2 Kasım 2019 Cumartesi

İçimizdeki Şeytan (Sabahattin Ali) Kitap Sınavı Yazılı Test Soruları ve Cevap Anahtarı


1) Aşağıdakilerden hangisi Sabahattin Ali’nin “İçimizdeki Şeytan” romanında geçen kahramanlardan biri değildir?


A) Galip Efendi
B) Nihat
C) Ömer
D) Muazzez
E) Bedii

2) Sabahattin Ali’nin “İçimizdeki Şeytan” romanının kahramanlarından Ömer’i nasıl betimlenmiştir?

A) Şişmanca, açık kumral saçlı, beyaz yüzlü ve yakışıklı bir delikanlı
B) Ufak tefek, zayıf ve soluk yüzlü bir delikanlı
C) Sarı benizli, nahif fakat kuvvetli ve dayanıklı bir delikanlı
D) Babacan, gün görmüş, dürüst bir bey
E) Sarhoş, genellikle ahlak dışı işlere bulaşan, yeleğinde daima yarım okkalık gümüş bir köstek takılı olan bir delikanlı

3) Sabahattin Ali “İçimizdeki Şeytan” romanında hangi görüşün eleştirisini yapmıştır?

A) Osmanlıcılık
B) Batıcılık
C) Turancılık
D) Cumhuriyetçilik
E) İslamcılık

4) Ömer ile Macide karakterleri ilk defa nerede karşılaşmışlardır?

A) Akrabalarının evinde
B) Konservatuarda
C) Sahilde
D) Darülfünunda
E) Kadıköy – Köprü vapurunda
Report this ad

5) Macide, hangi enstrümanı çalabilmektedir?

A) Keman
B) Saz
C) Piyano
D) Saksafon
E) Flüt

6)
Romanın kahramanlarından Macide, ilk aşkı ve aynı zamanda bir zamanlar muallimi olan Bedri ile yıllar sonra nerede karşılaşır?

A) Hikmet Bey’in düzenlediği saz gecesinde
B) Konservatuarda piyano çalarken
C) Ömer’in arkadaşlarıyla yemek yerken
D) Ömer’in çalıştığı postaneyi ziyarete gittiğinde
E) Bedri onu arar, bulur.

7) Romanın kahramanlarından Macide ile Ömer evlenmeye nasıl karar vermişlerdir?

A) Ömer, Macide’ye aşkını itiraf edip evlilik teklif etmesiyle
B) Görücü usulüyle
C) Macide’nin kaldığı evde gururunun kırılması ve evi terk etmesiyle
D) Macide’nin paraya ihtiyacı olmasından dolayı
E) Toplum baskısından kurtulmak için

8) Romanın kahramanlarından Ömer, parasızlığın canına tak etmesiyle ne yapmıştır?

A) Çalıştığı postanenin kasasından para çalar.
B) Gururunu hiçe sayıp Macide’nin ilk aşkı olan Bedri’den borç ister.
C) Darülfünundaki arkadaşlarıyla kumar oynamaya başlamıştır.
D) Postanenin veznedarını tehdit ederek ondan para alır.
E) Darülfünunu bırakıp iki işte birden çalışmaya başlar.
Report this ad

9) Sabahattin Ali’nin “İçimizdeki Şeytan” romanının sonu nasıl biter?


A) Macide ile Ömer’in çocukları olmuş ve çok mutlu yaşamışlardır.
B) Ömer artık kişiliğini değiştirmeye karar verir ve çok sevdiği Macide’yi Bedri’ye emanet edip onu yalnız bırakmamasını söyler.
C) Ömer, Macide’yi terk edip eski kız arkadaşı Ümit ile yaşamaya başlar.
D) Macide, her şeyi İstanbul’da geride bırakarak memleketi Balıkesir’e geri döner.
E) Macide, Bedri ile kaçar ve Ömer buna dayanamayıp intihar eder.

10) Romanın kahramanlarından Macide’nin kız talebe arkadaşları, mektebine sonradan gelen musiki muallimi Bedri Bey’in hangi özelliğinden dolayı alaya almışlardır?

A) Uzun boylu olması nedeniyle
B) Yuvarlak çehreli olması nedeniyle
C) Yüzünde hep gülen bir ifade olması nedeniyle
D) Kısa saçlı olması nedeniyle
E) Genç olması nedeniyle

11) Romanın kahramanlarından Mektep müdürü ve talebelerin, Bedri Bey ve Macide’yi suçlayıp ayıpladıkları olayın aslı neydi?

A) Bedri Bey’in Macide’yle bir ilişkisinin bulunması
B) Bedri Bey’in annesine yazdığı mektubu Macide’ye verip postaneye iletmesini istemesi
C) Bedri Bey’in Macide’ye karşı gösterdiği ilginin fazla olması
D) Bedri Bey’in mektubu Macide’ye yazması
E) Macide’nin Bedri Bey’e olan ilgi ve alakası

12) Sabahattin Ali’nin “İçimizdeki Şeytan” adlı eseri hangi bakış açısıyla anlatılmıştır?

A) Üçüncü tekil şahıs ağzıyla tanrısal bakış açısı
B) Birinci tekil şahıs ağzıyla kahraman bakış açısı
C) Birinci tekil şahıs ağzıyla gözlemci bakış açısı
D) Üçüncü tekil şahıs ağzıyla gözlemci bakış açısı
E) Çoğulcu bakış açısı

13) Romanın kahramanlarından Ömer, Macide’ye nerede ilan-ı aşk etmiştir?


A) Konservatuvarda
B) Emine Teyze ve Galip Amca’nın evinde
C) Vapurda
D) Bakırcılar’da
E) Konservatuvardan Emine Teyze’nin evine giderken yol üstünde…

14) “Böyle bir geceyi bütün varlığımızla içemeyişimizin sebebi…”
Yukarıda Sabahattin Ali’nin “İçimizdeki Şeytan” romanının kahramanlarından Ömer ve Macide’nin kayıkla açıldıkları gecede, Ömer’in Macide’yi etkilediği ve sarstığı konuşmasının ilk kelimeleri verilmiştir. Buna göre bu cümle nasıl bitmektedir?


A) birbirimize kavuşamamış olmamızdır.
B) karanlığın bize hissettirdiği hüzündür.
C) gecenin bizde oluşturduğu derin düşüncelerdir.
D) kafamızı birçok saçma şeylerin doldurmuş olmasıdır.
E) kalplerimizin arasında oluşan uzaklıktır.

15) Romanın kahramanlarından Macide’nin, Emine Hanım’ın evini terk ederken basamaklarda gördüğü, onu bekleyen kişi kimdir?

A) Nihat
B) Ömer
C) Bedri
D) Macide’nin annesi
E) Macide’nin ablası

16) Romanın kahramanlarından Macide’nin, Emine Hanım’ın evini terk ettikten sonra konaklamak için gittiği yer neresidir?

A) Balıkesir’deki ablasının evi
B) Yol üstünde bir otel
C) Ömer’in ailesiyle birlikte kaldığı evi
D) Ömer’in tek başına kaldığı minimini bir tek odaya sahip evi
E) Okumak için gittiği konservatuvar

17) Romanın kahramanlarından Hafız Hüsamettin Efendi’nin canını sıkan ve kötü vaziyete düşmesine sebep olan, Ömer’e danıştığı konu nedir?


A) Maddi durum sıkıntısı
B) Kayınbiraderini mevkufluktan kurtarmak amacıyla yaptığı tahrif
C) Karısıyla olan kötü vaziyeti
D) Kötü bir maraza yakalanmış olması
E) İçine karıştığı kıya hadisesi

18) Romanın kahramanlarından Ömer, Hafız Hüsamettin Efendi’nin yanından ayrıldıktan sonra evine geldiğinde onu yolda zulmet içinde bekleyen kim veya kimlerdi?

A) Galip Bey ve Emine Hanım
B) Macide
C) Bedri Bey
D) Semiha ve Fatma
E) Nihat ve Profesör Hikmet

19) Romanın karakterlerinden Profesör Hikmet Bey’i nasıl tasvir etmiştir?

A) Açık renkli saça ve dikkat çeken hoş bir tavra sahip bir beyefendi
B) Babacan tavırlı, saygılı, dürüst bir bey
C) İri burna, pul pul deriye sahip, çirkin fakat iyi huylu ufak tefek bir zat
D) Şişman ve saygısız tavırlarıyla dikkat çeken yaşlı bir adam
E) Uzunca boya ve yaşlılığını örtecek güzellikte genç bir yüze sahip bir adam

20) Romanın kahramanlarından Ömer, çorap vakasından sonra eve geldiğinde kendisini kötü gören ve kendisinden ne olduğunu anlatmasını isteyen Macide’yle konuşurken bir anda çıkıp gelen Nihat’ın Ömer’den istediği neydi?

A) Çorap vakası ve para konusunda yardımcı olmak
B) Hafız Hüsamettin Efendi’ye tahrif konusunda yardım etmek
C) Hafız Hüsamettin Efendi’nin tahrif suçunu ihbar edeceği bahanesiyle Ömer’den para istemek
D) Ömer’le hayat hakkında dertleşmek
E) Ailevi meselesi hakkında Ömer’e danışmak

21) Romanın kahramanlarından Ömer’in eve erken döndüğü bir akşam, Macide’nin Ömer’in iyi halinden dolayı vereceği bir müjdesi olduğunu düşündükten sonra Ömer’in söylediği şey nedir?

A) Maddi durumunun düzelmiş olması
B) İş yerinde terfi etmiş olması
C) Ailesinden miras kaldığını söylemesi
D) Başka bir eve taşınacaklarını söylemesi
E) Arkadaşlarının saz gecesine davet ettiğini söylemesi

22) Romanın kahramanlarından Macide’nin beklemediği bir anda ruhunu altüst ettiği ve gözlerini Ömer’den ayırmasına sebep olan olay nedir?

A) Saz gecesinde Bedri Bey ile karşılaşması
B) Ömer’i artık sevmediğini fark etmesi
C) Konservatuvarda genç bir delikanlıyla tanışması
D) Ömer’in münasebetsiz olayları
E) Mutsuz olduğunu fark edip Ömer’den ayrılmak istemesi

23) Romanın kahramanlarından Ömer’in Bedri’yle münasebetinden söz ederken ağzından kaçırdığı, Macide’yi şaşırtan ve onu üzmesine neden olduğu şey nedir?

A) Bedri’den borç almış olması
B) Bedri’nin önceden Macide’ye olan alakasını Ömer’e anlatması
C) Ömer’in Macide’ye anlatmadığı dertlerini Bedri’ye anlatması
D) Bedri’yle eskiden yaşamış olduğu münasebetsiz olaylar
E) Veznedarın tahrif olayını Bedri’ye anlatmış olması

24) Romanın kahramanlarından Bedri’nin, Macide ve Ömer’i sık sık ziyaret ettiği günlerde yaşanan ve bu üç kişi için her şeyi altüst eden olay nedir?


A) Ömer’in Hafız Hüsamettin Efendi’nin tahrif olayından haberdar olmasından dolayı hapse girmesi
B) Ömer’in borç yüzünden evine haciz gelmesi
C) Bedri’nin Macide’ye olan sevgisini açıklaması
D) Ömer’in Macide ve Bedri’yi onu aldatmalarıyla itham etmesi
E) Macide’nin bu iki insana olan sevgisinin arasında kalıp bunalmasıyla Balıkesir’e dönmesi

25) Romanın kahramanlarından Ömer’in Bedri’yle münakaşa edip onu evden kovmasıyla Macide’nin akıl vermesi üzerine Bedri’den özür dilemek için evden çıktıktan sonra eve gelen beklenmedik kişi kimdir?

A) Hafız Hüsamettin Efendi
B) Bedri’nin ablası
C) Emine Hanım
D) Galip Bey
E) Macide’nin annesi

26) Romanın kahramanlarından Profesör Hikmet’in ve Nihat’ın, Ömer’i ve Macide’yi bir hayır cemiyetinin müsameresine götürdükleri akşam Bedri’nin konuştuğu hangi konu Ömer’i ve Macide’yi derinden etkilemiştir?

A) Emin Kamil ve İsmet Şerif başta olmak üzere diğer sanatçılara olan eleştirisi
B) Sahneye çıkarılan nısfiye çalan şeyh efendinin hâli
C) Manasız ve boş hayatın başka bir amacı olması lazım geldiği
D) Bulundukları ortamın aciz durumu
E) Müzik orkestrasının içler acısı sanatı

27) Romanındaki kahramanlarla ilgili verilen bilgilerden hangisi yanlıştır?

A) Pastanedeki süslü ve yapmacık kız (Peri)
B) Ömer’in eski arkadaşı (Ümit)
C) Emine Hanım’ın hizmetçisi (Fatma)
D) Bedri’nin kız kardeşi (Semiha)
E) Bedri’nin ablası (Mediha)

28) Romanın kahramanlarından Macide’nin bir yanlış anlamayla mektup yazarak Ömer’i terk etmeye karar vermesine neden olan şey nedir?


A) Veznedarın tahrif yoluna yardım etmesi
B) Veznedarın tahrifine ortak olarak ondan tehditle para istemesi
C) Bedri’nin yardımına rağmen onu azarlaması ve aklından Bedri ve Macide’yle ilgili geçirdiği kötü düşünceleri ortaya dökmesi
D) Bir kıya olayına karışması ve hapse girmesi
E) Ömer’i yolda bir kadınla sinemaya girerken görmesi

29) Romanın kahramanlarından Macide’nin Ömer’in evini terk edecekken bir anda çıkıp gelen ve Ömer’in haliyle ilgili telaşlı olan kişi kimdir?

A) Nihat
B) Profesör Hikmet
C) Emin Kamil
D) İsmet Şerif
E) Bedri

30) Romanın kahramanlarından Ömer’in dairesinden çıkacağı sırada tevkif edilmesine neden olan olay nedir?

A) Hafız Efendi’nin tahrif olayı hakkında bilgi sahibi olması
B) Hafız Efendi’yi tahrif olayıyla tehdit edip ondan para alması
C) Nihat ve etrafına topladığı delikanlıların kanuna aykırı işleri yüzünden tevkif edilmesi
D) Bir kıya olayına karışması
E) Dairesinde yaptığı yolsuzluk

31) Romanın kahramanlarından Ömer’in hapisteyken Macide’yi Bedri’ye teslim ederek ondan ayrılmasının nedeni nedir?

A) Değişip onu mutlu edebileceğine ve Macide’nin kendine artık güvenebileceğine inanmaması
B) Uzun süre hapiste yatacak olması
C) Eski arkadaşlarından Ümit Hanım’a ilgisinin bulunması
D) Macide’yi Ümit Hanım’la aldatmış olup bunu gururuna yedirememesi
E) Maddi durumundan dolayı Macide’ye bakacak gücü olmaması

Cevap Anahtarı :

1-D      2-A      3-C      4-E      5-C
6-A      7-C      8-D      9-B     10-C
11-B   12-A    13-E    14-D    15-B
16-D   17-B    18-E    19-C    20-C
21-E   22-A    23-A    24-D    25-B
26-C   27-D    28-E    29-E    30-C
31-A

İçimizdeki Şeytan (Sabahattin Ali) Kitabının Özeti, Konusu, Tahliliiçin tıklayınız...

Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat (Şemsettin Sami) Kitap Sınavı Yazılı Test Soruları ve Cevap Anahtarı


1) “Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat” adlı eserin konusu nerede geçmektedir?

A) Sarıyer
B) Beykoz
C) Çengelköy
D) Üsküdar
E) Beşiktaş

2) Aşağıdakilerden hangisi “Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat” adlı eserde bulunan yardımcı düşüncelerden değildir?

A) Dönemdeki iç güveyi korkusu
B) Kız çocuklarının okutturulmaması
C) Zorla evlendirilme gibi durumlarda kendimizi telef etmek en mükemmel çözümdür.
D) İnsanların hastalandıklarında şifayı başka yerde aramaları
E) Osmanlının son dönemlerinde devlet dairelerinde çalışan memurların kafalarına göre izne çıkmaları.

3) Fitnat Hanım’ın evlendirildiği kişi kimdir?

A) Rıfat Bey
B) Talat Bey
C) Zeki Bey
D) İzzet
E) Ali Bey

4) Talat ve Fitnat birbirlerine nasıl aşık olmuşlardır?

A) Ortak tanıdıkları sayesinde
B) Resmine bakıp
C) Vapurda karşılaştıklarında
D) Fitnat pencereden bakarken Talat’la göz göze geldiklerinde
E) Çamlıca'da gezerken

5) “Taaşşuk-ı Talat ve Fıtnat” adlı eserin sonu nasıl bitmiştir?

A) Talat ve ve Fitnat evlenmiştir.
B) Talat, sevdasından vaz geçmiştir.
C) Talat ve ve Fitnat ölmüş, Ali Bey delirmiş ve daha sonra o da ölmüştür.
D) Hacı Baba, Fitnat’ı evlatlıktan reddetmiştir.
E) Fitnat ve Ali Bey evlenmiştir.


6) “Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat” adlı eserin kahramanlarından Rıfat Bey’in annesinin adı nedir?

A) Ayşe Kadın
B) Kamile Hanım
C) Gülizar
D) Emine Kadın
E) Şerife Kadın

7) Üsküdar’da Toptaşı’nda bir konak sahibi zengin ve dul bir adam olan Ali Bey’le Fitnat’ı evlendirmeyi düşünen kimdir?

A) Şerife Kadın
B) Kamile Hanım
C) Gülizar
D) Emine Kadın
E) Ayşe Kadın

8) Türk Edebiyatında eserin önemi nedir?

A) İlk yerli roman olması
B) Nobel edebiyat ödülü alması
C) Polisiye roman olması
D) Göktürk alfabesi ile yazılması
E) Hiçbir önemi yoktur, sıradan bir kitaptır

Cevap Anahtarı :

1-D      2-C      3-E      4-D
5-C      6-B      7-A      8-A

Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat (Şemsettin Sami) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat

Kitabın Yazarı : Şemsettin Sami

Kitap Hakkında Bilgi :

Kitap olarak ilk basımı 1875 yılında yapılmıştır. Acıklı bir aşk hikayesini anlatan bu eser Osmanlıca harflerle basılmış ilk Türkçe roman örneğidir.

Kitabın adı olan Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat'ın anlamı Talat ve Fitnat'ın Aşkları'dır. Kitabın önemi Türk edebiyatının ilk yerli romanı olmasıdır.

Şemsettin Sami`nin ve Tanzimat Dönemi'nin roman türünde ilk yazılı eseridir. Eser aynı zamanda, Türk edebiyatında batılı anlamda romancılığın başlangıcı olarak kabul edilir. Yayınlandığı dönemin Hadika gazetesinde ilgiyle okunmuştur. Eser, o yıllardaki kültürel zenginliğe ışık tutarken; güçlü bir aşk karşısında, töre ve aile eleştirisi yapmakta ve bir anlamda okuyanların eğitilmesini amaçlanmaktadır.

Tam anlamıyla acıklı ve tipik bir aşk romanıdır. Aşık kimliği ve duygusallık daha ön plana çıkantılmıştır. Olaylar, hayatında ilk kez aşık olan Talat`ın ve Küçük yaşta eve kapatılan Fitnat`ın etrafında cereyan eder. Talat bir vesileyle Fitnatı` görür ve aşık olur. Öyle bir aşk ki sonunda aynlık acısı ve birbirlerine de kavuşamadan ölümle sonuçlanan bir aşk...

İlk görüşte aşık olan Talat ve Fitnat’ın trajik hikâyelerinin anlatıldığı Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat romanı, dönemin kadın erkek ilişkilerini, görmeden yapılan evliliklerin doğurduğu sorunları ele alır. Hemen her yaştan ve sınıftan kadının aile ve toplum içindeki konumlarına ilişkin meselelerini hikaye eden yazar, bununla da yetinmeyip Talat’ı kadın kılığında, tebdil-i kıyafet İstanbul sokaklarında dolaştırarak yaşadıklarını anlatır.

Kitabın Özeti :

Talat, küçük yaşta babasız kalmıştır. Annesi Saliha Hanım ve Arap kadın ile birlikte büyümüştür. Aksaray’da ufacık bir evde Saliha Hanım, dikiş dikmektedir. Talat, bir kalemde çalışmaktadır. İşe gidip gelirken tütün almak için Hacı Babanın dükkanına uğramaktadır. Hacı Babanın üvey kızı Fitnat'ı pencereden görür ve ona aşık olur. İlk görüşte hoşlanır ve devamlı Hacı Mustafa’nın dükkanına uğramaya başlar. Talat’ın bu aşkı karşılıksız değildir. Fitnat da kafes aralıklarından gördüğü Talat'a aşık olmuştur.

Fitnat, Hacı Mustafa’nın üvey kızıdır. Fitnat’ın annesi hamileyken Hacı Mustafa ile evlenmiştir. Bu evlilikten birkaç yıl sonra Fitnat’ın annesi ölmüştür. Ölmeden önce Fitnat’ın boynuna muska görünümlü vasiyetini yazıp kızın boynuna takmış ve on sekiz yaşına gelince o muskayı açıp okumasını söylemiştir.

Titiz ve huysuz bir adam olan Hacı Babanın, evlatlığının dışarıya çıkıp kimseyle görüşmesine izin vermemektedir. Fitnat, Şerife Hanımdan dikiş dersleri almaktadır. Bunu öğrenen Talat, tek çareyi Fitnat'a nakış gösteren Şerife Kadınla tanışmakta bulur. Bunun için de kız kılığına girerek ve Ragıbe adını alarak Şerife Kadının evine nakış öğrenmeye gider. Şerife Kadın, Fitnat'la Ragıbe'yi tanıştırır. Birlikte dikiş yaparlar ve aynı zamanda Fitnat can sıkıntısından kurtulur. Fitnat bu kızı sırdaşı olarak görür. Talat’a aşık olduğunu anlatır. Ragıbe sevincinden adeta uçmaktadır. Talat, Fitnat'ın da kendisine aşık olduğunu anlayınca, ona kendisini Talat'ın kız kardeşi olarak tanıtır. Talat her gün kıyafet değiştirerek Fitnat'ın evine gitmektedir.

Şerife Kadın, Üsküdar'da Toptaşı'nda bir konak sahibi zengin ve dul bir adam olan Ali Bey'le Fitnat'ı evlendirmeyi düşünür. Bu fikrini Hacı Mustafa’ya açar. Hacı Mustafa onayı verir. Fitnat ise bu haberi duyunca çılgına döner ve üzüntüden kendisini yıpratır. Ragıbe eve geldiğinde onu ağlarken bulur. Neden ağladığını sorar. Fitnat sevmediği bir adamla evlendirileceğini söyler. Ragıbe de kadın kılığından çıkar ve Talat olduğunu söyler. Fitnat artık geç olduğunu nikahının kendi rızası olmadan perde arkasında başka bir kızın evet demesiyle kıyıldığını anlatır. İki genç şayet evlenemeyecek olurlarsa intihar etmeye karar verirler. Fitnat ve Talat birbirlerine söz verir.

Fitnat’ın bu durumuna üzülen Şerife Kadın, Hacı Mustafa ile bir plan yaparlar. Onu yazlığa gidiyoruz diyerek düğün evine götürürler. Fitnat, evden ayrılmadan önce Talat’a mektup yazar tüm olanları anlatır. Mektuba gideceği evin adresini de yazar. Zavallı Fitnat, Ali Bey’in evine gelince tüm gerçeği öğrenir. Yine yataklara düşer. Ali Bey, Fitnat’ı ölen eşine benzetir. Fitnat, kendini Ali Bey'e teslim etmez. Aralarındaki tartışma esnasında Ali Bey, Fitnat'ın boğazından kopan ve elinde kalan muskayı açıp okuduğunda onun öz kızı olduğunu öğrenir. Ali Bey telaşla Fitnat'ın odasına geri döndüğünde vakit çok geçtir. Fitnat kapıyı üzerine kilitler ve canına kıyar. Genç kız bir çakıyla intihar etmiştir. Bu arada Talat da gelir. O da sevgilisini kanlar içinde görünce dayanamaz. Talat, Fitnat’ın öldüğünü görünce bayılır. Fitnat’ın babası olduğunu öğrenince şuur kaybı geçiren Ali Bey sadece altı ay yaşar. Talat da bu dertle uzun yaşamaz.

Yazar Hakkında Bilgi :


Şemsettin Sami (1850-1904) Dil bilgini, gazeteci, sözlükçü ve yazardır. Yanya’nın Fraşer kasabasında doğdu. Fraşer’de başladığı öğrenim hayatına Yanya’da, bir Rum okulunda devam etti. Bu okulda İtalyanca, Rumca, Eski Yunanca ve Fransızca öğrendi, bir yandan da özel hocalardan aldığı derslerle Farsça ve Arapçasını ilerletti.

1871’de İstanbul’a giderek Matbuat Kalemi’ne girdi. 1872’de Hadika’da gazetecilik hayatına atılan Şemsettin Sami, aynı yıl edebiyatımızın ilk telif romanı sayılan Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat’ı yayımlamaya başladı.

Trablusgarp, Sabah, Tercüman-ı Şark gazeteleriyle Aile ve Hafta dergileri onun gazetecilik ve dergicilik alanındaki diğer önemli faaliyetlerindendir. Fransızcadan İhtiyar Onbaşı ve Galetée oyunlarını tercüme edip yayımlar. Daha sonra Besa yahut Ahde Vefa adlı oyunu yazar ve oyun Osmanlı Tiyatrosu’nda sahnelenir. Seydî Yahya, Gâve yazarın tiyatro türündeki diğer yapıtlarıdır. Sefiller, Robinson gibi önemli eserleri dilimize kazandırır.

Cep Kütüphanesi serisinde mitolojiden kadınlara, İslam medeniyetinden astronomiye çok çeşitli konularda ansiklopedik nitelikte küçük kitaplar yazar. Bütün bu çalışmalarının yanı sıra asıl dikkatini dil üstünde toplayan Şemsettin Sami, Kamus-ı Fransevî (Fransızcadan Türkçeye/Türkçeden Fransızcaya sözlük) ve Kamus-ı Türkî (Türkçe sözlük) gibi iki önemli sözlük ile altı ciltten oluşan ansiklopedisi Kamusü’l-a’lâm’ı hazırlar.

Ömrünün son yıllarında Türkçenin en eski eserlerini araştırmaya yönelen yazar, Orhun Abideleri ve Kutadgu Bilig üzerine çalışmıştır. Kültür dünyamıza dil çalışmaları, sözlük ve ansiklopedi yazarlığı, çeviri, roman ve oyunlarıyla önemli katkılar sağlamıştır.

Oyuncu Anne (Şermin Çarkacı) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Oyuncu Anne

Kitabın Yazarı : Şermin Çarkacı

Kitap Hakkında Bilgi :

Ah be annesi, Çocuğunu al spora götür, oradan çık baleye git, oradan çık tenise, dönüşte oyuncakçıya uğra, alabildiğini al, çeşit çeşit oyun gruplarına üye ol, odasına pahalı oyuncakları yığ, eve gelince aç televizyonu sen de elinde cep telefonun yanında otur. Aaaa noldu, o kadar koşturdun ama çocuğun yine mi mutsuz? Ev işleri, hayat telaşı, o kurs bu kurs derken büyüyüverdi çocuklar değil mi?

Gel, gerçek nitelikli zamanın peşinde ol ve onunla oyna. Yeterince yaratıcı değilim ve ne yapacağımı bilmiyorum diyorsan, senin için yüzlerce oyun fikri paylaştım. Hepsi çok kolay, çok eğlenceli ve verimli. Hepsi üç çocukla bizzat denendi. Hadi sıva kollarını, birlikte mutlu çocuklar büyüteceğiz...

Eğer siz de Şermin Çarkacı gibi düşünüyorsanız yani çocuğunuzla güzel ve verimli zaman geçirmenin tek yolunun şu yukarıda sayılanlar olmadığına inanıyorsanız, işte bu kitap tam size göre…

Buza saklanmış penguenleri, bulgurdan yapılmış çölleri ve mavi çarşaftan denizleri çocuğunuzla paylaşmak istiyorsanız Oyuncu Anne ile tanışmanın tam zamanı…

Şermin Çarkacı‘nın Oyuncu Anne kitabı 160 sayfadan oluşmaktadır.

Oyuncu Anne kitabının gelirleri Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar Vakfı’na bağışlanmaktadır.

Kitabın Özeti :

Yazar; üç çocuk annesi ve  yoğunda bir iş kadınıdır. "Her oyuncağın kırılmaya hakkı vardır ama çocukların asla.’’ düşüncesiyle kitabın ilk sayfasında kendini belirtmiştir. Onları dinleyerek, izleyerek, nelerden daha çok hoşlandıklarını kestirmeye çalışarak oyunlar hazırlamakla işe başlamıştır. Bu dünyada daha mutlu, daha yaratıcı, daha sorgulayıcı çocuklar yetiştirmek için çalışan, araştıran, birilerine ulaşan, çaba harcayan ebeveynleri hedef aldığını belirtmiştir.

‘’Hangi eşya insanın çocuğundan daha değerli olabilir ki?’’ der. Yaşadığınız evin onunda evi olduğuna dikkat çekerek, sınırların, kuralların elbette olması gerektiğini ama ‘’ne kadar ve neden?’’ olacağını sorgulamamızı ister. İş çığırından çıkmadan hangi düzenlemelerle evi kontrol altına alacağımız konusunda fikirler vermektedir. Aynı zamanda oyuncakları kategorize edip, bunları saklama kabına koyma, kutuları şeffaf almak ve böylece aramada da kolaylık sağlayacağı üzerine fikirler sunar.

Ev işleri vakit alır, doğru. Ama ‘’şu işimi de yapayım çocuklarımla öyle ilgilenirim,’’ demek yerine ‘’çocuklarımla ilgileneyim de, işimi öyle yaparım,’’ denmesi gerektiğine dikkat çeker. Televizyon vakit alır, misafirler vakit alır, misafirliğe gitmek vakit alır… Ama en önemlisi çocuklar için zaman yaratmaktır.

Bizim zamanlarımızda ki onlarca oynadığımız sokak oyunlarını hatırlatır bize. Ne yazık ki artık sokak oyunlarının kalmadığını da! Yetinmemeyi, yaşadığımız şehrin en güzel parkını bulmayı, en çok ağaçlı, en aktiviteli, en kalabalık parkını bulmayı önerir. Çocuklardan birer doğa kaşifi ya da küçük çevreciler yaratma konusunda yol gösterir; hatta çocukların rozet, sertifika gibi ödül işlerini çok sevdiğini ve bunları bile kendimizin nasıl hazırlayabileceği konusuna değinir. Ve en önemlisi ağaç ve çiçek dikmenin önemini hatırlatır. Böceklerden korkmamayı, ağaçlarla konuşmayı, en güzel malzemenin doğa olup dışarıda resim yapabilmenin zevkini anlatır.

Sayfalarda ara ara oyun hikayeleri ile karşılarız. Oyunları için gerekli malzemeler anlatılır, kısaca yapımına geçilir. Her şey tamamlandığında oyun zamanı gelir. Bu zevkli zaman bittiğinde ise bu oyunun faydaları nelerdir, ‘’ sor bakalım ne diyecek?’’ kısmı ile de eğitim zamanı gelir.

Mesela suyun insanlar üzerindeki rahatlatıcı etkisini hepimiz biliriz. İşte yetişkinler kadar çocuklarda da yarattığı etkileri örneklerle anlatır. Hatta birlikte yapabileceğiniz onlarca ‘’Su Oyunu’’ fikrini sunar.

‘’Kıyafetlerin üzerindeki lekeler, aslında birlikte geçirdiğiniz zamanın izleridir. Ve ne güzeldir ki birlikte oynanan bir oyunun, çocuğun ruhunda bıraktığı izleri hiçbir leke çıkarıcı silemeyecektir,’’ deyip hem fikrini hem duygusunu katarak oyundan oyuna koşuyor.

Aslında oynadıkları her oyunla bizleri onların anına götüren anne yazar; zaman zaman esprili bir dille kendi çocukluğuna da dönmeden edemez. Hayatında edindiği en hayırlı, en değerli davranışının kitap okumak olduğunu söyler ve çocuğunun okumadığından dert yanan anneleri ‘’ Peki sen okuyor musun?’’ diyerek dürter.

Her anne için en büyük problemlerden birine de değinir: Yemek Yeme! Daha doğrusu yedirememe diyelim. Oysa bu yazarımız için oldukça kolaydır hatta nispet yapar gibi keyif aldığından bile bahseder. Nasıl mı? Özel yemek tabakları, servis altlıkları, renkli bardaklar… Gibi bir sürü fikre değinir. Mesela omletten yüz, peynirden bulut yaptınız mı? Peki, birlikte yaptığınız yemekleri alıp, herhangi bir odada piknik yapmaya kalktınız mı? Ya da dolma biberin öyküsünü duydunuz mu? Bunlar gibi fikirler…

Herkes yaratıcı çocuklar istiyor. ‘’İyi de siz evde çocuğunuzun hayal dünyasını genişletmek için neler yapıyorsunuz?’’ diye soruyor yine yazar ve deneyebileceğiniz yollar ve örneklerden bahsediyor. Tabii Hababam Sınıfı’ nın kimya deneyi gibi sonu patlamayla bitecek denemeler yapmamaya da dikkat çekiyor. Sınırlara akılı kalmamayı resmin illa resim kağıdına yapılmayacağını söylüyor. ‘’Özgürlük tanı, her şeyden önce sen; inan, hayal et, araştır,’’ diyerek sesleniyor.

Çocuklara iyi bakmanın, doyurmanın, korumanın annelik olmadığının mesele; onların ruhlarını, kalplerini, zihinlerini doyurup korumak olduğunun altını çiziyor. Çocuğunun nelerden hoşlandığını, nelere nasıl tepki verdiğini en iyi anne babanın bilmesi gerektiğini hatırlatıyor.

Hastalanmış çocuklarla oyun oynamanın, hiçbir şey yokken varmış gibi hayal kumanın sınırının olmadığının, oyuncağın sadece oyuncakçıdan alınmayacağının, korkuları yenebilmenin oyun haline getirilmesinin, klasik oyunlara yaratıcılıkla dokunmanın ve aslında çocuklardan öğrenecek çok şey olduğunun konularını ayrı başlıklar altında anlatıyor.

Bu enerji yüklü, macera dolu yazar anne, bir de üşenmeyip kitabın sonunda gün gün, ay ay uygulanacak birde yıllık tablo hazırlamıştır.

24 Ekim 2019 Perşembe

Şu Bizim Hortlak (Oscar Wilde) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Şu Bizim Hortlak

Kitabın Yazarı : Oscar Wilde

Kitap Hakkında Bilgi :

Oscar Wilde’ın 1887 yılında yazdığı, Türkçeye Şu Bizim Hortlak adıyla çevrilen bu kitap, Amerikalı Bakan Bay Otis ve ailesinin İngiltere’deki Canterville Şatosu’nu satın almak istemesiyle başlar. Şato’da yüzyıllardır Sir Simon de Canterville adında bir hortlak yaşamaktadır. Şato’nun sahibi Lord Canterville buranın hortlaklı olduğu konusunda Bay Otis’i uyarır. Ne var ki Otis, hayaletlere inanmadığını söyleyerek Şato’yu satın alır ve ailesiyle Şato’ya yerleşir. Rahatı kaçan hortlak, Otisleri Şato’dan kaçırmaya kararlıdır. Ama karşısında Yenidünya’dan gelme, gözü pek, doğaüstü varlıklara inanmayan kişiler vardır! Böylece tümü kendilerini olağandışı ve beklenmedik bir macera içinde bulur.

Oscar Wilde’ın fantastik bir kurgu, hınzır bir mizah duygusuyla kaleme aldığı ve Nihal Yeğinobalı’nın güzel Türkçesiyle dilimize taşıdığı Şu Bizim Hortlak, okurları, heyecanlı ve eğlenceli bir yolculuğa çıkaracak.


Şu Bizim Hortlak çocuklar için yazılmış bir hikayedir. Canterville Hortlağı olarak da bilinen bu öykü gotik bir öykü özelliği taşımaktadır.
Kitabın Özeti :

Zengin bir Amerikalı olan Horace B. Otis ve ailesi İngiltere’deki Canterville Şatosu’nu satın almak ister. Lord Canterville onları bu evi almamaları konusunda uyarır. Fakat Horace B. Otis bu şatoyu alır ve ailesi ile birlikte bu şatoya taşınır. Bay Otis, bu eve büyük oğlu Washington, kızı Virginia ve iki küçük oğlu ile gelip yerleşir.

Fakat bu ev Sir Simon'un şatosudur. Bu evde yüzyıllardır Sir Simon de Canterville’nin hortlağı yaşamaktadır. Horace B. Otis ve ailesini şatonun sahibi Lord Canterville buranın hortlaklı olduğu konusundaki uyarır. Bu uyarıya rağmen Bay Otis, hayaletlere inanmadığını söyleyerek şatoyu satın alır ve ailesiyle birlikte şatoya yerleşir.

Rahatı kaçan hortlak, Otisleri şatodan kaçırmaya kararlıdır. Ama karşısında gözü pek, doğaüstü varlıklara inanmayan kişiler vardır! Fakat her şey Bay Otis’in düşündüğü gibi değildir. Şatodaki hayalet devreye girmiştir. Bay Otis ve ailesini huzursuz etmek için faaliyetlerine başlamıştır. Nitekim aile şatoya yerleştikten sonra garip şeyler de olmaya başlamıştır. Örneğin Bay Otis’in oturma odası olarak seçtiği odanın tavanından yere kan damlamaktadır.

Temizlikçi Bayan Umney, yerdeki kan lekesinin Lady Eleanore de Canterville'nin kocası Sir Simon de Canterville tarafından öldürüldüğü 1575 yılından beri bu kan lekesinin burada olduğunu iddia etmiştir. Otis bu kanları temizler, ancak kan lekesi ertesi sabah tekrar ortaya çıkmıştır. Her gün temizlenen leke her gün yeniden ortaya çıkmaktadır. Lekenin inatla yeniden ortaya çıkması ve evin etrafındaki diğer garip olaylar, onları hayalet söylentisinin tamamen temelsiz olamayacağını düşündürmeye başlamıştır.

Üstelik Bay Otis, bir gün zincir sesleri ile uyanmış uykusundan uyanıp kalktığında korkunç bir hayaletle karşılaşmıştır. Bu arada evin ikizleri de işi şakaya vurmuşlardır. Kendilerini korkutmaya gelen hayaletleri korkutmak için bir takım muziplikler de yapmaya başlamışlardır. Bu durum yüzlerce yıldır şatoya gelenleri korkutmaya alışkın olan hayaletlerin canlarını sıkmaya başlamıştır.

Fakat Bay Otis, bunun başka bir anlamı olduğundan kuşkulanmakta bu kan lekelerini kimin döktüğünü anlamaya çalışmaktadır. Nihayetinde bunun kan lekesi olmadığını ve boya olduğunu anlar. Daha sonra yaptığı araştırmalar sonucunda bu boyaların kızı Virginia Otis'in boyaları olduğu anlaşılır.

Bu arada, genç Cheshire Dükü evin genç kızı Virginya’ya aşık olmuş ve Canterville Chase’te kalmaya gelmiştir. Genç Dük, bir gece Virginya’nın odasına gizlice girmeye çalışırken tesadüfen hayaletlerin kullandığı gizlenme yerini bulur. Dük ile Virginya bu delikten geçerek kaybolurlar.

Bay Otis ve ailesi kızlarını bulamayınca hayaletlerin onu kaçırdığını düşünür. Fakat biraz sonra Dük ile Virginya ortaya çıkarak şatodaki gizemleri ve sırları keşfettiklerini anlatırlar.

Şatonun gizemleri ortaya çıkmış Dük ile Virginya’da evlenme hazırlıklarına başlamışlardır.

Bencil Dev (Oscar Wilde) Kitabının Özeti, Konusu, Tahlili


Kitabın Adı : Bencil Dev

Kitabın Yazarı : Oscar Wilde

Kitap Hakkında Bilgi :

Bencil Dev, ilk yayınlanma tarihi Mayıs 1888 olan Oscar Wilde’nin (1854-1900) yazdığı bir hikayesidir. Öykü çocuklar için yazılmış olmasına rağmen daha ziyade büyüklere verdiği mesajları ile dikkati çekmektedir.
Dev'in yalnızlıktan buz kesen bahçesinde, ağaçlar yeniden çiçeklenecek mi? Bahar tüm renklerini alıp geri gelecek mi? Çocuklar bencilliğin duvarını yıkabilecekler mi?

Kitabın Özeti :

Çocuklar okuldan çıktıktan sonra Bencil Dev'in bahçesinde oynardı. Bu bahçe güzel bir bahçeydi. Bu bahçede iki tane şeftali ağacı vardı. Bahçede çok güzel çiçekler de açardı. Çocuklar bu güzel bahçede eğlenirlerdi.

Bir gün arkadaşı Kornval Büyücüsünü ziyarete gitmiş olan Dev bu bahçeye geri döndü. Arkadaşının yanında yedi yıl kalmış, artık evine gelmişti. Gelir gelmez de bahçede oynayan çocukları görmüştü. "Ne yapıyorsunuz burada? Kendimden başka hiç kimsenin de orada oynamasına izin vermem!" diye bağırmış. Devden korkan çocuklar korkup koşarak kaçmışlar. Daha sonra dev bahçesini duvarla ördürmüş. Sonra çocuklar bahçenin yanına gelip bahçe hakkında konuşmaya başlamışlar. Daha sonra bahçe duvarı üstüne "Duvarı aşanlar cezalandırılacaklardır." diye yazan bir levha da asmıştı.

Zavallı çocukların oynayacak yeri kalmamış o bahçede oynadıkları günleri özlemeye başlamışlardı. Kış geçtikten sonra her yere bahar gelmiş ama Dev’in bahçesi hala yeşermemişti. Çocuklar yok diye kuşlar da artık oraya gitmiyorlardı. Üstelik tüm dolular da devin bahçesine yağıyordu. Bencil Dev, kışta kalmış bahçesine bakıyor, bahçesine baharın gelmemesine çok şaşıyordu. Aradan zaman geçmiş. Her yerde çiçekler açmış ilkbahar gelmiş. Fakat devin bahçesi hala kışmış. Dev bahçesine bakmış durmuş ama hep aynı kışmış.

Bahar da yaz da geçmiş Güz her bahçeye meyve vermiş ama Dev'in bahçesine hiçbir şey vermemişti. Bir sabah Dev güzel bir ezgi duydu. Bu ses penceresinin dışında öten küçük bir kuş sesiydi. Dev kuş sesi duymaya duymaya kuş sesini unutmuştu. Bu ses ona dünyanın en güzel müziği gibi geldi.

Dev, ilkbahar geldi diye dışarı bakmış. Duvarın küçük bir deliğinden çocuklar içeri girivermişler, ağaçların dallarına tırmanmışlar. Çocuklar ağaçlara çıkmışlar, ağaçlar da çocukların gelmesiyle baştanbaşa çiçeklere bürünmüştü.
Ama bir köşe hala kıştı. Orada bir çocuk duruyor küçük çocuk ağaca yetişemiyor acı acı ağlıyordu. Dev, bahçesine ilkbaharın neden uğramaz olduğunu anlamıştı. Çocukların olduğu yerler ilkbaharmış sadece. Bencilliği yüzünden ona bahar gelmiyordu.

Bunun üzerine Dev o küçük çocuğu da ağacın üzerine çıkarmak için merdivenden aşağı inip bahçeye çıktı. Ama çocuklar onu görünce öyle korktular ki hep kaçıştılar. Ve bahçeye kış geri döndü. Ama o küçük çocuk gözleri yaşla dolmuş ve Dev'in geldiğini göremediği için kaçmamıştı. Dev ona gizlice yaklaşıp çocuğu ağacın başına çıkardı. Ağaç hemen çiçek açmış kuşlar da gelip ötmüştü.

Dev, koca bir balyoz alıp bahçesinin duvarlarını da yıkıp bahçesini çocukların oyun alanı haline getirmiş. Öteki çocuklar da koşa koşa geri dönmüşler, bahar da onlarla birlikte tekrar bahçeye dönmüş. Çocuklar ile Dev, bütün gün oynamışlar. Ama Dev’in ağaca çıkardığı çocuğu arayıp bulamamışlar.

Dev, "Hani ağaca çıkardığım çocuk?" diye sordu. Çocuklar, "Bilmiyoruz, gitmiş," demişlerdi. Dev, "Ona söyleyin, yarın kesinlikle gelsin," demiş ama çocuklar onun nerede oturduğunu bilmediklerini, kendisini daha önce hiç görmediklerini söylemişler.

Her akşam okul kapanınca, çocuklar gelip Dev'le oynuyorlardı. Ancak Dev'in sevdiği küçük çocuk artık hiç görünmüyordu..

Yıllar geçmiş Dev’de artık çok yaşlanmıştı. Bir koltukta oturuyor bahçesinde oynayan çocuklara bakıyordu. Bir kış sabahı bahçenin en uzak köşesinde, güzel beyaz çiçeklere bürünmüş bir ağaç görmüştü sanki. Ama bu mevsimde böyle bir şey olamazdı. Ağacın dallarından meyveler sarkıyordu. O ağacın altında da yıllardır aradığı o küçük çocuk duruyordu.

Dev büyük bir sevinçle bahçeye doğru koştu. "Sen, bunca zamandır neredesin?" diye sorarken içine bir korku düştü. Çocuk, Dev'e gülümsedi, "Ben de sizi kendi bahçeme, cennete götüreceğim," dedi.

 Diğer gün çocuklar devin bahçesine geldiklerinde devi bir ağacında altında ölü olarak bulmuşlar.

Vezir Nureddin, Kardeşi Vezir Şemseddin ve Hasan Bedreddin Öyküsü 2 - Binbir Gece Masalları


Masalın Adı : Vezir Nureddin, Kardeşi Vezir Şemseddin ve Hasan Bedreddin Öyküsü

Masalın Yazarı : Binbir Gece Masalları

Yirmi Üçüncü Gece Gelince Söze başlamış;

Ey bahtıgüzel şahım! İşittim ki, Halife Harun Resid'in veziri Cafer-ül Barmaki öyküsünü şöyle sürdürmüş: Vezir Şemseddin, yeğeni Hasan Bedreddin'in kaybolduğunu görünce, kendi kendine, "Dünya ölüm kalım dünyası olduğuna göre, ben tedbirlerimi alayım! Elbet bir gün Hasan nasıl bırakıp gittiyse öylece çıkagelir" demiş. Ve vezir Şemseddin, bir yazı masası, bir kalem ve bir tabaka kağıt almış ve evinin tüm eşyasınıbirer birer kayda geçirmiş. Örneğin, 'Falan dolap, falan yerde; falan perde falan yerde!" şeklinde saptamalar yapmış. Bunu bitirince kağıdı, kızı Sitt-ül Hüsn'e okuduktan sonra katlamış ve evrak kasasına yerleş­tirmiş. Bundan sonra Hasan'ın eşyalarını, sarığı, külahı, içdonunu, kuşağı, giysiyi ve keseyi toparlamış ve bir paket yapıp büyük bir dikkatle kapatmış.

Vezirin kızı Sitt-ül Hüsn'e gelince, ilk düğün gecesinden sonra gerçekten hamile kalmış ve tam dokuz ay sonra, zamanında, ay par­çası gibi, babasına her bakımdan benzeyen bir oğlan doğurmuş. Onun kadar güzel! Onun kadar nazik! Ve de onun kadar mükemmel! Doğduğunda, kadınlar onu yıkamışlar ve gözlerine sürme çekmişler sonra göbekbağını kesmişler ve onu dadılara ve sütanneye teslim etmişler. Şaşırtıcı güzelliğinden ötürü, adını da Acip koymuşlar. Herkesin hayran olduğu Acip, gün be gün, ay be ay, yıl be yıl, büyüyüp yedi yaşına geldiğinde, dedesi Vezir Şemseddin onu çok ünlü bir hocanın okuluna yollamış ve çocuğu bu hocaya emanet etmiş. Ve Acip, her gün, babası sandığı dedesinin sadık kölesi Sait'in eşliğinde, öğleleri ve akşamları eve dönmek kaydıyla, okula gitmiş. Böylece beş yıl geçmiş, o sırada on iki yaşına ulaşmış. Acip, okuldaki öteki öğrencilere dayanılmaz şekilde kötü davranıyormuş, onları dövüyor, onlara sövüyor ve "İçinizden hanginiz benim gibisiniz? Ben Mısır vezirinin oğluyum!" diyormuş.

Sonunda, çocuklar birleşmiş, Acip'in kötü davranışları hakkında hocaya şikâyette bulunmaya gitmişler. O zaman, okul hocası, vezirin oğluna vereceği ihtarların bo­şa gideceğini ve de vezirin oğlunu okuldan kovmak istemediğinden, çocuklara, "Size, ona söyleyebileceğiniz bir şey öğreteceğim. Böylece bundan sonra okula gelemez! Yarın oyun oynarken hepiniz Acip'in yöresine toplanın ve birbirinize, 'Vallahi! Çok ilginç bir oyun oynayacağız, bugün! Ama bir şartla, hiç kimse adını, anasının adını ve babasının adını yüksek sesle söylemedikçe bu oyuna girmeyecek! Çünkü anasının babasının adını söyleyemeyen çocuk piçtir ve bizimle oynayamaz!' deyin" demiş. Böylece, ertesi gün, Acip, okula geldiğinde, çocuklar onun yöresinde toplanmışlar, aralarında anlaşmışlar ve içlerinden biri, "Ah, gerçekten evet! Bu harika bir oyun! Ancak bu oyuna kendi ana-babasının adını söylemedikçe hiç kimse girmeyecek! Haydi bakalım! Sırayla!" demiş Âcip. Şaşılacak şey "Bunun üzerine çocuğun biri ilerleyip, "Benim adım Nebih! Annemin adı Nebiha! Babamınki İzzettin!" demiş. Sonra bir diğeri ileri çıkıp, "Bana Necip derler! Anneme Cemile! Babama da Mustafa!" demiş, sonra da bir üçüncüsü, bir dördüncüsü ve diğerleri aynı şekilde kendilerini ve ana-babalarını tanıtmışlar. Sıra Acip'e gelince, gururlanarak, "Benim adım Acip! Anneminki Sitt-ül Hüsn! Babamınki Mısır Veziri Şemseddin!" demiş. Bunu duyan çocuklar bağrışmışlar, "Hayır, vallahi! Vezir hiç de senin baban değil!" diye... Acip hiddetlenerek, "Allah belanızı versin! Vezir benim babamdır!" diye haykırmış. Fakat çocuklar alay etmeye ve el çırpmaya başlamışlar ve "Defol! Sen babanın adını bilmiyorsun! O senin büyükbabandır! Şemseddin asla senin baban değildir! Büyükbabandır, annenin babası! Bizimle oynayamazsın!" demişler.

Ve çocuklar kahkahalar atarak dağılmışlar. Bunu duyan Acip'in göğsü daralmış, hıçkırıklarla boğulur gibi olmuş! Fakat hemen yanına gelen okul hocası, ona, "Nasıl Acip, vezirin senin baban değil, annen Sitt-ül Hüsn'ün babası, yani büyükbaban olduğunu hâlâ bilmiyor musun? Babana gelince, onun kim oldu­ ğunu ne sen, ne biz, ne de hiç kimse bilmiyor. Çünkü Sultan, Sitt-ül Hüsn'ü kambur seyisle evlendirmişti fakat seyis Sitt-ül Hüsn ile yatamamış ve bütün kentte, düğün gecesi, onu bir ecinninin kapalı tuttuğunu ve Sitt-ül Hüsn ile yatmaktan engellediğini anlatmış. Ve de mandalara, eşeklere, köpeklere ve benzerlerine dair şaşırtıcı öyküler anlatmış. Böylece, Acip, kimse senin babanın kim olduğunu bilmiyor! Bundan dolayı Tanrı'nın ve seni bir piç olarak bilen arkadaşlarının önünde daha alçakgönüllü ol! Zaten Acip, kesinlikle babası tanınmayan ve pazarda satılan bir çocukla aynı durumdasın! Bir kez daha söylüyorum: Vezir Şemseddin sadece senin büyükbabandır ve baban bilinmemektedir. Bundan dolayı alçakgönüllü davran!" demiş. Okul hocasının bu konuşması üzerine, küçük Acip koşarak annesi Sitt-ül Hüsn'ün yanına varmış, ağlamaktan, hıçkırmaktan öylesine bitkinmiş ki, ilkin hiçbir şey söyleyememiş.

Annesi onu böyle tedirgin görünce teselli etmeye çalışmış ve ona, "Çocuğum, derdinin nedenini annene söyle!" demiş ve onu kucaklayıp öpmüş. Bunun üzerine küçük Acip, ona, "Söyle bana anne, benim babam kim?" diye sormuş. Ve Sitt-ül Hüsn çok şaşarak ona, "Vezirdir, oğlum!" demiş ama, Acip ağlayarak, "Oh, hayır! O benim babam değil! Gerçeği benden saklama! Vezir sadece senin baban! Benim babam değil! Hayır, hayır! Ya bana gerçeği söylersin ya da şu hançerle vurur kendimi öldürürüm!" demiş. Ve küçük Âcip annesine okul hocasının sözlerini tekrarlamış. Sitt-ül Hüsn, bunun üzerine, yeğeni olan kocasını, onunla ge­çen düğün gecesini ve de Basralı Hasan Bedreddin'in tüm güzelliği ve akıllara durgunluk veren cazibesini hatırlayıp heyecanla ağlayıp hıçkırarak şu dizeleri okumuş:

Yüreğimde arzuyu tutuşturup uzaklara gitti! Barınağımızdan uzaklara! Benim zavallı aklım da uçup gitti; o dönünceye kadar da geri gelmeyecek. Ama ben onu beklerken, yatıştırıcı uykuyu ve tüm sabrımı yitirdim! O beni bırakıp gitti, onunla birlikte mutluluğum da beni terk etti, huzurum da! Benî terk etti, gözyaşlarını onun yokluğuna adandı, akıp duruyorlar, denizleri dolduran dereler oluştururcasına! Arzumun beni ona taşımadığı bir gün bile yok! Yokluğunun acısını anmadan yüreğim de çarpmıyor! Hayali ruhumda belirir belirmez aşkım, arzularım ve anılarım çoğalıyor! Günün ilk saatlerinden başlayarak, gözlerimin önünde beliren daima onun sevgili hayalidir ve bu hep böyledir! Çünkü başka düşüncem, başka aşklarım yok ki! Sonra da hıçkırmaktan başka bir şey elinden gelmemiş.

Ve Acip, anasını ağlar görünce, o da ağlamaya başlamış. Ve, her biri kendi köşesinde ağladığı sırada haykırmalar, ağlamalar duyarak vezir içeri girmiş. Çocuklarını böyle ağlar görünce, onun da yüreği parçalanmış ve onlara, "Çocuklarım, niçin böyle ağlıyorsunuz?" diye sormuş. Bunu duyan Sitt-ül Hüsn, küçük Acip'in okuldaki çocuklarla olan serüvenini anlatmış. Ve vezir, bu Öyküyü duyunca, geçmiş günlerin tüm felaketlerini yeniden hatırlamış, kendi başına gelenleri, kardeşi Nureddin'in, yeğeni Hasan Bedreddin'in ve de en sonra kü­çük Acip'in başına gelenleri. Ve bütün bu anılar bir araya gelince, o da ağlamaktan kendini alamamış. Ve umutsuzca Sultan'ın katı­na çıkarak ona, kendi adına ve çocuklarının adına bu durumun devam edemeyeceğini söylemiş ve yeğeni Hasan Bedreddin'i bulabileceği Basra kentine ulaşmak üzere Doğu'ya doğru geziye çıkmak için izin istemiş. Sonra da Sultan'dan gideceği her ülkede yeğenini aramak ve bulunca alıp getirmek üzere gerekli araştırmaları yapmak üzere, yanında götürebileceği ve ilgililere gösterebileceği fermanlar talep etmiş. Sonra da acı acı ağlamış. Yüreği parçalanan Sultan, onun tüm ülkelerde ve tüm eyaletlerde kullanabileceği fermanları yazıp kendisine vermiş.

Vezir buna çok sevinmiş, Sultan'a teşekkürler ve saltanatının devamı için dualar etmiş ve sonra yere kapanıp önünde yeri öperek izin alıp huzurdan çıkmış. Ve o saatten başlayarak yol hazırlığına başlamış. Kızı Sitt-ül Hüsn ve torunu Acip'i de yanına alarak yola koyulmuş. Kafile ilk gün, ikinci gün, üçüncü gün ve bunları izleyen günler Şam doğrultusunda yol alarak sonunda güvenle Şam'a ulaşmış, tüm kapılarını Midan'dan Hasba'ya kadar geçmişler, yollarını sürdürmeden önce çadır kurup iki gün orada dinlenmişler. Şam'ın ağaçlar, akarsularla donanmış hayranlık uyandıracak güzellikte bir kent olduğunu görmüşler. Kent, şu dizelerle onu öven şairin anlattığı gibiymiş: Şam'da bir gün bir gece geçirdim. Şam! Onu kuran, ona benzer bir kentin bir daha yapılamayacağına yemin etmiş âdeta! Gece, Şam'ı kanatlarıyla örter, aşkla dolu... Sabah onun üzerine tıkız ağaçların gölgesini serer! Ağaçların dallarındaki şebnemler şebnem değil, incidirler! Onları sarsan sabah yeline karşın, inciler, kar gibi düşer! Orada, ormanlarında, her şeyi yapan Doğa'dır. Kuşlar sabah ötüşlerini yapar, gölün suyu açık, beyaz bir kitap sayfasıdır, meltem yanıt verir ve kuşların söylediklerini yazar ve beyaz bulutlardan düşen yağmur tüm durgun sulara şiirler düzer! Böyle olunca vezir ile yanındakiler gidip kenti görmek ve çarşı­larından ihtiyaç duyduklan şeyleri satın alıp Mısır'dan getirdikleri şeyleri de satmışlar. Ünlü hamamlarında yıkanmışlar ve tüm dünyada bir eşi daha bulunmayan Beni-Ümmiye Camii'ne gitmişler.

Acip'e gelince, o da,iyi yürekli Sait'in eşliğinde, kente eğlenmeye gitmiş. Haremağası, onu birkaç adım geriden izliyormuş ve elinde bir vuruşta bir deveyi öldürebilecek bir kamçı tutuyormuş çünkü Şam halkının kötü ününü biliyormuş ve bu kamçıyla efendisi güzel Acip'e yaklaşmalarını önlemek istiyormuş. Ve, gerçekten, yanılmamış çünkü güzel çocuğu görür görmez, Şam halkı onun ne denli zarif ve çarpıcı olduğunun farkına varmış; onun kuzey rüzgârından da tatlı, susuz kalınca özlenen su kadar taze ve hasta olunca özlenen sağlık kadar hoş olduğundan söz etmişler ve yollardaki herkes Acip'i izleyip durmuş, kimileri de hızla onları geçip ilerde, geçişini daha iyi ve daha uzun seyretmek için yere oturmuşlar.

Sonunda talihin iradesiyle, Âcip ve haremağası, bir tatlıcı dükkanının önüne gelmişler ve kendini bilmeyen bu kalabalıktan kaçınmak için dükkana girmeye niyetlenmişler, Oysa, bu dükkan, Acip'in babası Hasan Bedreddin'in işlettiği dükkanmış. Hasan'ın babalığı ihtiyar tatlıcı ölmüş ve dükkan miras yoluyla Hasan'a kalmış imiş. O gün Hasan, nar taneleri ve diğer şekerli ve lezzetli şeylerle nefis bir tatlı hazırlamakta imiş. Âcip ile kö­lenin dükkanın önünde durduklarını görünce, Hasan küçük Âcip'in güzelliğiyle büyülenmiş, sadece büyülenmemiş, ilahi bir hisle ve tüm yüreğiyle olağan dışı heyecanlanmış ve içi sevgiyle dolu, "Ey benim genç efendim, sen ki kalbimi fethedip tüm varlığımda saltanat kurdun! Sen ki, tüm benliğimi kendine çektin. Dükkanıma girerek bana onur verir misin? Sadece merhamet edip yaptığım tatlıların çeşnisine bakar mısın?" demiş. Bu sözleri söylerken, Hasan, kendine karşın, gözlerinde yaşlar belirmesini önleyememiş, geçmişteki durumuyla şimdiki durumunu hatırlayıp ağlamış. Acip, babasının sözlerini işitince, onun da yüreği hüzünlenmiş, köleye dönerek, ona, "Sait! Bu tatlıcının konuşmaları yüreğime dokundu. Her halde uzaklarda bırakmak zorunda olduğu bir çocuğu olsa gerek! Ben galiba ona bu çocuğu hatırlattım! Kim bilir belki biz onun acısını dindirirsek, Tanrı da bize acır ve babamı aramak için yaptığımız araştırmalarda yardımcı olur" demiş.

Acip'in bu sözlerini duyunca, haremağası, "Vallahi, efendim, hiç gerekmez! Oh! Sakın ha! Bir vezirin oğluna çarşıdaki bir tatlıcı dükkânına girmek yaraşmaz ve de öyle orta yerde bir şeyler yemek hiç olmaz! Ya, hayır! Bununla birlikte, şu edepsiz ve kendini bilmez takımının seni rahatsız edeceği endişesiyle dükkana girmek istiyorsan, ben onları uzaklaştırmayı ve seni onlara karşı savunmayı şu kamçıyla pekâlâ sağlayabilirim! Ama dükkana girmeye gelince, bak bu olmaz!" demiş. Haremağasının sözlerini duyunca Hasan çok üzülmüş ve gözleri yaşla dolu, yanakları ıslak, haremağasına dönerek, ona, "Ey saygı­ değer kişi, merhamet edip dükkanıma girmenin zevkinden beni niye mahrum etmek istiyorsunuz? Sen ki, bir kestane kadar karasın! Ama için tıpkı onunki kadar beyazdır! Sen ki, tüm şairlerimizin hayranlık uyandıran dizeleriyle övülmüş gibisin! Gel de sana için kadar dışının da beyaz olmasının sırrını açıklayabileyim!" demiş. Yiğit haremağası bunu duyunca çok gülmüş ve "Doğru mu, doğru mu bu söylediğin? Yapabilir misin? Ama nasıl? Bunun sırrını bana hemen açıkla!" demiş.

Hasan Bedreddin de ona, hemen haremağalarını öven bir şiirin dizelerini okumuş: Onun hoş nezaketi ve tavırlanndaki zarafet ve de davranışların daki asalet, hükümdarların saraylarının saygıdeğer koruyucuları olmalarına yetmiştir! Harem için, eşi bulunmaz hizmet erleridir onlar! Kibarlıklarından ötürü, gökteki melekler, kendi sıraları gelince, yere iner ve onlara hizmet ederler! Bu dizeler, gerçekten, öylesine olağanüstü ve duruma uygunmuş ve o kadar güzel okunmuş ki, haremağası hem duygulanmış hem de müthiş iltifat görmüş olduğundan, Acip'in elinden tutarak tatlıcının dükkânına onunla birlikte girmiş.

Bunu görünce Hasan Bedreddin çok sevinmiş ve onların onuruna ne yapacağını bilememiş. Sonra, en güzel kaselerinden birini almış onu nar tanesi, şeker ve soyulmuş bademle doldurmuş ve üzerlerine yeterince nefis kokular serpmiş, sonra da işlemeli ve kabartmalı bakır tepsilerinden en gösterişlisini seçerek kaseyi bununla sunmuş. Ve tatlıyı memnunluk işaretleri yaparak yediklerini görünce ruhu çok okşanmış ve çok memnun olmuş ve onlara, "Gerçekten, benim için ne büyük şeref! Ve de ne bahtlı bir gün! Hoş olsun, afiyet olsun!" demiş. Küçük Acip, ilk lokmaları yedikten sonra, tatlıcıya, "Bizimle oturabilir ve yiyebilirsin! Allah da bizi araştırmalarımızda yardım ederek ödüllendirir" diyerek tatlıcıyı yanlarında oturmaya davet etmiş. Bunu duyan Hasan Bedreddin, "Nasıl, çocuğum! Sen, bu kadar genç yaşta, sevdiğin birini yitirerek derde mi düştün?" diye sormuş. Acip de, "Elbette yiğit adam, yüreğim şimdiden sevgili bir varlığın yokluğuyla yanıp tutuşuyor! Ve bu çok sevilen varlık benim öz babamdır. Ve büyükbabamla birlikte, tüm ülkeleri gezerek onu arıyoruz" diye yanıt vermiş.

Sonra küçük Âcip bu anıyla ağlamaya başlamış;.Bedreddin de bu ağlayışa katılmaktan kendini alamamış, o da ağlamış. Ve haremağası da buna yürekten katılarak başını sallamış. Ancak bütün bunlar, kokulu ve büyük bir sanatla hazırlanmış, nefis nar tatlısına onur vermekten onları alıkoymamış. Öyle nefismiş ki yedikleri şey, doyuncaya kadar kaşık sallamışlar. Ancak, zaman epeyce geçtiği halde, Hasan farkında değilmiş, haremağası ile Acip ayrılır ayrılmaz, Bedreddin, sanki ruhunun da onunla birlikte sürüklenip gittiğini sanmış ve onu izlemek arzusuna karşı çıkamayarak çabucak dükkanını kapatmış, hiçbir şekilde Acip'in kendi oğlu olduğunu aklına getirmeden, çıkıp aceleyle onları izlemiş ve Şam'ın büyük kapısından dışarı çıkmadan onlara ulaş­ mı. O sırada haremağası, tatlıcının kendilerini izlemiş bulunduğunun fark etmiş, dönüp ona "Neden bizi izliyorsun, tatlıcı?" diye sormuş. Bedreddin de, "Sadece kentin dışında görülecek ufak bir işim olduğu için, birlikte yürüyelim diye size ulaşmak istedim, sonra da dönecektim. Zaten, sizin ayrılışınız, canımı bedenimden kopardı!" demiş.

Bu sözleri duyan haremağası çok kızmış ve kendi kendine, "Gerçekten, bu tatlı kasesi bize çok pahalıya patladı! Felaket kasesi imiş adeta! Bu tatlıcı hazmetmeye çalıştığımız şeyleri bize kusturtacak, işte şimdi de bir yerden öbür yere peşimizden koşup duruyor!" diye söylemiş. O sırada Acip dönerek tatlıcıyı görmüş, yüzü kızararak kekelemeye başlamış: "Sait! Bırak ne yaparsa yapsın! Tanrı'nın yolları tüm Müslümanlara açıktır" demiş, sonra da "Ama bizi çadırlara kadar izlerse, o zaman gerçekten beni izlemekte olduğunu anlarız ve onu kovmaktan geri durmayız!" diye eklemiş. Sonra Acip başı­nı eğmiş ve yoluna devam etmiş, haremağası da birkaç adım gerisinden onu izlemiş. Hasan'a gelince, onları Midan'dan çadırların kurulduğu Hasba'ya kadar izlemeyi sürdürmüş. Bu sırada Acip ile haremağası geri bakıp onu birkaç adım artlarında görmüşler.

Acip de, bu kez, sinirlenmiş ve olup bitenleri bir tatlıcıya girdiklerini ve tatlıcının sonradan kendilerini izleyerek altlarından geldiğini, haremağasının büyükbabasına anlatacağından çok korkmuş. Onu dehşete düşüren bu düşünceyle yerden bir taş almış ayakta, hareketsiz, dalgın ve gözlerinde garip bir ışıkla kendilerine bakan Hasan'a dönmüş. Tatlı­cının gözlerindeki bu alevin değişik bir anlamı olduğunu düşünmüş ve daha da fazla sinirlenmiş, tüm gücüyle taşlatmış; taş Hasan'ı ağır biçimde yaralamış, sonra Acip ile haremağası aceleyle çadırlara yönelmişler.

Hasan Bedreddin'e gelince, baygın, yere düşmüş, yü­zü baştanbaşa kana bulanmış. Ama ne mutlu ki kendine gelmekte gecikmemiş, kanını dindirmiş ve sangından bir parça yırtarak alnı­nı sarmış. Sonra kendi kendini azarlamaya koyularak, "Aslında benim kusurumdan oldu bu! Dükanımı kapatmakla ve bu güzel çocuğu izlemekle düşüncesesizce davrandım Herhalde bu izleyişimi kötü maksatlara yormuştur!" demiş. Sonra içini çekip "Allah kerim!" diyerek kente dönmüş ve dükkanını yeniden açarak eskisi gibi hamur işi yapıp satmaya başlamış, bu sırada acıyla, Basra'daki zavallı annesini ve çocukluğunda, hamur işi üzerine kendisine verdiği ilk dersleri hatırlıyor ve ağlıyormuş, teselli bulmak için kendi kendine şu dizeleri okumuş: Talihten yana hiç adalet bekleme, düş kırıklığından öte bir şey elde edemezsin! Çünkü sana adalet sağlayacağını sandığın talih bu doğada yaratılmamıştır.

Tatlıcı Hasan Bedreddin'in amcası vezir Şemseddin'e gelince, Şam'da üç günlük dinlenmeden sonra, Midan'dan çadırlarını söktü­rüp Basra'ya doğru yol almak üzere ilkin Hums, sonra Hama ve Halep'e doğru yola çıkmış. Ve her yerde araştırmalar yapmaktan geri durmamış. Halep'ten Mardin'e, sonra Musul'a ve Diyarbekir'e gitmiş, sonunda da Basra'ya ulaşmış. Ancak bir parça dinlendikten sonra, Basra sultanının huzuruna çıkmak istemiş. Sultan onu hemen huzura almış ve onu alçak gö­nüllülükle kabul etmiş ve iyilikseverlikle onu Basra'ya getiren nedeni öğrenmek istemiş. Şemseddin tüm öyküsünü ve eski vezir Nureddin'in kardeşi olduğunu ona anlatmış. Sultan Nureddin'in adını duyunca, "Allah ondan lütfunu esirgemesin!" demiş ve ona, "Evet, dostum, Nureddin benim dostumdu ve kendisini çok severdim, ölü­münden buyana on beş yıl geçti! Ardında bir de Hasan Bedreddin adlı oğul bıraktı ama bu çocuk bir gün birdenbire kayboldu. Bir daha ondan söz edildiğini duymadık. Ama, burada, Basra'da, hâlâ, Nureddin'den önceki vezirimin kızı, kardeşin Nureddin'in karısı olan annesi yaşıyor" diye eklemiş. Bu haberi alan Şemseddin sevincin doruğuna çıkmış ve "Şahım! Yengemi görmek isterdim!" demiş, şah da ona gerekli izni vermiş.

Şemseddin adres ve doğrultusunu öğrendikten sonra, hemen rahmetli kardeşi Nureddin'in evine koşmuş;,yolda, onu son bir kez kucaklamadan, kendisinden uzakta ölen kardeşi Nureddin'i düşü­nerek oraya ulaşmakta gecikmemiş. Ağlamış ve şu dizeleri kendi kendine okumuş: Oh! Geçmiş gecelerimin konutuna dönüyorum! Yöresindeki duvarları öpüyorum! Ama yüreğimin özünde beni yaralayan bu duvarları değil, konutta oturana duyduğum aşktır!

Sonra büyük bir kapıdan, oltasında evin bulunduğu büyük bir avluya girmiş. Evin kapısı, her türlü renkten mermerlerle canlandı­rılmış kemerli, granitten yapılmış bir harikaymış. Bu kapının dibinde, görkemli bir mermer üstünde, kardeşi Nureddin'in altın harflerle kazınmış adım bulmuş. O zaman eğilip bu ismi öpmüş ve çok heyecanlanarak ağlamış ve şu dizeleri okumuş. Her gün, sabahleyin, doğan güneşe senden haber soruyorum. Ve de her gece çakan şimşeğe! Uyursam eğer, uyumakta olduğum halde, arzu, arzunun dikeni, arzunun ağırlığı, arzunun bıçkısı içime işliyor! Ve asla dertlerimi haykırmıyorum! Ey tatlı dostum, artık daha fazla katı yokluğun sinesinde uzaklaşma! Yüreğim parça parça, yokluğun acısıyla kesik ve kopuk! Hangi hayırlı gün, hangi eşsiz gün, bizi sonunda birleştiren gün kadar hayırlı ve eşsiz olabilir? Ama, yokluğunun ruhumu bir başka aşkla doldurduğunu hiç düşünme! Çünkü yüreğim, ikinci bir sevgiyi alacak kadar geniş değil!

Sonra eve girmiş, tüm daireleri geçerek Basralı Hasan Bedreddin'in anası, yengesi hatunun oturmasına ayrılmış odaya gelinceye kadar yürümüş. Oğlu Hasan'ın kaybolmasından sonra kadın gece gündüz ağlayıp hıçkırmak için bu odaya kapanmış ve odanın ortasına, uzun zamandır öldü bildiği oğlu için zavallı çocuğunun mezarını temsil edercesine küçük bir türbe yaptırmış, tüm zamanını gözyaşlan içinde, orada geçiriyor ve dertten çökmüş, uyumak için yine oraya başını dayıyormuş. Şemseddin, odanın kapısına iyice yaklaştığı zaman, yengesinin sesini duymuş, bu acılı ses şu dizeleri okuyormuş: Ey mezar! Tanrı aşkına söyle bana! Dostumun güzelliği, çekiciliği silindi mi? Güzelliğinin parlak temaşası, ebediyen soldu mu? Ey mezar! Kuşkusuz sende, ne zevk bahçeleri, ne yücelmiş gökkubbesi var! Ama, söyle bana! Nasıl oluyor da, içinde, ayın ışıldadığını ve dalın çiçeklendiğini görüyorum?..

Bunu duyan vezir Şemseddin içeri girmiş;,en yüce saygılar sunarak yengesini selamlamış ve ona kocası Nureddin'in kardeşi olduğunu söylemiş. Sonra da ona tüm öyküyü ve oğlu Hasan'ın bir gece kızı Sitt-ül Hüsn ile yattığını, ertesi gün ortadan kaybolduğunu ve sonunda Sitt-ül Hüsn'ün hamile kalıp Acip'i doğurduğunu... Sonra da, "Acip benimle birlikte geldi. Oğlunun kızımdan olma oğlu olduğuna göre, senin de torunundur" diye eklemiş. O ana kadar dünya işlerine başını çevirmiş ve büyük bir mateme bürünmüş olan dul kadın, oğlunun yaşamakta olduğunu anlayınca heyecanlı bir şekilde ayağa kalkıp onu kucaklayarak ayaklarına atılmış ve onun onuruna şu iki dizeyi okumuş: Bana gelerek bu mutlu haberi duyurandan Allah razı olsun! Ne muradı varsa versin! Çünkü bana en mutlu, duyulanların en iyisi bir haber verdi! Eğer kabul edip yeter bulacağı bir hediye vermek gerekirse; ona ayrılıklarla parçalanmış bir yürek vereceğim!

Ve vezir, hemen gidip Acip'i getirmeleri için adam göndermiş, çocuk hemen getirilmiş. Bunu gören büyükanne ağlayarak Acip'in boynuna sarılmış. Ve Şemseddin ona, "Ey anne, gerçekte bu an hiç de gözyaşı dökülecek an değildir, bizimle birlikte Mısır'a gelmek için hazırlıklar yapma zamanıdır. Ve inşallah, yeğenim Hasan da yakında bizimle birlikte olacaktır!" demiş. Acip'i büyükannesi de, "işittik ve itaat ettik" demiş. Ve hemen o anda ayağa kalkmış, gerekli tüm eşyasını ve yiyecek olarak tedarikini yapıp tüm hizmetkarlarını bir araya getirerek hemencecik yolculuğa hazır bulunduğunu göstermiş. Bunun üzerine vezir Şemseddin, Basra Sultanı'nın huzuruna çı­karak veda etmiş. Sultan da ona, kendisi için ve Mısır Sultanı için hediye ve armağanlar vermiş. Bunu izleyerek Şemseddin, iki kadın ve Acip, maiyetleriyle birlikte yola koyulmuşlar. Yeniden Şam'a ulaşıncaya kadar kesintiye uğratmadan yolları­na devam etmişler.

Orada, Kanun Meydanı'nda durmuşlar ve çadırlarını kurmuşlar. Ve vezir, "Burda, Şam'da, bir hafta kalarak Mı­sır Sultanına sunulacak uygun hediye ve armağanlar alacağız" demiş. Böylece, vezir, mallarını sunmak üzere çadırlarını ziyaret eden zengin tacirlerle meşgul olurken, Acip haremağasına, "Baba Sait, ben gidip biraz eğlenmek istiyorum. Haydi Şam çarşılarına gidelim! Ne var, ne yok, bakalım! Ve de tatlılarını yediğimiz, bize gösterdiği misafirperverliğini öveceğimize taşla kafasını yardığımız tatlıcının durumunu da öğrenelim! Gerçekten, ona iyilik yerine kötülük yaptık!" demiş. Haremağası da, "İşittik ve itaat ettik!" yanıtını vermiş. Bunun üzerine Âcip ile haremağası çadırdan çıkmışlar çünkü Âcip, bilinçsizce duyduğu bir evlat sevgisinin ortaya çıkardığı kör bir itişin etkisinde bulunuyormuş. Kente varınca, tatlıcı dükkanına ulaşıncaya kadar çarşılarda durmadan yürümüşler. Tam da Beni Ümmiye Camii'nde Müslümanlar toplanıp ikindi namazım kılacakları saatmiş. O sırada, Hasan Bedreddin, dükkanında daha önceki aynı nefis tatlıyı, soyulmuş bademli, nar taneli, şekerli ve kokulu tatlıyı hazırlamakta imiş! Âcip tatlıcıyı gözden geçirmiş ve attığı taşın alnında bıraktığı izi görmüş.

Bunu görünce de yüreği daha fazla üzülmüş ve "Selamünaleyküm ey tatlıcı! Buralara senden haber almaya geldim. Beni tanımadın mı?" demiş. Hasan onu görür görmez içinin ezildiğim, yüreğinin düzensiz vuruşlarla çarptığım, yere düşecek gibi başının döndüğünü ve bir sözcük bile söyleyemeyecek kadar dilinin damağına yapıştığım hissetmiş. Sonunda başını çocuğa doğru kaldırmış ve tüm alçakgönüllülüğüyle, ona şu dizeleri okumuş: Sevgilime sitemler etmek kararındaydım ama onu sadece görmekle vazgeçtim ve ne dilime ne de gözlerime hakim olabildim! Sustum gururlu ve ezici görünümü karşısında gözlerimi eğdim, duyduklarımı belli etmemek için değişik görünmeye çalıştım ama başarı sağlayamadım. Oturup sayfalar dolusu sitemler yazdım fakat,yanına ulaşınca, bir tek sözcüğünü bile okuyamadım.

"Ey efendilerim, sırf alçakgönüllülük göstererek buyrun girin! Ve hazırladığım tatlıyı tadın! Çünkü vallahi! Ey genç çocuk, geçen defa seni görür görmez yüreğim sana bağlanmıştı! Seni izledi­ğimden dolayı çok pişman olmuştum, yaptığım gerçekten delilikti!" diye eklemiş. Fakat Acip onu "Vallahi! Sen çok tehlikeli bir dostsun! Yedirdiğin bir parça tatlı yüzünden bizi tehlikeye soktun! Oysa şimdi, bizim ardımızdan gelip bizi izlemeyeceğine yemin vermedikçe dükkanına girmeyecek ve hiçbir şey yemeyeceğiz. Yoksa bir daha buraya gelmeyiz. Çünkü bil ki burada, Şam'da tam bir hafta kalacağız. Bu sırada büyükbabam, sultan için hediyeler satın alabilecek!" diye yanıt vermiş. Bunu duyan Bedreddin, "İkinizin önünde işte yemin ediyorum!" diye haykırmış. Bunun üzerine Âcip ile haremağası dükkana girmişler ve Bedreddin onlara hemen bir kase dolusu özel tatlısı, şekerli, bademli ve kokulu nar tanesini sunmuş. Ve Acip ona "Gel sen de bizimle ye! Allah da bu yoldan, bizi araştırmalarımızda başarılı kılar!" demiş. Hasan buna çok sevinmiş ve karşılarına oturmuş. Fakat, tüm bu sürede, Âcip'i seyretmekten kendini alamamış ve öylesine olağandışı ve ısrarlı bir ilgiyle bunu yapmış ki, Acip sıkılmış ve ona, Yarabbi! Sen ey iyi yürekli kişi! Ne kadar cansıkıcı ve ısrarlı bir sevgi gösterisinde bulunuyorsun! Sana daha önce de sitemlerde bulunmuştum. Beni böylesine süzmekten ve gözlerinle yüzüme yiyecek gibi bakmaktan vazgeç!" demiş.

Bu sözleri duyan Bedreddin, şu dizelerle yanıt vermiş: Senin için yüreğimin derinliklerinde açıklayamadığım bir giz var; benliğimde sakladığım bir düşünce ki asla sözcüklerle anlatılamaz! Sen ki! Güzelliğiyle mağrur parlak mehtabı, şaşkınlıktan örtünmeye zorlarsın! Senin aydın yüzün, sabahı utandırır, şafağa baş eğdirir! Sana sözsüz bir tapınmayla; sana, ey Tanrı sevgilisi, çoğalıp güzeli eşen arzular ve ölümsüz, benzersiz duygularla bağlıyım! Ve şimdi, yanarak tümden eriyorum! Yüzün, benim cennetimdir! Kuşkusuz! Ateşli susuzluğumdan öleceğim! Oysa sen, dudaklarınla susuzluğumu giderebilir ve onların balıyla ruhumu tazeleyebilirsin! Bu dizeleri okuduktan sonra, aynı güzellikte başkalarını da okumuş ama bir bakıma, bunlar haremağasına da seslenen dizelermiş. Böylece, bir saat süreyle, kimi zaman Acip'in, kimi zaman da haremağasının onuruna dizeler okumayı sürdürmüş.

Bundan sonra, tüm olarak doyduklarından, Hasan, ellerini yıkamaları için gerekli her şeyi önlerine getirmiş. Bu maksatla, bakırdan yapılmış benzersiz bir ibrikle ellerine kokulu sular dökmüş, kemerine takılı bulunan renkli ipekten bir havluyla ellerini kurulamış. Sonra da ellerine, dükkanın en üstteki raflarında bulunan ve önemli durumlarda kullanılmak üzere itinayla sakladığı gümüş bir gülabdandan gülsuyu serpmiş ve bu kadarla da kalmamış, bir an için dükkandan çı­karak elinde iki testi misk ve gülsuyuyla yapılmış şerbet getirerek, her birine birer testi sunmuş ve onlara "Bakın! Kendi isteğinizce buradan içebilirsiniz!" demiş. Bunun üzerine Âcip testiyi alıp şerbeti içmiş sonra bunu haremağasına geçirmiş o da içip yeniden Âcip'e vermiş, Âcip yeniden içtikten sonra testiyi bir kez daha haremağasına vermiş. Bu, böylece karınları şişip ömürlerinde hiç olmadığı kadar doyuncaya değin, böylece devam etmiş. Bundan sonra, tatlıcıya teşekkür edip çadırlara akşam olmadan yetişmek üzere oradan ayrılmışlar.

Çadırlara gelince, Âcip, büyükannesinin ve annesi Sitt-ül Hüsn'ün ellerini öpmek üzere aceleyle yanlarına girmiş, büyükannesi onu öpmüş ve bunu yaparken oğlu Bedreddin'i hatırlamış derin derin iç çekip pek çok ağlamış. Sonra da şu dizeleri okumuş: Ayrılanların bir gün birleşebileceklerinden tüm ümidimi kessem, ayrılışından sonra yaşama arzumu yitirirdim! Oysa ben kalbime senin aşkından başkasını sokmamaya yemin etmişim. Ve Yüce Tanrı yeminimin tanığıdır ve tüm sırları bilir! Sonra Âcip'e "Çocuğum, gezmek için nerelere gittin?" diye sormuş. Âcip, "Şam sokaklarına" diye yanıt vermiş. Kadın, "Öyleyse şimdi iyice acıkmışsındır!" demiş ve yerinden kalkarak nar tanesi karışımı ünlü tatlıdan bir porselen kaseye koyarak getirmiş. Bu benzersiz lezzetteki tatlı, onun ustalıkla yaptığı ve oğlu Bedreddin'e, daha çocukken, Basra'da öğrettiğinin aynısı imiş. Köleye de "Efendin Acip ile birlikte sen de yiyebilirsin!" demiş.

Fakat haremağası yüzünü buruşturup kendi kendine, "Vallahi! Hiç isteğim yok! Bir lokma bile yiyemem!" demiş. Yine de Acip'in yanına oturmuş. Acip'e gelince onun da, tatlıcıda yiyip içtiği şeylerden karnı çok tokmuş. Yine de bir lokma alıp tatmış. Ama çok doygun olduğundan lokmayı yutamamış. Bir de, bunun şekerinin biraz noksan olduğunu fark etmiş. Aslında bu doğru değilmiş çok doygun olduğundan ona böyle geliyormuş. O da, yüzünü buruşturarak büyükannesine "Bu tatlı pek iyi olmamış, büyükanne!" deyi vermiş.

Bunu duyan büyükannesi, hiddetten boğulur gibi olmuş ve 'Nasıl, çocuğum, benim hazırladığım şeyin iyi olmadığını söylemeye mi yelleniyorsun? Bilmiyormusun ki, bütün dünyada, baban Hasan Bedreddin'in dışında, kimse benim yaptığım yemekler, hamur işleri ve tatlılardan iyisini yapamaz. Hasan Bedreddin de zaten benden öğ­renmiştir!" diye haykırmış. Fakat Acip "Vallahi, büyükanne! Senin hazırladığın tatlı tam kıvamını bulmamış. Sanırım şekeri biraz noksan! Ama mesele bu değil. Sen bilmiyorsun! Sana itiraf edeyim, ama annem ile büyükbabama söyleme! Çarşıda, bize aynı tatlıdan sunan bir tatlıcıyla tanıştık. Ama... tatlısının daha kokusunu duymakla in­sanın yüreği ferahlıyordu. Tadına gelince, öylesine lezzetli idi ki, hazımsızlık çeken birinin bile iştahını kabartırdı! Hazırlanışına gelince, gerçekte ve hiçbir şekilde ne yakın ne de uzaktan bir diğerininkiyle kıyaslanabilir, büyükanne!" demiş. Bu sözleri duyunca kadın, çok sinirlenmiş ve haremağasına bir göz atıp ona... Fakat anlatısının tam burasında, Şehrazat, sabahın yaklaştığını görmüş ve yavaşça, öyküsünü kesmiş.

Bunun üzerine kızkardeşi Dünyazat, ona' "Ablacığım, sözlerin ne kadar tatlı ve hoş! Bu öykün de zevkli ve büyüleyici!" demiş. Ve Şehrazat, ona gülüp "Evet, kardeşim ama bunun, eğer Allah'in yardımı ve şahın himayesiyle hayatta kalırsam, bu gece ikinize anlatacağım öykünün yanında sözü mü olur?" demiş. Ve şah, içinden, 'Vallahi! Aslında olağanüstü ve şaşırtıcı olan öykünün sonunu işitmeden onu asla öldürmeyeceğim!" demiş.

Sonra Şah Şehriyar ve Şehrazat, ikisi de, gecenin geri kalan bö­ lümünü sabaha kadar birbirlerine sarılarak geçirmişler. Bundan sonra Şehriyar, çıkıp adalet dağıttığı salona geçmiş. Divan, vezirler, mabeyinciler, muhafızlar ve saray halkıyla dolmuş. Ve şah hükümler vermiş, memurlar tayin etmiş, kimi memurları da gö­revden almış, yönetmiş ve askıda kalan işleri tamamlamış ve böylece günün sonuna ulaşmış. Sonra divan dağılmış ve şah, saraya dönmüş. Ve gece gelince karısı ile her zaman yaptıklarını yapmış.

Ve Yirmi Dördüncü Gece

Genç Dünyazat ablası ile eniştesinin işleri bitince oturduğu halı­dan kalkıp Şehrazat'a: "Ablacığım, senden rica ediyorum, güzel Hasan Bedreddin ile amcası Şemseddin'in kızı olan karısının o çok hoş öyküsünü tamamla! Tam da şu sözlerde kalmıştın: 'Büyükanne, haremağası Sait'e bir göz atıp, ona... 'Acaba ne söylemisti? Lütfen!" demiş. Şehrazat, kardeşine gülümsemiş ve ona, "Evet, tabii! Tüm kalbimle ve en iyi niyetimle öyküyü tamamlayacağım ama Yüce Şahım izin verdikten sonra" demiş. Bunun üzerine, büyük bir arzuyla öykünün sonunu bekleyen şah, Şehraza'ta, "Konuşabilirsin!" demiş. Şehrazat da anlatmaya başlamış:

Ey bahtı güzel şahım, işittim ki, Âcip'in büyükannesi öfkelenerek uzaktan köleye bakmış ve ona, "Ne felaket! Bu çocuğu baştan çı­karan sen misin? Nasıl oluyorda, sıradan aşçıların, tatlıcıların dükkanına onu sokmaya cesaret ediyorsun?" demiş. Acip'in büyükannesinin bu sözlerini duyan haremağası çok korkmuş ve hemencecik inkar yoluna gitmiş ve "Biz dükkâna asla girmedik sadece önünden geçtik!" diye haykırmış. Ama inatçı Âcip, "Vallahi! Pekâlâ dükkana girdik ve tatlı da yedik!" diye haykırmış. Ve de haincesine "Ve sana da tekrarlıyorum büyükanne, yediğimiz şey senin burada bize yedirdiğinden daha iyiydi!" diye eklemiş. Bunun üzerine büyükanne daha çok kızmış ve homurdanarak kayınbiraderine "karayüzlü haremağasının müthiş suçunu bildirmeye gitmiş. Ve veziri köleye karşı öylesine tahrik etmiş ki, doğası bakımından zaten çok hiddetli olan ve durup dururken herkese ba­ğırıp çağıran Şemseddin, yengesiyle birlikte Âcip ile haremağasımn bulunduğu çadıra ulaşmak için derhal yerinden fırlamış. Ve de "Sait! Acip ile birlikte bir tatlıcının dükkanına girdin mi, girmedin mi?" diye haykırmış. Ve dehşete düşen haremağası, "Biz hiç oraya girmedik!" diye yanıt vermiş. Fakat muzip Âcip, "Girdik işte! Girdik oraya! Ve de yediğimiz şeye gelince... Ha! Büyükanne!.. O kadar güzeldi ki, şuraya gelinceye kadar tıkındık! Sonra da içine kar doğranmış lezzetli bir şerbet içtik! Allahım! Ne kadar güzeldi! Ve yi­ğit tatlıcı, büyükannem gibi şekeri eksik koymamıştı!" demiş. Bunu duyunca, vezirin köleye karşı hiddeti iki kat olup aynı soruyu yeniden yöneltmiş fakat haremağası inkâr etmeyi sürdürmüş.

Bunun Üzerine vezir ona, "Sait! Sen bir yalancısın! Ve kuşkusuz doğruyu söyleyen bu çocuğu yalanlamak küstahlığında bulunuyorsun! Bununla birlikte, yengemin hazırladığı şu tatlıyı olduğu gibi yiyebilirsen, sana inanmaya razıyım! Bu bana senin aç olduğunu kanıtlayacak!" demiş. Bunun üzerine Sait, Bedreddin'in dükkânında gırtlağına kadar doymuşken, bu öneriye boyun eğmek zorunda kalmış ve nar tatlısı­nı yemeye niyetlenmiş ama daha ilk lokmada durmak zorunda kalmış çünkü gırtlağına kadar doluymuş. Ve aldığı lokmayı hemen dışarı çıkarmış. Ama, bir gün önce öteki kölelerle pek çok yemek yediğinden mide fesadına uğradığım söylemekte gecikmemiş. Fakat vezir, hemencecik haremağasının aynı gün tatlıcıya girdiğim anlamış. Öteki kölelerle onu yere yatırıp tüm gücüyle kamçılamış. Bunun üzerine haremağası, darbelerden kurtulmak için kurnazca özür dilemiş ve haykırarak, "Efendim, dün bir hazımsızlığa uğradım!" demeye devam etmiş. Vezir, kamçılamaktan yorgun düştüğü için durmuş ve Sait'e "Haydi bakalım! Gerçeği itiraf et!" demiş. Bunun üzerine haremağası karar vermiş ve "Peki efendim, Âcip'in söylediği doğru! Çarşıda bir tatlıcıya girdik! Getirdiği tatlı öylesine nefisti ki, hayatımda böylesine güzel bir şey yememiştim! Ama şimdi yedi­ğim şu tiksinti verici ve berbat tatlıyı tatmış olmak ne felaket! Yarabbi, ne kadar kötüydü!" demiş.

Bunu duyan vezir çok gülmüş ama büyükanne artık hiddetini tutamamış ve en ince yerinden yaralanmış gibi, "Ah, yalancı! Senin tatlıcından hemen bir kase tatlı getirmeni istiyorum. Söylediklerinin hayal mahsulü olduğu anlaşılacak! Evet, sana gidip aynı tatlıdan bir kase daha getirmene izin veriyorum. Getirdiğin vakit bu bize benim yaptığım ile onunki arasında kıyaslama yapma olanağını verecek! Kayınbiraderim yargıçlık yapacak!" diye haykırmış. Ve haremağası, "Evet, kesinlikle!" diye yanıt vermiş. Bunun üzerine büyük anne ona yarım dinar para ile boş bir porselen kase vermiş ve çarşı­ya yollamış. Haremağası, bunun üzerine yola çıkmış ve dükkana ulaşınca tatlıcıya "İşte! Senin hazırladığın nar tatlısı ile evde hazırlanan arasında bir iddiaya girmiş bulunuyoruz. Bana bu tatlıdan yarım dinarlık tart! Aman ha, iyi hazırla ve tüm sanatını göster! Yoksa şimdiki gibi, bir temiz dayak daha yerim! Seni temin ederim ki, hâlâ çok bitkinim!' demiş.

Bunu duyan Hasan Bedreddin gülmeye başlamış ve "Korkma! Şimdi hazırlayacağım tatlının eşini yapabilecek dünyada, annem hariç kimse yoktur. Annemse şimdi uzak bir ülkededir!" demiş. Sonra Bedreddin, kölenin getirdiği porselen kabı büyük bir dikkatle doldurmuş ve hazırladığı tatlıyı misk ve gülsuyu serperek tamamlamış. Ve haremağası kabı alarak çabucak çadıra doğru yol almış. Bunun üzerine Acip'in büyükannesi kabı almış ve hemencecik tadının derecesini anlamak üzere tatmış. Fakat daha dudağına değ­dirir değdirmez büyük bir çığlık kopararak arka üstü düşmüş. Oğ­lu Hasan'ın elinin marifetini anlayıvermiş.

Bunu gören vezir ve orada bulunanlar, şaşırıp kalmışlar ve bü­yükannenin yüzüne telaşla gülsuları serpmişler ancak kadın bir saat baygın yattıktan sonra kendine gelebilmiş. Ve "Bu nar tatlısını yapan oğlum Hasan Bedreddin'den başkası olamaz! Bundan hiç kuşkum yok! Çünkü onu bu şekilde hazırlayan benden başkası yoktur, ben de sadece Hasan'a öğretmiştim" demiş. Bu sözleri duyan vezir sevincin ve yeğenini görmek için sabırsızlığın doruğuna ulaşmış ve "Tanrı sonunda birleşmemize izin verdi!" diye haykırmış. Ve hemen hizmetçilerini çağırıp bir tertip düşünerek, onlara, "İçinizden yirmi kişi doğruca çarşıda Hasan-ül Basravi olarak tanınan tatlıcı Hasan'in dükkanına gitsin! Ve dükkanını baş­tan aşağı yıksın! Tatlıcıya gelince, kolları sarığının tülbendiyle bağ­lansın! Ve zorla buraya, yanıma getirilsin! Ama en küçük bir zarar verilmeden! Haydi gidin bakalım!" demiş. Bunun üzerine vezir hemen ata binmiş. Mısır Sultanı'nın yazdı­ğı fermanı yanına alarak Dar-üsselam'a, efendisi Mısır Sultanının Şam'daki temsilcisi olan valinin yanına gitmiş. Dar-üsselam'a ula­şınca vezir, valiye sultanın fermanını vermiş. Vali fermanı hemen alıp eğilerek saygıyla öpmüş ve hürmet alameti olarak başına götürmüş. Sonra vezire dönerek, "Emredin! Kimin tutuklanmasını istiyorsunuz?" diye sormuş. Vezir, "Sadece çarşıdaki bir tatlıcının!" diye yanıt vermiş. Vali de, "Bundan kolay şey yok!" demiş ve güvenlikle görevli adamlarına gidip vezirin adamlarına yardım etmelerini emretmiş. Vezir, bunun üzerine validen izin almış ve çadırlarına dönmüş.

Hasan Bedreddin'e gelince sopalar, baltalar ve kazmalarla silahlı bir kalabalığın dükkanına geldiklerini ve istila ettiklerini ve her şeyi parçalayıp tüm hamur işlerini yerlere dökerek dükkanı imha etmeye başladıklarını görmüş sonra bu kalabalık şaşkın Hasan'ı yakalayıp onu bir tek sözcük söylemeye vakit bırakmadan sangının tülbendiyle sımsıkı bağlamışlar. Ve şaşkın Hasan, kendi kendine " Allahım! Bütün bunlar galiba nar tatlısı yüzünden başıma geldi! Kim bilir, içinde ne buldular!" diye düşünmüş. Sonunda Hasan'ı, konakladığı yerde vezirin karşısına çıkarmışlar. Hasan Bedreddin çok ağlamış ve de "Efendim, ben ne suç işledim size karşı?" diye sormuş. Vezir de ona, "Bu nar tatlısını sen hazırladın, değil mi?" diye sormuş. Bedreddin, "Evet, efendim! Acaba bu tatlının içinde, kafamın kesilmesini gerektirecek bir şey mi buldunuz?" diye yanıt vermiş. Vezir de sert bir şekilde, "Kafanın kesilmesi mi? Ama bu, çok hafif bir ceza olurdu. Daha kötüsü de olabilir! Hele bekle, bakalım!" diye yanıt vermiş.

Aslında, vezir, iki kadından kendisine bildiği gibi hareket olanağı tanımalarını istemişmiş ve de araştırmalarının sonucundan sadece Kahire'ye ulaştıklarında bilgi verecekmiş. Genç kölelerini yanına çağırarak, onlara, "Bizim devecilerden birini buraya çağırın! Ve bir de tahtadan sandık getirin!" emrini vermiş. Köleler emre hemen uymuşlar. Daha sonra, vezirin emri üzerine, şaşkın Hasan'ı tutup sandığın içine sokmuşlar ve kapağını özenle kapatmışlar. Sonra sandığı deveye yüklemişler ve çadırları söküp yola koyulmuşlar. Gece oluncaya kadar yol alınmış. Bir şeyler yemek için bir yerde durulmuş; Hasan'ı da bir an için sandıktan çıkarmışlar ona da yiyecek bir şeyler vermişler, sonra yeniden sandığa sokmuşlar ve yola devam etmişler. Zaman zaman duruluyor, Hasan'ı yeni bir soruş­turma için tekrar kapamak üzere, dışarı çıkarıyorlarmış. Vezir her seferinde soruyormuş "Nar tatlısını hazırlayan sendin, değil mi?" diye... Ve şaşkın Hasan, "Evet, efendim!" diye yanıt veriyor vezir de, "Bağlayın şu adamı ve yine sandığa koyun!" diye haykırıyormuş. Kahire'ye gelinceye dek, yolculuğa bu şekilde devam edilmiş. Ama kente girmeden önce Zeydaniyye mahallesinde durulmuş ve vezir Hasan'ı yeniden sandıktan çıkartmış ve önüne getirtmiş. Ve de "Bana bir marangoz getirin!" demiş. Marangoz gelince vezir ona, "Bu adamın enine boyuna ölçüsünü al! Ve hemen boyuna uygun bir darağacı hazırla! Ve bu darağacını iki mandanın çektiği bir arabaya iyice tespit et!" demiş.

Hasan korkarak, "Efendim, bana ne yapacaksınız?" diye sormuş. Vezir de, "Seni direğe çivileyeceğim, tüm halk görsün diye, bu şekilde kente sokacağım!" demiş. Hasan, "Ama böylesine bir cezayı hak etmek için ne suç işledim ben?" diye haykırmış. Bunun üzerine Vezir Şemseddin, ona, "Nar tatlısını hazırlarken gösterdiğin ihmal için! Ne yeterince baharat koymuş ne de yeterince koku eklemişsin!" demiş. Bu sözleri duyan Hasan Bedreddin, yanaklarına vurmuş ve "Ya Allah! Benim suçum bu, öyle mi? Yani bunun için mi, beni bu yol işkencesiyle cezalandırdın? Ve de ancak günde bir kez yiyecek verdin? Şimdi de darağacına çivilemek istiyorsun!" diye haykırmış. Vezirde ciddi ciddi, tabii ya, yeterince baharat koymadığından! Elbette!" demiş.

Bunu duyan Hasan Bedreddin, şaşkınlığın doruğuna ulaşmış ve ellerini göğe kaldırıp derin derin düşünmeye başlamış! Vezir ona, "Ne düşünüyorsun?" diye sormuş. O da, "Pek önemli değil! Sadece en büyükleri olduğunda kuş­ku bulunmayan budalaları! Çünkü, sen budalaların birincisi olmasaydın, bir nar tatlısında bir tutam baharat noksan diye bana böyle davranmazdın!" demiş. Vezir de ona, "Sana bir daha bu suçu işlememeyi öğretmek gerekiyordu. Bunun başka yolu yoktu ki!" demiş. Hasan Bedreddin de ona, "Ne olursa olsun, senin bana karşı davranışın çok daha büyük bir suçtur. Ve de sen, ilkin kendini cezalandırmalısın!" demiş. Bunu duyan vezir, ona, "Söylenecek başka şey yok, seni daracağı paklar!" diye yanıt vermiş. Bu konuşma sırasında, marangoz, onların yanında, ceza ağacını yontmayı sürdürüyor ve zaman zaman da Hasan'a kaçak bir bakış fırlatıyor sanki ona "Suçsuzmuş gibi davranıyorsun, ha?"' demek istiyormuş. Hal böyleyken gece bastırmış. Bunun üzerine Hasan'ı yeniden yakalayıp sandığa koymuşlar. Ve vezir ona, "Yarın asılacaksın!" diye haykırmış. Sonra da Hasan'ın sandıkta uyumasına kadar, birkaç saat beklemiş. Sonra sandığı deve sırtına yükletmiş ve hareket emri vermiş. Kahire'deki eve ulaşıncaya kadar böylece yol alınmış. Ve ancak o zaman vezir, kızına ve yengesine durumu açıklamak istemiş. Ve gerçekten kızı Sitt-ül Hüsn'e,"Kızım, Tanrı'ya şü­kürler olsun ki, sonunda yeğenin Hasan Bedreddin'in bulunmasına izin verdi! Kendisi burada! Ayağa kalk, kızım! Evin halı ve mobilyalarını yerli yerine koymaya ve gerdek odasını kesinlikle düğün gecesindeki haline sokmaya büyük dikkat göster!" demiş.

Ve Sitt-ül Hüsn, her ne kadar mutluluk ve heyecanın doruğunda olsa da, hizmetçilere gerekli emirleri vermiş, onlar da hemen kalkıp işe koyulmuş ve meşaleleri yakmışlar. Vezir de onlara, "Size hatırlamanız için yardım edeyim!" demiş. Ve dolabını açmış, mobilyaların ve di­ğer tüm eşyaların isimlerini ve bunların odadaki yerlerini belirledi­ği listeyi çıkarmış ve bu listeyi onlara ağır ağır okumuş ve her şeyin ilk önceki yerine gereğince yerleştirilmesine göz kulak olmuş. Her şey o kadar güzel düzenlenmiş ki, en dikkatli bir gözlemci bile Sitt-ül Hüsn ile kambur seyisin düğün gecesindeki görüntünün aynı olduğuna inanmazlık edemezmiş. Bunun izleyerek vezir kendi elleriyle Hasan Bedreddin'in giysilerini yerli yerine koymuş, sarığını iskemle üstüne, içdonunu dağı­nık yatağın üzerine, kuşağını ve latasını divan üzerine ve bunların altına Yahudinin mektubu ile içinde bin altın olan keseyi. Ve de balmumuyla işlem görmüş beze sarılı mektubu da külah ile sarığın kumaşı arasına dikmeyi de ihmal etmemiş.

Sonra da kızına, tıpkı düğün gecesindeki gibi giyinmesini, gerdek odasına girmesini yeğeni ve kocası olan Hasan Bedreddini kabule hazırlanmasını ve içeri girdiği zaman, ona, "Oh! Apteshanede ne kadar çok kaldın! Allah aşkına! Eğer rahatsızsan, niye bana söylemiyorsun? Ben senin malın ve kölen değil miyim?" demesini, her ne kadar Sitt-ül Hüsn bu tavsiyeye ihtiyaç duymasa da, ona, yeğenine karşı çok nazik davranmasını ve şairlerin sözleri ve güzel dizelerini zikretmeyi de unutmamasını öğütlemiş. Sonra vezir, bu mutlu günün tarihini tespit etmiş. Ve Hasan'ın sımsıkı bağlı olarak içine yerleştirildiği sandığın bulunduğu odaya doğru yönelmiş. Uyumaktayken onu sandıktan çıkartmış, bağlı olan bacaklarını çözdürmüş ve sırtında sadece ince bir gömlek ve başında takkeyle, tıpkı düğün gecesindeki haliyle bırakmış. Bunu yaptıktan sonra, gerdek odasının kapılarını açtırmış ve Hasan'ı kendi başı­na uyanmak üzere burada bırakarak aceleyle oradan ayrılmış. Ve Hasan Bedreddin hemencecik ayılmış ve bu olağanüstü aydınlanmış ve kendisine pek yabancı gelmeyen koridorda adeta çıplak olarak bulunmasına şaşıp kalmış ve kendi kendine, "Dikkat et, Bütün bu işlemler dolayısıyla uykudan uyanması gereken Hassan Bedreddin son kez sandıktan çıkarıldığı sırada yemeğine bhank (bank) katılmış olmasından dolayı uyanmadığını vurgulamaktadır. En derin uykularda mısın sen; yoksa uyanık durumda mı?" diye sormuş.

İlk şaşkınlık anlarından sonra, ayağa kalkmış ve koridora açı­ lan kapılardan birine doğru yönelmiş. Ve birdenbire nefesi kesilmiş kendi onuruna, ama kamburun aleyhine düzenlenen o ünlü şenliğin yapıldığı salonu olduğu gibi hatırlamış ve dipte, gerdek odasına açık olan kapıdan girilince iskemle üzerinde sarığını, divan üzerinde de kumaş ve giysilerini görmüş. O zaman alnını ter bürümüş ve eliyle terini silmiş. Ve kendi kendine, "Lâ! Lâ! Uyanık mıyım ben, Uyuyor muyum? Yoksa delirdim mi?" demiş. Bununla birlikte yürümeye başlamış ama bir ayağı ileri gidiyorsa, öbürü geri geliyor ve ıslak alnındaki soğuk terleri boyna silerek, pek ilerlemeye cesaret edemiyormuş. En sonunda, "Ama, aman Allahım! Tamam oğlum! Bu rüya falan değil! Ve sen, haklısın, bir sandığa kolları, ayakları bağlı olarak kapatılmıştın! Yo, bu asla bir rüya değil!" diye haykırmış. Ve bunu söyleyerek gerdek odasının kapısına gelmiş ve tedbirli bir şekilde kafasını uzatarak içerisini gözetlemiş. Ve hemen, mavi ince ipekten cibinliğin içinde Sitt-ül Hüsn'ü "Sevgili kocacığım, apteshanede ne kadar çok kaldın! Haydi, çabuk gel, çabuk!" dediğini duymuş. Bu sözleri duyunca, zavallı Hasan, tıpkı haşhaş yutan ya da afyon tüttüren birisi gibi kahkahalar atmış ve uğuldar gibi, "Hue! Hî! Hu! Ne şaşırtıcı! Ne tutarsız bir rüya bu!" demiş. Sonra yılanlı bir yerde yürür gibi, sonsuz bir dikkatle, bir eliyle geceliğinin uçlarını kaldırarak ve bir kör ya da sarhoş gibi, öteki eliyle havayı yoklayarak yürümesini sürdürmüş.

Sonra, artık heyecan falan duymaksızın, halının üstüne oturmuş ve eliyle delice şaşkınlık işaretleri yaparak derin düşüncelere dalmış. Bununla birlikte orada hemen önünde, bıraktığı haldeki kuşağını, Basra işi sarığını, latasını ve altındaki keseyi görüyormuş. Ve yeniden Sitt-ül Hüsn, yatağın içinden ona "Senin neyin var sevgilim? Seni çok şaşkın ve biraz da titrek gibi görüyorum. Ah! Sen başlangıçta böyle değildin! Yoksa, Olur ya!" diyerek vesveseyle seslenmiş. Bunu duyan Bedreddin, hep oturduğu yerde ve alnı iki eli arasında, ağzını delice bir gülüşle açıp kapamaya başlamış, sonunda da, "Ha! Ha! Sen bana başlangıçta böyle olmadığımı söylüyorsun, öyle mi? Hangi başlangıçta? Ve hangi gece? Allah aşkına? Ama benim yokluğumda seneler, seneler geçti! Ha! Ha!" demiş. Bunun üzerine Sitt-ül Hüsn ona "Sevgilim, sakin ol! Ben sana kollarımda geçirdiğin, geceden söz ediyorum! Sevgilim! Sen de sadece hacetini görmek için apteshaneye gitmek üzere yanımdan ayrılmıştın. Ve orada bir saatten fazla kaldın! Ah! Görüyorum ki, rahatsızsın! öyleyse, gel de seni ısıtayım! Gel dostum, gel ciğer köşem, gel gözümün nuru!" demiş.

Fakat Bedreddin, bir deli gibi gülmeyi sürdürmüş ve sonra, "Belki sen gerçeği söylüyorsun! Bununla birlikte... Her halde aptehanede uyuyup kalmış ve orada, o berbat rüyayı görmüş olacağım!" demiş sonra da "Oh, evet! Çok berbat bir rüya! Düşün ki, ben Suriye'nin Şam kentinde, uzaklarda, bir aşçı ya da bir tatlıcı gibi bir şeymişim ve bu meslekte on yıl geçirmişim! Yine rüyamda kuşkusuz soylu bir genç çocuk ve bir haremağası gürdüm! Ve onlarla şu ve şu serüvenleri geçirdim..." diye eklemiş. Ve zavallı Hasan, terin alnını ıslattığını hissederek eliyle silmiş ama bunu yaparken eli alnındaki atılan taşın bıraktığı yara izine değmiş ve sıçrayarak, "Fakat hayır! İşte o çocuğun attığı taşın değdiği yerde kalan iz! Öyle şiddetle vurmuştu ki alnıma, unutulması mümkün değil!" demiş. Sonra bir an düşünüp, "Ama belki de hayır' Bu, gerçekten bir rüya olabilir!" demiş.

Sonra da, "Sana rüyamın sonunu da anlatayım! Bu Şam kentine, bir sabah, nasıl olduğunu bilmiyorum, sadece bir gecelik ve beyaz bir takkeyle ulaştım. Kamburun takkesiyle! Ve ora halkı!... Benden ne istediklerini pek bilmiyorum! Orada yiğit bir kişi olan bir tatlıcının mirasçısı oldum!.. Elbette!.. Bu bir rüya değildi! İçine yeterince baharat koymadığım bir nar tatlısı yapmıştım.. Ve peki! Haydi bakalım! Bütün bunlar rüya mıydı? Hiç gerçek payı yok mu?" demiş. Bunu duyan Sitt-ül Hüsn, "Sevgilim, gerçekten olağanüstü bir rüya görmüşsün! Lütfen tümünü bana anlat!" demiş. Ve Hasan Bedreddin, arada bir durup ah çekerek, Sitt-ül Hüsn'e rüya veya gerçek tüm öyküsünü baştan sona kadar anlatmış. Sonra da, "Ve de asılmaktan kurtuldum, şayet uyanmasaydım, asıldım gittiydi! Ya da o sandığın içinde terleyip duruyordum!" diye eklemiş. Ve Sitt-ül Hüsn ona "Ama seni neden asmak istesinler?" diye sorunca; "Nar tatlısının içine yeteri baharat koymadım diye! Evet! İki Nil mandasının çektiği bir arabaya tespit edilen o darağacı müthiş bir şeydi! Ama sonunda Allah'a şükür, bunların hepsi bir rüyaymış, yoksa baştan aşağı yıkılan tatlıcı dükkanımın yok oluşu, bana çok üzüntü verirdi!" diye yanıt vermiş.

Bunun üzerine Sitt-ül Hüsn, artık dayanamayarak yataktan fırlamış ve gelip Hasan Bedreddin'in boynuna atılmış, onu kucaklayarak ve öpüşlere boğarak bağrına basmış. Hasan ise kıpırdamaya korkuyormuş. Ve birdenbire, "Yok! Yok! Bütün bunlar bir rüya de­ğil! Allahım! Ben neredeyim? Gerçek nerede?" diye haykırmış, Ve zavallı Hasan, tatlılıkla Sitt-ül Hüsn'ün kollarında yatağa götürülerek, orada bitkin uzanmış ve ağır bir uykuya dalmış. Başucunda Sitt-ül Hüsn ona bakıyor ve uykusunda zaman zaman "Bu bir rüya!" zaman zaman da "Hayır! Gerçek bu!" diye mırıldandığını işitiyormuş. Sabahla birlikte Hasan Bedreddin'in ruhu yeniden sakinleş­miş, uyanarak kendini Sitt-ül Hüsn'ün kollarında bulmuş. Önünde de, yatağın ayak ucunda, ona selam veren amcası Vezir Şemseddin'i görmüş. Bedreddin, ona, "Benim dükkanımı harap ettikten sonra kollarımı bağlatan sen değil misin? Ve de bunlara neden olarak nar tatlısına bir parça fazla baharat koyduğumu söyleyen?.." demiş. Bunun üzerine Vezir Şemseddin, artık susmanın nedeni kalmadığını anlayarak ona "Yavrum, işte gerçek şu: Sen benim yeğenim, rahmetli karde­şim Basra Veziri Nureddin'in oğlu Hasan Bedreddin'sin! Ve ben, sana, belli kanıtlarla kimliğinden emin olmak ve düğün gecesinde kı­zımın yatağına girenin sen olduğuna kanaat getirmiş olmak için, bü­tün o denemelerle acı çektirdim. Senin kaybolmandan sonra gizlemiş olduğum kanıtları, ardında bıraktığın evi ve mobilyaları sonra sarığını, kuşağını, keseni ve özellikle kesenin içindeki makbuzu ve sangında saklı baban Nureddin'in talimatını içeren mektubu tanıyarak beni inandırdın! Beni herhalde bağışlarsın çocuğum! Çünkü Basra'da doğduğun için seni hiç görmediğimden, bu yolla seni tanı­maktan başka çarem yoktu.

Ah! Çocuğum bütün bunlar kardeşim olan baban ile amcan olan benim aramda, daha başlangıçta ortaya çı­kan, bir yanlış anlamadan doğdu" diyerek;vezir de ona tüm öyküyü anlatmış ve ona, "Çocuğum, Basra'dan getirdiğim annene gelince onu da, düğün gecesinin ürünü olan oğlun Acip'i de göreceksin!" demiş. Ve vezir onları bulmak için koşarak oradan ayrılmış. Ve ilk gelen Acip olmuş; bu kez aşık tatlıcıya duyduğu korkudan sıyrılmış, korkusuzca babasının boynuna atılmış. Bedreddin de, kıvanç içinde ona şu dizeleri okumuş: Senin gidişinden sonra, ağlamaya başladım, uzun uzun ağladım, Kirpiklerimden taştı gözyaşlarım! Dilekte bulundum Tanrı'dan, ayrılık acısıyla üzgün aşıkları birleştirsin diye! Dudaklarımda bir koz daha asla eski ayrılıktan dem vuran sözler olmasın diye! Mutluluk üzerime saldırıyor, bütün şiddetiyle! Öyle bir mutluluğa gömülüyorum ki, kendime karşın, gözlerimden yaşlar dökülüyor! Talih daima benim düşmanım olmaya yemin etmiş bir kez ve de dertlerime neden olmaya! Ve ben, ey Baht! ey Zaman! Senin yeminini kıracağım! Dine aykırı olsa da! Mutluluk vaadini tutuyor ve borçlarını ödüyor. Ye dostum bana geri geldi! Öyleyse, sen, sana mutluluğu getirene doğru ilerle! Ve ona hizmet etmek için giysinin uçlarını kaldır!

Bunları okumayı bitirir bitirmez Acip'in büyükannesi, Bedreddin'in de kendi annesi, hıçkırarak içeri girmiş ve nerdeyse sevinç­ten bayılırcasına oğlunun kollarına atılmış. Ve seller halinde gözyaşları döküldükten sonra, birbirlerine, karşılıklı olarak dertlerini ve acılarını ve tüm çektiklerini anlatmış­lar. Sonra da hepsi birden, sonunda sağ salim onları birbirine kavuşturan Tanrı'ya şükretmişler ve mutluluk içinde, tam bir saadeti tadarak ve sevinçlere gark olarak yaşamaya başlamışlar, uzun sü­ren ömürleri boyunca, hepsi ay ve yıldızlar kadar güzel pek çok çocuk sahibi olmuşlar.

Ve, ey bahtıgüzel şahım, demiş Şehrazat Şehriyar'a: Vezir Cafer-ül Barmaki'nin, Bağdat kentinde, Emir-ül Müminin Halife Harun Reşit'e anlattığı öykü işte böyle sonuçlanıyor. Evet! Vezir Şemseddin'in, kardeşi vezir Nureddin'in ve de Nureddin'in oğlu Hasan Bedreddin'in serüvenleri böyle işte. Halife Harun Reşit, öykü bitince, "Vallahi, bütün bu anlatılanlar çok şaşııtıcı ve hayranlık uyandırıcı!" demiş. Ve memnunluğu içinde, sadece Veziri Cafer'in kölesi Reyhan'ı bağışlamakla kalmamış; Üç Elmalar Öyküsündeki karısını kesen genci dost olarak kabul etmiş ve haksız yere kurban ettiği karısının kaybından duyduğu üzüntüyü avutmak için cariye olarak, haremindeki en güzel cariyelerden birini ona armağan etmiş.

Ona yüksek bir maaş ve de sofrasındaki sürekli dostu ve meclislerinin nedimi olarak gönül bağlamış. Sonra da sarayın katiplerine, bu olağanüstü öyküyü en güzel yazılarıyla kaleme almalarını; ve çocuklarının çocuklarına kalacak ve ders oluşturacak şekilde arşiv dolabında itinayla saklanmasını emretmiş, "Fakat" deyip ince ve ağırbaşlı Şehrazat, Hint ve Çin ülkelerinin hükümdarı Şehriyar'a seslenerek, sözünü sürdürmüş: "Ey bahtı gü­zel şahım, eğer yorulmadıysan sana anlatmak üzere sakladığım öykünün, bu öyküden daha hayranlık uyandırıcı olmadığından hiç korkma!" Şah Şehriyar da ona, "Nedir bu öykü?" diye sormuş. Şehrazat da, "Bu öykü, şimdiye kadar anlattıklarımdan çok daha hayranlık uyandırıcı!" diye yanıt vermiş. Şehriyar, "Peki, adı ne?" diye sorunca, yanıtlamış; "Bu, 'Terzi, Kambur, Yahudi, Hristiyan ve Bağdatlı Berber öyküsüdür" ve Şah Şehriyar, "Elbette, anlatabilirsin!" diye izin vermiş.

İyi Geceler Bay Tom (Michelle Magorian) Kitap Sınavı Yazılı Soruları ve Cevap Anahtarı

Kitabın Adı: İyi Geceler Bay Tom Kitabın Yazarı: Michelle Magorian Kitap Sınavı Soruları ve Cevap Anahtarı 1. Will'in kollarındaki morlu...