı tazeye dünyayı zindan etti. Dört senedir işte, köyüne yeni geliyor...
— Acayip...
— Evet, bütün köylü zorladı da, bu sefer izin alabildi. Kocası öyle fena, zalim bir adam ki...

Durmuş'un yüreği atmaya başladı. Karısının nerede yatacağını sordu. Kocakarı:
— Bilmem, diye cevap verdi.

Durmuş düşündü, taşındı, birdenbire dedi ki:
— Beni bu gece bu kadınla yatırabilir sen, sana beş altın veririm.
— Yiğidim ondan kolay ne var?
— Demek beni onunla yatırabileceksin?
— Elbet.
— Nasıl?

— Onun akrabaları benim kapı bir komşumdur. Benim her sözümü dinlerler. Avlularının sonunda tek bir oda vardır. Gider, onları kandırır, bu kadını oraya yatırırım. El ayak kesildikten sonra seni götürür gizlice bu odaya sokarım.

— Doğru söyle...
— Sen, hemen altınları ver, yiğidim.

Durmuş kesesinden beş altını çıkardı. Kocakarıya verdi. Atını onun avlusuna bağladı. Hiddetinden tir tir titriyordu. Gece yarısı geçti. Kocakarı geldi. Onu aldı. Küçük bir bahçe kapısından geçirdi. Bir avlunun en sonundaki tek odaya soktu. Durmuş yüzünü salıyla sarmıştı. Karısı onu tanımadı. Hemen bağırmaya başladı. Durmuş sesini çıkarmadı. Kapıyı kitledi. Üzerine yürüdü. Zavallı kadın köşeye büzülmüş, hem bağırıyor, hem tekme atıyordu. Durmuş'u yanına hiç yaklaştırmadı. Akşamdan uyuyan oğlu yatağın üzerindeydi. Annesinin haykırmasına uyanmadı. Mışıl mışıl uyudu. Durmuş, karısını daha çok bağırtmamak için kapının yanına oturdu. Hiç sesini çıkarmadı. Bütün gece ağlayan kadıncağız sabaha karşı korkudan, yorgunluktan sızar gibi olmuştu. Avluda horozlar öttü. Durmuş yavaşça yatakta uyuyan çocuğunu aldı. Sessizce dışarı çıktı. Avluyu geçti. Atına bindi. Dörtnala köyüne döndü. Karısının akrabaları, gece çocuğun çalındığını duyunca, ne yapacaklarını şaşırdılar. "Ağaya ne cevap vereceğiz?" diye düşünmeye başladılar. Kocakarı buna da bir çare buldu:

— Bu oda zaten eski... Yakınız. "Gece yangın oldu, çocuğu kurtaramadık" dersiniz, dedi.

Onu dinlediler. Hemen odayı yaktılar. Ağlayarak, sızlayarak, Durmuş'un karısını evine getirdiler. Hepsinin alnında çatkı vardı. Dövünüp duruyorlardı.

Durmuş:
— Çocuk nerede? diye sordu.
— Ah olan oldu! Gece odamız yandı. Çocuğu kurtaramadık, dediler.

Durmuş güldü:

— Neye ağlıyorsunuz canım, dedi. Başımız sağ olsun. Elhamdülillah genciz. Allah başkasını verir.

Karısının akrabaları, Durmuş'un bu soğukkanlılığından biraz ferahlar gibi oldular.

Tam bu sırada kapı açıldı. Durmuş'un çocuğu içeri girdi. Annesinin kucağına atıldı. Çocuğun yandığını söyleyenler şaşırdılar. O vakit Durmuş:

— Gördünüz ya, yalancı alçaklar, niçin karımı kendimin bulunmadığı yere göndermiyormuşum, diye bağırdı.

Hepsini, tekme tokat, kovdu. Karısına döndü:

— Eğer gece orada bana el sürseydin hemen seni öldürecektim. İşte ibret al da, sakın bir daha kocandan ayrı bir yere gitmek isteme, dedi.

İhtiyar efendisine üç senelik emeğinin hakkını da helâl etti.

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Tuhaf Bir Zulüm


Hikayenin Adı : Tuhaf Bir Zulüm

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Bilmem eski bir derebeyinin torunu olduğum için mi, Bulgaristan'da gezerken hep kendimi öz babamın çiftliğinde sanırım. Yeşil yazlı arklar, sık gül bahçeleri, alçak tarla çitleri, geniş taraçalı gürümsüz evler, arpa ambarlarını andıran üslupsuz kiliseler, başlan düşük zayıf semerli beygirler, müteferrik eşekler, semiz beyaz kazlar, hatta çamurlu pis domuzlar bile ruhuma aşinadır.

Suyun başında çamaşırlarım döven kalın çıplak baldırlı kadınları, evinin önünde ezeli çoraplarım ören hiddetli kızları, batan güneş, fundalıkları neftiye boyarken birdenbire karşıma çıkarak "Dobra veçer!” diye beni selamlayan köylüleri sanki ezelden tanırım. Bulgaristan'ın en sevdiğim yeri Lajina'dır! diye beni selamlayan köylüleri sanki ezelden tanırım. Bulgaristan'ın en sevdiğim yeri Lajina'dır! Geçen sene banyo bahanesiyle yine oradaydım. Arkadaşım, Koştanof namındaki meşhur sosyalistti. Akşamlan kasabanın dışına beraber gezmeye çıkıyor, Kurtova Dağlarının üzerinde tutuşan bulutları seyrediyorduk. Gecelerimiz Çarşı Meydanında, Dimko'nun hanında bira içmekle, iskambil oynamakla geçiyordu. Bu eski hanın altı, eski tarzda yapılmış kocaman bir meyhaneydi. Pazar günleri tek başına yedi okka şarap içebilen babaç sarhoşlar dolduruyor, gece yanlarına, sabahlara kadar sesleriyle, hora gürültüleriyle bizi uyutmuyorlardı. Bir pazar akşamı yemekten sonra, Koştanof'a:

— Bizi bu gece yine uyutmayacaklar, bari bir yere gitsek... dedim.
— Nereye?
— Mesela doktorun evine! Zaten bizi çağırıp duruyor.
— Başka gece gideriz.
— Niçin bu gece gitmiyoruz? diye sordum.

Koştanof güldü.
— Seni bu gece bizim eski diplomatımıza takdim edeceğim, dedi, gayet iyi Türkçe bilir. Gençliğinde İstanbul'da okumuş.
— Nerede?
— Burada! Misafir... O da banyo için gelmiş. Ama bir gör, bak. Ne tip, ne tip. Tam "Bay Ganü"1.

Akşam yemeğinden sonra Koştanof, meyhaneciden kâğıt kalem istedi. Bir mektup yazdı. "Bunu Goşpodin Kepazef'e götür!” diye eline verdi.

Sonra bana döndü, mektubu gönderdiği diplomatın hayatını anlatmaya başladı. Evvela ihtilalci imiş. Sonra prenslik yapılınca dâhiliye memuru olmuş. Daha sonra milletvekili... Birkaç ay da adalet bakanlığı yapmış... İstanbulof'un en aziz arkadaşlarındanmış.

— Kısacası antika bir herif! diyordu. Görünce anlarsın. Kimseye meydan vermez; habire kendi söyler Avrupa'nın diplomatlarım hiç beğenmez. Bismarck'a "düşüncesiz” der. Hele Rusya'da katiyen aklı başında bir adam olmadığına yeminler eder.

Koştanof anlatırken hancı geldi.

— Gospodin, sizinle arkadaşınızı odasına çağırıyor. Kardeşinin romatizmaları tutmuş. Aşağıya inmeyecek! dedi.
— Kaç numarada?
— Bir...
— Yalnız mı?
— Yalnız...

Koştanof hızla kalktı. Koluma girdi. "Haydi, bir evvel zaman adamı görmeye.” diye beni çekti. Dar merdivenden çıktık. Bir numaralı oda, hanın en muhteşem odası olacaktı. Caddeye bakıyordu. Kapısı iki kanatlıydı. Koştanof, bir marş temposu tutar gibi vurmaya başladı. "Tıkı tak, tıkı tak, tak, tak tak! Tıkı tak, tık tak, takı…”

— Ne yapıyorsun? dedim, kızar.

Koştanof:
— Korkma, diye güldü. Evvela biraz sağırdır. Onda beş işitir. Sonra gayet şakacıdır. Ciddiyetten pek o kadar hazzetmez.

İçerden Türkçe kalın bir ses aksetti.

— Gir, be oğlan...

Koştanof yine güldü:

Bir "tip” dedim ya... Bulgarlarla bile Bulgarca konuşmaz. Sanki herifin anadili Türkçe... Türkçeyi diplomasi lisanı sanır...

Sonra kapıyı itti. Bu oda hakikaten biraz süslüceydi. Pencerelerinde storlu mavi perdeler vardı. Duvarda Ferdinand'la Boris'in yağlıboya basma resimleri asılıydı. Keskin bir tentürdiyot kokusu yüzümüze çarptı. Hava sıcak olduğu halde camlar inikti. Gospodin Kepazef, köşedeki divana oturmuş, üstüne kırmızı bir velense örttüğü ayaklarım karşısındaki koltuğa dayamıştı. Sakalı, saçı bembeyaz, yüzü kıpkırmızıydı. Bizi görünce geniş bir kahkaha savurdu:

— Ulan Koştanof! Sen ne arıyorsun burda be!.. diye haykırdı. Köylüleri aldatmaya mı geldin?
— Hayır, banyo yapmaya.
— Anlat sen benim külahıma! Ah ben hükümette olsam... Size gık dedirtmem! Ne ise, oturun bakalım.

Birer sandalye çektik. Karşısına oturduk. Koştanof'a:

— Ne var, ne yok? Söyle bakalım! dedi.
— Hiç Gospodin.
— Nasıl hiç? Siz yeni türemeler her şeyin adım "hiç” koydunuz.

Sonra beni bir süzdü. Çakır gözleri üflenmiş bir alev gibi parlıyordu.

— Bu da kim? dedi, yeni yamaklardan mı?
— Hayır, Gospodin. Bulgar değil...
— Ya ne?
— Türk.
— Türk mü?
— Evet.

Başında kalpak vardı. Koştanof şaka söylüyor sandı. Güldü. Biraz durakladı. Fakat Koştanof temin edince inandı. Ben de gülümsüyordum.

— Ne arıyor burada?
— Banyoya gelmiş, hem benim ahbabım.
— Yoksa sen de mi sosyalistsin? diye yüzüme baktı.
— Hayır! dedim. Koştanof atıldı:

O nasyonalist, Gospodin!

— Haydi bre oğlan! Eğleniyor musun? Türk'te ne sosyalist olur, ne nasyonalist... diye bir kahkaha attı.

İnsan ne tuhaftır. Bir Türk bu sözü söylese belki hiç aldırmazdım. Fakat bir Bulgar'ın böyle azıcık bağrışı beni müteessir etti. Galiba kızardım.

— Fakat Gospodin, niçin olmasın? dedim, işte ben bir nasyonalistim.
— Türk değil misin?
— Evet.
— Öyle ise bir şey olamazsın be oğlum.
— Niçin olamayayım?
— Çünkü Türksün be oğlum.
— Acayip! diye dudaklarımı büktüm.

Canımın sıkıldığım Koştanof da gördü. "Ama Gaspodin, bunlar Genç Türkler!” diye tamire kalkmak istedi. Fakat ihtiyar diplomat kafasını sallıyor:

— Türkün genci de ihtiyarı da birdir! Ben onları bilirim. Benim kadar dünyada kimse Türkleri bilmez! diyordu.

Koştanof manalı, manasız itirazlar etti. Nihayet:

Türklerde hiçbir şey, hiçbir fikir, hiçbir ideal Yalnız bir şey vardır, dedi.

İkimiz de birden sorduk:

Taassup!

— Evet taassup! Ben Türklerin bu taassuplarından Bulgaristan'da çok istifade ettim. Eğer bugün hükumette olsam yine istifade ederdim. Hatta İstanbulof, benim dâhi olduğuma inanırdı. Devletimiz yeni teşekkül ettiği zaman ben olmayaydım, Bulgaristan bugünkü Bulgaristan olamazdı. Çünkü Türk o kadar çoktu ki... Mutlaka Sobranya'da müsavi gelecektik. Kabinenin yansı da bir gün onlardan olabilirdi. Fakat ben! Fakat ben...

Kırmızı velensenin altındaki ayaklarını topluyor, kıllı ellerini göğsüne vurarak, Koştanof'u gösteriyor:

— Bu cahil gençler bizim kıymetimizi bilmezler. Ama tarih görecek, diyordu.

Türklerin taassubundan nasıl istifade ettiniz. Merak ettim. Sordum:
— Rica ederim, Gospodin! Türklerin taassubundan nasıl istifade ettiniz? Bunu söyler misiniz?
— Söyleyeyim be...
— Teşekkür ederim! dedim.

Koştanof da merak ediyordu. İhtiyar, velensenin altındaki ayaklarını, yüzünü buruştura buruştura topladı. Bağdaş kurdu. Cebinden büyük bir tabaka çıkarda Hazır kalın sigaralardan ikimize verdi. Kendi de bir tane yaktı. Anlatırken kafasını, kollarını, bütün vücudunu sarsıyor, ara sıra dizlerine vuruyordu.

İstanbulof'un çocukluk arkadaşıyım. İstanbul'da da beraber okuduk. Hükumet kurulunca komitalarla bir kongre yaptık. O vakit Bulgaristan'ın yalnız ismi vardı. Ahali, yan yarıya, belki de yandan ziyadesiyle Türk’tü. Bu bir meseleydi. Beyinsizler hep bir 'katliam' düşünüyorlardı. Bir gün İstanbulof bana:

— Bu Türkleri ne yapacağız? diye sordu.

Ben:
— Kolay! dedim. Hepsini Türkiye'ye göndeririz.
— Nasıl gönderebiliriz. Hiç yerlerini yurtlarını terk ederler mi? dedi.
— Ederler, dedim.

İnanmadı. O da bir katliam lazım fikrindeydi. Hâlbuki bu katliama layık olan Rumlardı. Çünkü başka türlü Bulgaristan'dan çıkarılamazlardı. Nitekim sonra yapıldı. Türklere böyle kanlı muameleye hacet yoktu. Ben biliyordum ki, onların en aziz duyguları taassuplarıdır. Küçükken aralarında büyüdüm. Komşularımız hep Türk’tü. Bunların kimseye garezleri yoktu. Hatta kendilerine o kadar kötülük yapan Ruslara bile fenalık etmezler, yaralılarına su, ekmek, ilaç verirlerdi. Bütün hayatları karanlık bir taassuptan ibaretti. Mesela domuza fena halde garezdiler! Domuz! Bu ne? Allah’ın zavallı bir hayvanı be! İnsana hiçbir zararı dokunmaz, kendi halinde bir mahlukcağız... Fakat Türk bu zavallı hayvana öyle garezdir ki... Görünce tüyleri ürperir, şeytanı görmüş gibi kızar. O vaktin genç Bulgarları, yani biz, memuriyetlere dağılırken İstanbulof'a:

— Ben hiç Bulgar bulunmayan bir yere gideceğim. Birkaç senede orasını bütün Bulgarlık yapacağım! dedim.

— Fakat Avrupa? Fakat Avrupa! diye başım salladı.

Hâlâ beni katliamcı sanıyordu.
— Kimsenin burnu kanamayacak! dedim.
— O halde ne yapacaksın?
— Tuhaf bir zulüm... dedim.
— Nasıl? dedi.

Söylemedim. Deliorman'a kaymakam oldum. O vakit orada ilaç için olsun bir tek tane Bulgar yoktu. Hemen bir aile Makedonya muhaciri getirttim. Kasabaya yerleştirdim. Gizli ödenekten dört lira verdim. On-on beş domuz tedarik ettirdim. Makedonyalıya:

— Domuzlarını aç tut. Hiçbir şey verme. Sokaklarda, bahçelerde, tarlalarda, kendilerine yiyecek bulsunlar! dedim.

Domuzlar kasabaya yayıldı. Türklerin halini bir görmeliydin. Hepsi fena halde kızdılar. Bütün ihtiyarları ertesi gün huzuruma geldi.

— Bulgarların domuzları sokaklarda geziyor, çeşmelerin yalaklarını kirletiyorlar. Tarlaları eşiyorlar. Biz buna tahammül edemeyiz... dediler.

Ben onlara uzun bir hürriyet nutku çektim. Allah’ın yarattığı mahlûkların hiç kabahatleri olmadığım, keçi, inek, öküz, tavuk gibi, domuzların da hür yaşamak hakları olduğunu söyledim.

— Biz sizin koyunlarınıza kızıyor muyuz? dedim. Cevap vermediler. Fakat artık domuzların içtiği çeşmeden su alamıyorlar, domuzların gezindiği çayırlıklarda soyunup yağlanıp güreşemiyorlardı. Altı-yedi ay içinde küçük sürü üredi. Hemen bütün kasabayı kapladı. Türkler baktılar ki, bu mahlûklardan kurtuluş yok, birer birer hicrete başladılar. Evvela en zenginler tası tarağı topladı. Mallarım, tarlalarım yok pahasına satıyorlardı. Ben hükumet namına boyuna alıyordum. İstanbul'a kapağı atan, bir-iki hafta sonra hemen akrabalarını gelip alıyordu. Köylüler de, kasabalıların arkasından ayrılmıyorlardı. Ben habire Makedonya muhaciri getiriyordum.

Uzatmayayım. Bulunduğum yerde, iki senede, bir Türk nüfusu kalmadı. Evet... Hepsi ateş önünden kaçarmış gibi yüzlerce senelik yerlerinden, yurtlarından uzaklaştılar. İçinde hiç Bulgar bulunmayan Türk kasabalarına hükümet benim bulduğum yöntemi tatbik etti. Yeni bir aile Makedonya muhaciri, küçük bir sürü domuz! Hepsi bir sene sonra yan yarıya iniyordu. Benim icadım olan bu tuhaf zulüm İstanbulof'un çok hoşuna gitti. Beni ne vakit görse:

— Sen dâhisin bre!.. Sen Bismarck'tan büyüksün bre!.. diye boynuma sarılır, alnımdan öperdi.

Evet, Bismarck, Alsace-Lorraine için benim gibi bir çare bulamamıştı. Yok lisanı konuşturmamak, yok okulları kapatmak... Ne çirkin, ne vahşice hareketler... Hâlbuki bilmem ama Fransızların da taassubuna dokunan, tabii, bir şey vardı. Onu keşfedip tatbik etseydi, bir senede, bu vilayetleri Almanlaştırırdı. On sene evvel Petersburg'a gitmiştim. Sazanof'la görüştüm. Malum ya, bu hımbıla Avrupa'da diplomat derler.

— Siz İstanbul'u almak istiyorsunuz, değil mi? diye sordum.

Hiç tereddüt etmedi:
— Evet, diye başını salladı.
— O halde İstanbul'u almak çok kolaydır. Size öğreteyim! dedim.
— Nasıl? dedi.
— Sizin tasavvur ettiğiniz gibi cihan harplerine, Avrupa muharebelerine lüzum yok. Sade, basit bir sistem!
— Nasıl? dedi.
— Türkleri İstanbul'dan hicrete mecbur etmek, sonra yerlerine yavaş yavaş Rus muhacirleri göndermek. Yirmi beş sene içinde İstanbul'da bir Türk kalmaz. Halis bir Rus şehri olur! dedim.
— Fakat bu nasıl mümkün olur? diye tekrar sordu.
— Gayet kolay! dedim.

Türklerin körü körüne kara taassuplarından başka hiçbir siyasi fikirleri olmadığım, vatanı, yurt olarak bilmediklerini, İstanbul'daki her Türk mahallesine bir aile Bulgar, yahut Rus yerleştirip yanlarına da serbest gezebilmek şartıyla birer sürü domuz verirlerse, az vakitte bütün Türklerin çil yavrusu gibi dağılacaklarını anlattım. Eşek! İnanmadı. Evet eşeğin biri... Başkentine göz diktiği milletin daha ruhunu bilmiyordu. Siyasetime güldü. Hatta sözlerimi şaka zannetti. Bizim büyükelçiye demiş ki:

— Gospodin Kepazef ne tuhaf adam! İlk defa görüştüğümüz halde benimle şaka etti.

Evet, eşek! Avrupa'da, Hele Rusya'da siyasetten anlayan bir tek adam yok... Hepsi eşek, hepsi...”

İhtiyar diplomat sigara üstüne sigara yakıyor, her defasında bize de zorla birer tane yaktırıyor, eski başarılarını anlata anlata bitiremiyordu. Gece yansı yaklaştı. Ben sıkılıyordum. Koştanof ıstırabımı anladı. Yatmak için müsaade istedi. Duman dolu odadan çıktık.

Dışarıda bana dedi ki:
— Sakın söylediklerinin hepsine nokta noktasına inanma.
— Yalan mı söylüyor? diye sordum.
— Hayır.
— Mübalağa!.. Onda beş firesini çıkar...

Odama çekildim. Soyundum, yatağa uzandım. Fakat gözüme uyku girmedi. Ateşsiz bir humma her tarafımı yakıyor, soğuk soğuk terliyordum. Yavaş yavaş aşağıdaki hora gürültüleri, gayda sesleri kesildi. Etraftaki horozlar ötüyor, sabah oluyordu. Uyumak azmiyle gözlerimi sıkı sıkıya kapadım. Yüzükoyun döndüm. Pis, cılız bir domuz sürüsü önünden cesur ecdadımın, yiğit kan kardeşlerimin, saf milletimin kavukları düşerek, atlan arabaları bataklıklara saplanarak; toplan tüfekleri, kadınları kızları, çolukları çocukları yollara dökülerek bir çılgın ordusu halinde kaçıştıklarını görüyor gibi oluyordum.

Ah, evet, o gece hiç uyuyamadım!

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Tos


Hikayenin Adı : Tos

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

İki saattir eski geyik postu seccadesinin üstünde "Salâtüselam" çeken Fatma Hanım, tüneğinden inecek bir anaç tavuk edasıyla ayağa kalkınca, birdenbire hiddetlendi. Pencereden gözü nasılsa bahçeye kaçmıştı.

— Lahavle velâ kuvvete illâ billâh... Dedi.

Başını salladı. "Estağfirullah, estağfirullah" diye geğirdi. İşte yine kocası onun kurbanlığıyla uğraşıyor, bu mübarek hayvanı kızdırıyor, zavallıya tos vurduruyordu.

Fatma Hanım'ın yedi ceddi de hacı-hocaydı. Sarıklılar içinde doğmuş, sarıklılar içinde büyümüştü. Çok sofuydu. Çok zengindi. Bir kassam(Mirası mirasçılar arasında bölüştüren ve yetimlerin mirasını saklayan, idare eden memur.) kızı olan anasıyla bir şeyhülislam oğlu olan babasından kendisine, Erenköy ahalisinin "hesapsız..." dedikleri bir miras kalmıştı. On dönümlük koca bir bahçenin ortasında süslü beyaz bir türbeye benzeyen küçük köşkünde sessiz sedasız oturuyor, gece gündüz ibadet ediyor, paralarını tekkelere, dervişlere, fakirlere, mollalara, öksüzlere dağıtıyordu. Hiç dışarı çıkmıyor:

— Gâvurlukları görüp günaha girmekten korkarım, diyordu.

Onun nazarında yüzlerini açan, yeldirme giyen, sinemaya, çarşıya, tiyatroya giden her kadın gâvurdu.

Evine yalnız sofu ahbapları, ana dostu ihtiyar kadınlar gelirler; Ramazan, Kandil, Kadir geceleri ölülerinin canı için verdiği ziyafetlerde bulunurlar, meşhur güzel sesli Hafız Saime'ye tanesini beşer liraya okuttuğu mevlûtleri dinlerlerdi. Kırk yaşına yaklaştığı halde henüz Allah ona evlat ihsan etmemişti. Daima kocasını hatırlar:

— Elbet bunda bir hikmet var!

Der, asla meyus(üzgün) olmazdı. Dualarında hep hayırlı, dindar evlat isterdi. Fakat, fakat kocası... Ah bu, işte onun yegâne derdi idi. Aynı zamanda dayısının oğlu olan bu adam, çekilir şeylerden değildi. Ama "ehline itaat ibadetin en büyüğü" idi. Ne yapacaktı?.. Her münasebetsizliğine tahammül ediyordu. İşte ona varalı hemen hemen yirmi sene oluyordu, daha hiçbir işin ucunu tutmamıştı. Dur bugün, dur yarın... Hep hazırdan yiyor, içiyor, her gün Fatma Hanım'ın bin türlü bahanelerle parasını çekiyor, zavallının iratlarında(gelir getiren mülk) oturan kiracılarla uğraşarak kırmadığı koz, çevirmediği dolap kalmıyordu. Fatma Hanım onun yaptıklarının hep farkında idi.

Fakat renk vermiyor, sabrın, tahammülün de bir ibadet olduğunu bildiği için, büyük bir sevap işliyormuş gibi, sevine sevine susuyordu. Kalbi o kadar temiz, o kadar hayırsever, o kadar sofu idi ki, uzaktan yakından kendini tanıyanlar: "Bu insan değil, bir melâike!" derlerdi. Evinin içinde bile namaz bezini çıkarmaz, kocasını abdestsiz yatağa almaz, "besmele"siz bir şey yapmaz, "Yarabbi şükür!" süz hiçbir işi bitirmezdi. Hatta Erenköy'ün ihtiyar, eski kibar takımından kadınları Balkan bozgunluğunda ona müracaat etmişlerdi. Biliyorlardı ki, o ne isterse Allah hemen verir...

— Fatma Hanım, dua et de, bizim asker gâvuru bozsun! Dediler.

Lâkin o korktu. Allah'ın işine karışılır mıydı? Çünkü Allah ne yaparsa iyi yapardı. Artık kadınlar sokaklara açık saçık çıkıyorlardı. Camiler cemaatsizlikten çın çın ötüyordu. Küçük çocuklara şapka giydiriliyordu. Yarın ihtimal ki bu zavallı yavrucakları sünnet de ettirmeyeceklerdi. İşte bütün bu fenalıklara kızan Allah, gâvurlarıyla bizim terbiyemizi veriyordu. Zelzele, yangın, kıtlık, zulüm, muharebe, kolera, veba, Allah'ın en meşhur cezalarıydı.

Bize gönderdiği Dört Kitap'ta, kendine isyan eden, emirlerini dinlemeyen milletleri hep bu cezalarla tedip(terbiye) ettiğini söylemiyor muydu? Mütenekkiren(kıyafet değiştirerek) -yani tebdil olarak- memleketlerinden geçen melâikelere karşı yaptıkları o rezilce tecavüz için "Lut" kavmini yerlere geçirmemiş miydi? Çok şükür artık melâikeler, evvel zamandaki gibi, yeryüzüne inmiyorlardı. Yoksa şimdi İstanbul'un yerinde yeller eser; öyle ufacık göller değil, nihayetsiz ummanlar dalgalanırdı.

Fatma Hanım kocasının bile "başına, kendisini imtihan için Allah tarafından gönderilmiş" hususi bir bela olduğuna inanırdı. Bu ilahî imtihanda tam numara almak hırsıyla onun her şeyine tahammül ediyordu. Amma iki hali vardı ki... bunları hatırlayınca göğsü daralır: "Estağfirullah, estağfirullah, estağfirullah!" diye tespihinin imamesini çenesine dayar, gözlerini kapar, ateşsiz bir cehennemin, tutuşturup da yakmayan azaplarını duyardı. Evinde anadan ve babadan kalma ihtiyar, emektar bir Arap aşçısından başka, on yedi yaşında, tombul, beyaz, oynak bir ahretliği vardı. Her gün beş vakitte abdest aldırıp dizinin dibinden ayırmadığı, durmadan namaz kıldırdığı, Kur'an okutturduğu bu kıza, kocası iyi bir gözle bakmıyordu. Bunu görüyor, bunu anlıyordu. Kız ne vakit onunla yalnız kalsa hemen alı al, moru mor kesilirdi. Bir gün de ihtiyar aşçısı Nuruşeb:

— Size bir şey söyleyeceğim hanımefendi. Bu sabah bahçenin nihayetindeki çam ağaçlarının altında efendinin Makbule'yi sıkıp sıkıp limona çevirdiğini görünce...

Diye bir hikâyeye başlarken:

— Sus, sus...

Diye haykırmıştı. Onun ömründe kulakları böyle fena bir şey işitmemişti. Aşçıyı susturdu. Fakat Makbule'yi de bir daha limon haline geçmemesi için gözünün önünden ayırmaz oldu. Geceleyin yatarken onu üzerinden kilitliyor, sabah namazına kalktığı vakit açıyor, her işi gözünün önünde gördürüyordu.

Kocası dışarıda ne halt ederse etsin, o kadar gücüne gitmeyecekti. Amma evin içinde bu ne korkunç bir rezaletti! Aklına geldikçe yüreği atmağa başlar; "Allah'ım, beni ne dehşetli imtihan ediyorsun!" diye dişlerini sıkar, dudaklarını büzer, yine göz yaşlarını akıtmazdı. Kocası, kızdan sonra kurbanlığa da musallat olmuştu. Buna da canı çok sıkılıyordu. Dört beş sene evvel bir camide vaaz dinlerken, kurban edilecek koyunun daha kuzu iken alınarak evde beslenmesinin sevaplarını duymuş, hemen en iyi cinsten bir kuzu aldırmıştı. Bunu üç sene, bahçede eliyle besledi. Fındık, üzüm, kestane yedirdi. Gün aşırı mis sabunlarıyla yıkadı. Boynuna aynalı tasmalar taktı. Âdeta kurbanlık koyun onun evladı yerine geçti. Büyüdü, semirdi, koca bir koç haline girdi.

Her kurban bayramında onu kesmeye kıyamıyor: "İnşallah gelecek seneye..." diye çarşıdan başka kurbanlar aldırıyordu. Fakat bir gün nasılsa kesecekti. Çünkü bu Allah'a hediye olacaktı. İbrahim aleyhisselam kendi gözbebeği evladını bile Allah'ından esirgememişti. Evvelden her sabah gider, kurbanlığı okşar, koklar, öper, onun yumuşak, kar gibi temiz ve beyaz sırtında Sırat köprüsünü nasıl rahat rahat geçeceğini tahayyül ederdi. Ama şimdi artık bu saadetten mahrumdu. Çünkü kurbanlığın yanına kimse yaklaşamıyordu. Huysuz, münasebetsiz kocası, bu melek gibi uslu hayvanın ahlakını bozmuş, tosa alıştırmıştı. Bahçeye birisi çıktı mı hemen kurbanlık üzerine atılıyor, karnına, kafasına, neresine rasgelirse gerilip gerilip tos vurmaya başlıyor, yere düşürünce bile hırsını alamıyor, düşenin köpek gibi eteklerini, saçlarını ısırıyordu. Artık onu gündüzleri zincirle bahçenin bir köşesine bağlıyorlar, yalnız geceleri el ayak çekildikten sonra bahçeye salıverebiliyorlardı.

İşte ikindi tespihinden sonra seccadesinden kalkan Fatma Hanım, pencereden kocasının yine kurbanlığa tos yaptırdığını görmüştü. Münasebetsiz adam, gecelik entarisinin eteklerini toplamış, koçun başına dokunarak geri geri sıçrıyordu:

— Tos, tos, haydi tos...

Diye hayvancığı delirtiyordu. Ne vakit kocasını böyle kurbanlıkla uğraşırken görse, aklına zehirli, pis cehennem meyveleri halinde sarı sarı, sıkılmış, mıncığı çıkarılmış birçok limon yığınları gelir, ne vakit sofrada, mutfakta, manavda, gezdiricide limon görse, yüreği çarpmaya başlar, kocasının arsız arsız, "tos, tos, haydi tos..." dediğini işitir gibi olurdu.

Onun Makbule'yle kurbanlığa karşı yaptığını hiçbir türlü hazmedemiyordu. İnkisarda (beddua) bulunsa Allah'ın hemen kabul edeceğinden emindi. Amma kalbi o kadar iyiydi ki, kimseye kendinden bir fenalık geldiğini istemez:

— Estağfirullah; estağfirullah...

Diye mırıldanır dururdu. Amma işte bugün... Nasıl oldu bilinmez, birdenbire fena halde hiddetlendi. O kadar ki, söylenmedi bile. Kırk beş yaşında kelli felli bir efendiye şu mübarek hayvanı azdırmak yakışır mıydı? Sonra...

Yine hayaline küfe küfe sıkılmış, çürük limon kabukları döküldü: Ah evet, hele bu hiç dayanılacak bir şey değildi. Bu ne müşkül bir imtihandı? Fatma Hanım bir dakika evvel kalktığı geyik postu seccadesinin üstüne tekrar çöktü. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Ellerini kaldırdı. Gözlerini yukarı dikti. Hiddet onu o kadar şaşırtmıştı ki, artık Allah'ın işine karışmış olacağını bile düşünmemişti.

— Büyük Allah'ım, şu adamı yaptığı şeylerden fena utandır. Başka bir şey dilemem! Dedi.

Kalkmadı, ta güneş batıncaya kadar, akşam namazı vakti gelinceye kadar "Salâtüselam"larına devam etti.

Aradan bir hafta geçmedi...

Yine bir Kandil gecesiydi. Fatma Hanım sofu ahbaplarına mevlit ziyafeti veriyordu. Yemekler yenmiş, kahveler içilmiş, akşam namazı kılınmıştı. Mor bir gündüz gibi parlak, mehtaplı bir yaz gecesiydi. Uzaklardan bülbül sesleri geliyordu. Köşkün alt kattaki geniş sofasına yumuşak şal örneği minderler serilmiş, bahçeye çıkan büyük camekânlı kapının ta karşısına Hafız Saime Molla'nın sedefli ceviz rahlesi kurulmuştu. Davetliler, hizmet eden başörtülü sofu komşu kızlarından maada(başka) yirmi yedi hanım idi. Hepsi hacı, hoca, ulema karılarıydı. Hepsinin yemenili başlarında yeşil başörtüleri vardı. Alafrangaya benzer hiçbir şey, hiçbir tuvalet göze çarpmıyordu. Camekânın önüne de beyaz keten örtülü büyücek bir masa konulmuştu. Bu masanın üstünde sürahi sürahi şerbetler, irili ufaklı bardaklar, tabak tabak şekerlemeler, şekerler duruyordu. Saime Molla rahlesine geçti. Kitabını açtı, gözünü ovuşturdu. Öksürdü. Bütün davetliler ruhanî bir fısıltı içinde toplandılar. Duvarlardaki yaldızlı büyük harflerle yazılmış "Garîk-i bahri isyanım/Dahîlek ya Resûlallah" "Tevekkeltü alâllah" ve ilâh... gibi levhalar alev alev yanan lambaların aydınlığıyla sanki daha ziyade büyüyor, daha ziyade parlıyor, bu sade sofaya muhteşem bir mabet şeklini veriyordu. Tam mevlit okunmaya başlanacaktı. Fatma Hanım, hemen bir göz gezdirdi. Makbule meydanda yoktu... Kapının yanında divan duran Nuruşeb'e doğru yürüdü, yavaşça:

— Kız nerede? Diye sordu.
— Dışarda.
— Niçin içeri girmiyor?
— Bilmem...

Fakat Fatma Hanım biliyordu. Burnuna keskin bir limon kokusu geldi. Hemen dışarı fırladı. Makbule'yi orada ayakta duruyor gördü:

— Kız niçin içeri girmiyorsun? Dedi. Makbule ezildi, büzüldü, boynunu büktü:
— Hiç...
— Haydi gir içeri diyorum.
— Giremem ki...
— Niçin?
— .....
— Söyle, niçin diyorum?

Kız daha ezildi, büzüldü boynunu büktü. Ağlar gibi ıslak bir sesle, kolu ile yüzünü kapayarak, utancından hanıma arkasına dönerek:

— Kirliyim! dedi.
— Hay Allah müstahakkını versin!

Şimdi Fatma Hanım ne yapacaktı? Mevlit okunan yere bu pis kız sokulamazdı. Günahtı. Yukarıya gönderse efendi var... Sonra Nuruşeb'i de nöbetçi gibi kızın yanına bıraksa... Buna da emniyet edemiyordu. İhtiyar Arap hemen uyuyuverirdi

— Haydi buradan çabuk bahçeye çık. Sofanın camekân kapısına gel. Kapıyı aralık et. Başını sok. Mevlidi dinle. Vücudun dışarıda kalsın. Gözlerini bana dik. Hiç ayırma. Sakın savuşayım deme. Tövbe olsun seni çok fena ederim, dedi.

Tekrar sofaya girdi. Yavaş yavaş rahlenin yanındaki minderine gitti. "Estağfirullah, estağfirullah" diye diz çöktü. Bir dakika sonra karşıki camekândaki bahçe kapısı usulca açıldı. Aralığından Makbule'nin başı göründü.

Mevlit başladı:

Allah adın zikredelim evvela

Vacib oldur cümle işte her kula

Saime Molla'nın sesi o kadar yanık, o kadar müessirdi ki, herkes hüngür hüngür ağlıyordu. Fatma Hanım da hıçkırıyordu. Fakat gözünü kapının aralığında asılı bir maske gibi duran Makbule'nin suratından da ayırmıyordu.

Yukardaki, aşağıdaki odaların hepsini arayan efendi, Makbule'yi bulamayınca, bahçeye çıktı. Mevlit okunurken dışarda kalabilmek için bu "aybaşı" planını kendisi kurmuştu:

— Demek bizimki yutmadı... Dedi.

Canı sıkıldı. Ayın on dördü her tarafı beyaz, mor sislerle dolduruyordu. Durdu. Açık başını uzun uzadıya kaşıdı. Bol gecelik entarisinin içine pembe, görünmez bir el gibi ılık bir serinlik giriyor, her tarafını kaşıyor, kaşındırıyordu. Yürüdü. Önünde, gölgesi de siyah, yuvarlak bir halı gibi yürüyordu. Haberi olmadan, gölgesine basa basa, yine kurbanlık koçun yanına gitti. Can sıkıntısından patlayacak gibiydi. Bir haftadan beri hep bu mevlidi düşünmüş, hep bu fırsatı beklemişti. Nihaî bir hareketle koçun zincirini çözdü. Elini göstererek:

— Tos, tos, haydi tos...

Diye hayvancığı kızdırmaya başladı. Parlak ay, sıcak gece, koça da pek fena tesir etmişti. Gündüzdekinden ziyade hiddetleniyor, şaha kalkıyor, üç dört arşın geri giderek dehşetli toslar vuruyordu. Efendinin elleri acıdı: "Ulan, bu akşam sen de azmışsın galiba!" diye güç bela boynuzlarından yakaladı. Tekrar kazığına zincirledi. Geri döndü. Gerindi. Havaya baktı. Ay katılacak gibi gülüyor, arsız bir mahalle çocuğu yılışıklığıyla sanki ona: "Aldın mı gümüşü..." diyordu. Sıkıntıdan patlayacaktı. Bütün vücudunu bir ateş kapladı. Köşke doğru döndü. Camlı kapıda birisinin durduğunu gördü. "Bu acaba kim, bir misafir mi?" diye düşündü. Fakat misafirin dışarda ne işi olabilirdi? Yavaş yavaş yürüdü. Dalgınlıkla koçun zincirini kazığına iyice takamamıştı. Koç da arkasından gelmeye başladı. Bundan haberi yoktu. Kafasız bir vücut gördü.

— Tuhaf şey! Tuhaf şey! diyordu.

Daha yaklaştı. Makbule'nin tombul vücudunu, kısa etekli beyaz entarisinden tanıdı. İlerledi. Kalbi çarpıyor, camlı kapının aralığından ruhları ürpertecek derecede latif, mukaddes bir ahenk fışkırıyordu:

Geldi bir ak kuş kanadıyla...........

Elini uzattı. Bu "Kesikbaş" değil, başı kesik, canlı bir vücuttu. Dokundu. Makbule'nin birdenbire ödü kopacaktı. Bağırmak istedi. Fakat hanımın gözü ta gözünün içindeydi. Cesaret edemedi. Nefesi durdu. Titremeye başladı. Efendinin yavaşça:

— Sus, sus, haydi sus...

Dediğini duyunca bir anda korkusu geçti. Ferahladı.

Fakat efendinin arkasındaki azgın koç, iyi Türkçe bilmediğinden, Makbule'yi ferahlatan bu sözleri:

— Tos, tos, haydi tos...

Anlamıştı. Birdenbire fena halde gazaplandı. Geriledi, geriledi. Dört arşından şaha kalkarak, efendinin kaba etlerine öyle müthiş bir tos indirdi ki... şangur, şungur, kapının allı yeşilli bütün camları kırıldı. Paldır, küldür devrilen içerdeki şerbet, şeker masasının üstüne evvela ödü kopan zavallı Makbule, onun üstüne de ne olduğunu anlamayan, gözleri çerçevesinden fırlamış biçare efendi, cansız bir ceset gibi yığıldı. Mevlidin ruhanî tesiriyle ruhları gayri nasutî yüksekliklere uçmuş bulunan davetliler, bu nagehanî(ani) gürültüden, korkunç manzaradan birdenbire abdestleri bozulmuş, şaşkın, perişan, avazları çıktığı kadar haykırışmaya başlamışlardı. Duasının bu kadar dehşetle kabul olunduğunu gören Fatma Hanım, hemen şak diye bayılmıştı. Camekânın, camların kırılmasından, kadınların bağrışmalarından daha beter hiddetlenen kurbanlık koç ise hâlâ hızını alamıyor, yere serdiği efendiyle Makbule'nin üzerine çıkmış, birinin eteklerini bırakıp, ötekinin saçlarını yakalıyor, ikisini de didik didik ediyordu.

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Topuz


Hikayenin Adı : Topuz

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

"Karamanın Koyunu Sonra Çıkar Oyunu"

Küçük pâyitahtın karışık sokakları bugün çok kalabalıktı. Tıpkı ilkbaharda bir bayram gibi... Bütün kadınlar, bol beyaz yenli, sırma yelekli pazar esvaplarını giymişler, beyaz poturlu dinç erkeklerin dolu testilerle sundukları şarapları içerek coşuyorlardı. Genç, ihtiyar, kadın, çocuk... Nihayetsiz bir ``Hurrâ´´ zinciri, bağırarak, sallanarak kalabalığın içinden geçiyor, canlı bir girdap dalgası halinde, döne döne, sarayın meydanında birikiyordu. Kiliselerin çanları uğulduyordu. Saray kapısınn önünde cesur Boyar atlıları saf saf olmuş, bekliyorlardı. Sabahtan beri çektiği şaraplarla epeyce başı dönen meşhur kumandan tolgasının siperini geri itti. Atının ağır üzengileri üstünde biraz kalktı. İleriye baktı. Yanındaki birinci zâbitine:

— Daha görünmüyorlar, dedi.
— Geç kaldılar.
— Evet.
— Niçin acaba?
— Mankafa Türkler işte... Teşrifattan, merasimden ne anlarlar?
— Hem de "Bizans'a lâyıkız" derler.
— Nerede o incelik?
— Nerede?..
— .....

Önlerinde birdenbire genişleyen sık bir ``hurrâ´´ halkası ikisini de susturdu. Gemlerini kastılar. Atlarını biraz çektiler. Kumandan, istiklâlini kazanan halkın bu deli, bu sarhoş sevincine bakıyor, keyifleniyordu. Yarım baygın kızlar, şen delikanlıların kucaklarında, gaydaların âhengine ayak uyduruyorlar, "Yaşasın prens! Yaşasın prens!" nakaratını haykırışarak yeni hükümdarlarının şerefine testileri deviriyorlar, oynuyorlar, sıçrıyorlardı... Son Eflâk tacını giyen papazı, Tergoviç'te bozan Mehmed Bey, bir sene vardı ki, kendisini sancak beyi ilan etmişti. Ama, Eflâklılar, bu hâkime boyun eğmemiş, Zips kontu Zapolya'dan imdat istemişlerdi. İşte bu tehlikeli ittifaktan ürken Mehmed Bey çarçabuk onların haklarını, imtiyazlarını, istiklâllerini vermişti. Açık mavi, bulutsuz ufukta yükselen güneşin aydınlığı kahraman Boyar atlılarının uzun mızraklarını yaldızlıyordu. Kumandan, zırhlı göğsünü kabartan tatlı bir teessürle bir halka, bir askerine bakıyor; mahmuzlarıyla dokunarak atını şahlandırıyordu. Birinci zâbit, onun gibi iri yarı yakışıklı değildi. Kara kuru bir şey... Uzun saçları kırdı. Köse yüzü hem zayıf, hem buruşuktu. Neşeli kumandan, hora tepenler geçince, yine atını ileri sürdü.

— Kansız bir zafer kazandık! Dedi. Siyah atının yelesini okşayan zâbit:
— Kansız zafer olmaz! Diye başını salladı.
— Niçin olmasın?
— Benim Türkler'e emniyetim yok...
— Kuşkulanmaya da hacet yok! Biz daha resmen ihtilale kalkmadan onlar haber gönderdiler: "Gidiniz bir şef tayin ediniz" dediler. Biz zaten prensimizi tahtına çıkarmıştık. Şimdi, işte bize bir de ``cemîle´´ yapıyorlar.
— "Berat, sancak, davul, topuz" göndermek bir ``cemîle´´ mi?
— Ya ne?
— Tabiiyet alâmetleri...

Coşkun kumandan, görünmeyen bir surata tokat atacakmış gibi elini yukarı kaldırdı. Hiddetli bir tehâlükle:

— Asla! diye bağırdı. Biz artık müstakiliz! Berat, istiklâlimizi tasdik etmektedir. Sancak, davul, topuz da padişahın prensimize hediyeleri...
— ......

Zâbit cevap vermedi. Kumandan kadar içmediği için Türkler'in hakikatini hâlâ hatırlayabiliyordu. Elini kalçasına dayadı. Atının siyah yelesine daldı gitti. Kiliselerin çanları beyninde ötüyordu. Halkın gürültüsü taşmış, bir tûfan gibi sarayın saçaklarına çarpıyor, muhâfız neferlerin yüksek atlarını huylandırıyor, tepindiriyordu. Oynayanların içinde zorla kendine yol açan bir atlı kumandanı selamladı:

— Elçi, maiyetiyle beraber menzilinden çıktı, dedi.
— Pekâlâ... Maiyeti kaç kişi var?
— Üçyüz atlı!

Kumandanın solundan neferin sözünü işiten zâbit:

— Üçyüz atlı mı? Diye sapsarı kesildi.
— Evet...

Bugünkü teşrifata memur olan kumandan güldü:

— Gidi Türkler... Sıkıya geldi mi nasıl küçülürler. Hani eski gururları? Şimdi dünya değişti. Rumeli'nde kuvvvetleri yok. İşte prensimize büyük bir imparator muamelesi yapıyorlar!

Birinci zâbit, daha beter sarararak sordu:

— Nereden anladınız?
— Elçilerin derecesi maiyetin adediyle münasiptir. İşte bak, padişahın hediyelerini, beratını üçyüz atlıyla bir elçi getiriyor!
— Elçi bunları yalnız getirseydi, daha iyi olurdu.
— Niçin?
— İşte öyle...
— Ama biz kabul etmezdik.
— Neden?
— Çünkü şanımızla mütenasip olmazdı. Bir emir, lütuf, bir ihsan gibi... Halbuki böyle maiyetinde üçyüz atlı bulunan bir elçi... Ne demektir? Biliyor musun?
— Ne demektir?
— Padişah, bizim prense: "Benimle müsâvîsin!" demek istiyor.
— Keşke müsâvî olmasaydı da, bu üçyüz atlı Eflâk'a girmeseydi!
— Sen bunamışsın, Dimko...

Birinci zâbit acı acı gülümsedi. Tüysüz yüzünü ekşitti. Atının yelesinden kaldırdığı dalgın sönük gözleriyle kumandanına baktı:

— Ben bunamışım ha? Dedi.
— Koca Eflâk'ın içinde üçyüz atlıdan kuşkulanıyorsun. Bunlar elçi maiyeti.. İşlemeli mızraklarına, süslü cevaplarına, altın haşalarına, sırma eğerlerine aldanma... Göze parlaklıklarıyla çarparlar ama, ellerinden bir şey gelmez.
— Bunlar Türk değil mi?
— Türk... Ne olacak?
— Kılıçları ne kadar süslü olsa yine keser..
— Sen korkaksın! Bir avuç atlı, üçyüz kişi, koca bir devletin içinde ne yapabilir?
— .......

Kumandan, sarayın önündeki atlılarına, onlara etrafında sıkışık nizâmda suran dalkılıç piyâdelerine bir göz gezdirdi. Sonra atını oynatarak zâbite döndü:

— Yalnız şu meydanda dört binden fazla askerimiz var! Türkler teşrifatta bir kabalık yaparlarsa hepsini tükürükle boğarız.

Gaydalar sustu. Meydanın gürültüsü birdenbire durdu. Hora zincirleri dağıldı. Ortadan geniş bir yol açıldı. Padişahın gönderdiği Türk, ak bir atın üstünde, yüksek kavuğu ile geliyor, uzun kaftanının etekleri iki tarafında çırpınıyordu. Arkasından tırıs süren sırma takımlı, murassâ kılıçlı maiyeti, yeni gördükleri bu halka gülerek bakıyorlardı. Saraya elli altmış adım kalınca, muhafızların meşhur kumandanı, al atını yine şahlandırarak ileri sürdü. Elçinin tâ önüne geldi. Selamladı. Öyle durdu. Yanına koşan yayan tercümanına söyletti:

— Burada attan ineceksiniz. Prensimizin sarayına yürüyerek gideceksiniz.

Mütevazı Türk:
— Pekala..., dedi.

Atından indi. Geniş omuzlu, orta boylu, düşük bıyıklı, esmer bir adamdı. Parlak ipek kaftanının altından görünen sırma kenarlı neftî esvaplarının, murassâ kemerinin ihtişamı, kalın vücuduna pek uymuyordu. Tavrında ince bir çelebilik değil, durgun bir askerlik vardı. Kalabalık meydan üçyüz Türk ile ağzı ağzına dolmuş gibiydi. Teşrifatçı kumandan kabararak tercümanla bir teklif daha etti:

— Maiyetin burada kalacak. Huzura yalnız gireceksin.

Türk, tercümana sordu:
— Padişahtan getirdiğim şeyleri ben nasıl yalnız taşıyayım?

Tercüman, kumandana anlattı. Aldığı cevabı Türkçe tekrarladı:
— Maiyetinden üç nefer alacaksın. Onlar da yaya olarak arkandan huzura hediyeleri sokacaklar.
— Pekala...
— Haydi.
..........

Kumandan, atını şahlandırarak "Hurrâ, hurrâ!.." diye kendisini alkışlayan keyifli halka boyun kırarak kabarıyordu. Bu ne zaferdi! İşte koca bir Türk elçisi arkasından yaya geliyordu. Sarayın kapısına gelince attan atladı. Tercüman vasıtasıyla nasıl arkasından huzura gireceklerini, nasıl selam vereceklerini, nasıl dîvân duracaklarını elçiyle ``meşin kılıflı bir davul, kırmızı torbaya konulmuş bir sancak, ağır bir topuz´´ taşıyan üç askere anlattı. Kılıcını çakti. Taş basamakları bir hamlede çıktı. Büyük dehlizi geçti. Yeni mâbeyinin adamları, Türk elçisini görmek için kapılara üşüşüyorlardı. Elçi, büyük kavuğunu sallaya sallaya yürüyordu! Adımları hem seyrek, hem ağırdı. Etrafında kendine bakanlara gülümsüyor, selamlar veriyordu. İri, siyah gözleri pek şen, pek parlaktı. Sağ kaşı yukarı kalkıktı. Kavuğunun kenarına dokunuyordu. Kumandan taç salonuna gelince durdu, döndü. Türkler'in kıyafetinde teşrifata mugâyir bir şey var mı gibi dikkatle hepsini bir süzdü. Sonra eliyle elçinin pek öne eğilmiş kavuğunu düzeltti. Biraz geri itti. Prensin huzurunda nasıl eğileceklerini işaretle anlattı. Sonra iki tarafında yalın kılıç nöbetçiler duran yüksek kapı perdesini açtı. Önden girdi. Tahtta oturan prense ilerledi. Yerlere kadar eğildi. Geri çekildi. Dışarı çıktı. Elçiyle üç Türk ortada kaldılar... Yüksek tahtın etrafına bütün Boyar reisleri, meşhur muharipler, voyvodalar dizilmişlerdi. Hepsi ayakta duruyorlardı. Açık pencerelerden giren çiy bir aydınlık, bu ağır saray sükununa karışıyor, kalabalık salona tenha bir mâbet hali veriyordu. Elçi koynundan çıkardığı beratı öptü. Başına koydu. Sonra yere bakarak ilerledi. Tahtta murassâ bir heykel gibi kımıldamayan prense uzattı. Prensin sağ elinde altın bir asâ vardı. Sol eliyle aldığı bu kağıda gayet ehemmiyetsiz bir şeymiş gibi baktı. Sonra solundaki mavi sorguçlu genç mâbeyincisine verdi. Elçi yine gözleri yerde, geri geri gitti. Ortadaki neferin omuzundan topuzu aldı. Bu gayet ağır, altın yaldızlı, sarı parlak kabzalı bir aletti. Yere bakarak yürüyor, gülümsüyordu. Bütün gözler harekatını takip ediyordu. Tahtın önüne geldi. Ansızın... Gözle görülmeyecek bir çabuklukla havaya kaldırdığı bu müthiş topuzu prensin elmaslı tacına öyle bir indirdi ki...

...Salonun içinde kimse kımıldayamadı. Hepsi olduğu yerde dondu. Taş kesildi. Akabinde kaftanının altından büyük bir kılıç sıyıran elçi, ulahça:

— İşte gördünüz ya... İstiklâl sevdasına düşen asi cezasını buldu!

Diye haykırdı. Gözleri alevlenmiş, boyu birdenbire bir dev kadar büyümüş, kavuğu sivrilmiş, düşük bıyıkları kabarmıştı. Boyar reisleri, zırhlı muharipler, kahraman voyvodalar, cansız gibi kımıldamıyorlar, tahtında kafası ezilmiş ölü hükümdarlarına baka baka titriyorlardı. Elçi, salonun ortasındaki askerlerine döndü:

— Hasan, dedi, git kapıdan davul çal. Mustafa! Sen de ulahça nâra at. Meydandaki askerler hemen silahlarını bırakıp teslim olsunlar.

Sonra sancağı tutana da:
— Haydi, çabuk koş, meydana sancağı dik!

Emrini verdi.
— Başüstüne...
— Başüstüne...
Diye, üçü de koşarak dışarı çıktı.

Saray halkı karanlık duvarlara yapılmış parlak, muhteşem yldızlı resimler gibi sessiz, sakin, cansız duruyorlardı. Hâlâ içlerinden kimse kımıldanamıyordu.

Mum rengi çehrelerin şaşkın gözleri karşısında, bu tek Türk, kaftanının uzun eteklerini omuzlarına attı. Kılıcını kınına koydu. Uzandı, ezdiği başın üstünde duran kanlı topuzu aldı. Yere bıraktı. Sonra tahttaki ölüyü aşağı çekti. Onun yerine oturdu.

Gayet fasih bir ulahçayla:

— Haydi, padişah namına bana itâat edin! dedi...

Sebebi bilinmez bir korkunun şaşırtıcı heyecanıyla dilleri tutulmuş kurt kürklü zengin Boyar reisleri, büyük kılıçlı cesur muharipler, çelik zırhlı voyvodalar, iki dakika evvelki hükümdarlarının daha soğumayan nâşını çiğneyerek, bir anda, bir darbeyle bütün Eflâk'ı zaptediveren bu korkunç Türk'ün elini öpüyorlar, yüzüne bakamıyorlardı.

Sarayın dışındaki muhafızlar da, içerdekiler gibi şaşırdılar. Korkudan kımıldayamadılar. Silahlarını yerlere atıp teslim oldular. Yalnız iki kişinin... Davul çalana "Teşrifatı bozuyorsunuz!" diye kılıç kaldıran sarhoş kumandanla, dolu dizgin kaçmak isteyen birinci zâbitin kelleleri uçuruldu! İşte bu kadar…

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Teselli


Hikayenin Adı : Teselli

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Batıdan gelen büyük düz yolun tâ ağzındaki taş konak, zairsiz bir türbe gibi sakindi. Yeşil boyalı demir kapısının aralığına yaslanmış ak sakallı, garip, meyus bir kethüdâ; yere, karmakarışık serseri izlere bakarak düşünüyordu. Kapakları örtülü ıssız pencerelerin arkasında sanki derin, duyulmaz bir matem feryadı gizliydi. Beş hafta evvelki bozgunun şehri dolduran yaralıları, kuskunsuz atlar, aç katırlar, kırık arabalar, topallayan askerler, kalkansız süvariler, tolgasız yeniçeriler, mızraksız sipâhîler; yüksek, beyaz duvarlara, geçici bir gölge kabusu halinde, mahzun akislerini bir an sürüyorlar, sonra titreyerek, siliniveriyorlardı.

Bu türbede yatan ölü, Erzurum kumandanı İskender Paşa idi. Haftalardan beri, tozlu bir sanduka içi gibi karanlık odasında, dizlerini acıtan seccadeye kapanmış, yapayalnız oturuyordu. Mihânikî bir huzur ile "Salâtü selam" çekerek beklediği, geç kalan Azrail'di. İşte tam otuz gün... Daima kulağında bir ayak sesi işitir gibi olur, genç kahyasını çağırırdı:

— Fâzıl!
— Efendim.
— Bir gelen mi var?
— Hayır efendim.
— ....

Sadık genç, araladığı kapıyı çekince, yine birden kararan sanduka sükunu içinde, İskender Paşa, galeyansız ibadetine başlardı. Artık dünyaya dair hiçbir ümidi kalmamıştı. İstediği yalnız bir iman selametiydi. Vâkıa korkak bir adam değildi. Ama, muhakkak bir ölümü her gün, her saat, her dakika, hatta her saniye beklemek... Onun cesaretini kırmış, sinirlerini zayıflatmıştı. Evet, ya kafası kesilecek, ya boğulacaktı! Düşündükçe, ensesinde soğuk bir satırın sarih temasını duyar gibi oluyordu. Bu sarih temas silinirken karşısına kendi boğuk hayali gelirdi; gözleri patlamış, kavuğu bir tarafa yuvarlanmış, boynu yağlı bir kement ile sıkılmış, ayağından pabuçları çıkmış, ipek kuşağı çözülmüş, karanlık, köpüklü ağzından siyah dili sarkmış bir naaş... İskender Paşa'nın yerde sürünen ölüsü!

Titrer, gözlerini oğuşturur, yine salât-ü selamlarını çekmeye başlardı. Yakın akıbetinin bu uzvî hatırası o kadar bariz, o kadar kuvvetliydi ki... Çocukluğunun saf muhayyilesini süsleyen cennet bahçelerini, hûri, gılman alaylarını, Tûba ağacını, Sırat köprüsünü şimdi düşünemiyordu bile... Zihni durmuştu. Sinirleri, beyni pek yorgundu. Yemek yiyemiyordu. Boğazına kurşundan bir yumruk tıkanmıştı. Yalnız ara sıra su içerdi. Abdestini tazelemeye kalktığı zamanlar dizleri çözülüyor, gözlerinde karanlık, kırmızı benekler uçuşuyordu. Bazen sedirin üstüne uzanıp dalınca, korkunç, muzip rüyalarla uyanırdı. Ölümden sonrası havsalasına sığamıyor, adem, tasavvuru gibi birdenbire kararıyordu. En büyük hakikat işte, gözünün önünden ayrılmayan, şu kendi boğuk hayaliydi! Evet, hiçbir ümit, hiçbir kurtuluş ümidi yoktu. Kabahati pek büyüktü. Zamanın Süleyman'ı, Türk bayrağını, Viyana surlarına doğru dalgalandırırken... Er meydanlarında beraber şan aldığı birçok arkadaşları, bahtiyar beylerbeyleri, en asil düşmanları önlerinde dize getirirken, o kıymetsiz bir türedinin pususuna düşmüş, perişan olmuştu; Şah'ın oğlu İsmail Mirza, hile ile Erciş'e girmiş, kaleyi yıkmış, kale muhafızı, padişahın o kadar sevdiği cihan pehlivanı İbrahim'in başını kestirmiş, sonra Ahlat ahalisini bin düzenle kandırmış, "Vire" ile şehri terke davet etmişti. Sözde zavallılar serbestçe çekilip gideceklerdi. Halbuki İsmail Mirzâ haini, daha kalenin kapılarından çıkar çıkmaz hepsini, çoluk çocuk, kadın, ihtiyar... Hepsini doğramış, bir tek cana olsun aman vermemişti. Bu canavar katili cezalandıracakken, o, acemi bir asker dalgınlığı ile, aleyhine kurulan pusuya yuvarlanmıştı. Yanında en namdâr kahramanlar; Trabzon, Malatya, Bozok, Karahisar Beyleri şehit düşmüştü. Biga Sancak Beyi Mahmud Bey gibi zarif, kıymettar, şair bir adamla sağ ve sol cenah ağaları esir olmuşlar, ihtimal ki kesilmişlerdi de... Kendi, nasılsa kurtulmuştu! Bu bir mucize idi. Ama keşke kurtulmasaydı. Beklenilmeyen bir ölüm kadar ehemmiyetsiz ne olabilirdi? Fakat bu ölüm beklenildiği zaman ne müthişti!

İskender Paşa, yine ayak sesleri işitti:
— Fâzıl!
— Efendim.
— Bir gelen mi var?

Kahya, kapının aralığından cevap verdi:
— Birkaç zâbit gelmiş efendim.
— Defterdara gönder, onunla konuşsunlar.
— Başüstüne efendim.
. . . . . . .

Bir aydır her şeyi defterdarına bırakmış, "Bizim artık dünya gâilesi ile uğraşacak vaktimiz kalmadı. Tövbe zamanımızdır." demişti. Halbuki bozuk ordunun erzakını, intizâmını, zapt ü raptını temin edemeyen defterdar, yine ara sıra zâbitleri kumandana yollamaya mecbur oluyordu. Efendilerinin akıbetini, tıpkı kendisi gibi sarih bir ümitsizlikle bekleyen, kapı halkı, artık onu taciz etmiyorlardı. Herkes kendi başının çaresine düşmüştü. İçinde Azrail beklenilen bu boş konağın mezar havasını hiçbir ses bozmuyordu. Vakit vakit esen serin, hiddetli bir rüzgar, duvarlara çarparak çatılardan süzülüyor, tenha sofalarda cinler top oynuyordu.

Fakat İskender Paşa, bir gün seccadesinin üstünde, iki büklüm, sülûke varmış bir derviş tevekkülüyle, muhakkak ölümünü unutmak istedi. O an mazisini hatırladı. Pek gençken Hüsrev Paşa'nın yanındaki silahşörlüğü, sonra kapıcıbaşılığı, daha sonra çavuşluğu hayalinden geçti. "Orta defterdarı" iken evlenmişti. Karısı, çocukları... Çocukları daha pek küçüktü. Şimdi acaba neredeydiler? Ne olacaklardı! Bir vakitler Van kalesinin fethinde gösterdiği yararlıklarla nasıl padişahın gözüne girmişti! Bu tehlikeli kalede ümerâdan kimse kalmaya cesaret edemiyordu. Kendi isteyerek kalmış, kaç defalar düşmanı bozmuştu. Sonra kumandan olduğu Erzurum havâlisinde de nâmı düşmanları titretmiyor muydu? Lâkin işte nasılsa bir tedbirsizlik etmişti. Padişahın bu serhadde gönderdiği yeniçerilerle ümerâ maiyetine "Kışın Erzurum kalesinde çok adam barınamaz" diye izin vermişti. Mirza İsmail'in zuhûrunu hiç düşünmemişti. Elinin altındaki asker pek azdı. Hemen yalnız ümerâ ile kapı halkından asker pek azdı. Sonra, Mirza ile karşılazmazdan bir gece evvel gördüğü o rüya... İşte hatırlıyordu; kendi siyah at üstünde, dar, çalılık bir yoldan giderken, önüne bir yılan çıkmıştı. Bu yılan, iki çatal dilini ona çıkarıyor, çalıların arasına kaçıyordu. Atından atlıyor, koşuyor, onu tutuyordu. Ama tutar tutmaz elleri kan içinde kalmıştı. Artık yılan filan yoktu. Sabahleyin yanına gelen ümerâ ile ulemâya bunu anlatmış, biri:

— Yılan tutmak zehir tutmaktır. Gam ile gussa suretidir.

Demiş, ihtiyar bir hoca da:

— Şahoğlu galiba üzerinize geliyor. İnşallah onu tutacaksınız...

Diye tabir etmişti.

İşte o, bu hayırlı tabire inanmış, Mirza'nın kendini aldatmak için ileri sürdüğü iki alayını görünce, sabrını, kararını, aklını, muhakemesini kaybederek üzerlerine atılmıştı. Vâkıa sonra arkasını kaleye verdi. Saatlerce dövüştü. Altında oniki at öldü. Cenk meydanında gece oluncaya kadar, tek başına kalıncaya kadar vuruştu. Fakat harp, yalnız cesaret miydi? Asıl tedbir lazımdı. Tedbirli, büyük padişah, serhadde o kadar asker tayin etmişken, o, bu hareketin hikmetini anlamamış, birçoğuna icazet vererek evlerine göndermişti. Kabahatı büyüktü!.. Affolunamayacak derecede büyüktü! Bu kabahati ancak ölüm temizleyebilirdi...

Yine ölümünü düşünmeye başladı. Evet, artık İstanbul'dan çıkan cellatla hasekiler ihtimal çok yaklaşmış olmalılardı. Kazaya rızâdan başka ne çare vardı? Yavaş yavaş doğruldu. Odasının hiç aydınlatmadığı karanlığına gözleri alışıktı. Geniş sedir, köşede duran abdest leğen ibriğini görüyordu. Pencerenin kapakları etrafında ziyâdan ince çizgiler parlıyordu. Kalktı. Ve titreyerek, dolabın rafındaki küçük testiden birkaç yudum su içti... Sonra sedire uzandı. Kahyasını çağırdı:

— Fâzıl!
— Efendim.
— Gel içeri.

Uzun, dar cübbeli, bodur üsküflü delikanlı girdi:

— Buyurunuz efendim?

— Fermanımızı getirenlerin buraya pek yaklaştıkları bana malum oldu. Sen hep yola bak. Bekle. Yolda atlıları görünce hemen gel, haber ver. Eğer uyuyorsam uyandır, abdest alayım. Namaza durayım. Ben tahiyyatta otururken, cellat, aldığı emri yapsın. Hasekilere söyle. Vasiyetim budur. Ben hiçbirini görmeyeyim. Anladın mı oğlum?

— Anladım efendim.

Delikanlı hıçkırıyordu. İskender Paşa gözlerini kapadı. Kahya dışarı çıkınca odanın eski sanduka sükutu, sabahsız bir bela gecesi gibi, yine karardı.

Bir gün, akşama doğru, bu abûs karanlıkta, İskender Paşa, tövbe, istiğfar ederken kahya kapıdan içeri girdi. Ağzını açamadı:

— ......
— Ne var, oğlum?
— ......
— Söylesene...
— ... Geliyorlar!

Kimlerin geldiğini sormaya hacet yoktu. Biliyordu.

— Pekala, dedi, vasiyetimi aynıyla icra et... Sakın namazımı fazla bozmasınlar. Ne emir aldılarsa yapsınlar. Ben Allah'la beraberim.

Delikanlı velinimetinin ellerini tuttu. Ağlayarak öpmeye başladı:

— Bana hakkınızı helal ediniz efendim.

— Helal olsun oğlum, inşallah muradına erersin. Sakın bana laf söyletme... Haydi, şimdi şu pencerelerin kapaklarını aç.

Ağlayan kahya, haftalarca örtülü kapakları açtı. İçeriye çiy aydınlık boşandı. Uzaktan, kaldırdıkları toz duman önünde birtakım süvariler koşuşuyordu. Paşa'nın zaten abdesti vardı. Kıbleye doğru serilmiş seccadesinde ayağa kalktı. Başını sağa çevirdi. Açılan pencerelere baktı. Bu mavi göğü, bu beyaz bulutları artık son defa görüyordu. zayıf ellerini kulaklarına götürdü; dünyaya, mâsivâya dair aklında ne varsa unutmak için bir daha kendini zorladı. İçinden "Allah'la beraber olayım!" dedi. Sureleri okuyor, rükûa, secdeye varıyordu. İki rekat kıldıktan sonra tekrar namaza durdu. Hem okuyor, hem istemeyerek nal sesleri, kılıç şakırtıları duyuyordu.

— ... Yukarı çıkıyorlardı!

En hafif bir pıtırtı, dimağında gürültülü akislerle büyüyordu. Kahyasının fısıldayan sesini bir nâra gibi işitti. Vasiyetini onlara söylüyordu:

— Sakın namazını bozmayın.
— Olur, olur.
— Ne emir almış iseniz hemen yapın.
— Peki, peki!
— İşte burada! Gelin...

Arkasındaki kapı açıldı. Vücudunu yakarak damarlarından hızla çekilen bütün kanlarının tıkanmış göğsüne biriktiğini hissetti. Boğulacaktı. Nefes alamıyordu. Tahiyyatta oturuyordu. "Eşhedü enlâ..." derken dizinin üstünde taş kesilen sağ elinin şahadet parmağını kaldırmak istedi. Şuurunun son gayretini sarfetti. Kaldıramadı. Kuvveti yoktu. Ettehiyyâtın aşağısını okuyamadı. Çeneleri kilitlendi. Gözleri kararıyordu. Kalbi durdu. Hatta titreyemedi. Fakat... Hani? Tekrar çarpmaya başlayan kalbiyle zehirli bir ateş bütün vücuduna yayıldı. Her tarafı yanıyordu. Düşecekti. Düşmeden en son bir gayretle selam verdi:

— Esselâmü aleyküm ve rahmetullah...
Soluna da döndü. Sonra, hiçbir tarafa bakmadan gözlerini kapadı:
— Ne duruyorsunuz, haydi!
Diye son nefesini çıkardı.
— . . . . . . . . .
— Size hatt-ı şerifle padişahımızın ihsanları var, paşam!
— . . . . . . . .

Tanımadığı bir ses!... Başını arkaya çevirip, yalın kılıç, yahut elinde kemendiyle yağız bir ifrit görecek yerde, kırmızı esvaplı, şal kuşaklı, sırma üsküflü dört çavuş gördü. Birisi kucağında kundak gibi büyük, sırmalı bir bohça tutuyordu. İkincisinin elinde altın bir kılıç... Üçüncüsüne göz attı, murassâ bir topuz... Dördüncü çavuş yürüdü. Yanına yaklaştı. Diz çöktü. Elinde tuttuğu kırmızı torbayı öptü. Başına koydu. Sonra ona uzattı. Kılıçla kement görmeyen paşa şaşırmıştı. Kendisine uzatılan torbayı dalgın bir isti'calle kaptı. Hızla öptü. Başına koydu, mumu kopardı, açtı. Padişahının yazısını tanıdı:

"... İki cihanda yüzün ak olsun. Şahoğlu askeriyle senin küfvün değildi. Ancak ispat-ı vücud ettin. Ve bahadırlıkta taksir etmedin. Nusrat ü hezimet hod meşiyyet-i Hüdâya mütealliktir. Hatırın hoş tutasın..."

Gözlerine inanamadı. Sevincinden ölecekti. Padişah, eski kahramanlıklarını anlatıyor, uğradığı hezimet felaketi için teselli veriyor, üzülmesin diye kendisine bir hil'at, bir altın kılıç, bir murassâ topuz ihsan ettiğini yazıyordu. Bu ulvi tesliyetnâmeyi, bu adil, bu büyük, bu mukaddes hatt-ı şerifi bitirince, İskender Paşa, o kadar hafifledi ki... Tüy gibi ayağa kalktı. Uzun boyu çelik bir sütun kadar dimdikti. Sararmış yanakları hemen kızardı. İri mavi gözlerinde bir hayat alevi tutuştu. Çavuşta öteki vezirlerin de mektupları vardı. Onları da aldı. Birer birer açtı. Göz gezdirdi. Hepsi padişahın emriyle onu teselli ediyorlardı. Sırma bohçayı, altın kılıcı, murassâ topuzu sedirin üstüne bıraktırdı.

Kahyasına:

— Fâzıl, ağaları bir odaya yerleştir. Rahat etsinler, yarın kendileriyle konuşuruz, dedi.

Yerlere eğilerek kendini selamlayan süslü çavuşların arkasından kahyası da dışarı çıktı. İki dakika evvelki, cansız İskender Paşa, ansızın dirilmişti. Yalnız kalınca gülümsedi. Gerindi. Esnedi. Yavaş yavaş sedire doğru yürüdü. Bohçayı açtı. Düğmeleri elmastan, ağır, sırmalı, erguvanî bir hil'at... Uzandı, kılıcı eline aldı. Sapıyla kını som altındandı. Çekti, sol elinin baş parmağı ile namlu demirini yokladı. Sonra başını aydınlık pencereye çevirdi. Ufukta, yolun tâ nihayetinde yarım batmış güneş, tıpkı yaklaşılmış bir cennet kapısı gibi duruyordu. Baktı, baktı: bu ulvi kapının içinde, hatt-ı şerifin hareketinden bahsettiği büyük orduyu ince mızraklarıyla, bayraklarıyla görüyor gibi oldu. Bu ordu, mert Turan'ın ortasındaki şımarık İran'a adalet nurları saçacaktı. Bütün tüyleri ürperdi. Sevinçten, heyecandan gözleri yaşardı. İşte, yarın, şüphesiz kendisi de... Onlarla beraber kendisi de, şimdi elinde tuttuğu şu altın saplı keskin kılıcı hak uğrunda, hakikat uğrunda sallayacaktı!

Ömer Seyfettin Hikayeleri -Terakki


Hikayenin Adı : Terakki

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

Yaz... Ramazan! Hava öyle sıcak ki... İndirilmiş perdelerin arkasında gizli gizli tutuşan, fakat hiç gürültüsü duyulmayan bir cehennem var sanılacak. Niyazi ile Neşet, duvarları yeşil kâğıt kaplı odanın kapı tarafındaki geniş bir koltuğa iki canlı keyif heykeli gibi uzanmış, cigaralarının dumanları içinde konuşuyorlar:

— Evet.

— Olur iş değil.

— Bu kadar az zaman içinde.

— Bu kadar terakki!..

— Şu kadar değişiklik!

— Âdeta insan gözlerine inanamayacak.

— Sekiz, on sene evvelki yolları, evleri, arabaları, tramvayları, kıyafetleri, hele o vapurları bir hatırla...

— Telefon yoktu be...

— Elektrik var mıydı?

— Ya sinema?..

— Ya otomobil?

— Ya gramofon?

— Yalnız o vardı işte...

— Nasıl?..

— On beş sene evvel ben kırk paraya lastik boruları kulağıma takar, öyle bir garibe, bir hâdise karşısında imiş gibi, hayretle dinlerdim.

— Tayyareye ne diyeceksin?

— Olur iş değil.

— Kim böyle kuş gibi havada uçulacağına, Türklerin de uçacaklarına inanırdı?

— Zeplin?

— Vay anasını! Koca bir zırhlı. Fakat havada uçuyor. Farkı bu...

— Bu muhakkak.

— Pekâlâ, ama pahalılığa ne diyeceksin?

— Tabiî her şey gibi paranın da kıymeti değişti. Para çoğaldı. Malların fiyatları yükseldi.

— Para çoğaldı mı, azaldı mı?

— Vallahi bilmiyorum.

— Ben de bilmiyorum.

— Bilmediğimiz şeye karışmamak...

— ...Bu doğrudur amma...

— Amma?

— Bizim elimizden gelmez.

— Fakat şunu itiraf etmeli ki, her gülün bir dikeni olur.

— Tabiî...

— "Terakki"nin de bazı pot gelen cihetleri olacak.

— Ne gibi?..

— Mesela...

Niyazi misalini söyleyemez. Sokaktan şiddetli, keskin, gür, canlı, latif, parlak, ahenkli bir ses gelir.

"Dünya değişti. Eski günler geçti. Merhamet, mürüvvet, insaniyet kalmadı. Herkes keyfinde, eğlencesinde, kimse kimseyi düşünmez oldu. Bu ne haldir?"

Birbirlerinin yüzlerine bakışırlar. Gayri ihtiyarî, sârî bir hareketle, tellenmiş cigaralarını önlerindeki tablada söndürürler:

— Bu ne?

— Bilmem.

Sokaktan gelen ahenkli ses aynı şiddet, aynı letafet, aynı azamet, aynı belâgatle devam eder:

"...Dünya bir cifedir. Hayf onu isteyen köpeklere! Uyanın, kâinata ibretle bakın. Fâni olan şeylere aldanmayın."

Neşet bir eliyle başını, diğer eliyle sarı pijamasının üstünden kalçasını kaşır. Yüzünü ekşitir. Niyazi alt dudağını ısırarak yavaş yavaş doğrulur:

— Bu ne be?

— Saçma...

— Ama ne güzel, ne yanık söylüyor...

— Gayet muktedir bir hatip olacak.

— Şüphesiz.

Sokaktan gelen ses:

"...Bugün varız, yarın yok! Gündüzün sonu gece. Aydınlığın sonu karanlık. Ateşin sonu kül. Hayatın sonu ölüm... Ölümden kim şüphe eder? Altınlara gark olsak, demirden, çelikten kaleler içine saklansak, mutlaka ölüm oku gelip bizi bulacak. Er geç bize yetişecek. Bu kadar muhakkak bir akibet karşısında gaflete düşen, nefsine uyan, yarını unutan insan mıdır? Hayır... Hayvandır. Nefsine uyanların, zevkten başka bir şey tanımayanların, hayvanlardan ne farkı var?"

Neşet ayağa kalkar, der ki:

— Bu bir feylesof!

— Hem de derin...

— Hem pek derin bir feylesof!

— Bak, bak, ne diyor?

Sokaktan gelen ses daha yanık bir hararet, daha azametli bir şiddetle:

"...Merhamet, şefkat, elâlem, kimsenin umurunda değil. Sadakanın ismi unutulmuş. Yiyiniz, içiniz, keyif ediniz... Çalınız. Oynayınız. Güzel evlerin içinde, temiz karyolalarda, rahat rahat gündüz uykularına yatınız. Ah, nerede fazilet?"

Niyazi oturduğu yerden:

— Hem sosyalist, be! der.

— Ne demek?..

— Güpegündüz, bir başına, sokak ortasında bu kadar serbest laf söylemek...

— Bakalım bir başına mı?

Niyazi kalkar, pencerenin yanına gider, kapalı perdeyi aralık eder. Bakar, bir kahkaha atar:

— Olur iş değil be!

— Ne?

— Gel de bak.

Neşet merakla pencereye koşar. Perdenin arasından dışarıya bakar. Sokakta, tek başına yavaş yavaş yürüyen, üstü başı perişan, omuzu torbalı, eli asalı bir adam gözlerini pencereye kaldırır, boynunu bükerek:

— Allah rızası için bir dilim ekmek! der.

Niyazi ile Neşet, bir an öyle kalırlar. Sonra hayretle birbirlerine bakışırlar.

— Ne dersin?

— Olur iş değil...

— Dilenci be!

— Feylesoftan dilenci!

— Yok, dilenciden feylesof!

— Hem hatip...

— Yalnız hatip mi?

Niyazi kaldırdığı perdeyi tekrar kapatır:

— Bizim Dârülbedâyi'de böyle gür sesli bir hatip yok.

— Yok vallahi...

Gülüşürler.

— Hem ne şiddet!

— Evet, öyle...

Dışarıda, daima değişen, asla eskiye benzemeyen hayatın hiç şimdiye kadar görülenlerini andırmayan yeni dilenci susmaz:

"Gülün, gülün... Gülmenin sonu ağlamadır. Vuslatın sonu hicran... Yazın sonu hazân... İkbalin sonu zeval... Hayatın sonu ölüm!.. Acaba ibret gözüyle şu dünyaya bir baksanız... vs... vs..!"

Uzaklaştıkça işitilmemeye başlayan müteharrik, geçici bir hutbe gibi devam eder. Eski yerlerine oturan Neşet'le Niyazi yine cigaralarını tellendirirler.

— Sekiz, on sene evvel İstanbul'da bu kadar muntazam söz söyleyecek, bu kadar hikmeti bir ağızda etrafa saçacak bir müderris var mıydı?

— Halbuki şimdi...

— Bir dilencideki bu belâgat!

— Daha doğrusu bu küstahlık!

— Olur iş değil...

— Olur iş değil vallahi...

Ömer Seyfettin Hikayeleri - Teke Tek


Hikayenin Adı : Teke Tek

Hikayenin Yazarı : Ömer Seyfettin

"...Türkler az söyler, çok yapar."
Maktûl İbrahim Paşa

Bosna Beyi ile Semendire Beyi'nin askerleri işte kaç haftadır "Yayçe"'yi sarmışlar, kumandanlarının gelmesini bekliyorlardı. Dinmez yağmurların, çılgın fırtınaların döve döve yosunlattığı tekir duvarlı büyük kale, kuvvetine emindi. Ne kapısında, ne bedenlerinde kimse görünmüyordu. Burçlarında sallanan bayraklar olmasa, bomboş bir kaya yığını sanılacaktı.

İki ot atımı ötede kurulu beyaz çadırların önünde, yere serili siyah kebelere oturmuş genç voyvodalar ihtiyar bir zâbitin anlattıklarını dinliyorlardı. Hava, tıpkı bir yaz sabahı kadar güzeldi. Etrafta devriye takımları uzun mızraklarıyla cirit oynar gibi koşuşuyorlar, aydınlıktan huylanan atlar şaha kalkarak, deli gibi dörtnala ileri atılıyorlardı. Sanki bütün ordugâhta, dört gündür güneşi göstermeyen ıslak sisin hapsettiği birikmiş bir neşe canlanmıştı. Kırçıl pos bıyıklarını, burnunun ucuna bakarak iki eliyle büken ihtiyar zâbit:

— Benim büyük babam burada şehit oldu, dedi.
— Geçen sefer sarıldığı zaman mı?
— Ne geçen seferi?
— !..
— ... Çocuk musunuz? Ben altmışı tutttum. Büyük babamın kaç yaşında olması lazım gelir?

Dinleyenler gülüştüler:
— Herhalde senden büyük, dediler.
— Hem çok büyük. Malum ya, asker geç evlenir. İhtimal benim gibi kırkından sonra evlendi. Ben yüzünü görmedim. Yalnız hikâyesini işittim. Bu kalenin kumandanı imiş...
— "Yayçe"nin mi?
Diye şaştılar.
— Evet?
— !...
..........

Sağında oturan iri, esmer genç sordu:
— Öyleyse niçin "şehit oldu" diyorsun?
— Ya ne diyeyim?
— "Vuruldu, öldü" de.
— Niçin?
— ....

Esmer delikanlı, dilinin ucuna gelen lafı söylemedi. Yutkundu. Silah arkadaşlarının karşısında soğuk bir şey söylemek istemiyordu. Hıristiyanken vurulup ölene "şehit" denir miydi? İhtiyar zâbitin etrafında bağdaş kurmuş yoldaşlar, öbür voyvodalar, "niçin, niçin?" gibi yüzüne bakıyorlardı. Sussa, bu sükûn daha ağırlaşacak, kendi daha müşkül bir mevkide kalacaktı. Kızardı. Düşünmeden ağzından kaçırdığı itiraza pişman oldu. Ama artık hiçbir kaçamak yolu yoktu. Sıkılarak:

— Dedenin adı neydi? Dedi.
— Sungur...
— Ay, Türk müydü?
— Hem cetbecet (soyca)..
— Hıristiyanların ordusunda mı askerdi?
— Hayır bizim ordumuzda.
— O halde nasıl "Yayçe"ye kumandan olmuş?
— "Yayçe" bizim kalemizdi, be..
— ...

Genç, cesur, kahraman voyvodalar şaştılar. Bunlar tam harp adamlarıydı. Yalnız aldıkları emirle yapacakları şeyi bilirlerdi. Sanatları içinde o kadar kaybolmuşlardı ki... Vakaya hiç ehemmiyet vermezlerdi. Uzak, yakın tarihini değil, hatta vaktiyle kendilerinin yaptığı şeyleri bile bilmezler, vurdukları kasabaların, yağma ettikleri şehirlerin isimlerini unuturlardı. Unutmadıkları şey istikbâle aitti: "Kızılelma"ya gidilecekti. Bu hücumlar, bu akınlar, bu muhasaralar (kuşatmalar), hep oraya yol açmak içindi. Orası, dünya üzerinde bir cennetti! Bütün dünyanın zaferi, şanı, saadeti, ganimeti orada idi. İhtiyar zâbit, pos bıyıklarına baktı. Biraz düşündü. Başını salladı. Kalın damarları görünen kıllı, esmer elini kaleye doğru uzattı:

— Burası iki sene bizde kaldı.
— Ne vakit? Dediler.
— Fatih Gazi zamanında...

Genç muhariplere bu iki senelik hâkimiyeti anlatmaya başladı. Dedesiyle gelen Türkmenler, kalenin içindekilere aman vermişlerdi. Ne canlarına, ne mallarına dokunulmuştu. Hatta esir bile alınmamıştı. Yerlinin hâkimden hiç farkı yoktu. O kadar ki... Bir yortu günü pazar meydanında gürültü eden bir sarhoş Hıristiyanı dövdükleri için, iki başıbozuğun boynu vurulmuştu. Tarlalarında, ticaretlerinde rahat rahat çalışan Yayçelileri sanki "adalet" azdırdı. Reâyalarından (Müslüman olmayan halk) emin olan Osmanlıların hepsi bir cuma günü camiye toplanmıştı. Namaz kılıyorlardı. Gördükleri iyiliklerin intikamını almak isteyen yerliler, toplanıp camiyi bastılar. Sungur Alp ile adamlarının hepsini bir anda öldürdüler. Kıyıda bucakta kalanları da esir ettiler. İşte... İşte aşağı yukarı yetmiş sene var ki "Yayçe" yine onlarda.. Diye hikâyesini bitiren ihtiyar doğruldu. Ellerini dizlerine dayadı. Kükredi:

— Ama bu sefer mutlaka alacağız.
— Mutlaka...
— Hele, beyler gelsinler bir.
— Fırsat düşerse beyleri de beklemeyiz.
— ......
— Bir hücum...
— Ama daha asker gelecek...
— ....
.......

İhtiyar, bundan evvelki muhasarada bulunmuştu. O bozgun ne korkunç bir felaketti. Ferhat Bey'i gafil avlayıp kırk sancakla başını alan muharip papazı bulmak için Vuryüzen, Manastır, Semendire Beyleri meydana atılmışlardı. Hüsrev Bey, Sinan Bey, Bali Bey —Fran Triyban kontu meşhur muharip Kristof, on altı bin kişiyle imdada gelinceye kadar— Yayçe'yi sıkıştırmışlardı. İhtiyar birden sustu. Yüzünü ekşitti:

— Ah zavallı Cem... Dedi. Gözleri yaşardı.
— ......
— Dünyada bu Cem'in hali kadar yüreğimi parçalayan bir acı yoktur. Ne cesur, ne kuvvetli, ne bahadır bir tosundu!

Zâbit ağlıyordu. Sordular.
— Şimdi nerede?
— ....
— Öldü mü?
— Keşke ölseydi...
— Ya ne oldu?
— Yarım ölü kaldı.
— ?..
— Evet, yarım ölü. Bir asker için ömrü oldukça dövüşmemek, "yarım ölü" demektir. Cem, muharebe için yaratılmıştı. Geçen muhasarada, bir gün, yine işte buracıkta oturmuş, yoldaşlarla sohbet ediyorduk. Cem dedi ki: "Benim canım sıkılıyor. Vuruşmak istiyorum." Sonra: "Haydi gelin, düşmanın başmuharibini teke tek kavgaya çağırayım. Kabul ederse eğleniriz." dedi. Ben, maksat, kendi gücümüzü, kuvvetimizi, göstermek olmadığını söyledim. Meramımız hep birden kaleyi almaktı. Vazgeçirmeye çalıştım. Lafımı dinletemedim. Kalktık. Arkasından gittik. Kaleye yaklaşınca, Cem atını oynatarak: "İçinizden kendine güvenen varsa işte meydan.. Teke tek dövüşelim." diye haykırdı. Kaleden "Var, var" diye bağırdılar. Biraz sonra kalenin kapısı açıldı. Bir atlı çıktı. Bu muhafızların kumandanı "Blas Şeri" idi. Tepeden tırnağa kadar zırhlar giymişti. Atı da zırhlıydı. Cem kılıcını çekmedi. Mızrağı sallıyordu. Birbirlerine hücuma başladılar.

— Blas Şeri ne kullanıyordu?
— Kılıç...
— Mızrağa karşı kılıç olur mu?
— O vakit biz de buna şaştık. Bu adam gayet iri, gayet kuvvvetli bir muharipti. Ama Cem ondan daha iri, daha genç, daha çevikti.
— Cem'in zırhı yok muydu?
— Vardı. Ama yalnız göğsünde... İki saat kadar birbirlerini yaralayamadılar. Atları yoruldu. Kalenin siperleri hep seyircilerle dolmuştu. Bizim asker de saf olmuş, uzaktan bu heyecanlı musaraayı (çarpışmayı) seyrediyordu. Berabere kalacaklardı. Bu esnada nasıl oldu göremedik. Çat etti, Cem'in mızrağı kırıldı. Kılıcına davranmaya meydan kalmadı. Blas Şeri, dizine öyle bir kılıç indirdi ki...
— ....
— .. Oh, nasıl söyleyeyim. O anda sol bacağı, mahmuzu ile, çizmesi ile beraber yere düştü. Biz koştuk. Atın başını tuttuk. Kendisini aşağı aldık. Blas Şeri "hurrâ, hurrâ" diye kendisini alkışlayan kaleye girdi. Zavallının yüzü sapsarıydı. Yerde duran kopuk bacağına bakıyor: "Allah'ını seven beni öldürsün!" diyordu. Kucağımızda çadıra getirdik. Cerrah, harıl harıl akan kanı durdurdu.
...............

İhtiyar, ağlayarak Cem'in eski kahramanlıklarını anlattı. Böyle yaman bir zâbiti ordu görmemişti. Şimdi zavallı kimbilir Anadolu'nun hangi şehrinde, koltuk değnekleriyle gezerek, serhaddin hülyalarıyla ah çekiyordu. Bir muharip için harpten uzak yaşamak kadar acıklı bir şey yoktu. Ölmek, genç yaşında sakat kalmaktan çok iyiydi. Ölen muharip, şan, şeref içinde ebedî istirahate çekilir; kolsuz, bacaksız kalan kahraman harp hasreti içinde ömrü oldukça bir cehennem azabıyla kıvranırdı. İhtiyar zâbit, cesur Cem'in topal kaldıktan sonraki ümitsizliğini, hırsını, alamadığı intikamının ruhunda açtığı yarayı acı acı anlattı. Dinleyenlerin içinden biri hızla ayağa kalktı. Çadırın arkasında duran neferlere:

— Benim atımla mızrağımı getirin.... Diye haykırdı.
— .....
Bu, Kasım Voyvoda idi!.
Oturanlar:
— Ne yapacaksın? Dediler.
— .....

"Hiç!" gibi omzunu silkti. Elleri kalçalarında, önüne bakarak gezinmeye başladı. Her akında, her hücumda ordunun başında giden bu kısa boylu, nahif(çelimsiz) genç, hemen hiç lakırdı söylemez, yanlız dinlerdi. Kıyafetinden kuvveti pek belli değildi. Çelimsizdi. Zırhı vücuduna bol gelir, yüksek tolgasından ince bıyıklı nazik yüzü küçücük görünürdü. Atı gelince üstüne fırladı. Mızrağını eline aldı. Sırmalı siyah kebelerde oturanlar da kalktılar. İhtiyar yoldaşlarına:

— Teke tek vuruşmaya gidiyor, dedi. Bari zırhını giyse...
..................

Arkadaşları, "Kasım, zırhını giy!" dediler. O hiç cevap vermedi. Yine omzunu silkti. Meydana atını sürdü. Kale kapısının önüne gidince teke tek vuruşmak için muharip istedi.

Kaleden cevap veren olmadı.

Voyvodalar, zâbitler, yayan olarak, seyir için arkasından koşmuşlardı. Kasım, belinden kılıcını çıkardı. Uzağa fırlattı. Atından indi, kıçına mızrağı ile vurdu. At ordugâha doğru dörtnala kaçtı.

— Bre korkaklar! diye haykırdı. İşte atımdan indim. Kılıcımı attım. Arkamda zırhım, elimde kalkanım yok. İçinizde benimle teke tek dövüşecek bir er yok mu?
..................

Siperlerden bakışıyorlardı:

— Kimi istersin? Dediler.
— Blas Şeri'yi...
— O, burada yok..
— Ondan üstün birisini istiyorum!..
— Öyle ise bekle!
— ....

Kalenin önünde, Kasım Voyvoda, ağır demir mızrağını yere sapladı. Yuvarlak gölgesini çiğneyerek bekledi. Sabırsızlanıyordu. Yoldaşları uzaktan ona bakıyorlardı. Yaptığı, işte bir delilikti. Kılıçsız, kalkansız, atsız, zırhsız hiç dövüş olur muydu? Ama ona laf anlatmaya imkan yoktu. Gayet inatçıydı. Karar verdiği şeyden ölüm karşısında bile dönmezdi. Kale kapısının gıcırdadığını duydu. Siyah zırhlı bir at üzerinde siyah zırhlı bir dev göründü. Yanında ağır bir kılıç asılıydı. Elinde kalın bir mızrak tutuyordu. Bu dev, Jan Hobordanski idi. Düşman ordusunda onun kadar kuvvetli, onun kadar mehîb (korkulan), onun kadar iri bir muharip yoktu. Teke tek dövüşlerde kimse karşısına çıkamazdı. Atını mahmuzladı. Kasım Voyvoda'nın üzerine sürdü. Bu atsız, kalkansız, kılıçsız, zırhsız, Türk'ü atına ezdirmek istiyordu. Kasım birden mızrağını çekti. Geri fırladı. Tam Hobordanski'nin atı üzerine gelirken eğildi. At üzerinden aştı. Hobordanski, tekrar atını döndürürken yerden fırlayan Kasım, demir mızrağı ile göğsüne öyle bir çarptı ki... Bir anda... Bu harp devi, zırhları şangırdayarak yere yuvarlandı. Kalkanı bir tarafa, mızrağı bir tarafa gitti. Bu düşüşün dehşetinden ürken at şahlanarak kaçtı. Kasım Voyvoda, yere yatmış bir mandaya hücum eden çevik bir kaplan yavrusu gibi, hasımın üstüne atıldı. Tolgasının tepesinden tuttu. Uzaktan: "Yaşa, yaşa!" diye bağıran yoldaşları:

— Kafasını kes, kafasını kes! Dediler.

Cevap vermedi. Omzunu silkti. Hobordanski'nin tel zırhlı geniş sırtına sağ diziyle bastı. Kalın kollarını arkaya kanırttı... Ciğerlerinin hizasına birkaç yumruk yapıştırdı. Her yumrukta, mızrak darbesiyle göğüs kemikleri çöken baygın Hobordanski, "oh, oh" diye inliyordu. Ağzından oluk gibi pıhtılı kanlar fışkırıyordu. İniltisi kesilince, Kasım Voyvoda, hiçbir şey yapmamış gibi soğukkanlılıkla doğruldu. Yerden kılıcını, mızrağını aldı. Arkadaşlarına doğru yürüdü. Kaleden çıkanlar Hobordanski'nin cesedine koşuşuyorlardı. İhtiyar zâbit:

— Bre Kasım! Neye bu herifin kellesini almadın? Diye omzunu okşadı.

Öbür voyvodalar da etrafını çevirdiler:

— Neye kesmedin be? Neye kesmedin? Diyorlardı.

Kasım gülümsedi. İhtiyara baktı. Tembel dudaklarını zorla oynattı:

— Er meydanında ölmek şerefine o layık mı ki... Dedi.

Sonra arkadaşlarına dönerek ilave etti:

— Artık ömrü oldukça eli silah tutamaz. Onu yatağa gömdüm. Dünyada yataktan daha azaplı bir mezar var mı?

Hakikaten Jan Hobordanski bir daha harp edemedi. Yıllarca yatakta kıvrandı... Kalktığı zaman artık o eski müthiş, kuvvetli muharip değil, hasta, mağrur bir siyasetçiydi. İstanbul'a düşmandan ilk defa o sefir geldi. Vezirlerin epeyce canını sıktı. Nihayet... Er meydanında da ölemedi, Sultan Süleyman'ın Macaristan'a kral nasbettiği (atadığı) Yanoş'u vurmak için bir gün gizlice "Buda"ya girerken yakalandı. Bir torbaya konulup Tuna'ya atıldı....

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...