15 Eylül 2019 Pazar

Alaaddin'in Sihirli Lambası - Binbir Gece Masalları


Masalın Adı : Alaaddin'in Sihirli Lambası

Masalın Yazarı : Binbir Gece Masalları

Bir varmış, bir yokmuş… Alaaddin adında bir oğlu olan dul bir kadın varmış. Alaaddin ve annesi çok yoksulmuş, hayatları yokluk ve sıkıntı içinde geçiyormuş. Alaaddin para kazanmak için en zor işleri yapıyor, çok uzak bölgelere muz toplamaya gidiyormuş. Bir gün şehirden uzaktaki bir hurmalıkta yabani hurma toplarken garip bir yabancıyla karşılaşmış.

Bu iyi giyimli, sakallı adamın başındaki sarıkta parlak bir safir taş varmış. Gözleri simsiyahmış ve bakışları insanın içine işliyormuş. Yabancı, Alaaddin’e bir teklif yapmış:

- Buraya gel evlat! Gümüş bir para kazanmak ister misin? diye sormuş.
Alaaddin hayretle;

- Gümüş bir para mı? Böyle bir şeyi kazanmak için her şeyi yaparım, demiş.

- Senden bir şey istemiyorum. Sadece benim sığamadığım şu delikten aşağı in, orada söylediklerimi yaparsan karşılığını alırsın, diye konuşmuş adam.

Alaaddin, adamın yerdeki ağır taşı kaldırmasına yardım ettikten sonra ufak tefek ve çevik olması sayesinde daracık delikten zorlanmadan geçmiş. İçeride daracık bir merdiven bulmuş ve dikkatle aşağı inmiş.

Aşağısı parlak taşlarla dolu, büyük bir mağaraymış. Eski bir gaz lambasının cılız ışığı yeraltını hafifçe aydınlatıyormuş. Alaaddin’in gözleri bu yarı aydınlık ortama alışınca, çevresinde olağanüstü bir manzara olduğunu fark etmiş. Ağaçların dallarından ışıl ışıl parlayan mücevherler sarkıyormuş. Mağaranın her tarafında altın testiler ve içlerinde değerli taşlar bulunan mücevher kutularıyla doluymuş. Alaaddin, gözlerine inanamıyormuş. Karşısında gerçek bir hazine varmış. Şaşkınlığını henüz üzerinden atamamışken, yukarıdan gelen sesle irkilmiş:

- Lamba! Lamba! Lambayı söndür ve sadece onu getir bana!

Adamın bu kadar mücevherin arasından sadece değersiz bir lambayı istemesine
çok şaşıran Alaaddin, onun bir büyücü olduğunu düşünmüş. Aladdin lambayı almış ve merdivenleri tırmanmaya başlamış. Büyücü:

- Ver onu bana, demiş. Lambayı almak üzere elini uzatarak tekrar onu hemen
ver, diye bağırmış.

Lambaya bir an önce kavuşmak isteyen adam;

- Lambayı hemen vermezsen seni sonsuza kadar burada bırakırım, demiş.

- Önce dışarı çıkmak istiyorum!

- Bunu sen istedin! Diyerek deliği kapatmış.

Parmağındaki yüzüğün fırlayıp aşağıya düştüğünü fark etmemiş. Alaaddin
birden ayağının altında bir şey hissetmiş. Yerden alınca, bunun bir yüzük olduğunu fark etmiş. Yüzüğü parmağına takar takmaz mağara gürültüyle aydınlanmış ve Alaaddin’in önünde beliriveren pembe bulutun içinden bir cin çıkmış.

- Dile benden ne dilersen! Diye konuşmuş cin.
Olanlara şaşıran Alaaddin, karşısındaki dev görüntüye bakarak sadece:

- Evime gitmek istiyorum, diye mırıldanmış.

Dileği göz açıp kapayıncaya kadar yerine gelmiş. Oğlunu bir anda evin içinde
Gören annesi, ocağın başından kafasını kaldırarak kapıya bakmış ve kapalı olduğunu görünce hayretle;

- İçeri nereden girdin? Diye sormuş.

Alaaddin, başına gelenleri heyecanla annesine anlatmış. Annesi:

- Peki ya gümüş para ne oldu? Diye sorunca, Alaaddin lambayı annesine
göstermiş. Onca maceradan sonra elinde sadece bu lamba kalmış.

- Üzgünüm anne, ama elimde sadece bu var, demiş Alaaddin. Annesi;

- Bu lamba sağlam mı acaba, baksana ne kadar da kirli demiş.
Temizlemek için lambayı ovuşturmaya başlamış. Birden lambanın ağzında
Çıkan dumanlar odayı kaplamış. Dumanlar arasından bir cin belirivermiş ve:

- Yüzyıllardır bu lambanın içinde yaşıyordum. Siz beni serbest bıraktınız, artık
benim efendimsiniz. Dileyin benden ne dilerseniz, diye konuşmuş.

Şaşkınlıktan Alaaddin ve annesinin ağzı açık kalmış, tek söz bile edememişler. Cin bir kez daha sözlerini tekrarlamış ve annesinin yemek için bir şeyler hazırlamadığını hatırlayarak;

- Bize içinde her şeyin bulunduğu bir sofra donat! diye emretmiş.

O günden sonra, Alaaddin ve annesi çok mutlu olmuşlar. Sihirli lamba sayesinde
her istekleri yerine geliyormuş. Yoksulluk günleri geride kalmış. Zamanla Alaaddin de büyümüş, uzun boylu ve yakışıklı bir genç olmuş. Annesi oğlunun iyi bir kızla evlenip yuva kurmasını istiyormuş. Bir gün Alaaddin pazar yerinden geçerken iki kişinin taşıdığı tahtırevanın içinde Sultanın kızını görmüş ve ona aşık olmuş. Eve gidince olanları annesine anlatmış. Annesi de oğlu için saraya gidip Sultanla konuşmaya karar vermiş. Ertesi gün, annesi Sultanın huzuruna çıkmak üzere içi eşsiz mücevherlerle dolu bir kutu hazırlamış. Mücevherlerle dolu kutuyu çok beğenen Sultan kadını huzuruna çağırtmış.

Kadının geliş nedeni anlaşılınca, Sultanın kızı Halime ile evlenme hayalleri kuran Vezir, Sultanı etkileyecek şeyler söylemiş. Sultan da Alaaddin’in annesine oğlunun zenginliğini ve gücünü gösteren bir armağanla huzuruna çıkması gerektiğini söylemiş.

Sultan, eğer oğlun kızımla evlenmek istiyorsa, yarın bana kırk köle yollasın. Her köle için değerli taşlarla dolu küpler taşısın. Bu değerli hediyeleri korumak için de peşlerinden kırk asker gelsin, diye sözlerine son vermiş.

Bunları duyan kadın üzüntüyle evine geri dönmüş. Sihirli lambanın bu kadar büyük bir isteği karşılaması çok zormuş. Alaaddin lambayı almış, çok daha kuvvetlice ovuşturmuş, karşısına çıkan cine isteklerini sıralamış. Cin, Alaaddin’in isteklerini duyar duymaz üç kez elini çırpmış ve hemen oracıkta eli kolu mücevherlerle dolu kırk köle belirmiş. Peşlerinde de mücevherleri koruyan nöbetçiler varmış. Ertesi gün, sultan gördükleri karşısında hayretler içinde kalmış. Daha önce böylesine büyük bir zenginlik görmemiş. Tam Alaaddin’i kızına eş olarak kabul etmek üzereymiş ki kıskançlıktan ne yapacağını bilemez hale gelen veziri Sultana:

- Peki kızınız ve damadınız nerede yaşayacaklar Sultanım? Diye sormuş.

Bu beklenmedik soru karşısında bir an şaşıran, gözünü para hırsı bürümüş
Sultan, Alaaddin’e hemen büyük ve görkemli bir saray yaptırmasını söylemiş. Alaaddin, Sultanın isteğini duyar duymaz evine dönmüş; cin ile konuşmuş. Cin göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir sürede isteği de yerine getirmiş. Eskiden bakımsız olan topraklarda şimdi görkemli bir saray yükseliyormuş. Artık bu düğüne kimse engel olamazmış. Özellikle de Sultan, böyle zengin ve güçlü bir damat bulduğu için herkesten daha mutluymuş. Alaaddin’in inanılmaz şansı ve zenginliğini duymayan kalmamış.

Bir gün, Alaaddin’in sarayının penceresi altında garip bir satıcı belirmiş. Satıcı, Prenses’e:

- Eski lambalar alırım! Diye selenmiş.

Aladdin’in bu sırrını yalnız annesi biliyormuş, o da kimseye söylememiş. Sultanın
Alaaddin ile evlenen kızı Halime de bu konuda bir şey bilmiyormuş. Eski lambayı bu yeni lambalardan biriyle değiştirirse Alaaddin’i sevindireceğini düşünmüş. Ama bu lamba o satıcının eline geçince Alaaddin’in hiçbir gücü kalmamış. Lambayı ele geçiren büyücü, lamba cininden, sarayın içindeki prensesle birlikte başka bir yere taşınmasını dilemiş.

Alaaddin ve Sultan şaşkınmış. Olanların sihirli lambadan kaynaklandığını sadece Alaaddin biliyormuş. Onu inanılmaz bir zenginliğe kavuşturan cini gelmiş, dilek dilemek için bir şansı daha varmış. Hemen yüzüğü bulup parmağına geçirmiş; ovuşturunca ortaya çıkan cine:

- Beni karımı esir alan büyücünün yanına götür, demiş. Sözünü bitirir bitirmez
kendini sarayının içinde bulmuş. Perdenin arkasına saklanmış, karısı büyücüye hizmet ediyormuş. Yavaşça Prenses’e seslenmiş. Alaaddin’in orada bulunduğunu fark eden Prenses:

Alaaddin buraya nasıl geldin? Diye sormuş. O da karısından sessiz olmasını, orada olduğunu büyücüye fark ettirmemesini istemiş. Elindeki tozu karısına uzatarak bunu büyücünün çayına karıştırmasını söylemiş. Büyücü çayı içer içmez derin bir uykuya dalmış.

Alaaddin her yerde sihirli lambayı aramış, ama bulamamış. Mutlaka buralarda bir yerlerde olmalı demiş. Lambanın yardımı olmadan sarayı buraya nasıl taşıyabilirdi ki? Diye sormuş kendi kendine. Horlayan sihirbaza bakmış ve adamın dayandığı büyük yastığın arkasını kontrol etmiş. Lamba oradaymış. Alaaddin hemen lambayı ovuşturmuş. Lambadan çıkan cin, Alaaddin’e:

- Hoş geldiniz, Efendim! Bunca zamandır beni neden başkasına hizmet etmek
zorunda bıraktınız? Diyerek onun gelmesine ne kadar sevindiğini belirtmiş.
Alaaddin de cine:

- Neyse ki artık benim yine hizmetimdesin, demiş. Benim yanımda olduğunu
bilmek çok güzel, diye eklemiş. Bu kötü kalpli büyücüyü o kadar uzak bir yere gönder ki bizi bir daha bulamasın! Diye emretmiş.

Cin memnuniyetle gülümsemiş ve elini çırpar çırpmaz büyücü ortadan kaybolmuş. Olup bitenler yüzünden hayli korkmuş olan Halime, Alaaddin’e yaklaşmış ve ona:

- Neler oluyor, bu cin de neren çıktı? Diye sormuş. Alaaddin de:

- Sakin ol, artık her şey yoluna girecek, demiş ve en başından başlayarak
Olanları ona anlatmış.

Nihayet her şey eskisi gibiymiş. Alaaddin’le karısı sevinçle birbirlerine sarılmışlar. Halime, çok uzaklardaki babasına duyduğu özlemle, Alaaddin’e tekrar geri dönüp dönemeyeceklerini sormuş. Alaaddin, gülümseyerek ona bakmış;

- Bir mucize sayesinde buraya kadar geldik, aynı mucize sayesinde tekrar
ülkemize dönüp sonsuza kadar mutlu yaşayabiliriz, diye cevap vermiş.
Bu arada Sultan, kızı damadı ve onların görkemli sarayı ortadan kayboldu diye çok üzülüyormuş. Ancak elinden hiçbir şey gelmiyormuş, çaresizlik içindeymiş. Bu gariplikleri açıklasınlar diye ülkenin ileri gelenlerini saraya çağırmış.

Kıskançlık ve kinle dolu vezir sürekli, Alaaddin’in şansının sonsuza kadar sürmeyeceğini biliyordum. Diye konuşuyormuş. Herkes Alaaddin’le Halime’yi görmekten umudu kesmek üzereymiş ki, çok uzaklardaki Alaaddin, lambayı yine ovuşturmuş, cine

- Beni, karımı ve sarayımızı hemen ülkemize geri götür! Diye emretmiş.
Bunu duyan cinin parmağının bir hareketiyle saray yerden havalanmış ve gökyüzünde süzülmeye başlamış. Artık geri dönen saray yeniden eski yerine konmuş. Sultan, Alaaddin ve Halime Sultanla kucaklaşmaya koşmuş. O günden sonra hepsi bir arada mutlu bir şekilde yaşayıp gitmişler…

Ali Baba ve Kırk Haramiler - Binbir Gece Masalları


Masalın Adı : Ali Baba ve Kırk Haramiler

Masalın Yazarı : Binbir Gece Masalları

Uzak ülkelerin birinde, çok eskiden Ali Baba adında bir adam yaşarmış. Ali Baba bir oduncuymuş. Dağdan kestiği odunları şehirde satarmış. Geçimini bununla sağlarmış. Ali Baba iyi bir insanmış. Karısı da onun kadar iyi biriymiş. Karı koca mutlu bir yaşantı sürmekteymişler. Bunların tek sıkıntıları yoksul olmalarıymış. Ali Baba'nın bir kardeşi varmış. Adı Kasım olan bu adam çok zenginmiş. Ama aynı zamanda pek cimriymiş.

Bir sabah, Ali Baba eşeğini almış. Her zamanki gibi dağa gitmiş. Ormana ulaştığında garip bir durumla karşılaşmış. Az ötede, gittikçe yaklaşan bir toz bulutu görmüş. Çok meraklanmış. Eşeğini bir ağaca bağlamış. Yüksekçe bir yere çıkmış. Bir kayaya gizlenerek toz bulutunu izlemeye koyulmuş. Az sonra, bulutun içinden kırk atlı çıkmış. Adamların hepsi silâhlıymışlar. Terkilerinde de birer çuval asılıymış.

Ali Baba atlıların kimler olduğunu anlamakta gecikmemiş. Bunlar ünlü Kırk Haramilermiş. Bu hırsızlar yıllardır yasa tanımıyor ve çevreye kan kusturuyorlarmış. Ali Baba çok korkmuş. Hemen oradan kaçmak istemiş. Ancak yakalanmak korkusuyla yerinden kımıldayamamış. O sırada, Kırk Haramilerin reisi öne çıkmış. Kalın bir sesle:

- Açıl susam açıl, diye bağırmış.

Bu komutla haydutların önündeki kayadan bir gümbürtü kopmuş. Koca kaya gümbürdeyerek açılmış. Arkada bir geçit belirmiş. Haydutlar, atlarıyla birlikte bu mağaraya girmişler. Onların ardından koca kaya yine gürüldeyerek kapanmış. Olanları izleyen Ali Baba, büyük bir şaşkınlık içindeymiş. Ayağa kalkmak istemiş. Ancak bunu başaramamış. Korkudan dizlerinin bağı çözülmüş.

Bir süre sonra, kaya yine büyük bir gürültüyle açılmış. Haramiler dışarı çıkmışlar. Bu kez atlarının terkilerindeki çuvallar yokmuş. Çuvalları içeride bırakmışlarmış.

Haramilerin reisi:

- Kapan susam kapan, diye bağırmış.

Bu söz üzerine mağaranın kapısı tekrar kapanmış. Kırk haramiler atlarını mahmuzlayarak, büyük bir hızla oradan uzaklaşmışlar.Haydutlar iyice uzaklaşınca Ali Baba gizlendiği yerden çıkmış. Susam kayasının önüne gelmiş. Aynı şeyi kendisinin yapıp yapamayacağını merak ediyormuş:

- Açıl susam açıl, demiş korka korka ve yavaşça.

O anda kaya gürüldeyerek açılmış. Ali Baba, korku ve merak içinde mağaraya girmiş. Bir süre gözlerinin karanlığa alışmasını beklemiş. O sırada, arkadaki kaya tekrar gürültüyle kapanmış. Gördüklerinin karşısında neredeyse, Ali Baba'nın dili tutulacakmış. İçerisi çuval çuval altın doluymuş. Ali Baba çektiği para sıkıntısını hatırlamış. Kendi kendine:

- Çuvalların üzerinden birer avuç altın alırsam haydutların bundan haberi bile olmaz, demiş.

Ali Baba hemen harekete geçmiş. Dışarıdaki eşeğini mağaraya getirmiş. Çuvalların her birinden birer avuç altın almış. Eşeğin sırtındaki heybenin gözlerine doldurmuş. Orada daha fazla oyalanmadan dışarı çıkmış. Yolda, heybelerin üzerine birkaç kuru odun parçası koymuş. Böylece altınları gizlemiş. Sonra da sevinç içinde şehrin yolunu tutmuş.Bir süre sonra, Ali Baba evine gelmiş. Eşine başından geçenleri anlatmış. Yıllarca sıkıntı çeken kadın rahat edeceğini düşünerek sevinmiş. Yemekten sonra Ali Baba altınların ne kadar olduğunu merak etmiş:

- Acaba burada ne kadar altın var dersin hanım, diye sormuş.

Ali Baba'nın karısı:

- Bunu bilmenin bir yolu var. Ben şimdi giderim. Kasımlardan teraziyi alır gelirim. Tartar öğreniriz, demiş.Ali Baba bu öneriyi kabul etmiş. Kadın, Kasımlara gitmiş. Kapıyı Kasım'ın hanımı açmış. Aşağılayıcı bir tavırla:

- Yine ne istiyorsun, diye sormuş.

Ali Baba'nın karısı:

- Terazinizi istiyorum yenge. İşimiz bitince hemen getiririm, demiş.

Kasım'ın eşi içeriye gitmiş. Teraziyi almış. Bu arada durumdan kuşkulanmış. Terazinin altına biraz bal sürmüş. Sonra getirip Ali Baba'nın karısına vermiş. Ali Baba ile karısı, evlerinde altınları tartmışlar ve miktarını bulmuşlar.

Ali Baba ahırda bir çukur kazmış. Altınların bir kısmını buraya gömmüş. Ali Baba'nın karısı da teraziyi geri vermeye gitmiş. Kasım'ın kuşkucu karısı teraziyi almış. Sonra bal sürdüğü yere bakmış. Tabii hayretten donakalmış. Çünkü terazinin dibine bir altın yapışmışmış:

- Demek, yoksul Ali Baba altınlarını tartabilecek kadar zenginmiş ha, demiş. Hemen koşmuş, olanları kocasına anlatmış.

Ertesi gün, Kasım Ali Baba'nın kapısına dayanmış:

- Artık terazi ile altın tartabilecek kadar zenginleşmişsin kardeşim. Hayrola, demiş.

Ali Baba anlamazlıktan gelmiş. Fakat Kasım vazgeçecek gibi değilmiş. Karısının, terazinin altında bulduğu altını anlatmış. Ali Baba daha fazla gizleyememiş. Başından geçenleri bir bir anlatmış ona. Bu arada mağaranın bulunduğu yeri de tarif etmiş.Kasım evine dönmüş. Evde eşi onu merak içinde beklemekteymiş. Ali Baba'nın yaşadıklarını o da öğrenmiş. Sonra neşe içindeki kocasına:

- Hemen sen de oraya git. Mağarayı boşalt Kasımcığım, demiş.

Zaten, Kasım karısının sözünden dışarı çıkmazmış. Hemen katırlarını ahırdan çıkarmış. Sırtlarına heybeleri yerleştirmiş. Ardından mağaraya doğru yola çıkmış. Bir süre sonra susam kayasının önüne gelmiş. Var gücü ile bağırmış:

- Açıl susam açıl!

Koca kaya gürüldeyerek açılmış. Kasım içeriye girmiş. O girer girmez kapı kapanıvermiş. Kasım, gözleri karanlığa alışana kadar beklemiş. Sonra gördükleri karşısında şaşkına dönmüş. Hemen koşmuş. Altınların üzerine atlamış. Sevinç içinde yuvarlanmış, taklalar atmış. Nice sonra aklına haramiler gelmiş. Korkmuş, hemen kapıya koşmuş. Kapının önüne gelince o büyülü cümleyi anımsamaya çalışmış. Ama bir türlü başaramamış:

- Açıl buğday açıl. Saçıl arpa saçıl! Hay Allah neydi acaba, diye kendi kendine söylenmeye başlamış.

Kasım, çok zorlamış ama büyülü cümleyi bir türlü anımsayamamış. Bu arada da zaman su gibi akmış. Haramiler aniden çıkagelmişler. Kapının önünde bir sürü katır görmüşler. Tabii içeride birinin olduğunu anlamışlar.

Haramilerin reisi dışardan:

- Açıl susam açıl, diye bağırmış.

Bunu duyan Kasım hemen oracığa saklanmış. Ancak haydutların Kasım'ı bulmaları uzun sürmemiş. Üstelik, hemen orada cezasını vermişler. Daha sonra, haramiler getirdikleri çuvalları mağaraya boşaltmışlar. Hiç beklemeden yeni soygunlar için yola çıkmışlar.

Öte yanda, Kasım'ın dönmemesi Ali Baba'yı endişelendirmiş. Kuşku ile yola koyulmuş. Susam mağarasına gitmiş. Ama orada yaralı ve baygın kardeşi ile karşılaşmış. Çok üzülmüş. Onu sırtına almış. Şehre götürmüş. Bir doktorda tedavi ettirmiş. Haydutlar döndüklerinde Kasım'ı bulamamışlar. Susam mağarasının bir başkası tarafından da bilindiğini anlamışlar. Burayı bileni bulmak gerektiğini düşünmüşler. Birkaç arkadaşlarını şehre göndermişler. Şehre inenler sorup soruşturmuşlar. Son günlerde kimlerin tedavi edildiğini araştırmışlar. Kasım'ın tedavi gördüğünü ve Ali Baba'nın fazlaca para harcadığını öğrenmişler. Bunun üzerine Ali Baba'nın evinin kapısına tebeşirle X (çarpı) işareti koymuşlar. Böylelikle geri geldiklerinde işaretli evi kolayca bulacaklarmış.

Ali Baba, evine bir hizmetçi kız almışmış. Bu kız çok akıllıymış. Kız kapıdaki işareti görmüş. Bu durumdan şüphelenmiş. Komşu evleri de aynı şekilde işaretlemiş. O akşam, haramiler topluca şehre gelmişler. Ali Baba'nın evine koydukları işareti aramışlar. Fakat kapıların hepsinde aynı işareti görünce şaşırmışlar. Gerisin geri dönmüşler.

Ertesi sabah haramilerin reisi bir plân yapmış. Katırlara küpleri yüklemiş. Küplerin içine adamlarını yerleştirmiş. Kendisi de atına binmiş. Şehrin yolunu tutmuş. Sora sora Ali Baba'nın evini bulmuş ve ona:

- Ben bir yağ tüccarıyım. Beni bu akşam evinizde konuk eder misiniz, diye sormuş.

İyi yürekli Ali Baba, haydutların reisini tanıyamamış. Onu evine davet etmiş. Haydutların içinde bulunduğu küpleri bahçesine taşıtmış. Akşam karanlığında, akıllı hizmetçi küpleri yoklamış. Küplerin içinde haramilerin saklı olduğunu anlamış. Hemen mutfaktaki yağları kızdırmış. Küplerin içine boşaltmış. Haydutlar kızgın yağın içinde haşlanmışlar. Haramilerin başı gece yarısında harekete geçmiş. Amacı küplere sakladığı adamlarını çıkarmakmış. Ama hepsinin haşlanmış olduğunu görmüş. Artık yapacak bir şey yokmuş. Çareyi oradan kaçmakta bulmuş. Ali Baba, ertesi sabah konuğunu yatağında bulamamış. Merak etmiş. Hizmetçiden akşam neler olduğunu öğrenmiş. Şaşkına dönmüş. Hayatını kurtardığı için akıllı kıza teşekkür edip hediyeler vermiş. Çevredekiler de Kırk Haramilerden kurtuldukları için rahata kavuşmuşlar.

Kibritçi Kız Masalı - Hans Christian Andersen


Masalın Adı : Kibritçi Kız Masalı

Masalın Yazarı : Hans Christian Andersen

Dondurucu ve kavurucu bir yılbaşı gecesiydi. İnsanın iliklerine kadar üşüdüğü gecelerden biriydi. Yoldan geçenler paltolarının yakasını kaldırmışlar, atkılarına bürünmüşler, hızlı hızlı yürüyorlardı. Kimi evine geç kalmış, acele ediyor, kimi bir eğlence yerine gidiyordu. Herkesin gidecek ve ısınacak bir yeri vardı.

Çocuklar annelerinin babalarının yanında koşturuyorlar, fırsat buldukça birbirlerine kartopu atıyorlardı. Gecenin zevkini en çok onlar çıkarıyorlardı. Kahkahalarla gülüyorlar, sevinçle haykırıyorlardı. Yalnız bir çocuk vardı ki gelip geçenler onun farkında değillerdi. Ufak bir çocuk. Mini minnacık bir kız çocuğu. Başı açık, elbisesi yama içinde, yoksul bir kızcağız. Bir kapının önüne büzülmüş, çıplak ayaklarını altına almıştı. Soğuktan morarmış tir tir titriyordu. Üzerinde oturduğu taş basamakta buz gibiydi. Sanki gecenin bütün soğuğunu iliklerinde hissediyordu.

Sanki donmuş, bir buz parçası kesilmişti. Geniş bir mukavva kutunun içine sıralanmış kibrit kutularına bakarken gözleri yaşarıyordu. O gün bir tek kutu kibrit bile satamamıştı. Satsa, bir kaç kuruş para kazansa, kalkıp evine gider, annesiyle birlikte hiç olmazsa bir kâse sıcak çorba içerdi. Gidemiyordu, çünkü o gün hiç kibrit satamadığını annesine söyleyemezdi. Soğuktan, üzüntüsünden titreyen kısık, incecik sesiyle `Kibrit var, kibrit` diye bağırıyordu. Sokaktan geçenlerin hiçbiri başını çevirip bakmıyordu... Herkes o kadar kendi derdindeydi ki, bizim kızı gören bile olmuyordu.

Ayakları o kadar üşüyordu ki, şimdi ayaklarında terlikleri olsaydı! Biraz önce, sokak sokak dolaşırken, hızla geçen bir arabanın önünden kaçmış, kaçarken terlikleri ayağından fırlamıştı. Karşı kaldırıma geçtikten sonra, dönüp bakmıştı ama yaramaz bir çocuk terliklerini alıp kaçmıştı işte. Neden almıştı ki terliklerini. Neden? Bunun üzerine bir kapının girintisine sığınmış, oracığa kıvrılıp oturmuştu. Parmakları donmuş, sızlamaya başlamıştı. Kızcağız bu acıya dayanamadı, kutulardan birini açıp bir kibrit çıkardı. Parmakları uyuşmuştu, kibrit çöpünü elinde güçlükle tutuyordu. Eli titreye titreye çöpü duvara sürttü. Kibrit birden alev aldı; tatlı, yumuşacık, küçük bir alev.

Kibritçi kız, kibriti bir elinden öbür eline geçirerek, parmaklarını ısıttı. İçi de ısınmıştı. Sanki gürül gürül yanan bir ocağın karşısındaydı. Gözleri aleve dikildi ve sanki ayaktayken rüya görmeye başladı. Kocaman bir oda vardı ve o sıcacık odanın içinde yanan şöminenin karşısında oturuyordu. Arkasında kalın bir yünlü hırka, ayaklarında kürklü terlikler vardı. Isındı. İliklerine kadar sıcacık olmuştu sanki. O sırada kibrit sönüverdi. Kızcağızın parmakları yeniden donmaya, sızlamaya başlamıştı.

Kibritçi kız, bir kibrit daha yaktı. Bu sırada soğuk bir rüzgâr esti. Aleve bakarken, karşısındaki duvar sanki eridi, birden açıldı, içerisi göründü. İçeride geniş bir oda vardı. Kar gibi bembeyaz örtünün serili olduğu bir bir masanın üzerine tabak tabak yiyecekler vardı.. Sofrada gümüş şamdanlar yanıyor, odayı gündüz gibi aydınlatıyordu. Kibritçi kızın gözleri sofranın ortasında, büyük bir tabağa konulmuş, nar gibi kıpkırmızı kaz kızartmasına dikilmişti. Ağzı sulandı. Elini oraya doğru uzattı. Kibrit yana yana sonuna gelmişti, parmağını yakıyordu. Kızcağız çöpü yere atıverdi. Atmasıyla birlikte, yılbaşı sofrası siliniverdi, gözlerinin önüne taş duvar yeniden dikildi.

Kibritleri bitiyordu ama o ısınmak için bir tane daha yaktı. Bir yaz gecesine gitti aniden. Altındaki toprak, gündüz güneşten ısınmış, fırın gibi yanıyordu ve kız iliklerine kadar ısındığını hissediyordu.

Derken bir yıldız kaydı, gökyüzüne geniş bir yay çizerek uzaklaştı, söndü. Kızcağız: `işte, biri daha öldü` diye mırıldandı. Bir gün, ninesi söylemişti: Her yıldız düştükçe yeryüzünden biri ölürmüş... Ninesini bir daha görebilmek için bir kibrit daha çaktı. Soğuktan kaskatı kesilmiş, beyni durmuştu. O şimdi sokak ortasında olduğunu unutmuş, düşler dünyasına dalmıştı. Kibritin alevinde yine ninesini görüyor, onun sesini işitir gibi oluyordu. İşte ninesi geliyordu. Lapa lapa yağan karların arasından bir melek gibi iniyordu... Geldi, geldi... Kollarını açtı, torununu kucakladı, aldı göklere doğru götürdü...

Ertesi sabah, yoldan geçenler, bir evin basamağında donmuş kalmış kızcağızın ölüsünü buldular. Yanı başında bir sürü boş kibrit kutusu vardı.

-Zavallıcık ısınmak için bütün kibritlerini yakmış dediler... Bu kibritlerin alevinde onun ne düşler gördüğünü bilemezlerdi ki.

14 Eylül 2019 Cumartesi

Fakir Balıkçı İle Karısı Masalı - Grimm Kardeşler


Masalın Adı : Fakir Balıkçı İle Karısı Masalı

Masalın Yazarı : Grimm Kardeşler

Vaktiyle bir fakir balıkçı ile karısı vardı. İçinde oturacak evleri bile yoktu. Tarlalarda yaşıyorlardı. Adam yakındaki denizden balık tutuyor, karısı ise ayrık otları ile kazak örüyordu.

Bir ağacın altında ve dalları içinde yaşıyorlar geceleri ise ağacın altında uyuyorlardı. Adam balık tutarsa balık yiyorlardı.

Fakir balıkçı mutluydu. İnsanlar niçin evlerde yaşar, niçin yatakta uyurlar? Bu ağaç benim evim, bu çimenler ve tarlalar benim yatağım ve ben böyle çok mutluyum diye düşünüyordu. Fakat karısı mutlu değildi. Niçin fakir bir balıkçıyla evlendim. "Evimiz yok,yatağımız yok" diye sızlanıyordu.

Balıkçı o gün de denize balık avlamaya gitti. Adam yola koyulmuş ve deniz kenarına oturup balık tutmak için uğraşamaya başlamıştı. Fakat o gün akşama kadar balık tuttamadı. Hiç balık tutamazsa o gün aç yatacaklardı. Balıkçı çok yorulmuş ve uğraşmış ama hiç balık tutamamıştı. Kalkıp gitmek üzereyekn oltasına bir balık gelmişti . Ama balık hem büyük hem de altın bir balıktı. Bu güzel balığı görünce karım memnun olacak diye düşündü. Balıkçı onu oltadan çıkarırken,

- İyi Adam, beni öldürme. Ben küçük bir balığım daha da büyüyyeceğim. Hem sen herhalde konuşan bir balığı yemezsin değil mi? Beni tekrar denizin içine koy diye seslendi.

Balıkçı duyduklarına inanamadı. Konuşabilen bir balığı öldüremem diye düşündü. Konuşan bir balığı yemek istemedi ve onu denize attı. Balıkçı eli boş bir şeklide karısıyla yaşadığı ağacın yanına geldi. Balığı yoktu. Bu yüzden yiyecek yemekleri yoktu. Karısı neden balık getirmediğini sordu. Balıkçı ise başından geçenleri karısına anlattı. Karısı;

- Sen aptalın tekisin o bir balık değildi. O bir büyücüydü. Balıkçı ise;

- Onun bir sihirbaz olup olmadığını bilmiyorum dedi. Balık bir sihirbaz olduğunu söylemedi. Balıkçının karısı;

- Konuşabilen bir balık sihirbazdır. O balık değildi. O bir sihirbazdı dedi. Sen git o balıktan bize küçük bir kulübe iste dedi.

Ertesi gün , balıkçı tekrar denize gitti. Taşın üstünde durdu ve bağırdı.
"Denizler adamı , denizler adamı diye seslendi. O zaman balık başını sudan dışarı çıkardı.ve ona sordu "Ne istiyorsun".

Balıkçı; Ben hiçbir şey istemiyorum dedi . Fakat karım bir kulübede oturmak istiyor dedi.

Balık "Karına dön" dedi. "Onu küçük bir bir kulübede bulacaksın".
Balıkçı ağacına döndü. Ağaca yakın bir kulübe gördü. O yeni küçük ama güzel bir kulübeydi.

İki güzel pencersi ve güzel bir kapısı, arkada güzel çiçeklerle dolu güzel bir bahçesi vardı. Kulübeye yakın tavuklarla dolu küçük bir tarla vardı.

Balıkçı kulübenin içine girdi. Kulübenin içinde küçük bir oda ve küçük bir penceresi vardı. Pencereden güneş ışığı giriyordu ve oda ışık doluydu. Karısı masada oturuyordu. Balıkçı "Şimdi mutlu olmalısın" diye karısına sordu. Karısı,”Güzel bir kulübe" dedi. Birkaç gün için balıkçının karısı mutluydu.
Bir kaç hatfa böyle geçti. Fakir balıkçı ve karısı mutluydu. Fakat bir kaç hafta sonra karısı ona.

"Bu küçük kulübede mutlu değilim. Tavuklar odamda koşuyorlar. Biz daha güzel bir evde yaşamalıyız. Sen o balığa git ve bizim için bir ev iste" dedi.
Balıkçı denize gitti. Taşın üstünde durdu ve bağırdı.

"Denizler adamı ! Denizler adamı ".
Balık başını sudan çıkardı ve sordu."Ne istiyorsun".
Balıkçı, "Ben bir şey istemiyorum. Fakat karım bir ev istiyor".
Balık "Karına dön. Onu bir evin içinde bulacaksın" dedi

Balıkçı kulübesine döndü. Kulübenin olduğu yerde bir ev gördü. Taştan yapılmış çok güzel bir evdi.

Kapının yanında güller vardı. Evin yanında güzel bir bahçe vardı. Bahçe kırmızı ve mavi çiçeklerle doluydu. Evin önde bir ve yanda bir iki kapısı vardı. Önde altı pencere arkasında da altı pencere vardı.

Balıkçı, karısını evin içinde buldu. "Şimdi güzel bir evin var. Mutlu olmalısın" dedi.

Karısı, evin dışı güzel, fakat içerdeki odalar çok büyük değil. Ama çok güzel bir ev diye cevap verdi.

Birkaç gün için balıkçının karısı mutluydu. Fakat bir kaç gün geçtikten sonra kocasına döndü. "Güzel bir evde yaşıyoruz. Fakat sen bir balıkçısın ve ben bir balıkçının karısıyım. Kimse bizi görmeye gelmiyor. Sokakta kimse benimle konuşmuyor. Biz daha zengin ve saygın olmalıyız" dedi.

Balıkçı "Ne istiyorsun" diye sordu. Karısı ona "Senin kral olmanı istiyorum. O zaman da ben kraliçe olacağım.Büyük bir evde yaşayacağız. Hizmetçilerimiz uşaklarımız olacak . Ne dersek yapacaklar."

Balıkçı , "Bir kral olmak istemiyorum. Bir balıkçı olmak ve tarlalarda yaşamak istiyorum". diye cevap verdi. Karısı,"Fakat ben bir kraliçe olmak istiyorum. Git o balığa söyle sen kral olmayacaksan da ben kraliçe olayım dedi.
Balıkçı denize gitti. Taşın üzerine oturdu ve. "Denizler adamı denizler adamı diye bağırdı.


O zaman balık başını sudan dışarı çıkardı ve "Şimdi ne istiyorsun".
Balıkçı , "Ben bir şey istemiyorum". "Fakat karım onu bir kraliçe yapmanı istiyor" dedi.

Balık,"Onu bir kraliçe yapacağım. Geri dön. Onu bir kraliçe olarak bulacaksın" dedi.

Balıkçı geri gitti. Büyük bir saray buldu. Kapıda uşaklar vardı. İki uşak balıkçıyı sarayın içine götürdü. Karısı orada oturuyordu. Bir kraliçenin elbiselerine sahipti. Balıkçı ,"Şimdi mutlu olmalısın" dedi. "Bir kraliçesin. Bu büyük eve ve bütün bu uşaklara sahipsin."

Karısı birkaç gün için mutluydu. Güneş vardı. Bahçeye gitti ve kırmızı ceketli uşaklar onunla gittiler. Bahçede dolaştılar. Sonra konukları geldi. Onları ağırladılar. Kadın bir kaç gün çok mutlu olmuştu. Fakat sonradan yağmurlar yağmaya başladı. Havalar kapandı günlerce yağmur yağdı. Güneş yoktu. Kadın bahçeye gidemedi. O zaman balıkçının karısı, "Ben bir kraliçeyim. Bu yağmuru istemiyorum. Güneşi istiyorum." dedi sonra balıkçıya dönerek “Git, balıktan beni güneşin ve yağmurların da kraliçesi yapmasını iste. O vakit istediğim zaman güneşe ve yağmurlara da hükmedebilirim. Dilediğim zaman yağmur yağdırır. Dilediğim zaman da güneşi açtırırım."

"Balıkçı denize gitti. Taşın üstünde durdu ve. "Denizin adamı, bana gel" dedi. O zaman balık başını sudan dışarı çıkardı ve. "Şimdi ne istiyorsun". "Konuş!" dedi.
Balıkçı, "Ben bir şey istemiyorum ana karım güneşin ve yağmurların da kraliçesi olmak istiyor.

Balık, "Senin karın asla mutlu olmayacak. Sen evine dön, tekrar tarlalarda yatacak o ağacın atında uyuyacaksınız dedi."

Balıkçı geriye döndü. Büyük ev ve bahçeler orada değildi. Karısı bir ağacın dibinde oturuyordu.

Yağmur yoktu. Tarlalarda çiçekler ve güneş ışığı vardı. Karısı "Bütün bu uşaklardan uzak olmak iyi. Gökte parlayan güneşe bak. Şimdi mutluyum" dedi.

At, Tilki ve Aslan Masalı


Masalın Adı : At, Tilki ve Aslan Masalı

At yaşlanmış, yıllar boyunca efendisine hizmet etmiş etmesine ama artık işe yaramadığından, efendisi gözünün yaşına bakmadan atı kapı dışarı etmiş;

-“Benden çalışmayana ekmek yok. Başının çaresine bak. Yaşayabilirsen yaşa, seni bir şartla beslerim, bana bir aslan getir yoksa gözüme görünme.

At bu vefasızlığa çok üzülmüş. Artık Hayatını tek başına vahşi ormanda sürdürebilecek kadar genç de değilmiş. Bu nedenle ormana gitmeye, hiç olmazsa huzur içinde yaşayabileceği bir yer aramaya karar vermiş.

Ormanda bir yandan ağlayıp bir yandan da gönlüne göre biri ararken karşısına tilki çıkmış.

Tilki;

-” At dostum, niye ağlıyorsun?

At;

– “Ben ağlamayayım da kim ağlasın ah ah.” diye iç çekmiş. At olan biteni tilkiye anlatmış.

Tilki;

– “Sen bu işi bana bırak. Yapacağın tek şey şu ağacın dibine yatıp ölü numarası yapmak.”

At yere yatmış. Tilki de aslanın yanına gitmiş;

– “Sevgili kralım, kısmet ayağınıza geldi ağacın altında bir at ölmüş. kocaman da butları var. Bize bir hafta yeter. İstemez misin? diye sormuş. İstemez olur muyum demiş aslan ağzı sulanarak.

Ağacın dibinde yatan atı görünce hemen parçalamak istemiş. Ama tilki hemen engel olmuş;

– “Sevgili kralım, bunu senin mağarana götürelim yoksa biz burada yemeye kalkarsak, sırtlanlar ve diğer hayvanlar da gelir. Bize tat vermezler.” demiş.

Aslan tilkiye hak vermiş ama peki bunu nasıl götüreceğiz? Diye sormuş.

Tilki;

– “Atın kuyruğunu senin kuyruğuna sıkıca bağlarım ardından sen de çekersin.” demiş.

Aslan bu öneriyi kabul etmiş. Tilki, atı aslanın kuyruğuna iyice bağlamış. Sonra da atın kulağına fısıldamış;

– “Hadi dostum! Bundan sonrası senin işin.”

At ayağa kalktığı gibi fırlamış ve dörtnala koşmaya başlamış. Tabii aslanı da arkasından sürükleyerek. O hızla aslanı efendisinin bahçesine kadar çekmiş. Koca aslanı getirdiğini gören sahibi yaptıklarından utanmış. Aslanı avlamış sonra da sevgili atına ölünceye kadar bakmış.

Kurşun Asker Masalı - Hans Christian Andersen


Masalın Adı : Kurşun Asker Masalı

Masalın Yazarı : Hans Christian Andersen

Bir zamanlar, uzak bir ülkede, bir oyuncak evinin içinde tam altı tane kurşun asker yaşarmış. Bunları bir gün alıp bir oyuncakçı dükkanının vitrinine koymuşlardı. Altısı da tüfekleri omzunda esas duruşta duruyordu. Yalnız içlerinden birinin tek ayağı yoktu. Oğlunun doğum günü için armağan almaya çarşıya çıkan bir baba, askerleri görünce çok beğenmiş, hemen dükkana girip onları satın almış, satıcı, askerleri kutuya yerleştirirken birinin tek bacaklı oluşunun nedenini açıklamış babaya. Bunları yapan ustanın kurşunu son askere yetmeyince o da topal kalmış. Baba şaşırmış bu duruma ama bir şey dememiş, kurşun askerleri alıp çocuğuna götürmüş. Doğum gününde eğlenen çocuklar, askerlerle oynayıp eğlenmişler. Oyun oynamaları bitince altı tane kurşun askeri kutularına yerleştirmişler. rafa kaldırıldı. Yarı karanlık kutunun içinde askerlerin canı sıkılıyormuş, Yalnız topal olan kurşun asker kutunun kapağının aralığından dışarıyı görebiliyormuş ve bunu kendisi için bir eğlence gibi görüyormuş.

Bizim topal kurşun askerin gözüne ilk çarpan, masanın üstündeki oyuncak bir kaleyle kalenin içindeki şato oldu. Şatonun önünde güzel bir prenses heykeli duruyordu. Prenses, kollarını iki yana açıp bir ayağını kaldırmış, aynı dans eder gibiymiş. Topal kurşun asker prensese aşık olmuş. Ağzını bıçak açmaz, bir söz söylemez hale gelmiş. Tek isteği prensesin yanına gitmek, ona kavuşmakmış, başka hiçbir şeyi gözü görmez olmuş. Ertesi gün oyuncakların sahibi olan küçük çocuk, bizim küçük kurşun askeri kutusundan çıkarıp oynamaya başlamış.

Şimdi hem prensesi daha iyi gören kurşun asker, gözünü ondan ayıramıyormuş. Kurşun askeri prensese bir şey olacak diye o kadar korkuyormuş ki… O sırada hava birden kararmış, şimşekler ve ardından sert bir rüzgâr çıkmış. Rüzgar o kadar Kuvvetli esiyormuş ki, pencerenin yakınında duran kurşun askeri savurup pencereden sokağa yuvarlayıvermiş sokağın bir köşesindeki kaldırımın kenarına düşmüş. Onu kimse görmemiş hatta gelip geçenler, üstüne basacak gibi oluyor,kurşun askerin korkudan yüreği ağzına geliyormuş.

Rüzgarın ardından yağmur yağıp çukurlara sular birikmiş, sel olup akmaya başlamış. Hava açtığında su birikintisinin başına oynamaya gelen iki çocuk onu görünce o kadar sevinmişler ki. Biri kağıttan bir kayık yapmış, Öteki bizim askeri içine bindirmiş ve iki çocuk sularla oynamaya dalıp bir süre sonra kayıkla askeri unutmuşlar. Kayık suyun içinde yavaş yavaş hareket ederek sürüklenmeye başlamış ve bizim asker yüzen kayığın içinde, silahı omuzunda dimdik duruyormuş. Korkuyu aklından bile geçirmiyormuş, akıp giden yağmur suları sonunda büyük bir ırmağa ulaşınca, kurşun asker , koskoca ırmağın ortasında bir nokta kadar kalmış ve bir süre dalgalara kapılıp ilerlemiş.

Bu arada yağmur daha hızlı yağmaya başlamış ve kağıttan kayık ıslanınca da içine sular dolmaya başlamış. Böylece ırmağın azgın sularına gömülüvermiş.. Kurşunun ağırlığı onu ırmağın en dibine itiyormuş ve bu karanlık, ıssız soğuk yer artık onu korkutmaya başlamış. Işığa yeniden kavuştuğunda bir evin sıcacık mutfağında ocağın yanında durduğunu görmüş. O sırada sahibi olan çocuk gelip onu bulmuş ve alıp odasındaki yerine koyuş. Kurşun asker oraya geldiği için o kadar mutluymuş ki, ilk işi, prensesi araştırmak olmuş.

Bir bakmış ki, Prenses, bıraktığı yerde ve iki kolu iki yana açık, bir ayağını kaldırmış dans ediyormuş gibi duruyor ve ona bakıyormuş.Kurşun asker çok mutlu olmuş ki, prensesle bütün gece boyunca birbirlerine sevgiyle bakışıp durmuşlar. Üzerinden birkaç gün geçmiş ama mutluluğu çok uzun sürmemiş. Sahibi olan çocuk bizim kurşun askerden sıkılmış ve artık onunla oynamaz olmuş. Bununla da kalmamış, bizim kurşun askeri alıp alev alev yanan şöminenin içine atmış. Kurşun askerin alevlerden canı çok yanmış ve bir süre sonra erimeye başlamış.

Yine sevgilisi prensesten ayrılıyormuş işte, en çok da buna üzülüyormuş doğrusu. Tam o sırada açık pencereden giren güçlü bir esinti, prensesi uçurup ateşin içine düşürüvermiş. Bizim kurşun asker, sevinçle kollarını açıp prensesi kucaklamış. Artık onun için yeni bir hayat başlıyormuş.

Fareli Köyün Kavalcısı Masalı - Hans Christian Andersen


Masalın Adı : Fareli Köyün Kavalcısı Masalı

Masalın Yazarı : Hans Christian Andersen

1283 yılında, Almanya’nın Hamelin kasabasını fareler basar. Bir varmış, bir yokmuş. Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde develer tellal iken, fareler berber iken, ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallarken; ülkenin birinde bir köy varmış. Halkı mutluluk içinde yaşarmış. Günlerden bir gün köyün bütün evlerine fareler dolmuş. Binlerce fare köyün sokaklarında, evlerde dolaşıyorlarmış. Yatak odasına gitseler, mutfağa girseler farelerden geçilmiyormuş. Ne bulurlarsa yiyorlarmış. Halk ne yapacağını şaşırıp kalmış.

Köy muhtarından bu işe bir çare bulmasını istemişler. Muhtarın da elinden bir şey gelmiyormuş. Böylece köyün adına fareli köy denmiş. Fareli köyün çocukları da, bu pis yaratıklarda bıkmışlar. Bir gün fareli köye bir çalgıcı gelmiş. Muhtara:

“Eğer bana bir kese altın verirseniz, köyü farelerden temizlerim.” demiş. Bütün köy halkı bu habere sevinmişler. Aralarında hemen çalgıcının istediği bir kese altını toparlamışlar ve muhtara teslim etmişler. Halkın tek istediği bu farelerden kurtulmakmış. Çalgıcı isteğinin kabul edildiğini öğrenince başlamış kavalını çalmaya. Kavaldan öyle tatlı, öyle güzel sesler çıkıyormuş ki, fareler saklandıkları yerlerden akın akın çıkarak çalgıcının yanına geliyorlarmış.

Kısa bir sürede çalgıcının etrafı binlerce fare ile dolmuş. Köydeki bütün farelerin çalgıcının etrafında toplandığı sırada çalgıcı yürümeye başlamış. Köye gelirken gördüğü dereye doğru yürümüşler. Çalgıcı önde kavalını üflüyor, fareler peşinden geliyormuş. Çalgıcı dere kenarına gelince suyun içine yürümüş. Derede o kadar çok su varmış ki ama çalgıcı karşı kıyıya geçmiş. Farelerde peşinden gelmek isteyince dereye düşen fare suda boğulup ölmüş. Bütün fareler ölünceye kadar çalgıcı kavalını öttürmeye devam etmiş. Çalgıcı bütün farelerin öldüğünü görünce ödülü olan bir kese altını almak için hemen köye geri dönmüş. Fareleri yok eden başarısından sevinç duyduğu için, emin adımlarla yürüyormuş. Sonunda köye varınca:

“Bir kese altınımı alırım. Bu altınlarla şehre gider, işimi kurarım. Bende zengin insanlar arasına katılır ve rahat yaşamaya başlarım” diye düşünmüş. Bu düşüncelerle muhtarın yanına varan çalgıcı muhtardan ödülünü istemiş. Muhtar oyun bozanlık yapmış.

“Nasıl olsa farelerden kurtulduk, bir kese altını vermesem olur” diye düşünmüş. Çalgıcıya çeşitli nedenler göstererek altınlarını vermemiş. Çalgıcı kandırıldıgını anlayınca:

“Ben size bir oyun oynayayım da görün” demiş. Başlamış kavalını çalmaya. Kavalın sesini duyan bütün çoçuklar çalgıcının yanına koşmuş. Çocukların sayısı 135 civarı vardı. Çalgıcı da hem kavalını üflüyor, hemde yürümeye başlamış. Köyün bütün çocuklarıda kavalcının peşinden gitmişler. Köyde hiç çocuk kalmamış. Analar babalar kara kara düşünmeye başlamışlar. Köylüler muhtara gidip:

“Ne yapacağız, ne edeceğiz. Sen çalgıcının hakkı olan bir kese altını vermeliydin. Bak şimdi çocuklarımızı aldı götürdü” demişler. Kavalcı kızgın kızgın, peşinde çocuklarla birlikte ormana varmışlar. Ormanda bir ağacın altında dinlenirken aklına tekrar muhtara gitmek altınlarını bir daha istemek gelmiş. O sırada telaşla yerinden kalkınca kavalını almayı unutmuş. Sihirli kavalı bulan bir çocuk, arkadaşlarının yanına gelmesi için başlamış çalmaya. Kavalın sesini duyan çocuklar hemen ormanda toplanmışlar. Hemen köye, annelerinin babalarının yanına dönmeyi düşünmüşler.

Kavalı bulan çocuk köyün yolunu biliyormuş. Kavalı çalan çocuk önde diğerleri arkasında köye geri dönmüşler. Anneleri, babaları çok sevinmişler. Şenlikler düzenlemişler. Kırk gün kırk gece bayram etmişler. Tabi bu sırada da köylüler muhtarı azarlamışlar. Çalgıcının hakkını vermesini söylemişler. Hakkını alan çalgıcı da hayallerini gerçekleştirmek için köyden ayrılmış.

Postayla Gelen Deniz Kabuğu (Behiç Ak) Kitabının Özeti, Konusu ve Kitap Hakkında Bilgi

Kitabın Adı: Postayla Gelen Deniz Kabuğu Kitabın Yazarı:  Behiç Ak Kitap Hakkında Bilgi: Dijital dünyanın labirentlerinden çıkış mümkün mü?...