13 Eylül 2019 Cuma

Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler Masalı - Grimm Kardeşler


Masalın Adı : Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler

Masalın Yazarı : Grimm Kardeşler

Her yerin karla kaplı olduğu bir kış günüymüş. Bir kraliçe, sarayının pencerelerinden birinin arkasında bir yandan nakış işliyor, bir yandan da hayal kuruyormuş. Derken birden parmağına iğne batmış ve gergefin üstüne üç damla kan akmış.

Kraliçe kan damlalarına bakar bakmaz, “Çocuğum kız olursa, teni kar gibi ak, yanakları kan gibi al, saçları da pencerenin çerçevesi gibi kapkara olsun,” diye geçirmiş içinden.

Bu olaydan kısa bir süre sonra bir kız çocuğu getirmiş dünyaya. Kızı tıpkı içinden geçirdiği gibi bir kızmış. Ona Pamuk Prenses adını vermişler. Ne yazık ki kraliçe doğumdan birkaç saat sonra ölmüş.

Bir yıl sonra Kral yeniden evlenmiş. Yeni Kraliçe çok güzel bir kadınmış. Güzelliğine güzelmiş, ama bir o kadar da kibirliymiş, kendisinden daha güzel birinin olabileceğini düşüncesine bile tahammül edemezmiş. Odasında sihirli bir aynası varmış. Her gün o aynanın karşısına geçer, saatlerce kendisini seyreder ve sonunda,

“Ayna, ayna söyle bana

En güzel kim bu dünyada,”

Diye sorarmış. Ayna da hiç duralamadan, “Sizsiniz Kraliçem,” dermiş.

Fakat, Pamuk Prenses on dört yaşına geldiğinde, bir gün ayna şöyle demiş:

Güzelsiniz Kraliçem, güzel olmasına,

Ama Pamuk Prenses sizden daha güzel.”

Kraliçe bunu duyunca çok kızmış, öfkesinden ne uyku girmiş gözüne, ne de bir lokma yemek yiyebilmiş. ‘Ne yapmalı, ne etmeli?’ diye düşünüp durmuş günlerce. Sonra kararını vermiş ve sarayın avcısını çağırmış huzuruna.

“Pamuk Prenses’i ormana götür ve orada öldür. Öldürdüğüne kanıt olarak da kalbiyle ciğerini sök, bana getir.”

Avcı Pamuk Prenses’i ormana götürmüş, bıçağını çekmiş. Fakat Pamuk Prenses’in ağladığını görünce onu öldürmeye kıyamamış. Pamuk Prenses ağaçların arasına dalıp gözden kaybolurken, “Ben yapamadım, ama hava kararıncaya kadar bir ayı veya bir kurt benim yapamadığımı yapar nasıl olsa,” demiş.

Yolda genç bir yabandomuzu çıkmış avcının karşısına. O da hayvanı oracıkta öldürmüş, kalbiyle ciğerini söküp Kraliçe’ye götürmüş.

Ama Pamuk Prenses’i avcının düşündüğü gibi ne bir ayı ne de bir kurt yemiş. Akşam olup hava kararınca dağların ardında küçük bir eve gelmiş. Kapısını çalmış, açan olmamış. Cesaretini toplayıp içeri girmiş.

İçeride üzeri yenmeye hazır yiyeceklerle dolu yedi küçük tabağın bulunduğu yedi küçük sandalyeli uzun bir masa varmış, duvar dibinde de yedi yatak diziliymiş. Beklemiş, beklemiş, ama kimsecikler gelmemiş. Çok aç ve çok yorgun olduğu için daha fazla bekleyememiş ve her tabaktan bir kaşık yemek almış, yedi yataktan yedincisine yatıp uykuya dalmış.

Biraz sonra evin sahipleri eve dönmüşler. Dağların derinliklerinde bulunan bir gümüş madeninde çalışan yedi cücelermiş bunlar.

Pamuk Prenses’i görünce, “Ne kadar güzel bir kız!” demişler.

Sabah olup uyandığında Pamuk Prenses cüceleri görünce önce çok korkmuş, ama kısa bir süre sonra onlardan bir kötülük gelmeyeceğini, onların çok iyi insanlar olduklarını anlamış. Yedi cüceler Pamuk Prenses’ten evlerini çekip çevirmesini istemişler, o da hemen kabul etmiş.

“Hoşça kal,” demişler yedi cüceler işe giderlerken.

“Kapıyı kimseye açma. Eğer üvey annen burada olduğunu öğrenirse seni tekrar öldürmeye kalkar sonra.”

Bir gün Kraliçe tekrar aynasının karşısına geçmiş. Aynadan şu cevabı alınca suratının aldığı şekli varın siz düşünün artık:

“Güzelsin Kraliçem, buraların en güzeli sizsiniz

Ama ne var ki, yüksek dağların ardında

Cücelerin küçük, şirin evindeki

Pamuk Prenses dünyalar güzeli.”

Bunu duyar duymaz Kraliçe hemen kolları sıvamış. Yaşlı bir satıcı kadın kılığına bürünmüş ve elinde içi kurdele dolu bir tablayla dağlara doğru çıkmış yola.

Cücelerin evine varınca, “Kurdelelerim var, harika kurdeleler!” diye seslenerek kapıyı çalmış. Kimin geldiğine bakmak için pencereye çıkan Pamuk Prenses kurdeleleri görünce içi gitmiş. ‘Bunda ne kötülük olabilir ki!’ diye düşünerek kapıyı açmış.

“Bunu mu beğendin güzelim?” demiş Kraliçe kurdeleyi Pamuk Prenses’in boynuna takarken. Sonra kurdeleyi sıktıkça sıkmış, ta ki Pamuk Prenses ölü gibi boylu boyunca yere uzanana kadar.

O gece yedi cüceler Pamuk Prenses’i o halde bulmuşlar. Kurdeleyi kesmişler ve Pamuk Prenses hayata dönmüş tekrar. Böylece Kraliçe’nin elinden ikinci kez kurtulmuş Pamuk Prenses.

Ertesi sabah Kraliçe anasının karşısına geçmiş yeniden. Aynadan Pamuk Prenses’in hâlâ yaşadığı haberini alır almaz hemen kılık değiştirmiş ve bir kez daha dağların yolunu tutmuş.

“Taraklarım var, harika taraklar!” diye seslenmiş cücelerin evinin kapısında. Pamuk Prenses yaşlı kadının elinde tuttuğu tarafı görünce başına gelenleri unutuvermiş. Kapıyı açmış.

“Saçların ne güzel, bırak ben tarayayım,” demiş Kraliçe. Ama tarak zehirliymiş, başına değer değmez Pamuk Prenses ölü gibi yere uzanmış. O gece yedi cüceler saçından tarağı almışlar ve Pamuk Prenses yeniden hayata dönmüş. Böylece Kraliçe’nin elinden üçüncü kez kurtulmuş Pamuk Prenses.

Ertesi gün Kraliçe aynasının karşısına geçince, Pamuk Prenses’in hâlâ yaşadığını öğrenmiş. Öfkesi burnunda, bu kez en büyülü iksirini hazırlayıp bir elmanın yarısına sürmüş. Sonra da yaşlı bir dilenci kılığına girip yola koyulmuş.

“Güzel kızıma tatlı bir elma benden, armağan,” demiş Kraliçe, pencereden bakan Pamuk Prenses’e. “Pencereden de verebilirim, kapıyı açmana gerek yok.”

“Kötü diye mi almıyorsun yoksa,” demiş Kraliçe, Pamuk Prenses’in kararsız olduğunu görünce. Sonra da zehirsiz tarafından ısırmış ve, “Al bak harika!” diyerek uzatmış, yanakları gibi al al elmayı Pamuk Prenses’e.

Pamuk Prenses elmayı zehirli tarafından ısırır ısırmaz cansız yere uzanmış.

Kraliçe pencereden içeri, Pamuk Prenses’e bakmış. “Nihayet senden kurtuldum, artık dünyanın en güzeli benim,” demiş. Oradan doğruca saraya gitmiş. Erkesi gün aynaya kimin en güzel olduğunu sorduğunda ayna, “Sizsiniz Kraliçem,” deyince dünyalar onun olmuş.

Bu sefer cücelerden hiçbiri Pamuk Prenses’i uyandıramamış ölüm uykusundan. Aradan üç gün geçmiş, bütün umutlarını kaybetmişler. Fakat nedense Pamuk Prenses hiç de ölü gibi durmuyormuş. O yüzden yedi cüceler onu gömmemişler ve camdan bir tabut içine koymuşlar, tabutu da yüksek bir tepenin en tepesine yerleştirmişler.

Günlerden bir gün cüceleri ziyarete gelen bir Prens oradan geçerken camdan tabutun içinde Pamuk Prenses’i görmüş ve hemen ona âşık olmuş.

“Onu sarayıma götürmeme izin verin,” diye yalvarmış Prens.

Yedi cüceler ona acımışlar ve izin vermişler. Prens’in uşakları tabutu kaldırırken Pamuk Prenses’in boğazına takılmış olan zehirli elma parçası pat düşmüş ağzından. Pamuk Prenses doğrulmuş nerede olduğunu anlamadan, gözünü açmış, yakışıklı Prensi karşısında görmüş. Görür görmez ona âşık olmuş. Birkaç hafta sonra nişanlanmışlar.

Derken düğün günü gelip çatmış. Düğüne çağrılanlar arasında Pamuk Prenses’in üvey annesi de varmış. Üvey annesi sarayın salonuna girer girmez Pamuk Prenses’i tanımış, ama bu sefer bir şey yapmaya fırsat bulamamış. Çünkü Prens’in adamları Kraliçe’yi hemen yakalamış, Prens de onu artık kötülük yapamayacağı uzak bir ülkeye sürgün etmiş. O günden sonra Pamuk Prenses, güzelliğinin yanı sıra mutluluğuyla da ün salmış.

Güzel ve Çirkin Masalı - Madame de Beaumont


Masalın Adı : Güzel ve Çirkin

Masalın Yazarı : Marie Beaumont

Bir zamanlar zengin bir tüccar varmış. Üç kızı olan bu tüccarın kızlarının ikisi son derece bencilmiş. Ama üçüncüsü, yani adı Güzel olanı hem iyi hem de sevgi doluymuş.

Bir gün tüccar, gemilerinin şiddetli bir fırtınada battığı haberini almış. Zavallı adam varını yoğunu kaybetmiş, geriye bir tek kasabadaki küçük evi kalmış. Açgözlü iki kardeş bu durumdan hiç hoşlanmamışlar. Yatakta yatmak ve oflayıp puflamaktan başka bir şey yapmaz olmuşlar. Evin bütün işleri Güzel’e kalmış.

Bir zaman sonra tüccar kayıp gemilerinden birinin limana ulaştığını duymuş. Haberin doğru olup olmadığını öğrenmek için yola çıkmadan önce kızlarına, dönüşte size ne hediye getireyim, diye sormuş. Açgözlü iki kardeşin neşeleri hemen yerine gelmiş.

“Elbiseler ve mücevherler!” isteriz demişler.

“Peki ya sen Güzel?” diye sormuş tüccar.

“Bir gül. O bana yeter,” demiş Güzel.

Birkaç gün sonra tüccar evine dönmek üzere üzgün üzgün yola koyulmuş. Yine yoksulmuş, çünkü son gemiden ona kalan paraları da dolandırıcılara kaptırmış. Akşam karanlığı bastırırken bir ormana varmış. Orman hem karanlık, hem de soğukmuş. Şimşekler çakıyor, rüzgâr yerden karları havalandırıyormuş. Uzaklardan kurtların uluma sesleri geliyormuş.

Tüccar nereye gittiğini bilmeden atıyla birlikte karların üzerinde bata çıka saatlerce yol almış, derken birden ileride pencerelerinden dışarı parlak ışıklar sızan son derece güzel bir şato görmüş. Ama bu çok garip bir şatoymuş, çünkü şöminelerinde harıl harıl ateş yanmasına, bütün odaları gün gibi aydınlık olmasına rağmen ortada kimsecikler yokmuş. Tüccar seslenmiş, seslenmiş, cevap veren olmamış. Sonunda, beklemenin bir anlamı olmadığını anlayınca, atını ahıra bağlamış ve salondaki uzun masanın üzerinde hazır bekleyen yemeği yemiş. Sonra bir yatağa yatıp uyumuş.

Sabah uyandığında onun için bırakılmış yeni giysiler bulmuş yanı başında. Aşağıda da güzel bir kahvaltı onu bekliyormuş.

“Bu şato, bana acıyan iyi kalpli bir periye ait herhalde,” demiş tüccar.

“Ona bir teşekkür edebilseydim keşke.”

Tüccar şatodan ayrılırken, bahçedeki gülleri fark etmiş. ‘Hiç yoksa Güzel’e verdiğim sözü yerine getireyim,’ demiş içinden. Güllerden birini koparmış. Ama koparır koparmaz müthiş bir kükremeyle inlemiş her yan. Çalıların arkasından korkunç görünüşlü bir canavar çıkmış. Öylesine korkunçmuş ki, tüccar neredeyse korkusundan bayılacakmış.

“Seni değer bilmez adam!” diye kükremiş Canavar. “Hayatını kurtardım! Seni besledim, giydirdim! Sen kalkmış güzel güllerimi çalıyorsun. Hemen ölmeyi hak ettin!”

Tüccar Canavar’ın karşısında diz çökmüş. “Gülü kızlarımdan birine götürecektim efendim,” demiş.

“Ben efendi falan değilim, bir Canavar’ım,” diye hırlamış yaratık. Sonra tüccarın tepesine dikilmiş. “O değerli kızlarına gelince... Git, sor bakalım onlara, hayatına karşılık içlerinden biri gelip benimle birlikte yaşar mı? Bu teklifimi kabul eden olmazsa, üç ay içinde öleceksin.”

Tüccar gün ışığıyla aydınlanmış ormanın içinden, üzgün bir şekilde atını sürüp evine dönmüş. Evde iki bencil kız kardeş babalarının başından geçen korkunç maceraları dinlerken kıllarını bile kıpırdatmamışlar. Babaları onlara giysi ve mücevher getirmedi diey küplere binmişler. Ama Güzel onlar gibi yapmamış.

“Baba, izin ver ben gideyim,” demiş hiç tereddüt etmeden.

“Tabii sen gideceksin, suç senin,” demiş kardeşleri. “Gül isterim diye tutturmasaydın, Canavar babamızı öldürmeyi düşünmeyecekti.”

Üç ay geçince tüccar şatoya Güzel’le birlikte gitmiş. Her şey orayı ilk gördüğü gibiymiş: etrafta yine kimsecikler yokmuş, sofra hazırmış. Yemeklerini yemeyi bitirdiklerinde Canavar ortaya çıkmış. Güzel korkusundan tir tir titremeye başlamış, çünkü Canavar babasının anlattığı kadar korkunçmuş, hatta daha da korkunç!

“Buraya kendi isteğinle mi geldin?” diye sormuş Canavar.

“Evet,” demiş Güzel.

“O zaman baban sabah olunca buradan gidecek ve bir daha buraya hiç gelmeyecek.”

Sabah olup da babası gidince Güzel tek başına kalmış. Önce bir süre ağlamış, ama sonra gördüğü rüyayı hatırlayıp biraz olsun rahatlamış. Rüyasında bir peri, “Üzülme, babanın hayatını kurtarmak için gösterdiğin bu cesaret karşılıksız kalmayacak,” demiş ona.

‘Belki de bu yaşama alışırım,’ diye düşünmüş, neşesi yerine gelmiş azıcık. Bahçede dolaşmış, güllere bakarken içi hüzünle dolmuş. Sonra şatonun içini gezmiş. Oda kapılarından birinin üzerinde adının yazılı olduğunu görünce çok şaşırmış. Kapıyı açıp içeri bakmış. Oda tam istediği gibi döşeliymiş, kitaplarla, müzik aletleriyle doluymuş.

‘Canavar beni burada rahat ettirmeye çalıştığına göre, bana zarar vermez herhalde,” diye düşünmüş Güzel.

Sonra bir kitap almış eline. Kitabın üzerinde altın yaldızla, “Sevgili Kraliçem. Her isteğin emirdir benim için,” diye yazıyormuş.

“Şu anda babamı görebilseydim keşke!” demiş Güzel yüksek sesle Bunu der demez odanın öte ucundaki aynada babasının görüntüsü belirmiş. Böylece Güzel’in yalnızlık duygusu ve ev hasreti biraz olsun geçmiş.

O gece yemekte Canavar ortaya çıkmış. “Seni izlememe izin verir misin Güzel?” diye sormuş.

“Buranın sahibi sizsiniz,” demiş Güzel.

“Hayır,” demiş Canavar. “Şatom senin emrindedir. İstersen hemen giderim.” Canavar bir an duraksamış. “Yalnız bir şey soracağım. Beni çok mu çirkin buluyorsun?”

Güzel ne diyeceğini bilmemiş önce. Sonra başını kaldırıp Canavar’a bakmış. “Bunu söylemek istemezdim, ama doğruyu söylemem gerek. Evet, çirkin buluyorum,” demiş.

Güzel, yemeğini bitirince Canavar, “Benimle evlenir misin?” diye sormuş.

“Hayır Canavar, asla,” demiş Güzel.

Canavar derin bir iç geçirirken çıkardığı ses, tüm şatoda yankılanmış.

Her gece saat dokuzda Canavar konuşmak için Güzel’in yanına geliyormuş. Güzel, gün geçtikçe Canavar’a alışmaya başladığını fark etmiş. Hatta geç kaldığında onu merak bile ediyormuş. ‘Keşke,’ diyormuş, ‘bu kadar çirkin olmasaydı! Keşke ikide birde bana evlenme teklif etmeseydi! Çünkü Güzel, Canavar’ın, evlilik teklifini geri çevirdiğinde çıkardığı o sesten çok korkuyormuş.

Canavar bir gün, “Beni sevmeyebilirsin ama, beni bırakıp gitmemeye söz vermelisin,” demiş. Her günü birbirine benzeyerek üç ay böyle geçmiş.

Derken bir gün Güzel aynada babasının hasta olduğunu görmüş. Hemen Canavar’a babasına bakmak için eve gitmek istediğini söylemiş.

“Gidebilirsin, Güzel,” demiş Canavar. “Ama geri dönmezsen kederimden öleceğimi biliyorsun, değil mi? Korkarım ki, babanın yanında kalmak isteyeceksin ve dönmeyeceksin. Ama eğer fikrini değiştirir de dönmek istersen, yüzüğünü yatağının yanındaki sehpaya koyman yeterli. Sabah olduğunda şatomda açacaksın gözlerini.”

“Bir hafta sonra döneceğim, söz,” demiş Güzel.

Ertesi sabah Güzel, babasının evinde, kendi yatağında açmış gözlerini. Babası onu karşısında görünce çok sevinmiş, kendini daha iyi hissetmiş. O gün öğleden sonra, kısa süre önce evlenmiş olan kız kardeşleri babalarını ziyarete gelmişler. Eve geldiklerinde babalarının biricik kızını karşılarında görünce kıskançlıktan ve öfkeden çatır çatır çatlamışlar.

“Dinle!” demiş iki kardeşten biri. “Ona bir oyun oynayalım. Burada bir hafta daha kalmasını sağlayalım. O zaman Canavar gelip onu öldürür.” Bağırıp çağırıp onu kötülemek yerine, iki kardeş gözlerine soğan sürüp Güzel’in karşısına yaşlı gözlerle çıkmışlar ve ondan ayrılmak istemedikleri için ağladıklarını söylemişler. Güzel bir hafta daha kalmaya söz vermiş.

Çok geçmeden Güzel, Canavar’ı babasını özlediği kadar özlediğini fark etmiş. Bir gün rüyasında Canavar’ı şatonun bahçesinde kaskatı ve cansız yatarken görmüş. Uyandığında, ‘Benim yaptığım düpedüz acımasızlık!’ diye düşünmüş. Hemen yüzüğünü parmağından çıkarıp, başucundaki sehpanın üzerine koymuş. Sabah gözlerini Canavar’ın şatosunda açmış.

O günün akşamı Canavar’ı beklemiş. Saat dokuz olmuş. Canavar gelmemiş. Dokuzu çeyrek geçmiş, ortalarda yok. Birden endişe içinde koşa koşa şatodan bahçeye çıkmış. Canavar bahçede boylu boyunca yatıyormuş. ‘Onun ölümüne neden oldum!’ diye düşünmüş Güzel. Hemen ona sarılmış. Canavar’ın kalbi hâlâ atıyormuş!

“Artık dönmezsin diye düşündüm. Yemeden içmeden kesilip ölmeye hazırlandım,” demiş Canavar fısıltılı bir sesle.

“Ama ben seni seviyorum Canavar!” demiş Güzel. “Seninle evlenmek istiyorum.”

O anda tuhaf bir şey olmuş. Birden sanki şato daha bir güzel, daha bir ışıltılı hale gelmiş. Güzel bir süre etrafına bakınmış, sonra tekrar Canavar’a çevirmiş başını. Fakat Canavar yerinde yokmuş. Yattığı yerde şimdi genç ve yakışıklı bir prens duruyormuş.

“Ben Canavar’ı istiyorum,” diye ağlamaya başlamış Güzel. Prens bu sırada ayağa kalkmış.

“Canavar benim,” demiş. “Kötü bir peri bana büyü yapmıştı. Beni yüzüne bakılamayacak kadar çirkin bir yaratığa dönüştürmüştü. Bana benimle evlenmek istediğini söylemeseydin, hayatımın sonuna kadar öyle kalacaktım.”

Prens Güzel’i şatoya götürmüş. Şatoda Güzel, babası ve rüyasında gördüğü iyi periyle karşılaşmış.

“Gösterdiğin cesaretin ödülünü aldın,” demiş iyi peri Güzel’e.

Peri sihirli değneğini sallamış. Birden şatodaki herkes Prens’in topraklarında bulmuş kendini. Orada halk coşku ve alkışlarla karşılamış Prens’i. Çok geçmeden Güzel ve Canavar evlenmişler. Dünyanın gelmiş geçmiş en mutlu Prens ve Prensesi olmuşlar.

Kül Kedisi Sinderella Masalı - Charles Perrault


Masalın Adı : Kül Kedisi Sinderella

Masalın Yazarı : Charles Perrault

Bir zamanlar güzeller güzeli bir kız varmış. Annesi ölünce babası yeniden evlenmiş. Üvey annesi de ilk evliliğinden olan iki kızıyla birlikte gelip eve yerleşmiş.

Bu iki kız, yeni kız kardeşlerinden hiç hoşlanmamış. Odasında ne var ne yoksa tavan arasına fırlatıp atmışlar. Ona bir kardeş gibi davranmak şöyle dursun, bütün ev işlerini üzerine yıkmışlar.

Ev işleri bittikten sonra bile kızın onlarla oturmasına izin verilmiyormuş. Akşamları, mutfakta, sönmekte olan ocağın önünde duruyormuş tek başına, ellerini küllere doğru tutup ısınmaya çalışarak. Bu yüzden üvey kız kardeşleri ona “Külkedisi” adını takmışla.

Bir gün iki kız kardeşe sarayda verilecek bir balo için davetiye gelmiş. İkisi de heyecandan deliye dönmüşler. Herkes Prens’in evlenmek istediğini biliyormuş. ‘Bakarsın ikimizden birini seçer, belli mi olur?’ diye düşünmüşler.

İki kız kardeş de kendilerini mümkün olduğunca güzelleştirmek için hemen kolları sıvamışlar. Fakat maalesef bu biraz zormuş, çünkü Külkedisi’nin aksine bayağı çirkinmiş her ikisi de!

Balo akşamı, üvey kardeşleri gittikten sonra Külkedisi mutfakta oturmuş ve içn için ağlamaya başlamış. “Neyin var, neden ağlıyorsun Külkedisi?” diye sormuş bir kadın sesi.

“Ben de baloya gitmek istiyordum,” demiş hıçkırarak Külkedisi.

“Gideceksin öyleyse,” demiş ses. Külkedisi duyduğu sese doğru dönüp bakmış, şaşkınlıktan donakalmış.

Güzel bir kadın duruyormuş yanı başında.

“Ben senin peri annenim,” demiş kadın. “Şimdi kaybedecek zamanımız yok! Bana bir balkabağı getir hemen!”

Külkedisi bir balkabağı getirmiş. Peri annesi sihirli değneğiyle dokununca, balkabağı birdenbire altından bir fayton oluvermiş.

“Şimdi de altı fare...” Külkedisi altı fare bulup getirmiş, peri annesi onları hemen ata dönüştürmüş.

“Bir sıçan...” Onu da arabacı yapmış.

“Ve altı kertenkele...” Onları da faytonun arkasında koşacak altı uşağa çevirivermiş.

Nihayet Külkedisi’ne gelmiş sıra. Peri değneğiyle bir dokununca Külkedisi’nin yırtık, pırtık giysileri nefesleri kesecek harika bir elbiseye dönmüşmüş. Ayaklarında bir çift camdan ayakkabı pırıl pırıl parlıyormuş.

“Bir şey var yalnız,” demiş Peri. “Gece yarısına kadar eve dönmelisin. Saat on ikide elbisen tekrar eski giysilerine, faytonun balkabağına, atların fareye dönüşecek. Prens’in bunu görmesini istemezsin herhalde? Şimdi git, dilediğince eğlen.”

O gece Külkedisi balonun yıldızı olmuş. Baloya katılan hanımlar (özellikle de iki üvey kız kardeşi) onun elbisesini çok beğenmişler ve terzisinin adını öğrenmek için ona yalvarmışlar. Beyefendilerin hepsi onunla dans etmek için birbirleriyle yarışmışlar.

Prens ise götür görmez ona âşık olmuş! Ve o andan sonra hiç kimseye bu kızla dans etmek için izin verilmemiş.

Saatler saatleri, dakikalar dakikaları kovalamış ve Külkedisi saat tam on ikiyi vuracağı sırada evde olması gerektiğini hatırlamış.

“Gitme!” diye seslenmiş Prens arkasından, ama Külkedisi bir an bile durmadan koşup oradan uzaklaşmış. Sokağa çaktığında elbisesi tekrar eski elbiselerine dönüşmüş. Geriye kala kala camdan ayakkabıların bir teki kalmış. Diğer tekini nerede kaybettiğini bilmiyormuş.

O gece Külkedisi uyuyana kadar ağlamış. Hayatının bir daha asla o geceki kadar harika olamayacağını düşünüyormuş.

Ama bu doğru değilmiş. Ayakkabının diğer tekini sarayın merdivenlerinde bulmuşlar. Ertesi sabah Prens ev ev dolaşıp ayakkabıyı tek tek bütün genç kızlara denetmiş. “Bu ayakkabının dün gece karşılaştığım güzel sahibini bulamazsam yaşayamam,” demiş.

Derken Külkedisi’nin evine gelmiş. Üvey kardeşleri ayakkabıyı denemişler. Olmamış. Ayaklarına girmemiş bile.

Prens çok üzgünmüş, çünkü uğramadığı sadece birkaç ev kalmış. Tam oradan ayrılacakken evin hizmetçisi dikkatini çekmiş.

“Hanımefendi,” demiş Prens Külkedisi’ne, “bir de siz deneseniz?”

“O mu deneyecek? Ne münasebet!” diye haykırmış üvey kardeşler.

Fakat Prens ısrar etmiş. Külkedisi’nin ne kadar güzel bir kız olduğu gözünden kaçmamış. Tabii ayakkabı Külkedisi’nin ayağına kalıp gibi oturmuş. Prens diz çöküp Külkedisi’ne evlenme teklif ederken iki üvey kardeşe de öfke ve kıskançlıkla olanları seyretmek kalmış. Külkedisi Prens’in teklifini tabii ki kabul etmiş.

Rapunzel - Grimm Kardeşler Masalı

Masalın Adı : Rapunzel

Masalın Yazarı : Grimm Kardeşler

Bir zamanlar bir kadınla kocasının çocukları yokmuş ve çocuk sahibi olmayı çok istiyorlarmış. Gel zaman git zaman kadın sonunda bir bebek beklediğini fark etmiş.

Bir gün pencereden komşu evin bahçesindeki güzel çiçekleri ve sebzeleri seyrederken, kadının gözleri sıra sıra ekilmiş özel bir tür marula takılmış. O anda sanki büyülenmiş ve o marullardan başka şey düşünemez olmuş.

“Ya bu marullardan yerim ya da ölürüm” demiş kendi kendine. Yemeden içmeden kesilmiş, zayıfladıkça zayıflamış.

Sonunda kocası kadının bu durumundan öylesine endişelenmiş, öylesine endişelenmiş ki, tüm cesaretini toplayıp yandaki evin bahçe duvarına tırmanmış, bahçeye girmiş ve bir avuç marul yaprağı toplamış. Ancak, o bahçeye girmek büyük cesaret istiyormuş, çünkü orası güçlü bir cadıya aitmiş.

Kadın kocasının getirdiği marulları afiyetle yemiş ama bir avuç yaprak ona yetmemiş. Kocası ertesi günün akşamı çaresiz tekrar bahçeye girmiş. Fakat bu sefer cadı pusuya yatmış, onu bekliyormuş.

“Bahçeme girip benim marullarımı çalmaya nasıl cesaret edersin sen!” diye ciyaklamış cadı. “Bunun hesabını vereceksin!”

Kadının kocası kendisini affetmesi için yalvarmış cadıya. Karısının bahçedeki marulları nasıl canının çektiğini, onlar yüzünden nasıl yemeden içmeden kesildiğini bir bir anlatmış.

“O zaman,” demiş cadı sesini biraz daha alçaltarak, “alabilirsin, canı ne kadar çekiyorsa alabilirsin. Ama bir şartım var, bebeğiniz doğar doğmaz onu bana vereceksiniz.” Kadının kocası cadının korkusundan bu şartı hemen kabul etmiş.

Birkaç hafta sonra bebek doğmuş. Daha hemen o gün cadı gelip yeni doğan bebeği almış. Bebeğe Rapunzel adını vermiş. Çünkü annesinin ne yapıp edip yemek istediği bahçedeki marul türünün adı da Rapunzel’miş.

Cadı küçük kıza çok iyi bakmış. Rapunzel oniki yaşına gelince, dünyalar güzeli bir çocuk olmuş. Cadı bir ormanın göbeğinde, yüksek bir kuleye yerleştirmiş onu. Bu kulenin hiç merdiveni yokmuş, sadece en tepesinde küçük bir penceresi varmış.

Cadı onu ziyarete geldiğinde, aşağıdan “Rapunzel, Rapunzel! Uzat altın sarısı saçlarını !” diye seslenirmiş. Rapunzel uzun örgülü saçlarını pencereden uzatır, cadı da onun saçlarına tutuna tutuna yukarı tırmanırmış.

Bu yıllarca böyle sürüp gitmiş. Bir gün bir kralın oğlu avlanmak için ormana girmiş. Daha çok uzaktayken güzel sesli birinin söylediği şarkıyı duymuş. Ormanda atını oradan oraya sürmüş ve kuleye varmış sonunda. Fakat sağa bakmış, sola bakmış, ne merdiven görmüş ne de yukarıya çıkılacak başka bir şey.

Bu güzel sesin büyüsüne kapılan Prens, cadının kuleye nasıl çıktığını görüp öğrenene kadar hergün oraya uğrar olmuş. Ertesi gün hava kararırken, alçak bir sesle “Rapunzel, Rapunzel! Uzat altın sarısı saçlarını !” diye seslenirmiş. Sonrada kızın saçlarına tutunup bir çırpıda yukarı tırmanmış.

Rapunzel önce biraz korkmuş, çünkü o güne kadar cadıdan başkası gelmemiş ziyaretine. Fakat prens onu şarkı söylerken dinlediğini, sesine aşık olduğunu anlatınca korkusu yatışmış. Prens Rapunzel’e evlenme teklif etmiş, Rapunzel’de kabul etmiş, yüzü hafifçe kızararak.

Ama Rapunzel’in bu yüksek kuleden kaçmasına imkan yokmuş. Akıllı kızın parlak bir fikri varmış. Prens her gelişinde yanında bir ipek çilesi getirirse, Rapunzel’de bunları birbirine ekleyerek bir merdiven yapabilirmiş.

Her şey yolunda gitmiş ve cadı olanları hiç farketmemiş. Fakat bir gün Rapunzel boş bulunup da. “Anne, Prens neden senden daha hızlı tırmanıyor saçlarıma?” diye sorunca herşey ortaya çıkmış.

“Seni rezil kız! Beni nasıl da aldattın! Ben seni dünyanın kötülüklerinden korumaya çalışıyordum!” diye bağırmaya başlamış cadı öfkeyle. Rapunzel’i tuttuğu gibi saçlarını kesmiş ve sonrada onu çok uzaklara bir çöle göndermiş.

O gece cadı kalede kalıp Prensi beklemiş. Prens, “Rapunzel, Rapunzel! Uzat altın sarısı saçlarını !” diye seslenince. cadı Rapunzel’den kestiği saç örgüsünü uzatmış aşağıya. Prens başına neler geleceğini bilmeden yukarıya tırmanmış.

Prens kederinden kendini pencereden atmış. Fakat yere düşünce ölmemiş, yalnız kulenin dibindeki dikenler gözlerine batmış. Yıllarca gözleri kör bir halde yitirdiği Rapunzel’e gözyaşları dökerek ormanda dolaşıp durmuş ve sadece bitki kökü ve yabani yemiş yiyerek yaşamış.

Derken bir gün Rapunzel’in yaşadığı çöle varmış. Uzaklardan şarkı söyleyen tatlı bir ses gelmiş kulaklarına.

“Rapunzel! Rapunzel!” diye seslenmiş. Rapunzel, prensini görünce sevinçten bir çığlık atmış ve Rapunzel’in iki damla mutluluk göz yaşı Prensin gözlerine akmış. Birden bir mucize olmuş, Prensin gözleri açılmış ve Prens görmeye başlamış.

Birlikte mutlu bir şekilde Prensin ülkesine gitmişler. Orada halk onları sevinçle karşılamış. Mutlulukları ömür boyu hiç bozulmamış.

Çocuk Kalbi (Edmondo De Amicis) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Çocuk Kalbi

Kitabın Yazarı : Edmondo De Amicis

Kitap Hakkında Bilgi :

Çocuk Kalbi, İtalya'nın yetiştirdiği en büyük yazar ve eğitimcilerden Edmondo de Amicis'in başyapıtıdır. Tüm dünya dillerine çevrilen ve her dilde yüzlerce kez basılan bu eser, eğitimcilerce dünyanın en yararlı çocuk kitabı olarak kabul edilir. Eser 1886 yılında yayınlanmıştır.

Çocuk Kalbi'nde, Enrico adındaki bir öğrencinin okul ve toplum yaşamı, çocuklara özgü sıcak ve içtenlikli bir dille anlatılır. Enrico'nun günlüklerinden yola çıkılan eserde özveri, yardımlaşma, dürüstlük, iyilik ve vatan sevgisi gibi erdemlerin önemi vurgulanır.

De Amicis bu hem keyifli hem düşündürücü romanda, çocukları erdemli bireyler ve iyi vatandaşlar olarak ailelerine ve topluma kazandırmayı amaçlamıştır.
Sayısız film, radyo oyunu ve tiyatroya uyarlanan Çocuk Kalbi, çocuklar için Enrico ile birlikte hayatı tüm yönleriyle öğrenecekleri iyi bir dost; veli ve öğretmenler için de altın bir rehber niteliğini taşır.

Eser, İtalya da bir mahalle okulunda 3. sınıfı okuyan Enrico adlı bir çocuğun yazdığı günlüğüdür. Yeni bir sınıfa ve öğretmene kavuşan Enrico günlük tutmaya başlayarak yıl boyunca okuldaki anılarını ve başından geçenleri kaleme alır.
Enrico, sınıftaki her çocuğun farklı bir hikâyesi olduğunu, bazılarının ailesinin çok zengin, bazılarının ailesinin ise çok fakir olduğunu tespit etmiştir. Enrico gözlemlerini defterine yazdıkça sadece okulu ve okuldakileri değil hayatı da öğrenmeye başladığını anlar.

Kitabın Özeti :

Enrico, ikinci sınıftan üçüncü sınıfa geçmiştir. Okulun ilk günüdür. Enrico, ikinci sınıf öğretmeninden ayrılmak zorunda olduğu için çok üzgündür. Enrico eski öğretmenini özlemekte ve sürekli olarak eski öğretmenini ve onun o güler yüzünü hatırlayıp üzülmektedir. Yeni öğretmeniyle tanıştığında üzüntüsü azalır gibi olur. Yeni öğretmeni sık gülmeyen, hatta asık suratlı biri olsa da, yaramazlık yapan öğrencilerini tatlı bir dille uyarmakta, hiç kimseye bağırıp kızmamaktadır. Çok iyi kalpli bir adam olduğu anlaşılınca bütün öğrencileri onu çok sevmeye başlamıştır.

Enrico'nun yeni sınıfında zengin, fakir, kibar, kaba, utangaç, dışa dönük, içe dönük, girişken her türlü öğrenci vardır. Enrico sınıftaki arkadaşlarını gözlemlemekte ve onlar hakkında edindiği izlenimleri, onlar hakkında şahit olduğu olayları günlüğüne almaktadır. Nely zayıf ve çok güçsüz bir çocuktur. Votin ve Franti ona kötü davranmakta ama iyi kalpli Garrone onu kollamaktadır.

İlk gün okul müdürleri yanında bir çocukla çıkagelir. Yeni öğrenci İtalya'nın farklı bir eyaleti olan Calabria'dandır. Müdür bey yeni öğrenciyi kendileriyle aynı bölgeli olmadığı için dışlamamalarını, onunla da arkadaş olmalarını öğütler. Sınıfta hiç kimse ona kötü davranmamış, hatta herkes Calabrialıya küçük hediyeler vermiştir. Enrico çok mutludur.

Birgün Robetti adında bir çocuk okula giderken bir çocuğun atlı tramvay yolunda düştüğünü görmüş, çocuğu kurtarırken kendi ayağı atlı tramvayın altında kalmıştır. Bunu gören Enrico, Robetti’nin bu davranışını çok beğenmiş ve ona çok üzülmüştür.

Enrico'nun sınıflarında en çok sevdiği arkadaşı Garrone'dir. Garrone, okula iki yıl geç başlamış, iri bir çocuktur. Sınıfta fakir olduğu için diğerleri tarafından dışlanan Nelli'yi ve diğer yardıma ihtiyacı olan çocukları her zaman koruyup kollamakta, onlarla dalga geçilmesine engel olmaktadır. Bu nedenle de Enrico ona karşı hayranlıkla karışık bir sevgi duymaktadır.

Enrico'nun babası, Enrico'ya her ay birkaç arkadaşını eve davet etmesini ya da arkadaşlarıyla onların evinde vakit geçirmesini öğütlemiştir. İyi kalpli Enrico da sınıfında en çok sevdiği ve maddi durumlarının iyi olmadığını bildiği arkadaşlarını evine davet etmeyi çok sevmektedir. Bir gün birkaç arkadaşıyla beraber sınıflarının en yüce gönüllüsü olan Stardi'yi de evine davet eder. Stardi'nin babası alkolik ve işe yaramaz bir adamdır. Bir işe girip çalışmamakta, aynı zamanda içtiği zamanlarda Stardi'yi dövmektedir. Sınıfta herkes onunla babasından dayak yediği için dalga geçmektedir. Stardi yüzündeki izlere rağmen olanların birer kaza olduğunu iddia ederek babasına laf söyletmemektedir. Stardi, çok çalışıp sınıfta Derossi'den sonra ikinci olduğunda öğretmeni sarhoş babasına Stardi'yi övmüş, babası da o günden sonra çok duygulanarak artık düzgün bir adam olmaya karar vermiştir.

Stardi, Enrico'nun evine gittiğinde, Enrico'nun oyuncak lokomotifine hayran kalır. Babası daha önce ona hiç bu kadar güzel bir oyuncak almamıştır. Enrico da lokomotifi çok sevdiğini gördüğü arkadaşına oyuncağını hediye etmeye karar verir. Stardi çok mutlu olmuştur.

Yine günün birinde annesi ve kız kardeşi ile yoksul bir kadına çamaşır götüren Enrico kapıyı açan kadını ve içerideki sınıf arkadaşını görür. Enrıco bu çocuğun hayatı ile ilgilenince Crossi’nin babasının olmadığını bütün zorluklara rağmen karanlık odada dersini yapmaya çalıştığını, fark eder çok içlenir. Crossi’nin böyle bir halde derslerine çalışırken Votini ve Franti’nin tembel haylaz ve kendilerine beğenmiş olmalarına bir anlam veremez. Özellikle Votiin’nin hak etmediği bir saygı ve sevgi gördüğünü kendine pek çok imkan sunulduğu halde bunların hepsini kötüye kullandığını fark etmiştir.

Enriconun annesi Crossi ve ailesine para yardımında bulunmuş bu durum Enrıco’nun çok hoşuna gitmiştir. Enrıco arkadaşlarının tavırlarına bakarak ilerde ne olabilecekleri hakkında da tahminlerde bulunmaktadır.

Enrico, iyi kalpli bir çocuk olduğunu işte böyle olaylarda defalarca kanıtlamıştır. Annesi ve babası da onu çok sevmekte, zaman zaman yanlış davranışlarını gördüklerinde ona mektuplar yazarak onu uyarmaktadırlar. Enrico, bütün çocuklara örnek gösterilebilecek bir çocuk olma yolunda emin adımlarla ilerlemektedir. Kitabın sonlarına doğru Enrico annesine saygısızlık yapar. Bu olaya üzülen annesi ve babası Enrico’ya nasihatlerde bulunur.

Tom Amca’nın Kulübesi (Harriet Beecher Stowe) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Tom Amca’nın Kulübesi

Kitabın Yazarı : Harriet Beecher Stowe

Kitap Hakkında Bilgi :

Eser 1852 yılında yayınlanmıştır. Kitap, köleliğin korkunçluğunu, insan doğasına aykırılığını, ahlaki ve dini açıdan da yanlış olduğunu dile getirir. Eser, bütün kölelerin özgürlükleri ve gelecekleri yoktur mesajını vermektedir. İnsanların bir mal gibi alınıp satılmasına, hayatlarının tahakküm altına alınmasına şiddetle karşı çıkar. İnsanlar arasında dil, din, ırk ve renk ayrımına karşı çıkar. “ Tüm insanların eşit haklara sahip olmalıdır. İnsanların özgürlüğünü korumak, özgür değilse, özgürlüğünü kurtarması gereken her şeyi yapmak insanın ve ahlakın hedefidir”.

Kitabın Özeti :

Tom, beyaz bir çiftlik sahibinin yanında çalışan ve yaşlı bir zenci köledir. Kendisine ait birçok kölesi olan Shelby isimli patronu, maddi güçlüklere girmiş ve bazı kölelerini satışa çıkarmak zorunda kalmıştır. Satmak istediği kölelerin içinde kendisine uzun yıllar hizmet etmiş olan, dürüst, uzun boylu, yakışıklı bir zenci olan Tom da vardır. Tom Amca herkes tarafından sevilen, sayılan dürüst birisidir. Tom Amca bir kulübede yaşar, orası Tom Amca’nın kulübesidir.

Yüzünde ağır ve ciddi ifadesi olan ve zencilere ait tüm karakteristik özelliklere de sahip tir. Shelby, Tom’u satacağı kişi ile pazarlık yapmak üzere buluşur. Ama Tom’a istenen para köle alıcısına çok gelmiştir. Köle tüccarı, Patron Shelby’den, verdiği paraya karşılık bir iki köle daha talep eder. Aralarında konuşurken yanlarına Köle Eliza’nın melez oğlu Harry adında küçük bir melez çocuk girer. Ona şarkı söyletir eğlenirler. Harry’i aramak için annesi de içeri girmiştir. Bunun üzerine köle almak için oraya gelen adam Harry ile annesini de satın almak ister.

Shelby ise o köle kadını satamayacağını, çünkü karısının bu köleyi çok sevdiğini söyler. Köle tüccarı, bu defa da kadının çocuğu olan Harry’i satın almak ister. Sahlby ise çocuğu verebileceğini söyleyince Harry’in annesi Eliza bu konuşmaları duymuş ve çocuğu da alıp kaçmak ister. Ertesi sabah bu düşüncesini gerçekleştiri ve Eliza çocuğu Harry’i alarak kaçar. Eliza, Tom’a da kaçmayı teklif eder. Fakat Tom efendisinin güvenini sarsmamak için kaçmayı reddeder. Eliza’nın kaçtığını haber alan Harley, onun peşine düşmüştür. Eliza’ya acıyan bir adam onu senatörün evine gönderir. Yufka yürekli bir insan olan senatör onu güvenli bir yere götürür. Eliza sığındığı bu evde kocası George’un kölelikten kurtulduğunu öğrenir. Bu evdeki insanlar kocasını bularak Eliza’nın yanına getirirler. Kocası Eliza'yı ve oğlunu alarak ılık değiştirtip hep birlikte kaçarlar.

Tom Amca ise karısı ve çocuğundan ayrılarak kendisinin yeni bir patrona satılması için köle tüccarıyla kulübesinden ayrılır. Ailesinden ve çiftlikten ayrıldığına çok üzülen Tom Amca, yeni efendisinin emirlerine karşı gelmez. Mississippi Nehri üzerinden giden bir gemiye binerek, bilinmezliğe doğru yola çıkar. Nehri geçerken teknede zengin bir ailesi olan küçük Eva ile tanışır. Eva sohbet ettiği Tom Amcayı çok sever.

Babasına Tom Amcayı, köle tüccarından satın almaya ikna ettireceğini söyler. Tom amca buna sevinir ve minnettar kalır. Eva’nın babası iyi kalpli, merhametli zengin bir insandır. Kızının isteği üzerine Tom’u köle tüccarı Harley’den satın alıp evlerine getirir. Eva’nın babası Tom Amcayı arabacı olarak çalıştırmaya başlar. Tom ailesinden ayrı kalma problemi dışında çok mutludur. Hatta yeni patronundan azad edilme sözünü bile almıştır.

Zengin bir eve satılmış olan Tom temiz giysiler giymeye başlamıştır. Görevi evin kızı Eva ile ilgilenmektir. Fakat Eva ölümcül bir hastalığa yakalanmış ve tedavileri hiç sonuç vermemektedir. İyi kalpli Eva, kölelerin durumlarına çok üzülmektedir. Hatta kendisi öldükten sonra babasının köleleri serbest bırakmasını babasından rica etmiştir. Zaten bu ricasından ve son arzusundan birkaç gün sonra Eva ölür. Tom efendisini hiç yalnız bırakmamaktadır. Efendisi Tom’u azat etmek istemekte fakat Tom efendisini bu haliyle yalnız bırakmayı doğru bulmamaktadır. Garip bir tesadüf sonucu efendisi bir kavgayı ayırmaya çalışırken bıçaklanmış ve ölmüştür. Tom Amca’nın da özgürlüğüne kavuşma hayalleri suya düşmüştür.

Eva’nın babası ölünce Eva’nın annesi Tom’u acımasız bir adama satar. Yeni patron çok acımasız ve kötü bir insandır. Karısı da aksine çok iyi kalpli ve merhametlidir. Karısı kölelere yapılan işkencelere üzülmekten kendini alamaz. Tom amca yapılan her türlü kötülüğe karşın dürüst ve itaatkar olmaya devam eder. Yıllar sonra kötü patron ölür. Karısı Tom amcanın ölümünden sonra bütün köleleri azat eder.

12 Eylül 2019 Perşembe

Tom Sawyer (Mark Twain) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Tom Sawyer

Kitabın Yazarı : Mark Twain

Kitap Hakkında Bilgi :

Mark Twain'in en sevilen yapıtlarından biri olan Tom Sawyer'ın Maceraları çocukluğun masum, güvenli ve olağanüstü maceralarla dolu evrenine bir övgüdür. Roman Mississippi Nehri kıyısındaki küçük bir kasabada, belirtilmeyen bir dönemde geçer. Ancak okur evlerde siyahi kölelerin bulunmasından hikâyenin 1830'larda ya da 1840'larda geçtiği sonucuna varabilir. Herkesin herkesi tanıdığı, yetişkinlerin çocukları eğitmek ve disipline sokmak için birlikte çalıştıkları bu küçük kasabada, herkes göründüğü gibi midir? Roman insan doğasının ikiyüzlülüğünü, bencilliğini, maddi değerlere düşkünlüğünü ve Amerikan taşrasındaki küçük kasaba ruhunu mükemmel biçimde yansıtır. Twain, iyi kalpli, ancak her daim haylazlık peşindeki Tom ve arkadaşlarının maceralarını gerçekçi bir dille aktarırken, alışılmış terbiyeli ve örnek çocuk imgesini de yıkar. Yapıtın kuşaklar boyu her yaştan okura hitap etmesinin sırrı, belki de çocuk aklının nasıl işlediğini bize hatırlatmasında; yetişkin dünyasından ansızın çocukluğa ışınlanmanın paha biçilmez değerinde yatar.

Tom Sawyer, Mark Twain’in sanat dünyasına kazandırdığı ve yıllar boyu da birçok esere ilham kaynağı olmuş çocuk kahramandır. Hem çocuklara hem büyüklere aynı anda hitap eden bu eser herkesin kendisinden bir şeyler bulabileceği türdendir. 

Kitabın Özeti :

Tom Sawyer, yaramaz, ele avuca sığ­mayan bir çocuktur. Missisipi ırmağı kıyısında bulunan St. Ptersburg kasabasında Polly teyzesi, üvey kardeşi Sid ve Polly teyzesinin kızı Mary ile birlikte yaşamaktadır. Tom, yaramazlığı ile kasabaya ün salmıştır. Polly teyzesi onu ne kadar severse sevsin yine de kızmadan edememektedir. Pervasız, tembel, çok meraklı olduğu için Polly Teyze için tam bir baş belasıdır. Yaramaz olduğu için teyzesinin azarlarına ve kamçıyla dövmelerine katlanmak zorundadır. Üvey kardeşi Sid’de teyzesini kışkırtıp dayak yemesine sebep olmaktadır. Tom da Sid’i o yüzden sevememektedir. Ama teyzesinin kızı Mary ile iyi anlaşmaktadır. Mary ona çok şefkatli davranmaktadır.

Tom’un, Amy isimli bir kız arkadaşı vardır fakat kasabaya yeni taşınan Becky, Tom’un gönlünü çalmıştır.

Tom Sawyer bir gün okula geç kalır. Öğretmen niçin geciktiğini sordu­ğunda, Huck isimli bir çocukla kavga ettiğini anlatır. Öğretmen Tom’u döver ve kızlara ayrılan sıralardan birine oturtur. Tom da, gidip Becky’nin yanına oturur. Silginin üzerine “seni seviyorum” diye yazar. Tom, derste aldığı ceza sonrası Becky ile tanışma fırsatı bulmuş ve Becky’nin yanına oturmuştur. Bir şekilde Becky’i etkilemiş ve onun gönlünü çalmıştır. Bu iki çocuk okul dışında da vakit geçirmeye başlamıştır. Tom Becky’e evlenme teklif etmiş ve kendilerince nişanlanmışlardır. Tom, eski sevgilisi Amy ile de nişanlandığını ağzından kaçırınca Becky, Tom’a çok sinirlenmiş ve onu yanından kovmuştur.

Canı sıkılan Tom gezerken kasabanın en sevilmeyen çocuğu Huck ile karşılaşır. Huck’ın elinde bir ölü kedi vardır. İki kafadar arkadaş olur ve ölü kedinin siğillerden kurtardığına inandıkları için de dolunay sırasında kedi ile beraber mezarlığa gitmeye karar verirler. Mezarlıktayken karanlıktan birtakım sesler duyarlar ve kasabanın en azılı haydutlarından olan Muf Potter’ı, Kızılderili Co’yu ve Doktor Robinson’u bir mezarı kazarken görürler. Haydutlar, Doktor Robinson’dan para isteyince kavga çıkar. Beklenmedik bir şekilde Kızılderili Co Potter’a vurur ve Potter bayılır. Co, doktoru kalbinden bıçaklar ve bıçağı Potter’ın eline tutuşturur. Potter uyandığında zaten sarhoş olmasının verdiği etkiden dolayı cinayeti kendisinin işlediğini kabul eder. Çok korkan çocuklar, olay yerinden koşarak kaçarlar.

Tom evde mutlu değildir. Becky ile aralarının da bozuk olması iyice canını sıkmaktadır. Tom, buralardan uzaklaşmayı ve büyük bir adam olmayı kafasına koymuştur. Huck ile beraber korsan olmaya karar verirler. Tom’un kankası olan Joe Harper’ı da yanlarına alarak gece yarısı adaya doğru sandalla yola çıkarlar. Günlerin geçmesi üzerine bütün kasaba bu çocukların nehirde boğulduğuna inanmış ve büyük bir üzüntü içinde cenaze töreni düzenlemeye karar vermişlerdir.

Tom, arkasından kimin ne kadar üzülmüş olduğuna merak eder ve bir gece yarısı eve gider. Teyzesinin harap haline çok üzülen Tom adaya döner ve ada şartlarından bıkmış olan üç çocuk geriye dönmeye karar verirler. Pazar günü kilisede düzenlenen cenaze törenine giderler. Önce herkes çok sevinir fakat daha sonra çok kızarlar.

Tom okulda çok havalı olur ve herkes ona saygı duymaya başlar. Bir kişi hariç, bu kişi Becky’den başkası değildir. Becky, Tom‘un Amy ile olan yakın ilişkisini kıskanır ve o da başka bir çocuk ile yakınlaşmaya başlar. Tüm bunlar olurken de bir yandan Muf Potter’ın davası görülür. Muf Potter’a hapiste de yardım etmeye çalışan Tom vicdanına yenilir. Hayatını tehlikeye atarak mahkemede gördüğü her şeyi anlatır. Kızılderili hakkında ölüm kararı verilir fakat Kızılderili kaçar. Tom’un korkulu günleri başlamıştır. Tom geceleri katil korkusundan kâbuslar görmektedir.

Bu olayın ardından Tom kasabada kahraman muamelesi görür. Tom rahat durmaz ve arkadaşı Huck ile beraber hazine aramak için bir harabeye girerler. Harabenin içinde yabancı olmayan bir sima ile karşılaşırlar. Kızılderili Joe ve bir arkadaşı perişan bir kılıkta altınlarını ve paralarını gömmek için harabeye gelirler. Saklanan çocuklar Joe’nın altınlarını almaya karar verirler.

Joe ve arkadaşı ortalıkta gözükmez ve olaylar biraz duraklar. Tom, Becky ile barışır ve Becky’nin ailesinin önderliğinde düzenlenen pikniğe giderler. Mağaraların dehlizlerinde Tom ve Becky kaybolur. Bütün çocuklar vapura doluşur ve kasabaya dönülür. Çocuklar arkadaşlarında kalacaklarını söyledikleri için anneleri ancak ertesi gün yokluklarını fark eder. Herkes Tom ve Becky'i aramaya başlar.

Tom ve Becky ise mağarada çıkış aramaya çalışırlar. Gün geçtikçe açlık ve susuzlukla beraber bastıran umutsuzluk çocukları adeta yiyip bitirir. Tom mağaranın dehlizlerinde çıkış ararken Kızılderili Joe’yu görür. Bu durum işleri daha da zorlaştırır. Derken Tom ve Becky ölmek üzereyken çıkış yolu bulurlar. Kasabaya döndüklerinde herkes onları karşılar. Bütün kasaba çok sevinir.

Becky’nin babası mağaranın tüm girişlerini demirle kapattırır. Kızılderili Co’nun arkadaşlarının cesedi Missisipi nehrinde bulunur. Tom, bu haberi duyunca, Kızılderili Co’yu mağarada gördüklerini hatırlar ve bunu Mahkeme Başkanı olan Becky’nin babasına anlatır. Elli atmış kişi kayıklara binerek mağaraya gider. Aralarında Tom’da vardır.

Mağara’ya girdiklerinde Kızılde­rili Co’nun cesedini görürler. Tom güvende olmanın verdiği huzura rağmen kendi yaşadıklarını düşünerek aç susuz can veren hayduta üzülür. Tom’un aklına Joe’nun altınları ve parası gelir. Huck ile bunu paylaşır ve mağaraya gidip hazineyi çıkarmaya karar verirler. Yanlarında kaybolmamak için ip ve mum götürürler. Kızılderili’nin sembolünü bulup kazdıklarında altına kavuşurlar. Artık ikise de zengindir.

Tom mağaradayken Huck’ın başından bir sürü olay geçmiştir. Huck, haydutları takip etmiş ve Bayan Daglıs’ı ölümden kurtarmıştır. Yalnız yaşayan Bayan Daglıs evsiz Huck’ı evlat edinmiştir. Huck alıştığı hayattan çok farklı olan bu düzene alışmakta zorlanmış ve kaçmıştır. Tom, onu bir sa­manlıkta bulur ve Bayan Daglıs’ın evine dönmesi için ikna eder. Yeni maceralara atılmak için sözleşen iki kafadar evlerine giderler.

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...