15 Eylül 2019 Pazar

Kibritçi Kız Masalı - Hans Christian Andersen


Masalın Adı : Kibritçi Kız Masalı

Masalın Yazarı : Hans Christian Andersen

Dondurucu ve kavurucu bir yılbaşı gecesiydi. İnsanın iliklerine kadar üşüdüğü gecelerden biriydi. Yoldan geçenler paltolarının yakasını kaldırmışlar, atkılarına bürünmüşler, hızlı hızlı yürüyorlardı. Kimi evine geç kalmış, acele ediyor, kimi bir eğlence yerine gidiyordu. Herkesin gidecek ve ısınacak bir yeri vardı.

Çocuklar annelerinin babalarının yanında koşturuyorlar, fırsat buldukça birbirlerine kartopu atıyorlardı. Gecenin zevkini en çok onlar çıkarıyorlardı. Kahkahalarla gülüyorlar, sevinçle haykırıyorlardı. Yalnız bir çocuk vardı ki gelip geçenler onun farkında değillerdi. Ufak bir çocuk. Mini minnacık bir kız çocuğu. Başı açık, elbisesi yama içinde, yoksul bir kızcağız. Bir kapının önüne büzülmüş, çıplak ayaklarını altına almıştı. Soğuktan morarmış tir tir titriyordu. Üzerinde oturduğu taş basamakta buz gibiydi. Sanki gecenin bütün soğuğunu iliklerinde hissediyordu.

Sanki donmuş, bir buz parçası kesilmişti. Geniş bir mukavva kutunun içine sıralanmış kibrit kutularına bakarken gözleri yaşarıyordu. O gün bir tek kutu kibrit bile satamamıştı. Satsa, bir kaç kuruş para kazansa, kalkıp evine gider, annesiyle birlikte hiç olmazsa bir kâse sıcak çorba içerdi. Gidemiyordu, çünkü o gün hiç kibrit satamadığını annesine söyleyemezdi. Soğuktan, üzüntüsünden titreyen kısık, incecik sesiyle `Kibrit var, kibrit` diye bağırıyordu. Sokaktan geçenlerin hiçbiri başını çevirip bakmıyordu... Herkes o kadar kendi derdindeydi ki, bizim kızı gören bile olmuyordu.

Ayakları o kadar üşüyordu ki, şimdi ayaklarında terlikleri olsaydı! Biraz önce, sokak sokak dolaşırken, hızla geçen bir arabanın önünden kaçmış, kaçarken terlikleri ayağından fırlamıştı. Karşı kaldırıma geçtikten sonra, dönüp bakmıştı ama yaramaz bir çocuk terliklerini alıp kaçmıştı işte. Neden almıştı ki terliklerini. Neden? Bunun üzerine bir kapının girintisine sığınmış, oracığa kıvrılıp oturmuştu. Parmakları donmuş, sızlamaya başlamıştı. Kızcağız bu acıya dayanamadı, kutulardan birini açıp bir kibrit çıkardı. Parmakları uyuşmuştu, kibrit çöpünü elinde güçlükle tutuyordu. Eli titreye titreye çöpü duvara sürttü. Kibrit birden alev aldı; tatlı, yumuşacık, küçük bir alev.

Kibritçi kız, kibriti bir elinden öbür eline geçirerek, parmaklarını ısıttı. İçi de ısınmıştı. Sanki gürül gürül yanan bir ocağın karşısındaydı. Gözleri aleve dikildi ve sanki ayaktayken rüya görmeye başladı. Kocaman bir oda vardı ve o sıcacık odanın içinde yanan şöminenin karşısında oturuyordu. Arkasında kalın bir yünlü hırka, ayaklarında kürklü terlikler vardı. Isındı. İliklerine kadar sıcacık olmuştu sanki. O sırada kibrit sönüverdi. Kızcağızın parmakları yeniden donmaya, sızlamaya başlamıştı.

Kibritçi kız, bir kibrit daha yaktı. Bu sırada soğuk bir rüzgâr esti. Aleve bakarken, karşısındaki duvar sanki eridi, birden açıldı, içerisi göründü. İçeride geniş bir oda vardı. Kar gibi bembeyaz örtünün serili olduğu bir bir masanın üzerine tabak tabak yiyecekler vardı.. Sofrada gümüş şamdanlar yanıyor, odayı gündüz gibi aydınlatıyordu. Kibritçi kızın gözleri sofranın ortasında, büyük bir tabağa konulmuş, nar gibi kıpkırmızı kaz kızartmasına dikilmişti. Ağzı sulandı. Elini oraya doğru uzattı. Kibrit yana yana sonuna gelmişti, parmağını yakıyordu. Kızcağız çöpü yere atıverdi. Atmasıyla birlikte, yılbaşı sofrası siliniverdi, gözlerinin önüne taş duvar yeniden dikildi.

Kibritleri bitiyordu ama o ısınmak için bir tane daha yaktı. Bir yaz gecesine gitti aniden. Altındaki toprak, gündüz güneşten ısınmış, fırın gibi yanıyordu ve kız iliklerine kadar ısındığını hissediyordu.

Derken bir yıldız kaydı, gökyüzüne geniş bir yay çizerek uzaklaştı, söndü. Kızcağız: `işte, biri daha öldü` diye mırıldandı. Bir gün, ninesi söylemişti: Her yıldız düştükçe yeryüzünden biri ölürmüş... Ninesini bir daha görebilmek için bir kibrit daha çaktı. Soğuktan kaskatı kesilmiş, beyni durmuştu. O şimdi sokak ortasında olduğunu unutmuş, düşler dünyasına dalmıştı. Kibritin alevinde yine ninesini görüyor, onun sesini işitir gibi oluyordu. İşte ninesi geliyordu. Lapa lapa yağan karların arasından bir melek gibi iniyordu... Geldi, geldi... Kollarını açtı, torununu kucakladı, aldı göklere doğru götürdü...

Ertesi sabah, yoldan geçenler, bir evin basamağında donmuş kalmış kızcağızın ölüsünü buldular. Yanı başında bir sürü boş kibrit kutusu vardı.

-Zavallıcık ısınmak için bütün kibritlerini yakmış dediler... Bu kibritlerin alevinde onun ne düşler gördüğünü bilemezlerdi ki.

14 Eylül 2019 Cumartesi

Fakir Balıkçı İle Karısı Masalı - Grimm Kardeşler


Masalın Adı : Fakir Balıkçı İle Karısı Masalı

Masalın Yazarı : Grimm Kardeşler

Vaktiyle bir fakir balıkçı ile karısı vardı. İçinde oturacak evleri bile yoktu. Tarlalarda yaşıyorlardı. Adam yakındaki denizden balık tutuyor, karısı ise ayrık otları ile kazak örüyordu.

Bir ağacın altında ve dalları içinde yaşıyorlar geceleri ise ağacın altında uyuyorlardı. Adam balık tutarsa balık yiyorlardı.

Fakir balıkçı mutluydu. İnsanlar niçin evlerde yaşar, niçin yatakta uyurlar? Bu ağaç benim evim, bu çimenler ve tarlalar benim yatağım ve ben böyle çok mutluyum diye düşünüyordu. Fakat karısı mutlu değildi. Niçin fakir bir balıkçıyla evlendim. "Evimiz yok,yatağımız yok" diye sızlanıyordu.

Balıkçı o gün de denize balık avlamaya gitti. Adam yola koyulmuş ve deniz kenarına oturup balık tutmak için uğraşamaya başlamıştı. Fakat o gün akşama kadar balık tuttamadı. Hiç balık tutamazsa o gün aç yatacaklardı. Balıkçı çok yorulmuş ve uğraşmış ama hiç balık tutamamıştı. Kalkıp gitmek üzereyekn oltasına bir balık gelmişti . Ama balık hem büyük hem de altın bir balıktı. Bu güzel balığı görünce karım memnun olacak diye düşündü. Balıkçı onu oltadan çıkarırken,

- İyi Adam, beni öldürme. Ben küçük bir balığım daha da büyüyyeceğim. Hem sen herhalde konuşan bir balığı yemezsin değil mi? Beni tekrar denizin içine koy diye seslendi.

Balıkçı duyduklarına inanamadı. Konuşabilen bir balığı öldüremem diye düşündü. Konuşan bir balığı yemek istemedi ve onu denize attı. Balıkçı eli boş bir şeklide karısıyla yaşadığı ağacın yanına geldi. Balığı yoktu. Bu yüzden yiyecek yemekleri yoktu. Karısı neden balık getirmediğini sordu. Balıkçı ise başından geçenleri karısına anlattı. Karısı;

- Sen aptalın tekisin o bir balık değildi. O bir büyücüydü. Balıkçı ise;

- Onun bir sihirbaz olup olmadığını bilmiyorum dedi. Balık bir sihirbaz olduğunu söylemedi. Balıkçının karısı;

- Konuşabilen bir balık sihirbazdır. O balık değildi. O bir sihirbazdı dedi. Sen git o balıktan bize küçük bir kulübe iste dedi.

Ertesi gün , balıkçı tekrar denize gitti. Taşın üstünde durdu ve bağırdı.
"Denizler adamı , denizler adamı diye seslendi. O zaman balık başını sudan dışarı çıkardı.ve ona sordu "Ne istiyorsun".

Balıkçı; Ben hiçbir şey istemiyorum dedi . Fakat karım bir kulübede oturmak istiyor dedi.

Balık "Karına dön" dedi. "Onu küçük bir bir kulübede bulacaksın".
Balıkçı ağacına döndü. Ağaca yakın bir kulübe gördü. O yeni küçük ama güzel bir kulübeydi.

İki güzel pencersi ve güzel bir kapısı, arkada güzel çiçeklerle dolu güzel bir bahçesi vardı. Kulübeye yakın tavuklarla dolu küçük bir tarla vardı.

Balıkçı kulübenin içine girdi. Kulübenin içinde küçük bir oda ve küçük bir penceresi vardı. Pencereden güneş ışığı giriyordu ve oda ışık doluydu. Karısı masada oturuyordu. Balıkçı "Şimdi mutlu olmalısın" diye karısına sordu. Karısı,”Güzel bir kulübe" dedi. Birkaç gün için balıkçının karısı mutluydu.
Bir kaç hatfa böyle geçti. Fakir balıkçı ve karısı mutluydu. Fakat bir kaç hafta sonra karısı ona.

"Bu küçük kulübede mutlu değilim. Tavuklar odamda koşuyorlar. Biz daha güzel bir evde yaşamalıyız. Sen o balığa git ve bizim için bir ev iste" dedi.
Balıkçı denize gitti. Taşın üstünde durdu ve bağırdı.

"Denizler adamı ! Denizler adamı ".
Balık başını sudan çıkardı ve sordu."Ne istiyorsun".
Balıkçı, "Ben bir şey istemiyorum. Fakat karım bir ev istiyor".
Balık "Karına dön. Onu bir evin içinde bulacaksın" dedi

Balıkçı kulübesine döndü. Kulübenin olduğu yerde bir ev gördü. Taştan yapılmış çok güzel bir evdi.

Kapının yanında güller vardı. Evin yanında güzel bir bahçe vardı. Bahçe kırmızı ve mavi çiçeklerle doluydu. Evin önde bir ve yanda bir iki kapısı vardı. Önde altı pencere arkasında da altı pencere vardı.

Balıkçı, karısını evin içinde buldu. "Şimdi güzel bir evin var. Mutlu olmalısın" dedi.

Karısı, evin dışı güzel, fakat içerdeki odalar çok büyük değil. Ama çok güzel bir ev diye cevap verdi.

Birkaç gün için balıkçının karısı mutluydu. Fakat bir kaç gün geçtikten sonra kocasına döndü. "Güzel bir evde yaşıyoruz. Fakat sen bir balıkçısın ve ben bir balıkçının karısıyım. Kimse bizi görmeye gelmiyor. Sokakta kimse benimle konuşmuyor. Biz daha zengin ve saygın olmalıyız" dedi.

Balıkçı "Ne istiyorsun" diye sordu. Karısı ona "Senin kral olmanı istiyorum. O zaman da ben kraliçe olacağım.Büyük bir evde yaşayacağız. Hizmetçilerimiz uşaklarımız olacak . Ne dersek yapacaklar."

Balıkçı , "Bir kral olmak istemiyorum. Bir balıkçı olmak ve tarlalarda yaşamak istiyorum". diye cevap verdi. Karısı,"Fakat ben bir kraliçe olmak istiyorum. Git o balığa söyle sen kral olmayacaksan da ben kraliçe olayım dedi.
Balıkçı denize gitti. Taşın üzerine oturdu ve. "Denizler adamı denizler adamı diye bağırdı.


O zaman balık başını sudan dışarı çıkardı ve "Şimdi ne istiyorsun".
Balıkçı , "Ben bir şey istemiyorum". "Fakat karım onu bir kraliçe yapmanı istiyor" dedi.

Balık,"Onu bir kraliçe yapacağım. Geri dön. Onu bir kraliçe olarak bulacaksın" dedi.

Balıkçı geri gitti. Büyük bir saray buldu. Kapıda uşaklar vardı. İki uşak balıkçıyı sarayın içine götürdü. Karısı orada oturuyordu. Bir kraliçenin elbiselerine sahipti. Balıkçı ,"Şimdi mutlu olmalısın" dedi. "Bir kraliçesin. Bu büyük eve ve bütün bu uşaklara sahipsin."

Karısı birkaç gün için mutluydu. Güneş vardı. Bahçeye gitti ve kırmızı ceketli uşaklar onunla gittiler. Bahçede dolaştılar. Sonra konukları geldi. Onları ağırladılar. Kadın bir kaç gün çok mutlu olmuştu. Fakat sonradan yağmurlar yağmaya başladı. Havalar kapandı günlerce yağmur yağdı. Güneş yoktu. Kadın bahçeye gidemedi. O zaman balıkçının karısı, "Ben bir kraliçeyim. Bu yağmuru istemiyorum. Güneşi istiyorum." dedi sonra balıkçıya dönerek “Git, balıktan beni güneşin ve yağmurların da kraliçesi yapmasını iste. O vakit istediğim zaman güneşe ve yağmurlara da hükmedebilirim. Dilediğim zaman yağmur yağdırır. Dilediğim zaman da güneşi açtırırım."

"Balıkçı denize gitti. Taşın üstünde durdu ve. "Denizin adamı, bana gel" dedi. O zaman balık başını sudan dışarı çıkardı ve. "Şimdi ne istiyorsun". "Konuş!" dedi.
Balıkçı, "Ben bir şey istemiyorum ana karım güneşin ve yağmurların da kraliçesi olmak istiyor.

Balık, "Senin karın asla mutlu olmayacak. Sen evine dön, tekrar tarlalarda yatacak o ağacın atında uyuyacaksınız dedi."

Balıkçı geriye döndü. Büyük ev ve bahçeler orada değildi. Karısı bir ağacın dibinde oturuyordu.

Yağmur yoktu. Tarlalarda çiçekler ve güneş ışığı vardı. Karısı "Bütün bu uşaklardan uzak olmak iyi. Gökte parlayan güneşe bak. Şimdi mutluyum" dedi.

At, Tilki ve Aslan Masalı


Masalın Adı : At, Tilki ve Aslan Masalı

At yaşlanmış, yıllar boyunca efendisine hizmet etmiş etmesine ama artık işe yaramadığından, efendisi gözünün yaşına bakmadan atı kapı dışarı etmiş;

-“Benden çalışmayana ekmek yok. Başının çaresine bak. Yaşayabilirsen yaşa, seni bir şartla beslerim, bana bir aslan getir yoksa gözüme görünme.

At bu vefasızlığa çok üzülmüş. Artık Hayatını tek başına vahşi ormanda sürdürebilecek kadar genç de değilmiş. Bu nedenle ormana gitmeye, hiç olmazsa huzur içinde yaşayabileceği bir yer aramaya karar vermiş.

Ormanda bir yandan ağlayıp bir yandan da gönlüne göre biri ararken karşısına tilki çıkmış.

Tilki;

-” At dostum, niye ağlıyorsun?

At;

– “Ben ağlamayayım da kim ağlasın ah ah.” diye iç çekmiş. At olan biteni tilkiye anlatmış.

Tilki;

– “Sen bu işi bana bırak. Yapacağın tek şey şu ağacın dibine yatıp ölü numarası yapmak.”

At yere yatmış. Tilki de aslanın yanına gitmiş;

– “Sevgili kralım, kısmet ayağınıza geldi ağacın altında bir at ölmüş. kocaman da butları var. Bize bir hafta yeter. İstemez misin? diye sormuş. İstemez olur muyum demiş aslan ağzı sulanarak.

Ağacın dibinde yatan atı görünce hemen parçalamak istemiş. Ama tilki hemen engel olmuş;

– “Sevgili kralım, bunu senin mağarana götürelim yoksa biz burada yemeye kalkarsak, sırtlanlar ve diğer hayvanlar da gelir. Bize tat vermezler.” demiş.

Aslan tilkiye hak vermiş ama peki bunu nasıl götüreceğiz? Diye sormuş.

Tilki;

– “Atın kuyruğunu senin kuyruğuna sıkıca bağlarım ardından sen de çekersin.” demiş.

Aslan bu öneriyi kabul etmiş. Tilki, atı aslanın kuyruğuna iyice bağlamış. Sonra da atın kulağına fısıldamış;

– “Hadi dostum! Bundan sonrası senin işin.”

At ayağa kalktığı gibi fırlamış ve dörtnala koşmaya başlamış. Tabii aslanı da arkasından sürükleyerek. O hızla aslanı efendisinin bahçesine kadar çekmiş. Koca aslanı getirdiğini gören sahibi yaptıklarından utanmış. Aslanı avlamış sonra da sevgili atına ölünceye kadar bakmış.

Kurşun Asker Masalı - Hans Christian Andersen


Masalın Adı : Kurşun Asker Masalı

Masalın Yazarı : Hans Christian Andersen

Bir zamanlar, uzak bir ülkede, bir oyuncak evinin içinde tam altı tane kurşun asker yaşarmış. Bunları bir gün alıp bir oyuncakçı dükkanının vitrinine koymuşlardı. Altısı da tüfekleri omzunda esas duruşta duruyordu. Yalnız içlerinden birinin tek ayağı yoktu. Oğlunun doğum günü için armağan almaya çarşıya çıkan bir baba, askerleri görünce çok beğenmiş, hemen dükkana girip onları satın almış, satıcı, askerleri kutuya yerleştirirken birinin tek bacaklı oluşunun nedenini açıklamış babaya. Bunları yapan ustanın kurşunu son askere yetmeyince o da topal kalmış. Baba şaşırmış bu duruma ama bir şey dememiş, kurşun askerleri alıp çocuğuna götürmüş. Doğum gününde eğlenen çocuklar, askerlerle oynayıp eğlenmişler. Oyun oynamaları bitince altı tane kurşun askeri kutularına yerleştirmişler. rafa kaldırıldı. Yarı karanlık kutunun içinde askerlerin canı sıkılıyormuş, Yalnız topal olan kurşun asker kutunun kapağının aralığından dışarıyı görebiliyormuş ve bunu kendisi için bir eğlence gibi görüyormuş.

Bizim topal kurşun askerin gözüne ilk çarpan, masanın üstündeki oyuncak bir kaleyle kalenin içindeki şato oldu. Şatonun önünde güzel bir prenses heykeli duruyordu. Prenses, kollarını iki yana açıp bir ayağını kaldırmış, aynı dans eder gibiymiş. Topal kurşun asker prensese aşık olmuş. Ağzını bıçak açmaz, bir söz söylemez hale gelmiş. Tek isteği prensesin yanına gitmek, ona kavuşmakmış, başka hiçbir şeyi gözü görmez olmuş. Ertesi gün oyuncakların sahibi olan küçük çocuk, bizim küçük kurşun askeri kutusundan çıkarıp oynamaya başlamış.

Şimdi hem prensesi daha iyi gören kurşun asker, gözünü ondan ayıramıyormuş. Kurşun askeri prensese bir şey olacak diye o kadar korkuyormuş ki… O sırada hava birden kararmış, şimşekler ve ardından sert bir rüzgâr çıkmış. Rüzgar o kadar Kuvvetli esiyormuş ki, pencerenin yakınında duran kurşun askeri savurup pencereden sokağa yuvarlayıvermiş sokağın bir köşesindeki kaldırımın kenarına düşmüş. Onu kimse görmemiş hatta gelip geçenler, üstüne basacak gibi oluyor,kurşun askerin korkudan yüreği ağzına geliyormuş.

Rüzgarın ardından yağmur yağıp çukurlara sular birikmiş, sel olup akmaya başlamış. Hava açtığında su birikintisinin başına oynamaya gelen iki çocuk onu görünce o kadar sevinmişler ki. Biri kağıttan bir kayık yapmış, Öteki bizim askeri içine bindirmiş ve iki çocuk sularla oynamaya dalıp bir süre sonra kayıkla askeri unutmuşlar. Kayık suyun içinde yavaş yavaş hareket ederek sürüklenmeye başlamış ve bizim asker yüzen kayığın içinde, silahı omuzunda dimdik duruyormuş. Korkuyu aklından bile geçirmiyormuş, akıp giden yağmur suları sonunda büyük bir ırmağa ulaşınca, kurşun asker , koskoca ırmağın ortasında bir nokta kadar kalmış ve bir süre dalgalara kapılıp ilerlemiş.

Bu arada yağmur daha hızlı yağmaya başlamış ve kağıttan kayık ıslanınca da içine sular dolmaya başlamış. Böylece ırmağın azgın sularına gömülüvermiş.. Kurşunun ağırlığı onu ırmağın en dibine itiyormuş ve bu karanlık, ıssız soğuk yer artık onu korkutmaya başlamış. Işığa yeniden kavuştuğunda bir evin sıcacık mutfağında ocağın yanında durduğunu görmüş. O sırada sahibi olan çocuk gelip onu bulmuş ve alıp odasındaki yerine koyuş. Kurşun asker oraya geldiği için o kadar mutluymuş ki, ilk işi, prensesi araştırmak olmuş.

Bir bakmış ki, Prenses, bıraktığı yerde ve iki kolu iki yana açık, bir ayağını kaldırmış dans ediyormuş gibi duruyor ve ona bakıyormuş.Kurşun asker çok mutlu olmuş ki, prensesle bütün gece boyunca birbirlerine sevgiyle bakışıp durmuşlar. Üzerinden birkaç gün geçmiş ama mutluluğu çok uzun sürmemiş. Sahibi olan çocuk bizim kurşun askerden sıkılmış ve artık onunla oynamaz olmuş. Bununla da kalmamış, bizim kurşun askeri alıp alev alev yanan şöminenin içine atmış. Kurşun askerin alevlerden canı çok yanmış ve bir süre sonra erimeye başlamış.

Yine sevgilisi prensesten ayrılıyormuş işte, en çok da buna üzülüyormuş doğrusu. Tam o sırada açık pencereden giren güçlü bir esinti, prensesi uçurup ateşin içine düşürüvermiş. Bizim kurşun asker, sevinçle kollarını açıp prensesi kucaklamış. Artık onun için yeni bir hayat başlıyormuş.

Fareli Köyün Kavalcısı Masalı - Hans Christian Andersen


Masalın Adı : Fareli Köyün Kavalcısı Masalı

Masalın Yazarı : Hans Christian Andersen

1283 yılında, Almanya’nın Hamelin kasabasını fareler basar. Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde develer tellal iken, fareler berber iken, ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallarken; ülkenin birinde bir köy varmış. Halkı mutluluk içinde yaşarmış. Günlerden bir gün köyün bütün evlerine fareler dolmuş. Binlerce fare köyün sokaklarında, evlerde dolaşıyorlarmış. Yatak odasına gitseler, mutfağa girseler farelerden geçilmiyormuş. Ne bulurlarsa yiyorlarmış. Halk ne yapacağını şaşırıp kalmış.

Köy muhtarından bu işe bir çare bulmasını istemişler. Muhtarın da elinden bir şey gelmiyormuş. Böylece köyün adına fareli köy denmiş. Fareli köyün çocukları da, bu pis yaratıklarda bıkmışlar. Bir gün fareli köye bir çalgıcı gelmiş. Muhtara:

“Eğer bana bir kese altın verirseniz, köyü farelerden temizlerim.” demiş. Bütün köy halkı bu habere sevinmişler. Aralarında hemen çalgıcının istediği bir kese altını toparlamışlar ve muhtara teslim etmişler. Halkın tek istediği bu farelerden kurtulmakmış. Çalgıcı isteğinin kabul edildiğini öğrenince başlamış kavalını çalmaya. Kavaldan öyle tatlı, öyle güzel sesler çıkıyormuş ki, fareler saklandıkları yerlerden akın akın çıkarak çalgıcının yanına geliyorlarmış.

Kısa bir sürede çalgıcının etrafı binlerce fare ile dolmuş. Köydeki bütün farelerin çalgıcının etrafında toplandığı sırada çalgıcı yürümeye başlamış. Köye gelirken gördüğü dereye doğru yürümüşler. Çalgıcı önde kavalını üflüyor, fareler peşinden geliyormuş. Çalgıcı dere kenarına gelince suyun içine yürümüş. Derede o kadar çok su varmış ki ama çalgıcı karşı kıyıya geçmiş. Farelerde peşinden gelmek isteyince dereye düşen fare suda boğulup ölmüş. Bütün fareler ölünceye kadar çalgıcı kavalını öttürmeye devam etmiş. Çalgıcı bütün farelerin öldüğünü görünce ödülü olan bir kese altını almak için hemen köye geri dönmüş. Fareleri yok eden başarısından sevinç duyduğu için, emin adımlarla yürüyormuş. Sonunda köye varınca:

“Bir kese altınımı alırım. Bu altınlarla şehre gider, işimi kurarım. Bende zengin insanlar arasına katılır ve rahat yaşamaya başlarım” diye düşünmüş. Bu düşüncelerle muhtarın yanına varan çalgıcı muhtardan ödülünü istemiş. Muhtar oyun bozanlık yapmış.

“Nasıl olsa farelerden kurtulduk, bir kese altını vermesem olur” diye düşünmüş. Çalgıcıya çeşitli nedenler göstererek altınlarını vermemiş. Çalgıcı kandırıldıgını anlayınca:

“Ben size bir oyun oynayayım da görün” demiş. Başlamış kavalını çalmaya. Kavalın sesini duyan bütün çoçuklar çalgıcının yanına koşmuş. Çocukların sayısı 135 civarı vardı. Çalgıcı da hem kavalını üflüyor, hemde yürümeye başlamış. Köyün bütün çocuklarıda kavalcının peşinden gitmişler. Köyde hiç çocuk kalmamış. Analar babalar kara kara düşünmeye başlamışlar. Köylüler muhtara gidip:

“Ne yapacağız, ne edeceğiz. Sen çalgıcının hakkı olan bir kese altını vermeliydin. Bak şimdi çocuklarımızı aldı götürdü” demişler. Kavalcı kızgın kızgın, peşinde çocuklarla birlikte ormana varmışlar. Ormanda bir ağacın altında dinlenirken aklına tekrar muhtara gitmek altınlarını bir daha istemek gelmiş. O sırada telaşla yerinden kalkınca kavalını almayı unutmuş. Sihirli kavalı bulan bir çocuk, arkadaşlarının yanına gelmesi için başlamış çalmaya. Kavalın sesini duyan çocuklar hemen ormanda toplanmışlar. Hemen köye, annelerinin babalarının yanına dönmeyi düşünmüşler.

Kavalı bulan çocuk köyün yolunu biliyormuş. Kavalı çalan çocuk önde diğerleri arkasında köye geri dönmüşler. Anneleri, babaları çok sevinmişler. Şenlikler düzenlemişler. Kırk gün kırk gece bayram etmişler. Tabi bu sırada da köylüler muhtarı azarlamışlar. Çalgıcının hakkını vermesini söylemişler. Hakkını alan çalgıcı da hayallerini gerçekleştirmek için köyden ayrılmış.

Agustos Böceği İle Karınca Masalı - La Fontaine


Masalın Adı : Agustos Böceği İle Karınca Masalı

Masalın Yazarı : La Fontaine

Ağustos böceği bütün yaz
Saz çalmış, şarkı söylemiş.
Karakış birden bastırınca
Şafak atmış zavallıda;
Bir şey bulamaz olmuş yiyecek:
Koca ormanda ne bir kurtçuk, ne bir sinek.
Gitmiş komşusu karıncaya:

— Aman karınca kardeş, demiş, hâlim fena;
Bir şeycikler ver de kışı geçireyim.
Yaz gelince öderim,
Hem de ziyadesiyle;
Ağustosu geçirmem bile.
Ödemezsem böcek demeyin bana.

Karınca iyidir hoştur ama
Eli sıkıdır:
Can verir, mal vermez.

— Sormak ayıp olmasın ama demiş;
Bütün yaz ne yaptınız?

— Ne mi yaptım? demiş ağustos böceği;
Gece gündüz türkü söyledim;
Fena mı ettim sizce?

— Yoo, demiş karınca, ne mutlu size;
Ama hep türkü söylemek olmaz;
Kışın da oynayın biraz.

Güvercin ile Karınca Masalı - La Fontaine


Masalın Adı : Güvercin ile Karınca Masalı

Masalın Yazarı : La Fontaine

Günlerden bir gün, uzak bir ülkede yaşayan sevimli bir güvercin varmış. Bu güvercin bir gün gezintiye çıkmış, gökyüzünde süzülerek uçuyormuş. Birden bire susadığını fark etmiş.

Susuzluktan boğazı kuruya bu kuş, su içmek için pınarın başına gelmiş. Pınarda tam suyu içecekken suya düşen bir karınca görmüş. Minik karınca, sudan çıkmak için çırpınıyormuş. Güvercin, karıncaya çok acımış, kıyıdan aldığı bir çöpü gagasıyla suya bırakmış.

Karınca da, güvercinin bıraktığı çöpe tutunarak kıyıya ulaşmış. Karınca için tehlike tam geçti derken bu defa güvercini bir tehlike bekliyormuş. Güvercini fark eden bir avcı, hemen silahını güvercine doğrultarak nişan almış.

Karınca hemen avcının yanına gitmiş. Avcı tam ateş edecekken, avcının ayağını ısırmış. Avcı da o ağrı ile “ah” diye bağırmış. Sesi duyan güvercin pıırrr diye uçuvermiş.

Böylece karınca da güvercinin iyiliğine karşı bir iyilik yapmış, borcunu ödemiş. İyiler kazanırken, kötü kalpli avcı hiçbir şey avlayamadan evinin yolunu tutmuş.

Dicle Elektrik 6 İlde Elektrik Borcunu Ödemeyen Abonelerin Hatlarını Sökecek

Dicle Elektrik 6 İlde Elektrik Borcunu Ödemeyen Abonelerin Hatlarını Sökecek Dicle Elektrik, ödenmeyen elektrik faturası alacakları nedeniyl...