Elektrik elektronik eğitimi ile ilgili bilgiler, kitap özetleri, kitap sınav soruları ve eğitime dair her şey
5 Eylül 2019 Perşembe
Vücudumuzun Salgıladığı Endorfin, Dopamin, Serotonin, Oksitosin, Kortizol Hormonlarının Hayatımıza Etkileri
İnsanlarda olumlu duyguları uyandıran ve mutlu olmayı sağlayan 4 kimyasal hormon salgılanır; bunların ikisi Endorfin ve Dopamin bireysel başarı ve tatmini ödüllendirirken, diğer ikisi Serotonin ve Oksitosin sosyalleşmeyi, bağ kurmayı ve işbirliğini ödüllendirmektedir. Birey olumluluğu ve grup olumluluğu birbiri ile çatışsa da insan doğası her ikisini de ödüllendirir; yani insan her ikisine de ihtiyaç duymaktadır. Bu nedenle hem bireysel olarak kendimizi gerçekleştirmeye hem de bir gruba ait olmaya gerçek anlamda muhtacız ve bu ikisinin dengesini bulmak zorundayız. Olumsuz duygular yaşadığımızda Kortizol salgılarız.
Endorfin: İnsan vücudunun bir amaca ulaşırken yaşanan acıyı engellemek için salgıladığı kimyasaldır. Örneğin bir atletin zor bir yarışta daha fazla performans göstermesi için vücudu gösterdiği çabayı Endorfin salgılayarak ödüllendirir ve atlet daha yüksek performans seviyelerine çıkabilir. Ancak Endorfinin biyolojik kökleri sporla alakalı olmayıp tamamen hayatta kalmaya dayanır. Eski çağlarda insanlar hayatta kalmak için avlanırken ava yaklaşan insanı, dayanıklılığını koruması için Tabiat Ana bir parça Endorfin ve bunun sağladığı memnuniyet ile ödüllendirir. Bu nedenle insan, eski çağlardan bu yana yalnızca zorunlu olduğu için değil, salgılanan Endorfin nedeniyle de avlanıyor. Günümüzde artık besin kaynaklarına erişim çok kolay olduğu için Endorfin salgılamamız da oldukça zor. Farklı yollarla, örneğin düzenli ve tempolu spor yaparak, Endorfin salgılayabiliyoruz.
Dopamin: Yapmaya çalıştığımız bir şeyi başardığımızda ya da aradığımız bir şeyi bulduğumuzda kendimizi iyi hissetmemizi sağlayan kimyasal Dopamindir. Önemli bir görevi bitirdiğimizde ya da büyük bir işin üstesinden geldiğimizde vücudumuz bizi biraz Dopaminle ödüllendiriyor. Ancak Dopaminin tek salgılandığı zaman işin bittiği zaman değil. Eski çağlarda insan besin bulabilmek için bir ava (ya da yiyecek bulmaya) uzun sürelerde odaklanmak zorunda idi. Bazen insan günlerce bir avın peşinden sabırla gittiği için odaklanmayı koruyabilmek adına avın tamamlanmasına kadar geçen süre içerisindeki önemli kilometre taşlarında da vücudumuz bizi ödüllendirmek için Dopamin salgılama özelliğini geliştirdi. Bu akıllıca özellik, insanda uzun süre odaklanmanın korunmasını sağladı.
Örneğin, eski çağlarda insan yürürken elma dolu bir ağacı gördüğünde –henüz elmaya ulaşmasa bile- vücut küçük bir doz Dopamin salgılayarak insana mutluluk ve güç verdi. Elmalara yaklaştıkça salgılanan doz bir miktar daha artardı ve en sonunda ulaşınca biyolojik ödül olarak en büyük doz salgılanırdı. Benzer şekilde maraton koşucusu sona yaklaştığında ödül olarak Dopamin salgılanması gibi. Çalışma hayatında da durum farklı değil: Uzun vadeli işlerdeki her bir kilometre taşını geçtiğimizde vücudumuz bizi ödüllendirmek için Dopamin salgılıyor. Doğal olarak hedef ne kadar büyükse, ne kadar fazla çaba gerektiriyorsa aşamaları geçtikçe o kadar daha fazla Dopamin ile ödüllendiriliyoruz. Bu nedenle iş yerinde ne kadar büyük bir iş başarırsak o kadar fazla, kolay ve hızlı bir işi hallettiğimizde de o kadar az dopamin ile ödüllendiriliyoruz. Hiçbir şey yapmamanın da biyolojik bir ödülü yok.
Ayrıca insan, doğası gereği, son derece görselliğe odaklı, görmeye ihtiyaç duyan bir hayvan türü. Her şeyden çok gözlerimizle gördüklerimize inanırız. Bu nedenle sürekli kitaplarda hedeflerimizi bir yere yazmamız, yazmazsak buna ulaşamayacağımız söylenir. İnsanın yukarıda anlatılan doğası gereğince bunda kesinlikle gerçeklik payı var. Eğer neyi başarmaya çalıştığımızı fiziksel olarak görebilirsek –Dopaminin gücü sayesinde- başarmak için gücümüz o kadar artıyor. Bu nedenle hep net hedefler ile çalışmak isteriz, muğlaklık hoşumuza gitmez. Bu nedenle, yazılan ve söylenen vizyon cümleleri de insanların görsel tarafına hitap eden kesinlikte olduğu ölçüde başarılıdır. Örneğin Martin Luther King’in meşhur konuşmasında ortaya koyduğu vizyon gibi: “Bir hayalim var. Küçük siyah oğlan çocukları ile beyaz kız çocukları kardeş gibi el ele tutuşmuş…” Bunu hayal edebiliyor; gözümüzde canlandırabiliyoruz.
Dopaminin yukarıda anlatılan olumlu yanlarının yanı sıra bir de madalyonun diğer yüzü var: Dopamin yüksek derecede bağımlılık yapan bir kimyasal. Eğer beynimizde Dopamin salgılanması için hayatta kalma amacı dışındaki bir nöral bağlantı silsilesi kurulursa bizi hayatta tutmak için tasarlanmış bu sistem tam ters amaçla da çalışabiliyor. Kokain, nikotin, alkol ve kumar bağımlılıkları da vücutta Dopamin salgılanmasına neden oldukları için bu kadar güçlüler. Yeniçağda, Dopamin ödülü aldığımız bağımlılıklar listesine sosyal medya da eklendi. Mesajlaşma, e-postalar, topladığımız beğeniler de telefonumuzun her zili çaldığında küçük bir miktarda Dopamin salgılanmasına neden oluyor. Bu Dopamin bağımlılığı (ihtiyacı) nedeniyle telefonu elimizden bırakamıyor, e-postalarımızı sürekli yeniliyoruz. Sabah ilk uyandığında alkol alan birisi nasıl alkol bağımlısı ise telefonundaki e-postaları ya da sosyal medya hesabını kontrol eden kişi de aynı mekanizma (Dopamin ihtiyacı) ile bağımlı. Benzer şekilde, sürekli başarı odaklı biçimde çalışan sayısal hedeflerin peşinde koşan insanlar da Dopamin yüzünden bir tür bağımlılar. Ya da sürekli alışveriş yapanlar. Bu nedenle Dopamin mekanizmasının ciddi maliyetleri de var.
Özetle başarı ya da tatmin kısa vadede Endorfin ve Dopamin ile ödüllendiriliyor ve bunun için kimseye ihtiyacımız yok; kendimiz yapabiliyoruz. Bu kimyasallara kişisel başarı, azim ve odaklanma için ihtiyacımız var. Ancak kalıcı tatmin, huzur ve mutluluk; sadakat, ait olma, sevgi, bağlanma, paylaşma gibi başka insanlara ihtiyaç duyduğumuz sosyal duygular ile yaşanabiliyor. Bunun için de vücudumuzun bize verdiği başka çok daha güzel ödüller, paylaşımcı kimyasallar var.
Paylaşımcı Kimyasallar: Soğukkanlı hayvanların (örneğin timsahların) beyinlerinde işbirliği davranışını ödüllendiren herhangi bir mekanizma yoktur. Bu nedenle bu hayvanlar tek başına avlanır; avını diğer timsah ile paylaşmaya ihtiyaç duymazlar. İnsanların ise beyninin bir bölümü (ilkel beyin) timsah beyni ile aynı yapıda olsa da fazlasıyla gelişmiş olan diğer beyin bölgelerimiz, bizi yüksek derecede işbirliği yapma ihtiyacı duyan hayvanlar haline getirmiştir. Bu evrimsel gelişmenin önemli gerekçeleri vardır: Eğer insan kabile ve gruplar halinde yaşamaya adapte olmasa idi, türümüz çoktan yok olmuştu. Çünkü sert ve dayanıklı bir derimiz, keskin dişlerimiz, bizi yalnız başımıza hayatta tutacak vücut özelliklerimiz yok. Bu nedenle, birbirimize ihtiyacımız var. Burada da Serotonin ve Oksitosin devreye giriyor.
Serotonin (Liderlik Hormonu): Serotonin bize gururlanma hissini yaşatan hormondur. Başkalarının bizi sevdiğini ya da saydığını hissettiğimizde salgılanan Serotonin bizi daha güçlü ve kendimize güvenli hissettirir; statümüzü yükseltir. Sosyal hayvanlar olarak içinde bulunduğumuz toplulukta kabul görmeye çok fazla ihtiyacımız vardır. Yaptığımız işlerin, grubun faydası için gösterdiğimiz çabaların değer görmesini isteriz. Eğer bu hissi kendi kendimize edinebilseydik, ödül törenlerine, mezuniyet balolarına ihtiyaç olmazdı. Aynı şekilde sosyal medyada aldığımız beğenilerin, kaç takipçimiz olduğunun da pek önemi olmazdı. Bir okuldan mezun olma töreni yalnızca mezun olmanın tatminini yaşadığımız bir yer olduğu için değil, bunu herkesin gördüğü bir etkinlik olduğu için önemlidir. Eğer mezuniyet, posta ile gelen bir mektup ile kutlansaydı, bu kadar özel olmazdı; güzel duyguları tadamazdık. Ancak bundan da daha güzel bir şey vardır: Mezun olan bir öğrencinin damarlarında tören sırasında dolaşan Serotoninin yanı sıra seyirciler arasında yer alan ebeveynlerinde de Serotonin salgılanması. Bu yönüyle mucizevi olan Serotonin, insanlar arasında bağ kurulmasına da neden olur. Anne-baba, öğretmen-öğrenci, antrenör-oyuncu, yönetici-çalışan… Başkaları bizden sorumlu olduğunda ya da bize destek sağladığında vücudumuzdaki mekanizmalar gereğince Serotonin iki tarafta da salgılanır. Bu da destek veren insanın bunun karşılığını almasını sağlayan ve –bu davranışın daha sonra da gösterilmesini teşvik eden- doğal bir mekanizmadır. Serotonin sayesinde insanlara karşı sorumluluk da hissederiz.
Oksitosin (Kimyasal Sevgi): Oksitosin, birçok insanın favori kimyasalıdır. Arkadaşlık, sevgi, güven hislerini oluşturur. En yakın dostlarınız ya da güvendiğiniz insanlarla bir aradayken damarlarınızda Oksitosin salgılanır. Ayrıca bir başkası için güzel bir şey yaptığınızda ya da başkası sizin için yaptığında iki tarafta da Oksitosin salgılanır. Topluluk olarak birlikte şarkı söylerken ait olma hissini ve mutluluğu bize Oksitosin yaşatır. Ancak Oksitosinin salgılanma amacı biyolojik olarak bizi mutlu etmek değildir; yine tarihsel kökleri vardır. Oksitosin olmasaydı fedakarlık ve cömertlik yapmak istemezdik; empati kuramazdık. Güçlü arkadaşlık ve güven bağları kurmamız mümkün olmazdı. Yani “arkamızı kollayacak” güveneceğimiz kimsemiz olmazdı. Dahası, birlikte çocuklarımızı büyüteceğimiz bir eşimiz olmazdı. Oksitosin bizim bağ kurmamızı sağlayan ve bizi sosyal yapan kimyasaldır. Gruplar halinde, bireysel olarak olduğundan daha başarılı olan türümüz için başka birisine güvenmemizi, kendimizi ona teslim etmemizi sağlar.
Yapılan şeyin ödülünün hemen alındığı Dopaminin tam tersine Oksitosin uzunca bir sürecin sonunda salgılanır. Bir kişi ile daha fazla zaman geçirdiğimizde, -aksini gerektirecek bir durum olmadıkça- ona karşı daha az savunma geliştiririz ve güven duymaya başlarız. Ait olma duygusu belli bir zamanın sonunda gelir. Ait olmayı ve güvenmeyi öğrendikçe de daha fazla Oksitosin salgılarız. Bizi destekleyen ve zayıf olduğumuz anlarda açıklarımızı kapatan kişiler ile birlikteyken daha fazla Oksitosin ile ödüllendiriliriz. Kişisel konfor ve huzuru aramaya programlı hayvanlar olduğumuz için bir kabile ya da grubun içinde ait hissettiğimizde güvende (“Güven Çemberinin” içinde) hissettiğimiz için Oksitosin, yalnız ve dışarıda hissettiğimizde güvensiz hissettiğimiz için kendimizi koruma içgüdüsü ile Kortizol salgılarız.
Oksitosinin de muhteşem bir özelliği, serotonin gibi bulaşıcı olması. Örneğin sokakta yürüyoruz; yolda bir kişi çantasını düşürdü. Çantasını alıp kendisine verdiğimizde, hem kendimizde –başkası için iyi bir şey yaptığımızdan- hem de karşımızdakinde –başkası onun için iyi bir şey yaptığından- oksitosin salgılanır. İşin güzel tarafı, yoldan geçen ve bu güzel olayı gören birisi de damarlarında Oksitosin ile ödüllendirilir. Yani iyiliğin taraflarının yanı sıra bunu izleyenler (duyanlar, görenler) de kimyasal ödül mekanizmasına dâhil olurlar. Oksitosinin asıl gücü buradan, bizi daha iyi insanlar yapmasından gelir. Güzel şeyler yaptıkça ya da bunlara şahit oldukça daha güzel şeyler yapmamızı sağlar. Ayrıca araştırmalar Oksitosinin fiziksel temas ile de salgılandığını göstermiştir. Çocukluğunda ebeveynleri ile yeterli fiziksel temas sağlamayan çocukların bu nedenle gelecek yaşamlarında güven ilişkileri kurmakta zorlandıkları ispatlanmıştır. Yüksek takımdaşlık duygusu ile hareket eden spor takımlarında sporcuların ellerini birbirlerine vurması da buradan gelir; bu şekilde aralarındaki bağ ve paylaşım ve taahhütkarlık duygusu güçlenmektedir.
Kortizol (ve Adrenalin): Kortizol, biyolojik mekanizmamızın bizi dış tehditlerden korumak için salgıladığı kimyasaldır. Kitabın (yazının) en başındaki örnekte, koruduğu askerler ile telsiz irtibatı kesilince alçalma ve olaya müdahale etme kararı veren pilotu, bu kararı almaya sevk eden –ona kötü bir şey olabileceğini düşündüren- kimyasal Kortizoldür. Kortizol iyi bir amaç –kendimizi korumak- için salgılanmakla birlikte stres ve endişemizden sorumlu olan hormondur. “Savaş ya da kaç” davranışının ilk seviyesi Kortizol ile devreye girer. Örneğin bir iş yerinde işten çıkarmaların olacağı yönünde bir dedikodu yayılması durumunda –buna konu olabileceğini düşünen- çalışanlarda endişe ile birlikte Kortizol salgılanmaya başlar ve stres meydana gelir.
Kortizolün, salgılanmasına neden olan tehdidin büyüklüğüne göre miktarı artar; insan bunu atlatmadan bir şey yapamaz duruma gelir. Tehdit iyice büyüdüğünde de artık Adrenalin devreye girer ve bize tehdit oluşturan şeyden kaçma ya da onunla savaşma gücü verir. Tehlike atlatıldıktan sonra nefesimiz ve kalp atışlarımız normale döner.
Kortizolün normalde görevini bitirdikten sonra vücudumuzda kalmaması beklenirdi. Ama insanların beyni tehdit altındaki diğer hayvanlara göre daha kompleks olduğu için bize stres yaşatan şeyi anlamak, onu yorumlamak ve tekrar yaşamamak için kaynağını bulmak isteriz. Bizde strese neden olduğunu düşündüğümüz kişileri suçlayarak ya da suçlu biz isek pişmanlık duyarak olayları yaşamaya devam ederiz. Bu durumda gerçek ya da yaratılmış olması fark etmeksizin biyolojik mekanizmamız yeniden devreye girer ve hissettiklerimiz gerçekmiş gibi Kortizol salgılamaya devam ederiz. Oysaki eski insan daha büyük yaşamsal tehditler ile karşı karşıya kalmasına rağmen, bu çok sık rastladığı bir şey değildi. Ayrıca tehdidin kaynağını analiz etme gibi bir ihtiyaç içinde değildi; olay olur ve geçerdi. Ama günümüzün “karmaşık insanı” iş hayatında ve özel hayatında sürekli olarak düşük seviyede anksiyeteye maruz kalmakta ve damarlarında düşük miktarda da olsa sürekli Kortizol dolaşmaktadır.
Her zaman işten çıkarma gibi büyük tehditler olmasa da duygusal olarak desteklenmediğimizi hissettiğimiz her an düşük seviyede de olsa Kortizol salgılarız. Kortizol salgılanmaya başladığında insan bilinç altındaki kodlar gereğince bireyselleşir; (sadece kendisinin kendine yardım edebileceği düşüncesi hâkim olur) ilkel beyin devreye girer. Önemli bilgileri kendinde tutma, diğer insanlar ile bağ kurmama, işbirliği yapmama, hata yapmaktan korkma, başkası hata yaptığında bunu açığa vurma çabası gibi davranışlar ortaya çıkar ki bunların temel nedeni insanın kendisi değildir; bu bir sonuçtur. Güven çemberinin zayıf olması bu sonucu doğurur. Kortizol, Oksitosin salınımını da bloke eder; empati ortadan kalkar. Diğer bir deyişle, Güven Çemberinin zayıf olduğu ekiplerde kendini koruma, politik ilişkiler, içeriden gelen tehdit algısı ve bireysel olarak bencillik ve kendi çıkarlarını takım/şirket çıkarlarının önüne koyma davranışı görülmeye başlanır.
Bu tür sağlıksız kültürlerde var olabilmek, Everest Dağına tırmanmak gibidir. Zor koşullara karşı dayanıklılık geliştirilir; bir süre sonra da güvensizlik koşullarına mecburen uyum sağlarsınız. Ancak insan, doğası gereği bu tür koşullar için yaratılmamıştır. Buna alışmak, bunun –tıpkı Everest Dağı’nın koşullarında sürekli yaşamak gibi- insan doğasına uygun olduğu anlamına gelmemektedir. Nitekim, insan vücudunda sürekli Kortizol akışı olmasının sağlığımıza çok olumsuz etkileri vardır. Diğer bencil kimyasallar gibi Kortizol de bizim hayatta kalmamızı sağlar; ancak sistemimiz bunun sürekli olacağı varsayımına uygun tasarlanmadığı için sürekli Kortizol akışı dolaşım sistemimizde –tansiyon ve şeker dengesinde-, bilişsel yeteneklerimizde (iş yerinde sürekli stres yaşayan birinin dışarıdaki konulara konsantre olabilmesi çok zordur), bağışıklık sistemimizde ciddi hasarlara yol açmaktadır. Kanser, kalp ve damar hastalıklarının günümüzde çok fazla olmasının nedenlerinden biri de çalışma hayatında, zayıf güven çemberi içerisinde var olmaktır. Bu durumun fazla ya da az çalışmakla bir ilgisi yoktur; çalışma yaşamında (ve özel yaşamınızda) güven çemberinin ne kadar kuvvetli ya da zayıf olduğu direkt olarak mutluluğunuzu etkiler.
Milgram Deneyi - Otoriteye Boyun Eğme, Körü Körüne İtaat
Milgram Deneyi
Yahudi soykırımının sorumlularından birisi olan Adolf Eichmann yıllar boyunca kaçak yaşadıktan sonra 1960 yılında İsrail ajanları tarafından Arjantin’de yakalandı ve mahkemeye çıkarıldı. Eichmann’ın yakalanması ve mahkemesi soykırım ile ilgili tartışmaları dünyada tekrar başlattı. Milyonlarca insanın ölümüne neden olan bu organizasyonu bir avuç insan yapmış olamazdı. En azından binlerce insan bundan sorumlu olmalıydı. Ancak soykırıma yardım eden, göz yuman ve sonra yargılanan neredeyse herkes “Biz yalnızca emirleri yerine getirdik; başka seçeneğimiz yoktu” diyerek eylemlerini bu şekilde rasyonalize ediyordu. Daha sonra da bu insanlar torunlarına aynı şeyi anlattılar.
Bu sıralarda Yale Üniversitesi’nden psikolog Stanley Milgram bu konuyu araştırmaya karar vererek bir deney tasarladı. Deney şöyle idi: Her seferde 2 gönüllü seçilerek kura ile biri Öğretmen, diğeri Öğrenci olarak belirlendi. Ancak Öğrenci olan kişi deney ekibinden idi ve diğer gönüllü, onun da kura sonucunda Öğretmen olduğunu zannediyordu. Öğretmen olan gönüllüler hafıza ve öğrenme ile ilgili bir deney yapılacağını belirten bir gazete ilanıyla seçildiler. Öğretmenin görevi, Öğrenciye soru sormak ve eğer bilemezse önündeki konsoldaki düğmeler ile Öğrenciye elektrik şoku vermek idi. Konsolda 30 tane düğme vardı ve bunların üzerinde 15 volttan 450 volta kadar elektrik verdiği yazılıydı. Yüksek dozdaki elektrik düğmelerinin altında insana zararlı ve hatta en yüksek voltlarda ölümcül olduğu belirtilmişti. Öğretmen, Öğrenciye her bilemediği sorudan sonra dozu artırarak elektrik verecekti. Aslında doz artmıyordu; hep 15 volt idi ama gönüllü bunu bilmiyordu. Deney başlamadan önce Öğretmene de 15 volt elektrik verildi ve en hafif dozu hissetmesi sağlandı.
Deney 160 kişiye 4 farklı varyasyonda uygulandı. Bir varyasyonda öğrenci öğretmenin yanına oturtuldu ve Öğretmen elektrik vermeden önce Öğrencinin elini tutup metal plakanın üzerine kendisi koyuyordu. Diğer bir varyasyonda Öğretmen ve Öğrenci aynı odada karşılıklı oturtuldu. Ayrı odalarda birbirlerini gördükleri bir üçüncü varyasyon ve Öğretmenin Öğrenciyi görmediği, yalnızca sesini (çığlıklarını) duyabildiği son bir varyasyonda deneyler yapıldı. Deney başladı ve sorular sorulup Öğrenciler bilemedikçe Öğretmenler elektrik vermeye başladılar. Bu sırada doz arttıkça (aslında artmıyordu) Öğrenciler daha fazla çığlık atmaya, yalvarmaya, ağlamaya başladılar.
Tüm gönüllüler çeşitli aşamalarda endişelerini ve devam etmek istemediklerini ilk belirttiklerinde deney organizatörleri “Lütfen devam edin”, ikinci kez belirttiklerinde “Deney prosedürleri gereği devam etmeniz gerekiyor”, üçüncü kez belirttiklerinde ise “Devam etmeniz kesinlikle çok önemli” yanıtı veriyorlardı. Sonraki ilk karşı gelişte de deneye son veriliyordu.
Deneyin sonuçları inanılmazdı. Deneyden önce bilim insanları en fazla %2-3 oranında insanın ölümcül ölçüde elektrik verilen son aşamaya kadar Öğrencilere elektrik vermeye devam edebileceğini öngörmüşlerdi. Ancak sonuçta, Öğrenci ve Öğretmenin yan yana oturduğu ilk varyasyonda %30, Öğretmenin Öğrencinin yalnızca sesini (çığlıklarını) duyabildiği varyasyonda ise %65 oranında gönüllü son aşamaya kadar devam ettiler. (teorik olarak Öğrencinin ölmesine razı oldular). Deney, sonradan bilim çevrelerinde daha sonradan çok eleştiri alsa da çok çarpıcı bir gerçeği ortaya çıkardı. İşin ilginç tarafı, deney sonrasında gönüllülerin neredeyse tamamı, durumdan kendilerinin sorumlu tutulamayacağını, sadece kendilerine söylenen şeyi yaptıklarını söylediler ve hiç birisi diğer odadaki öğrencinin ne durumda olduğuna bakmayı bile talep etmedi.
Milgram, deneyi şu şekilde yorumluyordu: “Sadece görevlerini yapan, kendi başlarına vahşi işlere kalkışmayan sıradan insanlar, korkunç bir yok etme işleminin bir parçası olabilmekteler. Ek olarak, yaptıkları işin yıkıcı sonuçlarını apaçık görmelerine rağmen, temel ahlaki değerleriyle çelişen bu görevlerde pek az kişinin otoriteyi reddetme potansiyeli olduğu görüldü.”
Gerçek şu ki, Milgram Deneyi her gün dünyadaki birçok iş yerinde tekrarlanıyor. Soyutlanma artık fiziksel mesafe ile kısıtlı değil; sayıların soyutlayıcı doğası da buna hizmet ediyor. Şirketlerimiz büyüdükçe insanlar arasındaki hem fiziki hem de sanal mesafeler artıyor; dokümanlara grafiklere satış rakamlarına güvenir hale geliyoruz. Sayısal soyutlanma ile birlikte de Milgram Deneyindeki gibi insanlık dışı düşünce ve davranışları gösterebiliyoruz.
İnsanların çoğu bir otoritenin karşısında kendi vicdanlarını duyamamaktadırlar. Verdikleri kararlar, yaptıkları eylemler itaatin gölgesinde kendilerine belki de çok zıt olmasına rağmen yapılmaktadır. Otoriteye uyum sağlamak birçok kişiye göre karşı koyulamaz bir durum. Tarihte geniş kitleleri önüne kendine dahil eden büyük sadizm örneklerinin çıkış noktası da budur. Milgram’ın deneyi gerçekleştirmesinde merak kaynağı olan Yahudi soykırımında yüzlerce askerin ve insanın Hitler’e sorgusuz itaatinin de bu şekilde gerçekleşmiş olması yüksek olasılıktır.
Bir Bakanın Karton Bardakta Verilen Kahve İle Makam Üzerine Yaptığı Konuşma
Karton Bardak...
Eski bir Bakandan bir konferansta konuşma yapması istenmişti...
Elinde karton kahve bardağı ile kürsüye çıktı ve konuşmasına başladı...
Ama kafasının başka yerde olduğu sanki anlaşılıyordu...
Daha bir iki cümle söylemiş iken durdu, kahve bardağından bir yudum aldı ve sonra bir süre bardağı kaldırıp baktı...
Derin bir nefes aldı ve ;
“Biliyor musunuz ne düşünüyorum? " diye sordu,
"Bu konferansta geçen yıl da, hem de aynı kürsüde konuşmuştum.
Tek bir fark vardı; o zaman hala bakanlık görevim sürüyordu.
Buraya gelirken bana business class bileti alınmıştı, hava alanında beni bir limuzin ve eskort araba bekliyordu.
Beni önce bir otele götürmüşlerdi.
Otel müdürü beni otelin kapısında karşılamış ve kral dairesine çıkarmıştı.
Ertesi sabah lobide benim odadan inişimi bekleyen bir heyet vardı.
Beni yine aynı limuzinle bu salona getirmişlerdi.
Özel bir kapıdan içeri almışlardı.
Çok şık bir bekleme odasında konferansı beklerken porselen bir kapta kahve ikram etmişlerdi.
Sonra da beni salona aldılar ve en ön sırada ayrılan yerime geçmiştim."
Eski bakan derin bir nefes aldı,
seyircilere gülerek bir süre baktı ve devam etti
"Fakat bu yıl karşınızda bir bakan olarak bulunmuyorum."
bir an durdu ve sonra;
"Dün buraya kendi ödediğim uçak bileti ile uçtum.Beni hava alanında kimse karşılamadı.
Otele taksi ile geldim.
Kendi odama kendim çıktım.
Bu sabah buraya otelden yine taksi ile geldim.
Kapıdan girerken güvenlikten geçtim, hüviyetimi alıp listede olduğuma emin olmadan salona almadılar bile.
Sonra da bulabildiğim yerde oturdum.
Canım kahve istedi ve görevliye sordum ; bana dışarıda kahve makinesi olduğunu söyledi.
Ben de çıktım ve şu gördüğünüz kağıt bardağa kahveyi kendim doldurdum."
Seyirci gülmeye başlamıştı.
"Sanıyorum geçen yıl
porselen bardak bana sunulmamıştı.
Makamıma sunulmuştu.
Benim asıl bardağım işte bu."
Konuşmanın bu noktasında gülüp alkışlayan seyircilere kahve bardağını kaldırıp gösterdi.
Alkışlar bitince de şunları söyledi ;
"Size verebileceğim en iyi ders bu işte.
Bütün o övgüler, hizmetler,
avantajlar rütbeniz, rolünüz,
makamınız içindir.
Size ait değildir.
Ve bir gün makamınızı görevinizi bitirdiğinizde porselen bardağınızı halefinize verirler.
Çünkü aslında layık olduğunuz hep karton bardaktır...
Bu metin
Simon Sinek'in
"Leaders eat last" (Liderler en son yer) kitabından alıntıdır.
3 Eylül 2019 Salı
Sınav Stratejileri ve Test Çözme Teknikleri YGS, LYS, AYT, TYT, KPSS
Deneme sınavlarını önemseyin her deneme sınavına gerçekten YGS-LYS ye giriyormuş gibi önem gösterin.
İzleyeceğiniz yolu belirleyin. Hangi dersten başlamalı ve devam etmelisiniz, belirleyin ve her zaman aynı şekilde hareket edin
Einstein’a sormuşlar size bir problem için 1 saat süre verilse bu süreyi nasıl kullanırsınız? Einstein sürenin 45 dakikasını problemi anlamaya benden ne istediğini bulmaya ayırırım. 10 dakikasını çözüm yolları üretmeye 5 dakikasını da çözüme ayırırım demiş. Yani test çözerken yapacağımız ilk iş soruyu anlamak.
Hiçbir soru veya konuya önyargıyla yaklaşmayın. Uzun sorular, zor ve karmaşık soru değildir. Her soruya şans tanıyın.
Her sorunun kendine has mantığı vardır: Test Çözerken kendi mantığınızla değil, sorunun mantığına göre hareket etmelisiniz.
Soru kökünün iyi okunup anlaşılması, daha sonra cevabının düşünülmesi gerekir. Soru kökü anlaşılmadan cevabı düşünmeye çalışmak hızı düşürür. Zaman kazanmak için soruyu okumadan cevap şıklarına koşmak sizi yanıltabilir.
Soruda sizden ne isteniyorsa ne eksik ne fazla, sadece istenileni düşünmelisiniz. Bazı sorular sizin için çok kolay gelir ve cevabin böyle kolay olmayacağını düşünürsünüz. Hâlbuki bazen böyle kolay sorular sormak da bu işin tekniğinin bir parçasıdır.
Her testte bilgi seviyesinin altında ve üstünde sorularla karsılaşırsınız. Ancak testin genelini standart bilgi birikimi ve yorum gücüyle çözülebilecek sorular oluşturur. %10’u çok zor/çok kolay, %20’si zor/kolay ve %40’i normal bilgi seviyesindedir.
Hatalı okuma davranışları da önemli sıkıntılar yasamanıza neden olabilir. Olumsuz bir ifadeyi olumlu olarak okumak, soruyu veya cevabi hatalı düşünmenize sebebiyet verebilir.
İnsan psikolojisi soru içindeki ifadeleri olumlu yönde algılamaya eğilimlidir. Bu nedenle soru formlarında altı çizili veya kalın yazı karakterli ifadeleri daha dikkatli okumalısınız.
Soru kökünün veya soru metninin uzun olusu sizin için daha fazla ipucu anlamına gelir. Bu sebeple uzun metinli sorular daha kolay çözülebilen sorular olarak algılanmalıdır.
Paragraf tipli sorularda genellikle paragraftan önce soru kökünün okunması paragrafın ikinci defa okunması mecburiyetini önler. Soru kökünü okuyan zihin, soruyu zihni hazırlıkla okuma eğiliminde olur.
YGS bütün soruları cevaplama mecburiyeti olan bir sınav değildir. Biliyorsanız elbette cevaplandırmanızda mahsur yoktur. Ancak cevabi konusunda tereddüt ettiğiniz soruları gelişigüzel cevaplandırmak fayda değil, zarar verir. Unutmayın ki her soru, her net önemlidir. Bir soru sizi en az 20.000 kişinin üstüne de çıkarabilir, altına da düşürebilir.
Cevap şıklarından sorunun çözümüne gitmek de test tekniğinde önemli bir yoldur. Yüzde yüz emin olmadığınız sorularda şıkları eleyerek doğru cevaba yaklaşabilirsiniz. Cevap şıklarını elerken eğer 2 şıkka indirebilmişseniz bunlardan birisini seçmenizde mahsur yoktur. Ancak ikiden fazla şık cevap olabilecek nitelikteyse bu soruyu cevaplandırmamanız, en azından sınavın sonlarına doğru soruya dönmek üzere bos bırakmanız daha uygun olacaktır.
Test çözerken sorunun doğru cevabini bulmak kadar önemli olan bir diğer olay da cevap olmayacak şıkların tespitinin yapılmasıdır. Böylece çözüm alternatiflerini daha netleştirir ve doğru şıkka ulaşabilme hızınızı daha da arttırabilirsiniz.
Cevap şıklarında cevaba benzeyecek bazen iki, bazense üç seçenek bulunabilir. Bunlara çeldirici adi verilir. Çeldiriciler ilk basta cevap gibi görünebilir ama ufak bir zihni egzersizle doğru cevabi bulmanız mümkündür. Bu tip sorularda cevap genellikle soru metninde saklıdır.
Her derse ait test muhtevası o dersin özelliklerini taşır. Bu yüzden her ders için ayni test çözme mantığını kullanmak hatadır. Her test için farklı test çözme mantığı geliştirmeniz test tekniğinizin gelişmesine yardım eder.
Soruları okurken hızınızı kesecek davranışlar olabilir. Mesela sesli okuma alışkanlığı, dudak kıpırdatarak okumaya çalışmak, okunan her ifadenin altını çizmek gibi. Hızlı okuma teknikleri kullanılmalı ve sınav öncesi okuma egzersizleriyle okuma hızınızı arttırmalısınız. Soru cümlesini ve metni okurken kelimeleri tek tek okuma yerine gruplandırarak okuyun. Hızlı okuma hem anlamayı kolaylaştırır hem de daha az yorulmanızı sağlar. Bir diğer faydası da dikkatimizi daha çok toplamamıza yarar.
Sınavda zaman kullanımını en fazla zora sokan bildiklerimizi ve bilmediklerimiz değil, biraz bildiğimiz ya da tereddüt ettiğimiz sorulardır. Bu yüzden soruyla inatlaşmak, “bu soruyu çözmezsem ölürüm!” mantığı testin sonunda hüsrana uğrama riskini artırabilir.
Turlu soru çözme yöntemi, testteki her soruyu incelemenize yardımcı olur. Cevaplandırılmayan soruları soru kitapçığında bir işaret veya bir simgeyle simgelendirmek o soruların ikinci turda daha kolay bulunmasını sağlar.
Öncelikle soru cümlesini okuyarak ne isteniyorsa altını çizin ve aklınızdan geçirin. Sonra metin kısmını okuyarak soruda sizden istenen kelimelerin altını çizin. Daha sonra şıkları elemeye başlayın.
Soru içinde geçen ipuçlarından faydalanmayı bilin. Bunlar altı çizili, koyu puntoyla yazılmış, tırnak içinde, değildir, olmaz, her zaman, hiçbir zaman, bütün, zaman zaman, yoktur, vardır, birbirinden farklı, birbirine benzer, eşdeğer, birden fazla, ayrı ayrı, iç içe, yan yana, ikisi bir arada, ana düşünce, yan düşünce, benzer düşünce, asla, genellikle, çoğu, vb. ipuçlarıdır.
Her soru üzerinde mutlaka işlem yapın, sonuca ulaşamadığınız zaman işlemi sondan başlayarak kontrol ediniz.
Her test bölümü arasında 1-3 dakika ara verilmeli, bu arada gözler dinlendirilmeli, vücut hareket ettirilmelidir. Kan dolaşımı hızlandırılmalı, beynin ihtiyaç duyduğu enerji, kan dolaşımı sayesinde verilmelidir.
Kodlamayı sınavın sonuna bırakmayın.
Üstün Zekalı Çocuklar Nasıl Keşfedilir? Aile Üstün Zekalı Çocuğu Nasıl Tanır?
Üstün Zekalı Çocuğun Problemleri
Normal ve normalin altında bir zeka düzeyine sahip çocuklardan çok, üstün zekalıların yönlendirilmesi önemlidir. Üstün zekalı çocuk doğru ve yararlı bir alana kanalize edilmezse, toplumun (tabiri caizse) başına bela olur ki tarih bunun örnekleriyle doludur.
Çevremizde üstün zekalı olduğunu iddia eden veya çevre tarafından üstün zekalı olarak vasıflandırılan bireyler görmek mümkündür. Halbuki iddia ve zan, bilimin kabul ettiği kriterler değildir. Bilimin elinde başka değerlendirme vasıtaları vardır. Bunlara kısaca zeka testleri diyoruz. Zeka testleri ile bireyin zeka düzeyi hakkında fikir sahibi olmak mümkündür. “Fikir sahibi olmak” deyimini kullandık çünkü bu testler kesin sonuçlar vermez.
Bazen anne-baba, çocuğun zeka testi için kliniklere başvurmaktadır. Biz bunun kesin bir sonuç olamayacağını söylemek durumundayız. Çünkü bireyin akıl ve ruh sağlığını oluşturan melekeler sekiz tanedir. Aile ve okullar bu sekiz melekeden sadece biriyle, zekayla meşgul olmaktadır. Zekanın yanında yedi meleke ki biz bunlara psikomotor güçler diyoruz daha vardır. Bunlar: Muhake meş, hafıza, dikkat, idrak, oryantasyon, irade ve teessürdür. Bireyin psikososyal yönünü oluşturan sekiz meleke vardır ve zeka bunlardan sadece birisidir. Bireyin üstünlüğünü anlayabilmek için bu sekiz melekenin tek tek test edilmesi lazımdır ki henüz bilimsel gelişmeler buna hazır değildir.
Gerçekten üstün zekalı çocuklar karşımıza çoğu kere davranış kusuru göstererek çıkarlar. Anne-baba bize: “Bu çocuk ele avuca sığmıyor; bundan okulda öğretmenler, mahallede komşular şikayetçi; ne yapacağımızı şaşırdık” şikayetleriyle geliyorlar. Biriki test yapınca, bizde çocuğun üstün zekalı olabileceği kanaati uyanıyor. Çocuk, üstün zekasını yararlı bir alana kanalize edememiş, yanlış yollara sapmıştır. Davranış kusuru göstermiş, çevreyi ve kendisini kötü yönde etkilenmiştir.
Ailelere tavsiyemiz, sorun çıkaran, aileyi ve çevreyi taşkınlıklarıyla tedirgin eden veya aşırı sessiz, tepkisiz çocuklarını ilgili bir uzmana götürsünler. Psikiyatri kliniklerinde sorunlu çocuklar incelenirken, zeka testi yapılması alışılagelmiş bir uygulamadır. Genellikle bu testlerden sonra çocuk hakkında bir teşhise varılır.
Üstün zekalı çocukların eğitimleri, yönlendirilmeleri, terbiyeleri diğerlerinden farklıdır ve öyle olmalıdır. Nasıl geri zekalı bir çocuğu normal zekalı çocuklarla aynı sınıfta eğitmek mümkün değilse, üstün zekalı çocuğu, normal zekalılarla bir eğitmek de doğru değildir. Üstün zekalı çocuklar için ayrı okullar açılması, onlar için ayrı programlar yapılması şüphesiz son derece faydalı olacaktır. Geri zekalı bir çocuk nasıl anormal ise, üstün zekalı çocuk da anormaldir, yani normalin dışındadır. Normal sınırların dışındaki çocuklar için, gerek geri zekalı, gerekse üstün zekalı olsun, ayrı bir eğitim kurumu gereklidir.
Üstün zekalı çocuklar, bulundukları sosyal çevreden gerekli ilgiyi göremezlerse, bir süre sonra çevreye hınç duymaya başlarlar. Yaşları büyüdükçe bu intikam duygusu da büyür. Üstün zekalı çocuklar için aileöğret menuzman işbirliği şarttır. Anarşik olaylar üzerinde yapılan araştırmalar, bu tür eylemlere katılan bazı bireylerin ileri zeka seviyesinde olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu kişiler zamanında iyi bir alana yönlendirilmiş olsaydı, belki ülke için faydalı bir dahi elde edilebilecekti. Bu çocukların eğitimine çok önem vermek gereklidir.
Aile Üstün Zekalı Çocuğu Nasıl Tanıyacaktır?
1- Çocuk sorulan suallere ne derece sebep sonuç bağıntısı kurarak cevap vermektedir? Sorulara sebepsonuç ilişkisi yönünden yaklaşmak çok önemlidir. Eğer çocuk bu bağlantıyı kısa sürede kurup cevap verebiliyorsa, ona dikkat edilmelidir.
2- Çocuk az bir çalışmayla derslerinde başarılı olabiliyorsa yine dikkat edilmelidir.
3- Öğretmen dersi anlatırken: “Söylediklerimi kim tekrar edecek” dediğinde, çocuk eksiksiz tekrar edebiliyorsa üstün zekalı olabilir.
4- Problem çözümünde çok başarı olan çocuklar da üstün zekalı olabilir.
5- Bazı üstün zekalı çocuklar derslerde başarısız olabilirler. Bu, onların romantik, hassas tabiatlarından ötürüdür.
6- Zekanın belli bir gelişme yaşı vardır. Anne karnından onsekiz yaşına kadar, birşey çeşitli evrelerden geçer. Bazı çevrelerde son sınır onsekizden yirmialtıya kadar çıkabilir. Kızlar erkeklere göre hem bedensel açıdan, hem de psikososyal açıdan iki yıl daha önde seyreder. Üstün zekalılarda bu gelişmede aksaklıklar görülebilir. Öğrenci 6. sınıf matematiğinden ikmale kalırken, mesela 8. sınıfı üstün bir başarıyla geçebilir. Aile, çocuğunun bir dönemde gösterdiği başarısızlığı veya başarıyı ölçü almamalıdır. İleri dönemlerde durum tersine dönebilir. Unutulmaması gereken bir gerçek de şudur ki, üstün zekalı çocuklara rastlamak çok nadirdir. Onların da iyi değerlendirilmesi şarttır.
Anne Babalar Üniversite Sınavlarına Hazırlanan Çocuklarına Nasıl Davranmalıdır?
Çocuğunuzdan beklentilerinizde gerçekçi olmaya çalışın. Her anne baba kendi çocuğunun daha özel olduğunu düşünür. Oysa her insanın objektif bakıldığında belli alanlarda kuvvetli yönleri olabildiği gibi belli alanlarda da zayıf özellikleri olabilir. Beklentileriniz ile çocuğunuzun yapabilecekleri birbiriyle uyumlu olursa çocuğunuz daha az kaygı yaşayabilir. Bu zor dönemde çocuklarınıza anlayışlı ve destekleyici davranın. Kaygının yoğunlaşması ile birlikte çocuklarınız kendilerini daha çaresiz ve çözümsüz hissedebilirler. Bu nedenle daha tepkili olabilirler. Daha önceden kızmadıkları şeylere şimdilerde daha sert tepkiler gösterebilirler. Bu durumun geçici olduğunu düşünerek çocuğunuza karşı anlayışlı olmaya çalışın.
Çocuğunuzu hiçbir zaman başka çocuklarla kıyaslamayın. “dayının kızı Boğaziçi’ne girdi, sen de oraya girmelisin” türünden yaklaşımlar çocuğunuza zarar verebilir. Her birey ayrı bir kişiliktir. Çocuğunuzu ancak gereken durumlarda sadece kendisiyle kıyaslayabilirsiniz.
Sınavlara hazırlığın yoğunlaştığı şu günlerde veliler ve öğrenciler yoğun bir kaygı içerisindeler. İki taraf da hem beklentili hem de endişeli… Sınavlarda başarılı olmak öğrencinin olduğu kadar anne babaların da isteğidir. Ancak bu dönemin dengeli ve sağlıklı olarak aşılması için anne babalara bazı görevler düşmektedir.
Çocuğunuzun ergenlik döneminde olduğunu unutmayın. Bu dönem çalkantılı ve ikilemli bir dönemdir. Çocuğunuzun yerine sorun çözmek istediğinizde ya da ona önerilerde bulunmak istediğinizde onun sizinle aynı şeyleri göremeyeceğini bilin. Örneğin güneşli güzel bir günde siz istememenize rağmen işlerinizi yapabilirken, çocuğunuz böyle havalarda ders çalışmakta güçlük çekecektir.
Çocuğunuzun geleceği konusundaki endişeleriniz çocuğunuza yansır. Bu nedenle öncelikle aileler kaygılarını azaltmaya çalışmalıdırlar. Kaygı gelecekle ilgili seyredilen olumsuz bir filmi andırır. Ve bu filmin sonu her zaman için felaketlerle biter. yoğun kaygı yaşayan kişiler geleceği düşünmekten, bugünü kullanamazlar. Sizin sınav sonucu ile aşırı meşgul olmanız, çocuğunuzun da bu yönde meşguliyetini artıracaktır. Çocuğunuza yardımcı olmak için çocuğunuzun bugünkü yaptıkları ile ilgilenebilirsiniz.
Beden dili ve ses tonu ile verdiğiniz mesajlara dikkat edin. Anne babalar bazen çocuklarına; “sınav bizim için önemli değil, kazanamazsan da olur. Canını sıkma, kafana takma” gibi önerilerde bulunmaktadırlar. Ancak eğer annebaba çocuklarına bunları söylerken, beden dili ve ses tonları desteklemiyorsa yani ağızlarından çıkan ile bedenlerinin söylediği çelişiyorsa öğrenci daha çok beden diline dikkat edecektir. Ebeveynlerin kaygılı, üzüntülü halleri çabucak algılanır.
Meli-malı kelimeleri dikkatle kullanılmalı. “En az şu kadar net yapmalısın. Kimya ve biyolojiden full yapmalısın. Başarılı olmalısın. Dikkatli olmalısın. kendini dersine vermelisin. Bu yıl mutlaka kazanmalısın” türünden zorunluluk ifade eden cümleler öğrencinin kaygısının artmasına neden olmaktadır. Bu tür zorunluluk ifade eden sözleri mümkün olduğunca az kullanmaya çalışın. Ders çalış demeyin. Sorumluluğunu bilen ve sınavlara hazırlanan öğrenciler için ailelerin uyarılarına ihtiyaç yoktur. Öğrenci ne kadar ders çalışacağına ve ne zaman ders çalışacağına kendisi karar verebilir. Anne babaların iyi niyetli olarak verdikleri ders çalış mesajları öğrencinin kaygısını artırabilir. Bazı öğrenciler bu nedenle kendisi için değil ailesi için ders çalışması gerektiği düşüncesine kapılıp, daha yoğun kaygı hissedebilir. Ya da ailesine tepki göstererek ders çalışmayı aksatabilir. Negatif motivasyondan uzak durun. Bazı anne babalar çocuklarının motivasyonunu artırmak için; “bu gidişle sen asla kazanamazsın, yata yata sınav kazanılmaz” gibi sözler söyler. Ancak negatif motivasyon pek az öğrencide başarılı olur. Hatta öğrencinin kendisini başarısız görmesine neden olarak kaygısını artırabilir. Gereğinden fazla fedakarlıktan kaçının ve bunları hatırlatmayın. bazı ebeveynler çocukları sınavlara hazırlanırken çok fazla fedakarlıkta bulunmaktadırlar. örneğin bir yıl boyunca eve misafir çağırmamak, evde televizyonu açmamak gibi… Aileler bu sayede çocuklarına fedakarlık yaptıklarını düşünürken öğrenci bu durumu ‘ailemin bu fedakarlıklarına yanıt vermek zorundayım’ biçiminde düşünerek daha fazla kaygılanabilir. Özellikle de yapılan bu fedakarlıkların tekrarlanarak hatırlatılması öğrenciyi ders çalışamaz hale getirebilir. Kendi hayatınızı unutmayın. çocuğu sınavlara hazırlanan bazı aileler kendi yaşamlarını bir kenara bırakarak çocukları için uğraşmaya başlamaktadırlar. Çocuğuna daha fazla yardımcı olmak için annenin işinden ayrılması, annenin çocuğunu sınav salonlarının kapısında beklemesi, öğretmenlerle her gün sonuçları konuşması sık görülen tablolardır. Bu görüntüler çocuğa sınavın çok önemli olduğunu ve kazanamama durumunda ailenin çok üzüleceği düşüncesini hatırlatmaktadır. Sizler kendi hayatınız olduğunu, sizin de kendi planlarınız olması gerektiğini unutmayın. Böylece hem kendinize hem de çocuğunuza daha fazla yardımcı olabilirsiniz.
2 Eylül 2019 Pazartesi
Çocukların Okul Başarısını Etkileyen Faktörler Nelerdir?
Çocuğunu okula gönderen her aile, onun okulda başarılı olmasını ister. Bazı çocuklar başarıya kolaylıkla erişebilir. Böylece hem aile mutlu olur, hem de çocuk kendi kendisinden menun olur. Ancak bazı çocuklar için okuldaki derslerde başarılı olmak hiç de kolay olmaz. Çeşitli nedenlerle bu çocuk ve gençler, başarılı olmayı bir türlü beceremezler. Peki, okula gelen çocukların başarı veya başarısızlıkları hangi faktörlere bağlıdır?
Bu sorunun cevabı çok çeşitlidir. Çocuğun okuldaki başarı durumunu etkileyen faktörleri şöyle sınıflandırabiliriz:
Çocuğun kendi özellikleri
Zeka
Kişilik
Duygusal durum
Öğrenme isteği (motivasyon)
Aile ortamı
Anne-babanın çocuğa karşı tutumları
Anne-babanın okula karşı tutumları
Çocuğun çalışabileceği mekan, yararlanabileceği kaynakları sağlama
Okul ve sınıf ortamı
Fiziksel imkanla (ısı, ışık, havalandırma, laboratuvar vb.)
Öğretmen özellikleri (öğrencilerle ilişkisi, öğretme yöntemleri, mesleki bilgisi, kişilik özellikleri, işini sevmesi, problemlerini sınıfa taşımaması ve kendi kendine çözüm bulması, aşırı duygusal, aşırı baskıcı veya çok serbest olması vb.)
Okulda kullanılan araçgereç ve malzeme
Mevcut ders kitapları (baskı; içerik; bilgilerin zevkli, doğru, yeni ve anlaşılabilir şe kile sunulması)
Çocuğun Kendi Özellikleri
Bu özelliklerin dışında zeka gelişmesi gelmektedir. Okula gelen her çocuğun, okulda öğretilenleri kolaylıkla kavrayabilecek bir zeka düzeyine sahip olması gerekir. Okullarda, başarısız öğrencilerin, konuları diğerleri kadar kolay anlayamadığı gözlenmiştir. Bunların bir kısmı yavaş gelişen ve ağır öğrenen çocuklar olabileceği gibi, bir kısmı da yeterli zihinsel olgunluğa ulaşmamış olabilirler.
Bu çocuklar için yapılması gereken şey, zorlama ya da cezalandırma değil, yardım etmektir. Bu yardım, çocuğun zeka düzeyine göre farklı olabilir. Öğrenmelerini sağlamak için kendileriyle özel olarak ilgilenmek gerekir; eğer bu yetmiyorsa, özel eğitim görmelerine fırsat verilmesi gereklidir.
Çocuğun aşırı çekingen veya heyecanlı oluşu gibi özellikler de, onun yeterli başarı göstermesini engelleyici faktörler olabilir. Duygusal yönden hassas olan çocuklar, evde yaşadıkları problemler veya öğretmenlerinin kendilerini kabul konusunda yeterli duyarlılığı göstermemesi nedeniyle öğrendiklerini ortaya koymakta güçlük çekebilirler.
Çocuğun okulu sevip sevmemesi, öğrenmeyi isteyip istememesi de okul başarısında önemli bir faktördür. Ailenin önemli ölçüde etkili olduğu da bilinmektedir. Öğrenme isteği olmaksızın çocuklara bir şeyler öğretebilmek son derece güç, hatta imkansızdır. Bu durumda öğretmenin görevi, anlatılan konular hakkında çocuğun ilgisini arttırmaktadır. Bu da, öğretmenin konuları öğretirken uyguladığı metoda olduğu kadar, konu ile bireyin kendi hayatı arasında bir ilişki kurulabilmesine de bağlıdır.
Öğrencinin başarılı olması için sağlıklı olması; katıldığı öğrenim basamağında yeterli olabilecek zihinsel ve duygusal olgunluğa sahip olması; okulu, öğrtemeni, dersleri sevmesi ve verilen ödevleri zamanında, gereği gibi yapması gerekir.
Aile Ortamı
Aile ortamı, çocuğun okul başarısını etkileyen önemli bir faktördür. Bu ortamda özellikle annebabanın çocukla kurdukları ilişki, okula karşı olumlu tavırları, çocuğun okulu sevmesi ve okulda başarılı olması konusunda temel etkenlerden biridir.
Ailenin okulu yeni bilgiler, yeni arkadaşlar kazandıracak bir yer olarak görmesi ve tanıtması, özellikle başlangıç yıllarında çocuğun okula karşı olumlu bir fikir geliştirmesine yardımcı olur. Bu bakımdan çocuğun okula başlaması yalnızca çocuk açısından değil, aileler açısından da son derece önemlidir.
Ailenin okulu ve öğretmeni tanımak istemesi, okula ve öğretmene karşı olumlu bir tavır içinde olması son derece önemlidir. Bu da okulun, yalnızca çocuklara değil, ailelere de açık olması, zaman zaman onların da eğitim öğretimini üstlenmesi ve öğretmen veli arasında kurulabilecek dostça ilişkilerle sağlanır.
Çocuğun evinde yaşayacağı problemler başarıyı olumsuz yönde etkiler. Kardeş problemi, anne baba anlaşmazlığı vb. sorunlarla karşılaşan çocuğun, okulda bunlardan kurtulup kendisini derslerine vermesi beklenmemelidir.
Ailenin sosyaekonomik durumu da bir diğer faktördür. Örneğin, fakirlik nedeni ile kötü beslenme veya çocuğun okula aç gelmesi, onun okulda kendisini derslerine vermesine, dikkatini yoğunlaştırmasına engel olabilir. Bu durum önlenebildiği zaman çocuk normal başarısına erişebilir. Bunun gibi, ailenin, çocuğun okulda ihtiyacı olan malzemeyi sağlayamaması da başarıyı engeller.
Okula yeni başlayan çouğun evde çalışabileceği bir köşenin bulunması da doğru çalışma alışkanlığının kazanılması için önemil dir. Çocuğun evde çalışabileceği bir oda veya köşenin ayrılması gerekir. Her faaliyetin kendine uygun mekanda gerçekleştirilmesi önemli bir konudur. Bu bakımdan okula yeni başlayan bir çocuğa, okul için gerekli olan forma, çanta, kitap, kalem gibi araç gereci temin ederken, varsa çocuğun odasında veya evin bir köşesinde, onun kitaplarını yerleştirebileceği bir dolap veya raf, ders çalışabileceği bir küçük masa temin edilmesi gerekir. Çocuk, okuldan eve geldiğinde verilen ödevlerini yapabileceği hazır bir mekan bulmalıdır. Bu mekanda çocuğun ödevlerini hazırlarken başvurabileceği ansiklopedi, sözlük, yaşına uygun masal ve hikaye kitaplarının bulunması da son derece önemlidir.
Ayrıca, okulda verilen alıştırma ve ödevleri yapma konusunda henüz yeterli sorumluluğa sahip olmayan çocuklara, özellikle okulun başlaması ile birlikte, yardımcı olmak da gereklidir. Ancak bu yardımların, çocuk ders çalışırken onunla birlikte oturarak, onun gerçekten zorlanmadığı durumlarda yardım ve yol göstermekten ileriye de gitmemesi gerekir. Yersiz ve gereksiz yardımlar, çocuğun kendi kendine yapma ve başarma isteğini öldürebileceği gibi, bir süre sonra tüm ödevlerin annebaba tarafından yapılmasının istenmesine kadar varabilir. Oysa, kendine verilen ödevleri sonuna kadar yapma, çocuğun daha sonraki yaşamında sorumluluk bilincini ve buna ilişkin davranışı kazanmada temel adımdır.
Yine, annebabaların çocuklarını yönlendirirken, onların yetenek ve isteklerini değil, kendi isteklerini ve gerçekleştirmek istedikleri düşlerini ön plana almaları, değişik yaştaki öğrencilerde görülen önemli başarısızlık nedenleri arasında yer almakta; bu konudaki aşırı baskıcı tutumlar, okuldan kaçmalara, hatta büsbütün soğumalara da neden olabilmektedir. Bu açıdan annebabaların çocukları ile ilgili eğitimöğretim hedeflerini belirlerken, çocuğun özelliğini gözönünde bulundurarak gerçekçi bir yaklaşım içinde olmaları en akılcı davranış olur düşüncesindeyiz. Annebabalar, çocuklarını iyi tanımalı, onu yapabileceğinden fazlası için zorlamamalı, aşırı tenkitçi veya koruyucu olmamaya özen göstermelidir. Bunun yanısıra çocuğun beslenme, uyku ve oyun ihtiyacının gözö nünde bulundurulması, sağlıklı, uyumlu bir aile ortamının sağlanması zorunludur. İyi beslenemeyen, annesi veya babası ile ilişkileri iyi olmayan ya da annebabası arasında sürekli tartışmaların bulunduğu ev ortamlarında çocuğun duygusal yaşamı büyük ölçüde sarsıntıya uğrayabileceği gibi, başarısı da tehlikeye girer.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
İyi Geceler Bay Tom (Michelle Magorian) Kitap Sınavı Yazılı Soruları ve Cevap Anahtarı
Kitabın Adı: İyi Geceler Bay Tom Kitabın Yazarı: Michelle Magorian Kitap Sınavı Soruları ve Cevap Anahtarı 1. Will'in kollarındaki morlu...
-
Cep telefonu ve tablet şarj cihazlarında USB kablolarla sık sık karşılaşıyoruz ve kullanıyoruz. Aynı zamanda bu cihazlara ve bilgisayarl...
-
Kitabın Adı : Kiraz Ağacı ile Aramızdaki Mesafe Kitabın Yazarı : Paola Peretti Kitap Hakkında Bilgi : Yazarın kendi yaşam hikâyesinden esinl...